hikayeler

İlk Kar ( Yazar : Guy de Maupassant )


Croisette gezi yeri, masmavi kıyı boyunca uzanıyordu. İlerde sağda, Esterel dağı denizin içine kadar uzanıyor ve sivri tepeleri ufku kapatarak manzarayı engelliyordu.

Sol yanda ise, çam ormanlarıyla kaplı Sainte-Marguerite ve Saint-Honorat adaları görünüyordu.

Beyaz villalar yığını, Cannes'ı çepeçevre saran yüksek dağlar ve geniş körfez boyunca güneşin altında uyukluyordu sanki. Dağların tepesinden eteklerine kadar oraya buraya serpiştirilmiş evler, koyu yeşillikler arasında kar taneleri gibi beyaz lekeler halinde ta uzaklardan görülüyordu.

Denize en yakın konumda bulunan evlerin demir parlaklıkları, sakin dalgaların sürekli olarak yıkadığı geniş gezi yerine bakıyordu. Hava yumuşak ve güzeldi. Ilık bir kış günüydü. Bahçelerde limon ve portakal ağaçları vardı. Hanımlar ağır adımlarla dolaşıyorlar ve yanlarındaki erkeklerle konuşuyorlar, çocuklar da çember çeviriyordu.

Genç bir kadın, kapısı Croisette'e açılan küçük ve sevimli evinden çıktı. Bir ara durdu ve yoldan geçenleri seyretti. Sonra yorgun bir yürüyüşle denizin karşısındaki boş bir bankın önüne geldi. Yirmi adımlık yolu yürümekten bitkin, soluk soluğa banka oturdu. Solgun çehresi, ölü yüzünü andırıyordu. Öksürmeye başladı ve kendisini bitirip tüketen bu sarsıntıları durdurmak istercesine eliyle ağzını kapattı.

Güneş ışınları ve uçuşan kırlangıçlarla dolu gökyüzüne, uzaktaki Esterel dağının yüksek tepelerine ve hemen yakınındaki sakin ve masmavi denize baktı.

Gülümsedi ve "Ne kadar mutluyum!" diye mırıldandı kendi kendine.

Gerçi yakında öleceğini, ilkbaharı bir daha hiç göremeyeceğini, önünden geçip giden bu insanların bir yıl sonra biraz daha büyümüş çocuklarıyla birlikte, yürekleri mutluluk ve umut dolu olarak yine burada gezineceklerini, temiz ve serin havayı ciğerlerine dolduracaklarını biliyordu. Oysa bir yıl sonra kendi cansız bedeni, meşeden yapılmış bir tabutta çürümüş olacak ve kendine kefen olarak seçtiği ipek elbisenin içinde içinde yalnızca kemikleri kalacaktı.

Burada olmayacaktı. Oysa hayat başka insanlar için devam edecekti. Kendisi için artık her şey sonsuza dek bitmiş olacaktı. Artık bu dünyada olmayacaktı. Gülümsedi ve hasta ciğerlerinin bütün gücüyle, bahçelerden gelen güzel kokulu, temiz havayı içine çekti.

Ve düşünmeye başladı.

Her şeyi hatırlıyordu. Dört yıl önce, kendisini Normandiyalı bir soyluyla evlendirmişlerdi. Evlendiği adam, güçlü, sakallı, geniş omuzlu, dar kafalı ve neşeli mizaçlı biriydi. Parasal birtakım nedenlerle evlendirmişlerdi onu. Kendisine kalsa, bu evliliğe "Hayır" derdi. Ama anne ve babasını kızdırmamak için, evlenirken hafif bir baş hareketiyle "Evet" demişti. Paris'te büyümüş, yaşamaktan mutluluk duyan, neşeli bir insandı.

Kocası, evlendikten sonra onu Normandiya'daki şatosuna götürdü. Şato, yaşlı ağaçlarla çevrili, çok geniş, taştan bir yapıydı. Karşısında büyük bir çam ormanı vardı. Sağ tarafta, çamların arasındaki açıklıktan, uzaktaki çiftliklere kadar uzanan çıplak ova görünüyordu. Şatonun önünden geçen kestirme bir yol, üç kilometre ötedeki anayola bağlanıyordu.

Her şeyi, buraya gelişini, yeni evinde geçirdiği ilk günü ve şatoda her şeyden uzak tecrit edilmiş hayatını hatırlıyordu.

Şatonun önünde arabadan indiğinde, eski binaya bakmış ve gülerek, "Pek neşeli bir havası yok!" demişti.

Kocası gülmeye başlamış ve "Kulak asma, alışırsın! Ben burada hiç sıkılmam" diye cevap vermişti.

O gün, zamanlarını öpüşüp koklaşmakla geçirmişler ve gün hiç de uzun gelmemişti kendisine. Ertesi gün yeniden başlamışlar ve bütün hafta böyle öpüşüp koklaşmakla geçmişti.

Sonra şatoya çekiş-düzen vermeye başladı. Bu iş, bir ay sürdü. Günler anlamsız fakat zaman alan birtakım uğraşlarla birbiri ardına geçip gidiyordu. Küçük şeylerin hayatta ne denli değerli ve önemli olduğunu öğrenmeye başlamıştı. Mevsime göre yumurta fiyatlarının birkaç santim daha ucuz veya pahalı olmasıyla ilgilenebileceğini öğrenmişti artık.

Yaz gelmişti. Tarlalara gidiyor ve ekinlerin biçilmesini seyrediyordu. Güneşin iç açıcılığı yüreğini sevinçle dolduruyordu.

Sonbahar geldi. Kocası, ava çıkmaya başlamıştı. Médor ve Mirza adlı iki köpeğiyle sabah erkenden çıkıp gidiyordu. O zaman yalnız başına kalıyor, fakat Henry'nin yokluğu onu üzmüyordu. Kocasını seviyor fakat onu özlemiyordu. Kocası eve döndüğünde ondan daha çok köpeklerle meşgul oluyordu. Her akşam bir ana şefkatiyle köpeklerin bakımını yapıyor, onları okşuyor ve aklına gelen bir sürü sevimli adlarla onları çağırıyor ve bu adlardan herhangi biriyle kocasına seslenmek aklının köşesinden bile geçmiyordu.

Kocası ise, hiç sektirmeden avın nasıl geçtiğini anlatıyordu. Kekliklere nerede rastladığını söylüyor, oralarda nasıl olup da tavşan bulunmamasından duyduğu hayreti dile getiriyor ve avladığı hayvanlara arkadaşlarının nasıl sahip çıktığını anlatıyordu.

O ise, aklı başka şeylerde, kocasının söylediklerini dinliyor ve arada sırada kaçamak yanıtlar veriyordu.

Nihayet, o soğuk ve yağmurlu Normandiya kışı gelip çattı. Bitmez tükenmez sağanak yağmur, şatonun göğe bir bıçak gibi yükselen köşeli damını dövüyordu. Yollar adeta çamurdan bir nehre, kırlar da çamurdan bir ovaya dönüşmüştü; yağmurun gürültüsünden başka hiçbir ses duyulmuyor ve bir bulut halinde tarlalara inip tekrar havalanan kargaların döne döne uçuşundan başka bir hareket görülmüyordu.

Öğleden sonra saat 04.00'e doğru, bu siyah kuş ordusu gelip şatonun sol yanındaki kayın ağaçlarının dallarına tünüyor ve kulakları sağır edici seslerle ötüyordu. Yaklaşık bir saat boyunca bir ağacın tepesinden diğerine uçuşuyor, birbirleriyle kavga eder gibi görünüyor, gaklıyorlar ve külrengine çalan dallara kapkara bir hareket veriyorlardı.

Kuş uçmaz kervan geçmez topraklar üzerine çöken karanlığın verdiği bir hüzünle, yüreği darala darala her akşam kargaları seyrediyordu.

Sonra lambanın getirilmesi için çanı çalıyor ve ateşin yanına yaklaşıyordu. Ateşe bir yığın odun atmasına rağmen, her tarafı nemle kaplı büyük odaları bir türlü ısıtamıyordu. Gün boyu salonda, odasında, yemek odasında, her yerde üşüyordu. Soğuk, iliklerine kadar işliyordu. Kocası ise, bütün gün avlandığı ya da toprak işlerine baktığı için yalnızca akşam yemeğine eve dönüyordu.

Neşeli bir şekilde, her tarafı çamur içinde geliyor ve "Ne berbat hava!" diye söyleniyor; bazen de "Şöyle bir ateşin olması ne güzel!" gevezelik ediyordu.

Pek nadir olarak da, "Bugün ne yaptın, iyi misin?" diye karısının hatırını soruyordu.

Kendi sağlığı yerinde, mutlu ve isteksizdi; bu basit, sağlıklı ve sakin hayattan başka bir şeyi düşlemiyordu.

Aralık ayına doğru kar yağmaya başlayınca, sanki yüzyıllardan beri soğuyan eski şatonun buz gibi havasından öylesine acı çekmeye başlamıştı ki, bir akşam kocasına:

- Kuzum, dedi, buraya bir kalorifer tesisatı döşetsen iyi olur. Duvarların nemini alır. İnan bana, sabahtan akşama kadar üşümem bir türlü geçmek bilmiyor.

Henry, ilk önce, şatoya kalorifer tesisatı kurdurmak gibi ipe sapa gelmez bu fikir karşısında şaşırıp kaldı. Köpeklerini öldürüp altın sofra takımları içinde masaya getirseler, bu ona daha doğal gelirdi. Bütün gücüyle katıla katıla gülmeye başladı. Kahkahalarının arasında da, "Buraya kalorifer mi? Ha, ha, ha ne komik!" diye tekrarlayıp duruyordu.

O ise, ısrar ediyordu:

- İnan ki insan burada donuyor. Sen buru fark edemezsin, çünkü devamlı hareket halindesin, ama ben donuyorum.

Kocası, alay ederek cevap verdi:

- Boş ver! Alışırsın. Hem soğuk, sağlık için çok yararlıdır. Eskisinden daha sağlıklı olursun. Biz Parisli değiliz ki, kaloriferli yerlerde yaşayalım! Üstelik çok yakında bahar gelecek.

Ocak ayına doğru büyük bir felaketle karşılaştı. Anne ve babası, bir araba kazasında ölmüştü. Cenaze töreni için Paris'e gitti. Kazadan sonra altı ay kadar kafasını hep bu acı meşgul etti.

İlkbaharın o tatlı günleri geçtikten sonra, sonbahara kadar büyük bir bitkinlik içinde yaşadı. Soğuklar bastırınca, ilk kez olarak, karanlık geleceğini düşünmeye başladı. Ne yapacaktı? Hiç! Bundan sonra ne olacaktı? Hiç! Ne tür bir bekleyiş, hangi umut yüreğini yeniden canlandıracaktı? Hiçbir şey! Muayene olduğu bir doktor, hiçbir zaman çocuk sahibi olamayacağını söylemişti ona.

Geçen yıldan daha sert ve etkili olan soğuklar, ona sürekli acı veriyordu. Buz kesen ellerini neredeyse ateşin içine sokuyor. Alev alev yanan ateş yüzünü kavuruyordu; ama buz gibi hava sırtından içeri girerek kayarak bedeniyle giysileri arasına işliyordu. Soğuktan tepeden tırnağa titriyordu. Odalarda devamlı soğuk hava akımı dolaşıyor, her an soğuk havayla karşılaşıyor, kimi zaman yüzünde, kimi zaman ellerinde, bazen de sırtında buz gibi esip duruyordu. Soğuk hava, bir düşman gibi, haince kinini kusuyordu!

Yeniden kaloriferden söz etti, ama kocası onu, gerçekleşmesi mümkün olmayacak şeyler istiyormuş gibi dinliyordu. Henry'ye göre, bir ısıtma cihazının kurulması, madenleri altına çeviren taşın keşfedilmesi kadar imkânsız bir şeydi.

Henry, bir iş gittiği Rouen'dan dönerken karısına, "portatif kalorifer" olarak adlandırdığı küçük bir ayak tandırı getirdi. Bunun, karısının üşümesini kesmeye yeterli olacağını düşünüyordu.

Aralık ayının sonlarına doğru, hep bu koşullar altında yaşayamayacağını düşünerek, bir akşam yemekte çekine çekine kocasına sordu:

- Kuzum, bahar gelmeden önce Paris'e girip bir iki hafta kalamaz mıyız?

Kocası şaşırmıştı.

- Paris'e mi? Peki, ne yapacağız Paris'te? Yoo, olmaz! Burada, evimizde çok rahatız. Zaman zaman ne acayip fikirler geliyor aklına! diye söylendi.

Korka korka yeniden konuşmaya başladı:

- Biraz eğlenir, dinlenirdik.

Kocası hiçbir şey anlamıyordu:

- Seni eğlendirmek için ne lâzım? Tiyatrolar, piyesler, şehirde yemekler mi? Buraya gelirken, bu tür eğlencelere bel bağlamaman gerektiğini biliyordun!

Bu sözlerde ve bunların söyleniş tarzında bir ayıplama hissetti ve sustu. Çekingen, uysal ve isteksizdi; isyan etmiyordu.

Ocak ayında, soğuklar bütün şiddetiyle bastırdı ve toprak tamamen karlar altında kaldı.

Bir akşamüstü, havada oraya buraya uçuşan ve ağaçlara konup kalkan kargaları seyrederken birden ağlamaya başladı. O sırada kocası içeri girdi. Şaşırmıştı.

"Neyin var?" diye sordu.

Henry, çok mutluydu. Bir başka hayat tarzını asla düşünmüyor ve başka zevklerin hayalini kurmuyordu. O, bu hüzün veren yerde doğmuş ve büyümüştü. Burada kendisini iyi hissediyor, manen ve maddeten rahat ediyordu. İnsanların değişiklik isteyebileceğini, farklı zevklere susayabileceğini, bazı insanların dört mevsim boyunca aynı yerde oturmak istemeyeceklerini asla anlayamıyordu. İlkbaharın, yazın, sonbaharın ve kışın birçok insan için yeni yerlerde yeni zevkler ifade ettiğini bilmezlikten geliyordu.

Kocasına hiçbir yanıt veremiyordu. Gözlerini sildi ve kekeleyerek konuşmaya başladı.

- Bi... bi... biraz üzüntülüyüm de... Biraz canım sıkılıyor...

Bunları söylediği için birden bir korku yayıldı içine; hemen ekleyiverdi:

- Sonra, biraz da üşüdüm de...

Henry, bu sözler üzerine öfkeye kapıldı:

- Ha! Tamam... Gene şu kalorifer fikri değil mi? Ama bak, buraya geldiğinden beri bir kez bile nezle olmadın daha!

Gece oldu. Odalarını ayırmışlardı. Kendi odasına çıkıp yattı. Yatakta bile üşüyordu.

"Bu, ölüme kadar böyle sürecek" diye geçirdi içinden.

Kocasını düşünmeye başladı. Nasıl olur da Henry, "Ama bak, buraya geldiğinden beri bir kez bile nezle olmadın daha" diye çıkışabilirdi?

Demek ki, acı çektiğini kocasının anlaması için öksürmesi, hasta olması gerekiyordu! Zayıf ve çekingen olmanın artırdığı bir kızgınlık kapladı içini.

Demek öksürmesi gerekiyordu. Hiç şüphe yok ki o zaman, kocası kendisine acıyacaktı. O öksürecek ve kocası onun öksürüklerini duyacaktı. Doktoru çağırmak gerekecekti. Gösterecekti kocasına!

Yataktan kalktı ve aklına gelen çocukça bir fikirle aydınlandı yüzü.

"Kalorifer istiyorum, dedi kendi kendine, ve buna sahip olacağım. Öyle öksüreceğim ki, sonunda Henry şatoya bir kalorifer tesisatı kurdurmaya mecbur kalacak".

Bunları düşündükten sonra, yarı çıplak, bir sandalyeye oturdu. Bir saat, iki saat öylece bekledi. Soğuktan titriyordu ama daha nezle olmamıştı. Bunun üzerine, başka yollara başvurmaya karar verdi.

Gürültü etmeden odasından çıktı, merdivenlerden indi ve kapıyı açtı.

Karla karlı toprak, ölü gibi uzanıyordu. Ayağını birden ileri uzattı ve buz gibi karın içine soktu. Bir yara gibi acı veren soğuk bir duygu kapladı yüreğini. Bununla birlikte, öteki ayağını da uzattı ve yavaş yavaş basamakları inmeye başladı. Karla kaplı çimenlerde ilerledi. "Çamlara kadar gideceğim" diye geçirdi kafasından.

Soluk soluğa, küçük adımlarla yürüyordu. Çıplak ayağını kara her basışında nefesi kesiliyordu.

Tasarladığını sonuna kadar gerçekleştirdiğinden iyice emin olmak istercesine eliyle ilk çam ağacına dokundu ve geri döndü. Birkaç kez yere düşeceğini sandı. Nasıl da uyuşmuş ve gücü azalmış hissediyordu kendisini! İçeri girmeden önce, donmuş karların üzerine oturdu; hatta yerden biraz kar alıp göğsüne bile sürdü.

Odasına çıkıp yattı. Bir saat kadar sonra boğazında bir karıncalanma hissetti. Elleri ve ayakları da uyuşmaya başlamıştı. Biraz sonra uyudu.

Ertesi sabah öksürüyordu. Yatağından kalkamadı. Ciğerlerine kan toplanmıştı; sayıklıyordu. Sayıklarken devamlı kaloriferden söz ediyordu. Doktor, şatoya kalorifer tesisatının kurulması gerektiğini söyledi. Henry, öfkeli bir bıkkınlıkla bu isteğe boyun eğdi.

Bir türlü iyileşemiyordu. Soğuktan adamakıllı etkilenen ciğerleri, hayatı için tehlikeli olmaya başlamıştı. Doktor, "Burada kalırsa, soğukları çıkartamaz" dedi.

Bunun üzerine, onu güney Fransa'ya gönderdiler.

O da, Cannes'a geldi. Güneşi burada tanıdı; denizi burada sevdi ve çiçek açan portakal ağaçlarının kokusunu bol bol ciğerlerine çekti. İlkbahar geldiğinde yeniden kuzeye döndü. Fakat bu kez, iyileşmenin ürküntüsüyle yaşıyor ve Normandiya'nın o uzun geçen kışlarının korkusu dolduruyordu içini. Biraz iyileşir iyileşmez, Akdeniz'in o tatlı kıyılarını düşünerek, geceleri odasının penceresini açıyordu.

Şimdi de hastalıktan ölecekti; bunu biliyordu. Fakat mutluydu.

Gazeteyi açtı ve "Paris'e ilk kar yağdı" başlığını okuyunca, içi titredi ve sonra da gülümsedi. Uzakta, batan güneşin ışıkları altında pembe renge bürünen Esterel dağını seyretti; mavi gökyüzüne, uçsuz bucaksız uzanan mavi, masmavi denize baktı ve yerinden kalktı.

Sonra yavaş adımlarla yürüyerek geri dönmeye başladı. Yalnızca öksürmek için duruyordu. Dışarıda çok kalmıştı; biraz da üşümüştü.

Döndüğünde, kocasından gelen mektubu gördü; gülümseyerek açtı ve okudu:

"Sevgili Karıcığım,

Sağlığının iyiye gittiğini ve güzel evimizden uzakta kalmaktan dolayı üzgün olmadığını umarım. Birkaç günden beri, yakında kar yağacağını haber veren don hüküm sürüyor buralarda. Ben böyle havayı çok severim. Senin o lanet olası kaloriferini yakmaktan nasıl uzak durduğumu da tahmin ediyorsundur herhalde..."

Mektubu okumayı kesti. Bir kaloriferi olmasından nasıl da mutluluk duyuyordu! Mektubu tutan sağ eli yavaşça dizlerinin üzerine düşerken, göğsünü yırtan inatçı öksürüğünü dindirmek için sol elini ağzına götürüyordu.
 
İnsanı Tanımak Zor ( Yazar : Bilinmiyor )


Adamın biri kumsalda yürürken ayağı eski bir lambaya takılmış, adam lambayı kumların içinden çıkarmış. "Niye olmasın, belki bunun da içinden cin çıkar" deyip ovalamış lambayı, gerçekten de koca bir cin çıkmış lambadan. Adam çok şaşırmış, cin baslamış konuşmaya "Tamam, tamam. Beni lambadan kurtardın vs vs vs..." "Bu, bu ay içinde dördüncü çıkarılışım ve bu işten sıkılmaya başladım bu yüzden 3 dileği unut. Sadece 1 dilek hakkın var!" Adam oturmuş ve bir süre düşünmüş ve "Her zaman Hawaii'ye gitmek istedim ama uçaktan korkarım ve deniz beni çok kötü tutar.Benim için Hawaii'ye bir köprü yap böylece arabayla oraya gidebileyim" demis. Cin gülmüş ve "Bu imkansiz. Bu işin lojistiğini düşün! Köprünün ayakları nasıl Pasifik'in dibine ulaşabilir? Ne kadar beton gerektiğini, ne kadar çelik gerektiğini düşün Hayır, başka bir dilek düşün" demiş Adam tamam demiş ve gerçekten güzel bir dilek düşünmeye başlamış. En sonunda" Ben bu insanları hiç anlamıyorum. Kendime dost seçiyorum, çok bağlanıyorum, selamı kesiyor. Birini çok seviyorum beni severken sevmez oluyor. Birine güveniyorum önce o
aldatıyor. Birine dostluk elimi uzatıyorum, beni düşman sanıyor. kime meramımı anlatsam beni ya anlamıyor ya da yanlış anlıyor. Bana insanları tanımanın yolunu öğret."

Cin: "Köprü iki şeritli mi olsun dört şeritli mi?" diye yanıt vermiş adama.
 
İntikam ( Yazar : Guy de Maupassant )


Mösyö Antoine Leuillet, dul Madame Mathilde Souris ile evlendiğinde on yıldan beri ona âşıktı.

Mösyö Souris, Mösyö Leuillet'nin dostu ve kolejden eski arkadaşıydı. Leuillet onu sever, fakat biraz da aptal bulurdu. Sık sık, "Bu zavallı Souris'nin aklı biraz kıt" derdi.

Mösyö Souris, Bayan Mathilde Duval ile evlendiği zaman Leuillet şaşırmış ve üzülmüştü. Çünkü o da, Bayan Duval'e vurgundu. Bayan Duval, kendisine küçük bir servet edindikten sonra elini eteğini işten çeken tuhafiyeci komşularının kızıydı. Güzel, akıllı ve nazik bir kızdı. Souris'yle parası için evlenmişti.

Leuillet, Souris'nin Bayan Duval'le evlenmesinden sonra, başka umutlar beslemeye başladı. Arkadaşının karısına kur yapıyordu. Yakışıklı, aptal olmayan, üstelik de zengin biriydi. Arkadaşının karısını ayartabileceğini düşünüyordu; ama başaramadı. Bu başarısızlık, onun iyice âşık olmasına yol açmıştı. Fakat arkadaşıyla olan yakınlığı, yasak aşkını rahatsız ediyor ve kendisini güç durumda bırakıyordu. Madam Souris ise, Leuillet'nin artık kendisi hakkında çapkınca düşünceler taşımadığını sanıyordu; onunla dost olmuştu. Bu, böylece dokuz yıl sürdü gitti.

Bir sabah, Leuillet'ye Madam Souris'den bir haber iletildi. Mösyö Souris, bir kalp rahatsızlığı geçirerek ölmüştü.

O anda, birden içi ürperdi. Kendisi de, Souris ile aynı yaştaydı. Fakat aynı zamanda, büyük bir rahatlama, bir coşku ve bir kurtuluş duygusu kapladı içini. Artık Madam Souris özgürdü.

Bununla birlikte, üzgün görünmeyi becerdi. uygun zamanı bekledi ve bu arada, çevrenin tepkisini çekmemek için gereken şekilde davranmaktan da geri kalmadı. Nihayet, on beş ay sonra dul Madam Souris ile evlendi.

Evlenmesi doğal karşılandı. Bu, iyi bir dostun ve dürüst bir adamın yapması gereken bir davranış olarak görüldü.

Leuillet, nihayet mutlu olduğunu hissetti.

Evliliklerini büyük bir anlayış ve yakınlık içinde sürdürdüler. Birbirlerinden sakladıkları hiçbir şey yoktu ve bütün düşündüklerini birbirlerine anlatıyorlardı. Leuillet, simdi karısını güven veren bir aşkla seviyor; onu müşfik ve sadık bir eş, bir sırdaş olarak olarak görüyordu. Fakat Leuillet'nin yüreğinde, bu kadına ilk sahip olan, onun en güzel gençlik dönemlerini yaşayan ve hatta onu biraz da yıpratan Souris'ye karşı tuhaf ve açıklanamaz bir kin vardı. Ölen kocanın anısı, yaşayan kocanın mutluluğunu bozuyor ve sonradan ortaya çıkan bu kıskançlık, gece-gündüz Leuillet'nin yüreğini rahatsız ediyordu.

Sonunda sürekli olarak Souris'den söz etmeye başladı. Kişiliğini ve alışkanlıklarını öğrenmek için onunla ilgili bir sürü ayrıntılı soru soruyordu. Onun aksak yanlarını ve kusurlarını anımsatan şakalar yapıyordu. Evde karısına devamlı sorular yöneltiyordu:

- Hey, Mathilde!
- Ne var?
- Bir dakika gelir misin?

Karısı, onun yine Souris'den söz edeceğini biliyor, gülümseyerek yanına geliyor ve kocasının bu zararsız tutkusunu pohpohluyordu.

- Söyle bakalım. Souris'nin bir gün kısa boylu erkeklerin uzun boylu erkeklerden daha çok sevildiğini söylediğini hatırlıyor musun? diye soruyordu.

Sonra da, uzun boylu Leuillet, kısa boylu Souris hakkında kötü kötü düşüncelere dalıp gidiyordu. Madam Leuillet ise, Souris'nin bu konuda haklı olduğunu söylemeye çalışıyor, kahkahalarla gülüyor ve yeni kocasının hoşuna gitmesi için eski kocası ile tatlı tatlı alay ediyordu. Leuillet de, "Önemi yok, bu Souris de zaten aptaldı" diye söze karışıyordu.

Karı-koca mutluydular. Leuillet, karısına olan dinmez aşkını her fırsatta göstermeye devam ediyordu.

Uykularının kaçtığı ve gençlik dönemlerindeki gibi kendilerini istekli hissettikleri bir gece, Leuillet karısını kolları arasına almış, ateşli ateşli dudaklarından öperken birden soruverdi:

- Söyle bakalım hayatım.
- Ne var?
- Sana bunu sormam zor. Souris... Souris, iyi bir âşık mıydı?

Madam Leuillet kocasını öptü ve "Senin kadar iyi değildi, hayatım" dedi.

Bu söz, Leuillet'nin erkeklik gururunu okşamıştı. "Söyle bakalım, dedi, budalaydı değil mi?"

Karısı cevap vermedi. Muzipçe gülümsedi ve yüzünü gizlemek için kocasının boynuna sokuldu.

Leuillet tekrarladı: "Budala olmalıydı... Nasıl söylesem? Pek... pek becerikli değildi, değil mi?"

Karısı, başıyla "Hayır, değildi" anlamına hafif bir hareket yaptı.

- Geceleri senin için sıkıcı oluyordu değil mi?

Bu kez, büyük bir açık yüreklilikle, "Ah, evet!" diye cevap verdi.

Leuillet, bu yanıt üzerine, yeniden karısını öptü ve "Ayının biriydi! Onunla mutlu değildin tabii" diye mırıldandı.

Karısı, "Her gün neşeli, keyifli değildi " diye karşılık verdi.

Leuillet, kendisini pek mutlu hissetti. Karısının yeni durumu ile eski durumu arasında kendi lehine bir karşılaştırma yaptı.

Birkaç dakika konuşmadan sessiz sessiz durdu; sonra yeniden konuşmaya başladı:

- Söyle bakalım.
- Neyi?
- Benimle açık açık konuşur musun?
- Pek tabii hayatım!
- O zaman söyle, hiç bu sersem Souris'yi... hiç... hiç aldatma arzusuna kapılmadın mı?

Madam Leuillet, utandı ve başını kocasının göğsüne iyice yasladı. Meraklı koca, karısının güldüğünü fark etti.

Israr etti. "Hadi söyle... Boynuzluydu eski kocan, değil mi?" diye söylendi. "Söyle bana, çekinecek bir şey yok. Bana her şeyi anlatabilirsin".

Leuillet, özellikle "bana" sözcüğü üzerinde ısrarla duruyor ve eski kocasını aldatmak isteseydi, bunu benimle yapardı diye düşünüyordu. Bu büyük itirafın hazzı içinde tir tir titriyor ve karısının, namuslu bir kadın olmaması halinde onu ta o zamandan elde edeceğini geçiriyordu kafasından.

Karısı hiç yanıt vermiyor ve komik bir şeyi hatırlamış gibi sürekli gülüyordu.

Leuillet de, Souris'nin kendisiyle boynuzlanmış olacağını düşünerek gülmeye başladı. Ne gülünçtü, gerçekten ne gülünçtü!
Sevinçten dili dolaşarak, "Souris, zavallı Souris, boynuzlasaydı, karın seni benimle boynuzlardı!" dedi.

Madam Leuillet de, katıla katıla gülmeye başlamıştı; gülmekten gözlerinden yaş geliyordu.

Leuillet, "Hadi, itiraf et, açık konuş! Benim hoşuma gitmez sanma" diye tekrarlayıp duruyordu.

O zaman karısı, "Evet" diye mırıldandı.

Leuillet, "Hadi söyle. Anlat her şeyi" dedi.

Madam Leuillet, hoşuna gidecek bir itirafta bulunmasını bekleyen kocasının kulağına, "Evet, onu aldattım!" diye fısıldadı.

Leuillet, bu yanıtı alınca buz gibi kesildi; bunun, iliklerine kadar yayıldığını hissetti. "Sen... Sen onu aldattın ha!" diye kekeledi.

Kadın, kocasının hoşuna gittiğini sanarak, "Evet, evet onu aldattım" diye tekrarladı.

Leuillet, doğrularak oturdu. Can evinden vurulmuş, soluğu kesilmişti. Boynuzlananın, aslında kendisi olduğunu fark ederek allak bullak olmuştu.


Önce hiçbir şey söylemedi. Birkaç saniye sonra yalnızca "Yaa!" dedi.

Yaptığı hatayı çok geç anlayan Madam Leuillet ise, artık gülmeyi kesmişti.

Leuillet, sonunda dayanamadı ve "Kiminle?" diye sordu.

Karısı hiç sesini çıkarmadı. Bir kurtuluş yolu arıyordu.

"Kiminle" diye tekrar sordu Leuillet.

"Genç bir adamla" dedi sonunda karısı.

Leuillet, birdenbire karısına döndü ve kupkuru bir sesle, "Bir kadınla aldatmadığını biliyorum. Sana hangi genç adamla aldattığını soruyorum, anlıyor musun? diye bağırdı.

Kadın, hiç cevap vermedi. Bunun üzerine, Leuillet, sarındığı çarşafı yakalayıp yatağın ortasına fırlattı ve "Kim bu adam, öğrenmek istiyorum, duyuyor musun beni?" diye bağırdı.

Karısı güçbela konuşarak, "Seninle dalga geçmek istemiştim" dedi.

Ama Leuillet öfkesinden titriyordu. "Nee? Dalga mı geçmek istemiştin? Alay ediyordun benimle, öyle mi? Bu yalanlara inanacağımı mı sanıyorsun? İşitiyor musun beni, sana adamın adını soruyorum!" diye haykırdı.

Madam Leuillet, sırtüstü hareketsiz yatıyor ve hiç konuşmuyordu.

Leuillet, karısının kolunu yakalayıp sertçe sıktı ve "Duyuyor musun beni? Sana soru sorduğum zaman yanıt istemek hakkımdır" diye bağırdı.

Bunun üzerine, karısı sinirlendi ve "Delirdin galiba sen, rahat bırak beni!" dedi.

Leuillet, kızgınlıktan titriyordu. Ne diyeceğini bilemez, çileden çıkmış bir durumda bütün gücüyle karısını sarsıyor ve "Duyuyor musun beni, işitiyor musun?" diye haykırıyordu.

Kadın, kocasından kurtulmak için ani bir hareket yaptı; o sırada, eli kocasının burnuna çarptı. Leuillet, kızgınlıktan sanki kudurmuştu. Kendisine vurulduğunu düşünerek, bir hamlede karısının üzerine çullandı.

Karısını altına almış, bütün gücüyle tokatlıyor ve "Bak hele, şuna bak hele! Namussuz, ******, kaltak!" diye haykırıyordu.

Leuillet, gücü tükenip de soluk soluğa kalınca, karısının üzerinden kalktı ve şekerli su hazırlamak için konsola yöneldi. Bayılacak derecede yorgun hissediyordu kendisini.

Karısı ise, bu hatası yüzünden bütün mutluluğunun sona erdiğini düşünerek, yatağın içinde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Bir ara başını kaldırdı ve:

"Dinle Antoine, buraya gel. Sana yalan söyledim, gel anlatayım" dedi.

Başını yukarı kaldırdı. saçları darmadağınıktı... Bin bir kurnazlıkla kendisini savunmaya hazırlanıyordu.

Leuillet ise, karısını dövdüğünden dolayı utanarak ona doğru yaklaştı. Ama, önceki kocası Souris'yi aldatan bu kadına karşı yüreğinde bitmez tükenmez bir kinin doğduğunu hissediyordu.
 
İsimsiz Sevgiler ( Yazar : Bilinmiyor )


Bize sevmesini öğretmediler sevgili,bize hep sevgiyi saklamasını öğrettiler Hep bekletmeyi..hep ertelemeyi...bu yüzden biz kiminle birlikteysek bir diğerini ama hep uzakta olanı özledik,hiç dinmedi doyumsuzluğumuz,biz hep uzaktakini sevdik sevgili...yanımızdakini değil,odamızın duvarının arkasındakini değil,birşeyler paylaştığımızı değil,uzaklardakini ulaşamadığımız kadar uzaklardakini sevdik... Yanımızdakileri kırıp geçirdik incitip üzdük de, hep ulaşamadıklarımıza sakladık söyleyemediğimiz o güzel sözleri... Özlediğimiz sevgiden delice korktuk biz sevgili. Sevmek bizim için sınırlarımızdan hiç çıkmamaktı. Kendi sınırlarımızda sevmek hep kapana kısılmaktı.Bu korku yüzünden hep karşımızdaki insanların sevgisini eksik bulduk,küçümsedik onların sevgisini,yeni heyecanlar arama isteği vardı.Bir kişide takılı kalmak ne kadar basit diyorduk. Gözümüz hep uçan kuşlardaydı Yüksek dağların en tepesinden bakıyorduk insanlara biz. Sorun bizdeydi sevgili. Sevgiye inançsız olan bizdik...Bir insan bizi sevmeye başladığında yenildiğinde sevgimize;ondan uzaklaşır, nasıl da tiksinirdik sevgilerinden biz. Ama bizden biraz uzaklaşmaya görsünler onları yana yakıla nasıl da arardık. Çünkü biz sevilmeye alışmıştık, hatırlasana nasıl da ihtiyaç duyardık seslerine, kokularına. Kaybolmuştuk dağıttığımız sevgilerde. Kim bizi seviyordu, biz kimi seviyorduk. Sınırlar erir, karışırdı herşey. Öksüz sahipsiz bir sevgimiz vardı ama onu kime vereceğimizi şaşırdık. İnanırlardı bize,inanırlardı o öksüz, sahipsiz, başıboş sevgimize. Çünkü çevremizdeki herkes o kadar hasretti ki sevgiye.. Çünkü onlar da bizim gibi sınırlar içinde büyümüşlerdi. açılamıyorlardı kendilerini tanıyamadan çıkamazlardı, sınırdan izinsiz çıkış yoktu bize sevgiye geçit yoktu.Kaç zamandır kendimizi kandırdık sevgili. Kimi sevenler şarkılarda yaşatır sevdiğini,kimi eski cüzdanındaki eski, soluk bir resimde, kimi ise hayallerle süslediği sınırlı dünyasında anlatacak çok şeyleri yoktur.Çok olan sadece çektikleri acılardır sınırlı dünyalarında. Bunu bilirler sevgili,ama kıramazlar zincirleri. Aşkı,sevmeyi,sevilmeyi kendimizi adamayı o kadar çok özlemişken,aynı zamanda ikiyüzlülükte içimize işlemişti.Kendimden biliyorum,gözümüzde hayatımızın zerre kadar önemi yoktu.Gerektiğinde hayatımızı hiçe sayacak kadar kahraman ama bir o kadar da yalancı ve riyakardık sevgili. Patlayıcı bir madde gibi taşırdık sevgileri.Kaygı dolu,ürküntü dolu bir sır gibi taşırdık sevgileri.Okuduğumuz yoksulluk romanlarında,gözyaşlarıyla seyrettiğimiz filmlerde anlatılan kahramanların hayatlarından daha berbattı hayatımız aslında.Ama kendimize duymadığımız şefkati onlara duyardık.. Birbirimize ne kadar ne kadar üzüldüğümüzü gösteremediğimizden, birbirimizin derdine yeterince eğilemediğimiz için bu filmlerdeki kahramanların hayatlarına ağlardık doyasıya...Aslında birbirimizi çok sevmek istiyorduk,ama nedense çok utanıyorduk bundan ve hep erteliyorduk. Yürürken sokakta karanlıklar eşlik ederdi yalnızlığımıza Sokağın sonunda o gökyüzünün yalancılığı bizi de vururdu kaybolan o sahipsiz aşklarıda... Biliyormusun bugüne kadar hep seviyormuşum gibi yaptım ben.Aslında onları tanımıyordum ben,ama yinede ihtiyacım vardı sevgilerine . Bağışlasınlar beni ve unutmasınlar, onlar adına onlardan daha çok acı çektim ben... Bir tek seni tanıyorum aslında ben... Bir tek seni... Dinliyorum anlat hadi... Demek sonsuza dek kaçıyormuş insan kendisinden..
 
İstanbul Çok Sıcak ( Yazar : Irmak )


İstanbul çok sıcak. Ama içimin tek bir dokuşla yıkılan sarayında
can çekişen kız hala çok üşüyor.Tüm kaloriferleri yaktım iliklerime kadar
ısınmak istiyorum .En çokta yüzüne birkez daha dokunabilmeyi….
Munganın kitabında kaba tabirleriyle pezevengin ,sattığı hayat kadınına
sölediği cümle yankılanıyor beynimin her köşesinde”sobayı bu kadar yakma tüm maziyi ısıtamazsın ki”….
Şimdilik sadece resmin var parmaklarımın ucudunda.şimdilik dediğime göre ne olduğunu bilmediğim bir umudum var hala demek kalıyor bana malum şarkıdaki gibi.”Aşk dün kolay bir oyundu bizim için”diyor bir başka şarkı.. Ya biz kuralları bilmiyorduk yada maymun iştahlılıkla çabuk sıkıldık bu oyundan herşeyde olduğu gibi.Ama ama…. Bitti diyordun giderken herşey biti…Biten neydi? Kimdi? Hangimiz? Kim daha önce tükenmişti bir sigara gibi hangimiz daha çok can yakıyoruk? Akla ziyan birçok soru.Yanıtları yok.Yani F)şıkkı…..
Odamdayım ve bir genç kız edasıyla uzanmış seni düşünüyorum sokak lambasına dalıp gidenbir gecede daha ve sen bir gece daha başkasını öperken bensiz seyredeceksin mehtabı, sağ elin başkasının elinde terlerken üşüyen sol elin beni arayacak herseferinde..Başka bir bedenin tuzu yakacak dilini.Bir sigara yakacakasın kaçırıp, yitirdiklerinin ardından.Tiryakisi olmadığın halde derin bir nefes alacaksın ,içine çektiğin her duman içinde beni unutmak için çılgınca beslediğin umutları boğacak.Bir kadeh birşeyler içeceksin her yudumda bir kez daha kahredeceksin ayrılığa içerdeki bedeni tanıdık ama kalbine ait olmayan kadının varlığını unutarak .

Haklsın my darling,kulağına çalınan ses çok tanıdık! Çünkü benim sesim vokal yapacak her kadına . Her seste benimkini duyacak her gözde benim bakışlarımı arayacaksın. Haremde
de olsan bensiz uyuduğun her gece koynun boş kalacak tıpkı sol kolun ve
sol elin gibi.Ve hergece bir bedel ödeyeceksin fark etmeden. Öptüğün dokunduğun kadın ben değilimdim ondan olsa gerek bütün bunlar. Herşeyin ortalık malıyken bir tek kalbin bakir kalacak bana.
Karşılaştık günler sonrayüreğin çekingen gözlerin doluyken,benimse kalbimin yasak ülkesinde depremler olurken ,dışım hala sığ bir deniz sana…Karşılaşama sonrası ayrılık;Sanmaki sevgilim intizar ediyorum sana .Kaçırma gözlerini bir kez daha kaldır bakışlarını açtırma bana bu ağustos gecesi tüm kaloriferleri biliyorumki anıları bende ısıtamam .İstanbul çok sıcak . Bense mevsime inat hala üşüyorum.
 
İyi ki Varsın İyi ki Yoksun ( Yazar : Yorgunpina )


"Bir gün bekle...’’Öyle demişti giderken sessizce. Geleceğim demişti en iyi gülümseyen haliyle.Küçük kız kocaman gözlerini açmış arkasından bakakalmıştı; içinde dayanılmaz burukluğu ile hayatın, elleri anlamsızlaşmıştı. Ardından baktığı,bir nokta olana dek izlediği otomobilin kırmızı lambası idi. Ve işte ilk damla düştü.Islak ve boş eller ne işe yarar diye düşündü,silmedi ikinciyi,üçüncüyü...Her lanet sabahta uyanınca,gözlerini açınca,görmek istemediklerinin sağanak yağmurlarıyla ıslanmaktan bıkmadı,bıkmazdı.Hemen çıksan odana,bıraksan her şeyi , kaybolsan, gerçeklerin karbon kağıtlarında saklansan ve acısan kendine sessizce ,kaybolan kırmızı lambası ile otomobilin görünmezliğinde, birden güzel güzleri hatırladı,o güzel gözleri ile masum, çelişkili hatta çok eski : ’’İyi ki varım iyi ki varsın gitme’’.Gölgesi yok oldu küçük kızın birdenbire.Hep aynı güvensizlik,yoktan varolan dirençsiz kuşku ve sokaktan geçen yaşlı adamın meraklı bakışları ile hayatının eskimiş fotokopileri ,benzersiz olmayan varyasyonların çözümsüz problemleri ,uzun gecelerin permütasyonları ve nemli mendillerde biriken kombinasyonları ile neticesi bilinen zamanın bittiği yerde bir küçücük kız.Arkasından baktığı uzaklaştıkça çıplaklığı ile üşüdüğü,bir de sokaktan geçen yaşlı amcanın ilgiye dair bakışları - solmuş çiçeklerin manasızlığı,hepsini ama hepsini içine gömdü.Kimse duymaz nasılsa diye düşündü:Belki yanından geçen günahkar bir esinti,uzakta bildiği kalbine kalbini gönderir,her gittiği yere onu da götürür,işitirdi.Sevginiz kısıtlandı ve sen öylece kalakaldın küçük kız.Oysa seni öptüğünde git istediğin yere,sevgin benim içimde demiştin. Otomobillerin geceyi aydınlatan kırmızı lambaları,gölgesiz küçük kızların beklediği gecesi olmayan gün,yaşanmamış henüz ve her yer hüzün....
 
İyi ve Kötü ( Yazar : Paulo Coelho )


Leonardo da Vinci 'Son Akşam Yemeği' isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle karşılaştı... İyi'yi İsa'nın bedeninde, Kötü'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı...Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı. Bir gün bir
koronun verdiği konser sırasında, korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti. Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi.

Aradan 3 yıl geçti. 'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı... Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi
bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı Günlerce aradıktan sonra Leonardo vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu. Paçavralar içindeki bu adam, sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı. Leonardo
yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı. Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler. Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı. Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu...

Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü. Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle şöyle dedi: 'Ben bu resmi daha önce gördüm... ' 'Ne zaman?' diye sordu Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı. 'Üç yıl önce' dedi adam.. 'Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti...' İyi ve Kötü'nün yüzü aynıdır... Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...
 
Joe'nun Resmi ( Yazar : Phyllis Mabry )


Çoğumuz okulun ilk bir kaç yılının hayatımızın tümünü etkileyebileğinin farkındayızdır. Hayattaki başarımız ve kendimize güven açısından genelde hayati önemde olduklarını biliriz. Joe'nun ana babası da istisna değildi. Joe'nun kafasına sevgi ve şefkat dolu bir aile yaşamı olduğunu; yaşadığı deneyimlerin heyecan verici ve zenginleştirici olduğunu; okuma yazma bildiğini ve ona kadar sayabildiğini kazıyıp durdular.Artık birinci sınıfa hazırdı. Okula büyük bir hevesle gitti. Sınıf arkadaşlarını sevdi, öğretmeni ve ailesi de onu yüreklendirdi. Bütün işaretler başarıyı göstermesine rağmen başarı Joe'dan kaçıyordu.

Çevresindeki hızlı değişimleri anlamakta zorlanıyordu. Tam anlamak üzereyken öğretmeni başka bir konuya ya da başka zor bir derse geçiyordu. İlk yılın sonunda birçok sınıf arkadaşının gerisinde kalmış ve cesareti kırılmıştı. Ailesi yaz tatilinin Joe'yu geliştireceğini ve olgunlaştıracağını düşünüyor, ikinci sınıfın daha iyi olacağını umuyordu.

Ama olmadı.Okul yılının sonunda öğretmeni tekrar okumasını önerdi ama ailesi karşı çıktı. Üçüncü sınıfın sonunda Joe'nun başarısızlığı artarak sürünce müdür tekrar okuması gerektiğini kesin olarak söyledi.Ailesi yine karşı çıktı.

Dördüncü sınıf başladığında Joe'nun sinirleri bozulmuş, dengesi alt üst olmuştu.Okula gitmek istemiyordu.Üç yıl boyunca sınıfın en arkasında sıkıntı çekmiş ve tekrar orada olmayı kesinlikle istemiyordu. Dördüncü sınıfın çok zor olduğunu duymuştu. Öyleydi de.Her gün çabaladı, her gece ders çalıştı ama yine en geride kaldı;karanlık, kasvetli;yağmurlu bir öğleden sonraya kadar.

Öğretmenlerin hava durumu konusunda altıncı hisleri vardır. Kesirli sayılar gibi zor konuları genellikle güneşli günlere denk düşürürler. O gün de o şekilde başlamıştı ama öğretmen derse başlar başlamaz gökyüzü karardı ve sağanak yağış bastırdı. Öğretmen onları matematik çalıştırmaya uğraşırken öğrencilerin dikkatini çekme mücadelesini şimşekler ve gök gürültüleri kazandı. Fırtına yüzünden dikkatleri dağılan çocuklar matematiği anlayamıyordu.Joe hariç. O anlıyordu.Bütün soruları doğru yanıtladı. Öğretmeni sırtını sıvazlayarak, dolaşarak diğerlerine de yaptıklarını anlatmasını istedi. Bu yeni başarısının mutluluğuyla Joe gülümseyerek bütün sınıfı bir çırpıda dolaştı.

Matematik dersinin sonunda öğretmen bütün çocukların eline birer kağıt tutuşturdu. Resim dersi saatiydi. Çocuklar da kendilerinden beklenen şeyi yaptılar; karanlık, kasvetli günler her zaman koyu renk boyaları ve karanlık resimleri çağrıştırır. Bu günde farklı değildi. Joe hariç.Joe açık sarı, turuncu ve kırmızı renkleri kullandı. Kağıdını büyük, parlak
bir güneş dolduruyordu.O yıl Joe'nun gelişmesi devam etti ve üst sınıfa yükselmeyi hak etti. Dördüncü sınıf öğretmeni ondaki bu değişimin sebebini merak ediyordu ve Joe'nun gelişimini ortaokul boyunca takip etti. O karanlık, kasvetli gün Joe'yu neden dğiştirmişti? Bir öğretmenin öğrencisini ne zaman etkileyeceğini kim bilebilir ki?

Joe sınıfın birincisi değildi. Zaten olması da gerekmiyordu. Başarılı olmuştı ve bunun da farkındaydı. Joe mezun olduktan sonra orduya yazıldı.Vietnam'a gönderildi ve bir daha eve dönmedi.

Öldüğünü duyunca dördüncü sınıf öğretmeni taziyelerini bildirmek için Joe'nun evine gitti. Joe'nun annesi, öğretmeni karşılayarak Joe'nun odasında ona göstermek istediği bir şey olduğunu söyledi. Odasına girdiklerinde annesi Joe'nun en sevdigi şeyi gösterdi. Duvarda, yatağının tam üzerinde düzenli bir şekilde koyulmuş, çerçeve içinde parlak sarı, turuncu, kırmızı renkte parlayan güneş resmi vardı.Kendi aydınlığına gözlerini açtığı o yağmurlu güne bir övgüydü.Joe resmin altına büyük harflerle şunu yazmıştı: AKILLANDIĞIM GÜN.
 
Kahin ( Yazar : Bilinmiyor )


İçi sıkılıyordu. anlayamadiği bir duygu icini burkuyordu. En iyisi ona gitmekti. O yardımcı olabilirdi. Telefon açtı kahine.

“imkansız, tam çıkmak üzereydim."

"lütfen" dedi kadın kendisini kıramayacağını düşünerek... çok zengindi kadın, ülkenin en zenginlerinden. doğaüstü güçlere inanırdı ve kahinin müdavimlerindendi. tabii ki kahin böyle iyi bir müşterisini kıramamıştı.

karşılıklı oturuyorlardı. önlerindeki suya baktı kahin, kaşları çatıldı, gözbebekleri büyüdü, alt dudağı düştü, kafasını kaldırıp ona baktı "çok üzgünüm" dedi, durakladı, belli ki söylemek istemiyordu.

"ne?" dedi kadın ısrarla,

ve kahin söyledi :"suda yarını göremiyorum..." yıkılmıştı kadın. medyum bugüne kadar hiç yanılmamıştı.

yarın olmadığına göre bu gece ölecekti. ne yapmalıydı? evine gitti, vasiyetini yazdı, biraz tv izledi. uykusu gelmışti. son gecesiydi ve ne yapacagını bilmiyordu.en iyisi uyumaktı. böylece ölürken hiç bir şey hissetmezdi.

yatağına uzandı, gözlerini kapattı ve.. derin bir uykuya daldı. uyandığında güneş yeni doğmuştu, kuş sesleri geliyordu.

"cennette miyim?" diye düşündü. herşey gece bıraktığı gibiydi. kalktı, sabahlığını giydi, salona indi, herşey normal gözüküyordu. kahin bu kez yanılmış mıydı acaba? masanın üstündeki gazeteye gözü ilişti.

manşette şöyle yazıyordu :

"ünlü kahin öldü"
 
Kan Davası ( Yazar : Guy de Maupassant )


Paolo Saverini'nin dul karısı, Bonifacio kalesinde küçük ve yıkık dökük bir evde oğluyla birlikte yalnız yaşıyordu. Dağın ileri doğru bir uzantısı üzerinde bulunan, hatta yer yer denizin üzerinde asılı gibi duran bu kent, sivri kayalıklarla dolu boğazın üzerinden Sardunya’nın daha alçak kıyısına bakıyordu.

Aşağılarda, öbür yanda dev bir dehlizi andıran dik bir kıyı, kenti neredeyse tümüyle çevreleyerek liman gibi kullanılıyor ve İtalya ya da Sardunya’nın küçük balıkçı teknelerini ve her on beş günde bir Ajaccio seferini yapan eski tıknefes vapuru iki sarp kaya arasında uzun bir dolaşmadan sonra adanın ilk evlerine ulaştırıyordu.

Dağın yamaçları üzerindeki ev kümeleri, beyaz lekeler halinde görünüyordu. Kayalıklara asılı gibi duran ve yabanî kuşların yuvalarını andıran evler, korku veren ve gemilerin geçmediği bu boğaza bakıyordu. Durmadan denizi ve yeni yeni otlara bürünen çıplak kıyıyı döven rüzgâr, boğaza dalar ve kıyıyı kemirirdi. Dalgaları delerek yükselen kayalıkların kapkara sivri uçlarına takılıp kalan solgun köpüklerin izleri, suyun üzerinde yüzen yırtık pırtık bez parçalarını andırırdı.

Bu yüksek kıyının kenarında dul Bayan Saverini'nin evi, bu vahşi ve üzüntü verici ufka bakıyordu.

Bayan Saverini, oğlu Antoine ve uzun, sert tüylü, çoban köpeği irisi sıska dişi köpekleri Sémillante ile bu evde yaşıyordu. Antoine, bu köpekle ava çıkardı.

Bir akşam, Antoine Saverini, kavgaya tutuştuğu Nicolas Ravolati tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Ravolati, daha o gece Sardunya'ya kaçmıştı bile.

Yoldan geçenler oğlunun cesedini getirdiğinde yaşlı ana, hiç ağlamadı; ama uzun uzun oğlunun cansız bedenine bakarak, öylece hareketsiz kaldı. Sonra, derisi kırışmış elleriyle ölüyü okşadı ve oğlunun öcünü alacağına söz verdi. Hiç kimsenin kendisiyle birlikte kalmasını istemedi. Uluyan köpek ve oğlunun ölüsüyle eve kapandı. Hayvan, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, yatağın ayakucunda, başını efendisine uzatarak, hiç durmadan uluyordu. Bir süre sonra köpek artık kımıldamaz oldu. Yaşlı ana ise, cansız bedenin üzerine eğilmiş, ölüyü seyrederek iri ve sessiz gözyaşlarıyla ağlıyordu.

Genç adam, göğüs kısmı parçalanmış yünlü ceketiyle, sırtüstü uyuyor gibi görünüyordu. Her yeri kan içindeydi. İlk yardım yapılabilmesi için yırtılan gömleğinde, yeleğinde, kısa pantolonunda, yüz ve ellerinde kan vardı. Kan pıhtıları, sakalında, saçlarının içinde donmuştu.

Yaşlı ana, oğluyla konuşmaya başladı. Sesin gürültüsü üzerine köpek, ulumasını kesti.
- Git, git yavrum, öcün alınacak zavallı oğlum. Uyu, rahat uyu. Öcün alınacak, beni duyuyor musun? Annen söz veriyor. Bilirsin, annen hep sözünü tutar!

Yaşlı kadın, ağır ağır oğluna eğilerek soğuk dudaklarıyla ölü dudakları öptü. O sırada, köpek inildemeye başladı. Tekdüze ve yürek parçalayan uzun bir inilti çekti.

Bayan Saverini ve köpek, sabaha kadar orada öylece kaldılar. Antoine Saverini ertesi gün toprağa verildi ve bir daha Bonifacio’da ondan hiç söz edilmedi.

Antoine, geride ne erkek kardeş, ne yakın bir akraba bırakmıştı. Kan davası güdecek hiçbir erkek yoktu. Kan gütmeyi düşünen yalnızca yaşlı anasıydı.

Bayan Saverini, boğazın karşı kıyısında, sabahtan akşama kadar beyaz bir noktaya bakıyordu. Bu, çok yakından izlenen Korsikalı haydutların sığındığı Longosardo adında küçük bir Sardunya köyüydü. Haydutlar, yurtlarının karşı kıyısında bulunan bu köyde yalnız başlarına yaşıyorlar ve geri dönmek için uygun zamanı orada bekliyorlardı Yaşlı ana, Nicolas Ravolati'nin de o köye sığındığından emindi.

Gün boyunca, tek başına pencerenin yanında oturdu. Öç almayı düşünerek karşıdaki köye bakıp duruyordu. Hiç kimsesi yokken, ölüme bu denli yakın ve güçsüzken nasıl öç alacaktı? Ama söz vermiş, oğlunun ölüsü üzerine yemin etmişti. Ne yeminini unutabilir, ne de bekleyebilirdi. Ne yapacaktı? Geceleri artık uyumuyor, rahat yüzü görmüyor, yüreği bir türlü yatışmak bilmiyordu. Boyuna çıkar bir yol arıyordu. Ayaklarının dibinde uyuyan köpek ise, ara sıra başını kaldırıyor uzaklara doğru uluyordu. Köpek, sahibinin ölümünden beri, sanki onu çağırırmışçasına, bir türlü avunmayan hayvan ruhu hiçbir şeyin silemeyeceği bir anıyı saklarmış gibi, böyle sık sık uluyordu.

Bir gece, Sémillante yeniden inildemeye başladığında, ansızın yaşlı kadının aklına vahşi ve yırtıcı bir öç alma düşüncesi geldi. Sabaha kadar bunu düşündü. Sonra, günün ilk ışıklarıyla birlikte kalkıp kiliseye gitti. Yerlere kapanarak Tanrı'nın huzurunda dua etti; oğlunun öcünü almak için yaşlı bedenine güç vermesi, kendisine yardım etmesi ve desteklemesi için yalvardı.

Sonra eve döndü. Evin avlusunda, oluktan damlayan suları toplamaya yarayan eski, dibi çıkmış bir fıçı vardı. Fıçıyı yere devirdi, içini boşalttı, taş ve kazıklarla toprağa iyice oturttu. Sonra da Sémillante'ı bu yuvanın içine zincirleyip eve döndü.

Yaşlı kadın, artık odasında durmaksızın yürüyor, gözünü hiç ayırmadan Sardunya kıyısına bakıyordu. Oğlunun katili, o herif oradaydı.

Köpek, bütün gün, bütün gece uludu. Yaşlı kadın, sabah olunca köpeğe bir çanak su götürdü, fakat ne ekmek, ne de başka bir yiyecek, hiçbir şey vermedi.

Gün böyle geçti. Bitkin düşen köpek uyuyordu. Ertesi gün, gözleri parlamış, tüyleri diken diken olmuştu. Zincirini çılgınca çekiştiriyordu.

Yaşlı kadın, yine yiyecek hiçbir şey vermedi. Gittikçe kudurganlaşan hayvan, boğuk bir sesle havlıyordu. Gece böylece geçti.

Bayan Saverini, sabah olunca komşusuna gitti ve kendisine iki demet saman vermesini istedi. Eskiden kocasının giydiği eski püskü elbiseleri çıkarttı ve içini samanla doldurarak bir korkuluk yaptı. Sémillante'ın yuvasının önüne yere bir sopa dikip korkuluğu onun üzerine bağladı ve çaput parçalarından korkuluğa bir de kafa yaptı.

Köpek, şaşkınlık içinde, bu samandan adama bakıyor, açlıktan kırılmasına rağmen sesini çıkartmıyordu. Yaşlı kadın, kasaba giderek uzun bir parça domuz sucuğu aldı. Eve dönünce, avluda, köpeğin yuvasının yanında ateş yakıp eti kızarttı. Şaşkına dönen Sémillante durmadan sıçrıyor, dumanı burnuna kadar gelen et parçasına gözlerini dikip ağzından köpükler saçıyordu.

Saverini ana, sonra bu dumanı tüten eti, sanki içine sokacakmış gibi, korkuluğun boynunun çevresine bağladı. İşi bitince, köpeğin zincirlerini çözdü.

Hayvan, korkunç bir sıçramayla korkuluğun boynuna ulaştı ve ayaklarını omuzlarına dayayıp korkuluğun boğazını parçalamaya başladı. Köpek, ağzında bir et parçasıyla yere düşüyor, sonra yeniden sıçrıyor, sivri dişlerini korkuluğun boynuna geçirip birkaç parça daha et kopararak tekrar yere düşüyor ve sonra yine aynı şekilde sıçrıyordu. Hayvan, diş darbeleriyle korkuluğun yüzünü yırtıyor, boynunu parçalıyordu.

Yaşlı kadın, sessiz ve hareketsiz, köpeği izliyor, gözlerinin içi parlıyordu. Sonra köpeği yine zincirledi. Hayvanı yine iki gün aç bıraktı ve bu garip alıştırmaya yeniden başladı.

Bayan Saverini, üç ay boyunca köpeği bu tür mücadeleye, yiyeceğini dişlerinin gücüyle elde etmeye alıştırdı. Artık köpeği zincire bağlamıyordu ama onu bir el hareketiyle korkuluğa saldırtıyordu.

Yaşlı kadın, köpeği, korkuluğun boğazına et saklamadan da üzerine atılıp parçalamaya alıştırmıştı. Sonra da ödül olarak, ateşte pişirdiği eti veriyordu hayvana.

Sémillante, artık korkuluğu görür görmez titremeye başlıyor, gözlerini sahibine çeviriyordu. O da ona parmağıyla işaret verip, "Haydi!" diye ıslık gibi bir sesle bağırıyordu.

Saverini ana, artık vaktin geldiğini düşündü ve bir pazar sabahı, derin bir heyecan içinde kiliseye gidip dua etti ve günah çıkarttı. Eve dönüp erkek elbiseleri giydi. Bu haliyle, zavallı, hırpanî bir ihtiyara benziyordu. Sardunyalı bir balıkçıyla pazarlık etti. O da onu, köpeğiyle birlikte boğazın öbür yakasına geçirdi.

Yanında taşıdığı torbada büyük bir sucuk parçası vardı; Sémillante iki gündür açtı. Yaşlı kadın, ikide bir torbayı koklatıp hayvanı kızdırıyordu.

Longosardo'ya geldiler. Korsikalı kadın, hafifçe topallayarak yürüyordu. Bir fırıncıya Nicolas Ravolati'nin nerede oturduğunu sordu. Ravolati, eski işi marangozluğa başlamıştı. Dükkânında, tek başına çalışıyordu.

Yaşlı kadın, kapıyı iterek açtı ve içeriye seslendi:
- Hey! Nicolas!
Adam geriye döndü. Köpeğini serbest bırakan kadın haykırdı:
- Haydi, haydi, parçala, parçala onu!

Deliye dönen köpek, ileri doğru atıldı ve adamı boğazından yakaladı. Ravolati, kollarını uzatıp hayvana sarıldı, yere yuvarlandı. Birkaç saniye ayaklarını yere vurarak kıvrandı. Sémillante parça parça ettiği boyun etlerini eşelerken, Ravolati hareketsiz kaldı.

Kapılarının önünde oturan iki komşu, yoksul bir ihtiyarın, cılız siyah bir köpekle çıkıp gittiğini ve köpeğin yürürken sahibinin verdiği esmer bir şeyi yediğini gördüklerini çok iyi hatırladılar.

Saverini ana, akşam evine dönmüştü. O gece sabaha kadar deliksiz bir uyku çekti.
 
Karanfiller ve Domates Suyu ( Yazar : Sait Faik Abasıyanık )


Küçük bir çam ormanı. Vakit sabah. Arı, sinek, kuş sesi. Bir siyah gözlükten görülen yerde ve ağaçlarda güneş parçaları. Sonra uzak, göğün, kendi renginden biraz daha koyu kıyılara giden hudutlu bir deniz... İşte böyle bir yerde köyün insanlarını düşünüyorum. Kitaplar, bir zaman bana, insanları sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini, oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmiştiler. Hayır, şimdi insanları, kitapların öğrettiği şekilde sevmiyorum. Şiirler, romanlar, hikayeler, masallar bana bu ilmi tahsil ettirmişlerdir. Beyinin vapurdan iner inmez çantasını kapan uşaktan iğrenmemeyi, sabahleyin altı buçukta tabiatla kavga için sokağa fırlamayan adamın çalışmadığını kendi kendime öğrendim. Ama şu sabahleyin altı buçukta tabiatla kavga için sokağa fırlamayan adam, isterse akşama kadar insanları aldatmak için didinsin. Kaç para eder! Gözümde, milyonu olsa da, kalp para ile metelik etmez.

Şimdi artık kimi sevdiğimi, kime saygı duyduğumu biliyorum. Günlerden beri kafamı bir adam kaplıyor (işgal ediyor dememek için).

Köyde ona, “Kör Mustafa” derlerdi. Bir gözü sola doğru biraz kaymıştı. Sağ tarafının beyazı ile gözkapağı arasına ciğer kırmızısı bir et parçası oturmuştu. Böyle mi doğmuştur? Yoksa çocukken bir şey mi batmıştır?... Bu arızalı göz, öteki gözden daha parlaktır, daha siyah, daha canlı, daha zekidir. Bana, bir kamburu hatırlatıyor bu göz; tuhaf değil mi: Bir kambur insan çirkindir ama, bütün kamburlar iyi yürekli, sevimli insanlardır. Arkadaş canlısıdırlar, şendirler. Ne severim kamburları!...

İşte, Kör Mustafa’nın bu gözü de bir kambur insanın ruh haletini içine sindirmiş, şıkır şıkır, pırıl pırıl, sevimli, çapkın, canlı bir gözdür. Öteki doğru dürüst göz, onun yanında, mahçup, sönük, tatsız tuzsuz, pek de kibirlidir.

Kör Mustafa, bahçelerde çalışır, gündeliğe gider, sarnıç sıvar, dam aktarır, kuyu kazar...

Bizim köyün lodos tarafı gayri meskundur. Orada fundalar, yabani meşe palamutları, kocayemişler, çalı süpürgeleri bir türlü ağaç haline gelmeden, ama ağacı taklit edercesine gelişir, birbirinin içine girmiş yaşarlar. Bütün bu fundalıklar Fino kilisesinin malıdır. Kocaman, kirli sakallı, cin gibi bir papaz fundalıklar “bizimdir” diye, arada bir dolaşır. İsteyen olursa ucuza kiraya verir. Ama kimse kiralamaz. Çünkü, orman memuru buraları, Orman Kanunu gereğince orman sayar. Aralarında üç beş ufacık çam ağacının boğulduğu yabani, cüce, oduna bile gelmez çalı çırpı; orman memurunun, Orman Kanunu sayesinde mes’ut yaşar.

Kör Mustafa nasıl becerdi bilmem... Denize diklemesine inen bu çalılığın bir kısmını ne pahasına ayıkladı, biliyor musunuz; tırnakları pahasına. O çalı çırpının sere serpe geliştiği, bu denizlere diklemesine inen toprak öyle taşlık, öyle taşlıktı ki... Sonra Mustafa gündüzleri başka yerde çalışmak zorundaydı.

Akşam olunca çalıların arasına sakladığı kazmasını alıyor, gün ağarıncaya kadar söküyor, koparıyor, kazıyordu. Kazdıkça kaya, kazdıkça taş. Bütün bir yaz, bütün bir kış, orman memurunun tazyiki, çalı, palamut, defne, kocayemiş, diken, ot, kök ona karşı koydular. Bu korkunç mücadeleye üç evlek toprak için Mustafa’dan başka bizim köyde kimse girişemezdi.

Kaya bitip de yumuşak, esmer, pembe bir funda toprağı bir karış meydana çıkınca bir meşe palamudunun korkunç yılan gibi kökü önüne çıkardı. Onu sökünce, orman memurunu karşısında bulurdu. O gidince, zehirli bir diken başparmağını şişirirdi; kazma körlenir, kürek bulamaz, taş dağ gibi yığılırdı. İnsan büyüklüğünde bir kaya, yumuşak toprağın üstünde, altındaki bir insan büyüklüğünde cüssesini hiç belli etmeden yosunlu yüzüyle dikilir. Ormanları, tırnakları, ayakları, göğsü, sırtı, bütün kuvvetiyle dayanır, onu yener, yıkardı. Kazma iş görmediği zaman yumruğu, yumruğu yetmediği zaman parmakları, parmakları kalın geldiği zaman tırnakları ile toprağı tırmalardı...

Bir sonbahar günü baktı ki, küçük çam ağaçları filizi, körpe diken yapraklarıyla, üç beş kocayemiş çıngıl çıngıl yemişleriyle yer yer esmer pembe, kül rengi toprağa saye salar. Biz görenler:

Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur, dedik.

Bilmedik ki dişle, tırnakla, kanla, canla tabiat denilen canavarı yenmek lazımdır. Bendeniz bu mücadeleye şahidim. Mustafa’nın kör gözü, hiddetten ala bulandığı günleri hatırlıyorum. “Hay arslan Mustafa”, der; uzakta bir çam gölgesinden korkunç kavgayı seyrederdim. Bu kavga, Romalı esirlerin arslanla döğüşmesinden şu itibarla farklı idi ki, Romalı esir, arslana bir çeyrek saat içinde yeniliyordu. Mustafa, ejderhayı bir sene içinde, bazen ümitsizlikten, bazen ümitten yeniyordu.

Bir sabah her zamanki çamın altına vardım ki, bir köylü kadın, üç yarı çıplak çocuk garip birtakım taşlar, tahtalar, saçlarla birşeyler yaparlar. Bu, her tarafından poyraz, lodos, gündoğusu, keşişleme, yıldız, karayel rüzgarı giren bir evdi. Mustafa arkasına yeşiller giymiş güçlü kuvvetli bir kadın takmış, üç evleğine çizgiler, ocaklar açıyordu.

Arslan Mustafa, dedim, su buldun mu, su?

Deniz kıyısında eski bir kuyu vardı. Tuzlu bir parça ama, idare edeceğiz. Şuraya bir sarnıç kazabilsem...

Onu gördün mü toparlanıyor; hayret, sevgi ve saygı ile bakıyorum. Koca yaylamızın üzerinde böyle milyonlarca insan bulunduğunu düşünüyorum. Yine dünya yuvarlağı üzerinde böyle milyonlarca insanın tırnakları, nasırları, çirkinlikleri, tek gözleri, tek kollarıyla, bir ejderha ile kavga etmek için bekleştiklerini düşünüyorum.

Küçük hanımlar! Bugünlerde bir gün nişanlınız size koyu al renkli karanfiller gönderecektir. Dikkat edin, belki Mustafa’nınkilerdir. Küçük beyler, domatesler göreceksiniz çarşıda. Elmalar, ferik elmaları gibi kokulu, şekerli, tatlıdır. Keserseniz içinde çekirdekleri altın gibi parlar. Belki de lokantada bir gün şişelere doldurulmuş bir domates suyu içersiniz ve tadını fevkalade bulursunuz. Yunan tanrılarının ölmemek için içtiği nektar lezzetini damağınızda hissedersiniz, emin olun ki Mustafa’nın domateslerinden bir tanesi, içtiğiniz suya katılmıştır.
 
Kardeşinin Elleri ( Yazar : Bilinmiyor )


1400 yıllarında 18 çocuklu bir ailenin resimle ilgilenen 2 erkek çocuğundan ikisi sanat okuluna gidip büyük bir ressam olma hayali kuruyorlar. Aile ise bu durum karşısında çaresiz.Madencilik yaparak geçinmeye çalışıyorlar ve karınlarını zor doyurabilmekteler. Bu durum karşısında iki kardeş kendi aralarında kura çekmeye ve kazananın sanat okuluna gitmesine, geride kalanın daha çok çalışıp diğer kardeşi okutması yönünde bir karar veriyorlar. Albert ve Albrecht arasındaki bu kurada okula giden dönüşte kardeşi okuması için okula gönderecek ve kendisi de madende çalışacaktı. Kurayı kazanan Albrecht okula gider ve bütün öğretim evlilerini kendine hayran bırakarak çok büyük başarılar elde eder.Okulu birincilikle bitirir. Eve büyük bir gururla döner.Ailesi onun onuruna güzel bir yemek verir. Kendisini öven konuşmalardan sonra söz alır ve kendisine bu fırsatı veren kardeşine teşekkür eder. Şimdi sıranin onda olduğunu ve okumaya göndereceği kardeşi için madende çalışmaktan büyük gurur duyacağını söyler. Kardesinin yanıtı ise;

-İmkansız sevgili kardeşim şeklindedir. Seni okulda okutabilmek için çalıştığım senelerde bütün parmaklarım madende defalarca kırıldı ve değil kalem tutmak,senin şerefine şarap kadehini bile zor tutuyorum. Albrecht kendisini dünyanın en ünlü essamları arasına sokan o ellerin, kardeşinin ellerinin resimini çizer. Bütün dünyanin Praying Hands (Dua eden eller) olarak bildigi asıl ismi Hands (Eller) olan resim Albrecht Durer'in kardeşinin elleridir.
 
Kavanozdaki Taşlar ( Yazar : Bilinmiyor )


Zamanın iyi ve üretken olarak kullanımı konusunda zaman zaman kurslar düzenleniyor. İşte bu kurslardan birinde zaman kullanma uzmanı öğretmen, çoğu hızlı mesleklerde çalışan öğrencilerine, "Haydi, küçük bir deney yapalım" demiş.

Masanın üzerine kocaman bir kavanoz koymuş. Sonra bir torbadan irice kaya parçaları çıkarmış, dikkatle üst üste koyarak kavanozun içine yerleştirmiş.

Kavanozda taş parçası için yer kalmayınca sormuş; "Kavanoz doldu mu?"

Sınıftaki herkes, "Evet, doldu" yanıtını vermiş.

"Demek doldu ha" demiş hoca. Hemen eğilip bir kova küçük çakıl taşı çıkartmış, kavanozun tepesine dökmüş. Kavanozu eline alıp sallamış, küçük parçalar büyük taşların sağına soluna yerleşmişler.

Yeniden sormuş öğrencilerine; "Kavanoz doldu mu?"

İşiin sanıldığı kadar basit olmadığını sezmiş olan öğrenciler; "Hayır, tam da dolmuş sayılmaz" demişler.

"Aferin" demiş zaman kullanım hocası. Masanın altından bu kez de bir kova dolusu kum çıkartmış. Kumu kaya parçaları ve küçük taşların arasındaki bölgeler tümüyle doluncaya kadar dökmüş.

Ve sormuş yeniden; "Kavanoz doldu mu?"

"Hayır dolmadı" diye bağırmış öğrenciler.

Yine "Aferin" demiş hoca. Bir sürahi su çıkarıp kavanozun içine dökmeye başlamış.

Sormuş sonra; "Bu gördüklerinizden nasıl bir ders çıkardınız?"

Atılgan bir öğrenci hemen fırlamış; "Şu dersi çıkarttık. Günlük iş programınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman yeni işler için zaman bulabilirsiniz."

"O da doğru ama" demiş zaman kullanma hocası; "Çıkartılması gereken asıl ders şu; Eğer büyük taş parçalarını baştan kavanoza koymazsanız daha sonra asla koyamazsınız."

Ve ardından herkesin kendi kendisine sorması gereken soruyu sormuş; "Hayatınızdaki büyük taş parçaları hangileri,onları ilk iş olarak kavanoza koyuyor musunuz?Yoksa kavanozu kumlarla ve suyla doldurup büyük parçaları dışarıda mı bırakıyorsunuz?"

Son söz yine bir kızılderili atasözü olsun mu? "Soruyu yüreğine sor, cevap da yürekten gelecektir".




--------------------------------------------------------------------------------
 
Kaybetme Korkusu ( Yazar : Bilinmiyor )


Aşk bir yumak haline gelip boğazına sarılıverir insanın bazen. İşler çözülmez haldedir ve bu kördüğüm insanı istemediği şeyler yapmaya zorlar çaresiz. Birbiri ardına yapılan yanlışların en büyük nedeni ise kaybetme korkusudur. Bu korku bir kez girdi mi insanın yüreğine o andan sonra akıl ve mantık sürgüne gönderilmiş iki mahkuma dönüşüverir birden.

Siz aşkınıza sahip çıkmaya çalıştıkça o kördüğüm giderek büyür ve bir süre sonra yumağın ipleri boğmaya başlar. Kurtulabilmek için çırpındıkça bir başka canavarın, kıskançlığın ellerine teslim olursunuz.

Öyle bir canavardır ki kıskançlık, beraberinde tedirginliği, endişeyi ve huzursuzluğu da getirir. Beyni böcek gibi kemiren soruların başlıca kaynağı da kıskançlıktır. Terk edilme ihtimaliniz çoğaldıkça sorular artar. Kesin ve net yanıtı yoktur hiçbir sorunun. Onun bir başkasıyla olabilme ihtimalini, bir başkasıyla sevişebilme ihtimalini düşünmek, uykusuz gecelerin, verimsiz günlerin habercisidir.

Mantık ve akıl sürgündeyken sizi terk etme ihtimali olan sevgilinin her davranışı, her sözü sadece ve sadece kıskançlık süzgecinden geçirilecektir.

Bir zamanlar minik oyunların, aşka katılan tadın sebebi olan kıskançlık, sevgiliye düşmanlık duymanıza neden olacaktır artık. Ve düşmanlık insanın içindeki şiddeti körükleyecektir elbette.

Kıskançlık ateşini bastırmaya kalkmak, başka şeylerle ilgilenir gibi görünmek bataklıktan çıkmaya çalışan insanın hareket ettikçe çamura daha da gömülmesine benzer. Yanlış, yanlış üstüne eklenir.Mantık ve aklın ardından benlik ve kişilik de çıkar sürgüne. Siz sevgiliyi kaybetmeme uğruna değişmeye çalıştıkça yüreğinizdeki huzursuzluk sizi yerinizde bir dakika bile oturamaz hale getirir. Üstelik değişmek uğruna yapılan hatalar sevgiliyi kaybetme ihtimalini daha da güçlendirir.

Kıskançlığa tamamen teslim olmuşsunuzdur artık. Bu noktaya nasıl geldiğinizi hatırlamazsınız bile. Hangi olay, hangi kişi neden olmuştur bir önemi de yoktur artık. Şiddet yavaş yavaş kendini göstermeye başlar.

Kendinize ya da ona zarar verme duygusunun kıyısında dolaşıp durursunuz.

Bu duygudan kurtulmanın tek yolu, bütün bunlara konu olan sevgiliden kurtulmaktır. O sevgilinin diktiği ama üzerinize tam oturmadığını bildiğiniz halde giymekte ısrar ettiğiniz aşk giysisini çıkarmanın zamanı gelmiştir. Bu tutsaklığı yaşamaktansa kar altında çıplak kalmak çok daha iyidir. Ve elbette, üzerinize tam oturan bir giysi, bir yerlerde sizi beklemektedir...



--------------------------------------------------------------------------------
 
Kendine değnekten bir at bul ( Yazar : Murray Banks )


Bir gün iki çocuklu bir aile gezintiye çıkarlar. Çocuklardan biri yorulur ve babasının kendisini kucağına almasını ister.Baba da yorgun olduğunu söyler. Çocuk ağlamaya başlar.

Baba bir tek kelime söylemeden ağaçtan bir dal keser, dalı bıçakla düzeltir ve oğluna verir. "Al oğlum sana güzel bir at" der. Çocuk sevinçle ata biner ve sıçrayarak, ata vurarak evin yolunu tutar.

Baba gülerek kızına "İşte hayat budur kızım. Bazen zihnen veya bedenen kendini çok yorgun hissedeceksin. İşte o zaman kendine değnekten bir at bul ve neş'e ile yoluna devam et. Bu at bir arkadaş, bir şarkı, bir şiir, bir çiçek, bir çocuğun tebessümü olabilir."

Etrafa bakıp da böyle bir atı arayan herkes bulabilir. Şunu daima hatırlayınız ki, hayatın ne kadar zor olduğunu düşünürseniz,hayat bir o kadar imkansızlaşır
 
Kır Çiçekleri ( Yazar : Bilinmiyor )


Gül için dikenine katlanabileceklerini söyleyenlerdir, kır çiçeklerini göremeyecek kadar güle bağlanmış olanlar 'Gül' derler, başka bir şey demezler üstüne...

Ömürleri güllere ulaşmak için tükenirken, ehemmiyet vermezler, ayak altında kalan, gül kadar narin, gül kadar güzel ama güzelliği fark edilmeyen kır çiçeklerine. Mutlu olma sevdasına düşmüşlerdir kendilerince.

Mutlu olmak için zorluklara katlandıklarını bile söyleyebilirler. Onlar için güzel bellidir artık. Takvim yaprakları birer birer düşerken, kimi zaman yol katedemediklerine üzülürler. Oysa güzellikler yanıbaşlarındadır her zaman, ama onlar her zaman güzellikleri uzakta aramak sevdasındadırlar. Uzaktaki kıymetlidir; zorluklarla elde edilen değerlidir; aradığında elinin altında olmayan güzeldir, derler.

Yanıldıkları tek nokta var: Onlar hep uzaklara bakarken, birileri katlanmıştır, onun güzel bulmadıklarına, birileri kıymet vermiştir kır çiçeklerine...

Mutlu olmak için, gelecek bir yarını beklemezler. Ayaklar altında ezilenlere ehemmiyet verip, onlardaki güzelliği fark edip, yarını beklemeden, bugünden mutlu olmaya başlayanlardır onlar. Bir kır çiçeğinin güzelliği onlar için yeterlidir. Gülde gönülleri varsa bile, onlara ulaşmak için ömür tüketmekten korkarlar ve kır çiçeğindeki gül güzelliğini fark ederler.

İnsan her zaman güzeli ister, güzel hastasıdır. Güzele ulaşmak için ömrünü feda eder. Oysa bir baksa etrafındakilere, mutlak bir güzeli fark edecektir. Ama tek bir düşüncenin kavanozunda kapalı kalmıştır. Güzeli ararken, ezerek geçtiği bir başka güzeli fark edemeyecek kadar kördür artık. Oysa bir çevirse uzakta takılı kalan gözlerini; gönül rahatlığı ile bir taksa farklı güzellikleri de görme gözlüğünü...

Hayatına renk verse, kır çiçeklerinden demetlenmiş bir demetle... Hayatını güzellikler yönüne değil de, güzellikleri hayatın yönüne çevirmeye çalışsa...

Bir görebilse kır çiçeğinin gül tarafını... Bir görebilse, hayal pınarının çeşmesinin değil de suyunun önemli olduğunu... Yetinse elindeki ile, güzelliğini bulmaya çalışsa elindekinin. Sevdiklerini gül demetleriyle mutlu edebilme fikrini atsa kafasından. Bir gün de kır çiçeği toplasa, sunsa sevdiklerine... Hayatını gül arama yolunda feda edeceğine, görse kır çiçeğinin gül yanını... Bir fark etse ayaklarının altındakileri,bir ehemmiyet verse kır çiçeklerine. "Sonuçta ikisi de çiçektir. Gül herkesçe güzeldir, kır çiçeği de bence güzeldir." dese. Uzaklara bakmaktan, güle ulaşmaktan dermansız kalacağına, bu enerjiyle kır çiçeğini sevmeye ve sevdirmeye çalışsa; bu güzelliği sevdikleriyle paylaşsa. Güle ulaşma
arzusuyla koşturanlara gösterebilse kır çiçeğinin gül yanını. Anlatabilse gül için ömür tüketmenin boş olduğunu...

Gül güzeldir; ama sevgi mevsimi geçtikten sonra, gül için koşmanın bir anlamı kalmayacaktır. Öyleyse hiç vakit kaybetmeden al eline bir demet kır çiçeğini, onun sana sunduğu mutluluğu görmeye çalış. Çünkü hayat, mükemmeli aramaya yetecek kadar uzun değil!
 
Kırkıncı Oda ( Yazar : Ahmet Altan )


Ne kadarınız gerçek sizin ? Kırk odalı şatonuzun kırkıncı odasındaki kilitler altında sakladığınız gerçek duygularınızla, gerçek düşüncelerinizin ne kadarı yansıyor hayatınıza ? Söylenmeyen neler var kuytularda? Hani kendinizden bile sakladığınız.. bir sinir kriziyle ya da büyük bir acıyla yahut da muhteşem bir sevinç ile kabuğunu çatlatıp da ortalara dökülecek neler biriktiriyorsunuz içinizde...??? Ne kadarınız kendi sahtekarlığınızın esiri? Sevip de söyleyemediğiniz,özleyip de açıklayamadığınız ya da sevmeyip de sevginizin eksikliğini içinize gömdüğünüz oluyor mu, korkaklıklar var mı,kalleşlikler var mı ? yoksa diplerde saklanan cesaretiniz bir işaret mi bekliyor...??? Göründüğünüz insan misiniz siz, yoksa bir define arayıcısı hazineler mi bulur içinizde ya da yıkılmış bir kentin harabelerini mi taşıyorsunuz? Ne kadarınız gerçek sizin? Gerçek düşüncelerinizi baş başa konuşmalara mı saklıyorsunuz, açıkça konuşanları biraz xxx buluyor musunuz? Günahlardan yapılmış hayaller var mı içinizde, günahtan korktuğunuzdan bunları saklayıp Tanrı' yı mı kandırmaya uğraşıyorsunuz? Günahları sevmiyor musunuz, seviyor musunuz yoksa...??? Uzun bir yolculuğa çıkar gibi duygularınızla düşüncelerinizi denklere sarıp da içlerinizde bir yerlere mi yerleştirdiniz, bir gün yolculuk bitince açmayı mi düşünüyorsunuz aslında yolculuğun hiç bitmeyeceğini ve denklerinizi hiç açmayacağınızı bilerek... Bir gün çıldırsanız da bütün duygularınızla düşüncelerinizi açıkça söyleseniz, neler duyacağız sizlerden, gizli palyaçolar mı çıkacak ortaya, yoksa korkaklığın altında, bir istiridyenin içinde büyüyen inciler gibi büyümüş yiğitlikler mi? Kızgınlıklarınız yok mu sizin, öfkeleriniz, isyanlarınız? Aşklarınız yok mu? Kendi sahtekarlığınıza ne kadar esirsiniz? Esaretten kurtulsanız da gerçekler dökülse ortaya,kendinize şaşar mısınız, hiç düşündüğünüz oluyor mu kırkıncı odada neler var diye, hangi unutulmaya çalışılmış sevgililer, dile getirilmeyen özlemler, söylenmeye söylenmeye birikmiş öfkeler, hangi boş vermişlikler, hangi inkar edilmiş arzular yatıyor diplerde? Ne kadarınız gerçek sizin? Kimselerden korkmadığınız kadar korkuyor musunuz kendinizden? Şehrin ışıklarının bulutlara yansıdığı turuncu pırıltılı külrengi bir gecede, şimşeklerle boşanan yağmur başladığında şatonuzun odalarında bir gezintiye çıkıyor musunuz, ağır ağır yaklaşıp o kırkıncı odaya acıyor musunuz kapıyı usulca, gördükleriniz ağlatıyor mu sizi, bu kadar gerçeği o odada saklayıp, hayati yalandan yaşadığınızı fark etmek nasıl bir sarsıntı yaratıyor? yoksa, ne gökyüzüne vuran ışıklar, ne yağmur, ne de ıssız gece, sizin kırkıncı odaya yaklaşmanızı sağlayamıyor mu, korkuyor musunuz kendi gerçeklerinizden, kırkıncı odanız size de mi kapalı, kendi kendinize bile mahrem misiniz? Ne kadarınız gerçek sizin? Ne kadarınız kendi sahtekarlığına esir? Bıktığınız olmuyor mu kendi yalanlarınızdan, hiç kendinizden sıkıldığınız olmuyor mu, kendinizi bir yerlerde terk edip de gitmek istemiyor musunuz, bütün yalanlarınızdan uzak bir yere? Şöyle rahatça bütün duygularınızı, bütün düşüncelerinizi söyleyebileceğiniz bir diyara, kendinizi bile yanınıza almadan. Ah aslında ben onu seviyordum diye ağlayacağınız kimleri saklıyorsunuz koynunuzda, yüksek sesle eleştirip de içinizden hak verdiğiniz hangi düşünceler var, kendinizi akıllı bulurken aslında gizlice kendi korkaklığınızdan utandığınızın itirafını nerelerde gizliyorsunuz? Ne kadarınız gerçek sizin? Ne kadarınız kendi sahtekarlığına esir? Bunu hiç düşündüğünüz oluyor mu ? yoksa bunu düşünmek bile yasak mı size? Neler var kırkıncı odada? Otuz dokuz odadan yapılmış hayatınızı, kırkıncı odanın kapısını açmamak için yalandan mı yasıyorsunuz? Niye yapıyorsunuz bunu? Açsanıza kırkıncı odayı yağmurlu bir gecede... Belki... Belki de hiç açmazsınız, kapalı bir odayla yaşarsınız bütün ömrünüzü, kendinizden sıkılarak...
 
Kırmızı Güller ( Yazar : Bilinmiyor )


Kan rengi, kıpkırmızı güllere bayılırdı. Zaten onlarla adaştı da. Rose...

Gül...Kocasının sevgili Rose'u...Her yıl Sevgililer Günü'nü kapının önünde bulduğu enfes fiyonklarla süslü kucak dolusu kırmızı güllerle kutlardı. Hiç aksamadan. Hatta, eşini kaybettiği yıl dahi kapısı çalınmış, gülleri kucağına bırakılmıştı..Tıpkı geçmişte olduğu gibi, küçük bir kartla birlikte. Her yıl güllere iliştirdiği karta aynı cümleleri yazardı:

"Seni, geçen seneki bugünden, daha çok seviyorum..."

Birden, bunların son gülleri olduğunu düşündü. Önceden ısmarlanmış olmalıydı. Öleceğini nasıl bilebilirdi? Zaten her şeyi önceden planlamayı ve yapmayı severdi, yumurta kapıya gelmeden. Gülleri özenle içeri taşıdı, saplarını kesti, vazoya yerleştirdi. Vazoyu da konsolun üzerine, eşinin kendisine gülümseyen fotoğrafının yanına koydu. Orada kocasının koltuğunda oturup saatlerce güller ve fotoğrafı seyretti sessizce. Bitmek bilmeyen bir yıl geçti. Yapayalnız ve hüzün dolu bir yıl. Sonra bir sabah kapı çalındı.. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi. Kırmızı gülleri, üzerinde küçük kartıyla birlikte eşikteydi. Sevgililer Günü'nü kutluyordu. Gülleri içeri aldı. Şaşkınlık içinde doğru telefona gitti. Çiçekçi dükkanını aradı. Onu bu kadar üzmeye kimin hakkı vardı?

"Biliyorum" dedi, çiçekçi.. " Eşinizi geçen yıl kaybettiniz. Telefon edeceğinizi de biliyordum. Bugün size yolladığım gülleri çok önceden ısmarlamış, parasını da ödemişti. Hep öyle yapardı zaten, hiç şansa bırakmazdı. Dosyamda talimat var.Bu çiçekleri size her yıl yollayacağım. Bir de özel kart vardı, kendi el yazısıyla. Bilmeniz gerek diye düşünüyorum. Ölümünden sonra çiçeklere iliştirmemi istediği kart..." Rose, hıçkırıklar arasında teşekkür ederek telefonu kapattı. Parmaklari titreyerek zarfı açtı.

"Merhaba gülüm" diye başlıyordu, kart. "Bir yıldır ayrıyız.Umarım senin için çok zor olmamıştır. Yalnızlığını ve acılarını hissedebiliyorum. Giden sen, kalan ben olsaydım neler çekerdim kimbilir? Sevgi paylaşıldığında yaşamın tadına doyum olmuyor. Seni kelimelerle
anlatılmayacak kadar çok sevdim. Harika bir eştin, dostum, sevgilim benim... Sadece bir yıldır ayrıyız. Kendini bırakma. Ağlarken bile mutlu olmanı istiyorum. Onun için bundan sonraki yıllarda güller hep kapımızda olacak. Onları kucağına aldığında paylaştığımız mutluluğu ve kutsandığımızı düşün. Seni hep sevdim. Her zaman da seveceğim. Ama yaşamalısın. Devam etmelisin. Lütfen. Mutluluğu yeniden yakalamaya çalış. Kolay değil, biliyorum ama bir yolunu bulacağına eminim...


Güller, senin kapıyı açmadığın güne dek gelmeye devam edecek. O gün çiçekçi beş ayrı zamanda gelip kapıyı çalacak, eve dönüp dönmediğini kontrol edecek. Beşinciden sonra emin olarak gülleri ona verdiğim yeni adrese getirip seninle yeniden ve ebediyen kavuştuğumuz yere bırakacak.
 
Kızılderilinin Dostluğu ( Yazar : Oriah Mountain Dreamer (Kanadalı Bir Kızılderili) )


Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor. Neyi özlediğini, Kalbinin arzuladığı şeye kavuşmanın hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini bilmek istiyorum. Kaç yaşında olduğun beni ilgilendirmiyor. Aşk için, hayallerin için, yaşıyor olma serüveni için bir aptal gibi görünme riskini göze alıp almayacağını bilmek istiyorum.Ay ın etrafında hangi gezegenlerin döndüğü beni ilgilendirmiyor. Kederinin merkezine dokunup dokunmadığını, hayatın ihanetlerince açılıp açılmadığın, daha fazla acı korkusundan kapanıp kapanmadığını bilmek istiyorum.Saklamaya, azaltmaya ya da düzeltmeye çalışmadan benim ya da kendi acınla oturup oturamayacağını bilmek istiyorum.. Benim ya da kendi neşenle olup olamayacağını, insan olmanın sınırlılığını hatırlamadan, bizi dikkatli ve gerçekçi olmamız için uyarmadan çılgınca dans edip coşkunun seni parmak uçlarına kadar doldurmasına izin verip vermeyeceğini bilmek istiyorum. Bana anlattığın hikayenin doğru olup olmaması beni ilgilendirmiyor. Kendi kendine dürüst olmak için bir başkasını hayal kırıklığına uğratıp uğratamayacağını; ihanetin suçlamasına dayanıp, kendi ruhuna ihanet edip etmeyeceğini bilmek istiyorum. Güvenebilir ve güvenilebilir olup olamayacağını bilmek istiyorum.Her gün sevimli olmasa da güzelliği görüp göremeyeceğini bilmek istiyorum. Benim ve kendi hatalarınla yaşayıp yaşayamayacağını; Bir gölün kenarında durup gümüş Ay a EVET! diye bağırıp bağırmayacağını bilmek istiyorum.Nerede yaşadığın ya da ne kadar paran olduğun beni ilgilendirmiyor. Keder ve umutsuzlukla geçen bir gecenin ardından, yorgun, bitap da olsan, çocuklar için yapılmasi gerekenleri yapıp yapmayacağını bilmek istiyorum.Kim olduğun, buraya nasıl geldiğin beni ilgilendirmiyor. Çekinmeden benimle ateşin ortasında durup durmayacağını bilmek istiyorum. Nerede, kiminle, ne okuduğun beni ilgilendirmiyor. Diğer herşey bittiğinde seni ayakta tutan şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum. Kendinle yalnız kalıp kalamadığını, ve o boş anlarda sana arkadaşlık eden kendini gerçekten sevip sevmediğini bilmek istiyorum.



--------------------------------------------------------------------------------
 
Kızımı da Götür ( Yazar : Hikmet Feridun Es )


Yıllarca önce İzmir Kadınlar Hapishanesi’nde mahkum kadınlara akşam dersleri verilmesi kararlaştırılmıştı. Bir gün maarif müdürünün odasına, zayıf, ufak tefek bir genç kız girdi:

Ben bu dersleri memnuniyetle kabul ederim efendim, dedi.

Maarif müdürü şaşırmıştı; karşısındaki genç kız, okuldan yeni çıkmış, üstelik de son derece hassas bir insana benziyordu. Müdür bir kere daha hapishanedeki tipleri gözönüne getirdi. Olacak şey değildi!.

Peki hoca hanım bu işle meşgul olacağım, dedi.

İki hafta geçmeden genç kız, soluk ışıklar altında hapishane koğuşundaki akşam derslerine başlamıştı. İşi bittikten sonra ince pardesüsünün yakasını kaldırıyor, süngülü nöbetçilerin, zincirli demir kapıların arasından geçerek sokağa çıkıyor ve hızlı adımlarla evine koşuyordu.

Hapishane müdürü de, maarif müdürü gibi hayretler içinde idi. O kavgacı, o geçimsiz mahkumlar genç öğretmeni hem sevmeğe, hem saymağa başlamışlardı. Hatta bir kere dersten çıkarken kendisini alkışlamışlardı da. Kadınlar hapishanesinde ilk defa böyle bir hava esiyordu. Fakat işinde inanılmaz bir başarı gösteren genç kızın bir müddet sonra acayip bir suçla mahkemeye verildiğini görüyoruz. Hakkındaki isnat: Misyonerlik. Gittikçe kabaran dosyalar mütemadiyen misyoner öğretmenden bahsediyordu. Neler de neler yapmamıştı ki!

İş o kadar dallanıp budaklandı ki, Atatürk, meseleyi merak etmişti. “Bana misyoner öğretmenin dosyasını getiriniz.” Dedi. Bütün gece dosyayı inceledikten sonra ertesi günü Avar’ı yanına çağırttı.

Genç öğretmen Atatürk’ün karşısına çıktığı vakit bir yaprak gibi titriyordu. Atatürk, bu ufak tefek genç kıza hayretle baktı:

Misyoner öğretmen sensin, öyle mi? diye sordu.

Avar şaşırmıştı. Yavaşça:

Efendim, ben öğretmen Avar, diye fısıldadı.

Atatürk, o zaman genç öğretmene doğru parmağını uzatarak yüksek sesle şunları söyledi:

Hayır... Sen misyoner Avar’sın. Bana da senin gibi misyonerler lazım.

Ondan sonra Atatürk fikirlerini açıkladı:

Bir toplum, daha ziyade aile yoluyla, bilhassa kadın yoluyla kazanılabilirdi. Genç öğretmen Doğu’ya gidecekti. Oradaki genç kızları, hatta bunların arasında hiç Türkçe bilmeyenleri bile toplayacaktı. Onları bu cemiyetin potasında yetiştirecek, sonra bu çocukları birer ışık huzmesi halinde köylere gönderecekti.

Sözlerin sonunda:

Git, memleketin içine gir, dağ köylerine uzan, orada bizden ışık bekleyen yarının annelerini bulacaksın, dedi.

Genç öğretmen içi içine sığmaz bir halde Atatürk’ün yanından çıktı.

İşte yıllar ve yıllardır Avar, Doğu illerinden birinde kız enstitüsü müdürlüğünde, bu inanılmaz işle meşguldür.

Şimdi Elazığ, Tunceli, Bingöl çevresindeki halk, bu ufacık, tefecik kadından bir azize gibi bahseder. Onun hakkında iki yüze yakın mani, masal ve çocukların dilinden sayısız Avar şarkıları vardı. O, yol vermez geçit tanımaz dağları at sırtında tırmanır, dağ köylerinden, çoğu esmer köy kızlarını toplar, onları kendi ceketine sarıp okuluna götürür.

Avar, Doğu’da gerçekten inanılmaz bir isimdir. Dağ tepesindeki köylere bu masal kadını, öğrenci toplamak için gittiği zaman köylüler:

Kızımı da götür, Avar! diye atın üzengesine yapışıyorlar...

Şehre, Avar’ın okuluna gelen kızı bir kere de üç dört yıl sonra görünüz. Ben, bir insan yaratma mucizesini orada gözlerimle gördüm...



--------------------------------------------------------------------------------
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst