hikayeler

Meşeyle Saz ( Yazar : Jean De La Fontaine )


Meşe bir gün saza demiş :

" Doğrusu Tanrı size gadirlik etmiş.
Minnacık bir serçe konsa üstünüze beliniz bükülüverir.
Suları ürperten seher yeli baş eğdirir size..

Bir de benim şu dağ gibi gövdeme bak !
Güneş bile zor giriyor içime , fırtına dallarıma oyuncak..
Her esen yel sana bora , bana kasırgalar meltem..
Bari gelip gölgemde yaşasan da üzerine kanat gersem.
Ama sizin soyunuz nedense gider sulu rüzgarlı yerlerde biter..
Acıyorum sizlere , doğa haksızlık etmiş sazlara.."

" İyi yüreklisin " demiş saz meşeye.

Eksik olma ama bizim için üzülme.
Benden çok sen kork rüzgardan.
Ben eğilirim kırılmam..
Doğru bugüne kadar dayanmışsın , dimdik durmuş , boyun eğmemişsin..
Ama sert'in sert'i var , bakarsan bir gün sen de rastlarsın.
Demeye kalmamış rüzgar patlamış , öyle bir karayel ki ..
O güne dek kimse rastlamamış böylesine.
Rüzgarların anası kuzey , en azgın oğlunu salmış dünyaya..
Saz eğilmiş , meşe dayanmış, karayel arttıkça artmış.
Sonunda birdenbire gelmiş meşenin hakkından..
Göklere değen başını sermiş yere , köklerini çıkarmış yedi kat yerden..
 
Mimar Sinan ( Yazar : Bilinmiyor )


Dönemin padişahı Sultan II. Selim, Mimar Sinan'a şanına yakışır bir camii inşa etmesini buyurmuş. Sinan hemen kolları sıvamış Selimiye camisini yapmaya başlamış. Temeller kazılmış, iskeleler kurulmuş. Çalışmalar sürerken Mimar Sinan bir gün elinde bir yumurtayla çıkagelmiş. Sonra eğilmiş ve yumurtayı inşaat kumuna kırmış ve başlamış karıştırmaya.. Görenler şaşırmış tabii. Bir müddet sonra "Tüm inşaatta bu harcı kullanacacağız" diye buyurmuş. Sırf bu harç olayı için Edirne Karaağaç'ta bir çiftlik kurdurtmuş. 30.000 tavuğun her gün düzenli olarak yumurtaları toplanıp kumla ve kille karıştırılıp camide kullanılmış. İnşaat hızla ilerliyormuş. Ama Mimar Sinan bir gün ortadan kaybolmuş. Her yeri aramışlar, ama Mimar Sinan'ı kimse bulamamış. Tam 8 yıl sonra Mimar Sinan çıkagelmiş. Caminin kaldığı yerden devam etmesini buyurmuş. Sultan Selim inşaatın 8 yıl beklemesine çok sinirlenmiş: "Tez getirin Sinan'ı" diye buyruk çıkartmış. Sultan Selim bu tüm saray efradı korkudan tir tir tiriyor, Selim'in gazabından korkuyorlarmış. Mimar Sinan gayet sakin huzura çıkmış. Selim "anlat" demiş sadece, gözlerinden şimşekler çakıyormuş. Sinan kendinden emin, temelin sağlam olması için zaman gerektiğini söylemiş ve : "Hesaplarıma göre 8 yıl gerekiyordu" demiş. Sultan Selim diyecek bişey bulamamış.
 
Mucize ( Yazar : Bonita L. Anticola )


Sally, küçük kardeşi George hakkında anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen herşeyi yapmışlardı. Georgi'nin yalnızca çok pahalıya malolacak bir ameliyatla kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu. Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını duymuştu Sally:"Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir." Bu sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally. Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk paraları. Sonra hepsini cebine koyarak aceleyle evden çıkıp, köşedeki eczaneye gitti. Eczacının dikkatini çekebilmek için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını veriyordu. Bu yoğun çalışmanın arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye hiç niyeti yoktu ama Sally'nin beklediğini görünce "Evet, ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et, gördüğün gibi beyefendiyle ilgileniyorum" diyerek yanındaki şık giyimli adamı gösterdi. Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce yutkunduktan sonra devam etti: "Kardeşim çok hasta, bir mucize almak istiyorum." Eczacı Sally'e bakarak: "Anlayamadım" dedi. "Şeyy, babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' dedi, bir mucize kaç paradır, bayım?" Eczacı Sally'e sevgi ve acımayla baktı bu kez: "Üzgünüm küçük kız, biz burada mucize satmıyoruz, sana yardımcı olamayacağım" dedi. Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi. Eczacının gözlerinin içine bakarak "Karşılığını ödemek için param var benim, bana yalnızca fiyatını söylemeniz yeterli" dedi. Bu arada Sally ve eczacının yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally'e dönerek "Ne tür bir mucize gerekiyor kardeşin için küçük hanım?" diye sordu."Bilmiyorum" dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen yaşlara aldırmaksızın devam etti: "Tek bildiğim, o çok hasta ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ve ailemin de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok. Ama babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' deyince ben de paramı alıp buraya geldim." "Ne kadar paran var?" diye sordu iyi giyimli adam. "Bir dolar ve onbir sent" dedi Sally. "Ve dünyadaki tüm param bu!" "Bu iyi bir şans, küçük kardeşini kurtarmak için gerekli olan mucize için yeterli bu para" dedi, iyi giyimli adam. Adam bir eline parayı aldı, öteki eliyle de Sally'nin elini tutarak "Beni yaşadığın yere götürür müsün lütfen?" diye sordu. "Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum" dedi. İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong'du ve George için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı. Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı. Hep birlikte mutluluk içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı.Anne: "Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu maliyeti ne kadardır merak ediyorum" dedi.Sally kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça malolduğunu çok iyi biliyordu. Tam tamına bir dolar ve onbir sent!
 
Mutluluk Reçetesi ( Yazar : Bilinmiyor )


İnsanlar bana hep "daha çok mutlu olmanın yollarını" sorar, hani neredeyse bir reçete isterler. Genel geçer bir mutluluk reçetesinin imkansızlığını anlatmaya çalıştığımda da, onları önemsemediğimi düşünüp kızarlar ya da bilgiyi kendime saklamakla suçlarlar.

Baskılara daha fazla dayanamıyor ve bazı basit kuralları reçeteleştiriyorum, işte sizin için. Kurallar çeşitli kitaplardan öğrendiklerimin ve deneyimlerimin neticesinde oluşmuştur. Tamamının özgün olmadığını söylemeliyim.

Apache Kabilesi'ne ait atasözünün açıklayış biçimiyle, öğreniyorum ben de sizler gibi;

"Baykuş gibi sabırlı bir seyirci olmayı öğrendik. Kargadan zeki olmayı öğrendik. Kendisinden on kat büyük baykuşu arazisinden atmak için, durmaksızın mücadele veren alakargadan, cesareti öğrendik. Fakat hepsinden önce, öğretmenimiz olarak iskete kuşu gelir. Çünkü onun, boyun eğmez bir ruhu vardır."

Gelelim reçetemize:

1. "Sadece kendi davranışlarınızı kontrol edebilirsiniz, diğerlerinin değil" gerçeğini, tartışmasız kabul edin.

2. Kimse size istemediginiz bir şeyi yaptıramaz, sizin de diğerlerine yaptıramayacağınız gibi. Başkalarını kontrol etme isteğini ve bu istek için harcadığınız enerjiyi kendinize yönelttiğinizde, yapabilme gücünüz ve özgürlüğünüz artar; ancak özgürlüğün de bir bedeli olduğunu unutmayın.

3. Özgürlüğünüze ait istekleriniz, diğerlerinin hak alanına girdiğinde, çatışma yaratır. Bu yüzden isteklerinizin, diğer kişinin hangi alanına girdiğine ve ne anlam ifade ettiğine dikkat edin. Laf olsun diye istemeyin. Bedelini ödeyemeyecekseniz dile getirmeyin.

4. Ne kadar büyük ve acı verici olursa olsun, sorunu kabul edip, yüzleşin. Üzüntüyü çekmeden, çözüm üretip güçlenmeniz mümkün değildir. Sakinleşin, önceliklerinizi belirleyin ve düzenleyip, yapılandırın.

5. Geçmişe saplanıp kalmayın; değiştiremeyecekleriniz için yanıp yakılmak ve pişmanlık duymak faydasızdır. Şu andan sonrasına etki edebileceğinizi farkedin. Hatalarınızı ve nedenlerini bulup, yolunuza devam edin.

6. Sevgi, huzur, paylaşım, gevşeme gibi ihtiyaçlarınızı reddetmeyin. Koşullar gereği şu anda karşılayamıyorsanız, yapabildiğiniz kadarını gerçekleştirin.

7. Esneme ve uyum yeteneklerinizi geliştirin. Katı prensipleri olmak, kişilik gücüne işaret etmez. Temel özelliklerinizi koruyarak, gelişime açık olun ve gelişimin getireceği değişimlerden korkmayın. Sevdiğiniz insanların da gelişimi için fırsat tanıyın; korkularınızı kontrol altına alın.

8. Hareket alanınızı geniş tutun. Birey olma haklarınızı kullanacağınız alanın büyüklüğü, kendinize duyduğunuz güveni artıracaktır. Uğraşlar, hobiler, farklı arkadaşlar, bakış alanınızı genişleteceği gibi, kişisel gücünüzün artmasına etki edecektir.

9. Zaafsız insan yoktur. Neler olduğunu belirleyin. Bu zaaflara yönelik durum, duygu, düşünce vb. ile karşılaştığınızda, her zamankinden daha dikkatli olun.

10. Olumsuz özelliklerinizi görmede gösterdiğiniz hassasiyeti, olumlu özelliklerinizi görmek için de kullanın, ama kantarın topuzunu kaçırmayın.

Reçete daha uzar gider, ama temel kurallar bunlar. Kuralları zaten daha önce farkettiğiniz halde uygulamada problemlerle karşılaşıyor ya da okuduktan sonra zorluk yaşıyorsanız, bir profesyonelin yardımına ihtiyaç duyuyorsunuz demektir.
 
Mükemmel Kalp ( Yazar : Bilinmiyor )


Genç bir adam kendi kalbinin yörenin en güzel kalbi olduğunu ilan etmişti. Onu görenlerde bunu onaylamıştı. Birden kalabalığı tam ortadan yaran yaşlı bir adam genç adama doğru yürüdü ve :"Ne için senin kalbin benim ki kadar güzel değil "dedi. İşte tam o anda kalabalık ve genç adam yaşlı adamın kalbine doğru baktılar. Çok hızlı çarpıyordu fakat içinde çok fazla yara ve zaten çok az kalan boşluklarda çentikler vardı, onlarında üzeri keskin çentiklerle dolu idi.Yaşlı adamın yaşlı kalbinin çok acı çektiği belli oluyordu İnsanlar şaşırmıştı, yaşlı adam nasıl bu kalbin en güzel kalp olduğunu söyleyebilirdi. Genç adam gülerek"şaka ediyor olmalısın" dedi yaşlı adama" benim kalbim pürüzsüz mükemmellikte iken seninki gözyaşları ve acılardan oluşmuş yara izleri ile dolu" "Doğru" diye yanıt verdi yaşlı adam " Senin kalbin mükemmel gözüküyor fakat ben asla yaşlı kalbimi senle değismem. O gördüğün her yara benim sevgimi verdiğim bir kişiyi gösteriyor, onlara kalbimin bir parçasını seve seve verdim onlarda kendilerinden bir parçayı bana verdiler bu yüzden bu parçalar benim verdiğim parçalara bazen tam uymadılar ve üstünde yada köşelerinde pürüzler oldu fakat ben onların her parçasını tek tek seviyorum , çünkü onların herbiri paylaşılan sevgileri , dostlukları bana hatırlatıyor. Bazen de sevgimin ve dostluklarımın karşılığını alamadım ,o kalbimin içindeki yara dolu boşluklarda bu yüzden ucu kıvrık bıçak gibi ve oldukça da acı verir, fakat hala boşturlar ve başka bir kalplerinde bana sevgi ve dostluklarını verebileceklerini böylece de bu boşlukları doldurabileceklerini gösterir ve benim hala o umutla yaşamamı sağlar. Şimdi söyle genç adam sence hangi kalp daha güzel ?" Genç adamın gözleri sevgi gözyaşlariyla dolmuştu Yaşlı adama doğru yürüdü ve kalbinden genç ve güzel bir parçayı dostça ona doğru verdi. Yaşlı adamı kalbinde hala bir çok boşluk vardı.Yaşlı adam gençadamın cömertçe verdiği kalbi dostlarının olduğu bölüme yerleştirdi, üzerine çentikler attı ve yerine bir güzel oturttu. Genç adam kendi kalbine doğru baktı artık eskisi kadar mükemmel ve pürüzsüz değildi ta ki yaşlı adam ona kendi kalbinden eski fakat güzel bir parça verene kadar. Sonunda genç adam ve oradaki kalabalık gerçek kalbin güzelliğini anlamıştı. Kalbi güzelleştiren onunla paylaşılan sevgi ve dostluktu. İçinde sevgi barındırmayan ve taşımayan hiçbir kalp gerçekten güzel olmazdı.
 
Ne Duyuyorsunuz ( Yazar : Bilinmiyor )


Bir gün new yorkta bir grup iş arkadaşı yemek molasında dışarıya çıkarlar, gruptan biri kızılderilidir yolda yürürken insan kalabalığı siren sesleri yolda çalışma yapan işçilerin araçlarının çıkardığı gürültü araçların korna sesleri arasında ilerlerken kızıldereli kulağına cır cır böceği sesinin geldiğini söyler ve aranmaya başlar arkadaşları bu gürültünün arasında bu sesi duyamayacağını kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam ederler.Aralarından bir tanesi inanmasada onunla birlikte aramaya devam eder. Kızıldereli caddenin karşısına doğru yürür arkadaşı da arkasından takip eder ve o binaların arasında bir kaç tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir cır cır böceği bulurlar.Arkadaşı kızıldereliye senin insanüstü güçlerin var bu sesi nasıl duydun diye sorar, kızıldereli ise bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya gerek olmadığını söyleyerek arkadaşına kendisini izlemesini söyler.Kaldırıma geçerler ve kızıldereli cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlayarak atar, bir çok insan bozuk para sesinin ceplerinden düşen bir paramı diye sesin geldiği yöne doğru bakar.Kızılderili arkadaşına dönerek, gördünmü önemli olan nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğine bağlıdır. herşeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin der.
 
Ne Görüyorsunuz ( Yazar : Thelma Thompson )


Harp sırasında kocam New Mexiko'daki Mojave çölüne gönderilmişti. O,çölde tatbikata katılırken yanında olabilmek için ben de çölün yolunu tuttum.Kendimi cehennemin kucagına atmıştım. Ortalık yanıyordu. Küçük bir kulübede oturuyordum ve yanında olmak için tehlikeye atılarak geldigim kocamı unutmuş, can derdine düşmüştüm.Etrafımdakı Meksikalılar ve yerliler ,tek kelime Ingilizce bilmediginden, kimseyle konuşamıyordum. Sıcak rüzgar, bir taraftan bedenimi kavuruyor, diger taraftan yedigim yemegi de, agzımı burnumu da kumla dolduruyordu. Canıma yetmişti.Kagıda kaleme sarılıp babama bir mektup yazdım."Gelin, beni buradan alın" dedim."Burada yaşamaktansa hapishanede yaşamayı tercih ederim." Babamı beklerken cevabı geldi.Sadece iki satır yazmıştı; "Iki adam hapishane penceresinden dısarıya baktı.Biri çamuru gördü, digeri yıldızları." Bu iki satırı okuyunca utancımdan kıpkırmızı kesildim. Ben hep çamuru görmüştüm.Halbuki yıldızlar da vardı.Derhal yerlilerle dost oldum. Kilimlerine, çanak ve çömleklerine olan hayranlıgımı belirttim. Turistlere para ile vermeye yanaşmadıkları kıymetli eşyalarından bana hediyeler verdiler.Kaktüsleri, vukka ve erguvan agaçlarını inceledim.Kır köpeklerini tanıdım.Çöl gurubunu seyrettim.Çöl, yüzlerce yıl önce deniz dibi oldugundan kumun içinde denızhayvanlarının kabuklarını aradım.Ne degişmişti de, dün nefret ettigim çöle bugün baglanmıştım.Çöl mü degişmişti? Hayır.O yine kavuruyordu. Yerliler mi degişmişti?Hayır.Onlar, yine Ingilizce bilmiyorlardi.Sadece ben degişmiştim. Pencereden kafamı uzatmış ve yıldızları görmüştüm.
 
Nefes Açan ( Yazar : İhsan Cihangir )


Dünyanın yuvarlak olduğunun ispatlanmasından az önceleriydi, hattâ eli
kulağındaydı bile diyebiliriz. Güneyin insanlarından, tütünün mucidi ‘adı lazım
değil’ bey’ in torununun torunu, Ali Kâmil bey o günlerde, gece-gündüz ayırt
etmeden kara kara düşünmekteydi. O zamanlar, güneyin en güneyinde yaşamak
zorunda olduğundan, gündüzlerin hiç bitmeyeceğini zannederken gece oluverir,
gecelerin hiç bitmeyeceğini zannederken gündüz oluverirdi. Güneyin en güneyinde
nedense hiç yaz mevsimi yaşayamadı Ali Kâmil bey. Altı ayda bir gündüz olur da,
güneşi puslu bulutların arasından görebilirse ne alâ... ‘Güney İnsanının
Haklarını Koruma Mahkemesi’ nden çıkan bir kararla, zararlı icatları ve
keşifleri yüzünden Ali Kâmil bey, güneyin en güneyine –o zamanlardaki adıyla
‘buzul güneyi’ ne- sürgün edilmişti. Dedesinin –şu, bizim sivri zekâlı, zevk otu
mucidinin- yolunu izlediğini sanmayın sakın ! Ali Kâmil bey aslında yararlı,
yararlı olduğu kadar ilginç icatların peşinde koşmaktaydı. Fakat, ne h!
ikmetse, o zamanlar bu, bazı çıkar çevrelerinin işine gelmemekteydi.
Sürgüne gönderilmeden önce, yani dünyanın yuvarlaklığının ispatından iki yüz yıl
önce, Ali Kâmil bey güneyin en güzel bölgesinde : orta güneyde, çam ormanlarının
arasında bir kulübecikte yaşamaktaydı. Buzul güneyine sürgün edilmesine sebep
olan icatları, işte orada filizlendi.İlk bulduklarına icat demek yanlış olur
aslında, bunlar daha çok keşif türü buluşlardı. Siz; yaşlı dünyanın genç
insanları, daha iyi bilirsiniz ki, keşif mevcut durumdaki bir şeyi bulup ortaya
çıkarmaktır. İşte bu konuda, o zamanlar Ali Kâmil bey’ in üstüne adam yoktu.Tek
başına yaşadığı kulübesinden haftada bir-iki kez çıkar, kent yaşamına yeni yeni
geçildiği o günlerde, kentin en entel tabakasının uğrak yeri olan sohbet
odalarına giderdi. ‘Kahve’ nin çoktan icat edildiği ve ‘bir fincan kahvenin kırk
yıl hatırı vardır’ deyiminin ‘bir tas kahvenin dört yüz yıl hatırı vardır’ diye
bilindiği o günlerde, koyu kahvelerin içildiği koyu sohbetlerde, Ali Kâmil bey
yeni keşiflerini muhataplarına ballandıra bal!
landıra anlatır, fakat her seferinde mutlaka ağır bir biçimde eleştirilir, alay
edilir, sonra sinirden fitil olmuş bir halde kulübeciğine geri dönerdi Buna
karşın, kesinlikle yılmaz, adına yeni yeni ‘masa’ denilmeye başlanan şeyin
(eşyanın tekili olan şey) üzerine kâğıtları atar, bütün siniriyle yazmaya
başlardı. Yazdıklarının gelecekteki yaşlı dünyanın genç insanları tarafından
mutlaka dikkate alınacağını düşünür, onunla avunurdu.
Bir seferinde, yine bütün siniriyle kentten ayrılıp çam ormanına daldığında,
sinirini üzerinden atabilmek için, kulübesine kadar koşmaya karar verdi. Koşmaya
başladı, koştu koştu koştu... Hızını alamadı, kulübeyi de geçti, orta ormana
geldi, halâ koşuyor, baktı bunun bir sonu yok durdu. Hem de soluk soluğa falan
kalmamıştı. Buna sizin gibi, o da inanamadı, geriye koştu, koşmaya başladığı
yeri buldu, sonra hafif bir soluk soluğa kalmışlıkla tekrar ileri koştu ve en
sonunda tam bir soluk soluğa kalmışlıkla , koştuğu mesafeyi yüz bin güney insanı
adımı ölçtü ki bu bugünkü ölçüye göre on bin yaşlı dünya insanı adımı eder. Bunu
üçle çarptı, üç yüz bin güney insanı adımı...Kafası karıştı, kulübesine geri
döndü, adına artık masa demeye alıştığı şeyin yanında duran, o zamanki adıyla
‘tabure’ denen şeyin üzerine oturdu, ilerideki günlerde buzul güneyine sürgüne
gittiği zaman düşüneceği gibi kara kara düşünmeye başladı.
Buzul güneyinde halâ gündüz olduğu halde, orta güneyde hava kararmaya başlamıştı
ki, taburesinden kalktı, sivri zekâlı, zevk otunun mucidi dedesi gibi, çam
ormanında, ‘buldum buldum !’ diye bağırarak koştu, biraz önce koşmaya başladığı
yere geldi. Kafasını kaldırdı, devasa çam ağaçlarına ve araya sıkışıveren ulu
çınar ağaçlarına baktı, küçücük parmağını kaldırdı, havada bir-iki kez salladı,
ağaçlar kendisini duyuyormuş gibi, ‘sizi gidi sizi !’ diye onlara seslendi. Bu
sefer ki keşfine kimsenin inanmayacağını düşündü, üzüldü, ‘ama olsun, belki
onlar bana inanır.’ dedi, koşarak kulübesine vardı, kâğıt çoktan icat
edildiğinden zorlanmadan, düşündüklerini, bir hokka dolusu mürekkep ve bir kuş
tüyü yardımıyla, geleceğin yaşlı dünyasının genç insanlarına yazmaya başladı :
“Ben, Ali Kâmil, yeni bir şey buldum ! Bunu sizinle paylaşmak istiyorum, hem
belki siz benim bu keşfimi henüz keşfedebilmiş değilsinizdir, beni dikkatle
dinlerseniz keşfetme zahmetinden de kurtulursunuz. Bilirsiniz, keşfetmek epey
zorlu bir iştir. Neyse sizi daha fazla meraklandırmadan anlatayım : bugün
koştum, hem de öyle az bir mesafeyi değil, yaklaşık üç yüz bin adımı. Her yüz
bin adımda en fazla birkaç saniye soluklanmışımdır. Yani, neredeyse hiç durmadan
koştum. İnanın, bu zamana kadar benim koştuğum mesafeyi koşan bir tek güney
insanı dahi görmedim. Bunu çok düşündüm ve sonunda şunu buldum : benim bu kadar
mesafeyi koşabilmemin sebebi ağaçlardır. Evet, yanlış duymadınız: ağaçlar...
Çünkü ben yaklaşık dört yüz yıldır çam ormanında küçük bir kulübede yaşıyorum ve
çitaları, kaplanları gördüm, onlar da benim gibi uzun mesafeleri koşabiliyorlar.
Tabii, gözlemlediğim kadarıyla onlar benden daha hızlı koşuyorlar, fakat eminim
bunun sebebi onların dört ayağı, benim iki ayağım !
olmasıdır. Neyse, madem biz bu kadar uzun mesafeleri koşabiliyoruz,
etkilendiğimiz ortak bir şey olması gerekir diye düşündüm. Bu da olsa olsa
ağaçlardır. Bence ağaçlar, benim koşma performansımı artıran bir şey
çıkarıyorlar ve bunu havaya salıyorlar. Bu şey, Aristo’nun dünyanın üç temel
maddesi diye tanıttığı maddelerden biri olan havaya benzer olsa gerek. Çünkü
havayı göremediğimiz halde varlığını biliyoruz. Ben de bu şeyi göremediğime göre
o da hava gibidir. Ben ona bir isim taktım, umarım beğenirsiniz, ona ‘nefes
açan’ dedim. İşte, sözün özü, benim bugün üç yüz bin güney insanı adımı mesafeyi
zorlanmadan koşmamı sağlayan, havaya benzeyen, adına ‘nefes açan’ dediğim
şeydir.
Bir gün, bunu siz tekrar keşfettiğiniz zaman, isterseniz adını
değiştirebilirsiniz. Ama lütfen, altına ‘İlk mucidi, Güney İnsanı Ali Kâmil Bey’
diye not düşmeyi unutmayın ! Yeni keşiflerimde görüşmek üzere !”
İşte bizim Ali Kâmil beyin, buzul güneyine sürgün edilmesine sebep olan şeyler
bu ve buna benzer, Güney İnsanının Haklarını Koruma Mahkemesine (GİHKM) göre,
güney insanının aklını karıştıracak, boş işlerle uğraşmalarına sebep olacak
keşifleriydi. Fakat, Ali Kâmil bey hiç yılmadı, keşiflerine buzul güneyinde de
devam etti ve yaşlı dünyanın genç insanları, kendisinin de dediği gibi onunla
yeni keşiflerde buluşmaya devam etti.
 
Oduncu ve Bülbül ( Yazar : Bilinmiyor )


Bir zamanlar fakir bir oduncu varmış. Ormandaki bir kulübede yaşar ve odun keserek hayatını kazanırmış. Bir gün kulübesinde yangın çıkmış ve bu yangın bütün ormanı kül etmiş. O çevrede kimse ona güvenip iş vermeyince, çıkınını alan oduncu, eşeğine binip yola koyulmuş. AğaÇların arasında yürürken birinin kendisine seslendiğini duymuş. Başını kaldırınca konuşanın bir bülbül olduğunu görmüş. Bülbül ona "Senin haline çok üzüldüm, şimdi öyle bir büyü yapacağım ki eşeğin çok güzel şarkı söylemeye başlayacak, sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın" demiş. Gerçekten de eşek birbirinden güzel şarkılar söylemeye başlamış. Oduncu o şehir senin bu kasaba benim dolaşıp eşeğine şarkı söyletiyor ve herkes onları izlemek için birbiriyle yarışıyormuş. Oduncu ve şarkı söyleyen eşeği bütün ülkede ünlenmişler. Bir gün yine bir gösteriye yetişmek için koştururlarken, bülbülün yardım isteyen sesini duymuş oduncu. Bir kedi bülbülü yakalamış ve yemek üzereymiş. Şöyle bir duraklamış ama gösteriye gitmemeyi, onca parayı kaçırmayı gözü yememiş, arkasına bakmadan kaçmış oradan. Gösteri başladığında ise eşeği her zamanki gibi güzel şarkılar söylemek yerine sadece bir eşeğin çıkarabileceği sesleri çıkarmış. Oduncu kendisini şarlatanlıkla suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtarmış"
 
Olumlu Israr ( Yazar : Bilinmiyor )


Çin Bambu ağacının yetişmesi, olumlu ısrar için güzel bir örnektir. Çinliler bu ağacı şöyle yetiştiriyorlar:
....önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir.Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz.Tohum yeniden sulanıp gübrelenir.
Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez.
Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir.
Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez.
Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.
Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.
Akla gelen ilk soru şudur :
Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı hafta da mı? yoksa beş yılda mı ulaşmıştır? Kuşkusuz ki beş yılda. Büyük bir sabırla ve ısrarla beş yıl süresince, tohum sulanıp gübrelenmeseydi ağacın büyümesinden hatta var olmasından söz edilebilir
miydi?...
Bir başarının şartları her zaman çok basittir:
Bir süre için çalışın, o sürede tahammül edin, dayanıklı olun, başaracağınıza daima inanın ve hiçbir zaman geri dönmeyin..
 
Orfeus ( Yazar : Bilinmiyor )


Çok eski bir Yunan söylencesine göre;şair ve müzisyen olan Orfeus, insanları,hayvanları, bitkileri ve hatta taşları sesinin büyüleyici etkisi altında tutuyordu. Bir yılan tarafından ısırılan karısı Eurydike ölünce, onu geri istemek için ölülerin dünyasına inmiş;şarkı söyleyerek ve Sitar çalarak ölüm tanrılarını kandırıp genç eşini yaşama geri götürme iznini elde etmiş... Ama onunla konuşmamak kaydıyla. Ne var ki Orfeus dönüş yolunda arkasına bakmış ve Eurydike'yi kesin olarak kaybetmiş. Geleneklere olarak göre Orfeus'u ozanların ilki olarak kabul edersek, söylencenin anlamı kolayca belirir. Onun büyülü güçleri, şiirin insanlar ve nesneler üzerindeki gücünü simgeler. Şiir ve Aşk ölümü yenecek yegane güçtür;ancak zafer kesin değildir. Ve arzunun sabırsızlığı onu tehdit eder. Nasıl ki Orfeus ölümün sınırlarının ötesine atıldıysa, şair de yasakları çiğneyen ve görünmenin karşısına dikilip, bakmaya cüret eden kişidir.Ölüler dünyasına inmek, şairin dilin derinliklerine inişinde izlediği zihinsel macerayı, öncü araştırmayı simgeler.Orfeus her şairde yeniden yaşar. Ve her şiir çekicilik gücünü,Tanrıları bile kandıran kahramanın gücünden alır. Böylesi güçler zorunlu olarak bir karanlıkta kendini gizler. Öyleyse şiire ait gücün, şiirin sarmalandığı gizemle artacağına kolayca inanabiliriz. Her şiir yarım kalmış ve sonsuzluğa doğru yol alan bir yaşamın kırık notları, ağlayan imgeleri ve yürek kanatan cam parçalarıdır. Şairler şiirlerini yazarken, başka insanların anlayamayacağı bir acı çekerler.Bu acıyı şairden başka kimse anlayamaz.Şairin güzellik yaratmaktan başka hiçbir amacı yoktur. O,kefeni biçilmiş zamanların soğuyan teninden sımsıcak bir beden yaratmayı bilir. Bu yeni bedeni yaratırken kendini hiç acımadan hançerlediğini de hemen söyleyelim. Şair, şiirini oluştururken, bize dünyayı ve kendimizi keşfetmeyi ya da yaratmayı öğretir. Rimbaud şöyle yazıyor''Şair olmak isteyen insanın yapacağı ilk özel çalışma, kendi varlığını bütünüyle tanımaktır;kendi ruhunu arar,onu dikkatle inceler, onu sınar, onu öğrenir. Kendi ruhunu tanıdığı andan itibaren onu geliştirmek zorundadır; bu kolay bir şeymiş gibi görünür, aslında hiç de kolay değildir bir insanın kendini tanıması.'' Şiir bize kendimizi tanıtan en iyi Psikolog'tur. Kendimizi tanımak için daha ne kadar duracağız veya daha ne kadar korkacağız kendi farkındalığımızın farkına varmaktan.
 
Ormanda ( Yazar : Guy de Maupassant )


Belediye Başkanı, orman bekçisinin iki kişiye birlikte kendisini beklediğini haber verdiklerinde kahvaltı için sofraya oturmak üzereydi.

Başkan, hemen orman bekçisinin yanına gitti. Gerçekten de, bekçi Hochedur ayakta kendisini bekliyor ve ara sıra da, sert bakışlarla, yanında getirdiği çifti süzüyordu.

Adam, kırmızı burunlu, beyaz saçlı ve yaşlıca biriydi. Sıkılmış görünüyordu. Kadın ise, pek şık giyimli, çok şişman ve parlak yanaklıydı. Kendilerini yakalayan güvenlik görevlisine meydan okuyan bir tavırla bakıyordu.

Belediye Başkanı sordu:

- Ne var, Hochedur baba, ne oldu?

Orman bekçisi, olanları anlatmaya başladı.

Champioux ormanlarında Argenteuil'e kadar uzanan kendi bölgesinde görevini yapmak için, her zamanki gibi, tam vaktinde dışarı çıkmıştı. Bağını çapalayan Bredel'lerin oğlu haber vermese, başakların olgunlaştığı ve de havanın güzel olduğu dışında ortalıkta olağandışı bir şey dikkatini çekmemişti. Bredel'lerin oğlu, orman bekçisini görünce:

- Hey, Hochedur baba, ormana git. Ağaçların altında yaşlı bir çift güvercin göreceksin! diye bağırmıştı.

Bekçi Hochedur, gösterilen yöne gidip sık ağaçların arasında ilerlemiş ve duyduğu sözlerden ve heyecanlı nefes alıp verme seslerinden birilerini uygunsuz durumda suçüstü yakalamak üzere olduğunu anlamıştı.

Bunun üzerine, sanki kaçak avlanan bir avcıyı ele geçirecekmiş gibi, dizlerinin üstünde sürünerek sessizce ilerlemiş ve şimdi karşılarında duran çifti, kendilerinden geçmiş bir durumda yakalamıştı.

Belediye Başkanı, karşısında duranlara şaşkın şaşkın baktı. Adam 60 yaşlarında, kadın da en az 55'indeydi.

Sorgulamaya erkekten başladı. Adam, zor duyulan bir sesle yanıtlıyordu soruları.

- Adınız?
- Nicolas Beaurain.
- Mesleğiniz?
- Tuhafiyeci, Martyrs Sokağı, Paris.
- Bu ormanda ne yapıyordunuz?

Tuhafiyeci, ellerini arkada kavuşturmuş, başını öne eğmiş koca göbeğine bakarak sessizce duruyordu.

Belediye Başkanı, yeniden sordu.

- Güvenlik görevlisinin anlattıklarını inkâr mı ediyorsunuz?
- Hayır Mösyö.
- O halde itiraf mı ediyorsunuz.
- Evet Mösyö.
- Peki, kendinizi savunmak için söylemek istediğiniz bir şey var mı?
- Hayır, yok
- Suç ortağınıza nerede rastladınız?
- O benim karımdır, Mösyö.
- Karınız mı?
- Evet, Mösyö.
- Aaa... Paris'te beraber yaşamıyor musunuz?
- Evet, Mösyö. Birlikte yaşıyoruz!
- Peki ama, deli misiniz nesiniz siz... Sabah sabah ormanın ortalık yerinde bu durumda yakalanmak için deli olmanız gerekir!

Tuhafiyeci, neredeyse utancından ağlayacaktı. Zor duyulan bir sesle konuştu:

"Bunu o istedi! Bunun aptalca bir şey olduğunu söylemiştim. Kadınlar kafalarına bir şeyi koydu mu, bilirsiniz, onları vazgeçirmek çok zordur".

Şakacı biri olan Belediye Başkanı, gülümseyerek yanıtladı:

"Yani sizce, olması gereken bunun tam tersiydi. Karınız bunu kafasına takmasaydı, burada olmazdınız, öyle mi?"

Mösyö Beaurain, bu sözler üzerine öfkelendi ve karısına dönerek:

- Gördün mü, senin yüzünden ne hallere düştük? Hoşuna gitti mi, ha? Ahlâka aykırı davranıştan şu yaşımızda mahkemelerde sürüneceğiz! Dükkânı kapatıp işi bırakmak ve mahalleden taşınmak zorunda kalacağız! Söyle, hoşuna gitti mi? diye bağırdı.

Madam Beaurain, yerinden kalktı ve kocasına bakmaksızın, hiç çekinmeden ve duraksamadan konuşmaya başladı:

"Sayın Belediye Başkanı, gülünç bir duruma düştüğümüzü biliyorum. Bir avukat gibi, ya da daha doğrusu zavallı bir kadın olarak kendimizi savunmamıza izin verir misiniz? Beni dinlerseniz, bizi mahkemeye çıkma utancından kurtaracağınızı ve bizim yakamızı bırakacağınızı sanıyorum.

Çok eskiden, gençlik yıllarında, bir pazar günü Mösyö Beaurain ile tanıştım. O, bir tuhafiyeci dükkânında çalışıyordu ben de bir hazır giyim mağazasında. Dün gibi hatırımdadır. Zaman zaman Pigalle caddesinde beraber oturduğum Rose Levêque adlı bir arkadaşımla, pazar günlerini geçirmek için zamana zaman buralara gelirdim. Rose'un bir erkek arkadaşı vardı. Ben yalnızdım. Rose'un erkek arkadaşı bizi buraya getirirdi. Bir cumartesi günü bana ertesi günü için bir erkek arkadaşını daha getireceğini söylemişti. Ne demek istediğini anlamıştım. Böyle bir şeyin gereksiz olduğunu söyledim ona. Ben, aklı başında biriydim Mösyö.

Yine de ertesi gün, istasyonda Mösyö Beaurain ile buluştuk. O zamanlar, epey yakışıklıydı. Fakat ben ona boyun eğmeyecek ve kendimi bırakmayacaktım. Bırakmadım da... Bezons'a gelmiştik. Hava çok güzeldi. Hani şu insanın yüreğini uyandıran cinsten... O zamanlar, şimdi de öyleyim ya, hava güzel olduğunda içimi bir sevinç kaplar ve kırlara gittiğimde kendimi kaybederdim. Yeşillikler, öten kuşlar, rüzgârla sallanan başaklar, otların kokusu, hızlı hızlı uçan kırlangıçlar, otların kokusu, gelincikler ve papatyalar, bütün bunlar beni kendimden geçirir. Alışkın değilseniz, şampanya içtiğinizde nasıl etkilenirseniz, öyle bir şey bu!

Güzel, yumuşak ve pırıl pırıl bir hava, çevrenize baktığınızda gözlerinizden; soluk aldığınızda da ağzınızdan doluyordu içinize. Rose ve arkadaşı Simon, her dakika öpüşüp duruyorlardı. Onları öyle görmek, bende garip duygular uyandırıyordu. Mösyö Beaurain ve ben, onların peşi sıra hiç konuşmadan yürüyorduk. İnsanlar birbirini tanımayınca konuşacak fazla bir şey bulamıyor. Mösyö Beaurain'in çekingen bir havası vardı ve onu öyle sıkıntılı görmek hoşuma gidiyordu. Yürüye yürüye küçük ormana geldik. Ormanın içinde hava serindi. Hepimiz çimlerin üzerine oturduk. Rose ve arkadaşı, benim ciddi tavrımı alaya alıyorlardı. Anlıyorsunuz değil mi, başka türlü davranamazdım. Rose ve arkadaşı, biz sanki orada değilmişiz gibi, hiç aldırmadan yeniden öpüşmeye başladılar. Alçak sesle bir şeyler konuştular ve sonra da hiçbir şey söylemeden kalkıp ormanın içlerine doğru gittiler. İlk kez gördüğüm bir insan karşısında utancımdan nasıl yerin dibine geçtiğimi kestirebiliyor musunuz? Onların böyle kalkıp gitmesinden öylesine mahcup olmuştum ki... Fakat bu, buna cesaret de vermişti! Konuşmaya başladım. Mösyö Beaurain'e ne iş yaptığını sordum. Biraz önce de söylediğim gibi, bir tuhafiyecide çalışıyordu. Bir süre konuştuk; bu onu yüreklendirmişti. Hemen benimle senli benli olmaya başladı; ama ben hemen ağzının payını verdim. Öyle değil mi; Beaurain?"

Mahcubiyetinden yere bakan Mösyö Beaurain, yanıt vermedi. Madam Beaurain, yeniden başladı anlatmaya:

"Bunun üzerine, benim aklı başında biri olduğumu anladı ve dürüst bir erkek gibi, kibarca bana kur yapmaya başladı. O günden sonra, her pazar geldi. Bana sırılsıklam aşık olmuştu. Ben de onu çok seviyordum. Beaurain, o zamanlar son derece yakışıklı bir delikanlıydı.

Sözün kısası, eylül ayında evlendik ve Martyrs sokağındaki dükkânımızda çalışmaya başladık. Yıllar çetin geçti Mösyö. İşler iyi gitmiyordu ve pazar günleri artık kırlara çıkamıyorduk. Zaten zamanla bu alışkanlığımızı kaybettik. Kafamızda başka şeyler vardı. İnsan ticaretle uğraştı mı, çiçeklerden daha çok kasaya giren parayı düşünüyor. Artık farkında olmadan yavaş yavaş yaşlanıyorduk da. Aşkı ise, hiç düşünmüyorduk. İnsanlar bir şeyin eksikliğini duymadıkça, onun için pişmanlığa da kapılmıyorlar.

Daha sonraları, işlerimiz düzeldi; artık geleceğimizden emin olmaya başladık. İşte o zaman bende birtakım değişiklikler oldu. Bunların ne olduğunu ve nasıl olduğunu gerçekten bilmiyordum!

Yeniden bir genç kız gibi hayaller kurmaya başladım. Sokaklarda küçük arabalarda satılan çiçekleri görünce, göz yaşlarımı tutamıyordum. Evde otururken veya dükkânda kasa başındayken, menekşelerin kokusu gelip beni buluyor ve yüreğim hızlı hızlı çarpmaya başlıyordu! O zaman, yerimden kalkıp kapıya gidiyor ve evlerin damları arasından görünen masmavi gökyüzüne bakıyordum. Sokakta başınızı kaldırıp baktığınızda gökyüzü, Paris'in üzerinden kıvrıla kıvrıla akan bir ırmağı andırır.

Gökteki kırlangıçlar da, ırmaktaki balıklara benzer. Benim yaşımda, böyle şeyler gülünç belki! Ama ne yaparsınız? Bütün ömrünüz boyunca çalışınca, bir an geliyor ve başka şeyler de yapabileceğinizi fark ediyorsunuz. İşte o an, içinizi bir pişmanlık kaplıyor! Evet pişmanlık... Düşünün bir kere, yirmi yıl boyunca ben de, başka kadınlar gibi kırlara gidebilir ve öpücükler devşirebilirdim. İnsanın sevdiğiyle birlikte ağaçların altında yere uzanmasının ne hoş olduğunu hayal ediyordum. Günler, geceler boyu hep bunu düşünüyordum! Ayın sulara vuran pırıltısını geçiriyordum aklımdan.

İlk günlerde, bu duygularımdan Mösyö Beaurain'e söz etmeye cesaret edemedim. Benimle alay edeceğini ve "Hadi işinin başına geç de, iğne iplik satmaya devam et!" diyeceğini çok iyi biliyordum. Ayrıca, doğrusunu söylemek gerekirse, Mösyö Beaurain de benim için pek fazla bir şey ifade etmiyordu. Aynaya baktıkça, kendimin de artık başkası için pek çekici biri olmadığımı fark ediyordum!

Ama aklıma parlak bir fikir gelmişti. Mösyö Beaurain'e, ilk tanıştığımız yere gitmeyi önerdim. İtirazsız kabul etti ve bu sabah saat 09.00 sularında oraya gittik.

Buğdayların arasına girince çok heyecanlandığımı hissettim. Kadınların yüreği hiç yaşlanmıyor! Gerçekten, artık kocamı olduğu gibi değil de, eskisi gibi görüyordum! Size yeminle söylüyorum, sarhoş olmuştum sanki. Birden kocamı öpmeye başladım. Onu öldürmeye kalkışsam, ancak bu kadar şaşırabilirdi! "Deli misin, ne oluyor sana bu sabah?..." diye söylenmeye başladı. Onu değil, yalnızca kalbimin sesini dinliyordum... Onu ormanın içlerine götürdüm... İşte hepsi bu!... Gerçeği olduğu gibi anlattım size Sayın Belediye Başkanı".

Belediye Başkanı, anlayışlı bir adamdı. Yerinden kalktı, gülümseyerek, "Sakin olun Madam, serbestsiniz; bir daha da ağaçların altında günah işlemeyin..." dedi.
 
Ölmeyen Sevgi ( Yazar : Bilinmiyor )


Genç adam ellerinde bir buket çiçek, sahile koşarak geldi... Gözleri şöyle bir sahilde gezindi, aradığını göremeyince ilk gördüğü banka oturup sevdiğini beklemeye başladı. Ellerinde her zamanki çiçeklerden vardı. Sevgilisinin en sevdiği çiçekler bunlardı. Kırmızı , kıpkırmızı, kan kırmızısı güller...Sanki dalından yeni koparılmış gibi tazeydiler, buram buram kokuyorlardı, sevgi kokuyor, aşk kokuyor en önemlisi de özlem ve hasret kokuyordu güller...Hepsinin üzerinde damlalar vardı. Sanki ağlıyor gibiydiler. Genç adam güllere baktı, sanki onlarla konuşuyormuş gibi, "Neden ağlıyorsunuz, bakın ben ne kadar mutluyum" dedi.Az sonra sevdiğini göreceği için kalbi yine deli gibi atmaya başlamıştı. Ne zaman onu düşünse, onunla buluşacağını hayal etse kalbi aynı böyle yerinden çıkacakmış gibi oluyordu. Senelerdir birbirlerini sevmelerine rağmen ikisi de sevgisinden hiç bir şey kaybetmemişti..Onları hiç bir şey ayıramazdı...Ne hasret, ne ayrılık, ne de ölüm...Genç adam telaşla saatine baktı. Sevdiği yine geç kalmıştı, 1 dakika gece kalmıştı. Üstelik o, sevdiğini bekletmemek için dakikalarca önce koşarak geliyor, onu beklemeyi bile seviyordu. Ama sevdiği her zaman bunu yapıyordu. Devamlı kendisini bekletiyordu. Herkesin bir kusuru olurmuş diye düşündü...Ve gözlerini önündeki uçsuz bucaksız denizlere dikti.. Denizin sonu yok gibiydi, tıpkı sevdiği kıza karşı olan aşkı gibi denizinde sonu yoktu. Sonsuzluğa uzanıyordu. Aslında bugün onlar için çok özel bir gündü. Kendi aralarında sözleneceklerdi. Delikanlı önce bunu sevdiğine açmış, sonrada gidip iki yüzük almıştı. Bu kadar önemli bir günde bari onu bekletmemeliydi.. Ama alışmıştı artık beklemeye, zararı yok biraz daha beklerim diye düşündü. Güllerin yaprakları nedense hala yaşlı idi. Bir türlü anlamıyordu onları. Her şey bu kadar güzelken neden ağlıyorlardı ki?
İşte az sonra sevdiği gelecek, ona sarılacak, kucaklaşacaklardı...Sonra söz yüzüklerini takıp, evliliğe ilk adımlarını atacaklardı.Genç adam öyle heyecanlıydı ki sevdiğine kavuşmak için can atıyordu...Martılara baktı, birbirleriyle oynaşıp, uçuşan martılara... Ne kadar güzel dansediyorlardı havada.Tekrar saatine baktı genç adam. Endişelenmeye başlamıştı. Sevgilisi yine geç kalmıştı, hem de çok... Bu kadar geç kalmaması gerekiyordu. İşte her gün burada buluşmak için sözleşmiyorlar mıydı? Her gün sahilde, martılara bakarak, denizin onlara anlattığı masalları dinleyerek birbirlerine sarılıp hasret gidereceklerine söz vermiyorlar mıydı? O zaman neden gelmemişti yine??...Aklına kötü düşünceler gelmeye başladı. Hayır.. hayır.. olamazdı.Sevdiğine bir şey olamazdı.Onsuz hayat yaşanmazdı ki...O ölse bile devamlı benimle yaşar diye düşündü genç adam. Bunun düşüncesi bile hoş değildi. Gözlerini yere indirdi. Gözyaşlarını kimsenin görmesini istemiyordu.Zaten nedense etrafındaki insanlar ona sanki kaçık gibi bakıyorlardı. Rahatsız olmaya başladı bakışlardan.Artık bıkmıştı... Yine sevgilisi geldi aklına.. Neden gelmedi acaba diye düşünmeye başladı. Gözlerini kapattı.7 sene oldu dedi. 7 senedir her gün bu sahildeydi, sevdiğini bekliyordu. Daha fazla dayanamadı. Kalbi parçalanacak gibi oluyordu. Gözlerinden 1 damla daha yaş güllerin üzerine damladı...Yine gelmeyecek galiba, en iyisi ben onun evine gideyim diye mırıldandı...Hiç olmazsa gülleri her zamanki gibi yanına koyar, ona vermiş olurdu...Genç adam ayağa kalktı. Sevdiğiyle buluşmak üzere, yeşil tepenin ardındaki Kabristan'a doğru yürümeye başladı..
 
Ölüler ne diyor? ( Yazar : Guy de Maupassant )


Onu çılgınca sevmiştim! İnsan neden sever? Dünyada sadece bir varlıktan başkasını görmemek, kafasında sadece bir düşünce olmak, yüreğinde sadece bir arzuyu hissetmek ya da dudaklarında sadece bir adın tekrarlanması tuhaf mı acaba? Bir pınarın sularının yeryüzüne çıkmasına benzer şekilde ruhun derinliklerinden dudaklara kadar yükselen, hep söylenen, tekrar söylenen, bir dua gibi her yerde hep fısıldanan bir ad.

Hikâyemizi anlatmayacağım. Aşkın sadece bir hikâyesi vardır ve o zaten hep aynıdır. Tanışmış ve birbirimizi sevmiştik. İşte hepsi bu. Bir yıl boyunca, onun kollarında, onun şefkatiyle, sevgisiyle, giysilerinde, sözlerinde, bakışlarında, ondan gelen her şeye tutkun, ona bağlanmış ve hapsolmuş şekilde yaşamıştım. Her şey o kadar eşsizdi ki, gece miydi gündüz müydü, ölü müydüm, diri miydim, neredeydim, farkında değildim.

Ve işte öldü. Nasıl? Bilmiyorum, hiç bilmiyorum.
Yağmurlu bir gecede eve sırılsıklam döndü. Ertesi gün öksürüyordu. Yaklaşık bir hafta boyunca öksürdü ve yatağa düştü.
Ne olmuştu? Hiç bilmiyorum.

Doktorlar geliyor, yazıp çiziyor ve gidiyordu. İlaç getiriyorlar, hastabakıcı bir kadın da ilaçları ona içiriyordu. Elleri sıcaktı, alnı nemli ve yanıyordu, bakışları parlak ama hüzün doluydu. Onunla konuşuyordum, o da bana cevap veriyordu. Birbirimize neler anlatmıştık? Bilmiyorum. Her şeyi, evet her şeyi, her şeyi unuttum. Ölüp gitti; o son, o zayıf iç çekmesini çok iyi hatırlıyorum.

“Ah!” dedi hastabakıcı kadın. O an anladım! Artık hiçbir şey bilmiyordum. Hiçbir şey... “Metresiniz” diye konuşan bir papazı gördüm. Ona hakaret ediyor gibi geldi bana. Mademki ölmüştü o, artık bunu kimsenin söyleme hakkı yoktu. Papazı kovdum. Bir başka papaz geldi; iyi ve hoştu. Bana ondan söz edince ağladım.

Toprağa verme konusunda bir sürü soru sordular bana. Hiç hatırlamıyorum.

Bununla birlikte, tabutunu, onu içine koyup tabutun çivileri çakılırken duyulan çekiç darbelerinin sesini çok iyi hatırlıyorum. Ah Tanrım!

Gömüldü. Artık bu çukurun içindeydi! Birkaç kişi, birkaç arkadaş gelmişti mezarlığa. Kaçtım oradan, koştum.

Sokaklarda uzun süre yürüdüm. Sonra eve döndüm. Ertesi gün seyahate çıktım.

Dün Paris’e döndüm.

Odamı, odamızı, yatağımızı, eşyalarımızı, ölümünden sonra ondan geriye kalan her şeyin bulunduğu bu evi yeniden görünce, içimi öyle büyük bir üzüntü kapladı ki, az daha pencereyi açıp kendimi sokağa atacaktım. Ondan kalan her şeyi sarıp sarmalayan, onun bedeninden, soluğundan kalan her şeyi, binlerce zerreyi barındıran bu eşyalar, duvarlar arasında kalamazdım. Dışarı çıkmak için şapkamı aldım. Kapıyı varmadan önce, onun hole koydurduğu büyük aynanın önünden geçtim. Dışarı çıkmadan önce bu aynada tepeden tırnağa kendisine bakar, giysilerinin kendisine yakışıp yakışmadığını, giydiklerinin, saçlarının güzel olup olmadığını incelerdi.

Sık sık onun görüntüsünü yansıtan bu aynanın karşısında kalakaldım. Ayna onu o kadar sık yansıtmıştı ki, onun görüntüsünü de muhafaza ediyor olmalıydı.

Orada, gözlerimi cama dikmiş, düz, derin, boş aynanın önünde titreyerek duruyordum. Benim bakışlarım kadar sevdalı, benim kadar ona vurgun olan o ayna yine de tümüyle onu içinde saklıyor olmalıydı. O aynayı sevdiğimi anladım. Ona dokundum; soğuktu! Oh! Anılar, anılar! Bütün acıları çektiren o korkunç, o yaşayan, o ölü, o acı veren, yakan ayna! Bir aynada yansımaların kayması ve yok olması gibi sakladığı, gördüğü, önünden geçen her şeyi, sevgisine ve aşkına sığındığı her şeyi unutan yüreğe sahip insanlara ne mutlu! Ne çok acı çekiyorum. Sokağa çıktım, farkında olmadan, istemeye istemeye mezarlığa gittim.

Mezarını buldum. Üzerinde birkaç kelimenin yazılı olduğu ve mermerden bir haçın bulunduğu basit bir mezar. Üzerinde şöyle yazılıydı: “Sevdi, sevildi ve öldü”.

Oradaydı, o çukurun içinde çürümüştü! Bu ne korku! Alnım toprağın üzerinde, hıçkırıklara boğuluyordum.

Orada epey kaldım. Sonra akşam olduğunu farkettim. O anda, acayip ve delice bir arzu, umutsuz bir sevgilinin arzusu kapladı içimi. Geceyi, mezarında ağlayarak onun yanında geçirmek istiyordum. Ama beni görürlerse, mezarlıktan dışarı çıkarırlardı. Nasıl yapmalı?

Doğruldum ve bu ölüler diyarında başıboş dolaşmaya koyuldum. Yürüdüm, yürüdüm. Burası, yaşayanların diyarının yanında ne kadar da küçüktü! Bununla birlikte, ölülerin sayısı yaşayanlarınkine göre ne de çoktu. Bağların şarabını, pınarların suyunu içen, ovaların ekmeğini yiyen bize daha büyük binalar, sokaklar, daha çok yer gerekiyor.

Oysa bütün ölüler için, bize kadar ulaşan bütün ölüler için küçük bir toprak parçasından başka hemen hemen hiçbir şey gerekmiyor. Toprak onları alıyor, unutulmuşluk onları siliyor ve elveda!...

İçinde dolaştığım mezarlığın sonunda terkedilmişlerin, yani çok önceden ölenlerin, toprağa karışmayı tamamlamış, artık haçları bile çürümüş olanların mezarlarına, yarın yeni ölenlerin gömüleceği mezarların bulunduğu bölüme geldiğimi farkettim. Burası, güllerle, uzun ve kara servi ağaçlarıyla dolu, kederli ve insan etiyle beslenen büyük bir bahçeydi.

Yalnız, yapayalnızdım. Bir ağaçta büzülüp kaldım. Karanlık ve kalın yapraklı dallar arasında tamamen gizlendim.

Ve alabora olmuş bir geminin enkazına tutunan bir kazazede gibi ağacın gövdesine sarılarak bekledim.

Gece iyice çöküp ortalık zifiri karanlık olunca, gizlendiğim yerden ayrıldım ve ölülerle dolu toprağın üzerinde yavaş ve sessiz adımlarla yürümeye koyuldum.

Uzun zaman aylak aylak dolaştım. Onun mezarını bulamıyordum. Kollarımı öne uzatmış, gözlerim iyice açık, ellerimi, ayaklarımı, dizlerimi, göğsümü hattâ başımı mezarlara çarpa çarpa yürüyor ama onu bulamıyordum. Dokunuyor, yolunu arayan bir kör gibi taşları, haçları, demir parmaklıları, solgun çiçeklerin bulunduğu çelenkleri ellerimle yokluyordum. Parmaklarımı harfler üzerinde gezdirerek isimleri okuyordum. Ne geceydi, ne geceydi o! Mezarı bulamıyordum!

Ay ışığı yoktu. Her yer karanlıktı. Korkuyordum; iki mezar dizisi arasında bulunan küçük yollarda içime berbat bir korku yayılıyordu. Mezarlar, mezarlar, mezarlar. Her yer mezarlarla doluydu. Sağda, solda, önümde, arkamda her yerde mezarlar vardı. Dizlerim tutmuyor, artık yürüyemiyordum. Mezarlardan birinin üzerine oturdum.

Kalbimin çarpıntısını işitiyordum! Başka şeyler de duyuyordum. Neydi bu? Adı koyulamayan karmakarışık bir gürültü! Nereden geliyordu? Sersem sepet olmuş kafamdan mı, karanlık geceden mi yoksa gizemli, insan cesetleriyle dolu toprağın altından mı? Çevreme bakıyordum!

Orada ne kadar kaldım, bilmiyorum. Korkudan kıpırdayamaz hale gelmiş, kendimden geçmiştim; bağırıp çağırmaya ve ölmeye hazırdım.

Birden, üzerinde oturduğum mermerden kapak taşı hareket ediyormuş gibi geldi bana. Evet, sanki biri onu kaldırıyormuş gibi kapak taşı yerinden oynuyordu. Bir sıçrayışta yandaki mezarın üzerine attım kendimi. Az önce üzerinde oturduğum taşın doğrulduğunu gördüm. Birdenbire ölü göründü, çıplak bir iskelet, kamburlaşmış sırtıyla kapak taşını atıverdi. Görüyordum, gece ne denli karanlık olursa olsun, onu çok iyi görüyordum. Haçın üzerinde şöyle yazıyordu: “51 yaşında ölen Jacques Olivant burada yatıyor. Ailesini, arkadaşlarını çok severdi, dürüst ve namusluydu, Hakkın rahmetine kavuştu”.

Ölü de, mezar taşının üzerindeki yazıları okuyordu. Sonra yoldaki bir taşı, keskin küçük bir taşı aldı ve yazıları özenle kazımaya koyuldu. Yazılanları yavaş yavaş tümüyle sildi, az önce kazıdığı yere boş gözlerle baktı ve bir zamanlar işaret parmağı olan kemiğin ucuyla parlak harflerle yazdı:

“51 yaşında ölen Jacques Olivant burada yatıyor. Acı sözleriyle, mirasına konmak istediği babasının ölümünü çabuklaştırdı, karısına işkence yaptı, çoluk çocuğuna eziyet etti, komşularını aldattı, fırsat buldukça çalmaktan geri kalmadı ve sefilce öldü”.

Ölü, yazmayı bitirince, hiç kıpırdamadan eserini hayranlıkla seyretti. Geriye dönüp bakınca, bütün mezarların açılmış olduğunu, bütün cesetlerin mezarlarından çıktığını, hepsinin, gerçeği kazımak için, aileleri tarafından mezar taşlarına yazılan yalanları sildiğini gördüm.

Ve hepsinin, bu iyi babaların, bu sadık kadınların, fedakâr oğulların, tertemiz lekesiz genç kızların, bu dürüst tüccarların, bu kusursuz olduğu söylenen erkeklerin ve kadınların aslında kendi yakınlarına işkence ettiklerini, kinci, namussuz, iki yüzlü, yalancı, dalavereci, iftiracı ve kıskanç olduklarını, çalıp çırptıklarını, aldattıklarını, utanç verici ve iğrenç her türlü işe karıştıklarını görüyordum.

Hepsi, sonsuz barınaklarının girişine, hayattayken hiç kimsenin bilmediği ya da bilmez göründüğü korkunç, zalim ve kutsal gerçeği aynı anda yazıyordu.

Sevgilimin de, kendi mezar taşına yazmış olduğunu düşündüm.

Artık korkmadan, yarı açık tabutların, cesetlerin ve iskeletlerin arasından onun mezarına koşmaya başladım; onu hemen bulacağımdan emindim.

Kefene sarılı yüzünü görmesem de, uzaktan tanıdım onu.

Biraz önce mermerden haçın üzerinde, “Sevdi, sevildi ve öldü” yazıyordu.

Şimdi okunanlar ise şöyleydi: “Bir gün, sevgilisini aldatmak için dışarı çıktı, yağmura yakalandı, soğuk aldı ve öldü”.

....................................................Gün doğarken beni bir mezarın yanından yarı cansız kaldırmışlar.
 
Özledim Seni ( Yazar : Bilinmiyor )


Gittin sen, tüm gidenler gibi...

Tam beni tamamlayacağını düşünürken, yine ben eksik kaldım. Gülümseyişlerim Takılı kaldı yüreğimde. Sonu yok, ışığı yok bir yolda ıssız, sessiz kaldı sevdam.

Ama sen gittin; tıpkı diğerleri gibi... korkup kaçtın belki de bu sevdadan.Küçük bir kızdı kocaman yüreğiyle seni seven ama sen sığdıramadın kalbine; Taşıyamadın doğru dürüst... bu kadar çabuk pes edişin de ondandı belki. Başka cümlelerin ardına sığınman, yalan yanlış sevdalara takılman...

Gözlerine baktığım zaman çoğaldığımı hissediyordum. Öyle anlamlıydı ki; hayatın tüm gizemi senin gözlerindeydi sanki... Her şey o "çakır" yeşilin içinde saklıydı. Ama sen aniden kapattın o gözleri; aldın yeşili benden... Tüm sırlarda o yeşil kutuda kapalı kaldı. İşte ondan sonra başladı her şey... Kalp ağrılarım, baş ağrılarım, gece yarılarında sebepsiz haykırışlarım...

Bana bıraktığın ve içimde kalan o "yeşil" di belki de bunlara sebep olan...Kötü bir oyun seyrediyorsun, "geçecek" diyorum kendime. "Bak geçince Hiçbir şey kalmayacak, arda kalanlar eski sonsuzluğa uğurlanacak." diyordum. Ama olmadı. Geçmedi. Her şey artarak daha da çoğaldı. Pişmanlıklar sardı Çevremi, "keşkeler" birikti içimde, "acabalar" dolaşıp durdu beynimde...
Hepsi benden bağımsızdı. Hiçbir organıma söz geçiremedim. Hep sen çoğalıyordun, hep sen büyüyordun içimde...

Sana dönüşmeye başladığımı anlayınca da bir direniş başlattım kendime. Artık, hiç konuşmuyorum kalbimle... Kendi haline bıraktım onu. Ne derse desin, Ne isterse istesin; hiç aldırmıyorum. Tıpkı derin dondurucudan çıkmış gibi bir kalbim var artık benim. Buz gibi... İçindeki her şey dondu. Sevgiler, sıcak Gülümseyişler, arzular, istekler... Belki bir gün üzerindeki buzlardan sıyrılıp artık "ben de varım" diyerek yeniden ortaya çıkar ve bana döner; kim bilir. Ama o güne kadar, buz gibi "yeşil"in arkasından bakacağım dünyaya.

Senin bana verdiğin o "acı yeşil"i yaşayacağım. Kolay değil çünkü, kalbimde dolanıp budaklanan o "yeşil"i bir anda kökünden sökmek. O yüzden zamana bırakıyorum her şeyi. Bakmadığın bir çiçek nasıl soluyorsa, o "yeşil" de bir gün elbet solup, sararacak. Hayatımda ilk kez sana açtığım kalbim de bundan böyle sadece bahara açacak; sadece bahara...
 
Pandomima ( Yazar : Samipaşazade Sezai )


Haseki taraflarında bir çıkmaz sokağın içinde yalnız tavan üç odalı bir ev, bir mezar gibi, sükunet-i ebediyye ile muhat idi. Bir hal-i nisyan ve metrukiyette bulunuyordu. Atısından kopan bir tahta, damdan uçan bir kiremit, duvarlarından yuvarlanan bir taş senelerce düştüğü yerde kalır.

Arasıra çirkin, ihtiyar bir Rum karısı –cadılara mahsus dehşet ve sükunetle- dışarı çıkarak malzeme-i beytiyyesini iştira ve tedarikle alelacele eve girip kaybolurdu. Evin küçük bahçesinde duvara yakın bir büyük ağaç, temmuzun o ateşli güneşi İstanbul’un bu cihetlerini takatsiz bir hararet içinde bıraktığı zaman yapraklarının arasına gizlenmiş serin bir rüzgar neşretmeğe başlayarak o evin, o mahallenin bir büyük yeşil yelpazesi gibi havayı tecdid ve tehziz ederdi...

Yazın bir Cuma günü, öğle üzeri, bu evden, koltuğunda bohçasıyla çıkan bir adam, kapısını itina ve dikkatle kapadıktan sonra yoluna devam etmeye başladı. Arkadan bakılınca omuzlarıyla belinin genişliği bir derecede bulunacak kadar şişman olan otuz üç yaşındaki bu adamın enli, fakat pek kısa bacakları üzerindeki yükü istediği tarafa götürmekte pek müştülat çektiği görülüyordu... Bu uzak mahallelerin tenha sokaklarında mütefekkir, mahzun bir surette yoluna devam eden bu adam, halkı güldürmek için gidiyordu... İnce tahtalarla inşa edilmiş ve yıkılmamak için etrafına destekler vurulmuş bir binanın önüne geldi. Bu binanın kapısının üzerinde beyaz kağıda büyük siyah yazıyla şu levha ta’lik edilmişti:

“Meşhur Paskal’ın pandomiması. Burada her Cuma ve Pazar günleri meşhur Paskal enva-ı türlü hünerler ve gülünçlü icra-yı lu’biyyat eder. Rağbetli müşterilerinin teşvikatlarını kazanan Paskal her hafta yeni oyunlar sahne-i temaşaya vaz’edecektir!”

Paskal, kendisiydi. Tiyatrosunun kapısından girip bohçasını açarak, hiç değişmeyen, beyaz külahını giydikten ve tekmil yüzünü unlara, kurbağa bakışlı siyah gözlerinin alt kısımlarını kırmızıya boyadıktan bir saat sonra idi ki –boş zihinlerle gailesi gönüllerden çıkıp yükselen- kahkaha sedaları ve alkış avazeleri arasında “icra-yı lu-biyyat” ediyordu.

Oyunda bir kadına aşıklık vazifesini icra eden Paskal’ın, ilan-ı muhabbet için dilini çıkarması ve şükrane-i iltifat olmak üzere taklak kılması oradaki halkı çok güldürüyordu. Tiyatronun bezden tavanını başının üstünde tutan ortadaki müteharrik direğe arkasını dayayarak ağzındaki sigara ile oyunu temaşa eden bir seyirci:

Paskal’ın dilini çıkarması yok mu? İnsan buna gülmekten bayılır! diyordu.

Zaten bunu orada küçük iskemlelerin üzerine oturanların ekserisi tasdik etmişti.

Oyuncuların yanındaki locada, o masum, o tıflane gülüşleri alam-ı hayata teselliler veren genç kızlardan biri kemal-i neş’e ile kanatlarını sallayarak uçuşan kuşlar gibi, o küçücük pembe dudaklarının üzerinde nurani bir tebessüm olduğu halde, ellerini birbirine çırparak Paskal’ı alkışlıyordu. “Eftalya” ismindeki, yirmi yaşında, bu genç kız, ihtiyar validesiyle hemen her hafta bu locaya geliyordu.

Validesi:

Kızım burada çok mu eğleniyorsun?

Diye sorduğu vakit, kerimesi: Paskal’ı bundan evvel ölen sevgili köpeğine benzettiğini ve bazen de hal ü tavrı, bir kere görüp de pek hoşuna giden bir maymunu andırdığını söylerdi!...

O gün ise beyaz ketenler, sihri tebessümler içinde bulunan bu genç kız, o gürültüler arasında, takdir-i istihza-amizine bir delil olmak üzere, locadan çiçek atıyordu. Attığı bu çiçekler, Paskal’ın yüzüne göğsüne dokundukça eliyle kalbini tutarak en can alınacak yerinden vurulmuş bir yırtıcı hayvan gibi acı acı feryat ediyordu.

Bir iki dakika sonra tiyatrosunun iç tarafındaki toprağın üzerine oturarak, hala güldürdüğü adamların kahkahaları devam ederken içini çeke çeke ağlıyordu. Bu zavallı Paskal o güzel Eftalya’yı seviyordu, bu nakıs vücut, o kemal-i hilkate aşık olmuştu!

Fakat gönlünün en gizli bir köşesinde hıfzettiği bu muhabbetini kimseye söylemeye, küçükten beri mahrem-i hem-hali olan evdeki ihtiyar hizmetçisiyle hasbıhal etmeye bile cesaret edemiyordu... Ömründe bir kadının nazar-ı nevazişkaranesine, hiç kimsenin muamele-i mültefitanesine nail olamamıştı. Kendisinden beklenen yalnız güldürmek!.. Bak, bu hal-i inkisarında, gözyaşları içinde bulunduğu şu zaman-ı ye’s ve iğbirarında herkes kahkahalarla gülüyor.

Oyun bittiği cihetle akşamdan sonra yine bohçasını koltuğuna alarak geldiği yoldan muhterizane evine avdet ediyordu... Odasının kapısını açarak, içinde kimse olmayan evinde, birisinin dolaşıp dolaşmadığını, penceresini kaldırıp, sokaktan kimsenin geçip geçmediğini anladıktan sonra güzel Eftelya’sını düşünmeye başladı.

Bugün oyunda kendisine niçin o kadar gülmüştü acaba?... Koynundaki çiçekleri çıkarıp bir hürmet-i dindarane ile öptükten sonra hücrenin en yüksek cihetine koydu. “Bu çiçekler, ah bu çiçekler beni öldürecek” diyordu.

Kendisini bir kere kabul edecek olursa... Bu hücreleri saksılarla donatacak, o güzel Eftalya’sını şu köşeye ik’ad edecek, ne kadar garip hikayeler söyleyecek, bütün gece güldürecek... Gayet güzel rüyalı bir uykudan uyanır gibi hal ile başını kaldırdı. Ah, pek de çirkin, alemin maskarası! Ağlamaya başladı...

Son gününde bir haber-i matem getiren o ay ne kadar süratle cereyan edip gitmişti. İki haftadan beri tiyatrosuna gelemeyen Eftalya evleniyordu. Zavallı Paskal bir Cuma günü kocasıyla beraber gelen Eftalya’yı güldürerek ve teessürat-ı can-hıraşından renk vermemek için başını önüne eğerek kemal-i sür’atle evine gidip içine kapandığı odasının kapısını sürmeledi.

Ertesi sabah öğleden sonra kapısını kıracak gibi vuran ihtiyar Rum karısı hiçbir cevap alamayınca kemal-i havf ve telaş ile, mahalleden topladığı adamlarla, kapısını kırıp odaya girdiler. Odaya girer girmez herkes gülüşmeğe başladı: Zira Paskal asılmış bir adam taklidi yaparak o meşhur maharetiyle dilini çıkarmıştı!

Hayatında herkesi güldürdüğü halde, mematında kimseyi ağlatamayan zavallı Paskal’ın bu seferki hali taklit değil, ölüm gibi hakikattı.
 
Panzehir ( Yazar : O.Henry )


Tom Hopkins’in bu yanılgıya nasıl düştüğünü henüz anlayamadım. Teyzesinin mirasına konmadan önce tam bir yıl tıp okuluna devam etmiş ve tedavi yöntemlerini iyi bellemişti.

O gece, birlikte yaptığımız bir ziyaretten dönüşte lüks dairesine gitmeden önce Tom bir pipo içip bir iki laf etmek için bana gelmişti. Bir aralık yan odaya geçmiştim.

Tom’un “Billy, izin verirsen iki kinin alayım, hiç keyfim yok, üşüyorum. Galiba soğuk almışım,” diye seslendiğini duydum.

“Tabi. Kinin şişesi ikinci rafta. Okaliptüs şurubundan da bir kaşık aldın mı tamamdır. Keyfin yerine geliverir,” diye cevap verdim.

İşimi bitirince oturduk, pipolarımızı tüttürdük. Sekiz dakika kadar sonra Tom kendinden geçiverdi.

Hemen ilaç dolabına giderek baktım. “Hey Allahın budalası!” diye söylenmeye başladım. Para insanı işte böyle şaşırtır. Afyon hapları kutusu Tom’un bıraktığı gibi kapağı açık duruyordu.

Alt Kattaki genç doktoru seferber ederek iki sokak ilerde oturan ünlü doktor Gales’i çağırttım. Tom Hopkins mesleğe yeni girmiş doktorlar tarafından tedavi edilemeyecek kadar fazla zengindi.

Gales gelince tom’u en pahalı tedaviye başladık. Öteki zorunlu yöntemlerden sonra sık sık sitrat dö kafein ve kahve içirmeye ve aramıza alarak odada aşağı yukarı dolaştırmaya başladık. İhtiyar Gales alacağı dolgun ücreti düşünerek Tom’u çimdiklemeye, tokatlamaya koyuldu. Aşağı kattaki genç doktor da arkasına okkalı bir tekme yerleştirdikten sonra, “İnanın kendimi tutamadım. Ömrümde ilk kez bir milyarder tekmeliyorum. Kim bilir belki bir daha fırsat geçmez” diyerek benden özür diledi.

Bir iki saat sonra doktor Gales, “Tehlikeyi atlattı. Bir saat daha uyutma.. Konuş.. birşeyler anlat. Arada bir salla, uyumasın. Nabız ve nefes düzelince bırakırsın uyusun. Artık sana emanet,” dedi.

Tom’la başbaşa kaldık. Divanın üzerine yatırdığımız yerde gözleri yarı açık bir halde hiç kıpırdamadan yatıyordu. Uyumasına engel olmak için hemen gayrete geldim. Uyanık tutmak için yapılan önerileri yerine getirecektim.

“Koca herif, kıl payı kaldı öteki dünyayı boyluyordun” dedim. “Ama neyse kurtarabildik. Tıp okurken hocaların “Afyon” un “Kinin” şeklinde yazılmadığını öğretmediler mi? Dört hap birden alınmayacağını hiç söylemediler mi? Ama yaptığın bu haltı başına kakacak değilim. Hele bir ayağa kalk. Sen eczacı olmalıymışsın doğrusu, reçetelerini ne güzel hazırlardın!”

Tom hafifçe gülümseyerek alık alık yüzüme baktı.

“Valla.. ke.. kendimi kuş gi.. gibi hissediyorum.. Ender çiçekler.. arasında u..uçan bir kuş.. Bırak u..uyuyayım..” dedi.

İki saniye içinde dalıvermişti. Omuzundan yakalayıp silkeledim.

Şiddetle, “Bana bak bu olmaz işte.. İhtiyar doktor hiç olmazsa bir saat daha uyanık kalman gerektiğini söyledi. Aç gözlerini. Henüz tehlike atlatılmış değil.. Uyan,” deyi çıkıştım.

Tom Hopkins yaklaşık doksan kilodur. Yeniden gülümser gibi yaptı. Daha derin bir uykuya daldı. Onu ayağa kaldırıp gezdirmek istedim. Ama bu bir fille dansetmekten daha zor bir işti. Tom horlamaya başladı. Afyonla zehirlenme hallerinde bu tehlikeli bir durumdur. Beni bir düşüncedir aldı. Tek başıma gövdesini yerinden oynatmam olanaksızdı. Zihnini tahrik edebilirdim.

Aklıma bir düşünce geldi. Kendi kendime, “Kızdırmalı”, dedim. İyi ama nasıl? Kafirin zırhında şu kadarcık olsun bir açıklık yoktu ki. İyi huylu, candan, altın gibi bir çocuktu. Güneş ışığı kadar saf ve tertemiz bir insandı. Güney’den, yüksek ülkülerin, ahlak kurallarının henüz ortadan kalkmadığı bir diyardandı. New-York onu büyülemiş fakat bozmamıştı. Kadınlara karşı eski zamanların şövalyelik devrinde olduğu gibi derin bir saygı besliyordu.

Yaşasın.. Bulmuştum!. Bir iki dakika hayalimde geliştirdim. Tom Hopkins kardeşimize birden böyle bir şaka yapabilmek düşüncesi hoşuma gitmişti. Kendi kendime güldüm. Omuzlarından yakaladığım gibi kulakları sallanıncaya kadar sarstım. Tembel tembel gözlerini açtı. Hakaretçi bir tavır takınarak parmağımı burnuna doğru uzattım.

Açık ve keskin bir ifade ile, “bana baksana,” dedim. “Uzun zamandır dostuz. Fakat bundan sonra senin gibi edepsiz birine kapılarım kapalı!”

Tom, gayet hafif bir ilgi ile baktı. Hiç istifini bozmadan, “Ne o Bill.. Elbiselerin dar mı geliyor yoksa?” diye karşılık verdi.

“Eğer senin yerinde olsam – çok şükür değilim – gözlerimi kapamaktan korkardım,” diye devam ettim. “Güneyde, o ıssız çamlar altında bıraktığın zavallı kızcağız ne oldu? Hala bekliyor değil mi? Lanet olası mirasa konalı beri onu unuttun değil mi? Merak etme, lafımı bilirim. Fakir bir tıp öğrencisi iken onu kendine layık görüyordun, şimdi.. Milyoner olduktan sonra değiştin. Zavallı kız, güneyli soyluların saygı değer kimseler olduklarını sanıyordu. Öyle öğretmişlerdi. Şimdi o acayip centilmenler hakkında kim bilir ne düşünüyordur. Çok merak ediyorum doğrusu! Bu konuyu açmaya mecbur kaldığım için de acınıyorum. Ama ne çare, öyle güzel sakladın ki, rolünü öyle güzel oynadın ki hiç kuşku duymadım. Seni bu gibi düzeysiz hilelerin üstünde sanmıştım.”

Zavallı Tom’un bu sözlerim üzerine uyuşturucu maddenin etkisinden sıyrılmak için çabaladığını gördükçe kendimi gülmekten zor tutuyordum. Açık bir şekilde hiddetlenmişti. Hakkı da vardı. Sade güneyde doğmakla kalmamış, güneylilerin karakterini de almıştı. Hiddetle gözlerini açtı. Arada bir parladıklarını görüyordum. Ama hala afyonun etkisinden kurtulamamıştı. Açık düşünemiyor, konuşamıyor, dili tutuluyordu.

“Se..sen..sen görürsün! Vallahi tepelemezsem.. Tanrı belanı versin..” diye kekeleyerek divandan kalkmaya yeltendi. Çok zayıf düşmüştü. Cüssesine rağmen elimle itiverince düştü. Büsbütün kızarak kapana tutulmuş aslan gibi gözleri hiddetle bakmaya başladı.

Kendi kendime, “Seni koca bunak seni.. Şimdilik bu kadar yeter,” diyerek kalktım, pipomu yaktım. Bu parlak buluşumdan ötürü kendi kendimi kutlayarak bir süre aşağı yukarı dolaştım.

Bir horultu işitince baktım Tom yine dalmış. Yaklaşıp çenesine bir yumruk indirdim. Yüzüme tatlı tatlı, avanak avanak baktı. Pipomu çiğneyerek yeniden açtım ağzımı yumdum gözümü.

Hakaret edercesine, “kendine gelip bir an önce odamdan çekip gitmeni bekliyorum,” diye başladım. “Hakkında neler düşündüğümü söyledim. Eğer sende şu kadarcık namus ve şeref kaldı ise aklını başına alır, bundan sonra onurlu kimselerle ilişki kurmadan önce iyice düşünürsün. Zavallı fakirdi değil mi? Bizim gibi paralı kimseler için biraz alelade ve ilkel değil mi? Beşinci Cadde’de kolunda gezdirmekten utanırsın değil mi? Senin gibilerine bayağının aşağısı derler. Zenginsen başkalarına ne? Kim metelik verir? Benden paso, zavallı kızcağızın da aynı şekilde düşündüğünden eminim. Belki paran olmasaydı biraz adam olurdun. Bu servet seni insanlıktan çıkarmış..”

Sözlerimi daha etkili kılmak için de “..Aynı zamanda zavallı bir kızcağızın saf kalbini kırmış..” diye ekledim.

Kendi kendime, “Tom Hopkins’in böyle bir şey yapmasına hiç olanak var mı ki,” diye düşünürken, “Haydi çabuk ol, bir an önce başımdan defol!” dedim.

Başımı çevirip aynada kendime bir göz attım. Kımıldadığını duyunca hemen döndüm. Doksan kilonun üstüme abanmasını hiç istemiyordum. Fakat Tom şöyle bir dönmüş, kolunu yüzüne örtmüştü.

“Senin hakkında binbir yalan işitsem gene de böyle konuşmazdım. Ama..merak..etme.. Ayağa kal..kar kalkmaz haddini bildireceğim!” dedi.

Daha açık konuşuyordu. Biraz daha açılmıştı. Bu sözleri duyunca utanmadım diyemem. Ama sonra her şeyi anlatacak, beraberce gülüşecektik.

Yirmi dakika içinde Tom derin ve rahat bir uykuya daldı. Nabzına baktım, kalbini dinledim, uyumasına izin verdim. Her şeyi normaldi. Tehlikeyi atlatmıştı. Bitişik odaya geçerek yatağa serildim.

Ertesi sabah uyandığım vakit Tom’u giyinmiş, hazırlanmış buldum. Bütünüyle kendine gelmişti. Sadece sinirleri biraz bozulmuş, dili meşe palamudu gibi pörsümüştü.

Dalgın dalgın, “Amma budalalık ettim ha! Şimdi anımsıyorum, kinini alırken şişe bana biraz garip görünmüştü.. Seni epey uğraştırdım, değil mi?” dedi.

“Hayır, asla.”

Tom geceki olayı unutmuş gibiydi. Onu ayık tutmak için sarfettiğim gayretleri hatırlamadığını sanarak vakayı anlatmaya karar verdim. Sonra, keyfi yerine gelince anlatır, gülüşürüz, diye düşündüm.

Gitmek üzere hazırlandıktan sonra açık kapının önünde durarak elimi sıktı.

Sakin tavırla, “Sana büyük zahmetler verdim,” dedi. “Gösterdiğin ilgiye şükran borçluyum. Söylediklerine de ayrıca teşekkürler ederim. Bahsettiğin kıza telgraf çekmeye gidiyorum” diye ekledi.
 
Papatyanın Hikayesi ( Yazar : Bilinmiyor )


Koskoca bir bahçede harikulada çiçekler içinde bir papatya..Ve papatya aşık olmuş, yanmış tutuşmuş Ak sakallı bahçıvana..Bir ümit bekliyormuş. Yüzlerce çiçeğin arasından Onunla, sadece onunla saatlerce ilgilensin.. Buz gibi suyunu sadece ona döksün istiyormus.. Sadece ona değsin makası, Sadece ona gülsün dudakları.. Kıskanıyormuş bahçıvanı,Kırmızı güllerden, Sarı lalelerden, Mor menekşelerden..Zambaklardan...Papatya, sadece bahçıvan için açıyormuş, Bembeyaz yapraklarını.. Bir gün, Aşkı öyle büyümüşki.. Papatya yapraklarını taşıyamaz olmuş.. Eğilivermiş boynu..Toprağa bakıyormuş artık.. Bahçıvanın sadece sesini duyuyormuş Ayaklarını görüyormuş..Bunada şükür diyormuş.. Yetiyormuş ona, bahçıvanın varlığını hissetmek.. Zaman akıp gidiyormuş..Papatya bahçıvanın yüzünü görmeyeli çok olmuş.. Ne var sanki boynumu kaldırsa Bir kerecik daha görsem yüzünü diyormuş.. Ve işte bir gün.. Bahçıvan papatyaya doğru yaklaşmış.. İncecik bedenini ellerinin arasına almış..Elindeki sopayı, köklerinin yanına, toprağa sokmuş bir iple papatyanın gövdesini bağlayıvermiş sopaya.. Papatya o an daha çok sevmiş bahçıvanı.. Hala göremiyormuş onu, Ama bedeni kurtulmuş.. Uzun bir müddet sonra, Bahçıvan uğramaz olmus bahçeye.. Gelen giden yokmuş.. Kahrından ölecekmiş papatya..Ama işte bir sabah... Hortumdan akan suyun sesiyle uyanmış.. Derin bir oh çekmiş.. Çılgıncasına sevdiği bahçıvan geri gelmiş.. Birden, kendisine doğru gelen iki ayak görmüs.. Bu onun delicesine sevdiği bahçıvan değilmiş..Başka birisiymiş.. Adamın elinde bir de makas varmış.. Papatyanın kafasını kaldırmış yukarıya doğru..Ne güzel açmışsın sen öyle demiş.. Bu gencecik, yakışıklı bir delikanlıymış..Gözleri gök mavisi, saçları güneş sarısıymış.. Ama gövden seni taşımıyor demisş. Elindeki makası papatyanın boynuna doğru uzatmış..Ve bir hamlede başını gövdesinden ayırmış.. Papatya yere düşerken hatırlamış sevdigini.. O ak saçlı, ak sakallı, yaşlımı yaşlı bahçıvanı hatırlamış..Birde o gencecik, yakışıklı delikanlıyı düşünmüş.. Ve o an anlamış, neden o yaşlı bahçıvanı sevdiğini..O her seye rağmen, papatyaya emek vermiş.. Ona hiç bir zaman güzel oldugunu söylememiş, Ama onu aslında hep sevmis.. Papatya anlamış artık..Sevgi, emek istermiş...Yere düstüğünde son bir kez düşünmüş sevdiğini..Teşekkür etmis ona içinden..Son yaprağıda kuruduğunda, Biliyormuş artık..
Gerçek sevginin,söylemeden, yaşamadan, ve asla kavuşmadan varolabileceğini...



--------------------------------------------------------------------------------
 
Parkta Bir Öğlen.. ( Yazar : Julie A. Manhan )


Bir zamanlar Tanrı'yı görmek isteyen küçük bir erkek çocuğu varmış.Tanrı'nın yaşadığı yerin çok uzak olduğunu biliyorumuş, bu nedenle çantasına bol miktarda kek ve altılı bir paket meyve suyu koyup yola çıkmış.

Evinden üç blok ötede yaşlı bir kadınla karşılaşmış. Kadın parkta oturmuş güvercinleri izliyormuş. Çocuk kadının yanına oturup çantasını açmış. Meyve sularından birini içmek üzereyken, kadının acıkmış olabileceğini düşünüp ona bir parça kek ikram etmiş. Kadın minettar biçimde keki almış ve çocuğa gülümsemiş. Gülümsemesi o kadar güzelmiş ki, çocuk onu bir daha görmek istemiş ve kadına bir de meyve suyu sunmuş. Kadın çocuğa tekrar gülümsemiş. Çocuk çok sevinmiş.

Bütün öğleden sonra orada oturup hiç konuşmadan yemiş, içmiş ve birbirlerine gülümsemişler.

Hava kararırken oğlan ne denli yorgun olduğunu farkedip kalkmış, daha birkaç adım gitmişken geri dönmüş ve koşup kadına sarılmış. Kadın da ona en güzel gülücüğünü göstermiş.

Çocuk evine dönüp kapıyı açmış ve içeri girmiş. Annesi oğlunun yüzündeki sevinç ifadesini görünce şaşırmış.

"Bugün seni bu kadar mutlu edecek ne yaptın?" diye sormuş.

Çocuk, "Tanrı'yla öğle yemeği yedim" yanıtını vermiş. Annesinin bir şey söylemesine fırsat vermeden eklemiş, "Biliyor musun? Kadının gülümsemesi hayatımda gördüğüm en güzel gülümsemeydi!"

Bu arada yaşlı kadın da neşe içinde eve dönmüş.

Oğlu, onun yüzündeki huzurlu ifade karşısında şaşkınlığını gizleyememiş. "Anne, bugün seni bu kadar mutlu edecek ne yaptın?" diye sormuş.

Kadın, "Parkta Tanrı'yla birlikte kek yedim" demiş. Oğlu cevap vermeye fırsat bulamadan da eklemiş. "Biliyor musun, düşündüğümden çok daha gençmiş."
 
Paylaşmanın Yüceliği ( Yazar : Bilinmiyor )


Erkek kardeşlerin ikisi de babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı. Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekârdı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve kârlarını eşit olarak bölüşürlerdi.

Günün birinde bekâr kardeş kendi kendine: "Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil" dedi, "Ben yalnızım ve pek fazla gereksinimim yok"

Böylelikle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı.

Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine: "Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil. Ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler.Oysa kardeşimin kimsesi yok, yaşlandığı zaman hiç kimsesi yok bakacak" diyordu.

Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp,bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı.

İki kardeş yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar, çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu.

Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler. O anda olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar.

Hayattaki en yüce mutluluk, sevildiğimize inanmaktır.



--------------------------------------------------------------------------------
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst