hikayeler

Pozitif Düşünce ( Yazar : Bilinmiyor )


John Ruskin, ünlü bir İngiliz sanat eleştirmenidir.

Bir gün, Ruskin'in zengin bir arkadaşıyla akşam yemeği randevusu vardır.

Arkadaşı suratı asık bir şekilde gelir.

Anlaşıldığına göre, yemeğe gelirken arkadaşının göğüs cebindeki dolmakalem kırılmış ve kısa bir süre önce hediye olarak aldığı değerli bir mendilin üzerine çıkmayan Hint mürekkebi leke yapmıştı.

Arkadaşı mendili çıkarıp Ruskin'e gösterir.Kumaşın ortasında çok belirgin siyah yuvarlak bir leke vardır.

Adam o kadar üzülmüştür ki, yemeğine çok az dokunabilir ve eve aceleyle dönerken, mendili masanın üstünde unutur.

Ruskin, çıkarken mendili yanına alır.

Birkaç hafta sonra zengin arkadaşının evine bir paket teslim edilir.

Açtığında, kendisini çok şaşırtan ve sevindiren bir şekilde mürekkep lekeli mendilin harika bir sanat eserine döndüğünü görür.

Ruskin, biraz Hint mürekkebi almış ve yuvarlak lekeyi merkez noktası olarak kullanıp, bütün mendili kaplayan nefis bir desen çizmişti.

İnsanlar eğer pozitif düşünürlerse ve yaratıcı davranırlarsa, olumsuzlukları
başarıya dönüştürebilirler.

Ruskin, arkadaşının küçük üzüntü duvarına bir kapı açarak mutluluğunu sağlamıştı.

Hem özverili davranışı ile yaşamlarını zenginleştirmiş, hem de arkadaşının sevgisini kazanmıştı.
 
Romantik Sevgili ( Yazar : Bilinmiyor )


Günlerce, gecelerce hep onu düşünmüştüm. O ise beni sadece bir iş arkadaşı olarak görüyordu. Hatta bir seferinde, kız arkadaşıyla kavga etmiş ve bana cep telefonunu uzatarak, onu aramamı ve ikna etmemi rica etti. Göz yaşlarımı içime akıtarak, kıza telefon açıp barğıması için ikna etmeye çalıştım. Sanki tanrı dualarımı duymuştu. Kız hiçbir şekilde barışmaya yanaşmıyordu. Ben üstüme düşeni fazlasıyla yapmıştım.

Aradan birkaç hafta geçmişti. Haldun olanları unutup, eski neşesine kavuşmuştu. Bir akşam saat 22:00 sularında cep telefonuma bir mesaj geldi. Mesajın sahibi Haldun’du. Mesaj şöyleydi.

-Yarın bana son kez yardım etmeni istiyorum. Hayatımın aşkını buldum. Ne olur benimle evlenmesi için onu ikna et.

Bu mesaj beni beynimden vurmuştu. Gün ışıyana kadar yanağımdan süzülen yaşlar yastığımda acı ve unutulması mümkün olmayan bir iz bırakmıştı.

İşe giderken ayaklarım beni geri geri götürüyor, yol bitmesin diye sürekli dua ediyordum. Hayatımda ilk ve son kez aşık olmuştum ve bu aşkı ben kendi ellerimle yok edecektim. Mesaime yarım saat geç gittim. İçeri girer girmez Haldun, bu günün hayatındaki en mutlu gün olduğunu ispatlar gibi neşeli ve bir çocuk gibi heyecanlı yanıma geldi. Ben ise yenilgiyi çoktan kabullenmiştim. Ama sevdiğimin mutluluğu beni teselli ediyordu. Haldun, iyi günler dedikten sonra hemen konuya girdi.

-Yeşim, senin hakkını nasıl ödeyeceğim bilmiyorum. Ama inan çok yüce bir olaya vesile oluyorsun.

Elindeki telefon numarasını bana uzattı. Bu numarayı arayıp, karşı tarafa;

-Haldun seni hayatını paylaşacak kadar çok seviyor. Lütfen onu kırma ve evlilik teklifini kabul et. İnan seni şimdiye kadar kimseyi sevmediği kadar çok seviyor.

Dememi istedi. Masama;

-Bu emeğinin karşılığı değil ama, diyerek küçük bir hediye paketi bıraktı. Elimdeki telefon numarasını çevirmeye başladığımda parmaklarımdaki titremeyi görecek diye çok endişelendim. Telefon çalmaya başlamıştı. Birden masamdaki kutudan love story müziğini duydum. Telefon halen kulağımdaydı. Bir yandan da kutuyu açmaya çalışıyordum. Kutuyu açtığımda bir cep telefonu gördüm. Telefonu aldım ve açtım. Haldun bir hamle ile masamdaki iş telefonunu kulağımdan aldı. Ben ise gayri ihtiyari cep telefonunu kulağıma götürmüştüm. Haldun şimdiye kadar duymayı her şeyden çok istediğim, bir kerecik duyduğumda ölmeyi bile kabul edeceğim o cümleleri söylemeye başladı. Ben ise göz yaşlarımı tutamadım ve boynuna sarıldım.



--------------------------------------------------------------------------------
 
Rüya ( Yazar : Bilinmiyor )


Adamın biri bir gece bir rüya görmüş.Upuzun bir kumsal boyunca yanında Tanrı ile yürüyormuş. Onlar yürürken tam karşılarındaki gökyüzünden bir film şeridi gibi hayatından sahneler geçiyormuş.Kumsal adamın hayat yolu imiş sanki.Adam kumda iki çift ayak izi kaldığında dikkat etmiş. Bir çifti kendisinin bir çifti tanrının. Hayatının son sahneside gökyüzünden geçtikten sonra adam kumdaki ayak izlerine boydan boya bir daha bakmış ve birden bir şey dikkatini çekmiş. Hayat yolunun pek çok bölümünde kumda sadece bir çift ayak izi görülüyormuş ve adam dehşet icinde farketmişki, ayak izleri, teke, hayatının en kötü, en acı anlarında iniyor. Bu keşfi onu fena halde rahatsız etmiş ve Tanrı'ya sormaya karar vermiş. "Tanrım... Eğer sana inanırsam senin yolundan gidersem her zaman yanımda olacağını, her zaman yanıbaşımda yürüyeceğini söylemiştin. Oysa hayat yoluma bakıyorum. En zorlu, en kötü, en acılı anlarımda sadece bir çift ayak izi görüyorum kumda... Anlayamıyorum Tanrım, anlayamıyorum...Hayatın kolay günlerinde yanımda yürüyorsunda, sana en muhtaç olduğum anlarda beni niye terkediyorsun? Tanrı gülümseyerek cevap vermiş.Sevgili, çok sevgili evladım. Ben seni çok sevdim ve hiç terketmedim. Hayat yolundaki o zorlu sınav günlerinde yani en acılı en kötü anlarında kumda hep bir çift ayak izi gördün. Dikkat et! Ayak izleri teke indiğinde derinleşiyor. Çünkü, o sıralar ben, seni kucağımda taşıyordum.
 
Rüzgâr ( Yazar : Bilinmiyor )


Çok yakışıklı genç bir adam Amerikanın batısındaki bir çiftliğe iş başvurusunda bulunmuştu.

Çiftliğin sahibi ona özelliklerini sorduğunda genç adam kendine güvenen bir edayla şöyle cevap vermişti:

"Rüzgar estiğinde dahi uyuyabilirim"

Bu söz yaşlı çiftlik sahibinin kafasını çok karıştırmıştı, fakat bu zeki genç adamdan da çok hoşlanmıştı, bu yüzden onu işe aldı. Birkaç gün sonra yaşlı çiftlik sahibi ile karısı geceyarısı çok sert ve şiddetli bir rüzgarla uykularından fırladılar. Bir sorun çıkma ihtimaline karşı heryeri kontrol etmeye başladılar. Pencere ve kapıdaki kepenklerin sıkıca kapatılıp kancalarının yerlerine takıldığını gördüler. Kalın ağaç kütükleri ise sıra sıra şöminenin yanına dizilmişti. Tarım araçları güvenli bir şekilde hangara yerleştirilmişti. Traktör garajdaydı.Ahırın kapısı düzgün bir şekilde kapatılmış ve kilitlenmişti. Hatta içerideki tüm hayvanlar oldukça sakindiler. Genç adam hemen ilerdeki kulübesinde huzurlu bir şekilde uyuyordu.

İşte o anda, yaşlı çiftlik sahibi, genç adamın o gün ona ne demek istediğini anladı.

"Rüzgar eserken dahi uyuyabilirim"

Çünkü genç adam, fırtınasız güzel günlerde bir gün şiddetli bir fırtına ile çiftlikteki herşeylerini kaybedebileceklerini düşünerek, işlerini o kadar bağlılıkla ve düzgün bir şekilde yapmıştı ki, en sert, en şiddetli fırtına dahi esse, yatağında huzurla uyuyabilirdi.

Acaba bunu hangimiz gerçekten yaşamımızda uygulabiliyoruz?

Yapabildikleriniz değil, bir gün gerçekten yapamadığınız şeyler güneş battığında size baş ağrısı verir.
 
Sadece bir oyun ( Yazar : Kaan A... )


Ağabeyim aşağıda beni bekliyordu. İkinci kez ‘’Hadi gel artık ‘’ diye bağırdı. ‘’Tamam geliyorum’’diye cevap verdim gene. Odamdaydım. Aynanın karşısına geçmiş , bir kendime bir de yan duvarda asılı olan ‘’ Rambo’’ posterine bakıyordum. Hala eksikler vardı. Daha bandanayı kafama geçirmemiş , yüzümü boyamamıştım. Plastikten Rambo bıçağını tekrar kontrol ettim , yerindeydi. Masanın üzerinde duran pastel boyaları alıp yüzüme sürdüm. Daha sonra bandanayı aldım. Aynı filmdeki gibi gururla başıma bağladım ve tekrar postere baktım. Artık hazırdım. Merdivenlerden koşar adımla aşağı indim ve bahçeye çıktım. Ağabeyim bahçede masanın yanındaydı , o ise masanın üzerine parıldıyordu. !2.yaş günü hediyem.. Dedem Amerika’dan getirmişti bu tüfeği. Diğer tüfeklerimden farklıydı ; çünkü uzun menzilliydi. Arkadaşlarımı daha uzaktan vurabilecektim. Hepsinden daha avantajlı olacaktım. Yenilmem neredeyse imkansızdı. Tek yapmam gereken bir yere siper alıp, arkadaşlarımın birbirlerini vurmak için siperlerinden çıkmasını beklemek olacaktı. Sonra teker teker hepsini vurup oyunu kazanacaktım. Aralarında en iyi bendim. Ağabeyimde dahil olmak üzere hepsinden daha iyi oynuyordum bu oyunu. Tabi bazen kaybediyordum hatta çoğu zaman kaybediyordum ; ama artık en güçlü silah bendeydi. Masadan tüfeği aldım. Ağabeyim gözümdeki parıltıyı gördü.’’İstediğin oldu mu? ‘’ diye sordu. ‘’Evet’’ dedim gülerek ve tüfekle ağabeyime doğru nişan aldım. ‘’Hadi gidelim’’ dedi. ‘’ Evet’’ dedim ‘’Çocuklar bizi bekliyor’’

Arkadaşlarla parkta buluştuk. Akşama doğru çocuklar salıncakları terk etmiş olurlardı , yaşlılar da gezilerini bitirmiş evlerine giderlerdi ve park bize kalırdı. Küçük bir orman gibiydi bu park , ağaçlar , küçük bir dere , tepeler , kayalar her şey vardı. ‘’Rambo’’ filmlerinde gördüğüm Vietnam gibiydi…

Takım yoktu. Herkes kendi için oynayacaktı. Oyun sonunda vurulmayan yani üstü boyanmayan kazanacaktı. Park’a dağıldık ve herkes bir yerde siper aldı. Ben bir ağacın arkasına gizlenmiştim, sağa sola dikkatlice bakarak hedefleri arıyordum. Kuşların sesinden başka bir ses duyulmuyordu. Keşke onların sesini de duymasaydım, rakiplerimin nerede olduğunu kestirebilirdim. Gelen giden yoktu sanki herkes kaybolmuştu. Belki de iyi bir yerde değildim. Dikkatle etrafa baktıktan sonra hızlıca yandaki ağacın gövdesine attım kendimi. Biraz sonra muhtemelen alt yoldan geçen bir kamyonun gürültüsünü duydum. Sanki bir tank geçiyordu yakınlardan. Acaba düşman mıydı yoksa bizden miydi ? Kamyonun gürültüsüne kendimi kaptırmışken yukarıdan bir helikopter geçti. Bir an için dikkatimi dağıtıp helikopteri izledim. Tüfeği göğe doğrultup nişan aldım. Tetiğe basar gibi yaptım ve sanki helikopteri düşürmüşüm gibi seviniyordum ki tam başımın yanına bir boya çarptı. Az kalsın vuruluyordum, ağacın gövdesi boyanmıştı hemen yüzüme baktım biraz boya da bana bulaşmıştı ama vurulmamıştım. O sırada bana ateş edeni gördüm , ağabeyimde ve tekrar namlusunu bana doğrultmuştu. Kendimi hızla yere attım ve sonra hemen kalkıp hiç düşünmeden koşmaya başladım. Her an vurulabilirdim etrafımı kontrol edemiyordum. O sırada sırtı bana dönük olan bir arkadaşımı derenin öbür yakasında siper almış gördüm. Hemen ilk bulduğum kayalığa saklandım. Önce etrafımı kontrol ettim. Kimse gözükmüyordu. Sonra tekrar karşıda duran hedefe baktım. Çok uzakta değildi , yeni tüfeğimle rahatça vurabilirdim , nişan aldım , namlunun ucunda onu gördükten sonra gururla tetiğe bastım. Boya namludan fırladı ve hızlıca arkadaşımın sırtına saplandı. İrkildi , canı yandığı belliydi. Acaba çok mu acımıştı. Ne kadar acıdıysa da ne olacaktı ki ne de olsa sonunda ÖLÜM yoktu. Bu SADECE bir OYUNDU. Onun yere düştüğünü gördüm , kim olduğunu buradan çıkartamıyordum ama sırtına saplanan boyanın acısıyla yere yığılmıştı. Sanırım düşündüğümden daha yakın bir yerden ateş etmiştim ve bu yüzden boya çok hızlı çarpmıştı. Çocuk hala yerde yatıyordu ve bende endişelenmeye başlamıştım ama biraz sonra kalktı ve ellerini havaya kaldırarak oyun alanından çıktı. Rakiplerimden biri gitmişti şimdi sıra diğerlerindeydi. Yavaş yavaş bulunduğum yerden çıkıp sürünerek bir ağacın gövdesine dayandım. Kulağımı kabartıp sessizliği dinlemeye başladım. Tam karşımdaki çalılıkların oradan bir hışırtı geldi. Yavaş yavaş o tarafa doğru yürütmeye başladım. Tekrar bir hışırtı gelince hemen yanımda duran ağacın arkasına saklandım. Acaba beni görmüşmüydü yoksa bu bir tuzak mıydı ? Derin derin nefes alıyordum. Yavaşça kafamı kaldırıp çalılığa bakmaya çalıştım , rakip orada duruyordu. Bu sefer tüm vücudumla dönüp baktım. Ağabeyim sırtını bana dönmüş yavaşça ilerliyordu ve biraz sonra başına geleceklerden habersizdi. Tüfeği kaldırıp nişan aldım. Namlunun ucunda ağabeyimi görebiliyordum. Küçük bir parmak hareketiyle en büyük rakibimi eleyebilecektim. Ama bu yaptığım doğru muydu onu arkadan vurmak bir kahramana yakışır mıydı ? Rambo böyle yapmazdı ya da G.I. Joe lar onlar da düşmanı arkadan vurmazdı. Gözümü dürbünden çektim. Ağabeyime seslenecek onun beni görmesini sağlayacak ondan sonra onu vuracaktım. Böylece hem kardeşinin zaferini ona göstermiş hem de onu arkadan vurmamış olacaktım. ‘’ Ağabey ‘’ diye seslendim ve ağabeyim arkasını dönünce hemen nişan aldım ama namlunun ucunda ağabeyim durmuyordu. Başka biriydi bu , üstünde asker kıyafeti vardı, elinde de gerçek bir tüfek. Kafasında kasktaki işarete bakılırsa bizden değildi. Şaşırmıştım , tam namlunu ucunda bir düşman bana bakıyordu, o da şaşırmıştı, ölümü kabullendiği halde hala onu vurmayışımı anlamamıştı. Burası çocuklukta oynadığımız park değildi , karşımda ağabeyim yoktu, ne yapacağımı bilemiyordum. Bu sırada düşman silahına doğru bir hamle yaptı. Gözümü kapadım ve tetiğe bastım. Onlarca kurşun boşalmış olmalıydı. Elimdeki silahın gücünü hissedebiliyordum ve karşımdakinin ne hale gelmiş olabileceğini düşündüm. Korkara gözlerimi açtım ve düşmana doğru baktım. Yerde yığılmıştı , kıpırdamıyordu. Boğazından kan fışkırıyordu. Bunu ona ben mi yapmıştım. Bu kadar acımasız olabilir miydim?. Bir anda yanımda bir asker belirdi. Giyinişine bakılırsa bizdendi ‘’ Deli misin sen ! ‘’ diye bağırdı. Yerde yatan düşmanı göstererek ‘’ Onu haklamasam seni vuracaktı Kendine gel savaştayız bu bir oyun değil ‘’.

Son sözleri kulağımda çınlıyor…SAVAŞTAYIZ , bu bir OYUN değil…
 
Sakın Değişme ( Yazar : Jennifer Read Hawthorne )


Arkadaşım Mark Tucker multi-medya slaytları üretir ve satar. Doğu sahillerindeki tanıtım gösterilerini tamamladıktan sonra bir gece, yanına bir kadın yaklaşmış ve Oğlumun bestelerini tanıtım gösterilerinizde kullanmalısınız demiş. Mark, bunun üzerine her zamanki yanıtını vermiş. Önce,oğlunun bir örnek teyp hazırlaması gerekiyormuş, ama bunun çok profesyonel bir şey olması koşul değilmiş.Aslında, çocuk odasında gitarıyla bir şeyler çalıp kaydetmesi bile Mark için yeterli olabilirmiş. Mark bütün bu açıklamaları yaptıktan sonra kadın hafif bir gülümsemeyle, Oğlum Billy Joel demiş. Daha sonra kadın, Mark’ın oğlunun çok özel bir şarkısını dinlemesi içir ısrar etmiş ve Mark da dinlemiş bu parçayı. Kadın, bu şarkının kişinin kendi değerinin farkına varması konusunda çok hoş bir mesaj verdiğine inanıyor ve Mark’ın çalışmaları için çok uygun olduğunu dile getiriyormuş. Kadın, bu şarkının tohumlarının yıllar önce Billy Joel küçük bir çocukken atıldığını söylemiş. Billy Joel delikanlı olurken hep başkası olmak istermiş. Boyu, arkadaşlarından çok daha kısa olduğu için, herkes alay edermiş onunla. Her gün okuldan geldiğinde ise, hiçbir konuda yetenekli olmadığından yakınırmış. Aslında, biraz daha uzun boylu olsa, her şeyin değişeceğine inanırmış. Oysa annesi oğlunun mükemmel bir çocuk olduğuna inanıyormuş. Bu yüzden, Billy kendi hakkında ne zaman olumsuz bir ifade kulansa, ona Üzülme yavrum, bunun hiçbir önemi yok. Sen zaten mükemmelsin, bu yüzden başkalarına benzemene hiç gerek yok. Hiçbirimizin bir eşi yoktur, hepimiz birbirimizden farklıyız. Senin de tüm dünyayla paylaşabileceğin özelliklerin var. Ben seni olduğun gibi seviyorum. Dermiş. Oğlunu koşulsuz seven bir annenin sözleri, yıllar sonra bir şarkı olarak karşımıza çıkmış. Gördüğünüz gibi, Billy Joel büyüdükçe kendisini tanıyıp, kabullenmiş ve tüm dünyaya müziğini dinletmiş. Grammy ödülünü kazanan şarkısının sözleri, bugün milyonlarca insanın yüreğindedir, aynı annesinin yüreğinde olduğu gibi:

Sakın değişme
Değişmeye çalışma beni mutlu etmek için...
Ben seni olduğun gibi seviyorum.
 
Sarkaç ( Yazar : O.Henry )


Mavi giysili bir adam haykırarak, “Seksen birinci sokak..İndir şunları..” dedi.

Bir sürü insan indi, onların yerine başka bir sürü bindi. Dan dan!.. Manhattan’ın atlı tramvayı tangırdayarak ilerledi ve John Perkins, yüksekçe olan durak yeri merdivenlerinden az önce boşalan sürüyle birlikte aşağı indi.

John evine doğru ağır ağır yürüdü. Ağır ağır, çünkü onun günlük yaşantı sözlüğünde “acaba” diye bir sözcük yoktu. İki yıldır evli olan ve apartman katında oturan bir adamı bekleyen sürprizler olamaz. John hem yürüyor, hem şu monoton günün önceden belli sonuçlarını dalgın ve ezik bir kötümserlikle düşünüyordu.

Katy onu kapıda karşılayacak, dudaklarına şekerlemeli bir öpücük konduracaktı. Paltosunu çıkaracak, kanepeye otururuk akşam gazetesinde öldürücü linotiplerin geberttiği Ruslarla Japonları okuyacaktı. Akşam yemeğinde çömlek kebabı, deriyi çatlatıp incitmeyeceği garantili bir sosla terbiyelenmiş salata, haşlanmış börülce ve kavanozu üstündeki kimyasal saflığını bildiren belgeden utanmakta olan bir çilek reçeli bulunacaktı. Yemekten sonra Katy ona yırtık yorgan için buzcunun boyunbağı ucundan kesip vermiş olduğu yamalığı gösterecekti. Saat yedi buçuktan sonra üst kattaki şişko adamın beden eğitimi hareketlerine başlamasıyla düşecek tavan sıvalarından korumak üzere mobilyaları gazetelerle kapayacaklardı.

Saat tam sekizde, karşılarındaki dairede oturan vodvil topluluğundan işsiz Hickney ile Mooney çifti hafif bir çılgınlık nöbeti içinde, besteci Hammerstein’in elinde haftalık beşyüz dolarlık bir kontratla kendilerini kovaladığı sanısına kapılarak sandalyeleri devirmeye başlayacaklardı. Sonra, aydınlık aralığının karşı yanındaki pencereden görünen bay, flütünü çıkarırdı. Yemek asansörü, telli makaradan kayardı. Kapıcı, Bayan Zinoviev’in beş çocuğunu yine Yalu’nun ötesine kovalardı. Parlak iskarpinli kadın İskoç köpeğiyle birlikte aşağıya iner, mektup ve zil kutusu üstüne Perşembe günlerine öz adını bant ile yapıştırır. Böylece Frogmore apartmanının her akş***i olayları sürer giderdi.

John Perkins bunların olacağını biliyordu. Ve yine biliyordu ki sekizi çeyrek geçe cesaretini toplayarak, şapkasına uzanacak ve karısı huysuz bir sesle şu sözleri söyleyecekti.

“Şimdi nereye gidiyorsun, bilmek isterim John Perkins?”

O, “Şöyle bir MacCloskey’e uğrayayım da arkadaşlarla bilardo oynayayım diye düşündüm”, karşılığını verirdi.

Son günlerde böyle bir alışkanlık edinmişti John Perkins. Saat on, ya da onbirde dönerdi. Kimi zaman Katy uyumuş olurdu. Kimi geceleri de evlilik yaşantısının çelik zinciri üzerindeki altın kaplamadan birazını daha kızgınlığının potasında eritmeye hazır durumda uyanık beklerdi. Bu şeylerin hesabını, Frogmore apartmanındaki kurbanları ile birlikte yargılanırken, çöpçatan Küpid (Roma Mitolojisinde aşk Tanrısı) verecektir.

Bu gece John Perkins, kapısı önünde hergünkü olayların olağanüstü kargaşalığı ile karşılaştı. Tutkulu, şekerlemeli öpücüğü ile Katy orada değildi. Üç odanın üçü de tekinsiz bir karışıklık içindeymiş gibiydi. Her yerde karısının öteberileri karmakarışık saçılmış duruyordu. Ayakkabıları orta yerde, saç kıvırma maşaları, firketeler, kimonolar, pudra kutusu, konsolun, sandalyelerin üstüne saçılmıştı. Oysa Katy hiç böyle yapmazdı. John, yüreği ezilerek, dişleri arasında karısının, kahverengi kıvırcık saç telleri bulunan tarağını gördü. Olağanüstü bir telaş ve tedirginliğe kapılmış olmalıydı, çünkü tarama sonucu dökülen saçlarını bir iğne yastığı yapmak üzere şömine rafındaki mavi, küçük vazo içinde dikkatle biriktirirdi.

Havagazı musluğuna göze batacak şekilde bir iple bağlanıp sarkan katlanmış bir kağıt vardı. John bunu kaptı. Karısının bıraktığı pusulada şunlar yazılıydı..

“Sevgili John,

Annemin çok hasta olduğunu bildiren telgrafı biraz önce aldım. 4.30 treniyle gidiyorum. Kardeşim Sam beni istasyonda karşılayacak. Buzdolabında söğüş koyun eti var. İnşallah yine bademcikleri şişmemiştir. Sütçüye elli sent ver. Geçen İlkbahar’da çok çekmişti. Havagazı saati için şirkete yazmayı unutma. Temiz çorapların dolabın üst çekmecesinde. Yarın mektup yollarım.

Telaş içinde

Katy

Evlilik yaşamları iki yılı boyunca onunla Katy bir tek gece bile ayrı kalmamışlardı. John, sersemlemiş olarak pusulayı birkaç kez okudu. İşte hiç değişmeyen günlük yaşantısında bir aksama olmuş ve kendisini şaşkına çevirmişti.

Orada, sandalyenin arkalığında, acınacak şekilde bomboş ve biçimsiz olarak karısının yemek pişirirken giydiği hırka sarkıyordu. Gündelik giyecekleri ise aceleyle şuraya buraya atılmışlardı. Onun en çok sevdiği şekerlemeyle dolu kesekağıdı ağzı açılmadan durmaktaydı. Trenlerin gidiş geliş saatlerini bildiren günlük bir gazete açık olarak yerde seriliydi. Odada bulunan her şeyde bir yitiklik, bir öz yokolmuşluğu, ruh ve can uçup gitmişliği seziliyordu. John Perkins, gönlünde garip bir yıkıntı, bir ıssızlıkla bu ölü kalıntıların arasında ayakta durmaktaydı.

Odayı elinden geldiğince derleyip toplamaya başladı. Karısının eşyalarına dokundukça içinden korkuya benzer bir ürperme geçiyordu. Katy’siz yaşamın nasıl olacağını hiç düşünmemişti. Karısı onun varlığına öylesine girmişti ki, ciğerlerine doldurduğu hava gibi gerekli ancak farkedilmez olmuştu. Şimdi ise hiçbir haber vermeden gitmiş, ortalıktan yokolmuştu, hem de öylesine bir yokoluş ki, sanki hiç varolmamıştı. Elbet bu yalnızca bir iki gün için, ya da en çoğundan bir hafta içindi. Gelgelelim ona Azrailin parmağı çalkantısız ve güvenli evini gösteriyor gibiydi.

John, koyun eti söğüşünü isteksizce çıkardı. Kahve pişirdi, çilek marmelatıyla karşı karşıya tek başına sofraya oturdu. Çömlek kebapları, deri cilasına benzer soslu salatalar, şimdi burnunda tütüyordu. Yuvası yıkılmıştı. Bademcikli bir kaynana yuvar tanrılarını çil yavrusu gibi dağıtmıştı. Tek başına yemekten sonra sokağa bakan bir pencere önünde oturdu.

Sigara içmeyi canı çekmiyordu. Dışarda kent onu gürleyerek çılgın dans ve eğlencesine çağırıyordu. Gece kendisinindi. Sorguya çekilmeden gidebilir, orada neşeli bir bekar gibi eğlence tellerini kayıtsızca tıngırdatabilirdi. İsterse kafayı çekip gün ağarana dek dolaşabilirdi. Üstelik elinde neşesinin kalıntıları için tasını uzatarak bekleyen bir Katy de bulunmayacaktı. İsterse Mc Closkey’in salonunda şamatacı arkadaşlarıyla Tanyeri Tanrıçası elektrik ampullerini donuklaştırıncaya değin bilardo oynayabilirdi. Frogmore apartmanında bulunduğu sürece taşıdığı evlilik geminin kantarmaları gevşetilmiş bulunuyordu. Katy gitmişti.

John Perkins duygularını çözümlemeye alışık değildi. Gelgelelim üçe dört metre ölçülerde Katy’den yoksun odada otururken şaşmaz bir vuruşla tedirginliğinin bamtelini buldu. Artık Katy’nin mutluluğu için gerekli olduğunu biliyordu. Ev yaşantısının durgunluğu yüzünden bilinç altına gömülüp gitmiş olan karısı için beslediği duygu, onun yokluğuyla açık ve seçik olarak yüzeye çıkmıştı. Bize atasözleri, öğretiler, masallar ya da en azından bunlar gibi parlak ve gerçek bildirilerle, güzel sesli kuş kafesten uçup gittikten sonra değeri bilinir diye binlerce kez söylenmemiş miydi?

“Katy’ye karşı davranışlarıma bakılırsa,” diye düşündü John Perkins, “Ben çifte kavrulmuş zorbanın biriyim. Evde kalıp onunla birlikte oturacağım yerde her gece dışarı çıkıp arkadaşlarla bilardo oynuyor, serserilik ediyorum. Zavallı kızcağız ise eğlenecek hiçbir şeyi olmadan tek başına burada kalıyor. Benim aklım bir karış havada! John Perkins, sen alçakların en alçağısın. Kızcağızın gönlünü alacağım. Onu dışarı çıkarıp biraz eğlenmesini sağlayacağım. Üstelik şu dakikadan geçerli olmak üzere McCloskey çetesiyle her türlü ilişkimi keseceğim.”

Evet, dışarda kent, kendisini Eğlence Tanrısı ardında dansetmeye gürültüyle çağırmaktaydı. McCloskey’de ise çocuklar aylak aylak ıstakalarla toplara vuruyorlardı. Ancak ne çiçeklerle kaplı yollar, ne de ıstakaların takırdayışları pişmanlıklarla dolu Perkins’i baştan çıkaramazdı artık. Değerini iyi bilmediği ve nerdeyse küçümsediği şey, elinden alınmıştı. Oysa onu istiyordu. Pişmanlıkla dolu olan Perkins atalarını geriye doğru meyve bahçesinden kovulan Adem adındaki adama dek izleyebilirdi.

John Perkins’in sağ kolu yanında bir iskemle vardı. Bunun arkalığında Katy’nin bluzu asılıydı. Hala onun gövde çizgilerini taşıyor gibiydi. Kadın, kocasının rahat etmesi ve keyfi için çalışırken kol hareketleri yüzünden bluzun kolları belirli yerlerde buruşmuş bulunuyordu. Oralarda hafif, gene de kışkırtıcı bir hoş koku geliyordu. Burnuna. John onu eline aldı ve hiçbir karşılıkta bulunmayan bu ince yünlüğe uzun uzun baktı. Katy hiçbir zaman soğuk davranmamıştı. John Perkins’in gözleri yaşlar, evet gözyaşları doldu. Tüm savsamalarını ödeyecekti. Onsuz yaşam bir hiçti!

Kapı çaldı. Elinde küçük bir el çantasıyla Katy içeri girdi. John ***** ***** ona baktı.

“Oh! Geri döndüğüme öyle seviniyorum ki,” dedi Katy, “Annem gözde büyütülecek kadar hasta değilmiş. Sam istasyondaydı. Annem küçük bir kriz geçirmiş, bana teli çektikten sonra bir şeyi kalmamış. Ben de bu yöndeki ilk trenle geldim. Bir fincan kahve içmezsem öleceğim.”

Frogmore apartmanının üçüncü kat ön dairesinde yaşantı mekanizması vızıldayarak yeniden çalışırken ve sarkaç sağa sola sallanırken, dişli çarkların çıkardıkları tıngırtıları hiç kimse işitmedi. Bir kayış kaydı, bir yaya dokunuldu, vites ayarlandı ve tekerlekler kendi yörüngelerinde döndüler.

John Perkins saate baktı. 8.15 idi. Şapkasına uzandı ve kapıya doğru yürüdü.

Katy, yakınan ve huysuz bir sesle, “Şimdi nereye gidiyorsun John Perkins, bilmek isterim?” diye sordu.

“Şöyle McCloskey’e uğrayayım da arkadaşlarla bilardo oynayayım diye düşünmüştüm,” dedi John.
 
Sedef Çiçeği ( Yazar : Bilinmiyor )


Seksenlerindeki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı. Adam inatçı bakışlarla suskun, Nine'nin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözleri ve keskin çizgileriyle bıkkın bakışları süzüyordu etrafını.

Ve Hakimin tokmak sesiyle sustu uğultu ve tok sesiyle, sözü yaşlı kadına verdi, hakim. "Anlat teyze. Neden boşanmak istiyorsun?"

Yaşlı kadın derin bir nefes çektikten sonra baş örtüsüyle ağzını aralayıp, kısılmış sesiyle konuşmaya başladı, "Bu herif yetti gari, Elli yıldır bezdirdi hayattan."

Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu mahkeme salonunda. Sessizlik bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu, kimbilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış elli yılın ardından. Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı, kadın neler diyecekti. Herkes onu dinliyordu.

Yaşlı kadının gözleri doldu. Ve devam etti.

"Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim. O bilmez. Elli yıl önceydi. O çiçeği, bana verdiği çiçeklerin arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm. Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim. Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım. Her gece güneş açmadan önce bir tas suyla sulayacağım onu diye. İyi gelirmiş dedilerdi. Elli yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayayım demedi. Ta ki geçen geceye kadar. O gece takatim kesilmiş, uyuyakalmışım. Ben böyle bir adamla elli yıl geçirdim. Hayatımı, umudumu herşeyimi verdim. Ondan hiçbirşey göremedim. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim. Onsuz daha iyiyim, yemin ederim."

Hakim, yaşlı adama dönerek;
"Diyeceğin bir şey var mı baba?" dedi.

Yaşlı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hakime yöneldi.

"Askerliğimi, reisicumhur köşkünde bahçevan olarak yaptım, o bahçenin görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim. Fadimemi de orada tanıdım. Sedefleri de. Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim. O çiçeklerle doludur bahçesi. Kokusuna taptığım perişan eder yüreğimi. İlk evlendiğimiz günlerin birinde boyun ağrısından onu hekime götürdüm. Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi. Her gece uykusunu bölüp, uyansın, gezinsin dedi. Hekimi pek dinlemedi, bizim hatun, lafım geçmedi. O günlerde tesadüf bu çiçek kurudu. Ben ona gece sularsan geçer dedim. Adak dilettim. Her gece onu uyandırdım. Ve onu seyrettim. O sevdiğim kadını, yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim. Her gece o çiçek ben oldum, sanki. Ona bu yüzden tapabilirdim..." dedi adam o yaştaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle.

"Her gece o yattıktan sonra uyandım. Saksıdaki suyu boşalttım. Sedef gece sulanmayı sevmez, hakim bey. Geçen gece de, yaşlılık. Ben de uyanamadım. Uyandıramadım. Çiçek susuz kalırdı amma, kadınımın boynu yine azabilirdi. Suçlandım. Sesimi çıkartamadım."

O an mahkeme salonunda herşey sustu.

Ertesi sabah gazeteler "Sedef susuz kaldı" diye, yine yalnızca neticeyi haber yaptılar.
 
Seni Düşlemek ( Yazar : Özen Kıraç )


Yeni bir sonbahardı mevsim-herseyi sarıya boyan-,cıvıl cıvıl bir yazı hayallerinle süslemiştim oysa, ama gittin ve yaz bitti.... Gittin... Artık ne sen dönebilirsin, ne de ben açabilirim gönlümü ne sana, ne de bir başkasına... bir zamanlama hatası mıydı? Ne dersin? Yoksa sadece mekanlar mı uymadı bu aşka? Bilmiyorum... Oysa ne sen bana erken ,ne de sen bana
geçtim... zamanlamalar tutsa da, hayaller tutmadı, bunu geç olsa da fark ettim...

Hersey baslar ve biter dediğin o anda anlamıştım, benim sana sonsuz, senin bana geçici bağla bağlanmanın yüreğimde açacağı derin yarayı...Oysa ne sen bana erken, nede ben sana geçtim... sadece ne sen, ne de ben cesaret edemedik mekanlar ötesi bir aşk yaşamaya...Gittin ve o yaz gibi aşkımızda bitti...

Gittiğinde farklı mevsimler yasıyorduk, ben kışa girerken, cıvıl cıvıl bir yaz ve yakışı güneş miydi senin aklını çelen ,beni TERK ETTİREN ve bunca acıya iten?... Mevsimler ve mekanlar mı karar verdi aşkımızın sonuna, ne sen bana geç ,ne de ben sana erken olmadığımız zamanlamamızda... Her ne ise sen gitti ve yaz bitti....

Komik biliyor musun? Bittigini bile bile hala beni kıskanman, hala seni sevmemi beklemen ve hala benim seni düşünmem bunca acıya rağmen...

Seni düşünmek? Seni düsünmek nasıl birsey biliyor musun? Bazen bir kanat çırpışı gibi bir kuşun özgürce, bazen bir tüyün yere süzülüşü gibi yavas yavaş, bazen hızlandırılmış bir flim seridi gibi seri ve akıcı, bazen bir balığın can çekişmesi gibi caresiz ve acınacak bir sey, seni düşünmek...

Seni düşünmek: Bazen bir çınarın altında sıcak yaz gecesinde hayaller kurmak gibi, bazen bir derin maviliklerde kaybolmak gibi, bazen bir çölde vaha bulmak gibi... Düşünürken ağzındaki lokmayı yutmayı unutmak gibi, ulaşamadıkça bir seraba peşinden ölesiye koşmak gibi, TUTUGUN BİR BALIGI AĞDAN KURTARIP, DERİNLİKLERE SALI VERMEK GİBİ, İÇİNİ HUZURLA DOLDURAN, adın geçtiğinde daldığın hayallerden bir çırpıda gerçeklere donuvermek gibi...DÖRT NALA KOSAN BİR TAYDAN DÜSÜVERMEK GİBİ DÜŞLERİN KOYNUNA... İşte böyle bir şey seni düşünmek...Eğer sende beni böyle düşleseydin, böyle kolay ve zalimce olmazdı gidişler, değil mi birtanem?

Gidişinde gelişin gibi sadece hayaldi belki... düşlediğim düşlerim gibi...hani her gece düşü veren rüyalarıma.. Ve lacivert sisli bir gecede geleceğine inanmak, aslında hiç gelmeyeceğini bilmek gibi....

Gidişinde aslında üzmedi beni yokluğun kadar , yoktun ki aslında... Yokluğun kadar sevdim seni, yokluğun kadar özledim, yokluğunda hayal ettim... şimdi ancak yokluğun kadar nefret edebiliyorum senden.... ne acı!!!!

Gittin, yoktun, hiç olmadın....

Seni düşlemek mi?Yinede güzeldi... kızgın bir çölde bir serapın bilinçsizce ardından koşar gibi...



--------------------------------------------------------------------------------
 
Sen Hiç Deniz Gördün mü? ( Yazar : Bilinmiyor )


Adamın biri ressamdır fakat pek başarılı bir ressam değildir. Haliyle tabloları da pek satılmaz, sefalet içinde sürdürürmüş yaşantısını.

Bir gün bu ressamın gazeteci bir arkadaşı kendisini ziyarete gelmiş. Sersefil halini görmüş, üzülmüş biraz. Sonunda dayanamayıp arkadaşına şöyle bir teklifte bulunmuş: “Gel seni meşhur edeyim!”

- Nasıl yapacaksın ki?

- Her şeyi ben organize edeceğim. Ne dersem aynısını yapacaksın. İşin sonunda kârı yarı yarıya paylaşacağız. Seni çok ünlü ve büyük bir ressam yapacağım.

Ressam hala bön bön bakmakta, arkadaşının motor kayışında bir sıyırma durumu olduğuna kanaât getirmeye başlamaktadır.

- Yahu ben yıllardır resim yaparım, geldiğim yer ortada. Sen nasıl yapacaksın ki bunu, üstelik bu kadar kesin konuşuyorsun?

- Dinle şimdi. Sana bir sergi açacağız. Yeni eserler falan yapmana da gerek yok. Hatta yarım kalmışları bile koyabilirsin, farketmez.

Ressam, arkadaşının kayışını sıyırmadığına, tamamen koptuğuna kanaât getirmiştir artık.

- Eeee?

- Ben bu serginin duyurusunu yapacağım benim gazetede. Köşe yazısı, röportajlar falan yayınlayacağız. "Ünlü ressam.... Yeni sergisinde filanca tarz eserlere yer verecek" gibisinden şeyler yazacağız..

- Ne tarzı?

- Dur yahu, bir dinle hele. Sergi günü geldiğinde sen başına bir bere takacaksın. Keçi sakal da bırakacağız. Sergiye yetişmezse takma sakal yaparız. Gözüne tel çerçeve bir gözlük ve ağzında da bir pipo olacak.

- Ben pipo içmem ki?

- Yahu delirtme insanı. Bir günlüğüne içiver işte, seversin hem... Neyse. Davetliler gelip sergiyi gezmeye başlayacaklar, sen de ortalıkta dolanmaya başlayacaksın. Tabloların fiyatlarını oldukça yüksek tutacağız. İnsanlar tablolara baktıklarında haliyle eleştirecek şeyler bulacaklardır. Sen yanlarına yanaşacaksın. Onlar sana eleştirilerini söyledikleri zaman, konu ne olursa olsun gözlerinin içine derin derin bakacaksın, pipondan derin bir nefes alıp verdikten sonra ağır bir ses tonuyla: "Sen hiç deniz gördün mü?", diye soracaksın?

- Hö?

- Tabi onlar da öyle diyecekler ama sen tavrını değiştirmeyeceksin. Sorunu tekrar edeceksin. "Sen hiç deniz gördün mü?". Baktın eveleyip geveliyorlar, dönüp sırtını gideceksin, başka bir şey söylemeyeceksin.


Bizim ressamın aklına yatmaz bu senaryo. Ne yapılmak istendiğini de anlayamaz. Buna karşın arkadaşı kendinden çok emin ve ısrarcıdır. Parasızlık da had safhadadır aksi gibi. Çaresiz kabul eder ve süreç başlar.

Bizim gazeteci, söz verdiği gibi organize eder sergiyi. Gazetesinde yazılar, röportajlar falan gırla gider. Ünlü ressam bilmem kim, filanca tarzında yaptığı son eserlerini sergiliyordur. Haber birkaç basın organına da sıçrar. Sanat camiasının ilgisi iyice yoğunlaşmıştır. Bu arada bizim ressam en keçisinden bir sakal bırakmış, iyisinden bir pipo temin edip tüttürme talimlerinde bulunmuş ve bitpazarından da bir adet entel gözlüğü takıp Fransız usulü bir berenin altına hepsini yerleştirmiştir, beynini dışarıda bırakarak.

Büyük gün gelip çatmıştır. Sergi açılışı... Davetliler, basın, galeri patronları, yeni zengin olmuş züppeler, "Aman da kültürlü olalım", diyenler, kültürü yılların birikimi değil çarşıdan pazardan alınan bir şey zannedenler, “Zamanı gelince yaparız”, diyenler... Bizim ressam da ortalıkta gezmektedir yeni kostümüyle. Resimler ise hatalarla dolu olarak ortalıkta sergilenmektedir. Vatandaşın birinin yanına yanaşır bizimkisi. Adam resme küçümser gözle bakar ama resmin fiyatı korkunçtur. Öyle ki bizim ressam bile ürkmüştür fiyatlardan.

Sanatsever: “Üstat, bu resimdeki dağ kompozisyonu... Hani diyecektim ki renk tonları pek natürel değil gibi. Sizce de öyle değil mi?”

Zaman gelmiştir. Bizimkisi piposundan derin bir nefes alır. Aynı derinlikte bakışlarla bakar tel çerçeve gözlüklerinin ardından. Ve çıkardığı dumanlar içinden adama şöyle der: “Sen hiç deniz gördün mü?”

Adam afallamıştır. Soru bir dağ manzarası ile ilgilidir.

- Ama beyefendi , bu resim, yani dağın tonlarını diyordum...

Sözünü keser bizimkisi: “Sen hiç deniz gördün mü?”

Adam resme dönüp bir daha bakar. Sanki farklılaşmıştır. Evet ortada belki deniz yoktur ama hayalinde bir deniz göremeyen bir insan olarak dağın tonlarını nasıl eleştirebilir ki? Resim sadece görüleni mi anlatır oysa... Ya görülmeyenler, onları çağrıştıramaz mı? Renkler ille de her şeyin doğasını yansıtırsa fotoğraftan ne farkı kalır resmin? Bu sanatın ruhu nerededir?

“Özür dilerim üstat!”, der ve hemen bir işaretle yardımcısını yanına çağırır, resmi satın almak istediğini, gerekli işlemleri yapmasını söyler.

Ressam şaşırmıştır. Ama şikâyetçi değildir. Nasıl olduğunu anlamamıştır ama bir tablo satmıştır. Hemen başkalarını aramaya koyulur. Şık giyimli bir bayan dikkatini çeker bir resminin önünde. Aksilik bu ya, tamamlanmamış bir resimdir...

- Oh, üstat, iyi ki geldiniz. Ben size şeyi soracaktım. Bu eseriniz... Sanki anlatılacak şeyler varmış da anlatılmamış gibi...

Derin bir pipo nefesi ve derin bir bakışın ardından ölümcül soru gelir: “Sen hiç deniz gördün mü?”

-Pardon?

-Sen hiç deniz gördün mü?

Kahretsin... İşte sanatçıyla benim farkım. Ben resmin görünenini görebiliyorum. Arkasını göremiyorum. Oysa o... Ruhuna iniyor... Belki anlatmak istediklerini çizmek zorunda bile değil. Daha denizi göremeyen ben fırçanın kıvrımlarındaki duyguyu nasıl algılayabilirim? Alıyorum! Kaç paraysa... Sanata fiyat biçilmez...

Bu sefer de tutmuştur. Bizimkinin keyfi yerindedir. Ve sonra bir başkası, bir başkası daha... İki gün içerisinde yarım yamalak ne kadar tablo varsa satılır sergide. Diğer gazeteler, yayın kuruluşları röportaj yapmak için sıraya girerler. Ünlü ressam bilmem kimdir artık... Mazide ne olduğu pek de önemli değildir...

Sergi bitip hasılat elde edilir. Bu karmaşa içinde gazeteci arkadaşla pek görüşme imkânı da bulamamıştır. İş bitiminde başta konuşulduğu gibi hasılatın bölüşülmesine gelmiştir sıra. Oturup hesap kitap yaparken pek keyiflidir gazeteci arkadaşı. Ressama dönerek: “Gördün mü bak... Sayemde ünlü de oldun. Bir sürü de para kazandın. Artık sırtın yere gelmez. Bu iyiliğimi de unutma...”, der.

Bizimkisi yanıt verir, pipo dumanları ve tel çerçeve gözlüklerinin ardından: “Sen hiç deniz gördün mü?”
 
Sevdanın Ateşi ( Yazar : Bilinmiyor )


Hep ertelenen bir an, hiç yaşanmamaya mahkumdur. Düşlerin bekleyişini yalnızca bir hüsran karşılayacaktır. Mevsimleri sayarsak, ömür baharsız tükenir gider. Sevdiğinizi bulmak ya da bulduğumuzu sevmek tercihi en zor olan iki seçenektir bu sınavda... Boşuna akan ırmaklar mı var yüreğimizde, sebepsiz mi coşkun bir denizde maviye hasretliğimiz? Ufukta görünen o ki, mutluluk tek kişiliktir aslında. Karşımızdakinin çabasına ihtiyacı yoktur mutluluğun. Aşkın da sevdiğin kadar büyüktür. Sevdiğin sürece meydan okur dünyaya. Hasretle beklenen gelmez hiçbir zaman, o hasreti yalnız tüketirsin. Karşılık bulmuyorsa sevda, umut değil, kendini hükümdar sanan köleler üretir, dönemezsin. Ama boşa geçmemiştir dolan vakit. Heba olan şiirlerin de değildir. Türkülerin diliyle yas tuttuğun geceler, sırdaşlığını hiç terk etmez. Kıymetini bilmediğin kır çiçekleri yeniden açar, o gül solarken. Ayrılanlar yıllar geçse de üstünden, hep aynı acıyı çeker. Ama yollar hiç bitmez. Sonuna geldiğin, zannettiğin yerler birer duraktır aslında. Ve sen yolculuğunu gönüllü olarak bitirmişsindir o durakta. Güneş hep geç kalırmış gibi gelir, sen bir havada mevsimlecaktır belki. Hep bir umutla beklenirken sevda habercisi, yüreğini teselli etmek de sana düşer. Her şeye rağmen ürkütmesin seni bu sevdanın ateşi. Her yangın önce başladığı yeri yakar. Sana küçük kendime büyük gelen yüreğimde, yıllar geçse de senin adın yazar. Ve bil ki sevdiğim, uslanmaz ruhum yaşadıkça seni sever, seni sevdikçe yaşar..
 
Seni Seviyorum ( Yazar : Julian Barnes )


"Seni seviyorum." Önce bu sözcükleri bir rafa kaldırmalıyız; dirseğimizle kırmak zorunda kalacağımız bir camın arkasındaki bir kutuya; bir bankaya koymalıyız. Onları bir tüp C vitamini hapı gibi ortalarda bırakmamalıyız. Bu sözler dilimize çok kolay gelirse düşünmeden kullanabiliriz; dayanamayız. Söylemeyiz deriz ama söyleriz. Sarhoş oluruz ya da yalnızlık hissederiz, ya da büyük ihtimale, düpedüz umutlanarak, bir de bakarız o sözleri sarf etmişiz, kullanmışız, kirletmişiz. Kendimizi aşık olmuş ve uygun düşüp düşmeyeceğini sınamak için kullandık sanırız. Söylediklerimizi kulağımız duyana kadar ne düşündüğümüzü nasıl bilebiliriz? Bırak bunları; geçerli değil. Bunlar büyük sözlerdir; onları hak ettiğimizden emin olmalıyız. Onları bir kez daha duy: "Seni seviyorum."(I love you). Özne, fiil, nesne. Özne sevenin kendini ifade eden kısa bir sözcük. Nesne de özne gibi kısa ve dudakları öpmek için gibi uzatarak söylenen bir söcük. "I love you." Ne ciddi,ne ağırlıklı, ne yüklü geliyor kulağa.

Sanıyorum dünya dilleri arasında ses uyumu açısından gizli bir anlaşma var. Sanki toplanmışlar ve bu cümlenin kazanılması gereken, ulaşılmak istenen, layık olunacak olağanüstü bir şey tınısı vermesini kararlaştırmışlar. Ich liebe dich: bir gece yarısı, sigara sesli o fısıltı ve özne ile nesnenin mutlu kafiyesi. Je t'aime: değişik bir yöntem; önce özne ile nesne aradan çıkarılıyor ki o hayranlık ifade eden uzun ünlü harfin dibine kadar tadına varılsın. (Gramer de bir güven unsuru: nesne ikinci sıraya alınarak sevilenin birden başka biri olarak karşımıza çıkması engelleniyor.) Yatebya lyubulu: nesne yine teselli edici ikinci sırada, ama bu kez -özne ile nesnenin ses uyumu göstermesine rağmen- bir zorluk, aşılması gereken bir engel ima ediliyor. Ti amo: belki biraz fazlaca bir aperatif adına benziyor, ama özne ile fiil -eden ile edilen- aynı sözcükte birleştiğinden yapısal güven dolu.

Bu amatör yaklaşımı bağışlayın. Projeyi memnuyietle kendini insanların bilgi hazinesini arttırmaya adamış bir yardım kurumuna devredebilirim. Onlar bu ibareyi dünyanın bütün dillerinde incelemek, farklılıkların neler olduğunu saptamak, onları duyanların üzerinde ne etki yaptığını öğrenmek, hissedilen mutluluk derecesinin ibarenin zenginliği ile orantılı olarak değişip değişmediğini anlamak için bir araştırma komitesi kursunlar. Benden bir soru: acaba dillerinde seni seviyorum ibaresi bulunmayan kavimler var mıdır? Ya da hepsi ölmüşler midir?

Biz bu sözleri camın arkasındaki kutuda saklamalıyız. Onları kutudan çıkardığımızda çok dikkatli olmalıyız. Erkekler bir kadını yatağa atabilmek için "Seni seviyorum", kadınlar erkeği evliliğe zorlamak için "Seni seviyorum diyebilirler; her ikisi de korkuyu yatıştırmak, kendilerini eyleme sözcüklerle ikna etmek, vaat edilen koşulların gerçekleştiğine kendilerini inandırmak, aşkın henüz bitmediği konusunda kendilerini anlatmak için aynı ibareyi kullanırlar. Bu tür kullanımlara karşı tedbirli olmalıyız. Seni seviyorum dünyaya açılmamalı, bozuk para ya da hisse senedi gibi kullanılmamalı, bize kar getirmemelidir. Ama bu değerli cümle olmayan saçların yukarı kaldırıldığı çıplak bir boyuna fısıldanmak için saklanmalıdır.

Şu anda ondan uzağım; belki de tahmin ettiniz. Transatlantik telefon alaycı ve daha-önce-de-duydum türünden bir yansıma yapıyor. "Seni seviyorum"; ve o dahayanıt vermeden kendi metalik sesimin yanıtını duyuyorum: "Seni seviyorum." Bu beni tatmin etmiyor; yansıyan sözcükler herkes tarafından duyulur. Yeniden deniyorum; aynı sonuç. Seni seviyorum, seni seviyorum - bu sözler çılgın bir ay süresince liste başı olan, sonra saçları yağlı, sesleri özlem dolu bodur rock şarkıcılarının ön sırada oturan ve sallanan kızları baştan çıkarmak için kullandıkları cırtlak bir şarkı haline dönüşüyor. Baş gitar kıkırdarken ve bateristin dili açık, ıslak ağzından sarkarken seni seviyorum, seni seviyorum.

Aşk konusunda, aşk dilinde ve hareketlerinde tam doğruyu bilmeliyiz. Hayatımız buna bağlı ise, ölüme bakmayı öğrenmemiz kadar açıkça bakmalıyız aşka. Aşk okulda öğretilmeli mi? Birinci sömestr: arkadaşlık; ikinci sömestr: şefkat; üçüncü sömestr: ihtiras. Neden olmasın? Çocuklara yemek pişirmesini, araba tamirini ve gebe kalmadan nasıl birbirleriyle sevişeceklerini öğretiyorlar; ve biz, çocukların bu konuda bizden daha iyi olduğunu farz ediyoruz, ama eğer aşkı bilmiyorlarsa bunların onlara ne yararı olabilir? Bu konuda kendi başlarına bata çıka ilerlemelerini bekliyoruz. Ve, anlamadığımız her şey için sorumlu tuttuğumuz Doğa, otomatiğe bağlandığı zaman o denli iyi işlemiyor. Evliliğe kaydedilen saf bakireler ışık söndürüldükten sonra Doğanın tüm yanıtları bilmediğini keşfetmişlerdir. Saf bakirelere aşkın vaat edilen cennet, bir çiftin içinde Tufandan kurtulabileceği bir gemi olduğu söylenmiştir. İçinde bol vahşi hayvan bulunan; kaptanlığını, başınıza gofer ağacından yapılmış çomakla vuran ve her an sizi küpeşteden denize fırlatabilecek deli bir kır sakallının yaptığı bir gemi.

Baştan alalım. Aşk insanı mutlu eder mi? Hayır. Aşk sevdiğiniz insana mutluluk verir mi? Hayır. Her şeye kadir midir? Gerçekten hayır. Ben de bunlara inanıyordum, elbet. Kim inanmıyordu ki (ruhun alt katlarında hala inananlar yok mu)? Bütün kitaplarımızda, filmlerimizde var; aşk binlerce öykünün gün batımıdır. Eğer her şeyi çözümlemezse, aşk neye yarar? Bütün hayallerimizin gücünden şunu çıkarabiliriz ki, aşk bir kez elde edildi mi, günlük acıyı hafifletir ve kolay bir uyuşturucu etkisi yapar.

Bir çift birbirini sever, fakat mutlu değildir. Bundan ne sonuç çıkarırız? Birinin öbürünü gerçekten sevmediğini mi, yoksa bir birbirlerini yeteri kadar sevmediklerini mi? Ben buna GERÇEKTEN karşı çıkıyorum. Ben hayatımda iki kez sevdim (bu da bana çok gibi geliyor), bir kez mutlu, bir kez mutsuz. Bana aşkın ne olduğunu öğreten mutsuz aşk oldu -o zaman değil, yıllar geçtikten sonra. Tarihler ve ayrıntılar -onları istediğin gibi doldur. Ama aşıktım ve uzun bir süre, yıllarca sevdim. İlk önceleri şımarıkçasına mutluydum, kendimden başka hiçbir şeyin varolmadığı inancının keyfiyle hoyrattım; ama çoğu zaman şaşılacak kadar, içim içimi kemirecek kadar mutsuzdum. Onu yeterince sevmedim mi? Sevdiğimi biliyorum -onun için geleceğimin yarısından vazgeçmiştim. O beni yeterince sevmedi mi? Sevdiğini biliyorum -benim için geçmişinin yarısından vazgeçmişti. Beraberce keşfettiğimiz denklemde yanlış olan nedir diye kendimizi yiyerek yıllarca yan yana yaşadık. Karşılıklı sevgi mutluluk sonucu vermedi, ama biz verdi diye ısrar ettik.

Daha sonra aşk hakkında neye inandığıma karar verdim. Biz aşkı aktif bir güç olarak düşünüyoruz. Benim aşkım onu mutlu "ediyor"; onun aşkı beni mutlu "ediyor"; bunun neresi yanlış olabilir? Oysa yanlış; böyle bir denklem yapay bir kavramcı model akla getiriyor. Ona göre aşk herşeyi değiştiren, dolaşmış bir düğümü çözen, hokkabazın şapkasını mendillerle dolduran, havaya güvercinler uçuşturan bir peri değneğidir. Ama modelin kaynağı büyü değil, atom fiziğidir. Benim sevgim onu mutlu etmiyor, edemiyor; benim sevgim sadece ondaki mutlu olma yeteneğini ortaya çıkarıyor. Ve böylece her şey daha bir anlaşılır oluyor. Nasıl olur da ben onu mutlu edemem, nasıl olur da o beni mutlu edemez? Basit: beklediğimiz atomik tepki oluşmuyor, atom zerrelerini bombardıman etmek için kullandığınız ışın başka bir frekansta çalışıyor.

Ama aşk bir atom bombası değildir, onun için daha sade bir kıyaslama yapalım. Ben bunları Michigan'daki bir arkadaşımın evinde yazıyorum. Amerikan teknolojisinin yarattığı, mutluluk makinesi dışında her türlü alet ve edevatın bulunduğu tipik bir Amerikan evi. Arkadaşım dün beni Detroit havaalanından arabayla getirdi. Evin kapısına yaklaşırken torpido gözüne uzanıp uzaktan kumanda aletini çıkardı; usta bir dokunuş ve garaj kapıları yukarı doğru sarıldı. İşte benim önerdiğim model: Eve geliyorsun -ya da geldiğini sanıyorsun- garajın önünde her zamanki büyünü kullanmayı deniyorsun. Hiçbir şey olmuyor. Önce şaşkın, sonra endişeli, en sonunda kızgın bir inanamazlıkla, arabanın motoru çalışırken kapının önünde duruyorsun; orada haftalarca, aylarca, yıllarca, kapıların açılmasını bekliyorsun. Ama yanlış arabadasın, yanlış kapı önündesin, yanlış evin dışındasın. Sorunlardan biri de şudur; yürek yürek biçiminde değildir.

Kitabın Hande Tekin tarafından Mizan Dergisi'nde yayınlanan tanıtımı
 
Sevdim be miniğim ( Yazar : Mehmet Köseoğlu )


Şu an karanlık bir odadayım,
Aynen bırakırken gittiğin karanlık dünya gibi.
Ağlıyorum, ağlıyorum sensiz geçen gecelerin ardından.
Yalvarıyorum Allah'a geri dönesin, yine beni sevesin diye,
Ama kimseye duyuramıyorum sesimi, hapishane duvarındaymışım gibi.
Bir an seni unuttuğumu düşünüyor, gülümseyiveriyorum hayata
Sensiz geçirdiğim o hüzünlü akşamları unuttum diyorum,
Vazgeçtim diyorum, bitti herşey bitti,
Gitti ve tüm yalanlar silindi diyorum
Acısız bir hayata başlıyor, yeni aşklar arıyorum diyorum
Bir lise aşkıydı, gelip geçti diyorum
Hayaller, umutlar hepsi yalandı, onun gibi yalancıydı
Belki de o benim için hayattaki en büyük acıydı
Belki güzel ama sahteydi yüzü, meğersem duygusuzmuş,
Sevmekten geçmezmiş onun özü diyorum
Gülüşüyle kandırırmış herkesi, sevmedi beni de diyorum
Yok be miniğim...
Hepsi birer aldatmaydı, seni kandırmaktı amacım
Birazcık kıskandırmaktı başkalarının yanında
Öğrenmekti bir nevi sevip sevmediğini...
Belki sen beni gerçekten sevmedin
Ama bilmeni isterim
Canımı koydum bu aşkın uğruna, ölümüne
Sonuna kadar olacağım yanında
Gidişini kaldıramam, ayrılığa katlanamam
Belki ne el ele, ne göz göze olacağız
Ama ben yine razıyım senin sevgine
Gözlerinle gülümsemene,
"SENİ SEVİYORUM"demene
Hele biricik aşkım beni bırakma demene,
Hiç ama hiç dayanamam!
Ne senden ayrılırım, ne seven kalbimden
Bu uğurda canımı veririm ama yine terk etmem seni.
Sevdim seni be minigim, daha ne diyeyim ki;
SEVDİM işte sevdim be miniğim...
 
Sevgi ne değildir? ( Yazar : Bilinmiyor )


Sevgi...
SEVGİYİ TARİF ETMEYE KALKSAM, SENİ ANLATIRDIM DÜNYAYA . . .

Korkunun olduğu yerde aşk yoktur. Cesarettir sevmek. Düzenlere,oyunlara,kötülüklere meydan okumaktır. Sevmek; uzaklaşmaktır yalandan,bencilliği hiçe saymaktır. Bir başka açıdan da inanmaktır sevmek.Gerçekten inanmaktır, tümden inanmaktır. İnsan sevince; sevdiğine bütünvarlığı ile teslim olmamışsa, yeteri derecede sevmemiş demektir. Ve ona kayıtsız şartsız inanmıyorsa, sevgiden bahsetmeye bile hakkı yoktur.

Kıskançlık; inancımızın bütünlüğü ölçüsünde besler aşkı. Şüpheyse öldürür.Şüphenin olduğu yerde inancın yeri olmaz. Sevgiden bahsedilemez orada.Kıskançlıksa; kutsal bir duadır, dudağında sevenlerin.

Sevmek; var olmaktır bir bakıma,derinden bakılınca yokluğa benzer.Sevmek bütünlenmektir. Çok seven eksildiğini zanneder,oysa artmaktır sevmek, çoğalmaktır. Çevrenin gözlerimizden silinmesi, önce bir eksilme hissi verir insana. Fakat o her şeyimizi varlığı ile doldurdukça arttığımızı anlarız. O bir tek kazanç, bütün kayıplarımıza bedeldir.

Bir an gelir; her şeyi onunla değerlendirmeye başlarız. O bugün mutluysa yaşamak güzeldir. Kabımıza sığmayız. Şarkılar söylemek gelir içimizden. O kederliyse, gözlerimizde herşey kederlidir artık. Bütün güzellikler bir bir yitirirler anlamlarını. O anlarda ölümü düşünür de, yine ölemeyiz kurtulamamak için.

Yanmaktır, tutuşmaktır sevmek ve yaşadıkça hiç sönmemektir. Dinle, sana sevmenin ne olmadığını söyleyeceğim önce. Ne olduğunu sonra anlayacaksın.

Dinle, sevmek alışveriş değildir. Geometri değildir, aritmetik değildir. En değerli şeydir belki, ama karşılığında hiçbir şey alınmaz. Karşılıksız bir çeke atılmış kuru bir imza değildir sevmek. İskambil kağıdı değildir, zar değildir, bir dilim değildir, hesap pusulası değildir sevmek.

Sevginin bedeli yine sevgiyle ödenir, altınla değil. Sevilmekse; sevmenin mükafatıdır ancak, karşılığı değil. Bir sevgiye eş bir başka sevgi olamaz. Çünkü her sevgi birbirinden büyüktür. Sevgi tartılamaz, sevgi ölçülemez. Sevgi; gram değildir, mesafe değildir. Derinlik sanırsınız, yüksekliktir o. Sevgi; dudak değildir, göz değildir, saç değildir. Sandalye değildir sevgi, yatak değildir, çarşaf değildir. İçki değildir, içemezsiniz fakat herşeyden güzeldir sarhoşluğu. Geçip karşısına seyredemezsiniz, manzara değildir, tablo değildir, heykel değildir. Okuyamazsınız kitap değildir. Bilmece değildir, çözemezsiniz. İsteseniz de içinizden atamazsınız. Kan değildir, kesip damarınızı akıtamazsınız. Siz ağladıkca o güçlenir içinizde. Akmaz, gözyaşı değildir. Kuş değildir uçmaz, çiçek değildir koklanmaz. Bitmez çile değildir. Ne desen o değildir sevmek.
 
Sevgi ve Güzellik ( Yazar : Bilinmiyor )


"Bebegimi görebilir miyim" dedi yeni anne. Kucağına yumusak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeginin minik yüzünü görmek için kundağını açtı ve şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan bakmaya basladi.

Bebeğin kulakları yoktu...

Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmedigi, sadece görünüsü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula basladi. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı.

Hıçkırıyordu... Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı; Ağlayarak "Büyük bir çocuk bana ucube dedi..."

Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafindan seviliyordu ve oldukça da basarili bir ögrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi; eğer insanların arasına karışmış olsaydı.Annesi, her zaman ona

"Genç insanların arasina karışmalısın" diyordu, ancak aynı zamanda yüreginde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu.Delikanlinin babası, aile doktoru ile oğlunun sorunu ile ilgili görüştü;

"Hiçbir şey yapılamaz mı?" diye sordu.

Doktor "Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir" dedi. Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı. Iki yıl geçti bir gün babası "Hastaneye gidiyorsun oğlum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır" dedi.Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan yaratıldı. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu. Yıllar geçmisti, bir gün babasına gidip sordu:

"Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım... Bir şey yapabilecegimi de sanmıyorum" dedi


Babası, "fakat anlaşma kesin, şu anda ögrenemezsin, henüz degil..."

Bu derin sır yillar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açıga çıkma zamanı geldi... Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavasça annesinin başına elini uzanttı; Kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye dogru itti; annesinin kulakları yoktu."Annen hiçbir zaman saçın kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu" diye fısıldadı babasi "..ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?" Gerçek güzellik fiziksel görünüşe bağlı değildir, ancak kalptedir!
Gerçek mutluluk, gördüğün şeyde değil, asıl görünmeyen yerdedir...Gerçek sevgi, yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinmeyen şeydedir!"
 
Sevgileri Yarınlara Bıraktınız ( Yazar : Behçet NECATİGİL )


"Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı." Yaşamak ve sevmek için hep bilinmeyen bir zamanı bekleriz. Önce diploma almalıyızdır. Sonra iş, güç sahibi olmalıyızdır. Sonra ev, araba ve tüm eşyaları almalıyızdır. Sonra çocukları evlendirmek ve günlük hırslara boğulan hayatlarımızı papatyalar gibi koparıp vazoda yaşatmaya çalışırız. Yaprakları solmuş ve suyu pis kokan o vazo, yaşamın gizli saklı hainliklerine yataklık eder. Artık birbirimize dokunmadan, ellemeden yemekle yatak odası arasında geçer gider en değerli zaman, hayatımız.Biz hiç ölmeyecekmiş gibi sonsuzluk duygusu içinde gaflet uykularında kana bulanırız. Kan çiçekleri derleriz düşlerimizde, ölümlü hayatlarla örülü hayatlarımızın ölmüş sevdalarına ağıtlar yakarız düşlerimizde sessizce. Onları hep daha iyi bir zaman ve başka günlere bırakırız, yaşanacak ne varsa.Gizli bahçemizde açan çiçekleri tek tek yolup dökülen saçlarımızın yanına koyarız.Telaşla koşarken eve yetişip yemek yapmak için ya da iş toplantılarının tekdüze vurgusuna ayak uydururken verilecek taksitlerden daha önemli olmaz hiç sevgiyle dokunmak birine. Dokunmak, yaşamın en kutsal büyüsü kızıl akşam üstlerden koşarak gelen ve avucumuza yanar bir top gibi düşen.Dokunmak birine içten ve sevinerek bir çoçuk gibi varolduğuna şükrederek.Dokunmak, insanın insanla zenginleşen biricik yaratık olduğunun en güzel kanıtı.Oysa dokunmadan geçip gideriz en yakınlarımızda salınan yalamln kıyısından, lağım akan kanallarda boğuluruz küçücük hırslarla birgün bize hiç lazım olmayacak. Vakit olmaz yaşamak için. Vakit kalmaz yaşamak için beni unutma çiçeklerinden taçlar yapmaya aşkın başına.Öpüp koklamadan bir tenin yumuşaklığını, incir çekirdeğini doldurmaz kavgalarda tükenir nefesler. Kutsal nefeslerimizi en çirkin sözcüklere harcarız da düşünmeden, sevda sözcüklerine yer kalmaz koskoca mekanlarda.Dünyayı dar ederiz de herkeslere nedense yalnız gecelerde gözyaşlarımız bizi affetmez. Kavgalarda ve ağız dalaşlarında tüketiriz sevgilerimizi de aşklara hiç ümit vaad edilmez çorak topraklarda.Devedikenleri bile kururken bahçelerimizde baharın gelip geçtiğini görmeden kapanır gönül gözü. Gönül gözü kapalı olanın yiyeceği taş duvarlardır ev niyetine ve altın bilezikleridir sarılacak sevdalar yerine. Denizler uzak düşlerin maviliklerine saklanır da bir çocuk gibi, hiç selam etmez bize bilinmeyenin gizli sırlarından.Geniş zamanlar umarız bir gün sevgimizi söylemek için. Hiçbir gün gelmeyecek o günün hatırına harcarız hovardaca bir ömrü.Kanat çırpan aşklar bir kuş misali salınırken etrafımızda ya elimizde sıkıp öldürürüz onları ya da kaçırırız uzak ülkelere geri dönülmeyen. Aşk dokunmak ve sözden üretilen bir misk-u amberdir ki kokusu cihanı tutan. Sözlerden kolyeler takıp ak gerdanlara dokunuşun sarı güllerini dermek yaşamın hecelerini yanyana dizer.Yüreğinin surları yalçın kayalarla desteklenmiş insan nasıl ulaşsın sözcüklere? Bir kelebek misali yorulur kanatcıkları düşer yarı yolda boz toprak üstüne söz.Gecelere düğümlenmiş tutkuların yaşama ipek bir yorgan gibi serildiği günlerin özlemi fırtınalara yataklık eder ancak. Bırak! Ruhun öldüğü anlaışlsın.Bırak! Zaman sana hizmet etsin bıkıp usanmadan. Savaşın acımasız rüzgarına emanet yaşamlar, emanet yaşamlar kadar hain, sevgisiz ilişkilerin saldırısına uğrayan insan, karanlık yandaşlarına çevirirken yüzünü, unutur gider yaşamın kutsallığına türkü yakan dilleri. Kader değildir sevgisiz yaşamak. Ölüler yüzerken etrafımızda nehirden su içmek zor gelebilir insana ama yine de kutsaldır Ganj. Zeytin yaprağının gümüş bakışında açılır kapılar aşka.İçimize ılık zeytinyağı gibi akar sevdalar ve Akdeniz’in ruhu çırpınır beyaz köpükleriyle yüreğimizde.

Eğer zaman varsa yaşanacak.
Her akşam seninle
Yeşil bir zeytin tanesi
Bir parça mavi deniz
Alır beni
Seni düşündükçe
Gül dikiyorum ellerimin değdiği yere.

Aşk dokunmaktır gül yaprağı tene, söz ise yarin attığı bir güldür taş niyetine.
 
Sevgiye Zamanın Bedeli ( Yazar : Bilinmiyor )


Adam yorgun argın eve döndüğünde, beş yaşındaki oğlunu kapının önünde beklerken bulmuş.

Çocuk babasına; "Baba, bir saatte ne kadar para kazanıyorsun?" diye sormuş.

Zaten yorgun gelen adam; "Bu senin işin değil" diye yanıtlamış.

Bunun üzerine çocuk; "Babacığım, lütfen bilmek istiyorum" diye yanıt vermiş.

Adam, "İllaki bilmek istiyorsan 20 dolar" diye yanıt vermiş.

Bunun üzerine çocuk, "Peki bana 10 dolar borç verir misin?" diye sormuş.

Adam iyice sinirlenip "Benim, senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok.
Hadi derhal odana git ve kapını kapat" demiş.

Çocuk sessizce odasına çıkıp, kapısını kapatmış.

Adam sinirli sinirli, "Bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder?" diye düşünmüş. Aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşmis ve çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını anımsamış. Belki de gerçekten lazımdı, o para.Yukarı çocuğun odasına çıkmış ve kapıyı açmış.

Yatağında olan çocuğa "Uyuyor musun?" diye sormuş.

Çocuk, "Hayır" diye yanıtlamış.

"Al bakalım istediğin 10 doları. Sana az önce sert davrandığım için üzgünüm ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim" demiş.

Çocuk sevinçle haykırmış; "Teşekkürler babacığım"

Yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkarmış adamın suratına bakmış ve yavaşça paraları saymış.

Bunu gören adam iyice sinirlenerek; "Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun. Benim, senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak vaktim yok" demiş.

Çocuk, "Ama yeterince yoktu" demiş ve paraları babasına uzatarak "İşte 20 dolar. Bir saatini alabilir miyim?" demiş :))
 
Sigara Gibi ( Yazar : Bilinmiyor )


Hafif sisli bir havada ve güneşin apartmanların arasından yeni yeni güne merhaba dediği bir saatte, vapura dogru ilerleyen genç adam; jeton gişesinde, yaklaşık iki ay önce ayrıldığı kız arkadaşını görür ve titrek bir "merhaba" ile konuşmaya başlar. Bu konuşmalar vapurda da devam eder.

Adamın; "Hava o kadar da soğuk değil, dışarıda oturalım mı?" sorusuna, kızın "Olur" cevabı vermesiyle birlikte vapurun en üst katına doğru yol alırlar.

Birkaç dakika havadan sudan muhabbetlerle geçtikten sonra, adam kıza bir sigara uzatır ve kendisine de bir tane alır. Daha sonra, genç adam birden lafa girer:

- Biliyorum, bu konuları daha önce hiç konuşmadık ya da konuşamadık diyeyim.Merak etme ama, "Neden ayrıldık biz" sorusunu sormayacağım. Sadece sana söylemek istediğim birkaç şey var, onları konuşmak istiyorum.

Genç kız; adama bakarak, - "Evet seni dinliyorum, devam et" dedikten sonra adam, konuşmasına kaldığı yerden devam eder:

- Biliyor musun? Ayrıldıktan sonra, seni sigaraya benzetmeye başladım.

Kız, hiç tahmin etmediği, alakasız bir konuyla lafa girmesinin verdiği şaşkınlıkla,

"Ne? Nasıl yani?" der.

Adam, önce kıza uzattığı sigarayı ve sonra kendi sigarasını, çantasından çıkardığı çakmak ile yaktıktan sonra:

- Mesela bir tane sigara yakıyorum ve kül tablasına koyup izlemeye başlıyorum. Kül tablasına dökülen külleri gördükçe; anılarımız aklıma her biri kül olup acılarıma dönüşüyor sonra. Arada bir elime alıyorum sigarayı ve içime çekiyorum seni. Kendimi zehirlemek için; daha çok, daha çok çekiyorum. Bazen de anıları silkiyorum kül tablasına. "Sen zehiri" hoşuma gidiyor, içimi acıtıyor, vazgeçemiyorum; içime çekmeye devam ediyorum. Ağzımdan çıkan her dumanda, ayrılırken bana bıraktığın; son bakışının silueti beliriyor. Her sigaranın olduğu gibi, senin de sonun yaklaşıyor. Ve ben yavaş hareketlerle; ne zaman seni söndürmek için, elimi götürsem kül tablasına, aptalca bir umutla "Ne olur yapma!! " diyeceğin zamanı bekliyorum. Ama hiçbir zaman duyamıyorum sesini. "Ve işte bitirdim seni" diyorum. Hayır hayır kendimi kandırıyorum galiba, "Seni böyle bitiremem" diyorum sonra. Ama bakıyorum kül tablasına; evet! Sen oradasın, evet! Anılar orada. Ancak, elimde hala kokun var. Yıkasam da, hiç çıkmayacak bir koku. Anlıyorum ki; bu sigarada, senin çok az bir kısmını bitirmişim. Senden bağımsız bir sen, hep içimde yaşıyormuş. Ve anlıyorum ki, sadece sönüyorsun. Seni atesleyecek bir "Ben" bekliyorsun sabırla. O "Ben", çok da bekletmiyor seni. Bir daha yanmaya başlıyorsun. Anılar acılar derken yine bitiyorsun. Yeniden yanıyor ve bitiyorsun. Bu hep böyle devam ediyor; sonunda alışkanlık oluyorsun.

Genç kız anlatılanları dinlerken; tarif edilmeyecek bir duygu yoğunluğu içindeydi. Bir yandan, birisinin bu kadar acı çekmesine üzüntü duyarken; diğer yandan da, kendisinin hala unutulmamış olmasından, haz alıyordu. Aslında kendisi de unutamamıştı genç adamı. Kendi isteğiyle ayrılmıştı ama; sevmediği ya da artık bir şeyler hissetmediği için değil, en yakın kız arkadaşının da, o insana karşı bir takım duygular beslediği için gerçekleşmişti bu ayrılık. Bunu; ne erkek arkadaşı, ne de en yakın arkadaşı biliyordu. Erkek arkadaşına, "Bu ilişkide bir şeyler eksik, ben daha fazla sürdüremeyeceğim, ayrılmalıyız." diye bir mesaj atarken; kız arkadaşına, "Ilgisiz bir sevgili olmaya başlamıştı günler geçtikçe; çok bunalmıştım. Ve bir gün onu, başka biriyle sarmaş dolaş gördüm. Bu yüzden ayrıldım." demişti. Böylece, hem erkek arkadaşından, kendine göre, makul bir sebeple ayrılmış; hem de arkadaşına, erkek arkadaşını kötüleyerek, ondan soğumasını sağlamıştı. Kendisinin çok acı çekeceğini bile bile, arkadaşını kaybetmemek için, böyle bir yalanlar zincirine başvurmuştu. Artık hayatını,bu yalanlara göre düzenlemeliydi. Bu yüzden; bu karşılaşmalarında duygularını bir tarafa bırakıp, mantığı ile karar vermek zorundaydı. Geri dönüşü yoktu ve kız da bunun farkındaydı. Bütün ayrıntıları, olası bir karşılaşma için düşünmüştü daha önceden. Adamın anlattıklarını dikkatlice dinliyor ve sözünü bitirmesini bekliyordu. Ve adamla göz göze gelip, "Bitti, bu kadardı!" dermişçesine bakmasından sonra, kız konuşmaya başladı:

- Açıkçası bu söylediklerin, hiç beklemediğim şeylerdi. Benim, bu açıklamalarına bir yorum yapmamı bekleme. Çünkü bunlar; senin kendi düşüncelerin. Her biten ilişkiden sonra, yaşanabilecek duygulardan bu anlattıkların. Sunu söyleyebilirim ama; yaşadığımız ilişkide, elimden gelen fedakarlığı gösterdiğime inanıyorum. Seni hiçbir zaman suçlu görmedim, herşey benden kaynaklıyordu. Sonuç olarak, bir şekilde bu ilişki yürümedi ve bitti. Bu kadar basit.

- Bu kadar mı yani?

- Evet...

Genç adam şok olmuştu. Belki, daha ılımlı bir yaklaşım bekliyordu kızdan. Ancak, kesin ve kararlı konuşmuştu kız. Hiçbir umudun kalmadığına, kendini inandırmaya çalışıyordu. Vapur yanaşmışti iskeleye. Tek bir kelime bile konuşmadan vapurdan indiler. Iskelenin sonunda; genç kız, adama sarılarak "Hoşçakal" dedi. Ancak adam, ayrılırken ne sarılmıştı kıza, ne de bir kelime çıkmıştı ağzından. Bir heykel gibi duruyordu kızın karşısında. Kız da, bir tepki gelmeyince; hızla oradan uzaklaşmayı tercih etti. Arkalarına bile bakmadan ayrıldılar. Kız, işyerine ulaştı. Yerine oturduktan hemen sonra, cep telefonuna bir mesaj geldi. Mesaj, eski sevgilisindendi ve söyle yazıyordu:

- "Hep bu karşılaşmayı ve sana sigara hikayesini anlatacağım günü beklemiştim. Ve o gün, gözlerimin içine bakıp; söyleyeceklerine göre, hayatıma bir yön çizeceğime..."

Genç kız, bu mesajdan hiçbir anlam çıkaramamıştı. Bu mesajı düşünürken; bir mesaj daha geldi:

- "... kendi kendime söz vermiştim. Bugün duyduklarım; beni hayal kırıklığına uğrattı ve ben kararımı verdim:"

"SİGARAYI BIRAKTIM..."
 
Sinağrit Baba ( Yazar : Sait Faik Abasıyanık )


“Cehennem Nişanı”nda beş sandaldık. Güzel bir Ocak akşamı. Hava lodos. Denize kırmızı rengin türlüsü yayılmış. Çok kaynamış ıhlamur rengindeki hayvan, geniş, ölü dalgalar. Sandallar ağır ağır sallanıyor, oltalar bekliyor, insanlar susuyor.

Otuzsekiz kulaç suyun altındaki derin sessizliğe, dibindeki dallı budaklı kayalara yedi rengin en koyusu girer mi şimdi. Sinağrit baba dönermi avdan. Pırıl pırıl, eleğimsağma rengi pullariyle ağır ağır, muhteşem, bir İlkçağ kralı gibi zengin, cömert, asil ve zalim mantosu ile dolaşır mı kimbilir. Altunu, zümrüdü, incisi, mercanı, sedefi lacivertliğin içinde yanıp yanıp sönen sarayını özlemiş acele mi ediyordur.

Sinağrit baba ömründe konuşmamış, ömrü boyunca evlenmemiş, ömrü boyunca yalnız yaşamıştır. Onun kovuğundaki zümrüt pencereden ne facialar seyretmiştir. Sinağrit baba ne oltalar koparmıştır.

Bu akşam kimin oltasını seçmeli de artık bitirmeli bu yorucu ömrü. Daha her yeri pırıl pırılken, mantosu sırtında iken; dahi eti mayoneze gelirken bitirmeli bu ömrü. Sonra hesapta bir gün pis bir “Vatos”un bir sırtı renksiz, yapışkan ve parazitli bir canavarın dişine bir tarafını kaptırmak var. İyisimi muhteşem bir sofraya kurmalı bu zaferle dolu ömrün sonunu beyaz şarapla, suların üstündeki başka dünyada yaşayan bir kıllı mahluka (yaratığa) kendisini teslim etmeli.

Sinağrit baba oltalardan birini kokladı. Bu balıkçı Hristo’dur; kusurlu adam. Gözü açtır onun. İçinden pazarlıklıdır. Evet, o fıkaradır ama kibirli değildir. Sinağrit baba fıkaralıkta gururu sever, öteki oltaya geçti. Kokladı. Bu balıkçı “Hasan”dır. Geç. Cart curt etmesine bakma! Korkaktır. Sinağrit baba cesur insanlardan hoşlanır. Bir başka oltaya baş vurdu. Balıkçı Yakup iyidir, hoştur, sevimlidir, edepsizdir, külhanidir. Ama kıskançtır. Kıskançları sevmez Sinağrit baba. Geç. Şu olta, hasisin tuttuğu olta. Sinağrit baba cömertten hoşlanır. Ama bu oltaya bir baş vurmağa değer. Bir baş vurdu. Hasisin oltasının iğnesini dümdüz etti. Sinağrit baba iğneden kopardığı yarım kolyozu çiğnemeden yuttu. Hasis oltasını hızla topladı.

“Vay anasını be Nikoli,” dedi, “iğneyi dümdüz etti.”

Nikoli’nin oltasının yemini kuyruğiyle sarsmakta olan Sinağrit baba, Nikoli’nin bir kusurunu arıyordu. Onda kusur mu yoktu. Evvela sarhoştu. Sonra ahlaksızdı, kendini düşünürdü ama, cesurdu, cömertti, hiç kıskanç değildi. Fıkara idi. Kibirli idi de. Sinağrit baba kibirli fıkarayı severdi ama, Nikoli’nin kibrini beğenmiyordu. İnsan oğlunda o başka bir şey, gurura benziyen şey, yerinde bir gurur, o da değil, insan oğlunun insanlığından, ta saçının dibinden oltasını tutuşundan beliren, istiyerek olmıyan, ama pek istemiyerek de gelmiyen bir gurur isterdi. Öyle bir elin oltasını düzleyemez, misinasını kesemez, bedenini fırdöndüsünden alıp gidemezdi.

Beş sandalın beşini de kokladı, beğenmedi.

Sinağrit baba, kayasının kenarında durmuş, lacivert alem içinde hafifçe yakamozlanan oltalarla, civalı zokalardan aydınlanan saraymeydanı seyrediyordu. Oltalar gitgide çoğalıyordu. Sinağrit ve mercanlar şehrinin göbeğinde şimdi tatlı tatlı sallanan onbeş tane fener vardı. Ötede kovuklardan mercan balıkları çıkıyor, fenerlerden birine hücum ediyor, budalaca yakalanıyorlardı. Gözleri büyümüş bir halde yukarıya çıkarlarken dönüp tekrar aşağıya kadar geliyor, yukarıki dünyayı görmeye bir türlü karar veremiyorlardı. Sinağrit babaya büyüyen gözleriyle “bizi kurtar şu lanetlemeden,” der gibi bakıyorlardı. Sinağrit baba düşünüyordu. Gidip o yakamoz yapan ipe bir diş vurdu mu idi, tamamdı. Ama hiçbirini kurtaramıyor, hareketsiz duruyordu. Sinağrit baba onları kurtarmanın bu kadar kolay olduğunu biliyordu ama, bildiği bir şey daha vardı. O da ister su, ister kara, ister hava, ister boşluk, ister hayvan, ister nebat aleminde olsun bir kişinin aklı ile hiçbir şeyin halledilemiyeceğini bilmesidir. Ancak bütün balıklar oltaya tutulan hemcinslerini kurtarmanın tek çaresinin koşup o yakamoz yapan ipi koparmak olduğunu akıl ettikleri zaman bu hareketin bir neticesi ve faydalı olabilirdi. Yoksa, gidip Sinağrit baba oltayı kesmiş, biraz sonra Sinağrit baba tutulduğu zaman kim kesecek? Kim akıl edecek yakamozu dişlemeği?...

O sırada büyük büyük ışıklar saçan bir olta aşağıya inmişti. Sinağrit baba ümitle koştu. Bu oltayı da kokladı. Hiç tanıdığı birisi değildi. Yemi ağzına aldığı zaman bu olta sahibinin tam aradığı adam olduğunu bir an sandı. Bu anda da yakalandı. Kepçeden sandala düştüğü zaman Sinağrit baba büyük gözleriyle kendisini yakalıyana sevinçle baktı. Sinağrit baba etrafı kırmızı, içi aydınlık siyah gözleriyle bir daha baktı. Birdenbire ürperdi. Hiddetinden ayaklarını yere vuran bir genç kız gibi sandalın döşemesini dövdü. Belki bizim bile bilmediğimiz bir işaret görmüştü kendisini tutan oltanın sahibinde : Bu adam şimdiye kadar hiç imtihan geçirmemişti. Ömrü boyunca cesur, cömert, Sinağrit babanın adamın ne korkunç bir iki yüzlü köpek olduğunu bizim görmediğimiz bir yerinden anlayıvermişti. Bütün devirler ve seneler boyunca kendisini tutan oltanın sahibi ne cesaretini, ne cömertliğini, ne gururunu bir tecrübeye, bir imtihana tabi tutturmamış, her devirde talihli yaver gitmiş birisi idi. Kimdi, ne idi: Sinağrit baba da bilemezdi. Ama, belki de ölünceye kadar cömert, cesur, mağrur yaşayacak olan bu adamın şu ana kadar bir defa bile imtihana sokulmadığını anlamıştı. Belki de sonuna kadar bu imtihandan kurtulacaktı. Sinağrit baba böylesine hiç rastlamamıştı. Ölmeden evvel adama bir daha baktı. Namuslu, cesur, cömert ölecek olan bu adamın hakikatte korkakların en korkağı, namussuzların en namussuzu olduğunu alnında okuyordu. Bu adam, o kadar talihli idi ki daha, iki yüzlülüğünü kendi kendisine bile duyacak fırsat düşmemişti. Yoksa Sinağrit baba yakalanır mıydı: Sinağrit baba hırsından tekrar tepindi. Bağırmak ister gibi ağzını açtı. Kapadı.. Sinağrit baba son nefesini, böylece bir insanlık imtihanı geçirmemişin sandalında pişman ve mağlup verdi.
 
Siz olsanız hangisini alırsınız ( Yazar : Bilinmiyor )


Satılık Köpek Yavruları" ilanının altında küçücük bir çocuğun kafası gözüktü.

Çocuk dükkan sahibine sordu;
"Köpek yavrularını kaça satıyorsunuz?"

Dükkan sahibi;
"30 dolarla 50 dolar arasında değişiyor fiyatları" dedi.

"Benim 2 dolar 37 sentim var" dedi çocuk, "Bir bakabilir miyim yavrulara?" Dükkan sahibi gülümsedikten sonra bir ıslık çaldı ve kulübeden beş tane yumak halinde yavru çıktı. Yavrulardan biri arkadan geliyordu.

Küçük çocuk yürümekte zorluk çeken sakat yavruyu işaret edip sordu; "Bunun nesi var?"

Dükkan sahibi onun kalça çıkığı olduğunu ve hep sakat kalacağını açıkladı.

Küçük çocuk heyecanlanmıştı. "Ben bu yavruyu satın almak istiyorum."

Dükkan sahibi;
"Hayır, o yavruyu satın alman gerekmiyor. Eğer gerçekten istiyorsan, o yavruyu sana bedava veririm."

Küçük çocuk birden sinirleniverdi.

Dükkan sahibinin gözlerinin içine dik dik bakarak; "Onu bana vermenizi istemiyorum. O da diğer yavrular kadar değerli ve ben fiyatını tam olarak ödeyeceğim. Aslında, size şimdi 2 dolar 37 sent vereceğim ve geri kalan borcumu da her ay 50 sent olarak tamamlayacağım."

Dükkan sahibi çocuğu ikna etmeye çalıştı; "Bu köpeği gerçekten satın almak istediğini sanmıyorum. Bu yavru hiç bir zaman diğer yavrular gibi koşup, zıplayamayacak ve seninle oynayamayacak.

Bunun üzerine küçük çocuk eğildi, pantolonunu sıvadı ve büyük bir metal parçasının desteklediği sakat bacağını dükkan sahibine gösterip tatlı bir sesle,

"Ben de çok iyi koşamıyorum ve bu yavrunun kendisini çok iyi anlayacak bir sahibe gereksinimi var" dedi.



--------------------------------------------------------------------------------
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst