hikayeler

Kitapseverler Arasında ( Yazar : Jaroslav Haşek )


İnsanın başına gelecek en kötü şey, kitapseverleri evine çağırıp edebiyat toplantıları düzenleyen, konuklarına da çayla birlikte sadece ikişer kurabiye ikram eden bir sanat dostuna raslamaktır.

Orası öyle, Bayan Herzan’ın evindeki o edebiyat toplantılarına gitmek zorunda değildim. Ama arkadaşlardan birinin davetini de geri çeviremedim doğrusu; Hafız’ın şiirlerinin insan derisiyle ciltlenmiş el yazması kopyasının bende bulunduğunu söylemiştim bu arkadaş; söylediğime inanmış, pek etkilenmişti. Bu eşsiz hazinemden kitapseverleri, sanat dostlarını haberdar etmişti. Söylentiler Bayan Herzan’ın kulağına gidince, sanat çevrelerinin bu cömert koruyucusu benimle tanışmak isteğinde bulunmuştu.

Evine gidince, gözlerini bana dikmiş on iki sanatseverin yüzünde dünyanın bütün edebiyat eserlerini gördüm. Gidişim coşkunlukla karşılandı. Hafız’ın insan derisiyle ciltlenmiş şiirlerine sahip bir insanın dört kurabiye yemeye hakkı olduğunu düşünerek tabaktaki kurabiyelerin dördünü de mideme indirdim, yanımda oturan gözlüklü kadına bir şey kalmadı. Buna o kadar sinirlendi ki kadın, Goethe’nin eserlerinden söz açtı.

Karşımdaki edebiyat tarihçisi bana dönerek:

İyi tanır mısınız Goethe’yi diye sordu.

Ciddi ciddi:

Hem de nasıl! Dedim. Kenarlarından danteller sarkan sarı çizmeler giyer kerata, kafasına da keçeden bir şapka geçirir. Vergi tahsildarıdır, yukarı mahallede oturur.

Kitapseverler acıyarak, tiksintiyle baktılar bana.

Ev sahibesi, odayı kaplayan sıkıntılı havayı dağıtmak için:

Edebiyatla ilgileniyor musunuz? Diye sordu.

Sevgili Bayan Herzan, dedim, bir zamanlar çok kitap okurdum. Üç Silahşörler’i, Aşkın Maskesi’ni, Baskervillerin Köpeği’ni okudum. Daha bir sürü kitap okudum. Komşular gazetelerdeki roman tefrikalarını kesip bana getirirlerdi. Hafta sonunda bir oturuşta yedi tefrikayı birden okurdum. Büyük bir heyecanla beklerdim tefrikaları... Acaba Leon Düşesi, kendisi uğruna babasını öldüren, kıskançlık nöbetleri geçirip bir delikanlıyı vuran Cüce Richard’la evlenecek mi diye?... Evet, kitaplar insanın merakını kamçılıyor. Umutsuzluğa kapıldığım anlarda Messinali Genç’i okurdum. Bu genç on dokuz yaşında soyguncu olmuş. Hatırladığıma göre, adı da Lorenzo’ydu. Okumaya çok vakit ayırırdım o zamanlar. Şimdi pek eskisi kadar okuyamıyorum. Kitaplar ilgimi çekmiyor artık.

Kitapseverler bembeyaz kesildiler; uzun boylu bir adam gözlerini gözlerime dikerek, sanığa bakan bir yargıç gibi baktı bana.

Sert sert :

Zola da ilginizi çekmiyor mu? diye sordu.

Onun hakkında çok az şey biliyorum, dedim. Tek bildiğim şey, Paris kuşatması sırasında öldüğü... Fransız – Alman savaşında.

Aynı adam, tepeden bakarak bir soru daha sordu :

Maupassant adını duydunuz mu hiç?

Sibirya Hikayeleri adlı eserini okudum.

Yanımdaki gözlüklü kadın, nedense heyecanlanıverdi.

Yanılıyorsunuz, diye inledi. Sibirya Hikayeleri’ni Korolenko ile Sieroszewski yazmışlardır. Bilindiği gibi, Maupassant Fransızdır.

Ben de Hollandalıdır sanıyordum, dedim. Fransızsa, Sibirya Hikayeleri’ni Fransızcaya çevirsin. İyi olur.

Ev sahibesi :

Tolstoy’u bilir misiniz? Diye sordu.

Cenaze törenini seyrettim sinemada. Ama Tolstoy gibi bir kimyager radyumu bulsun da böyle sönük bir cenaze töreniyle gömülsün, olacak şey değil!

Bir anda korkunç bir sessizlik kapladı odayı. Neden sonra, karşımdaki edebiyat tarihçisi kan çanağına dönmüş gözleriyle bana bakarak :

Sanırım Çek edebiyatı hakkındaki bilginiz de o kadar derin değil, dedi alayla.

Durur muyum hiç? Cevabı yapıştırdım :

Çekgel Kitabı’nı yatağımın başucunda saklarım. Yetmez mi?

Odadaki adamlardan biri ağzını bile açmamıştı o ana kadar. Başını ellerinin arasına aldığına göre herhalde ağlıyordu.

Ama, diye mırıldandı, Kipling İngilizdir.

Kipling’in sözünü eden kim? Diye bağırdım. Ben Tuçek’in yazdığı Cengel Kitabı’nı söylüyorum size.

İki kişinin fısıltıyla konuştuklarını duydum. Arada, benim adımla birlikte pek hoş olmayan bir hayvanın adı da geçiyordu.

Beti benzi uçmuş, uzun saçlı bir delikanlı, ellerini dua edercesine kavuşturarak:

Anlaşıldığına göre, dedi tatlı bir sesle, kelimelerin güzelliğine varamıyorsunuz. Anlatım hakkında da, parlak cümlelerin kuruluşları hakkında da pek bilginiz yok. Şiirden etkilenmediğiniz de apaçık ortada. Liliencron’un o nefis cümlesini hatırlıyor musunuz?... Doğanın güzelliğini eşsiz bir biçimde dile getirmiştir: “Yüzen bulutlar, kaçan bulutlar, melteme bürünüp koşan bulutlar, tepeleri, vadileri, ağaçların zümrüt denizini aşan bulutlar...”

Sesini yükseltti, yanındaki edebiyatçının omuzuna yaslanarak devam etti :

Ya D’Annunzio’nun Alev’ini? Biliyor musunuz onu? Venedik festivallerini anlatan o güzel, o romantik, insanın bütün duygularını ayaklandıran o yüce eseri bir okusaydınız...

Odadaki gaz lambasına bir gözattı, elini alnına götürdü, ne diyeceğimi beklemeye başladı.

Pek anlayamadım, dedim. Demek festival sırasında Venedik’i ateşe verdi D’Annunzio? Düpedüz kundakçılık derler buna. Kaç yıl yedi hergele?

Yılmak bilmeyen gözlüklü kadın söze karıştı :

İtalya’nın en büyük şairidir D’Annunzio.

Demek hem şair, hem kundakçı, dedim.

O ana kadar ağzını bile açmamış olan bir başkası böğürerek, kelimenin tam anlamıyla böğürerek :

Hiç İtalyan şairi tanıyor musunuz? Diye sordu.

Kibirli kibirli:

Tabii, diye cevap verdim. Robinson Cruose’yi tanırım.

Sustum, odadakileri tepeden tırnağa süzdüm.

Oniki kitapsever bembeyaz kesildiler bir anda; saçları vaktinden önce ağarmış bu on kitapsever birinci katın penceresinde sokağa attılar beni.
 
Koruyucu ( Yazar : Guy de Maupassant )


Bu denli şanslı olduğunu düşünde görse inanmazdı. Taşralı bir mübaşirin oğluydu Jean Marin. Hukuk öğrenimi yapmak için Paris’e, Quartier Latin’e, gelmişti. Sürekli gittiği birahanelerde, bira içerek dur durak bilmeden hep politikadan konuşan çenesi düşük bir sürü öğrenciyle arkadaşlık kurmuştu. Onlara büyük bir hayranlık duyuyor, hep onlarla arkadaşlık ediyordu. Parası olduğu zaman da, onların yiyip içtiklerinin hesabını bile ödüyordu.
Öğrenimini tamamlayıp avukat oldu. Birçok davaya girdi çıktı; fakat hepsini kaybetti. Bir gün, gazetelerden eski bir arkadaşının milletvekili seçildiğini öğrendi.
Eskisi gibi, yine arkadaşının peşinden ayrılmaz oldu; onun angaryalarını yapmaya başladı. Parlamentoya giren arkadaşı, bir gün Bakanlık görevine getiriliverdi. Altı ay sonra da, Jean Marin Danıştay üyesi oldu.
Danıştay üyeliğine atanınca, kendini kaybetme derecesine ulaşan bir kibre kapıldı. Kendisini görenlerin Danıştay'da üye olduğunu tahmin edeceklerini sanıyor ve bu zevki tatmak için sokaklarda dolaşıyordu. Alışveriş yaptığı dükkân sahipleri, gazete satıcıları, hatta faytoncular ile konuşurken, en önemsiz konulardan bile söz ederken, "Danıştay üyesi olan ben..." diye söze giriyordu.
Jean Marin, sonraları, bulunduğu yüksek görevin ve mesleğinin verdiği güçlü adam olmanın etkisiyle başkalarını koruma duygusuna kapıldı. Her fırsatta, bitmez tükenmez bir cömertlikle, herkese yardımcı olmaya çalışıyordu.
Sokakta yürürken tanıdık birini görse, hoşnut bir edayla ona doğru ilerliyor, içten bir şekilde elini sıkarak hal-hatır soruyor ve cevap vermesini beklemeden, "Biliyorsunuz, ben Danıştay üyesiyim; her zaman emrinize hazırım. Size herhangi bir şekilde yardımcı olabilirsem, hiç çekinmeden bana söyleyin. Görevim dolayısıyla etkili bir kişiyim" diyordu. Sonra da, arkadaşını hemen bir kafeye sokuyor, garsondan kâğıt kalem isterken, "Yalnızca bir sayfa, tavsiye mektubu yazmak için" diye eklemeyi de unutmuyordu.
Ve bu şekilde, kentin en ünlü kafelerinde, belki de günde yirmi, otuz ya da elli tavsiye mektubu kaleme alıyordu. Yargıçlardan Bakanlara varıncaya kadar bütün devlet memurlarına kentin en ünlü kafelerinde bu tavsiye mektuplarından yazıyordu. Bu, onu çok mutlu ediyordu.
Bir sabah, işe gitmek üzere evden çıktı. Yağmur yağıyordu. Faytona binip binmemekte kararsızdı. Binmedi ve yürümeye başladı.
Yağmur iyice hızlanmış, caddeler ve kaldırımlar su içinde kalmıştı. Mösyö Marin, daha fazla ıslanmamak için bir kapının eşiğine sığınmak zorunda kaldı. Beyaz saçlı, yaşlı bir papaz da oraya sığınmıştı. Marin, Danıştay üyesi olmadan önce din adamlarından hiç hoşlanmazdı. Ama bir kardinalin önemli bir konuda kendisine akıl danışmasından bu yana din adamlarına daha dikkatli davranıyordu.
Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu; Marin ve papaz, yoldan sıçrayan çamurlardan korunmak için önünde durdukları binaya girmek zorunda kaldılar. Kendini belli etmek için her zaman aşırı bir konuşma hevesi içinde olan Marin, sonunda dayanamadı:
- Ne kötü bir hava değil mi, sayın papaz? diye söze girdi.
Yaşlı papaz, hafifçe öne eğildi:
- Evet Mösyö, hele birkaç gün için Paris'e gelmişseniz, iyice tatsız oluyor.
- Aaa, taşradan mı geldiniz?
- Evet Mösyö, yalnızca birkaç günlüğüne geldim.
- Gerçekten, başkente birkaç gün için geldiğinizde yağmur yağması çok tatsız. Ama bütün yıl Paris'te oturan biz devlet memurları için bu önemli değil...
Papaz, hiç yanıt vermedi. Dışarı bakıyordu. Yağmur biraz hafiflemişti. Birdenbire, kadınların eteklerini kaldırması gibi, cübbesini yukarı doğru çekti.
Marin, papazın gitmeye hazırlandığını görünce, seslendi:
- Sırılsıklam olacaksınız Sayın Papaz. Birkaç dakika daha bekleyin, yağmur diner, dedi.
Yaşlı papaz, kararsız bir şekilde durdu, sonra konuşmaya başladı:
- Acelem var, gitmek zorundayım. Önemli bir randevuya yetişmeliyim.
Marin, üzgün bir ifadeyle:
- Nereye gideceğinizi sorabilir miyim? dedi. Papaz, bir an durakladı, sonra “Kraliyet Sarayı tarafına” diye yanıtladı.
- Öyle mi? İzin verirseniz Sayın Papaz, size şemsiyemi sunacağım. Ben de Danıştay'a gidiyorum, Danıştay üyesiyim.
Papaz, Marin'e bakarak:
- Çok teşekkür ederim Mösyö. Memnuniyetle kabul ederim dedi.
Marin, papazın koluna girdi ve yürümeye başladılar. Yürürken ona yolu gösteriyor, kendisini dikkatle süzüyor ve uyarılarda bulunuyordu:
- Şu su birikintisine dikkat edin Sayın Papaz. Özellikle arabalara dikkat... çünkü arabaların tekerleklerinden sıçrayan sular insanı tepeden tırnağa çamur içinde bırakır. Gelen geçenlerin şemsiyelerine de dikkat edin. Gözler için şemsiyelerin sivri tellerinden daha tehlikeli bir şey yoktur. Özellikle kadınlar son derece tehlikelidir. Hiçbir şeye dikkat etmezler ve şemsiyelerini hep insanın yüzüne çarparlar. Hiç kimse için kendilerini sıkıntıya sokmazlar. Sanki bütün kent onların sanırsınız. Ben, onların eğitiminin son derece ihmal edildiği kanısındayım.
Marin, bütün bunları söyledikten sonra gülmeye başladı. Papaz, hiç yanıt vermedi. Ayakkabılarını ve cübbesini çamurlamamak için adımlarını dikkatle atıyordu.
Marin, tekrar söze girdi:
- Hiç kuşkusuz, Paris’e biraz eğlenmek için geldiniz, öyle değil mi?
- Hayır, diye yanıtladı papaz, bir iş için geldim.
- Ya! Önemli bir iş mi? Neyle ilgili olduğunu sorabilir miyim? Eğer size yardımım dokunabilirse, emrinizdeyim.
Papaz sıkılmış görünüyordu.
- Yo! Önemsiz, kişisel bir iş. Piskoposla bir anlaşmazlığımız var. Sizi ilgilendirmez, Kilise ile ilgili bir sorun bu.
Mösyö Marin sabırsızlıkla:
- Ama bu tip işlerle Danıştay ilgilenir. Bu durumda, belki size yararlı olabilirim, diye yanıt verdi.
- Evet Mösyö, dedi papaz, ben de zaten Danıştay'a gidiyorum. Çok iyisiniz. Mösyö Lerepère ve Mösyö Savon’u, belki Mösyö Petitpas'yı da görmem gerek.
Jean Marin söze girdi:
- Onlar benim arkadaşlarım, Sayın Papaz. Meslektaşlarım ve en iyi dostlarımdır. İyi insanlardır. Sizi üçüne de tavsiye edeceğim, bana güvenebilirsiniz.
Papaz, Mösyö Marin'e teşekkür etti ve belli belirsiz bir şeyler mırıldandı.
Marin çok memnundu.
- Şanslı olduğunuz için sevinebilirsiniz Sayın Papaz. Göreceksiniz, benim sayemde işiniz hemen halledilecek.
Danıştay'a geldiler. Marin, papazı odasına çıkardı, oturacak yer gösterdikten sonra kendisi de masasına oturdu ve yazmaya koyuldu: “Sayın meslektaşım, Kilise mensuplarımızın en saygıdeğerlerinden olan Sayın Papaz Mösyö...
Durdu ve papaza dönerek, “Adınız neydi?” diye sordu.
- Papaz Ceinture.
Marin, tekrar yazmaya başladı:
“...Sayın Papaz Ceinture, size söz edeceği küçük bir iş için yardımınıza ihtiyaç duymaktadır. Sayın meslektaşım, kendisine yardım edeceğinizden emin olarak...”
Ve alışılmış nezaket cümlelerini de yazarak mektubunu bitirdi.
Üç mektubu da tamamladıktan sonra Marin bunları koruması altına aldığı papaza verdi. Yaşlı papaz, defalarca teşekkür ederek odadan çıktı.
Jean Marin, işini bitirdikten sonra evine gitti; akşam olunca yatıp uyudu. Sabah kalktığında, ilk işi gazeteleri getirtmek oldu.
Eline aldığı ilk gazete, radikal görüşleri savunan bir gazeteydi. "Din adamları ve devlet memurları" başlıklı bir yazı vardı; okumaya başladı:
“...din adamlarının yaptıkları kötü işleri sergilemeye devam edeceğiz. Hükümete karşı komplo kurduğu ortaya çıkan, burada belirtemeyeceğimiz alçakça davranışlarda bulunan, sonradan papazlığa dönmüş eski bir Cizvit tarikatı mensubu olmasından kuşkulanılan, utanç verici olduğu söylenen bazı sebepler yüzünden bir piskopos tarafından görevinden alınan ve durumuyla ilgili açıklamalarda bulunmak üzere Paris'e çağrılan Ceinture adında bir papaz, Marin adındaki bir Danıştay üyesi tarafından can başla savunulmuş ve bu üye, meslektaşlarına hitaben yazılmış tavsiye mektuplarını bu cübbeli arsıza vermekten çekinmemiştir. Danıştay üyesinin bu anlaşılmaz tutumunu duyuruyor ve durumu Bakanın dikkatine sunuyoruz...”
Mösyö Marin, yerinden ok gibi fırladı, hemen giyinerek, meslektaşı Mösyö Petitpas'ya koştu. Petitpas, “Siz delirdiniz mi? Bu ihtiyar komplocuyu bana tavsiye ediyorsunuz”, diye sordu.
Marin, çılgına dönmüş bir halde, kekeleyerek konuşmaya başladı.
- Hayır... Görüyorsunuz ki aldatıldım... Çok namuslu görünen bir adamdı. Bana oyun oynadı, alçakça bir oyun oynadı... Sizden rica ediyorum, onun çok şiddetli bir cezaya çarptırılmasını sağlayın. Yazacağım, söyleyin bana, onu mahkûm ettirmek için kime yazmam gerekiyorsa, ona yazacağım. Başsavcı ve Paris Başpiskoposuna gideceğim, evet Başpiskoposa...
Marin, birdenbire Mösyö Petitpas'nın masasına oturdu ve yazmaya başladı:
“Monsenyör, benim iyi niyetimi kötüye kullanan Ceinture adında bir papazın yalanlarının ve entrikalarının kurbanı olduğumu bilgilerinize sunmama izin veriniz. Bir din adamının yalanlarıyla aldatılan ben...”
Marin, mektubu imzaladı zarfa koyup mühürledikten sonra meslektaşına dönerek, “Görüyorsunuz değil mi, aziz dostum? Bu size ders olsun ve hiçbir zaman, hiç kimse hakkında tavsiyede bulunmayın!” dedi.
 
Köpekle Tavşanın hikayesi ( Yazar : Bilinmiyor )


Köpeği ile yasayan bir genç İstanbul'da bir bahçe kati daire kiralar.Dairenin önünde bir teras vardır.Yan dairede de ev sahibi yaslı kadın
ve oğlu oturmaktadır.İki dairenin teraslarından birbirine geçilebilmektedir Kiracı genç taşınırken ev sahibinin oğlu kiracıya söyle der "Köpeğinize ne olur dikkat edin, annemin tavşanına birsey yapmasın.Annem yaşlı, o hayvana da çok bağlandı,
birsek olursa tavsana yaşayamaz.Tavşanın kafesi terasta duruyor, aman dikkat....". Kiracı da dikkat edeceğini söyler.
Gel zaman git zaman, köpek ve tavşanın birbirileri ile hiçbir sorunu olmaz, beyaz tavsan da iyice buyur. Tavsan bazen kafesinde duruyor, bazen
de terasta dolaşıyordur.Bir gece köpek ağzında birşey ile sahibinin yanına gelir. Sahibi bir de bakar ki köpeğin ağzındaki şey ev sahibinin
beyaz tavşanı, ama ölü ve çamur içinde!
Kiracı paniğe kapılır, ölü tavşanı alıp bir güzel yıkar, tüylerini saç kurutma makinesi ile kurutup kabartır ve usulca yan terasa süzülüp tavşanı kafesine bırakır.
O gece, suç üzerine kalacak korkusu ile köpeği alıp annesine gider. Bir hafta sonra döndüğünde ev sahibin oğlunu görür. Genç kederlidir.Kiracı tedirgin tedirgin ne olduğunu sorar.Ev sahibinin oğlu cevap verir:
"Siz yoktunuz tabi, bilmiyorsunuz... annem vefat etti...".
Kiracı suçlulukla yutkunarak sorar: "Başınız sağ olsun, nasıl vefat etti anneniz?".
Ev sahibinin oğlu cevap verir: "Tavşanı beslemeyi unutmuşuz,hayvancağız ölmüş.Annemle birlikte tavşanı bahçeye gömdük. Ertesi sabah annem tavşanı hortlamış, kafesinde görünce kalbi dayanmadı
zavallının....."
 
Köprü ( Yazar : Bilinmiyor )


Bir zamanlar bitişik çiftliklerde yaşayan iki erkek kardeş varmış ve bunlar bir gün anlaşmazlığa düşmüş. Bu, makinelerden emek gücüne ve mala kadar herşeyi hiç aksatmadan paylaşan yan yana iki çiftliğin 40 yıldan bu yana ilk ciddi ayrılmalarıymış. Böylece, o uzun yıllar süren işbirliği de parçalanmış.

Önceleri küçük bir yanlış anlama ile başlayan anlaşmazlık giderek büyük bir uçuruma dönüşmüş ve en sonunda da yerini, karşılıklı sarf edilen nahoş sözcüklerin ardından, haftalar süren sessizliğe bırakmış..

Bir sabah John'un kapısı çalınmış. Kapıyı açınca karşısında.. Elinde marangoz çantasıyla duran bir adam görmüş. "Ben birkaç günlük bir iş arıyorum "demiş adam. "Belki bana verecek ufak tefek bazı işleriniz vardır. Acaba size yardımcı olabilir miyim?"

"Evet," demiş büyük kardeş. "Sana göre bir işim var! Su derenin karşısındakı çiftliğe bir bak. Oradaki benim komşum, daha doğrusu orada oturan benim erkek kardeşim. Geçen hafta aramızda bir otlak vardı, ama o buldozeriyle ırmak bendi yaptı ve şimdi aramızda bir dere var. Bunu bana acı vermek için yapmış olabilir, ama şimdi ben ondan daha iyisini yapacağım. Ahırın yanında yatan su
kütükleri görüyor musun? Senden bana bir çit yapmanı - 2,5 metrelik bir çit yapmanı istiyorum - ki onun yerini bir daha görmek zorunda kalmayayım. Ne yaparsan yap, şunu hallet."

Marangoz "Sanırım durumu anladım.. Bana çivilerin ve çukur açıcının yerini göster ki beğenebileceğin bir iş çıkarayım. "demiş. Büyük kardeşin öteberi almak için kasabaya gitmesi gerekiyormuş; bu yüzden marangozun malzemelerini hazırlamasına yardım ettikten sonra akşam dönmek üzere ayrılmış.

Marangoz bütün gün boyunca ölçerek, keserek, çivileyerek sıkı bir şekilde çalışmış. Güneşin batmasına yakın çiftçi geri döndüğünde marangoz da işini ancak bitirebilmiş. Çiftçinin gözleri faltaşı gibi açılıp ağzı açık kalmış ortada çit falan yokmuş. Derenin bir yakasından öbür yakasına uzanan bir köprü varmış! Korkulukları ve diğer ayrıntılarıyla tam bir usta işi köprü, ve köprüye doğru, kollarını iki yanına açmış bir halde ilerleyen komşusu, yani, küçük kardeşi varmış.

"Onca yaptığıma ve söylediğim sözlere karsın yine de bu köprüyü yaparak nasıl iyi bir insan olduğunu gösterdin" demis kardesi. Iki kardes köprünün karşılıklı iki ucunda duruyorlarmış ve daha sonra köprünün ortasında kucaklaşmışlar.

Geri döndüklerinde alet çantasını sırtlamakta olan marangozu görmüşler. Dur, bekle! Birkaç gün daha kal. Sana vermek istediğim bir sürü proje daha var," demiş büyük kardeş.

"Kalmak isterdim," demiş marangoz, "ama daha yapmam gereken bir sürü köprü var."
 
Köylü ile Kurt ( Yazar : Bilinmiyor )


Bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırmışlar. Kurt ormanda oraya buraya kaçmakta, ancak peşindeki avcıları bir türlü def edemez. Canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir köylüye rastlar. Köylü elinde yabasıyla tarlasına girmektedir.Kurt adamın önüne çöker ve yalvarmaya başlar: "Ey insan ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim kalmadı, eger sen yardım etmezsen biraz sonra yakalayıp öldürecekler." Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar, kurda içine girmesini söyler.Çuvalın ağzını bağlar, sırtına vurur ve yürümeye devam eder. Birkaç dakika sonra da avcılara rastlar. Avcılar köylüye bu civarda bir kurt görüp görmediğini sorarlar, köylü "görmedim" der ve avcılar uzaklaşır. Avcıların iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra köylü sırtındakı torbayı indirir, ağzını açar, kurdu dısarı salar. "Çok teşekkür ederim" der kurt, "Bana büyük bir iyilik yaptin" "Önemli değil" der köylü ve tarlasına gitmek üzere yürümeye başlar. "Bir dakika"diye seslenir kurt: Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum, çok bitkin düştüm, açım, kuvvetimi toplamam için bir seyler yemem lazım ve burada senden başka yiyecek bir şey yok." Köylü şaşırır: "Olur mu, ben senin hayatını kurtardım." "Yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur" der kurt. "Ben de kendi çıkarım için senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım." Bir süre tartıştıktan sonra, ormanda karşılarına çıkacak olan ilk üç kişiye bu konuyu sormaya ve ona göre davranmaya karar verirler. Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar. "Ne vefası" der kısrak, "Ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim, taylar doğurdum, gezdirdim. Ve yaslanıp bir işe yaramadığımda beni böylece kapıya koydu..."Bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köpeğe rastlarlar. "Ben hizmetin değerini bilen bir efendi görmedim" der köpek, "Yıllardır sadakatle hizmet ederim sahibime, koyunlarını korurum, yabancılara saldırırım, ama o beni her gün tekmeler, sopayla vurur..." Kurt köylüye döner, "Işte gördün" der. Köylü de son bir çabayla "Ama üç diye konuşmuştuk, birine daha soralım, sonra beni ye" diye cevap verir. Bu kez karşılarına bir tilki çıkar.Başlarından geçenleri, tartışmalarını anlatırlar.Tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenir. "Her şeyi anladım da" der tilki "Bu küçücük torbaya sen nasıl sığdın?" Kurt bir şeyler söyler, tilki inanmamış gibi yapar: "Gözümle görmeden inanmam..." Işin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya girer girmez, tilki köylüye işaret eder ve köylü torbanın ağzını sıkıca bağlar. Köylü eline bir taş alır ve "Beni yemeye kalktın ha nankör yaratık" diyerek torbanın içindeki kurdu bir süre pataklar. Sonra tilkiye döner "Sana minettarım beni bu kurttan kurtardın" der. Tilki de "Benim için bir zevkti" diye cevap verir. O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılır, bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürür. Sonra da torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürter:

"Haklıymışsın kurt, yapılan iyilikten daha çabuk unutulan bir şey yokmuş... "
 
Kral ve Eşleri ( Yazar : Bilinmiyor )


Bir zamanlar, büyük ve güçlü bir ülkeyi yöneten kralının 4 eşi varmış.

Kral en çok dördüncü eşini severmiş, bir dediğini iki etmez, her şeyin en güzelini en iyisini ona verirmiş.

Kral üçüncü eşini de çok severmiş. Bu güzelliğin bir gün kendisini terk edebileceğinden korktuğu için, onu çok kıskanır, üzerine titrermiş.

İkinci eşini de severmiş kral. Kendisine karşı her zaman iyi ve sabırlı davranan eşi, kralın ne zaman bir derdi olsa daima onun yanında bulunur
sorunun çözümünde ona destek verirmiş.

Kraliçe olan birinci eşiymiş kralın. Onu en çok seven, karşılık beklemeden
seven, sağlığına ve hükümranlığına en büyük katkıyı sağlayan bu eşi olmasına rağmen, kral birinci eşini sevmezmiş ve onunla hiç ilgilenmezmiş.

Bir gün kral ölümcül bir hastalığa yakalanmış. Yakında öleceğini anladığı ve öldükten sonra yapayanlız kalmaktan çok korktuğu için,eşlerinden hangisin ölüm yalnızlığını kendisi ile paylaşmak isteyebileceğini öğrenmek istemiş.

En çok sevdiği dördüncü eşine ölüm yolculuğunda kendine eşlik etmek ister mi diye sorduğunda aldığı yanıt kalbine bıçak gibi saplanan kısa ve net "mümkün değil" olmuş...

Hayatım boyunca seni sevdim. Sen benimle birlikte ölmeyi kabul eder misin sorusuna üçüncü eşi de "hayır, hayat çok güzel. Sen ölünce ben yeniden evleneceğim" diye yanıt vermiş. Kral bir kez daha yıkılmış.

Her sorunumda her zaman yanımda olan bana yardım eden sendin, bu sorunumda da bana yardımcı olur musun talebine karşı ikinci eşinden; "bu sorunun için hiç bir şey yapamam, olsa olsa sana mezarına kadar eşlik eder, güzel bir cenaze töreni yaptırır ve yasını tutarım" karşılığını almış.

Büyük bir hayal kırıklığı yaşamakta olan kral birinci eşinin sesi ile irkilmiş. "nereye gidersen git seninle olurum, seni takip ederim..."

Ah diye inlemiş kral; "keşke bir şansım daha olsaydı..."

Yaşamda hepimiz 4 eşliyiz aslında. Dördüncü eşimiz vücudumuz. Onun güzel
görünmesi için ne kadar zaman, kaynak ve çaba harcarsak harcayalım öldüğümüzde bizi terk edecektir.

Üçüncü eşimiz sahip olduğumuz servetimiz ve statümüzdür. Ölür ölmez başkalarına yar olacaktır.

İkinci eş, ailemiz ve dostlarımızdır. Tüm sorunlarımızı paylaştığımız bu kişilerin en son yapabilecekleri şey bu dünyadan gözleri yaşlı bizi uğurlamak olacaktır.


Birinci eş ise ruhumuzdur. Bizimle gelir...

Unutmayın;

Yediklerimiz değil, hazmettiklerimiz bizi güçlü yapar.Kazandıklarımız değil, biriktirdiklerimiz bizi zengin yapar.Okuduklarımız değil, hatırladıklarımız bizi bilgili yapar.


Başkalarına verdiğimiz öğütler değil, bizzat uyguladıklarımız bizi insan yapar
 
Kulübem yanıyor.. ( Yazar : Bilinmiyor )


Bir gün okyanusta yol alan bir gemi kaza geçirerek battı. Gemiden tek bir kişi sağ kurtuldu. Dalgalar bu adamı küçük ıssız bir adaya kadar sürükledi. Adam ilk günler kendisini kurtarması için Allah'a yakardı ve yardım bulurum umuduyla ufka baktı. Ama ne gelen oldu, ne giden...
Daha sonra rüzgardan, yağmurdan ve zararlı hayvanlardan korunmak için ağaç dallarından ve yapraklarından bir kulübe yaptı. Sahilde bulduğu, gemiden artakalan konserve, pusula vs. gibi eşyaları bu kulübeye koydu. Günler hep aynı geçiyordu. Balık avlıyor, pişirip yiyor ve ufku gözlüyor, kendisini kurtarması için Allah'a dua ediyordu. Bir gün tatlı su getirmek için yürüyüşe çıkmıştı, geri döndüğünde kulübesinin alevler içinde yandığını gördü. Duman dans ede ede göğe yükseliyordu. Başına gelebilecek en kötü şeydi bu. Keder ve öfke içinde donakaldı. "Allahım, bunu bana nasıl yapabildin?" diye feryat etti. O geceyi üzüntü ve keder içinde geçirdi. O kadar dua ettiği halde Allah'ın bu olayı başına getirmesinden dolayı sitemler etti.
Ertesi sabah erken saatlerde, adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı. Onu kurtarmaya geliyorlardı!
"Benim burada olduğumu nasıl anladınız?" diye sordu bitkin adam, kendisini kurtaranlara.
Cevap onu hem şaşırttı, hem de utandırdı:
"Dumanla verdiğin işareti gördük!"
 
Kral, Müneccim ve Eşek ( Yazar : Bilinmiyor )


Eski çağlarda bir kral, hava durumunu öğrenmek amacıyla bir müneccim tutmuştu. Kral, günün birinde balığa çıkmaya karar verdi.Balık tutmak için en uygun yer, sevgilisinin oturduğu evin önündeki göl kenarıydı.Kral, sevgilisine güzel görünmek için yeni elbisesini giymek istiyordu. Ancak, yağmur yağar da elbise bozulur diye düşündü ve müneccime hava durumunu sordu. Müneccim: "Hayır, Majeste!" dedi." Bir damla yağmur yağmayacak; merak etmeyin." Kral, içi rahat olarak giyindi ve yola çıktı. Bir süre sonra karşısına bir köylü çıktı.Yanında eşeği yürüyordu. Köylü, krala selam vererek: " Aman majeste!" dedi. " Güzel elbisenizin bozulmasını istemiyorsanız, hemen saraya dönün.Çünkü müthiş bir sağanak yağmur geliyor." Kral: "Nasıl olur? Az önce müneccime sordum.Bir damla yağmur yağmayacağını söyledi" dedi." Bu iş için keselerle altın verdiğim adama mı inanırım, yoksa sana mı?" Kral yoluna devam etti. Fakat çok geçmeden köylünün dediği çıktı.Yağmur, bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Zavallı kral sırılsıklam olmuştu.Onun bu halini gören sevgilisi de kahkahayla güldü. Kral, saraya döner dönmez ilk olarak müneccimi kovdu, sonra da köylüyü bulup getirmeleri için emir verdi.Köylü gelince, kral onu müneccimbaşı tayin ettiğini söyledi. Fakat köylü boynunu bükerek: "Ben müneccim değilim Efendimiz" dedi." Yağmur yağacağı zaman eşeğim kulaklarını indirir. Bu sefer de o kadar indirmişti ki, yağmurun sağanak halinde yağacağını anladım"
 
Kumdan Kale ( Yazar : Bilinmiyor )


Kumsalda ellerinde kürek, kova, kalıplarla kum kaleler yapan çocukları bilirsiniz. Belki sizde yaptınız, ne eğlenceli iştir. Sıcacık güneş,dalga sesleri ve deniz kokusu...

Kale; surlarıyla, kapı pencereleriyle tamamlanırken verilen emek , diğer çocuklara karşı yıkılmasın diye korunur kahramanca...

Ve olan olur ve bir dalga gelip siler süpürür kaleyi. Islak kumdan başka bir şey değildir artık o muhteşem kaleden geriye kalan...

Sanki hiç yapılmamış gibi, eser bile kalmaz o surlardan, köprülerden...

Çocuk üzülür o an, emek verileni yitirmenin sıkıntısını tadar. Belki orda olsak teselli veririz "üzülme yenisini yaparsın" diyerek.

İnsan da aynı böyle emek verir dostluklarına kale yapan çocuklar gibi ve hiç yıkılmayacak bir kale gibi görür başta her sevdiğini,sevgilisini, eşini, arkadaşını, dostunu ...

Ola ki o kale yıkılırsa ,dünyası da yıkılır, acı duyar. Emek ne denli fazlaysa, içindeki acı da o denli yoğun olur. Sevgisini, ilgisini vermiş, çok şeyini paylaşmıştır acı tatlı,gülmüştür ağlamıştır. Yıllarını vermiştir belki ve bitince üzülür, kızar...

Kale gibi O'nun içinden de bir şeyler akıp gider ve belki de hiç geri gelmemek üzere....

Ve sevgilerinde hayal kırıklığı yaşadığında, çoğunlukla kapalı tutar kapılarını, ortada dalga olmasa bile... Bir daha kimseye güvenmeyecek, bir daha sevmeyecek kimseyi, katı olacak ki; yıkılmasın surlu duvarları,kabuğu taş gibi sert olsun ki; çatlaklar olmasın ve o yakıcı acı sızamasın içerlere...

Sonunda teslim olur ve bir daha kale yapmamaya yemin eder... Öyle ya, uzak durursa insanlardan,sevmezse kimseleri, acı ihtimali de bir o kadar yoktur. Ama belki çok daha güzel ,imrenilesi kaleler yapabilecekken pes etmiştir ve yapacağı daha güzel kalelerini görmenin muazzam hazzını tadamayacaktır.

Bunu başaranları içten içe gıpta ederek izleyecektir.

Candan , çıkarsız dostluklar görünce içi sızlayıp izlemektense, yaşamak isteyecektir belki de... Ama o farklı bir yol seçmiştir kendine daha ilk kalesi yıkıldığında... Bunu denemeyecektir.

Oysa kumdan kaleler yapmalı insan; yıkılsa da, şöyle geçip karşısına seyretmeli yok olurken saygıyla ve gülümseyerek, dalgalarla, güneşle, hayatla iç içe olmanın tadına varmalı, dalgaların götürdüğü kale de kendi becerisini görmeli, ne yapıp ,ne yapamayacağını bilmeli, geliştirmeli kendisini en iyi kaleleri yapmak içi. Kaleleri tanımalı, kendisini tanımalı...
Hatta kıyıya yapıp kum kalesini, onun yıkılışından da bir şeyler öğrenmeli olgunca... Ya da hiç olmazsa vazgeçmek yerine biraz daha uzağa kurmalı kalesini yıkılmayacak bir yere... Ama asla vazgeçmemelidir yıkılırsa endişesiyle kurduğu kaleler...



--------------------------------------------------------------------------------
 
Kuraklık ( Yazar : Bilinmiyor )


Bir zamanlar çok uzak bir ülkede kuraklık vardı. Günlerce yağmur yağmadı. Hatta haftalarca yağmur yağmadı. Güneş tepeden ateş gibi yağıyordu. Sıcaklığa dayanmak mümkün değildi. İnsanlar sanki fırında yaşıyorlardı. Nefes almak imkansızdı. Her yerde toz bulutu vardı. Yerde, havada, insanların derisinin üstünde, gözlerinin içinde, boğazlarında.

Bitkiler yavaş yavaş ölüyordu. Yeşil yapraklar ilk önce sarıya dönüşüyor, daha sonrada kahve rengi oluyorlardı. İnekler, koyunlar, keçiler açlıktan ölüyordu. İnsanlar da yavaş yavaş ölüyorlardı. Yiyecek hiçbir şey kalmamıştı. Kuraklık böylece kasıp kavurarak sürüp gitti.

Bir gün ülkede ki bütün erkekler tapınağa dua etmeye gittiler. Bunaltıcı sıcakta, sert ve tozlu zemine dizlerini koydular ve dua etmeye başladılar. Saatlerce dua ettiler fakat dışarı çıktıklarında yağmur yağmıyordu.

Bir başka gün bütün kadınlar tapınağa dua etmeye gittiler. Bunaltıcı sıcakta sert ve tozlu zemine dizlerini koydular ve dua etmeye başladılar. Saatlerce dua ettiler fakat dışarı çıktıklarında yağmur yağmıyordu

Ve bir gün küçük bir kız tapınağın merdivenlerini tırmandı. Dokuz yaşlarındaydı.Kirli sarı, yırtılmış bir elbise vardı üzerinde. Ayakları çıplak, kolları bacakları toz içindeydi. Uzun sarı saçları darmadağınıktı. Yüzü kir içindeydi. Tapınağın merdivenlerini dua etmek için bir bir tırmandı. Biliyor musunuz yanında ne taşıyordu? Bir şemsiye. Kirli, kırık bir şemsiye. Tıpatıp bir şemsiye. Dans eder gibi yürüyerek tapınağa girdi ve yere diz çöktü. Şemsiyeyi yanına koydu. Saatlerce dua etti. Biliyor musunuz ne oldu? Tapınaktan çıktığında dışarıda yağmur yağıyordu.
 
Küçüğüm ( Yazar : LORINA ZILAN )


Sen daha hayatı, sevgiyi, gerçeği, yalanı tanımıyorsun. Doğmak için sebebin ne bilmiyorsun. Ben sana anlatsam yaşadıklarımı, gördüklerimi, hayatı anlatsam yinede doğar mısın? Hayat,sevmek nedir bilir misin? Sevip de kavuşamamak, ayrılmak zorunda olmak nedir, bilir misin? İnsanlar acımasızdır küçüğüm. Sana seni, kendini, kalbinde taşıdığın sevgini, duygularını unuttururlar. Tüm kalbinle savaş açsan, silahın ne olursa olsun yenilirsin. Savaş kötüdür be küçüğüm! Ama mecbur ederler. Bir gün gelir, en yakının senin en uzağın olur, hiç tanıyamayacağın hale gelir. En uzağın, hiç tanımadığın senin en yakının, canın olur. Onun için canını verebilir hale gelirsin. Gözden uzak da olan gönüldende uzak da olur derler ya küçüğüm, inanma! Sen onu gönlünde yaşatırsan sana hep yakın olur. Sevmek güzel duygudur, ayrılık olmasa! Güller güzeldir, dikenleri olmasa!Sana iki örnek. Hep bi güzel vardır ama katlanman gereken engeller vardır o güzel olana kavuşman için. Hayat bir okuldur! İnsanlar öğretmen ve öğrencidir. Acılar, çekilen çileler, kayıplar, feryatlar derstir. Gözyaşları defterdir. Kalbin, duyguların, özgürlüğün kitaptır. Hayat okulundan başarıyla geçmelisin! Yaşamalısın! Asla isyan etmemelisin! Hayat okulunda başarılı olursan mükafatın(diploman) kefenin olur. Geldiğin, eriştiğin yer toprak olur. Yine geride kalanları üzersin. Arkandan gözyaşları, ağıtlar. Sonra, sonra yıllar geçer unutulur gidersin. Öğrenmenin sınırı yoktur! Sen hep bildiğini sanırsın, ama bilmediğin ok şey vardır hep. Hayat budur.Ağaçlara bak küçüğüm! Onlar yağmurdan yararlanırlar, toprak sayesinde buyur. Meyveler açar, insanlar alır. Ağaçlarda, insanlarda hep başka şeylere bağlı olarak yasarlar. Dünya menfaat dünyasıdır. Kimse kendinden başkasını düşünmez. Bir ananın evladını yangında unutup, kendi canını kurtarması gibi. Bir evladın nankörlüğü gibi. Bir kızın olur, el bebek gül bebek büyütürsün. Çok seversin. Canının bir parçası olur. Ama bir gün gelir alırlar elinden. Sense elin kolun bağlı hiçbir şey yapamazsın. Geri dön diyemezsin Yaşamak namus içindir. Yalnız kalırsan, bir başına sokaklarda, namusundan başka hiçbir şeyin kalmazsa hayatta, onu da almak için uğraşacaklardır. Hayat bir savaştır. Tek silahın aklın ve inancındır. İnsanlar, acılar, kederler, kaderin düşmanındır. Onlara karşı tek başına savaşmalısın. Kazanmak için, mutlu olmak için,gülmek için, özgürlük için, kavuşmak için savaşmalısın. Kanının son damlasına kadar! Sen sen ol küçüğüm, kanma, yenilme, öğren!Ortam ne olursa olsun yasa! gül hayata gıcıklık olsun. Düşmanlarını sevindirme. Kendini bil.Ezme, ezdirme ezilme. Sev sevebilirsen.Bütün bunları Kabul ediyorsan doğ küçüğüm.Aramıza hoş geldin.
 
Küçük Kırlangıç ( Yazar : Bilinmiyor )


Karlı bir kış günüymüş...Yağan kardan üşümüş küçük kırlangıç,yalnız bir adamın penceresinin dışına gelip gagasıyla camı tıkırdatmış, adeta adamın onun içeri girmesine müsade etmesini istemiş. Yalnız adam bu isteği görmüş, "olmaz alamam, git başımdan" der gibi kuşu kovalamış, sonra da kendi kendine söylenmiş;"Hıh, camı tıkırdatmakla kendisini içeri alacağımı mı sanıyor acaba..?" Gecenin ilerleyen saatlerinde canı sıkılmış, rüzgar ve soğuk arttıkça yalnız adamı daha başka düşünceler sarmış,kırlangıcın arkadaşlığını geri tepmekten biraz pişmanlık duymuş... "Keşke kuşu içeri alsaydım. Ona biraz yiyecek verirdim. Minik kuş oradan oraya uçar, neşeli sesler çıkartır, cıvıldar, yalnızlığımı paylaşırdı. " demiş. Ertesi sabah ilk iş pencereyi açıp etrafına bakınmış adam, belki kırlangıç oralarda bir yerlerde olabilir diye düşünmüş.Ama görememiş zavallı kırlangıcı...Uzun kış geçmiş, yine yaz gelmiş...Etrafta kırlangıçlar, cıvıldıyarak uçmaya başlayınca;yalnız adam, heyecanla camını sonuna kadar açıp kuşu beklemiş...Ama hiç gelen olmamış. Onun hevesle havada uçan kuşlara baktığını gören komşusu hikayeyi öğrenince hafif buruk bir sesle: "Sevgili komşum, anlaşılan sen kırlangıçların sadece 6 aylık bir ömürleri oduğunu bilmiyordun?" demiş. Bunu işiten yalnız adam çok üzülmüş ama üzülmek için de artık geç kaldığını anlamış...

÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷÷

Dikkatli olun...Farkında olun...Kendinize bir sorun... Acaba, siz kaç kırlangıç kovaladınız? Hiç geri çevirmediniz mi bugüne kadar size sunulan bir dostluğu? Hayatta bazı fırsatlar vardır ki, sadece birkez karşımıza çıkar, değerini bilemezsek kaçıp giderler.Ve asla geri gelmezler...
 
Küçük Kızlar Büyüklerden Akıllı Çıktılar ( Yazar : Tolstoy )


Bu yıl, Paskalya (*İsa’nın göğe çekilişini kutlayan Hıristiyan yortusu.) erken gelmişti. Halk kızakları daha yeni bırakmıştı. Avlularda hala kar vardı, köyün sokaklarında sular akıyordu. İki avlu arasındaki sokakta büyük su birikintisi meydana gelmişti. Bu su birikintisine, karşılıklı iki avludan iki küçük kız geldi. Biri diğerinden daha büyüktü. Anneler, her ikisine de yeni sarafanlar (kolsuz uzun kadın elbisesi) giydirmişlerdi. Küçüğün sarafanı mavi, büyüğünkü ise süslü ve sarıydı. İkisinin de kırmızı başörtüleri vardı. Kilisede bayram töreni biter bitmez iki kız, bu su birikintisine geldiler, birbirlerine elbiselerini gösterdiler, sonra da oynamaya başladılar.

Canları suda oynamak istedi. Küçük kız az kalsın ayakkabılarıyla su birikintisine dalıverecekti. Ama büyük olanı: “Girme, annen darılır, dur ben ayakkabılarımı çıkarayım, sen de çıkarırsın” dedi. Ayakkabıları çıkarıp, suda karşı karşıya yürümeye, birbirlerine yaklaşmaya başladılar. Küçük, dizlerine kadar suya battı: “Akulüşka derindir, korkuyorum” diye bağırdı. Diğeri de: “Korkma, daha fazla derinleşmez. Bana doğru gel!” diye karşılık verdi. Birbirlerine yaklaşmaya başladılar. Akulka: “Küçük, dikkat et, su sıçratma, yavaş yürü” diye bağırdı. Ama daha sözünü bitirmeden küçük yürürken ayağını suya öyle bir vurdu ki, Akulka’nın sarafanını kirletti. Hem onun sarafanını kirletti, hem de suları burnuna, gözlerine sıçrattı. Akulka sarafanının üzerindeki lekeleri görünce kızdı, sövdü, dövmek için peşinden koştu. Küçük kabahat işlediğini anlayınca, hemen su birikintisinden çıkıp evine koştu. Bu sırada da Akulka’nın annesi oradan geçiyordu. Kızının elbisesinin kirlendiğini görünce:

“Edepsiz nerede kirlettin!” diye bağırdı.

“Küçük kız bile bile üstüme su sıçrattı”.

Akulka’nın annesi küçüğü tutup ensesine bir tokat aşketti. Küçük, bütün sokağı dolduran bir sesle uludu. Derhal annesi dışarı fırladı. Komşusuna: “Niçin kızımı dövüyorsun!” diye bağırdı. Kadınlar ağız kavgasına başladılar. Bu sefer erkekler de dışarı fırladılar, bir kalabalık, bir gürültüdür başladı. Her kafadan bir ses çıkıyor, kimse kimseyi dinlemiyordu: Bir hayli bağırıp çağırdılar, biri ötekini itti, neredeyse kavga başlayacaktı. Bu sırada Akulka’nın ninesi ortaya çıktı, erkeklere: “Ne yapıyorsunuz, bayram günü gülüp eğlenecek yerde günaha giriyorsunuz” diye kavgayı önlemek istedi. İhtiyar kadını dinlemediler, az kalsın onu yere yuvarlayacaklardı. Akulka ile küçük kız tekrar bir araya gelip barışmasalardı, ihtiyar kadının onları ayırmasına imkan yoktu. Kadınlar kavga ederlerken, Akulka sarafanındaki lekeyi sildi, yine su birikintisinin içine daldı. Yerden bir taş aldı, sokağa akıtmak için birikintinin yanındaki toprağı kazmaya başladı. Küçük de yaklaşıp ona yardım etti, yonga ile bir hendecik açtı. Köylüler yumruklaşmaya başladıkları bir sıra, küçük kızların açtığı hendecikten, ihtiyar ninenin durduğu yere doğru su akmaya başladı. İki kız yaptıkları küçük derenin etrafında koşuşmaya başladılar. Akulka: “Tut Malaşa, tut” diye bağırdı. Küçük de bir şeyler söylemek istiyor, ama gülmekten kendini alamıyordu.

Kızlar koşuşuyorlar, yonganın suda yüzüşüne bakarak gülüyorlardı. Koşarken köylülerin ortasına girdiler. İhtiyar kadın, onları görür görmez kavga eden köylülere: “Allahtan korkun, koskoca adamlarsınız. Bu kızların yüzünden kavgaya girdiniz, bakın onlar her şeyi unutmuşlar, yine sevine güle oynuyorlar. Sizden daha akıllı imişler” dedi.

Köylüler kızlara bakıp utandılar. Sonra kendi kendilerine gülerek evlerine döndüler.

“Şayet küçük çocuklar gibi olamazsanız göklerin melekutuna asla girmeyeceksiniz.”
 
Küçük Şeyler ( Yazar : Bilinmiyor )


Bazen yorar insanı küçük şeyler; büyük sırlar vardır küçük şeylerin içinde. Açıldıkça açılır, boyuna posuna bakmadan...Bazen dinlendirir insanı uzaklar; uzakliğa bir yakınlığı vardır gözlerin. Gözlerin olduğu kadar gönlün de... Bazen durur tüm adımlar; adamların tembelliğinden değil, yolların düşündürücülüğünden. Öyle çetrefillidir ki, susar ayaklar da kimi zaman...Bazen sorar gözler, diller kabul etse bile. Maharet gözleri bile ikna etmektir, güzel söz söylemek değil. Bazen durur dünya, inecekler iner, sonra yoluna devam eder. Ne var ki, herkes için o duruş anı farklıdır. Kimisi içinse hiç dönmez dünya, ki o da apayrı mesele. Bazen herşeyi bir mimik anlatır, bazen gözyaşı, bazen bir kelime. Ne kadar da ağır gelir söylemek bazen bir kelime bile. Bazen bir anı, bir ömür kokar. Bazen bir daha yaşayamayacağını hisseder insan içinde bulundugu ânı. Bazen şair olur insan, mısra kuramaz. Bazen mısra kurar insan, şair değildir. Bazen hiçbiridir, ne diyecegini bilemeyen sıradan biridir işte... Bazen yaşadıgını daha çok hisseder insan, öleceğini unutur büsbütün. Bazen yaşadığını tamamen unutur, hatta bazen her ikisini de.Bir anı bir anına uymaz derler ya insan için, ya bütün anları birbirinin aynı olsaydı. Bazen korkutmaz mı bu ihtimal insanı? Bazen korkar insan gölgesinden. Gölgesinin şahsında kendisinden. Zira kendi vücudu geçmiştir güneşin önüne. Kendi eseridir gölgesi. Bazen susar insan, dudaklari çatlar susuzluktan. Bazen susar insan, söylenecek çok söz varken bile. Bazen dolar insan, kimse anlamaz. Bazen herkes anlar, kendisi kendisini anlamaz.Yalnızdır bazen insan, öyle yalnız bakar ki dünyaya. Bazense hiç yalnız değildir, nasıl baktığını bilirse.Bazen büyük görür insan kendini, ne acizliktir! Bazen aciz görür, ne büyük bir görüş! Bazen, 'bazen' değil, 'her zaman' demek gerek. Ama bilmek gerek, ne zaman? Her 'bazen'in bir zamanı vardır.
 
Leylaklar ve Bahar ( Yazar : Bilinmiyor )


Geçen Nisan ayında büyüdüğün çiftliği ve aileme ziyarete gittiğimde, yuvamda olmanın huzuruyla çiftliğin içinde geziniyordum. Güney California'nın bol güneşli sabahlarına alışkındım. Sabahın erken saatlerinin serin meltemi burnumu, kulaklarımı ve ellerimi okşuyordu. Babamın kalın ceketi omuzumda gezinirken birden burnuma leylak kokusu geldi. Biraz uzağımdaki leylaklara dönünce tümünün tomurcuklanmış olduğunu farkettim. Hemen o tarafa yürümeye başladım. Mor leylakların tümü de tomurcuktaydı! Çocukken her bahar yaptığım gibi eğilip güzel kokusunu içime çektim. Bahar gelmişti, iliklerime kadar hissettim baharı. Baharın sıcaklığını, güzelliğini ve yenilenme duygusunu beraberimde eve götürdüm. Babam mutfak masasında oturmuş, gazetedeki fiyasa haberlerini okuyurdu. "Bahar gelmiş! Leylakların hepsi tomurcukta!" diye müjde verdim. "Leylaklar tomurcukta olsun, olmasın, kış bitmedikçe bahar gelmez." dedi babam. "Havalar daha soğuk yapar." Fakat ben leylakların baharı getirdiğine olan inincımı yitirmeyecek kadar iyimserdim. Birden bir hafta önce annemin bana gönderdiği kartı, onları ziyaret etmeme karar vermemi sağlayan kartı anımsadım. Annem moralimin bozuk olduğunu biliyordu. Kartta koskocaman bir kayanın üzerinde açmış bir çiçek resmi vardı. Çiçekçik içinde bulunduğu koşullara karşı, yaşam savaşı veriyordu. Kartın içinde şunlar yazmıştı : "Kışın ortasında bile, benim içimde bahar var." Annem de altına " Bahar her zaman senin en sevdiğin mevsimdir. Her zaman da içinde bahar vardır." yazmıştı.

Her zaman çok iyimser bir insan olan annemin sizleriydi bunlar. O da kışın ortasına içinde bahar yaşar. Bir seferinde babam, "Yine yağmur yağıyor!" dediğinde, annem yanıt olarak, "Yağmurdan sonra nasıl güzel kokar her yer!" demişti. Belki canı sıkılmış olan babamsa, "Ama bugün çimleri biçecektim." deyince, annem yanıt olarak, "Yağmura her zaman gerek var. Her yer yemyeşil olacak şildi," demişti. Babam, "Ama hava raporu bütün gün yağacak diyor." diye yakınınca annem gülümseyerek, "O zaman bizde sinemaya gideriz. Üç çocuk bedava giriyor bu saatte biliyorsun biz de yarı fiyatına göreceğiz filmi," demişti. Bu konuşmalar ben on iki yaşımdayken bir pazar günü öğleden sonra geçmişti. Annem yağmurdan sonra hep gökkuşağının çıktığını söylerdi ve gökkuşağının altında bir çuval altın olduğunu. Onun neşesini ve iyimserliğini her zaman takdir ederdim. Ve bu neşesini ve iyimserliğini paylaşma isteğini. Çocukluğum boyunca ve yetişkin bir insan olduktan sonra ne zaman bir başarı elde etsem, annem bana bir buket leylak verirdi başarımı kutlamak için. Limonların henüz olmadığı ve ne kadar şeker koyarsak koyalım, limonata yapamadığımız zamanlarda, iyi bir arkadaşımızı öldüğü, uzun bir aşk ilişkisinin sona erdiği, eşimin işleri iyi gidip de daha iyi bir eve taşındığınız gibi günlerde annemden bana her zaman bir buket leylak ve yanında çiçeklerin hoş kokusuna uyacak heş şeyler yazılı notlar aldım. Bana her zaman, "Bahar senin en sevdiğin mevsimdir." der bana. "Her zaman da içinde bahar vardır." Verdiği leylaklar da sözlerini doğrular.

Leylakları görüp. kokularını alınca, evimi ziyaret etmemin neden gerekli olduğunu çok iyi anladım. Üzüntülerimden, yalnızlık duygumdan, içinde bulunduğum melankoliden kurtulmam gerekiyordu. Artık yetişkin bir inan olan kızım kendi evine çıkmıştı. Artık benden millerce uzakta yaşıyordu. Onun adına çok mutluydum, ama onu çok özlüyordum. Kapıyı açıp, güzel kelebeğimi dış dünyaya bıraktığımda, odasını adeta kış rüzgarı doldurmuştu. Bir zamanlar müziğin gürültüsü, kızımın neşeli sesi, parfümünün güzel kokusu (kovboy çizmelerinden de berbat kokusu) gelirdi odasından. O sabah leylakların görüntüsü annemin sözlerini anımsattı bana. İçimde kışı yaşarken, baharın ve leylakların güzelliğini aklıma getirmeliydim. Kızımın boş yatağının üzerinde yirmi yıllık ayılara,bebeklere bakarken artık onun gittiğini kabul etmemeye yalnızca yeni baharlar yaşamak üzere kendi yaşamına uçtuğunu kabullenmeye karar verdim. Leylaklarla dolu bir yaşama.O gün babama bir kez daha, "Babacığım, leylaklar tomurcukta. Bahar gelmiş." dedim. Bana tuhaf tuhaf bakıp, "Hmm," dedi. Kaşlarını çatınca yüzündeki ifade yumuşadı. "Elbette" dedi. "Bahar gelmiş olabilir.Leylakların hepsi tomurcukta demedin mi zaten?" Ertesi sabah sıkı giyinmek zorunda kaldım. Dışarıda kar yağıyordu. Babam "Ben sana söylememiş miydim?" der gibi bir tonla, "Kar!" dedi. "Kışın bizi terk etmeye pek niyeti yok sanırım." "Bana kıştan söz etme," dedim. "Leylaklar tomurcukta.Bahar geldi." Bahar sen ne güzel mevsimsin! Leylakların güzel kokusu içimizdeki baharı anımsatıyor bizlere...
 
Mağara ( Yazar : Kaan A... )


Saatlerdir bu mağarada sürünüyordum. Kayalar birbirine o kadar yakındı ki sırtım, bacaklarım taşlara sürtünüyordu ve her yerimde yaralar oluşuyordu. Durumu kötüleştiren sadece mağaranın darlığı değil, aynı zamanda karanlığıydı. Hiçbir şey görmüyordum, ellerimle yolu anlamaya çalışıyordum, bazen şansıma yol dümdüz oluyordu ama bazen de mağara ani bir dönüş yapıyor ve ben önümü görmediğim için başımı taşlara çarpıyordum. Sanırım tüm vücudumdan kanlar akıyordu ama artık ben bunları hissedemiyordum. Ne zaman buraya gelmiştim, ne zaman bu dar, bu karanlık mağarada ilerlemeye başlamıştım bilmiyordum. Gideceğim yolu göremediğim gibi geldiğim yolu da göremiyordum. Ama gene de şuursuzca ilerlemeye devam ediyordum. Belki bir çıkış yolu vardır diye düşünüyordum. Bir çıkış yolu olmalıydı buradan. Bu mağaranın bir sonu olmalıydı. İlerliyorum. Mağara giderek darlaştı. Eskiden kollarımı oynatabiliyordum şimdi ise sadece omuz hareketleriyle ve ayak bileğimi ileri geri oynatarak hareket edebiliyorum. İlerde belki de burada tamamen sıkışıp kalacağım. Hiç bu kadar zor hareket etmemiştim. Sanırım sona yaklaşıyorum. İstediğim sona değil, korktuğum, inkar ettiğim, kaçınılmaz sona yaklaşıyorum. Nefes sesleri duydum, kendi nefesim değildi, karşımda biri vardı sanki. Ellerimi uzatabildiğim kadar uzattım. Bir şeyler elliyordum. Sanki birinin yüzünü elliyordum. Sonra biri de benim yüzümü ellemeye başladı. Kollarımız daracık alanda çarpışıyordu. Karşımda biri vardı, canlı biri, bir insan belki de bir hayvan. ‘’Kimsin?‘’ diye sordum. ‘’Kimsin?’’ diye sordu. Bir insan, benim gibi biri! Aynı mağaradaydık. ‘’Ne işin var burada?‘’ diye sordum. ‘’Ne işin var burada?’’ diye sordu. ‘’Saatlerdir burada ilerliyorum, geri dönmelisin arkada çıkış yok‘’ dedim. Dediklerimi tekrarladı. ‘’Bana niye inanmıyorsun’’ dedim ‘’Yok işte çıkış falan, arkamda‘’. ‘’Asıl benim geldiğim yerde çıkış yok’’ dedi ‘’İleride çıkış olmalı, çekil de kurtulayım buradan‘’. Sinirlenmeye başladım. ‘’Ben oraya geri dönmem’’ dedim ‘’Çıkış yolu senin geldiğin yerde’’ Karşımdaki ‘’Hayır değil‘’ dedi. Geri gitmeyecektim ve eminim ki o da geri gitmeyecekti. Gitmedi de, saatlerce karanlık mağaranın bu en dar kısmında sıkışıp kaldık. Hiç konuşmadık. Kurtuluşumu engelleyen kişiyle konuşmak istemiyordum. Eminim o da böyle düşünüyordu. Sonra bir ara benimle aynı kaderi paylaşan kişinin kim olduğunu öğrenmek istedim. ‘’Kimsin?‘’ diye tekrar sordum. Adımı söyledi. Soyadımı söyledi. Kendimle karşı karşıyaydım ve bu mağarada sıkışıp kalmıştım
 
Marangoz ( Yazar : Sadi-i Şirazi )


Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. işveren müteahhidine, çalıştığı konut yapım işimden ayrılmak ve eşi, büyüyen ailesi ile birlikte daha özgür bir yasam sürmek tasarısından söz etti. Çekle aldığı ücretini elbette özleyecekti. Emekli olmak ihtiyacındaydı, ne var ki. Müteahhit iyi isçisinin ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti. Marangoz kabul etti ve ise girişti, ne var ki gönlünün yaptığı iste olmadığını görmek pek kolaydı. Bastan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti!..işini bitirdiğinde, işveren, evi gözden geçirmek için geldi. Dış kapının anahtarını marangoza uzattı. "Bu ev senin" dedi, "sana benden hediye". Marangoz soka girdi. Ne kadar utanmıştı!

Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu böyle yapar miydi! Bizim için de bu böyledir. Gün be gün kendi hayatımızı kurarız. Çoğu zamanda, yaptığımız işe elimizden gelenden daha azını koyarız. Sonra da, şoka girerek, kendi kurduğumuz evde yaşayacağımızı anlarız. Eğer tekrar yapabilsek, çok daha farklı yaparız. Ne var ki, geriye dönemeyiz.

Marangoz sizsiniz. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da bir duvar dikersiniz. "Hayat bir kendin yap tasarımıdır" demiştir biri. Bugün yaptığınız davranış ve seçimler, yarın yaşayacağınız evi kurar. Öyle ise onu akıllıca kurun.

Hepimizin kendimize özgü kusurları vardır. Hepimiz aslında çatlak kovalarız. Büyük planda hiçbir şey ziyan edilmez. Kusurlarınızdan korkmayın. Onları sahiplenin. Kusurlarınızda gerçek gücünüzü bulduğunuzu bilirseniz eğer, siz de güzelliklere sebep kalabilirsiniz.
"İnsanlarla birlikte büyüseler bile, kurdun eniği yine kurt olur
 
Melek Kanadı ( Yazar : Bilinmiyor )


Bâzı kimselerde öyle bir haslet vardır ki, kelimelerle anlatılmaz. Başınız sıkıntıda mı, kalbinizi burkan bir derdiniz mi var; hemen bu insanlara koşarsınız. İçlerinden gelen manyetik bir güç sizi onlara çeker.Benim böyle bir arkadaşım var. Dün akşam beynimde gülle gibi oturmuş bir sıkıntıyla ona telefon ettim:"Hemen bize gel," dedi. "Eşim uyuyor, ben de kendime kahve pişiriyordum."Kalkıp ona gittim. Onunla geçen bir saatten sonra, onunla her görüşmemden sonra olduğu gibi, kendimi daha iyi hissediyordum. Derdim yine olduğu yerde duruyordu ama, eski korkunçluğunu yitirmişti. Sallanan iskemlesine oturup hiç konuşmadan can kulağıyla sizi, sıkıntınızı dinleyen Ken'in yanında rahatlamamaya imkân var mıydı ki..."Ken" dedim. "İnsanın kafasındaki sorunları çözmekte üstüne yok. Bunu nasıl başarıyorsun?"Gözlerinden başlayarak bütün yüzüne yayılan bir gülümsemesi vardı."Vallahi" dedi, "senden yaşlı olduğum için daha tecrübeliyim de ondan." Hayır mânâsında başımı salladım: "Yaşın bununla ilgisi olamaz. Sende öyle bir sükûnet var ki, insanın ta içine nüfuz ediyor. Bunu kimden aldın?" Birkaç dakika dalgın dalgın beni süzdükten sonra, konuşmaya karar verdi. Ayak parmaklarıyla önündeki çekmecelerden birini açıp içinden ufak bir mukavva kutu çıkardı, masanın üzerine koydu ve: "Eğer söylediğin türde bir kabiliyet gerçekten bende varsa, bu muhakkak buradan geliyor" dedi. "Bu kutu tam otuz yıllık. İçinde olanı bir ben, bir de eşim Alma bilir. Belki eşim bile unutmuştur, ama ben zaman zaman açar bakarım." Kibriti yaktı, dumanı lamba ışığının altında mavi bir renk alıp kıvrılarak yükseldi. Ken, rüyada imiş gibi bir sesle:"1920'lerde idi" diye sözlerine devam etti. "New York'ta meşhur olmuş bir gençtim. Hem de nasıl meşhur! Parayı çabuk kazanıp aynı hızla harcıyordum. Herkesin gözdesi olmuştum. "En sonunda mutlu günler sona erip, madalyonun ters tarafı gözüktü. Müthiş bir gündü. Büyük Bunalımda Wall Street'te yaşanan büyük iflastan nasibini almayan, ne olduğunu bilemez. Bir önceki hafta milyonerken, bir sonraki hafta beş parasız bir sefil haline gelmiştim. Böyle hâllerde insanların gösterdiği bilinen tepkilerin hepsini gösterdim. Üç gün üç gece orada burada küp gibi içip en sonunda bir yerlerde sızıp kaldım."Sözün burasında Ken birden bir kahkaha savurup ayağa kalktı. Ellerini kıvrık saçları arasında gezdirip: "Kendime acımaya başlamış biri olarak yapacağım deliliklerin sahnesi olarak, deniz kenarındaki küçük köşkümüzü seçmiştim. 'Herşey altüst olmadan önce bizim olan köşkü' desem, daha doğru olur ya! Eşim Alma benimle gelmek istedi, ama buna mani oldum. Amacım, herkesten ve herşeyden kaçıp, burnumun ucunu görmeyecek kadar içerek derdimi unutmaktı. Bunu da başardım."Ama insan er ya da geç kendine geliyor. Derdini bahane edip alkolik hâle gelmiş biri için en zor an da, ayılmaya başladığı anmış. O zaman kendi kendinizden iğreniyorsunuz. Aynaya bakınca kanlı gözlerim, uzamış kirli sakallı yüzüm bana bir sıfır olduğumu sanki avaz avaz haykırıyordu. Bir erkek, bir koca, bir insan olarak kocaman bir sıfırdım. Hayatımı rezil etmiştim. Bunları düşünürken, birden herşeyi halledeceğini umduğum bir karara ulaştım. Yapılacak en isabetli iş, Alma ve herkes namına, vücudumu ortadan kaldırmak olacaktı. Hatta, bunu nasıl yapacağımı da biliyordum. Dışarıda korkunç bir fırtına çıkmıştı. Denizde dalgalar dağlar gibi yükseliyordu. Dönüşü olmayan yere kadar yüzecektim. Sonra herşey kendiliğinden çözülmüş olacaktı."Ken, sönmüş piposunu masanın üzerine bırakıp, anlatmaya devam etti:"Böyle bir karar alınca, bir an önce harekete geçip kurtulmak istiyorsunuz. Ben de vakit kaybetmeden fırladım. Verandanın merdivenlerinden güç bela inerek sahile çıktım. Şafak sökmeye başlamıştı. Gökyüzü kırmızı ile siyah karışımı korkunç bir renk almıştı. Dalgaların kızgınlığı ve azgınlığı insanı ürkütüyordu. Suyun kenarına yürüdüm. Tam o sırada kumların üzerinde parıldayan birşey gözüme çarptı." Bu esnada kutuyu açtı ve "İşte" dedi.Kutunun içinde ufak bir denizkabuğu vardı. Şöyle böyle, bir kabuk-benzerlerine her sahilde rastlayabileceğiniz cinsten. Dar oval biçimde, çizgili, şeffaf, zarif bir kabuk Ken: "Durdum, gözlerimi ayırmadan kabuğa bakmaya başladım" diye devam etti anlatmaya. "Sonunda eğilip aldım. Islak ve pırıl pırıldı. O kadar ince ve nazikti ki, parmaklarımı biraz bastırsam, kırılabilirdi. Ama işte karşımda sapasağlam duruyordu. Nasıl parçalanmadan kalabilmişti? Bu soru beynimi kemirirken, okyanus dağlar gibi yükseliyor, rüzgâr delicesine uğulduyordu. Tonlarca ağırlıktaki su kaynaşıp bu minicik kabuğu sert kumlara kimbilir kaç bin defa fırlatıp atmış, fakat bu kabuk asla parçalanmamıştı. Nasıl? "Bu sorunun cevabı benim için bir hayat kadar değerliydi. Defalarca kendime sordum, derken birden herşeyi anladım. Kabuk kendisini, onu çevreleyen müthiş kuvvetin eline teslim etmişti. Fırtınayı da sükûnetle karşılamıştı. Birden kadere karşı acizce yumruk sallayıp onunla kavga edeceğime onu boyun bükerek kabullenmem gerektiğini anladım... "Orada ne kadar durduğumu bilmiyorum. Geri dönerken bu denizkabuğunu da aldım. O gün bu gündür yanımdan ayırmadım."Arkadaşımın elinden kutuyu alıp kabuğu çıkarttım. Elimin içinde yılların tahribatından habersiz, zarif bir şekilde, süslü, tüy gibi hafif halde yatıyordu."Ona bir isim verdin mi?" diye sordum.Ken, o ağır gülüşü ile:"Evet" dedi. "Ona 'Melek Kanadı' ismini koydum."
 
Melek Kanadı ( Yazar : Arthur Gordon )


Bazı kimselerde öyle bir haslet vardır ki, kelimelerle anlatılmaz. Başınız sıkıntıda mı, kalbinizi burkan bir derdiniz mi var; hemen bu insanlara koşarsınız. İçlerinden gelen manyetik bir güç sizi onlara çeker. Benim böyle bir arkadaşım var. Dün akşam beynimde gülle gibi oturmuş bir sıkıntıyla ona telefon ettim: Hemen bize gel, dedi. Eşim uyuyor, ben de kendime kahve pişiriyordum. Kalkıp ona gittim. Onunla geçen bir saatten sonra, onunla her görüşmemden sonra olduğu gibi, kendimi daha iyi hissediyordum. Derdim yine olduğu yerde duruyorduama, eski korkunçluğunu yitirmişti. Sallanan iskemlesine oturup hiç konuşmadan can kulağıyla sizi,sıkıntınızı dinleyen Ken’in yanında rahatlamamaya imkân var mıydı ki... Ken dedim. İnsanın kafasındaki sorunları çözmekte üstüne yok. Bunu nasıl başarıyorsun? Gözlerinden başlayarak bütün yüzüne yayılan bir gülümsemesi vardı. Vallahi dedi, senden yaşlı olduğum için daha tecrübeliyim de ondan. Hayır mânâsında başımı salladım: Yaşın bununla ilgisi olamaz. Sende öyle bir sükûnet var ki, insanın ta içine nüfuz ediyor. Bunu kimden aldın? Birkaç dakika dalgın dalgın beni süzdükten sonra, konuşmaya karar verdi. Ayak parmaklarıyla önündeki çekmecelerden birini açıp içinden ufak bir mukavva kutu çıkardı, masanın üzerine koydu ve: Eğer söylediğin türde bir kabiliyet gerçekten bende varsa, bu muhakkak buradan geliyor dedi. Bu kutu tam otuz yıllık. İçinde olanı bir ben, bir de eşim Alma bilir. Belki eşim bile unutmuştur, ama ben zaman zaman açar bakarım. Kibriti yaktı, dumanı lamba ışığının altında mavi bir renk alıp kıvrılarak yükseldi. Ken, rüyada imiş gibi bir sesle: 1920’lerde idi diye sözlerine devam etti. New York’ta meşhur olmuş bir gençtim. Hem de nasıl meşhur! Parayı çabuk kazanıp aynı hızla harcıyordum. Herkesin gözdesi olmuştum. En sonunda mutlu günler sona erip, madalyonun ters tarafı gözüktü. Müthiş bir gündü. Büyük Bunalımda Wall Street’te yaşanan büyük iflastan nasibini almayan, ne olduğunu bilemez. Bir önceki hafta milyonerken, bir sonraki hafta beş parasız bir sefil haline gelmiştim. Böyle hâllerde insanların gösterdiği bilinen tepkilerin hepsini gösterdim. Üç gün üç gece orada burada küp gibi içip en sonunda bir yerlerde sızıp kaldım. Sözün burasında Ken birden bir kahkaha savurup ayağa kalktı. Ellerini kıvrık saçları arasında gezdirip: Kendime acımaya başlamış biri olarak yapacağım deliliklerin sahnesi olarak, deniz kenarındaki küçük köşkümüzü seçmiştim. ‘Herşey altüst olmadan önce bizim olan köşkü’ desem, daha doğru olur ya! Eşim Alma benimle gelmek istedi, ama buna mani oldum. Amacım, herkesten ve herşeyden kaçıp, burnumun ucunu görmeyecek kadar içerek derdimi unutmaktı. Bunu da başardım. Ama insan er ya da geç kendine geliyor. Derdini bahane edip alkolik hâle gelmiş biri için en zor anda, ayılmaya başladığı anmış. O zaman kendi kendinizden iğreniyorsunuz. Aynaya bakınca kanlı gözlerim, uzamış kirli sakallı yüzüm bana bir sıfır olduğumu sanki avaz avaz haykırıyordu. Bir erkek, bir koca, bir insan olarak kocaman bir sıfırdım. Hayatımı rezil etmiştim. Bunları düşünürken, birden herşeyi halledeceğini umduğum bir karara ulaştım. Yapılacak en isabetli iş, Alma ve herkes namına, vücudumu ortadan kaldırmak olacaktı. Hatta, bunu nasıl yapacağımı da biliyordum. Dışarıda korkunç bir fırtına çıkmıştı. Denizde dalgalar dağlar gibi yükseliyordu. Dönüşü olmayan yere kadar yüzecektim. Sonra herşey kendiliğinden çözülmüş olacaktı. Ken, sönmüş piposunu masanın üzerine bırakıp, anlatmaya devam etti: Böyle bir karar alınca, bir an önce harekete geçip kurtulmak istiyorsunuz. Ben de vakit kaybetmeden fırladım. Verandanın merdivenlerinden güç bela inerek sahile çıktım. Şafak sökmeye başlamıştı. Gökyüzü kırmızı ile siyah karışımı korkunç bir renk almıştı. Dalgaların kızgınlığı ve azgınlığı insanı ürkütüyordu. Suyun kenarına yürüdüm. Tam o sırada kumların üzerinde parıldayan birşey gözüme çarptı. Bu esnada kutuyu açtı ve İşte dedi. Kutunun içinde ufak bir denizkabuğu vardı. Şöyle böyle, bir kabuk benzerlerine her sahilde rastlayabileceğiniz cinsten. Dar oval biçimde, çizgili, şeffaf, zarif bir kabuk. Ken: Durdum, gözlerimi ayırmadan kabuğa bakmaya başladım diye devam etti anlatmaya. Sonunda eğilip aldım. Islak ve pırıl pırıldı. O kadar ince ve nazikti ki, parmaklarımı biraz bastırsam, kırılabilirdi. Ama işte karşımda sapasağlam duruyordu. Nasıl parçalanmadan kalabilmişti? Bu soru beynimi kemirirken, okyanus dağlar gibi yükseliyor, rüzgâr delicesine uğulduyordu. Tonlarca ağırlıktaki su kaynaşıp bu minicik kabuğu sert kumlara kimbilir kaç bin defa fırlatıp atmış, fakat bu kabuk asla parçalanmamıştı. Nasıl? Bu sorunun cevabı benim için bir hayat kadar değerliydi. Defalarca kendime sordum, derken birden herşeyi anladım. Kabuk kendisini, onu çevreleyen müthiş kuvvetin eline teslim etmişti. Fırtınayı da sükûnetle karşılamıştı. Birden kadere karşı acizce yumruk sallayıp onunla kavga edeceğime onu boyun bükerek kabullenmem gerektiğini anladım.. Orada ne kadar durduğumu bilmiyorum. Geri dönerken bu denizkabuğunu da aldım. O gün bu gündür yanımdan ayırmadım. Arkadaşımın elinden kutuyu alıp kabuğu çıkarttım. Elimin içinde yılların tahribatından habersiz, zarif bir şekilde, süslü, tüy gibi hafif halde yatıyordu. Ona bir isim verdin mi? diye sordum. Ken, o ağır gülüşü ile:

Evet dedi. Ona ‘Melek Kanadı’ ismini koydum.
 
Mesel ( Yazar : Charlotte Wechler )


O yıl New York'ta kış, nisanın sonuna kadar uzamıştı. Kör olduğum ve yalnız yaşadığım için çoğunlukla evde kalmayı yeğledim.Sonunda bir gün soğuk hava gitti; bahar kendini gösterdi. Hava coşkulu bir kokuyla dolmuştu. Arka bahçeye bakan pencerenin önünde küçük, neşeli bir kuş devamlı cıvıldıyor, sanki beni dışarıya çağırıyordu.

Nisan ayının değişken havasını bildiğimden kışlık mantoma sarıldım. Fakat havanın değişmesi üzerine yün kaşkolumu, şapka ve eldivenlerimi bıraktım. Üç çatallı bastonumu alıp neşeyle sundurmaya çıktım ve kaldırımın yolunu tuttum. Yüzümü güneşe doğru kaldırıp, onu selamlayan bir gülümseme sundum. Sessiz çıkmaz sokağımızda yürürken kapı komşum "Merhaba" diyerek seslendi ve gideceğim yere götürmeyi teklif etti: "Hayır, teşekkür ederim. Şu bacaklar bütün kış dinlendi. Eklemlerimin harekete ihtiyacı var. Bu yüzden yürüyeceğim" diye cevap verdim. Köşeye vardığımda alışkanlıkla durdum. Birinin gelip yeşil ışık yandığında beni karşıya geçirmesini bekledim. Nedense bu sefer, öncekilere göre daha uzun süre beklemiştim ve hala hiç kimse teklifte bulunmamıştı. Sabırla beklerken, eskiden hatırladığım bir melodiyi mırıldandım; çocukken öğrendiğim "Hoş geldin bahar..." şarkısıydı.Birden güçlü bir erkek sesi konuştu: "Sesinizden çok neşeli bir insan olduğunuzu hissettim. Sizinle caddeyi birlikte geçme şerefini bağışlar mısınız bana?" Kibarlıkla iltifat görünce gülerek başımı salladım ve duyulabilir bir sesle "Evet" dedim.Kibarca koluma girdi ve birlikte kaldırımdan yola indik. Yavaşça yolun karşısına geçerken, konuşulabilecek en iyi konudan, havadan konuştuk. Adımlarımızı birlikte atarken hangimiz rehber, hangimiz yardım alıyor, belli olmuyordu. Yolun karşısına varmamıza az kala ışığın değiştiğini anlatırcasına kornalar sabırsızca çalınmaya başladı. Kaldırıma çıkmak için birkaç adım daha attık. Ona dönüp, bana eşlik ettiği için teşekkür etmek üzere ağzımı açmıştım ki, ben daha bir şey söylemeden o konuştu: "Bilmem farkında mısınız? Sizin gibi neşeli bir insanla karşıya geçmek benim gibi bir kör için ne kadar muhteşem bir şey".

O bahar gününü hiç unutmayacağım.

"Bazen evrende kendimizi en yalnız hissettiğimizde, sıkıntımızı atlatmak ve farklılığımızı ve yalnızlığımızı hafifletmek için Tanrı bize, aynadaki aksimiz gibi bir ikiz gönderir."



--------------------------------------------------------------------------------
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst