hikayeler

Siz Zenginmisiniz? ( Yazar : Bilinmiyor )


Üstlerine küçük gelen yırtık pırtık mantolar giymiş iki çocuk, birbirlerine sokulmuş dış kapının önünde duruyorlardı. "Kullanılmış kağıt var mı bayan?" Meşguldüm.Yok deyip onları başımdan savmak istiyordum, ama o sırada gözüm ayakkabılarına ilişti. Karla kaplanmış ince sandaletlerden giymişlerdi. "İçeri girin, size bir fincan sıcak kakao yapayım" dedim. Birşey demediler. Islak sandaletleri şöminenin önünde izler bıraktı. Dışarıda soğuğa karşı kendilerini biraz toparlamaları için onlara kakao ile reçelli ekmek verdim. Sonra mutfağa geri döndüm.Ön odadan hiç ses gelmemesi dikkatimi çekti. İçeri baktım. Kız, boş kakao fincanını iki elinin arasında tutmuş, içine bakıyordu. Oğlan,düz bir sesle sordu:
"Bayan siz zengin misiniz?"
Kanepelerin eskimiş kılıflarına baktım.
"Zengin olmak mı, hayır tabii ki zengin değilim" dedim.
Kız fincanını dikkatle tabağına yerleştirdi.
"Fincanlarınızla tabaklarınız takım da" dedi.
Sesinde bildik bir açlık vardı, ama bu karnının açlığı değildi. Sonra kağıt çuvallarını yüklenip gittiler. Teşekkür etmemişlerdi.Etmeleri de gerekmiyordu, çünkü daha fazlasını yapmışlardı.Buz mavisi seramik fincanlar ve tabakları takımdılar. Mutfağa geri döndüm patateslere baktım, et suyuna karıştırdım. Patates ve et suyu, başımızı sokacak bir ev, düzenli bir işi olan kocam, mutlu bir yaşamım.Bunlar da takımdı. Ve galiba gerçekten zengindim. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırdım, odayı topladım. Küçük sandaletlerin çamurlu izleri hâlâ şöminenin önündeydi. Onları temizlemedim. Ne kadar zengin olduğumu unutmamak için, onların orada kalmalarını istedim..
 
Soğan Hırsızı ( Yazar : Bilinmiyor )


Bir zamanlar uzak diyarlarda Reza adlı bir adam yaşıyordu. Bir gece Reza yöredeki soğan tarlalarından soğan çalıp ,toplayıp onları pazarda yüksek bir karla satmaya karar verir.Yaz dolayısı ile gökyüzü ve ay pırıl pırıldır bu da onun görüş açısını kolaylaştıracaktır. Eline büyük bir sepet alır ve atını komşununun tarlasına doğru sürer.

Tarlaya vardığında kimsenin orada olmadığınından emin olduktan sonra 100 tane soğan toplayarak sepetine yerleştirir.Sepet sonuna kadar dolmuştur soğanları atına yükleyip evine dönmeye karar verir. Fakat atın üzerine o kadar ağırlığı yüklediği anda at yüksek sesle kişner.

Tarlanın üzerindeki çiftlik evinde ise çiftcinin karısı sesi duyar ve sesin nerden geldiğine araştırmak için pencereden bakar ve Rezanın atına yüklediği soğanları görür , eşi ve çocuklarına haber verir.Hep birlikte Reza' yi yakalarlar.

Sabah olduğunda Reza kadının karşısında çaldığı 100 soğanın hesap veriyordur. Kadı Reza' ya 3 cezadan beğendiğini seçmesini söyler:

Çaldığı 100 soğan karşılığında komşusuna 100 altın ödemek

Çaldığı 100 soğan karşılığında komşusuna 100 kırbaç yemek

Çaldığı 100 soğan karşılığında komşusuna 100 soğan yemek

Reza cezalardan 100 soğan yemeyi seçer. Ama soğanları yedikçe içi çok fena olur. 25 soğandan sonra ise boğazı yanar ve daha yönünde yenecek 75 soğanın olduğunu düşününce tüm bunların yerine 100 kırbaç yemenin daha iyi olduğunu düşünür.Fakat 10 kırbaçtan sonra ağrıdan kıvranır ve daha çok acı çekmemek için 100 altını komşusuna vermeyi kabul eder

Eğer Reza 100 altını baştan ödese ne olurdu? Acı soğanları ve belini acıtan şiddetli kırbaç darbelerini yemekten kurtulurdu şüphesiz. Fakat yaşamda öyle değilmidir. Önümüzde tercihler vardır ve en kısa çözüm dümdüz ve en sade olanıdır. Fakat bizler genelde yaşamda zigzaglar , üçgenler, daireler , poligonlar çizerek o yoldan birazcık saparız ve yolumuzun bu olduğunu ifade ederiz Fakat sonunda hepsi aynı düz ve sade çözüme gider .. O elde ettiğimiz uzun yollar ve çizgiler mi ? Onlarda hayat tecrübelerimizdir.



--------------------------------------------------------------------------------
 
Son Perde ( Yazar : Baki )


Son perde oynanıyordu artık. Genç çok sevdiği arkadaşından ayrılacaktı bu bölümde. Geçmişi bir film şeridi gibi gözünün önünden geçirdikten sonra derin bir nefes aldı. Evet hala onu seviyordu. Ama artık birşeylerin koptuğunu da biliyordu. Kararlı adımlarla ona doğru yürüdü, tam ona herşeyi söyleyecekti ki gözleri doldu. Boğazına da ne olmuştu, sanki birşeyler dizilip duruyordu.

Kendini silkti ve güçlü olmaya çalıştı. Söylemeliydi herşeyi. Sevgilisinin gözlerinin gözlerinde birleştiğini gördü. Evet tam zamanıydı, şimdi söylemeliydi, söyleyecekti ki kalbi ebediyen onun sevgisini yüreğinde saklasın.

Kız birşeyler sezmişti artık, yüreği sanki yerinden fırlamış taa uzaklara çok uzaklara gidivermişti birden. Durmadan eli titriyor, gözleri kısılıyor, ayakları buz kesiyordu. Belki de sevgiliye son bakışın titrekliğiydi bu.

Genç, kalbindeki duyguları dikkate almadan, mağrur bir sesle ayrılmalıyız artık dedi. Kız beklenen hazin sonun geldiğini anlayarak sevgiliye son bir defa göz ucuyla baktı. Hala gözlerinde kendini görüyordu. Biliyordu o da gencin onu sevdiğini. Neden bu sebepsiz fırtına diye düşündü durdu.

Bu arada gencin gözlerinden sakladığı göz damlaları inci gibi akmaya başladı. Sanki gözyaşlarını sevgilinin içine akıtıyordu. Silmedi gözlerini genç, sanki hep o damlalarla yaşamak istiyordu.

Ani bir kararla arkasını dönüverdi. Gözlerinde yaş, dudaklarında hep beraber dinledikleri o şarkı vardı. Adımlarını git gide hızlı atmaya başladı. Kız da saklayamazdı artık gözlerindeki yaşları. O da ağladı. Elini ona doğru uzatıp gitme diyecekti ama diyemedi. Yere çöküp buz oldu. Tıpkı gencin kalbinin buz olduğu gibi. Artık ışıklar sönmüş, perde çekilmiş, çünkü senaryo sona ermişti.
 
Son Yaprak ( Yazar : Bilinmiyor )


New York'un düşük kiraları yüzünden sanatçılarla dolu olan Greenwich Village'ında üç katlı bir binanın en üst katındaydı Sue ve Johnsy'nin stüdyoları. Amerikanın 2 ayrı ucundan gelen kızlar bir lokantada tanışmış ve ortak sanat zevkleri oldugunu anlayınca ortak bir ev tutmaya karar vermişlerdi. Bu olay Mayıs ayındaydı.Kasım ayında ise bölgeye doktorların zatürree adını verdiği soğuk bir yabancı gelip buz gibi parmaklarıyla orayı burayı yoklamaya başlamıştı. California rüzgarlarıyla kanı sulanmış ufak tefek, ince yapılı bir kızcağız olan Johnsy'yi de yatağa sermişti. Zavallı kızcağız demirkaryolasına yatmış, yandaki evin tuğla duvarlarını seyrederek kıpırdamadan yatıyordu doktor geldiğinde. Doktor kır kaşlarını sağa sola oynatarak Sue'yu koridora çağırdı.

"Kurtulması için onda bir olasılık var," dedi. "O da içinde yaşama isteği varsa. Doğrusunu istersen mezarcının tarafını tutan insanlar tibbi komik duruma düşürüyor. Sizin arkadaşınız da kendini iyileşmeyeceğine inandırmış. Aklına takılan birsey mi var acaba?" Napoli körfezinin resmini yapmak isterdi," dedi Sue.

"Ben bir erkeği kastetmiştim."

"Erkek mi? Yo hayır doktor, erkek falan yok."

"O halde zayıf düştü demek. Bilimin bana verebileceği herseyi yapacağım. Ama hastalarım cenazelerine elecek arabaları saymaya başladı mı umudumu yüzde elli keserim. Eğer ona kış modası konusunda bir soru sordurtabilirseniz şansı yüzde yirmiye yükseltiriz."

Sue eve dönünce bir süre doya doya ağladıktan sonra resim tahtasını kolunun altına yerleştirdi ve ıslık çalarak Johnsy'nin odasına girdi. Johnsy yüzünü pencereye çevirmiş hiç kımıldamadan yatıyordu. Sue arkadaşının uyuduğunu sanarak ıslığı kesti. Sonra bir dergide yayınlanacak hikaye için resim yapmaya başladı. Biraz sonra duyduğu bir mırıldanma ile yatağın başına koştu. Johnsy'nin gözleri pencereden dışarı bakıyor ve geriye doğru sayıyordu.

"On iki," dedi, biraz sonra, "On bir," sonra sıra ile "dokuz, sekiz, yedi."

Sue meraklanarak dışarı baktı. Ortada sayılacak ne vardı ki.? Çıplak ve iç kapayıcı bir avlu ve beş metre ilerdeki evin dümdüz tuğla duvarı. Kökleri çürümüş yaşlı bir sarmaşık duvarın yarısına kadar anca tırmanabilmişti. Sonbaharın soğuk soluğu ile yaprakları dökülen bitki yıkılmak üzere olan duvara iskeletiyle tutunuyordu sanki. "Ne var canım?"

"Altı," diye fısıldadı Johnsy. "Şimdi daha hızlı dökülüyorlar artık. Üç gün önce yüz taneydiler. Sayarken başım dönüyordu. Ama şimdi iş kolaylaştı. İşte bir tane daha gitti. Beş tane kaldı."

"Beş tane kalan ne Johnsy?"

"Yaprak. Sarmaşığın yaprakları. Sonuncu da düşünce ben öleceğim. Üç gündür biliyorum bunu. Doktor sana söylemedi mi?"

"Hayatımda böyle saçma sey duymadım. Sarmaşık yapraklarıyla iyileşmenin ne ilgisi var? Aptallaşma lütfen. Sen eskiden o sarmaşığı ne çok severdin unuttun mu? Doktor bu sabah iyileşmen için tam onda bir olasılık olduğunu söyledi. New York'ta yürürken bile bu kadar şansımız yoktur. Şimdi sen çorbanı iç. Ben de resmimi bitireyim. Resmi satınca sana şarap, kendime ise pirzola alacağım."

Johnsy gözlerini pencereden ayırmadan, "Şarap almana gerek yok. İşte bak bir tane daha düştü. Hayır çorba da istemem. Dört tane kaldı şimdi.Karanlık basmadan sonuncusunun da düşüşünü görmek istiyorum. O zaman ölebilirim artık. "

Sue hastanın üzerine eğildi. "Johnsy, ben su işimi bitirinceye kadar gözünü kapatıp, dışarı bakmayacağına söz verirmisin? Yarın bu resimleri teslim etmek zorundayım. Işığa ihtiyacım olmasaydı perdeyi çoktan indirirdim."

"Öteki odada çizemez misin?" diye soğukça sordu Johnsy."Senin yanında oturmak istiyorum. Ayrıca o yapraklara da bakmanı istemiyorum"

Johnsy gözlerini kapatarak yıkılmş bir heykel gibi bembeyaz ve kıpırtısız yattı. "Bitirir bitirmez haber ver ama. Sonuncu yaprağın düştüğünü görmek istiyorum. Beklemekten bıktım artık. Düşünmekten de. Herşeyden kurtulup o zavallı yapraklar gibi döne döne boşluğa uçmak istiyorum."

"Uyumaya çalış. Ben yaşlı Behrman'ı modellik yapması için çağırmaya gidiyorum. Hemen gelirim. Ben dönene kadar sakın kıpırdama yerinden."

En alt katta oturan Behrman altmışını aşmış, kırk yıldır resim yapmasına rağmen başarının eteğine dahi ulaşamamıştı. Her zaman bir başyapıta başlayacağını söylese de, henüz ortalarda böyle birşey yoktu.Reklam ve afişlerle geçinmekteydi.Profesyonel model tutmaya paraları yetmeyen genç ressamlar için modellik yapardı.

Sue adamı loş stüdyosunda buldu. Adama Johnsy'yi, gerçekten bir yaprak kadar zayıf ve güçsüz olan kızı dünyaya bağlayan bağların gittikçe inceldiğini anlatırken, yaşlı adam gözünden yaşlar boşanarak, "Hala böyle budalalar varmış bu dünyada," diye söylenmeye başladı.

Yukarı çıktıklarında Johnsy uyuyordu. Sue perdeyi indirip Behrman'a yan odaya geçmesini işaret etti. Oradan korku ile sarmaşığa baktılar. Karla karışık soğuğa bir de yağmur eklenmişti.

Sue ertesi sabah bir saatlik bir uykudan uyanınca Johnsy'nin kapalı yeşil perdeye bakmakta oldugunu gördü. "Aç görmek istiyorum." dedi Johnsy. Sue bitkin bir halde arkadaşının emrine uydu. Hayret bütün gece yağan yağmura rağmen sarmaşığın üzerinde bir tek yaprak kalmıştı. Kenarları çürümüş, sararmış yaprak hala yeşil olan sapıyla yerden beş altı metre yüksekte bir dalın ucunda sallanıyordu. "Sonuncu," dedi Johnsy.

"Dün gece nasıl olsa düşer demiştim. Rüzgar çok şiddetli esiyordu. Ama bugün düşecek, ben de aynı anda öleceğim."

Sue kızın yanağını kendininkine yapıştırarak, "Kendini düşünmüyorsan beni düşün, ben sensiz ne yaparım?" dedi.

Johnsy cevap vermedi. Dünyanın en kimsesiz şeyi esrarlı yolculuğa hazırlık yapan ruhtur. Kendisini dünyaya ve arkadaşlığa bağlayan bağlar birer birer gevşeyip koptukça kızın hayal gücü daha da kuvvetleniyordu. Gün sonu yaklaşmıştı. Alacakaranlıkta bile o tek sarmaşık yaprağının dalına sımsıkı yapışık olduğunu görüyorlardı. Geceyle birlikte Kuzey rüzgarı ve yağmur yeniden başladı. Sabahın ilk ısıklarıyla Johnsy acımasızca perdenin açılmasını istedi yine. Sarmaşık yaprağı hala oradaydı. Johnsy uzun uzun baktı yaprağa. Sonra gaz ocağının üzerinde çorba kaynatan Sue'ya seslendi.

"Ben çok kötü bir kızım Sue. Benim ne kadar kötü olduğumu göstermek için bir güç o son yaprağı orada bıraktı. Ölümü istemek günahtır.Bana biraz çorba ile süt ve şarap getirebilirsin şimdi. Ama hayır, hayır...önce bir ayna getir, arkama da birkaç yastık yerleştir de senin yemek hazırlamanı seyredeyim." Bir saat sonra "Sue birgün gidip Napoli körfezinin resmini yapacağım," dedi.

Doktor öğleden sonraki muaynesini bitirip çıkarken Sue da bir bahane uydurup ardından yürüdü. Doktor Sue'nun titreyen elini sıktı."Yüzde elli olasılık var. İyi bakarsanız siz kazanırsınız. Şimdi aşagıda yenibir hastayı görmeye gidiyorum. Behrman diye biri. Ressam sanırım. O da zatürreeye tutulmuş. Zayıf ve yaşlı bir adam, hastalığı da çok şiddetli. Hiç umut yok ama biraz rahat etmesi için hastaneye kaldıracağız." Doktor ertesi gün, "Artık tehlike kalmadı, siz kazandınız," dedi. "Şimdi beslenme ve dinlenme gerek.... Hepsi o kadar."

Sue öğleden sonra yatakta mavi yünden gereksiz bir şal ören Johnsy'nin yanına oturdu. "Beyaz farem benim, sana birsey söylemek istiyorum.Bay Behrman bugün zatüreeden öldü. Hastalığı yalnızca iki gün sürdü.Kapıcı ilk günün sabahı onu sancıdan kıvranırken bulmuş. Üstü başı ve ayakkabıları sırıl sıklammış. Öylesine korkunç bir fırtınada nereye çıkmış olabileceğine akıl erdirememişler. Sonra henüz yanan bir fener, yerinden çıkarılmış bir merdiven, birkaç fırça ve üzerinde yeşil ve sarı boyalar olan bir palet bulmuşlar. Pencereden bak şekerim, son sarmaşık yaprağını görüyor musun? Rüzgar estiği zaman neden sallanmadığını merak etmedin mi hiç? Bu Behrman'in bahsettiği şaheseri işte! Son yaprağın düştüğü gece yapmış."
 
Stanford ( Yazar : Bilinmiyor )


Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektör''ün bürosundan içeri girer girmez,sekreter masasındanfırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi? Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı..Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı...Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter,dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksagidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu..Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard''da okuyan oğullarını bir yıl öncebir kazada kabetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard''da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner...""Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard''a bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunubiliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..."Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?" Rektör''ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California''ya,Palo Alto''ya geldiler. Ve Harvard''ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.Amerika''nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD''u..
 
Süleymaniye ve Mimar Sinan ( Yazar : Bilinmiyor )


Birkaç yıl önce, Süleymaniye Camii'sinin yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı anlaşılmış. Eğer çözüm bulunamazsa, koca cami kısa bir zaman içinde yıkılacakmış. Caminin tüm taşıyıcı yükü kemerlerindeymiş. Bu kemerlerin ortalarında bulunan kilit taşları zamanla aşınmış. Ama elde yazılı bir proje olmadığı için nasıl değiştirileceği bilinmiyormuş. Hemen Türkiye'nin en yetkin mühendis ve mimarlarından oluşan bir heyet oluşturulmuş. Ortaya bir sürü fikir atılmış. Her kafadan bir ses çıkmış ama sonuç alınamamış. Tartışmalar sürerken caminin içinde büyük bir karmaşa sürüyormuş. Ülkenin çeşitli bilim kuruluşlarından bir sürü mimar, mühendis kemerleri inceliyormuş. Bu adamlardan biri ortalarda dolanırken, kazara, gizli bir bölme bulmuş. Bölmede, üzerinde eski yazı olan bir not varmış. Uzmanlara inceletilen kağıdın orijinal olduğu belgelenmiş. Bu kağıt parçası bizzat Mimar Sinan'ın imzasını taşıyan bir mektupmuş. Mektupta yazılanlar tercüme ettirilince ortaya şöyle bir metin çıkmış. "Bu notu bulduğunuza göre kemerlerden birinin kilit taşı aşındı ve nasıl değiştirileceğini bilmiyorsunuz." Koca Sinan, kademe kademe, kilit taşının nasıl değiştirileceğini anlatıyormuş. Heyet Sinan'ın söylediklerini aynen yapmış. Süleymaniye camisi böylelikle kurtarılmış.
 
Şeytan ( Yazar : Guy de Maupassant )


Köylü, ölüm döşeğinde olan hasta kadının başucundaki doktorun karşısında duruyordu. Sessiz, olacaklara boyun eğmiş ama aklı hâlâ yerinde olan ihtiyar kadın, onlara bakıyor ve konuşulanları dinliyordu. Yaşlı kadın ölecekti; buna isyan etmiyordu. 92 yaşındaydı ve artık sonu gelmişti.

Açık kapı ve pencereden Temmuz güneşi içeri vuruyor ve kuşaklar boyu köylülerin ayakları altında ezilen kahverengi toprağa sıcak ışıltılarını saçıyordu. Yakıcı bir rüzgâr, öğle güneşi altında kavrulan yaprakların, tarlaların, buğday ve otların kokusunu odaya dolduruyordu. Çekirgeler, boğazlarını yırtarcasına bağırıyor, panayırlarda çocuklara satılan tahtadan yapılmış oyuncak çekirgelerin gürültüsüne benzer bir çatırtı sesi yayıyorlardı ortalığa.

Doktor, sesini yükselterek:
- Honoré, dedi, annenizi bu halde tek başına bırakamazsınız. Her an ölebilir!
Köylü ise, üzgün bir şekilde sızlanıyordu.
- Fakat buğdayı toplamam gerek. Uzun zamandır toprakta duruyor. Şimdi tam zamanı. Sen ne dersin anne?
Hâlâ Normandiyalılara özgü cimriliği üzerinden atamayan yaşlı kadın, gözüyle ve başıyla "evet" işareti yapıyor ve oğlunun buğdayı toplamaya gitmesine ve kendisini tek başına ölüme terk etmesine ses çıkarmıyordu.
Doktor kızmıştı, tepinerek haykırdı:
- Siz hayvandan başka bir şey değilsiniz. Anlıyor musunuz, değilsiniz. Bunu yapmanıza izin vermeyeceğim. Eğer buğdayınızı bugün toplamaya mecbursanız, gidin La Rapet'yi bulun; annenize o baksın. İşitiyor musunuz? Eğer dediklerimi yapmazsanız, hastalandığınızda sizi köpek gibi ölüme terk ederim, anladınız mı?

Zayıf, ağır ağır hareket eden, doktorun korkusu ve paraya olan düşkünlüğünün etkisiyle kararsızlık içinde kıvranan köylü, tereddüt ediyor, hesaplar yapıyor ve "La Rapet bakım için kaç para alır acaba?" diye söyleniyordu.

- Ne bileyim ben? diye bağırdı doktor. Bu, onun ne kadar çalışacağına bağlı. Onunla halledin. Bir saate kadar La Rapet'nin burada olmasını istiyorum, anladınız mı?

Köylü, kararını vermişti. “Tamam, gidiyorum. Kızmayın” diye söylendi. Doktor, "Sizi uyarıyorum, öfkelendiğim zaman şaka yapmam" diyerek çıkıp gitti.

Köylü, yalnız kalınca, annesine döndü ve kaderine boyun eğmiş bir ses tonuyla, "Mademki bu adam istiyor, gidip La Rapet'yi getireyim. Ben dönene kadar sakın yerinden kalkma" diyerek gitti.

Yaşlı bir kadın olan La Rapet, ütücüydü. Köyde ve çevrede ölüm döşeğinde olanlara ve yaşlılara bakardı. Ölenlerin kefenlerini diktikten sonra hemen işine döner ve bu kez yaşayanların giysilerini ütülerdi. Çürük bir elmanın kabuğu gibi eli yüzü kırışık, kıskanç, katı yürekli, şaşılacak derecede cimri ve sürekli olarak çamaşır ütülemek yüzünden beli bükülmüş olan La Rapet'nin, can çekişmeye iğrenç denecek bir sevgi duyduğu söylenirdi. Bir avcının tüfeğini nasıl ateşlediğini anlatması gibi, can çekişen insanları, tanığı olduğu ölümleri en ince ayrıntılarına kadar anlatırdı.

Honoré Bontemps, La Rapet'nin evine geldiğinde, gömlek yakaları için çivit suyu hazırlarken buldu onu.
- İyi akşamlar, işler yolunda mı? diye sordu.
La Rapet, başını ona çevirerek:
- Evet, ya sizin işler? diye cevap verdi.
- Benimkiler de iyi, diye yanıtladı Honoré, ama annem iyi değil.
- Anneniz mi?
- Evet annem.
- Nesi var?
- Ölmek üzere!

İhtiyar kadın ellerini sudan çıkardı; maviye çalan saydam su damlacıkları ellerinden parmaklarının ucuna kadar kayıyor, yere damlıyordu.

La Rapet, beklenmeyen bir cana yakınlıkla, "Durumu çok mu kötü?" diye sordu.

- Doktor artık umut kalmadığını söyledi.

Honoré duraksadı. Ne istediğini söylemek için birkaç giriş sözcüğü gerekliydi; fakat hiçbir şey bulamadığı için hemen kararını verdi:
- Ölümüne kadar anneme kadar bakmak için kaç para istersiniz?" diye sordu. "Bizim zengin olmadığımızı bilirsiniz. Bir hizmetçi bile tutamadım. Zaten zavallı annem bu duruma o yüzden geldi. 92 yaşında olmasına rağmen tarlada çalıştı; çok yoruldu. Buğday daha fazla kazandırmıyor ki...
La Rapet, büyük bir ciddiyetle yanıt verdi:
- İki fiyat var. Hali vakti yerinde olanlar için gündüz iki frank ve gece için de ayrıca üç frank. Diğerleri içinse, gündüz için bir frank ve gece için de iki frank. Siz, bir ve iki frank ödersiniz.

Honoré düşünmeye başladı. Annesini iyi tanıyor, onun nasıl dayanıklı ve güçlü olduğunu biliyordu. Doktorun söylediklerine rağmen, annesi bir hafta daha yaşayabilirdi.
- Hayır, diye konuşmaya başladı Honoré. Bana bu işin sonuna kadar bir tek fiyat vermenizi istiyorum. İkimiz de şansımızı deneyelim. Doktor, çok yakında öleceğini söyledi. Böyle olursa, bu sizin yararınıza. Yarına kadar veya daha çok yaşarsa, bundan da ben kârlı çıkarım; siz de şansınıza küsersiniz!

İhtiyar kadın şaşırmış, adama bakıyordu. Şimdiye kadar ölüm döşeğindeki hiçbir insan için böylesi bir pazarlık yapmamıştı. Tereddüt ediyordu; yine de şansını deneyebileceğini düşündü. Oyuna da gelmek istemiyordu.
- Annenizi görmeden bir şey söyleyemem, diye cevap verdi.
- O halde gelin görün, dedi Honoré.

La Rapet ellerini kuruladı ve hemen çıktılar.

Hiç konuşmadan yürüdüler. Yaşlı kadın acele adımlarla yürürken, köylü her seferinde sanki bir dereyi aşarmışçasına büyük adımlar atıyordu.

Tarlalarda sıcaktan bunalmış halde yatan inekler, ağır ağır başlarını kaldırıyor ve yürüyüp giden bu iki insana doğru taze ot istercesine böğürüyordu.

Honoré Bontemps, eve yaklaşırken, kendi kendine "Belki de bu iş çoktan sona erdi" diye mırıldandı. Sesinin tonunda, böyle olmasını isteyen bilinçsiz bir arzu kendisini belli ediyordu.

İhtiyar kadın daha ölmemişti; hasta yatağında sırtüstü yatıyordu. Alacalı basmadan dikilmiş yorganın üzerinde duran yengece benzer ürkütücü zayıf elleri, romatizma ağrılarının, yaklaşık yüz yıllık çalışmanın ve yorgunluğun etkisiyle bükülmüştü.

La Rapet, yatağa yaklaştı ve ölüm döşeğindeki ihtiyar kadını incelemeye başladı. Nabzına baktı, göğsüne elledi, soluk alışını dinledi, konuşmasını duymak için sorular sordu ve onu uzun uzun seyrettikten sonra Honoré ile dışarı çıktı. Artık bir fikir edinmişti. Yaşlı kadın geceyi çıkaramazdı.

- Ee, ne düşünüyorsunuz? diye sordu Honoré.
- İki belki de üç gün sürer, dedi La Rapet. Her şey dahil altı frank ödersiniz.
- Altı frank mı? diye bağırdı köylü. Siz aklınızı mı kaçırdınız? Annemin en fazla 5-6 saat yaşayacağını söylüyorum size; daha fazla değil!

Uzun bir tartışmaya giriştiler. Sonunda Honoré, bakıcı kadının bu işten vazgeçmek istemesi, vaktin ilerlemesi ve buğdayın hâlâ tarlada durması üzerine razı oldu.
- Tamam, dedi, her şey dahil cenazenin kalkmasına kadar altı frank.
- Tamam, altı frank.

Honoré, koşar adımlarla, kızgın güneşin altında bekleyen buğdaylarına doğru yürümeye başladı.

Bakıcı kadın da, içeri girdi.

Yanında kendi işini de getirmişti. Cenazenin veya ölüm döşeğinde olanların başında beklerken kimi zaman kendi işini yapar, kimi zaman da hastasını beklediği ailenin işlerini görür, böylece ek gelir de sağlardı.

Birden yaşlı kadına dönerek:
- Sizin son duanız yapıldı mı Bontemps ana? diye sordu.

İhtiyar kadın başıyla, "hayır" anlamına gelen bir işaret yaptı. Bunun üzerine, iyi bir dindar olan La Rapet, çevikçe ayağa kalkarak, "Aman Allahım, nasıl olur? Hemen gidip papazı bulayım" diye söylendi.

Papazın evine doğru öylesine hızlı yürümeye başladı ki, onun böyle acele acele gittiğini gören meydandaki çocuklar, yine bir felâketin geldiğini düşündüler.

Cübbesinin üzerine dizlerine kadar inen beyaz üstlüğünü giyen papaz, güneşin altında kavrulan tarlalardan yürürken, kilise korosundan bir çocuk da, elinde küçük bir çanı sallayarak onun gelişini haber veriyordu. Uzaklarda çalışanlar erkekler şapkalarını çıkartıyor ve beyaz giysili papazın bir evin arkasında kaybolmasını beklerken hareketsiz duruyorlardı. Ekin demetlerini toplayan kadınlar, istavroz çıkarmak için doğruluyor, ürken tavuklar da, iki yana sallana sallana hızla yolun kenarındaki hendeğe doğru koşuyor ve çukurun içinde aniden kayboluyorlardı. Çayırda bağlı olan bir tay, papazın beyaz giysisinden ürküyor, bağlı bulunduğu ipin ucunda daireler çizerek, çifte atarak koşup duruyordu. Kırmızılar içindeki korodaki çocuk, hızla ilerliyor, kare şeklinde bir takke giymiş olan ve başı bir omzuna doğru eğik duran papaz, dualar okuyarak onu izliyordu. La Rapet ise, sanki yere kapanacakmış gibi, ikiye katlanmış yürüyor ve elleri kilisede olduğu gibi birbirine bitişik duruyordu.

Uzaktan onların gidişini gören Honoré:
- Papaz nereye gidiyor acaba? diye kendi kendine sordu.
Yanında çalışan ve durumu daha tez kavrayan işçi:
- Papazı annene götürüyor diye cevap verdi.

Honoré, hiç şaşırmadı ve "Olabilir" diye mırıldandı. Sonra tekrar işine başladı.

Bontemps ana günah çıkardı; papaz yaşlı kadının günahlarını bağışladı ve şaraplı ekmekten yedirdi, sonra da, iki ihtiyar kadını boğucu sıcak evde bırakarak dışarı çıktı.

La Rapet, bu işin ne kadar süreceğini düşünürken ihtiyar kadını da incelemeye başladı.

Gün yavaş yavaş batıyor, serin hava eve giriyordu. İki iğneyle duvara tutturulmuş bir resim, içeri giren taze havayla sağa sola savruluyor; daha önceleri beyaz olduğu anlaşılan sinek lekeleriyle dolu sararmış perdeler uçuşuyor ve ihtiyar kadının ruhu gibi çıkıp gitmek istercesine çırpınıyordu.

Bontemps ana, hareketsiz, gözleri açık yatıyor; yanı başında olan ama gelmekte geciken ölümü büyük bir kayıtsızlıkla bekliyordu. Soluk alıp verirken boğazından ıslık sesi çıkıyordu. Sanki her an soluğu kesilecek ve ölmesinden kimsenin üzüntü duymayacağı bir kadın daha eksilecekti bu dünyadan. Gece çökerken Honoré geldi. Yatağa yaklaştı ve annesinin hâlâ yaşadığını gördü.

- Nasıl? diye sordu. Sonra da, sabah saat 05.00'te gelmesini söyleyerek La Rapet'yi evine gönderdi.
- Sabah 05.00'te, diye cevap verdi La Rapet.
Gerçekten, ertesi sabah güne doğarken geldi.
Honoré, tarlaya gitmeden önce, kendi hazırladığı çorbasını içiyordu.
- Ee, anneniz öldü mü? diye sordu La Rapet.
Honoré, muzipçe gözünü kırparak:
- Daha iyi, diye cevap verdi ve sonra çıkıp gitti.

Kaygılanan La Rapet, elleri yorganın üzerinde büzülmüş, gözleri açık, kayıtsız ve canından bezmiş durumda yatan ihtiyar kadına yaklaştı. Bu durumun, iki gün, dört gün, sekiz gün böyle sürüp gidebileceğini anlamıştı. Cimri yüreği korkuyla sıkıştı. İçinde, kendisini aldatan bu çok bilmiş köylüye ve ölmek bilmeyen ihtiyar kadına karşı bir öfke dalgası yükselmeye başladı.

La Rapet, bununla birlikte, yeniden işe koyuldu. Gözünü hiç ayırmadan Bontemps ananın kırış kırış olmuş yüzüne bakarak beklemeye başladı.

Honoré, öğlen yemeğe eve geldi. Memnun gözüküyordu, hatta bakışlarında alaycı bir hava vardı. Yemeğini yedikten sonra yine tarlaya gitti. Hiç kuşkusuz, en uygun koşullarda buğdayını topluyordu.

La Rapet ise, gittikçe çileden çıkıyordu. Her geçen dakika, ona artık parasının ve zamanının çalınması gibi geliyordu. Bu inatçı ve ihtiyar kadının boğazına sarılmak, zamanını ve parasını çalan o zayıf ama hızlı soluk alış verişini durdurmak istiyordu.

Böyle bir şeyin tehlikeli olacağını düşündü ve kafasında bin bir düşünceyle Bontemps ananın yatağına yaklaştı.
- Daha önce hiç şeytanı gördünüz mü? diye sordu ona.
- Hayır, diye mırıldandı yaşlı kadın.

La Rapet, bunun üzerine, ihtiyar kadınla konuşmaya, ölmekte olan güçsüz ruhunu korkulara salmak için uydurma hikayeler anlatmaya başladı.

"Ölmeden birkaç dakika önce, şeytan ölüm döşeğinde yatanlara görünür, diyordu La Rapet. Elinde bir süpürge, başında tencere vardır, bağırır durur. Onu görenlerin işi bitmiş demektir; artık birkaç saniyeden fazla yaşamazlar".

La Rapet, sonra da, daha o yıl baktığı Joséphin Loisel, Eulalie Ratier, Sophie Padagnau ve Séraphine Grospied'ye gözlerinin önünde şeytanın nasıl göründüğünü bir bir anlattı.

Nihayet heyecana kapılan Bontemps ana, huzursuzlanıyor, çırpınıyor ve ellerini sallıyor, başını çevirip odanın öte yanına bakmaya çalışıyordu.

La Rapet, birdenbire yatağın yanından kayboluverdi. Dolaptan bir çarşaf alıp sarındı, kafasına bir tencere geçirdi. Tencerenin kısa ve eğri üç ayağı, kafasının üzerinde üç boynuz gibi yükseliyordu. Sağ eline bir süpürge aldı, sol eliyle de teneke bir kovayı havaya fırlattı.

Kova, yere düşünce korkunç bir gürültü çıkardı. Sandalyenin üzerine fırlayan bakıcı kadın, yatağın ucunda asılı duran perdeyi havaya kaldırdı, keskin çığlıklar atıp el kol hareketleri yaparak, üzerinde çarşaf, kafasında yüzünü gizleyen tencere ve elindeki süpürgeyle, ölüm döşeğindeki ihtiyar kadını tehdit eden acayip bir kukla gibi ortaya çıkıverdi.

Çılgına dönen, delice bakan ihtiyar kadın, yerinden doğrulup kaçmak için insanüstü bir çaba gösterdi. Omuzlarını ve göğsünü yorganın altından çıkarmayı bile becerdi fakat derin derin iç çekerek birden yığılıverdi. Ölmüştü!...

La Rapet, sakin sakin her şeyi yerine yerleştirdi. Süpürgeyi dolabın köşesine dayadı, çarşafı dolaba yerleştirdi, tencereyi ocağın üzerine koydu, sandalyeyi duvarın önüne çekti ve kovayı yerine bıraktı. Sonra, alışık olduğu hareketlerle, Bontemps ananın gözlerini kapadı, yatağın üzerine bir tabak yerleştirdi ve içine, kilisede okunmuş su kabından su koydu.

Konsolun üzerindeki şimşir parçasını bu suyla ıslattı; yatağın yanına çömelerek, işi gereği ezbere bildiği duaları büyük bir aşkla şevkle okumaya başladı.

Akşam Honoré eve geldiğinde bakıcı kadını dua ederken buldu. Hemen bir hesap yaptı ve La Rapet'nin kendisinden bir frank alacaklı olduğunu fark etti; üç gün ve bir gece annesine bakmıştı. Bunun karşılığı beş frank ederdi; oysa La Rapet ile altı franka anlaşmıştı.



--------------------------------------------------------------------------------
 
Tanrı'nın ( Yazar : Mehmed Aydın )


1997 yılının aralık ayıydı yeni ev arkadaşımla ilk günlerimdi. Yaşca benden büyük olan bu insanla anlaşmak oldukça zor geliyordu ilk günlerde, daha taşındığı ilk gün hemen odamdaki benim kitaplığımın, yerine kendi kitaplığını kurmuş benim tüm eşyalarını kendi düzenine göre ayarlamıştı, aslında şimdilerde Tanrının bir hediyesi gibi kabul ettiğim bu insan o günlerde bana oldukça garip gelmişti. Kitaplığını çay koleksiyonunu saklamak için kullanması, yaşına göre çok sıradışı duran pala bıyıkları, daha büyük bir tezat olan uzun saçları, giyimi, davranışları, konuşmasıyla tümüyle garip bir insandı. Sanırım üniversitede tanımayan yoktu, heleki kalpağını sabah ayna karşısında özenle giymesi bizim için sabahları seyirlik bir sosyal aktiviteydi. Bu garipliklere zamanla öyle alışmıştım ki, akşamları çay sohbetlerinde yapılan ateşli felsefe tartışmaları, kendisinin değişik sosyolojık tesbitleri, doğunun ve de batının değer sistemlerini barıştırmayı başarmış kafa yapısı, sürekli aşağılayan, sorgulayan, anlaşılması güç espri anlayışı sanki benim üzerime de siniyordu yavaş yavaş. Sıradışı hayat tarzı, çayları, kitaplarından sonra arkadaşlarını da taşımaya başladı evimize. Önce Biftek ve Bonfıle taşındı, evimiz büyük olduğu için onlara yer bulmakta zorlanmadık, itiraf etmeliyim ki çoğu zaman varlıklarını bile hissettirmezlerdi. En büyük zorluk hangisinin Biftek hangisinin Bonfıle olduğunu anlamaktaydı, birbirlerine o kadar benziyorlardı ki...

Biftek ve Bonfıle yani tavşanlarımız evimize daha da bir neşe katmıştı doğrusu, evin içinde koşuşturan, çoraplarımızı, çiçekleri, halıları kemiren, en umulmadık istenmedik yerlerde karşınıza çıkan, en sevdiğimiz, en kıymetli eşyalarımızı umursamadan yok eden birilerinin olması güzeldi. Sonra bir gün, sanırım ilk dönemin bittiği final sınavlarının haftasıydı, yeni bir ev arkadaşımız daha oldu. Bu herkesten, hepimizden farklı birisiydi, ilk günden itibaren evdeki herkesin gözbebeği olmuş, herkesin önyargılarını kırmış ve sevgilerini o kadar kısa zamanda kazanmıştı ki. İlk geldiği günleri hatırlıyorum da, evde herkes herşeyi unutmuş sadece onunla ilgileniyordu, onunla olmak için sıra beklediğim, hatta diğerlerini kıskandığım olurdu. Herkes evde onunla ilgilenmek için yarış halindeydi, evimize neşe gelmişti; saf, katıksız, kor halinde kıpır kıpır minik tecrübesiz bir neşe kaynağı...

Sabahları güneşle birlikte uyanır, ve “Ne yapsam da bu insanları delirtsem diye işe koyulurdu hemen, ilk günlerinde bizi o uyandırırdı, kolumuzun altına ya da ayak parmaklarımıza başını gömmüş aklınca emmeye çalışırken uyanırdık. Ben Hakan'ın yatağına bırakırdım, o da benimkine, tabi bunun intikamını daha sonra dişleri çıkınca sabahları kulaklarımızı, burnumuzu ısırıp uyandırarak alacaktı. Ama benimle arası hepsinden iyiydi, en azından anlıyor gibi saatlerce
benim o günlerde baş gösteren aşk problemlerimi dinlerdi, sanırım bazen bu oldukça sıkıcı oluyordu zira beni dinlerken hareketleri gitgide ağırlaşıyor ve sonunda uykuya dalıyordu. Sanırım konuşmasını bilseydi beni mehvedebilirdi benden dinledikleriyle.

Çoğu zaman da sanki o bizimle oynuyor gibiydi, çoraplarımızı çalıp saklar, ya da namaz kılarken tam karşıma geçip boş boş yüzüme bakıp beni güldürmeye çalışırdı, bunu beceremezse ayaklarımı tırmalardı mutlaka. Onunla birlikte evin düzeni değişmişti, her ne kadar bizim felsefe sohbetlerimize sözlü olarak katılamasa da bizimle birlikte ona özel hazırladığımız bir bardak soğuk çayı bitiriyordu. Evin odak noktası o idi, ve de öyle olmaktan memnundu, kıskançtı da üstelik bu konuda, sadece onu sevmemizi istiyordu, tavşanlarımıza gördüğü yerde saldırıyor zavallı hayvanaları korkutup kaçırıyordu, bir de benim o zamanlar en büyük tutkum olan çiçeklerimi mahvedecekti tabi.. Önce camgüzelim gitti, ardından menekşemin cesedini koltuğun arkasında buldular ve en son, salondaki büyük Japon Şemsiyesi çiçeğimi paramparça edip parçalarını tüm salona yaydı... Biz onunla oyun oynamak istediğimizde genelde ilgilenmez gider uyurdu ama kendi oyun oynamak istediğinde bizim derslerimiz dahil hiçbirşeyle ilgilenmemize izin vermezdi. Özellikle Endüstri Mühendisliği bölümünde okuyan arkadaşımız Mehmed'in proje çizimlerine karşı daha bir sempatisi vardı, tuvalet ihtiyacı için onları kullanıyordu... Bugün hayretle ve de hayranlıkla düşünüyorum da bize ve de ona rağmen Mehmet bölüm birincisi olmuştu.

Evde bir tek Yüksel den korkardı çünkü Yüksel in onu eğitmek gibi ütopik bir amacı vardı, belki de onu hep Yüksel yıkadığı için ondan çekiniyordu. Biz de sınıftaki arkadaşlarımız da alışmıştık yüzümüzdeki, ellerimizdeki çiziklere.

Hep onun rahatlığını, bu kadar sürede üstümüzde kurduğu hakimiyeti kıskanmışımdır, sanırım Tanrı vergisi birşeydi bu, ve de o kadar rahattı ki... Final sınavlarına çalıştığım gecelerde onun yanımda uyuması beni deli ederdi... Dedim ya, onda Tanrıdan birşeyler vardı... Bir tek sorunumuz vardı ki ona bir isim koyamamıştık, dilini bilmediğimiz için kendi ismini de bilmiyorduk, herkes kendince bir isim kullanıyordu, onun pek umursadığı da yoktu aslında.
Velhasıl, güzeldi ortalıkta dolaşan, istediğini yiyen, izinsiz her yere girip çıkabilen, istediğini yırtan, döven, istediği saatte uyuyup uyanabilen, vandal, egoist, hiperaktif bir dişinin olması. İlk geldiği günü hatırlıyorum da, o günle bugün arasında çok az değişmişti. İlk geldiği gün.... Ne gündü ama....

Hakan, herzamanki gibi “Sürpriiiizz” diyerek girdi kapıdan, ancak ortada görünen birşey yoktu.... Belki de sürpriz buydu diye düşünmüştüm, ama sonra ceketinin kolunun içinde kıpırdayan birşey olduğunu farkettim, sanki dışarıya çıkmaya çalışıyordu, nihayet minik başını kararsız ve de ürkekçe dışarı çıkardı ve yeni evine, ev arkadaşlarına baktı ilk kez yarı kapalı gözlerle...

Evimizin yeni ortağı minik, bir haftalık bir kedi yavrusuydu... İşte bu bambaşka birşeydi, çünkü kedi gerçekten doğası itibarıyla çok farklı, eski zamanlardan beri insanoğlunun saygısını kazmış dahası birçok peygamberce kutsanmış ender hayvandır, hele bir yavru... saf sevgidir... kusursuzluk, sevgi, bağımsızlık, farklılık... Bana gördüğüm her kedi Tanrının bir mesajı gibi gelirdi. Onda Tanrının özenisini ve de iyimserliğini görürsünüz...

Mayısın başlarında yağmurlu bir öğleden sonra, büyük beklentilerimin olduğu, yağmurdan daha sıkıcı Kant'ın Pratik Aklın Eleştirisi ne gömülmüş, üşümüş ayaklarımla dikkatle kitabı okumaya çalışıyordum. O da odadaydı sakin sakin her zamanki umursamaz miskinliğiyle benim yatağımda uyuyordu. Aniden uyandı ve doğruca kapıdan çıktı gitti, ben ne olduğunu anlamamıştım, hani korku filmlerinin sonunda kötü karakteri öldü zannettiğiniz bir anda aniden kalkıp, son bir hamle ile saldırırması gibi aynı çeviklikle kapıya koştu, belki de hala gördüğü rüyadan uyanamamıştı, kimbilir... Dış kapıyı tırmalayarak açmamı istiyordu ısrarla ama açmadım, zorla onu odaya geri götürmeye çalışmam ellerimde açılan bir sürü yeni çizik, yaraya maloldu. İzin vermemekle iyi yapmıştım çünkü daha önce bir kere kapıyı açık bulduğunda kaçmıştı ve onu bulmamız saatlerimizi almıştı. Bütün akşam ben arkadaşlarıma gidene kadar bana surat asmış, stresli stresli homurdanarak evde deli gibi dolanmıştı. Hatta öyle asabiydi ki gönlünü almama bile saldırarak karşı koymuş izin vermemişti. Eve geç döndüğümde herkeste bir telaş vardı çünkü o gitmişti... Kapıyı açık bulduğu bir anda kaçmıştı demek, üstelik gecenin bu geç saatinde aramaya da çıkamazdık, tek ümidimiz başına kötü bir şey gelmemiş olmasıydı o kadar. Sabah, ilk derse yetişmenin telaşıyla, henüz uyanmamış dağınık bir suratla asansörü beklerken kapıcımız onun kömürlükte olduğunu söyleyince sevinmemiş kızmıştım aslında. İlk derse geç kalmıştım zaten, ama onu da yanıma alacak, derse götürecek, büyük ihtimalle de dersin öğretmenine onun hastalandığını söyleyecek, sonrada onu derste çıkaracaktım çantamdan böylece dersi kaynatıp diğer arkadaşların hayatlarını da kurtarmış olacaktım. Büyük Çoğunluğunu kızların oluşturduğu bir sınıfta çantadan kaçan(?) bir kedinin yaratacağı karmaşayı bir düşünsenize! Planımı çok beğenmiştim, kömürlüğün basamaklarını üçer beşer atlayarak indiğimde, karşımdaki manzara planımın işe yaramayacağını söylüyordu. Bir sürü küçük belki de birkaç günlük yavru, kararsız titrek hareketlerle diğerleri arasından kendine bir yer açıp emmeye çalışıyordu. O ise tüyleri yapış yapış bu minik yavruları yalıyor, kimine yardım ediyordu. Geldiğimi görünce dönüp istifini bozmadan bana baktı, gözlerindeki o yeni, bambaşka pırıl pırıl ifadeyi anlamak hiç de zor değildi.

Manzaranın kutsallığı karşısında ne diyecek bir sözüm vardı ne de yapacak bir şeyim, dönüp dışarı çıktım. İlk dersi kaçırmıştım üstelik mazaretimi de kaybetmiştim, acele adımlarla ıslak asfaltta kampüse doğru yürürken aklıma takılmıştı... Kedimizin akş***i hırsının, dışarı çıkma isteğinin sebebi anlaşılmıştı şimdi ama bunlar onun kendi yavruları olamazdı; geldiğinden beri hep bizde yaşamıştı ve de dışarıya neredeyse hiç çıkmamıştı, balkondan kaçması imkansızdı zira altıncı katta oturuyorduk, komşularımızın da kedisi yoktu, öyleyse bunlar kimin yavrularıydı?..... Birkaç adım sonra aklımdaki tüm soruların cevabını ve de yavruların gerçek annesini yolun kenarında gördüm. Bir gece önce bir arabanın çarpıp ezdiği bir kedi ölüsü...
 
Televizyonu Kapat ! ( Yazar : Bilinmiyor )


Bir akşam Jeremy okuldan eve sıkıntılı bir şekilde geldi. İngilizce öğretmeni ona bir ev ödevi vermisti : "Televizyonu bir hafta boyunca kapat ve bu deneyimini kaleme al." Ne kadar düşündüyse içinden çıkamadı çocuk. Tam bir hafta televizyonsuz yaşamak aklın alacağı şey değildi. "Oğlum paniklemişti" diyordu Jeremy'nin babası. "Ödev üzerinde düşündükçe, korkusu bakışlarından anlaşılabiliyordu." Aslında Conrad ailesi televizyon bağımlısı değildi. Fakat profesyonel basketbol maçları onların en zayıf yönleriydi. İşin aksi tarafı, tam o sıralarda NBA maçlari oynanıyordu. Daha da kötüsü, o bir hafta içinde, yaşadıkları şehrin takımı bir dizi maç oynayacakti. Bu yüzden "öğretmen bu ödevi sanki Jeremy'e değil de bana vermis gibi ağır geldi" diyordu Jeremy'nin babası. Sonuç herkes için sürpriz oldu. Bütün aile çok farklı bir hafta geçirdi. Televizyondan seyredemedikleri iki önemli maçı tribünlerde seyrettiler. Tiyatroya gittiler, arkadaslarını ziyaret ettiler. Evde o zamana kadar yapamadıkları meşgaleler buldular. Örneğin; mutfakta anneye yardım ettiler. Dahası Jeremy piyano derslerine başladı. Emekli ögretmen olan baba "meğer ne kadar çok vaktimiz varmış" derken, ilginç bir benzetme yaptı: "Bir haftalık tecrübemle herkese diyorum ki, televizyonunuzu kapatın. Bu küçük iş, sizin beyninizi mısır lâpası olmaktan kurtaracaktır." Jeremy'nin öğretmeni, verdiği ödev için nereden esinlenmişti bilemiyoruz. Fakat bir haftalığına televizyonu kapatmak, son yılllarda gittikçe yaygınlaşan bir eylem. Dünyada televizyonun tuzağına ilk olarak ve en yaygin biçimde düşen Amerika içinde bazı sivil gruplar, şimdi bu tuzaktan kurtulmayı amaçlayan eylemlerin öncülüğünü yapıyorlar.Bu eylemlerden en dikkat çekici ve yaygın olani ise "TV Turn off Week" yani "TV kapatma haftası". Bu eylemin temel amacı, insanların yılda bir hafta için de olsa televizyon karşısında harcadıklari zamanı azaltmak ve insanların zihnine daha faydalı şeyler yapabilecekleri anlayışını yerleştirebilmek. Bu haftayı düzenleyenler ve destek verenler, insanlara şu mesajı aktarıyorlar: "Sadece bir haftalığına televizyonunu kapat, sonra bak neler olacak!" TV kapatma haftası ilk olarak 1995 yılında kutlanmaya başlanmış. Daha ilk yılında bu faaliyete 45 bin okul ve 8 milyondan fazla insan katılmış. Bu uygulamayı örgütlü olarak ilk başlatan ise sonradan TV-Turnoff Network TV Kapatma Yayın Ağı) ismini alan TV Free America (TV'den Bağımsız Amerika) isimli özel bir kuruluş. Bu kuruluş faaliyetlerinde kâr amacı gütmüyor,herhangi bir siyasi eğilimi yok. 1995 yılından beri TV yi kapatma haftasına doğrudan katılan Amerikalıların sayısı ise 25 milyon cıvarında.TV-Turnoff Network'ün çok çarpıcı bir sloganı var."Turn off TV - Turn on Life!"yani "Televizyonu kapat, hayata katıl!" TV kapatma haftası Amerika'da doğduktan sonra diğer ülkelere de yayılmaya başladı. Fakat bu eylem şatafatlı bir şekilde duyurulma imkânından yoksun. Bir defa televizyonlar bu eylemle ilgili ne bir haber yayımlıyor, ne de bir reklâm kabul ediyor. Zaten bu eylemi organize eden gruplar büyük sermaye sahibi olmadığı için, bir tanıtım kampanyasına ayıracak geniş imkânları yok. Bununla beraber hareket derinden derine yayılıyor ve çeşitli ülkelerde kendisine tutunacak bir zemin buluyor.
 
Temizlikçi ( Yazar : Bilinmiyor )


Microsoft şirketinde temizlikçi olarak işe kabul edilen bir kişiye şirket yetkilisi, giriş işlemleri için birkaç belge getirmesi gerektiğini söyledi.

"Bana e-posta adresinizi veriniz ki" dedi. "Ben de size, getirmeniz gereken belgelerin listesini göndereyim."

Temizlikçi adayı, boynunu büktü:

"Benim e-posta adresim yok, efendim" dedi. "Çünkü henüz bir bilgisayarım bile yok."

Microsoft yetkilisi bu yanıttan hiç memnun kalmadı.

"Bir e-posta adresiniz olmadığına göre, ben de sizi, yaşayan bir kişi olarak kabul edemeyeceğim" dedi. "Bu durumda sizi işe almamız söz konusu olamaz."

Bir iş bulma sevincini bir anda yitiren adam, tüm serveti olan cebindeki on dolarıyla ne yapacağını kara kara düşünerek Microsoft binasından ayrıldı ve...Gitti, on dolarlık domates satın aldı, sonra da kapı kapı dolaşarak bunları satmaya başladı. "Akşam olduğunda serveti bir kat artmış, cebindeki on doları, yirmi dolara çıkmıştı. Adam, bu işi üç gün üst üste yaptıktan sonra, servetini 160 dolara çıkardığını görünce, bundan böyle geçimini domates alım satım işinden sağlamaya karar verdi. Her sabah evden biraz daha erken çıkıyor, eve biraz daha geç dönüyor ve parasını ise her gün bir kat daha artırıyordu... Kısa bir süre sonra işini daha da büyüttü. Önce bir el arabası, daha sonra ise bir kamyon satın aldı. Aradan beş yıl geçtikten sonra öykümüzün kahramanı kişi, Amerika'nın en büyük gıda dağıtımcısı olmuştu. Şimdi sıra, milyonlarca doları bulan serveti yanısıra, tüm aile bireyleri ve kendinin sağlığını koruyabileceği bir sigorta yaptırmaya gelmişti. Sigorta poliçesini hazırlayan acente görevlisi, gerekli kağıtların doldurulmasından sonra ondan, e-posta adresini istedi:

"Bize e-posta adresinizi bırakınız ki, hazırlayacağımız ödeme çizelgesini size hemen gönderebilelim" dedi.

Adam, büyük bir içtenlikle, büyük bir eksiğini açıkladı:

"Fakat benim e-posta adresim yok ki..."

Sigortacı, gözlüğünü indirdi ve adamın yüzüne şaşkınlık ve hayranlıkla karışık bir ifadeyle baktı:

"Çok tuhaf, e-posta adresiniz olmadan bir imparatorluk kurmuşsunuz" dedi ve kafasında biçimlenen soruyu açık açık sordu:

"Ya bir de e-posta adresiniz olsaydı" dedi. "Kim bilir o zaman ne olurdunuz?"

Adam, buruk bir gülümsemeyle yanıt verdi:

"Ne olurdum, çok iyi biliyorum" dedi. "Microsoft şirketinde temizlikçi
 
Üç Öküz ( Yazar : Bilinmiyor )


Bir zamanlar dağda bayırda hep birlikte gezen üç öküz varmış. Akça öküz, sarı öküz ve kara öküz hiçbir sürüye katılmazlar ve birbirlerinden ayrılmazlarmış. Birlikte otlar, yemeklerini paylaşır, aralarında zaman zaman anlaşmazlık çıksa da herhangi bir düşman saldırısı karşısında birlikte savaşırlarmış. Karşısında altı sivri boynuz gören saldırgan da fazla uzatmadan arkasını döndüğü gibi kaçarmış. Ünleri iyice yayıldığından fazla saldıran da olmaz, üç öküz istedikleri çayıra gider, rahat rahat otlarlarmış. O sıralarda ormanlar kralı aslan biraz sıkıntılıymış. Bölgesindeki av hayvanlarının sayısı iyice azalıyor, kurtulanlar uzaklara kaçıyormuş. Üstelik başka yırtıcı hayvanlar da aslana rakip olmaya başlamışlar. Bir gün aslanın yolu üç öküzün otladığı çayıra düşmüş. Üçü de birbirinden besili öküzleri görünce aslanın ağzı iyice sulanmış, "Bunların her biri beni bir hafta idare eder" diye düşünmüş. Öküzler de tehlikeyi hissedip birbirlerine sokulmuş, boynuzları ileri çıkarmışlar. İşinin kolay olmayacağını kestiren aslan yumuşak ve barışçı bir sesle "Merhaba öküz arkadaşlar, nasılsınız?" diye seslenmiş. Öküzler de tedbiri elden bırakmadan "İyiyiz sayın kralımız, sağolun" diye cevap vermişler. Öküzlerin yine de gevşemediklerini gören aslanın aklına bir fikir gelmiş. "Korkmayın öküz arkadaşlar" demiş "Buraya sizi yemek için gelmedim..." Sonra inandırıcı sesiyle devam etmiş: "Tam tersine, siz bu otlaktayken dışarda beliren tehlikelere karşı sizi uyarmaya geldim. Haberiniz olsun, son günlerde kaplan, panter ve sırtlan çok azdı. Herkese saldırıyorlar. Üstelik insanoğlu da buraları keşfetti ve yiyecek bulmak için hergün gelmeye başladı. Ben de kralınız olarak sizleri uyarmaya geldim." Bu sözler üç öküzün üzerinde gereken etkiyi yapmış, öküzler gevşemiş ve dışardan gelecek tehlikelere karşı kendilerini koruma planları yapmaya başlamışlar.

Birkaç gün sonra aslanın midesi iyice kazınmaya başlamış. O sırada akça öküz ilerdeki dereden su içmeye gitmiş. Aslan kara öküzle sarı öküzü yanına çağırıp fısıldayarak ve sesine korku ifadesi vererek şöyle demiş: "Arkadaşlar büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Bu akça öküzün beyazlığı çok uzaklardan dikkat çekiyor, geceleri bile görünüyor. Düşmanlarımız bunu görür ve yerimizi bulursa mahfoluruz. Benim düşüncem şu ki, bu akça öküzden kurtulalım, böylece kendimizi güvenceye alalım. Ne dersiniz ?" Uzun süredir aynı otlakta kaldıkları için yiyecekleri de azalmaya başlamış olduğundan sarı öküzle kara öküz hemen aslanın fikrine katılmışlar."Aslan kralımız haklıdır" derken bundan sonra otlakların ikiye bölüneceğini düşünüyorlarmış. Aslan devam etmiş: "Şimdi bunu otlaktan dışarı gönderirsek hem yerimizi belli etmiş oluruz hem de akça öküz düşmanlara yem olur. Yani hem tehlike yaratmış hem de düşmanlarımıza iyilik yapmış olacağız. Diyorum ki akça öküzü ben yiyeyim de düşmanlara yar olmasın." Kara öküzle sarı öküz bu fikre de katılmışlar ve akça öküz hemen aslanın midesine göçüvermiş.

Aradan birkaç gün daha geçmiş, bu kez kara öküz ırmağa su içmeye gittiğinde aslan sarı öküzle konuşmuş ve kara öküzün karalığının yarattığı tehlikeleri anlatmış. Sarı öküz çabuk ikna olmuş ve kara öküz de aslanın midesine gitmiş. Birkaç gün sonra aslan yine acıkmış ve sarı öküzü yanına çağırmış. Sarı öküz gelmiş ve meraklı bakışlarla aslanın karşısında durmuş. Aslan kükremiş: "Ey öküz oğlu öküz! Niye öyle bakıyorsun? Sıranın sana geleceğini hiç düşünmedin mi? Üstelik sana renginin sarılığıyla ilgili hikaye anlatmama da gerek yok!" Sonra bir pençede sarı öküzü devirmiş ve midesine indirmiş. Üç öküzün hikayesi de böylece sona ermiş.
 
Üçgen ( Yazar : Kaan A... )


XXX Kongre salonuna giden bütün yollarda trafik akmıyordu. Yolların kenarları park yeri bulamayan arabalarla dolmuştu. Araçlar trafikte yavaş yavaş ilerlemeye çalışıyorlardı. Yolda bekleyen ve trafiği açmaya çalışan polislerin çabaları bile bir işe yaramıyordu. Hatta ana caddeden Kongre salonuna giden sokağa giren simsiyah bir resmi araba ve onun etrafında üşüşen eskort araçlar bile trafiğe takılmış , sadece korna çalmakla yetiniyorlardı. Bazı insanlar arabalarını sokak ortasında bırakıp koşa koşa kongre salonuna gitmeye başladılar. Programın başlamasına çok az kalmıştı. Zaten çok kısa sürecek tarihi bir olaya şahit olmak herkesin kısmeti değildi. Zaten salona davet edilenler başta bu ülkeden olmak üzere önemli bilim adamları , profesörler , yazarlar , aydınlar ve bazı siyasetçilerdi. Ve tabi medya... Yazılı olsun görsel olsun tüm basın kuruluşları bugün kongre salonuna davetliydiler. Bazıları canlı yayın ekiplerini getirerek otoparkta küçük üsler kurmuş bazıları bütün yazar kadrosunu kongreye göndermiş bazıları ise en önemli isimlerini bu tarihi olaya şahit olmak için kongre salonuna yollamışlardı. Salona doğru yaklaştıkça yollardaki insan sayısı artıyor. Sakallı , entel tipler ellerinde pipoları koştura koştura salona girmek için uzadıkça uzayan kuyruğun en arkasında yer kapıyorlardı. Salon girişinde güvenlik birimleri girenleri hızla arayıp içeri girmelerine izin veriyorlardı. Salona giren kişi tarihi olayın gerçekleşeceği amfiye doğru hızla ilerliyor , bir yanda da yanındaki arkadaşlarıyla , meslektaşlarıyla böyle bir şeyin gerçekten olup olamayacağını tartışıyordu. Bu kadar kişiyi meraklandıran , yüzlerce insanı yollara döken bu olay neydi? Her şey 2 hafta önce XXX Üniversitesi öğretim görevlilerinden Bay A.'nın bir televizyon programında yaptığı bir açıklamayla olmuştu. Bir anda insanların dikkati bu yönde toplanmış , herkesin kafasında birer soru işareti oluşmuştu. Bay A. Kendinden o kadar emin konuşmuştu ki herkes ona inanmıştı. Tabii ki ona inanmayan ve böyle bir şeyin gerçekleşme ihtimali olmadığını ileri sürenler , kendisini iddiasını kanıtlamaya zorlamışlar. Bay A. da bunun üzerine bugünün tarihini vermiş ve bugün XXX Kongre Salonunda herşeyi kanıtlayacağını iddia etmişti. İşler bununla da kalmadı , medyanın büyük ilgisi bu olayı kamuoyunun da gündemine taşımış , bu konuyla hiçbir alakası olmayan , yaşamlarında hiçbir yer tutmayan bu gerçeğin değişebileceği herkesi ilgilendirmişti. O günlerde XXX ülkesinde bulunan ünlü bir yabancı bilim adamı da bu olayı duymuş önce kendi ülkesinde daha sonra da tüm dünya da açıklamış , böylece herkesin ilgisi bir anda bugüne ve birazdan kongre salonunda açıklanacak daha doğrusu yanlışlığı açıklanacak bir gerçeğe yöneltilmişti. Kongre salonunun hemen girişinde XXX International televizyon kanalına bir açıklama yapan Mr. D. ''Bugün eğer Bay A. dediklerini kanıtlayabilirse dünya bilim tarihi hayatının en büyük yarasını alır, dünyada bugüne kadar yapılan tüm hesapların yanlış olduğu yani bugüne kadar ki tüm bilgilerin geçersizliği ortaya çıkar. Bu da büyük bir kaos yaratabilir. Her şeye baştan başlanması bütün kuralların yeniden yazılması gerekir. Açıkcası ben 2 haftadır kendi kendime bu gerçeğin yanlışlığını Bay A. gibi kanıtlamaya çalıştım ama başaramadım. Ama bence böyle bir gerçeğe yanlış demek ve bu gerçeği ortadan kaldırmaya cürret edebildiğine göre Bay A. büyük bir dahidir ve bir şekilde bize yanlışımızı gösterecektir. Umarım bu kadar ilgi çeken bu olay bir şarlatanın düzenbazlığı olmaz. Eğer öyle bir şey ise Bay A.nın derhal tutuklanması ve çok ağır bir cezaya çarptırılması gerekir'' diye konuştu. Bir başka bilim adamı '' Bay A.' ya güveniyorum , aynı konu da bende bazı çalışmalarda bulunmuş ama bu gerçeği somut bir şekilde değil felsefi bir yolla çürütmüştüm.'' diyerek Bay A.ya şimdiden inandığını belirtiyordu. Kongre salonu artık tamamen dolmuştu. Dışarı da koşuşturan insanlar azalmış salonun etrafını bir sessizlik kaplamıştı. Birazdan Bay A. çıkacak ve bu tarihi kanıtı yapacaktı. Amfiyi aydınlatan ışıkları kısılmaya başladı. Işıkların kısılmasıyla beraber içerde tartışan davetlilerinde sesi giderek azalıyordu. Işıklar tam olarak kapandığında sesler de tamamen kesilmişti... Çıt çıkmıyordu...Biraz sonra kürsünün olduğu bölgeye güçlü bir ışık geldi ve sadece orayı aydınlattı. Daha sonra Bay A. kürsünün orda belirdi. Herkes onu alkışladı... Heyecan giderek artıyordu...Dünyanın tarihinin değişeceği dakikaya saniyeler kalmıştı. Bay A ellerini kürsünün kenarlarına dayadı ve konuşmaya başladı. '' Bugün burada toplanan değerli misafirlere ve sanırım televizyonlardan bizi izleyen herkese bizi dikkate aldığınız ve bize kulak verdiğiniz için teşekkür ederim. Önce size bu çalışmamızda görev alan arkadaşlarımı da takdim etmek istiyorum'' Arkasına dönüp öğrencilerini çağırdı. Öğrencileri Bay A.'nın arkasında toplandılar. Bay A. konuşmaya devam etti '' Öncelikle kamuoyunda yapılan bir yanlışa değinmek istiyorum. Bu kadar bilinen bir gerçeğin yanlışlığını ispat etmek bizim amacımız değildi. Zaten bir yanlışlığı ispat ediyorsan ve bir gerçeği ortadan kaldırıyorsanız yerine yeni bir gerçek koymak zorundasınızdır. Biz sadece yaptığımız küçük araştırmalar sonucu bir gerçeğin aslında yanlış olduğunu ortaya koymak istiyoruz. Ve eğer bunu sizler de kanıtlayabilirsek , bazı dengeler bozulacağı için ve ortaya yeni bir gerçek veya geçici bir gerçek koyamayacağımız için tüm kamuoyundan ve özellikle de değerli bilim adamlarından şimdiden özür dilemek isterim. Sanırım sözü daha fazla uzatmaya gerek yok. Hepimiz burada milattan önce bulunmuş ve kanıtlanmış , dünyanın vazgeçilmez gerçeklerinden birine bulunan bir istisnayı görmek için toplandık. Eukledis geometrisine göre bir üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir. Tabi Eukledis 'çi olmayan geometrilerde bu özellik geçersiz kılınmıştır. Hiperbolik geometri de veya eliptik geometri de bu açı toplamının 180den büyük veya 180den küçük hatta sıfır bile olduğunu biliyoruz. Ama bugün burada Eukledis geometride de üç iç açı ortayın 170 derece olduğunu gösteren birkaç örnek göstermek istiyorum. Evet arkadaşlar resmi duvara yansıtırlarsa göreceğiz. Evet işte gördüğünüz fotoğraf XXX gölündeki üç küçük adacığın birbiriyle yaptığı açılar sonrası oluşan bir üçgendir ve bu üçgenin iç açıları toplamı 170 derecedir. Şimdi bunu ölçmek için Sayın Noter Beyi buraya davet ediyorum.'' Bay A. kürsüden indi Noter Bey'in elini sıktıktan sonra ölçüm için gerekli olan aletleri vermeleri için asistanlarına işaret etti. Asistanlar ve Noter Bey üçgenin açılarını ölçmeye çalışırken Bay A. kendinden emin bir şekilde duvara yansıyan bu mucize üçgeni hayretle izleyen ve sonucu merak eden davetlilere bakıyor ve gururlanıyordu. Noter Bey ilk yaptığı ölçümde açılar toplamını 180 derece buldu , herhalde bir yanlış yaptığını düşündü ve ikinci kez ölçtü sonuç gene 180 dereceydi. Sonucun açıklanmaması davetlileri iyice meraklandırmıştı , Bay A. işlemin uzun sürmesinden endişelendi ve Noter Bey'in yanına gitti Noter Bey kendisine sonucun 180 derece çıktığını söyleyince Bay A. sonucu kabullenmeyip Noter Beyden tekrar denemesini ve bir hata yapmış olacağını söyledi. Noter bey 3 kez ölçtüğünü ve sonucun 180 derece çıktığını söyledi ama Noter Bey de Bay A. 'ya inananlardan biriydi. Ölçümü yapması için birkaç matematik profesörünü çağırdı. Ölçümler gene 180 derece çıkıyordu. Noter Bey Bay A. ya kesin sonuç olarak 180 dereceyi açıklayacağını üzülerek söyledi . Bay A şok olmuştu. Bu imkansızdı daha önce kaç kez ölçtüğü halde hep 170 derece bulmuştu. Asistanlarını yanına topladı tam konuşmaya başladı ki baş asistanı üzgün bir ifadeyle Bay A'ya kendilerinin de sonucu 180 derece bulduklarını ama onun hiçbir zaman kabullenmediğini ve bir şekilde 170 dereceye ulaştığını söyledi. Bay A. sinirlendi bu sırada Noter Bey sonucu açıklamak için kürseye çıktı. Herkes heyecanla Noter Bey'in ağzından çıkacak sözlere bakıyordu. '' Yaptığımız ölçümler sonucu bu üçgenin açılarının toplamının 180 derece olduğunu bulduk yani Bay A. yanılmıştır. Üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir ve bunun bir istisnası yoktur. '' Bay A. Noter Bey'in sözünü kesip kürsüye çıktı '' Hayır hayır bu imkansız lütfen bakın projektor üzerinden hep beraber ölçelim 170 derece çıkıyor inanın bana'' Daha sonra ölçmeye başladı .. ''62 Derece... 57 Derece ve 51 Derece işte bakın 170 ediyor.'' O sırada davetli profesörlerden biri kürsüye atladı '' 61 Derece son ölçtüğünüz açı 61 Derece'' Bay A. tekrar üçgene baktı '' Hayır efendim 51 derece bakın buradan buraya ölçtüğümüzde 51 derece çıkıyor.'' Profesör güldü '' İyi de efendim oradan ölçemezsiniz ki orası adacığın orta noktası değil bakın şu küçük taş parçası kesişim noktasıdır ve buradan ölçtüğümüzde de 61 çıkıyor.'' Bay A. tekrar üçgene yani adacıklara baktı. Aynı anda tüm davetliler de üçgene heyecanla bakıyorlardı. Bay A. asistanlarına baktı asistanları profesörü onaylarmış gibi kafalarını üzgün bir şekilde salladılar. Bay A. baş asistanı yanına çağırdı '' Madem biliyordunuz neden beni uyarmadınız? Tüm dünyaya rezil oldum ama kaç kez ölçüm yaptım hep doğru çıktı!'' Baş asistan biraz yutkundu '' Efendim size söyledik ama dediğim gibi ilk başlarda kabullenmediniz daha sonra da kendinizi dünyayı değiştirmeye o kadar kaptırmıştınız ki hevesinizi kırmak istemedik. Böyle bir fiyaskonun bir parçası olarak akademik kariyerimiz bitebilir ama sizin doğrunuzu izledik , bu büyülü havayı bozmak istemedik efendim'' Bay A. duygulandı '' Anlıyorum , çok büyük bir fiyasko keşke engelleseydiniz beni neyse bütün insanlar benim yapacağım açıklamayı bekliyor. Onlara bir şeyler söylemeliyim'' Bay A. tekrar davetlilere döndü. İnsanlar gülerek ve merakla Bay A.'nın açıklamalarını bekliyorlardı. Bay A. derin bir nefes aldı '' Sayın davetliler açıların toplamı 170 derece değil 180 derecedir. Büyük bir hata yaptığımı kabul ediyorum. Sanırım kendimi bu gerçeğe o kadar kaptırmışım ki hep 170 derece ölçmüşüm. Bu kadar insanın ilgisini ve zamanını harcadığım için tüm kamuoyundan özür diliyorum Ama sanırım bugün bize bir ders oldu. Bugün yüz binler hatta milyonlar bizi izlediyse yani bu kadar bilinen bir gerçeğin bile doğruluğundan şüphe edilebiliyorsa demek ki insanlar değişim istiyor. İnsanlar eski gerçeklerin yerine yenilerinin gelmesini istiyor. Bugün bu bir üçgendi yarın belki başka bir şey olur. Sanırım hepiniz benim artık emekliye ayrılmam ve insan içine çıkmamam gerektiğini düşünüyorsunuz ama dediğim gibi madem en bilinen gerçeklerden bile şüphe edebiliyorsak, şüphe etmek istiyorsak değişim istiyoruz demektir ve ben bundan sonra bunun için çalışacağım yeni gerçekler yeni doğrular bulmak için. Hepinize geldiğiniz için teşekkür ederim. İyi günler '' Bay A. kürsüden indi ve doğruca amfiden çıktı. Tüm davetliler Bay A'yı sessizce dinledikten sonra gene tartışmaya başladılar tıpkı Bay A.'yı dinlemeden önce yaptıkları gibi...



--------------------------------------------------------------------------------
 
Üstat Kimdir? ( Yazar : Don Miguel Ruiz )


Bir zamanlar bir üstat varmış. İnsanlar konuşmasını dinlemek için toplanırmış. Söyledikleri harikulade imiş. Sevgi sözcükleri ona kulak veren herkesin, ta yüreğine işlermiş.

Kalabalığın arasından bir adam, üstadın ağzından çıkan her sözcüğü dinlemiş.Gönlü yüce olduğu kadar, alçakgönüllüymüş de. Üstadın sözleri bu adamı öylesine derinden etkilemiş ki, onu evine davet etmek istemiş.

Üstat konuşmasını bitirdiğinde adam, kalabalığın içinden geçerek karşısına çıkan üstadın gözlerinin içine bakarak; "Meşgul olduğunu, herkesin senin ilgini istediğini biliyorum" demiş,

"Biliyorum, sözlerimi dinleyecek pek zamanın yok. Ama yüreğim öylesine açık, sana duyduğum sevgi öyle büyük ki, seni evime çağırmak, senin için en güzel yemekleri hazırlamak istiyorum. Çağrımı kabul etmeni beklemiyorum ama, içimdekileri sana bildirmeden edemedim.

Adamın gözlerinin ta içine bakmış üstat. Yüzü gülüşlerin en güzeliyle aydınlanmış ve "Hazırlığını yap" demiş, "Evine geleceğim."

Bu sözcüklerin adamın yüreğinde yarattığı sevinç çok büyükmüş. Üstada hizmet etmek, sevgisini dile getirmek için zamanın geçmesini sabırsızlıkla beklemiş.Yaşamın en önemli günüymüş bu; Üstat evinde, onunla birlikte olacakmış ya.

Yiyeceklerin, şaraplarin en iyisini almış. Üstada armağan edeceği giysilerin en güzelini seçmiş. Sonra da, hazırlıklarını tamamlayıp, üstadı ağırlamak için evine koşmuş. Bütün evi temizlemiş, yemeklerin en lezizlerini pişirmiş, güzel mi güzel bir sofra kurmuş. Üstat çok geçmeden orada olacağı için yüreği sevinç doluymuş.

Kapısı çalındığında kaygı içinde beklemekteymiş adam. Yerinden fırlayıp kapıyı açmış. Açmış ama, üstat yerine yaşlı bir kadın durmaktaymış karşısında.Kadın gözlerinin içine bakarak; "Açlıktan ölüyorum" demiş, "Bana bir parça ekmek verebilir misin?"


Gelen üstat olmadığı için hafifçe düş kırıklığına uğramış adam. Kadına bakıp, "Buyur, gir içeri" demiş. Kadını, üstat için hazırladığı yere oturtup, üstat için pişirdiği yemekleri sunmuş. Adamın cömertliği yaşlı kadına dokunmuş.Teşekkür etmiş, çıkıp gitmiş.

Adam sofrayı üstat için dara dar yeniden düzenlemiş ki, yine kapısına vurulmuş. Bu kez de, çölü geçen başka bir yabancı imiş karşısındaki.Yabancı, adamın yüzüne bakıp; "Çok susadım" demiş, "Bana içecek bir şeyler verebilir misin?"

Gelen üstat olmadığı için adam bu işe yine bozulmuş biraz. Yabancıyı evine buyur edip, üstat için hazırladığı yere oturtmuş. Üstada ikram etmeye niyetlendiği şarabı sunmuş. Yabancı gittiğinde ortalığı üstat için bir kez daha düzenlemiş.

Kapı yeniden çalınmış. Açtığında küçük bir çocuk görmüş adam. Çocuk yüzüne bakıp; "Üşüyorum" demiş,
"Sarınabileceğim bir battaniye verebilir misin bana?"

Gelen üstat olmadığı için adam biraz bozulmuş. Ama çocuğun gözlerine bakmış ve sevmiş onu. Üstat için aldığı giysileri çabucak toparladığı gibi çocuğu bunlarla sarıp sarmalamış. Çocuk teşekkür edip, yoluna devam etmiş.

Adam, üstat için her şeyi bir kez daha hazır etmiş, geç saatlere dek
beklemeye koyulmuş. Üstadın gelmeyeceğini anladığında, yüreğinde düş kırıklığı duymuş ama üstadı hemen bağışlayıvermiş.

Kendi kendine,

"Üstadın benim yoksul haneme gelmesini beklememem gerektiğini biliyordum" demiş.

"Gerçi geleceğini söylemişti ama başka bir yerde çok daha önemli bir şey onu alıkoymuş olmalı. Üstat gelmedi ama en azından geleceğini söyledi. Yüreğimin mutlulukla dolması için bu da yeter."

Yavaş yavaş yemekleri ve şarabı kaldırmış, yatmaya gitmiş.

O gece düşünde, üstadın evine geldiğini görmüş. Onu gördüğü için mutlu olmuş adam. Gördüğünün düş oldugunu bilmiyormuş."Geldin üstadım! Sözünü tuttun."

"Evet" diye karşılık vermiş üstat.
"Ama ben buraya daha önce de geldim.Açtım, doyurdun.Susuzdum, şarap verdin bana.Üşüyordum, bedenimi giysilerle örttün.
Başkaları için ne yaparsan benim için yaparsın."

Adam uyanmış. Mutluluk doluymuş yüreği. Çünkü üstadın kendisine ders
verdiğini anlamış. Üstat onu öyle çok seviyormuş ki, derslerin en büyüğünü vermek için üç insan göndermiş.

Üstat herkesin içinde yaşar.

Açlık çeken birisine yiyecek, susayana su verdiğinde, üşüyeni sarıp sarmaladığında, sevgini sunduğun üstattır.
 
Vezir ( Yazar : Bilinmiyor )


Halife Bağdat'ta sarayının balkonunda otururken başvezirinin büyük bir heyecanla koşarak geldiğini görür. Hemen yanına gelmesini ister, merak eder bu heyecanın nedenini. Vezir ellerine yapışıyor, ağlamaklı bir sesle
-Yalvarıyorum, bana izin ver, hemen şehirden gideyim.
-Neden? -Az önce saraya gelmek için büyük meydandan geçiyordum, yürürken bana birinin baktığını hissettim, döndüm ve tam arkamda Ölümü gördüm!
-Ölümü mü gördün? der iyice meraklanan Halife...
-Evet O'ydu, hemen tanıdım...Simsiyah giyinmisti, boynunda yine siyah bir atkısı vardı... Gözlerini bana dikmişti, sanki beni korkutmak istiyor gibiydi... Çok eminim beni arıyordu. Ne olur izin ver hemen gideyim buradan. En iyi atı alacağım ve doğru Semerkand'a gideceğim... Hemen yola çıkarsam akşama varmadan Semerkand'da olurum...
-Gerçekten Ölüm müydü gördüğün, emin misin?'
-Çok eminim, Halifem. Şimdi seni nasıl görüyorsam O'nu da öyle gördüm. Senin sen olduğundan nasıl eminsem, onun da ölüm olduğundan o kadar eminim. Ne olur izin ver hemen gideyim... Vezirini seven Halife çok ikna olmamasına rağmen izin vermiş
gitmesi için. Vezir koşarak kendi evine gitmiş, en iyi atını eyerlemiş ve dörtnala şehirden çıkmış, karanlık basmadan Semerkand'a ulaşmak kararındaymış... Veziri gittikten sonra Halife'nin içi hiç rahat etmemiş, biraz sarayında dönüp dolanmış, sonra birden karar vermiş. Zaman zaman yaptığı gibi kıyafet değiştirmiş ve sarayın arka kapısından çıkıp halkın arasına karışmış...Yabancı bir gezgin gibi ağır ağır büyük meydana gelmiş, biraz yürüdükten sonra bir köşede durmuş ve tam o sırada o da tanımış Ölümü.. Anlamış ki Veziri yanılmamış, Ölüm, tanınması çok kolay bir kılık içinde yavaş yavaş yaklaşıyormuş... Yaklaşırken zaman zaman bir yaşlı adamın sırtına dokunuyor, elinde yükleriyle giden bir kadının kolunu hafifçe tutuyormuş. İnsanlar hiçbir şey farketmiyorlarmış.. Bazen koşan bir çocuk fazla yanına yaklaşınca Ölüm ona dokunmamak için kenara çekiliyormus... Halife Ölüm'e doğru yürümeye baslamış... Ölüm de onu kılığını değistirmiş olmasına rağmen tanımış ve saygıyla eğilerek selam vermiş. Halife iyice yanına yaklaşıp kulağına eğilmiş.
-Sana bir şey sormak istiyorum, demiş...
-Seni dinliyorum Sayın Halife...
-Benim başvezirim henüz gençtir, sağlıklıdır ve bildiğim kadarıyla çok namuslu ve dürüst bir insandır. Bu sabah saraya gelirken onu çok korkutmuşsun... Neden öyle baktın ona.. Ölüm sakin bir sesle cevap vermiş:
-Ben onu korkutmak istemedim. Onu korkutacak bakışlarla da bakmadım. Meydanda kalabalığın arasında tesadüfen yanyana geldik, onu aramıyordum. Ama birdenbire karşılaşınca şaşırdım ve ona bakarken şaşkınlığımı gizleyemedim. Onun gözlerimde gördüğü sadece şaşkınlıktı...
-Neden bu kadar şaşırdın? diye sormuş Halife...
-Onu burada Bağdat'ta göreceğimi hiç sanmıyordum. Onun Semerkand'da olacağını sanıyordum, çünkü onunla randevumuz bu akşam hava karardığı sırada Semerkant'da...
 
Vücutta İsyan ( Yazar : Bilinmiyor )


Adamın biri bir gün rüyasında ;ellerinin,ayaklarının ,ağzının ve beyninin midesine karşı isyan ettiğini görmüş. Eller: “Sen işe yaramaz tembel!Biz bütün gün çalışıyoruz; testereyle kesiyoruz,çekiçle duruyoruz,taşıyoruz,kaldırıyoruz,akşam olunca da şişlikler,yaralar ve çiziklerle dolu olarak eve geliyoruz.Eklemlerimiz ağrıyor,her tarafımız kirleniyor.Ya sen!Bütün gün burada oturup,atıştırıp duruyorsun.”demişler. Ayaklar: “Evet aynı görüşteyiz.Bütün gün sağa sola yürümekten nasıl ağrıyoruz.Sense hep tıkınıp duruyorsun.Tıkındıkça seni taşımamız zorlaşıyor.” Demişler. Ağız: “Evet doğru.O sevdiğin bütün yiyeceklerin nereden geldiğini soruyorum.Onları çiğneyen benim.Ben bitirir bitirmez sen yutuyorsun.Bu adalet mi?”diye bağırmış. Beyin: “Peki ya ben?Burada olmak kolay mı sanıyorsun,senin bundan sonra ne yiyeceğini düşünmek?Hala bunların hiçbir karşılığını almış değilim.” Ve böylece vücudun bölümleri hiç sesini çıkarmayan mideye karşı şikayetlerini sürdürmüşler Beyin: “Benim bir fikrim var.”demiş “Hadi hepimiz bu tembel organa karşı isyan edip,onun için çalışmayı bırakalım.” Diğer tüm organlar “Harika!”demişler “Senin için ne kadar önemli olduğumuzu sana göstereceğiz.Belki böylece biraz da olsa çalışmaya başlarsın.” Hepsi çalışmayı bırakmışlar.Eller ,kaldırma ve taşıma işlerinden vazgeçmiş.Ayak yürümemiş.Ağız, çiğneyip yutmayı bir süre bırakmış.Beyin bu parlak fikirler için bir süre çalışmamaya karar vermiş. Mide,aç olduğu zamanlardaki gibi biraz guruldamış önce ama bir süre sonra sesi kesilmiş. İsyan birkaç gün sürmüş.Gün geçtikçe adam kendini daha kötü hissetmeye başlamış. “Bu isyan bence daha uzamamalı :Yoksa açlıktan öleceğim.”diye düşünmüş. Bu arada eller,ayaklar ,ağız ve beyin oldukları yerde günden güne zayıflamaya başlamışlar. Önceleri mideyi kızdırmak için biraz canlanıyorlarmış ama sonraları onu yapmaya halleri kalmamış. En sonunda adam ayaklarından gelen çok cılız bir ses duymuş. “Acaba yanılıyor olabilir miyiz?Yoksa mide kendi görevini yapıyor muydu?” Beyin: “Ben de aynı şeyi düşünüyorum.Evet yiyecekleri aldığı doğru ama sonunda gene bize yolluyormuş.”diye mırıldandı. Ağız: “Hatamızı itiraf etmeliyiz. Mide ;eller,ayaklar ,dişler ve beyin kadar görevini yapıyordu.”demiş. “O zaman hadi hepimiz iş başına”diye bağırmışlar. Ve o anda adam uyanmış. Ayaklarının yürüyor olması,ellerinin yakalayabilmesi,ağızının çiğnemesi ve beyninin berrak bir şekilde düşünmesi onu rahatlatmış.Kendini çok daha iyi hissetmeye başlamış. Kahvaltıda midesini doldururken şöyle demiş: “Bu bana bir ders oldu.Ya hepimiz çalışırız,ya da hiçbir şey tek başına çalışamaz
 
Yakamoz ( Yazar : Bilinmiyor )


Nedense herkes yanlış bilir, Yakamoz Ay ışığının suya, denize vuran yansıması değildir.

Yakamoz aksine Ay olan gecelerde olmaz. Yakamoz bir canlıdır, latince ismi Noctulica Milliaris olan bu canlı aynı bir ateş böceğinin denizde yasayan versiyonudur. Limunisans maddesini vücudunda barındıran bu canlıya dokunulduğunda bir ışık saçar. Bu canlı bir planktondur, yani milimetrik boyutlarda bir canlı.. Bunlardan milyonlarcasi bir araya geldiginde geceleri bir kayık geçerken, veya bir balık sürüsü geçtiginde bu canlılara çarparak ışık çıkarmalarını sağlar. O yüzden balıkçı sandallarında yüksek bir direk ve bu direğin ucunda oturulacak bir yer vardir. Balıkçılardan biri buraya oturarak ay olmayan geceler, balıkların yakamoz yaparak geçtikleri yolları görüp dümenciyi oraya yönlendirirler. O yüzden Lüfer avlarken Lüx ışığı kullanılır, balık gelsin diye değil misinanin değdiği yakamozlarin çıkardığı ışıktan Lüfer korkmasın diye Lüxışığı yakamoz ışığını söndürmek için kullanılır. Aslında Yakamoz (eğer göreniniz varsa bilir) olağan üstü bir seydir, Yakamoz olduğunda denizde uzun floresan lambalar yanıyormus gibi olur. Ama bunun için ay ışığı olmaması gerekir. Ay ışığı (daha baskin oldugu için) gerçek yakamozu göremezsiniz. Bir de Yakamozlu ve Ayışıksız gecelerde denize girince pırıl pırıl gümüşe bulanmış gibi olursunuz.

*******

İşte hep böyle kelimeleri harcarken yanlışlara düşeriz. Yakamozla ilgili ansiklopedik bilgiyi dostluk kelimesine örnek olarak vermek istedim. Romantik duygularla sarılı bir yanlış kavrama yükleriz yakamoza. Dostluktan anladığımız yanılma gibi. Herkes olmasını istediği gibi yorumlar dostluğu. Düşlediği insanı dost kimliğiyle yanına yerleştirir. Oysa gerçek insan karmaşadır. Bugün dört elle sarıldığımız, onsuz olmaz dediğimiz insan gün gelir çekilmez olur. İşte o zaman dosta sarılır. O dost bir düş olur, bir umut olur, bir bilinmezdir. Onu yeniden sevmek, yeniden tanımak gerekir. Bunun için de dostluk önce karşılıklı paylaşım gerektirir. Tek taraflı vermek dostluğun yalancı beslenmesidir. Kısa zamanda bu tür dostluklar tükenir. İnsan doğası gereği yeni dostlar arar kendine. Eski dostlar birer anıdır artık. Hoş anıların denizdeki pırıltıları.. yakamozlar.



--------------------------------------------------------------------------------
 
Yalnızca biraz, biraz üşüyorum... ( Yazar : Bilinmiyor )


Caddelerde sisli, puslu bir kış ikindisi. Ağaçlarda salkım salkım eski zamanlardan kalma anılar... Yapraklarda yere düşmeye hazırlanan yağmur damlaları... Bir yaprak kıpırdıyor işte, gümüşi bir damla usulca yere düşüyor. Sen sanki, yaprakların arasından bana müzipçe gülüyorsun. Beni her zaman şaşırtırsın zaten. Beni her zaman güldürmeyi bilirsin. Farkına bile varmadan bir şarkı dökülüyor dudaklarımdan "Caddelerde rüzgâr, aklımda aşk var."

Rüzgâr keskin ıslığı ile şarkıma eşlik ediyor. İstasyon Caddesi'nin tenhalığı nedense ilk defa içime dokunuyor. Arabaya binsem ve birlikte gezdiğimiz yerlere gitsem, evimde şiirler okuyarak telefonunu beklesem, telefonunun gelmediği zaman seni başka yerlerde arasam. Sonra sen gelsen yanıma, yine "seviyorum" desen, ben yine senin gözlerinde sonsuzluğa mahkum edilen aşkımı görsem. Ayrıca şarkılar gerçek oldu bu kez. Caddelerde rüzgâr, aklımda aşk var.

Yalnızım, üşüyorum, özlediğimse çok uzaklarda. Bahçeme melekler yağıyor, hepsi de tanıdık. Senden doğan, gözlerinde hayat bulan, bizi koruyan, kollayan ve en önemlisi ikimizi bir araya getiren melekler... Son kez yine seninle gezmiştik oraları. Sen kimbilir belki de, uzak bir kıtanın, uzak bir şehrindesin şimdi.

Benimse herşeyim aynı. Geceleri bodrum katlarına yağmur daha çok yağıyormuş, bugünlerde bir tek bunu ögrendim. Bir de geceleri daha uzun sanki, bitmek bilmiyor. Bana anlatmak için neler biriktirdin içinde? Benim sana anlatacağım yeni birşeyler yok. Dedim ya, her şey aynı. Ama sanki biraz mahsunluk çöktü üzerime, bir de gülüşlerim sanki biraz azaldı. Sen olsaydın hemen anlardın. Sen benim herşeyimdin. Arkadaşım, dostum, öğretmenim, talebem, sevdiğim.

Koşulsuz bir sevgiyle sevdim seni, bağlandım. Sen kimbilir belki de, uzak bir kıtanın, Uzak bir şehrindesin şimdi. Benimse içimde kocaman bir boşluk var. Hayır, Üzülmüyorum, içimdeki boşlukta birtek özlemin yankılanıyor. Hayır, sana anlatmak için yeni şeyler biriktirmiyorum içimde, çok istesen hikayeler uydururum. Ama hikayelerimden önce itiraflarım olacak. Kendimden bile gizlediğim duygularımın itirafları. Sana aşık olmaktan delice korktuğumu, sana bakarken içimin titrediğini. Daha pek çok, sırrımı anlatacağım sana.

Gerçi anlatmama gerek yok, sen zaten hepsinin çoktan farkındasın... Sen kimbilir, belki de uzak bir kıtanın, uzak bir şehrindesin şimdi.

Bense odamda senden uzak. Hayır beni merak etme, üzülmüyorum. Biliyorum, ikimizde yoktuk bu aşk başladığında ve çok iyi biliyorum, sonsuzluğa mahkum edildi bizim aşkımız. Dedim ya, beni merak etme. Üzülmüyorum. Yalnızca biraz, biraz üşüyorum...
 
Yapışkan Bir Şey ( Yazar : Yorgunpina )


Merhaba…

-Yine ben…

-Geldim işte…
-Bu aralar çok sık görüşemiyoruz seninle

-Merak ediyorum son sınavını verebildin mi?
……
-Ah bir de duysan işte.
-Güzel bir kahvede muhabbet haybeye ehi ehi… İyi kafa dağıtırdık be seninle…
-En azından böylesine yalnız olmazdım.
-Hem yalnız hem geçici varolmak düşünebilen bir insanı benim olduğum gibi yaralardı biliyorum…
..
-Biliyor musun ani ve hızlı olsa da senin yanında kaldığım sürece duyguların benimle oldu. Seni tüm anlamlarınla öğrendim: Çünkü ben seninim, sana aitim.
-Seninle ve senin için varoldum ve seninle birlikte yok olacağız.
-Sensin benim doğduğum yer ve ben seninim.
-Seni sevmem için yaratılmış varlığımdan fışkıran iyilik ve koruma içgüdüsü ile seninleyim. -Bir anlık da olsa sana dokunmak, seninle ve her şeyin senin için olduğu yerde sonsuz bir zaman dilimi içinde mutlu olmak hissi veriyor.
………..
-İşte o kısa anlarda kurtulan senin için et yığını basit bir hayat mı yoksa benim için tüm evren yeniden mi kuruluyor, bilemiyorum. Her şeyin sen olduğu bir varlık ya da yokluk…Hepsinin içinde sen…
-Şu an duyamadıklarınla birlikte en sevdiğin renkler ve papatyalar dahil her şey sen olduğunun bilincinde…
……………..
………….
-Duy beni artık, sana masallar üretirim, bütün payım senin olsun ürünün bereketinde…
-Kısa anlardan kurtulalım artık daha sık ve tanıdık olalım birbirimize ve tüm aynalar zihinlerimizde kırılsın , kurtaralım seni+bizi yani her şeyi ve aramıza küçük de olsa bir negatiflik girmesin hiçbir zaman, sonra tükürelim yüzüne maskaralar sürmüş palyaçoların anlamı tek olan hikayelerine…
….
……….
………………
-Ah keşke daha fazla kalabilsem, bizliğimiz ayrılmasa kendi içinde, duymayı öğrensen ve hatta alışsan…
-Senin içinde senin için bir başka küçük sen, hiç hissetmediğim kadar sevgi diyeceksin alışkanlık olma ihtimalinin yüksekliğinde, başın dönerken fark eden ne var ki diyeceğim koyu sarı renkte şeritler dizini üzerinde küçük bir hayat gibi akan rakamlar için.

Üçe oynama dedim, dedi içinde birisi ve sen ikincide benimle her şeyin sen olduğu bir biçimde kalakaldın. Sana dokunmak güzel…Acı fren sesi iğrenç oluyor, mesai bitti zili çalıyor, seninim, seninleyim, ama gitmeliyim…
 
Yaptığınız işe imzanızı atın ( Yazar : Bilinmiyor )


Barbara süpermarket çalışanlarına hitap ettikten yaklaşık üç ay sonra bir akşam üstü telefonu çaldı. Arayan kişi adının Johny olduğunu ve marketlerden birinde kasada müşterilerin torbalarını doldurmalarına yardım ettiğini söyledi. Ayrıca Down sendromu olduğunu belirtti ve "Barbara, anlattıkların hoşuma gitti!" dedi. Johny, konuşma yaptığı günün gecesi eve gittiğinde babasından kendisine bilgisayar kullanmayı öğretmesini istemişti. Bilgisayarda, babasıyla birlikte üç sütunlu bir tablo yaptılar. Şimdi her akşam eve gittiğinde bir "günün sözü" buluyor. Bulamadığı zaman da bir tane "uyduruyor!" Sonra bu sözü bilgisayarda yazıyor, bir kaç tane çıktı alıyor, onları kesiyor ve her birinin arkasına ismini yazıyor. Ertesi gün müşterilerin torbalarını "zevkle" doldururken, her birinin torbasına günün sözünden bir tane koyuyor ve böylece yaptığı işe içten, eğlenceli ve yaratıcı bir biçimde imzasını atıyor. Bu konuşmadan bir ay sonra marketin müdürü beni aradı. "Barbara bugün olanlara inanamayacaksın" dedi. Sabah markete gittiğimde Johny'nin kasasının önündeki kuyruk diğerlerinin üç katıydı! Bağıra çağıra etrafa emirler yağdırmaya başladım: 'Daha fazla kasa açın. İnsanları buradan daha çabuk çıkarın!' Ama müşteriler 'Hayır. Biz Johny'nin kasasında beklemek istiyoruz. Günün sözlerinden almak istiyoruz!' dediler. Müdürün söylediğine göre bir kadın müşteri onun yanına kadar gelmiş ve "Eskiden markete haftada bir gelirdim, ama şimdi buradan her geçişimde uğruyorum, çünkü günün sözlerinden almak istiyorum" demişti. Son olarak müdür bana "Marketteki en önemli kişi kim biliyor musun?" Diye sordu. Elbette Johny'di. Aradan üç ay geçti ve marketin müdürü beni yeniden aradı. "Sen ve Johny marketimizde büyük bir değişim yarattınız" dedi. "Şimdi çiçek bölümündeki bütün sapı kırık çiçekleri ve kullanılmayan yaka çiçeği buketlerini yaşı geçkin kadınların ya da küçük kızların yakalarına iliştiriyorlar. Et paketleme bölümündeki bir elemanımız Snoppy seviyormuş ve 50.000 tane Snoppy çıkartması getirmiş. Her et paketinin üzerine bir çıkartma yapıştırıyor. Hem biz, hem de müşterilerimiz çok eğleniyoruz . "Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse, Michelangelo'nun resim yaptığı, Bethooven'in beste yaptığı veya Shakspeare'in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürün ki gökteki ve yerdeki herkes ,durup "Burada işini çok iyi yapan büyük bir çöpçü yaşıyormuş " desin.



--------------------------------------------------------------------------------
 
Yarım Kalan Aşk ( Yazar : Reşat Nuri Güntekin )


Rasim, bir aksam okuldan döndüğü vakit, kendi ismine gelmiş bir zarf buldu. İçinde, çiçekli bir kağıt üstüne, su satırlar yazılıydı:

"Rasim Bey, Ben sizi uzaktan uzağa seven bir genç kızım. Çok güzel olduğumu korkmadan söyleyebilirim. Dünyada en büyük emelim sizin tarafınızdan sevilmek ve sizin kariniz olmaktır. Fakat yaşlarımız çok küçük olduğu için zannederim ki birkaç sene beklemek gerekecek. Şimdilik kendimi size tanıtmayacağım. Mektuplarınızı ..... adresine taahhütlü olarak gönderiniz. Benim çok mutaassıp bir beybabam vardır ki, çok az sokağa çıkmama müsaade eder. Bununla birlikte belki bir gün ayaküstü görüşebiliriz. Kendimi şimdiden sevgiliniz ve nisanlınız saydığım için sizinle görüşmeyi fena ve ayıp bir şey saymıyorum. Evde yalnızlıktan çok canim sıkılıyor. Mektuplarınız benim için bir teselli olacaktır."

On altı yaşına gelmiş her okul çocuğu gibi, Rasim için de hayatta sevilip sevmekten daha önemli bir şey yoktu. Bu mektubu okur okumaz yüreğine bir ateş düştü. Tanımadığı bu kızı deli gibi sevmeye başladı. O gece sinemaya gidecekti, vazgeçti, erkenden odasına çekilerek kendisini seven bu genç kıza uzun bir mektup yazdı. Mektubu posta kutusuna attığı zaman birdenbire on yas büyümüş gibi gurur duyuyordu.

İsminin Bedia olduğunu söyleyen bu genç kız, Rasim'in mektuplarına düzenli olarak cevap veriyor, eğer bir iki gün geciktirecek olursa kıyametleri koparıyordu.

"Sizi ne kadar sevdiğini ve sizin mektuplarınızdan başka tesellisi olmadığını söyleyen bir zavallı kızın gözlerini yollarda bırakmak doğru olur mu? Hem mektuplarınızı çok kısa yazıyorsunuz. Bir rica daha: mektuplarınızı biraz okunaklı yazıyla yazamaz misiniz?"

Genç okullu, akşamları erkenden odasına kapanıyor, sevgilisine kendini beğendirmek için saatlerce müsveddeler yaparak, kitaplar gibi uzun mektuplar yazıyordu.

Bedia ayni zamanda meraklı bir kızdı. Bazen söyle sorular sorduğu da oluyordu:

"Evlendigimiz zaman balayımızı geçirmek için acaba İtalya'ya mi gidelim, İsveç'e mi? Bu iki memleket acaba nasıldır? Halkı nasıl yasar ne iş görür? Oralara gitmek için hangi denizlerden hangi memleketlerden geçilir?" Yahut da "Sen Abdülhak Hamit Bey'in Esber'ini okudun mu? Nerelerini en çok beğendiysen yaz da ben de okuyayım...
" Genç okullu, nişanlısına karşı küçük düşmemek için, coğrafya ve edebiyat kitapları karıştırıyor, onun istediği bilgiyi toplamak için günlerce çırpınıyordu.

Bedia bir mektubunda ona söyle darıldı: "Sizinle muhakkak görüşmeye karar vermiştim. Dün okul dönüşünde yolunuzu bekledim. Fakat bir genç kızın sevgilisi olduğunuzu hatırlamamış, çok fena giyinmiştiniz. Üstünüz başınız, ayakkabınız çamur içindeydi. Çocuk gibi arkadaşlarınızla mı boğuştunuz acaba? Bunu görünce sizi mahcup etmekten korkarak yanınıza gelemedim."

Rasim fena halde utandı ve üzüldü. O günden sonra olağanüstü dikkat ve özenle giyinmeye başladı. Bedia bir kere de onun okuldan çıkar çıkmaz eve gitmemesinden, geceye kadar sokakta dolaşmasından şikayet etmişti. Acaba kendisi evde onun için ağlarken, o, başka kızların pesinde mi geziyordu?

Rasim dünyada Bedia'sindan başka hiçbir kızı sevemeyeceğini yeminlerle yazdı ve sokakta dolaşmaya, tesadüf ettiği kızlara göz ucuyla bile bakmaya cesaret edemez oldu. Bir aksam, Rasim'in annesi Nedime Hanim kocası Ahmet Beyi matemli bir çehre ile karşıladı, ağlamaklı bir tavırla:

"Ah Bey,başımıza gelenleri sorma. Oğlumuza Bedia isminde bir kız musallat olmuş. Bugün Rasim'in odasını düzeltirken mektuplarını buldum. Evladımız elden gidiyor. Bir çare bul."

Ahmet Bey'de hiçbir meraklanma işareti görünmüyor, tersine kıs kıs gülüyordu. Sesini alçaltarak:

"Korkma Hanim," dedi, "oğlana aşk mektuplarını yazan kız benim! Oğlandaki haylazlık arttıkça artıyordu. Ne okuldaki öğretmenler, ne ben, bütün gayretimize rağmen, ona doğru dürüst yazmayı bile öğretemiyorduk. Nihayet düşüne düşüne bu çareyi buldum.

Rasim'in kıza yazdığı mektuplar sayesinde yeni yazıyı mutlaka öğreneceğinden ve bu sene sınıfı geçeceğinden eminim. Doğrusunu istersen, ben de eski yazıyı bir zamanlar sana mektup yaza yaza öğrenmiştim."
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers haber
vozol puff
Geri
Üst