hikayeler

Gurbet Çiçekleri ( Yazar : Üzeyir Lokman Çaycı )


Ayşe ortaokul ikinci sınıfa kadar başarılı bir şekilde okudu. Gelirlerinin az olması sebebiyle babası onu okula daha fazla gönderemedi. İki yıl sonra, komşularının Fransa’da çalışan küçük oğlu Recep efendinin, kızlarıyla evlenme isteğini de bir şans kapısı diyerek geri çevirmediler. Sade bir düğün yapıldı. Ve Sirkeci’den kalkan bir trenle 1980 yılının Aralık ayında Ayşe gurbet yollarına düştü.

Recep efendiyle karısı arasında on yaş fark vardı. Önceleri çok güçlük çekmesine rağmen gurbetin acımasızlığı ile, kocasının anlayışsızlığı Ayşe’ ye epey tecrübeler kazandırdı. Aklı ve anlayışıyla bütün zorluklara karşı dirençli olabileceğini her haliyle gösteriyordu.

Evliliklerinin beşinci yılında bir erkek çocukları dünyaya geldi. Ayşe hamile kalıncaya kadar da kocasının suçlamalarıyla karşı karşıya kaldı... “Hatta sen kısırsın ... seni boşayacağım” tehditleriyle Ayşe’ye söylemediği söz kalmadı. Ama sonraları doktorlar, tedavi gören her ikisinden kusuru, Ayşe’de değil onda bulmuşlardı.
Patronundan gördüğü baskılarla beraber ağır işlerde çalıştırılması Recep efendinin sinirlerini iyice gerginleştirmişti. Baskılar sadece iş yerlerinde kalmıyor, evlere ve aile hayatına kadar yansıyordu... Kocasının
stresten uyuyamadığı gecelerde, Ayşe de uykusuz kalıyordu...

Yabancı olmak ve bu şekilde para kazanmak gurbette kolay değildi... Dışarıdan hoş görünen bir çok şey gibi gurbet hayatı “alamancılar” süslemesi içinde gerçeği yansıtmıyordu? Ayşe bunları düşünürken yarınlara taşınacak acı hatıraları da kalbinden asla çıkaramıyordu.

Dört yaşındaki çocuklarının koltuğun üzerinde uyuduğu bir sırada, havanın soğuk olmasını da düşünen Recep efendi : “Hanım... çocuk uyurken mağazaya gidip gelelim...”dedi... Ayşe bir an için tereddüt ederek kendi kendine mırıldandı “Hadi çocuğa bir şey olursa?...Durup dururken gene kocamı kızdırmayayım... Gurbet hayatı zaten sabrını tüketti.. Her halde çabuk gider geliriz... Dışarıda hava da çok soğuk...” Recep efendi karısının kendi kendine söylendiğini fark edince : - Bir şey mi dedin? - Yooo...Kendi kendime mırıldandım... Hava da çok soğuk...Hiç olmazsa çocuğumuz üşümez... - Ben de aynı şeyleri düşünmüştüm... Evleri Paris bölgesinde bulunan Argenteuil’de idi...Çok konforlu da sayılmazdı...Gidecekleri Carrrefour Mağazası ise arabayla on dakikalık mesafedeydi... Aceleyle evlerinden çıktılar.

Alışveriş süresi yaklaşık iki saat sürdü... Yol bir trafik kazasıyla iyice kapanmıştı. Ayşe’nin içinde bir sıkıntı vardı...Zaman zaman bu boğazında adeta düğümleniyor, nefesi kesiliyordu...

Kocasını da endişelendirmemek için oradan buradan konuşarak zaman kazanmaya çalışıyordu...Biraz ilerideki kaza yerine giden ambulans sirenleri, polis araçları da onlara iyi etki bırakmıyordu... Nihayet yol açıldı... Her ikisi de derin nefes aldılar. Ve kazasız belasız evlerinin önüne geldiler.Arabalarından inerken Recep efendi karısına :
- Sen hemen yukarı koş...Belki çocuk uyanmıştır... Ayşe evin anahtarlarını kocasından almayı unuttuğunu, fark edince geri döndü;
“Hay aksilik... anahtarları almayı unuttum...” diyerek kendisine doğru gelmekte olan kocasından onları aldı ve tekrar üçüncü kata çıktı...Kapıyı açtığı zaman küçük Ali’nin elinde büyük bir bıçak vardı...Salonda bulunan yeni alınmış deri koltukları bu bıçakla kullanılamayacak hale getirmişti...Recep efendi içeriye girdiğinde çılgına döndü.. İri elleriyle küçük Ali’yi dövmekle kalmadı... Onun ellerini sert bir iple bağlayarak banyo küvetinin içine attı...Ve dışından kapıyı kilitledi, “Şimdi koltukları parçala bakayım gücün yeterse...” diye bağırdı...Sert ve kendi kendini kontrolden çıkmış kocasının bağrışmaları karşısında Ayşe için için ağlayarak titriyordu,... “Koltuğu her zaman alabiliriz ama çocuğuma, biricik evlâdıma bir şey olursa...Ben ne yaparım o zaman?” diyordu içinden, ağlarken... babasının iri elleri altında ve gürlemeleri karşısında yardım bekleyen, annesine beni kurtar dercesine küçük Ali’nin bakışları, unutulacak gibi değildi...Ayşe bütün hayatını etkileyecek bu anı asla unutamayacaktı...

Aradan üç saat geçmişti...Kapılarının önünden sesler geliyordu. Sonra kapılarının zili çalındı. Komşuları Dursun bey ve Hilal hanım küçük çocukları Ferhat ile ziyaretlerine gelmişlerdi. - Recep efendi misafir kabul eder misiniz? Ayşe çok sevindi.. Zihninden “çocuğum şimdi kurtulacak...” diyordu... Ve yürekten :
- Buyurun...buyurun ! dedi.
Komşularının altı yaşlarındaki çocukları Ferhat annesine sessizce :
- Anne... Ben Ali ile oynamak istiyorum...
- Sahi Ali nerede bizim çocuk, onunla oynamak istiyor...
Recep efendi ve Ayşe önce birbirlerine bakıştılar... Sonra Ayşe dayanamadı :
- Biz çocuğumuzu, uyurken evde bırakarak Carrefour’a gitmiştik... Orada iken uyanmış... Bizi bulamayınca mutfaktan büyük bir bıçak alarak rast gele üzerinizdeki oturduğunuz yeni deri koltukları parçalamış... Kocam her gördüğünde sinirlenmesin diye ben biraz evvel, üzerlerine battaniye örttüm...
- Hilal Hanım:
- Sonra ne oldu?
- Bey’im çok sinirlendi...
Ayşe gözyaşlarını tutamayarak...
- Önce iyice dövdü... sonra...
.....
- Sonra ellerini bağlayarak banyo küvetinin içine attı.
Dursun Bey:
- Ne zaman oldu?
Recep efendi :
- İki üç saat oldu...
Hilal Hanım :
- Yani üç saattir küçük Ali, banyoda demek...Sizde hiç insaf yok mu?
Hilal hanım ve Dursun Bey yerlerinden fırlayarak banyoya koştular. Hilal Hanım :
- Bir de üstelik küçük, minicik yavrunun üzerine kapıyı kilitlemişsiniz... Bu olacak iş değil... Yazıklar olsun size... Hilal hanım, Recep efendiye dönerek...
- Sonra hanımına baskı yapa yapa bu duruma düşürdün...Çocuğunun bu hali karşısında korkudan hissiz kalacak kadar...Sen ne biçim adamsın be!... Dursun Bey hanımına eliyle dokunarak sessizce :
- Fazla ileri gittin... Ağır konuşma... Zaten adamların başı dertte...
Banyo kapısı açıldığın da küçük Recep banyo küveti içerisinde uyuyordu. Ayşe fırladı ve çocuğunu bağrına bastı... Elleri mosmor olmuştu... Uyanan Ali’nin ellerini misafirleriyle çözdüler... Ama morluk dakikalar
geçmesine rağmen kaybolmamıştı... Dursun Bey :
- Çocuğu acele hastaneye götürmemiz lazım... Kangren olabilir...
Ayşe ve Recep efendi komşularının bu sözleri karşısında donup kalmışlardı. Hepsi iki araçla hastaneye gittiler.
Acil serviste bütün müdahalelere rağmen, küçük Ali’nin iki eli birden kesilmişti. Hastane çalışanları dahi olay karşısında gözyaşlarını tutamamışlardı.

Küçük Ali, artık bundan sonra oyuncaklarını iki eliyle tutarak oynayamayacaktı...Annesinin ve babasının ellerinden tutamayacaktı...Çok sevdiği Afyon’daki dedesine resim yapıp gönderemeyecekti... Asker dahi olamayacak...Mektup dahi yazamayacaktı... Ve en önemlisi koltukları bir daha parçalayamayacaktı...

Ya annesi ve babası küçük Ali’nin yeni dünyasında eskisi gibi olabilecekler miydi? Babası bir daha bağlıyacak bir el bulamayacak... Onun elleriyle verilecek bir bardak sudan dahi her ikisi mahrum kalacaklardı...

Aradan üç gün geçmişti. Küçük Ali, akşam üstü yavaş yavaş babasına yaklaştı. Babası başını kaldırarak, oğlunun, hüzünlü haliyle bir şeyler söylemek istediğini fark etti.
- Babacığım bundan sonra yaramazlık yapmayacağım. Size söz veriyorum.Bir daha bıçaklara da dokunmayacağım. Uyuduğum zaman, siz evde olmazsanız bile yatağımdan aşağıya inmeyeceğim...Ne olur babacığım doktor amcalara söyle de benim ellerimi geri taksınlar...Ne olur babacığım bana ellerimi geri versinler!...
Recep efendi, bu sözler karşısında dayanamadı...Çocuğuna iyice sarıldı...Kokladı...
Bu son olacak diyordu...Bir naylon torba içerisine bir şeyler koydu...Hanımına baktı...Küçük Ali babasının arkasında idi... Bir ara göz göze geldiler...Sonra kapıyı dışarıdan kapayarak aşağıya indi. Arabasıyla evin önünden uzaklaştı. Ayşe ve küçük Recep pencereden onun gidişini gözlediler... Evlerinin önündeki ışıksız caddede gözden kayboluncaya kadar...
Hanımına “Allahaısmarladık ...” bile dememişti. Uzun süre kocasından haber alamayan Ayşe, gece yarısı Emniyet Müdürlüğü’ne gitti. Evden çıktıktan sonra bir daha eve dönmediğini bildirerek, kocasının bulunmasını istedi... Eve geldikleri zaman Ayşe kocasının koltuk üzerine bıraktığı gömleğini kokladı. Kendi kendine: “ Recep... her şeye rağmen ben seni seviyorum... Seni bu hale getirenler utansın...” dedi. Annesinin ağladığını gören küçük Ali :
“- Anneciğim babam bir daha eve dönmeyecek mi? Yoksa benim ellerimi istemek için doktor amcaların yanlarına mı gitti? Ne olursun anneciğim babama söyle de doktor amcalar ellerimi geri taksınlar... Ben oyuncaklarımla oynayamıyorum.” Ayşe çocuğunun bu sözleri karşısında gözyaşlarını tutamadı. Kucağındaki
yavrusuyla koltuk üzerinde uyuyakalmıştı. Ertesi günü, sabahleyin iki polis memuru evlerine geldi. Kocasının bir ağaca bağladığı iple, kendisini asarak intihar ettiğini, kimlik kartını da üzerinde bulduklarını kaydettiler...
Ellerini kaybeden çocuğu için gözyaşı döken bir ananın henüz gurbetteki çilesi bitmemişti... Gözyaşları kurumadan karşılaştığı diğer bir olay, onu başka bir dünyada yapayalnız bırakmıştı... Kocasının işyerinde gördüğü baskıların izleri üzerinde hayatını küçük Ali’yle sürdürecekti... Yüreğine çivilenmiş acılara rağmen.
 
Gül Masalı ( Yazar : Bilinmiyor )


Bir zamanlar uzak diyarlarda küçük bir kasabada dürüst ve çalışkan bir genç yaşarmış. Tüm gün ustasından öğrendiği gibi demir döver kasabanın tüm ihtiyaçlarını giderirmiş. Sutean adındaki bu genç adam herkes tarafından sevilen sayılan biriymiş.Bir gün dükkanına eski bir tencereyi tamir ettirmek isteyen hizmetçisi ile birlikte Rosa adında çok çok güzel bir kız gelmiş.. Sutean görür görmez bu kıza aşık olmuş, ama kız ona fazla yüz vermemiş. Tencereyi bırakıp dükkandan çıkmış. Güzel kızın ayrılması ile birlikte sanki dükkandaki ateş sönmüş; demirci Sutean'in kalbini buz gibi bir şey kaplamış. Güzel kızın kalbini kazanabilmek için bir çare aramaya başlamış. Ocağının başına oturmuş düşünürken bir parça demir almış ve onu şekillendirmeye başlamış. Çalıştıkça çalışmış ve ortaya çıkan şey şimdiye kadar yaptığı hiçbir şeye benzememiş. Eşi benzeri görülmemiş bir çiçek yapmış demirden... incecik yaprakları birbiri etrafında kapanan dünyanın en güzel çiçeğini... Sabah tencereyi almaya sadece hizmetçi kız gelmiş. Demirci Sutean üzülse de güzel kızı göremediği için tüm umudunu çiçeğine yüklemiş ve aşkının elçisi olarak göndermiş hizmetçiyle...güzel kız çiçeği görünce büyülenmiş, kalbi yumuşamış ve Sutean'in aşkına karşılık vermiş... Sutean güzeller güzeli kız ile evlenmek için kızın babasından izin almak üzere yaşadıkları şatoya gitmiş.Güzel kızın babası bir büyücüymüş, ve kızının sıradan bir adama, bir demirciye aşık olmasına çok öfkelenmiş. Bu ilişkiye hemen bir son vermeye yemin etmiş. Hemen orada Sutean'i öldürecek bir lanet okumaya başlamış ki, kızı dizlerine kapanıp onu engellemiş.bunun üzerine büyücü kurnazlığa başvurmuş; Sutean eğer sabaha dek şatonun etrafını demir bir çit ile çevirirse kızı ile evlenmesine izin verecek eğer başaramazsa güneş doğarken Sutean taşa dönecekmiş. Eğer korkuyorsa bir daha dönmemek üzere şatoyu terk edebileceğini söylemiş demirciye.. Demirci korkup da sevdiğini terk edebilecek biri değilmiş. Hemen işe başlamış, durup dinlenmeden çubuklar, teller hazırlayıp onları diziyormuş. Sabaha karşı büyücü demircinin çiti yetiştireceğini anlamış, ve onu engellemek için aklına bir kurnazlık daha gelmiş... kızının kılığına bürünmüş ve şarkı söylemeye başlamış. Şarkı öyle derin öyle güzelmiş ki... demirci çekicini bırakıp dinlemeye başlamış...Büyücü güneş doğana dek söylemiş. Güneş ışıkları penceresine vurduğunda güzel kız uyanmış, hemen pencereye koşmuş; çitin yarısı duruyormuş... demirciyi uyarıp güneş ışığından kaçırmak istemiş, ama geç kalmış.. Gün ışığı üzerine değer değmez genç adam taşa dönüşmüş...büyücü neredeyse mutluluktan uçmak üzereymiş. Babasının oynadığı oyunu gören kız çok üzülmüş, ve elinde demircinin hediyesi olan demir çiçek ile taşa dönüşmüş olan sevgilisinin yanına koşmuş. Ağlamış, ağlamış, ağlamış... göz yaşları taşı eritememiş, ama demirden çiçeği canlandırmış. Gözyaşları ile beslenen çiçek büyümüş, serpilmiş, tüm şatonun etrafını çevrelemiş. Demircinin tamamlayamadığı çiti çiçeği tamamlamış. Bu güzel çiçeği görüp beğenenler alıp başka yerlere de ekmişler ve böylece tüm dünyaya yayılmış. Güzeller güzeli Rosa'nin (Gül) anısına her yerde onun adı ile anılır olmuş.
 
Gül Yaprağı ( Yazar : Bilinmiyor )


Uzakdoğu'da bir budist tapınağı bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik, anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi.Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak veya çan, zil yoktu.Bir süre sonra kapı açıldı.İçerideki budist rahip kapıda duran yabancıya baktı.Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı.Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre kayboldu.Sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.Yabancı tapınağın bahçesine döndü.Aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı İçerideki budist rahip saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.
 
Gülümse ( Yazar : GünBATIMI - İsmail AKMAN )


Gülümse ,hayata gülümse O sana belkide herzaman hüzün ve keder dolu günler verdi. Hic ummadığın deryalarardan çılgın dalgalar vurdu,gülümse Belkide çok uzaklarda kızgın bir bulut şimşekler yağdırdı yüreğine Ağlama , icindeki nefret kini bulaştırma ruhuna ,gülümse Alacakaranlık kuşagında, düşlerin bile acı cektiği sonsuzlukta. Hadi sende gülümse. Yıllanmış bir adam,geride bıraktığı belki acı belkide gökkuşağı kadar renkli anılarının arkasında çökmüş bir beden,off çeken bir ruh. Nostaljilere boğulmuş birkaç yaprak ,ve yılların eskitemediği sevgisini verdiği hayat arkadaşının kabri. Gülümse hayata gülümse. Her günbatımında geçen saatlerin anısı ve yeni bir dünya yıldızlarının kol gezdiği gecenin verdiği gizem. Gülümse bi tanem yaşama gülümse. Elinde şekerine sımsıkı sarılmış yavru ceylan gibi titrek çocuğun gözlerindeki ürkek, sahib olma savaşı. Sırtında heybesi,umut ışıgının geldiği noktaya göz dikmiş,gece bilmeyen gündüzü seçemeyen bir avarenin yaşama savaşı. Gülümse ,hadi yeni ufuklara gülümse. Sana acı çektiren belkide ufkunu şiddetle karartan eski dostlarına, Kalbini zincirlemiş bir avuç dostlarına, Platonik bir rüzgarın hortumunda durdurak bilmeyen , çıkmaz karanlığa bir hayalet gibi, umutsuzluğa düşen sevgiline. Geçmişe eyvallah,hadi gülümse. Hic doyamamış ,bir lokma ekmeği kurak topraklarda çıkaran bir babanın yavrularına titremesi,hayata umutla bakışı. Hiç yaşanmamış ,hayallerine yaldızdan süsler veren,padişahlar diyarının sultanı,belkide böyle mutlu , heyecan dolu bir kız. Hadi ,hayallerine gülümse. Bir gün seni beyazlara bürüyecek,kırmızı güllerle dolayacak,kızıl atın sırtında gökkuşağının altındaki dünyaya coşarak. Kalbindeki sır dolu odaya Damla Damla akacak yeni bir yaşama merhaba.. Hoşçakal geride bıraktığım acımasız nemrutun oğlu. Gülümse, yeni dünyaya gülümse Bin pişmanlığın fayda etmediği,acımasızların af dilediği hayata şiddetle çek kılıncını,hiç acıma ,yeni hayata hiç acıma ,yeni hayata hiç bir dumandan is bulaştırmadan gülümse. Hoşgeldin yakamozun ışıldattığı ,gökkuşağının renklendirdiği,engin mavi deryaların berraklığını verdiği yaşama. Gülümse, bir DAMLA mutluluğa ,hadi gülümse.
 
Güzellik ve Çirkinlik ( Yazar : Bilinmiyor )


Asırlardır birbirlerine kırgın olan güzellik ve çirkinlik birgün artık barışmaya karar verirler. Çirkinlik güzelliğe der ki "EY GÜZELLİK BİZ SENİNLE YILLAR YILI KAVGA ETTİK BUNA ARTIK SON VERELİM VE BARIŞALIM"..İyi kalpli güzellik ise buna hayır diyemez ve kabul eder. Günler birbirini kovalar ve çirkinlik güzelliği denize, yüzmeye davet eder güzellikte onu kıramaz ve giderler. Güzellik ve çirkinlik giysilerini çıkartır ve yüzmeye başlarlar. Tabii çirkinlik yine bir kötülük yapacak ya, denizden çıkar ve güzelliğin giysilerini giyer, kendi giysilerini bırakır ve ordan hızla uzaklaşır. Güzellik de belli bir süre sonra denizden çıkar ve bir bakar ki giysileri çalınmış ve sadece giyebileceği çirkinliğin giysileri kalmış. Ve de güzellik çirkinliğin giysilerini giyer ve oradan uzaklaşır. Uzun lafın kısası; işte o günden beri insanoğlu güzellikle çirkinliği herzaman birbirine karıştırır olmuştur. Fakat gönül gözleri açık olanlar her güzelliğin içindeki çirkinliği ve her çirkinliğin içindeki güzelliği görür...
 
Havuç,Yumurta,Kahve ( Yazar : Bilinmiyor )


Bir baba ile kızı dertleşiyorlarmış. Kızı, hayatında çok sıkıntı yaşadığından ve bunlarla nasıl başedeceğini bilemediğini söylemiş babasına. Hatta sorunlar ardı arkasına devam ediyormuş hayatında. Babası kızını dinlemiş, dinlemiş ve "gel, sana birşey göstereceğim!" diye kızını mutfağa götürmüş. Baba, ünlü bir aşçı imiş. Ocağa 3 tane eşit büyüklükte kap koymuş, üçüne de eşit su koymuş ve üçününde altını aynı miktarda yakmış. Ve birinci kaba bir havuç, diğerine bir adet yumurta, diğerine ise de bir avuç çekilmemiş kahve çekirdeği koymuş. Ve her üçünü de tam 20 dakika pişirmiş. Daha sonra ateşi kesmiş. Masaya iki tane tabak ve bir tane boş bardak koymus ve ilk önce haşlanmış havucu alıp bir tabağa koymuş. Daha sonra artık epey pişmiş olan yumurtayı alıp bir tabağa koymuş. En sonunda da artık suya iyice sinmiş ve tam kıvamında kahve görüntüsü olan kahve'yi de alıp bir bardağa boşaltmış.

Kızına şu soruyu sormuş: "Kızım ne görüyorsun?"

Kızı demiş ki: "Havuç, yumurta ve kahve." Kızını elinden tutup masaya yaklaştırıp daha yakından bakmasını ve hissetmesini istemiş. Kızı demiş ki: "Ne görüyorum. Haşlanmış yumuşak bir havuç (Bunu yaparken çatalı havuca batırmış ve yumuşaklığını hissetmiş), artık pişmekten içi katılaşmış bir yumurta (yumurtayı eline almış, hatta bir tarafından masaya vurup, çatlatmış ve içini görmüş) ve bir bardak kahve. (Biraz içmiş) "Hatta tadı oldukça iyi" "Baba, bunu niçin bana gösteriyorsun?" diye sormuş. "Bak demiş, hepsi aynı şekil kapta, aynı sıcaklıkta, aynı dakika pişti. Fakat hepsi bu etkiye farklı tepki verdiler. Havuç, ilk başta sertti, güçlü idi. Ama kaynatılınca yumuşadı hatta güçsüzleşti. Yumurta, çok kırılgandı, hafifçe dokunsan çatlayabilirdi, ama kaynatılınca içi sertleşti, hatta katılaştı. Bir avuç çekilmemiş kahve ise yine sertti, hepsi birbirine benziyordu, ama ısıtılınca ne oldu, bu kahve çekirdekleri, ısındılar, gevşediler ve içinde oldukları suya yayıldılar. Koku yaydılar, tad yaydılar ve suyu eşsiz tad'da bir kahve'ye çevirdiler." "Kızım, sen hangisisin?" diye sormuş adam. Zorluklarla karşılaştığın zaman nasıl tepki gösteriyorsun? Sen, havuç musun, yumurta mısın, yoksa kahve misin?

Siz hangisisiniz arkadaşlar? Havuç gibi sert bir kişi misiniz, ama sorunlar yaşayınca, yumuşuyor ve güçsüzleşiyor musunuz? Yumurta gibi, içi yumuşak, her an kırılabilir bir kişi misiniz? Sorunlar karşısında (ölüm, ayrılık, krizler, vs. vs, ), güçleniyor Ve sertleşiyor musunuz? Yoksa bir kahve çekirdeği gibi misiniz? Kahve sıcak suyu değiştirir, hattasuyun sıcaklığı en üst dereceye çıktığında, en lezzetli kahve ortamı hazır olur. Lezzet maksimuma ulaşır. Eğer sen bu kahve çekirdeği gibi isen, çevrende ne kadar sorun olursa olsun, bunları olumluya çevirebilirsin. Çevrene güzel tatlar, duygular katarsın. Kendini ve çevreni daha iyi yapmak için çalışırsın. Siz hangisisiniz?
 
Hayalci ( Yazar : April Kemp )


Dokuz yaşında Kuzey Carolina'da küçük bir kentte yaşıyorduk. Bir gün bir çocuk dergisinin arkasında tebrik kartları satışı ilanı gördüm ve kendi kendime, bunu yapabilirim, diye düşündüm.Anneme sipariş mektubu göndermeme izin vermesi için yalvardım.

İki hafta sonra siparişim geldiğinde, kahverengi kapağı yırtarak açtım ve kartları alarak evden koşarak çıktım. Üç saat sonra, " Anne, insanlar kartlarımı satın almak için sıraya girdiler," diye bağırarak eve döndüğümde hiç kart kalmamıştı ve cebim para doluydu.

Bir satıcı doğuyordu.

On iki yaşıma geldiğimde babam beni Zig Ziglar'ı izlemeye götürmüştü. Karanlık salonda oturduğumu, Bay Ziglar'ın insanların ruhunu tavana yükselten konuşmasını izlediğimi hatırlıyorum.Oradan çıkarken her şeyi yapabileceğimi hissediyordum. Arabaya bindiğimizde babama dönerek, " Baba, ben de insanlara böyle hissettirmek istiyorum, " dedim. Babam ne demek istediğimi sordu. " Tıpkı Bay Ziglar gibi insanları harekete geçiren bir konuşmacı olmak istiyorum," diye yanıtladım.

Bir hayal doğuyordu.

Son zamanlarda başkalarını harekete geçirme hayalimi gerçekleştirmeye başladım. Büyük bir şirkette satış eğitimcisi olarak işe başlamış, dört yıl sonra da bolge satış müdürü olmuştum. Kariyerimin zirvesindeydim, fakat birden işi bıraktım.Birçok insan altı rakamlı bir geliri bırakmama hayret etmiş ve bir hayal uğruna her şeyi neden riske soktuğumu sormuştu.

Bir bölge satış toplantısından sonra kendi şirketimi kurmaya ve güvenli pozisyonumu bırakmaya karar vermiştim. Orada şirketimizin genel müdür yardımcısı hayatımı değiştiren bir konuşma yaptı.Bize," Bir cin sizden üç dileğinizi sorsa ne derdiniz?" diye sormuştu. Üç dileğimizi yazmamız için bize süre verdikten sonra, "Peki neden bir cine ihtiyaç duyuyorsunuz?" diye sormuştu. O an içimde hissettiğim gücü asla unutmam.

Gerçekleştirdiğim şeylerin farkına vardım:Üniversite diploması, başarılı bir satış kariyeri, konuşma anlaşmaları, büyük bir şirketin eğitim ve yönetimi, işte hepsi beni bu ana hazırlamıştı. Hazırdım ve harekete geçiren bir konuşmacı olmak için bir cinin yardımına ihtiyacım yoktu. Patronuma ağlamaklı bir şekilde planlarımı anlattığımda bu çok saygı duyduğum inanılmaz lider, "Korkup pes etmezsen başarılı olursun, " diye yanıtlamıştı.

Kararımı verdikten hemen sonra test edildim.İstifamı verdikten bir hafta sonra da kocam işten çıkarıldı.Yeni bir ev almıştık ve aylık ipotek parasını ödeyebilmek için iki gelire birden ihtiyacımız vardı. Fakat ne yaık ki, artık hiç gelirimiz yoktu. Kalmamı istediklerini biliyordum, eski şirketime dönmek cazip geliyordu. Ama eğer dönersem bir daha ayrılamayacağımdan da emindim. Hala ilerde ' keşke ' diyeceğime devam etmek istediğime karar verdim.

Harekete geçiren bir konuşmacı doğuyordu.

Hayalime sıkı sıkı tutunmaya başlayınca en zor zamanlarda bile mucizeler gerçekleşti. Kısa bir zaman içinde kocam daha iyi bir iş buldu ve tek bir ödemeyi bile geciktirmedik. Ben de yeni müşterilerle birkaç konuşma anlaşması imzaladım. Hayallerin inanılmaz gücünü keşfediyordum.

Eski işimi, dostlarımı ve çalıştığım şirketi seviyordum, ama hayallerimin peşine düşme zamanı gelmişti. Başarımı kutlamak için yerel bir ressama, ofisime bahçe temsil eden bir resim çizmesi için sipariş verdim. Ressam duvarın üst tarafına, " Dünya hayalcilere her zaman fırsat tanır," yazmıştı.
 
Hayat Ne Tatlı ( Yazar : Memduh Şevket Esendal )


Temmuz, öğle vakti. Komşuda bir kadın sesi... Neye bağırdığı anlaşılmıyor. Belki çocuğuna haykırıyor. Müezzin'in duvarlarından tahtaboşa bir kedi atladı. Birkaç ev ötede bir tavuk gıdaklıyor, bir horoz ona yardım ediyor...

(...)

Hafız Nuri Efendi, kapının arkasından şemsiyesini aldı, yavaşça sokağa çıktı. Neden? Bir işi mi var? Birini mi görecekti? Hiçbir işi yok. Hiç çıkmasa da olabilirdi. Ancak, çıkmış bulundu. Ayakları onu dört yol ağzına doğru götürdü. İki evin arasındaki dar aralıktan, vagonların geçtiği görülüyor! Geçti, geçti, sonra birdenbire bitti. Oooooh!.. Nuri Efendi, rahatsız olmuştu. Edirne'den İstanbul'a kadar gelmişsin, Sirkeci kaç adımlık yer! Şöyle yavaş yavaş, kamil kamil gitse olmaz mı?... Deli gibi, sanki kelle götürüyor.

Hafız Nuri Efendi, köşeye dayanmış duruyordu. Birdenbire yanında birini gördü. Kavaf'ın Şükrü... Arka sokaktan mı çıktı?... Nuri Efendiye:

Birini mi bekliyorsun? Diye sordu.

Yoooook!...

E, duracak mısın? Diye sordu.

Bilmem, duruyorum işte...

Yoksa, bir dalgan mı var?

Yoooook... Ne dalgam olacak!

Olur a! İnsan bu...

Nuri sesini çıkarmadı. Biraz durduktan sonra gene Şükrü:

E, duracak mısın? Diye sordu.

Duruyorum, bilmem, dedi...

Gelirsen, gel. Seni Kumkapı'ya götüreyim.

Nuri boynunu büktü.

Gidelim, dersen, gidelim, dedi.

Yürü, gezmiş olursun.

Yürüdüler. Karşı kaldırıma geçtiler, sağa, sokağa saptılar, demir yoluna çıktılar. Şükrü:

Sen gidedur, ben sana yetişirim, dedi, oradaki odun deposuna girdi.

Hafız Nuri Efendi yürüdü. Şemsiyesine dayanarak, iki yanda bostanlara, marullara, salatalara bakarak yürüyor. Geçitten geçerek mahalle içinden istasyonun arkasını dolaştı, yeniden demir yoluna çıkacağı yerde mahallelerinin kömürcüsü Halil ile karşılaştılar.

Hayrola Nuri Efendi, nereye?

Valla bilmem, işte öyle gidiyorum...

Arkasına dönüp bakarak:

Şükrü gelecekti, gelmedi.

Halil sordu:

Hangi Şükrü? Dedi.

Kavaf'ın Şükrü!

Bir yere mi gideceksiniz?

Yooo, öyle, gidelim, dedi idi de... Gelmedi.

Halil:

Bırak canım, dedi, Şükrü'nün ipiyle kuyuya inilir mi! Kim bilir nereye takılmış kalmıştır. Ben mahalleye gidiyorum, hadi, dön gidelim.

Nuri Efendi boynunu büktü:

Olur, dönelim, dedi.

Hadi, hadi. Yürü...

Döndüler. Halil, kömür almaya gelip de pazarlığı yapamadığını anlatmaya başlamış ve daha on beş adım atmamışlardı ki, arkadan Halil'i çağırdılar. Bu çağrılıştan, bozulan pazarlığın düzeleceğini anlayan Halil döndü, Nuri Efendiye:

Sen, dedi, gidedur. Ben yetişirim.

Nuri Efendi yürüdü. Geldiği yolu tutturup gene tek başına mahallelerinin kahvesinin kapısı önüne kadar geldi.

İki kişi, ortada, alçak hasır iskemlelere karşılıklı oturmuş, tavla oynuyorlardı. O da gitti, üçüncü boş iskemleye oturdu.

Oyunculardan biri oyunu kaybetti. Yenilmesini Hafız'ın uğursuzluğuna verdi.

Hafız, dedi. Şimdi oyun bitince, bir parti de seninle oynayacağım.

Hafız şemsiye sapını ağzından çıkararak:

Ben tavla bilmem ki, dedi.

Tavla bilmez misin?

Bilmem ya!...

E, bilmezsin de deminden beri ne bakıp duruyorsun?

Hafız Nuri Efendi, buna kızar gibi oldu. "Benim sana ne ziyanım var" diyecekti, demedi. Kalktı, kahve kapısına gitti, durdu. "Eve dönsem" diye düşündü. Artık ikindi vakti. Akşam oluyor. Köşeden geçerken bakkaldan ekmeğini aldı, eve gitti. Annesi kapının ipini çekti. Mangalda pişen yemeğin kokusu bütün evi bürümüştü. Odasına çıktı, gecelik entarisini, Şam hırkasını giydi, pencerenin önünde oturdu. Akşam satıcıları geçiyor. Mahalleye akşam rengi çöküyordu. Sokağın köşesinden bir çocuk:

- Hayriii, gel; annem seni çağırıyor! Diye kardeşine sesleniyor. Bir kız çocuk, elinde bir deste maydanoz, takunyalarını tıkırdatarak geçiyor. Komşu Gaffar'ın oğlu, iki boş küfeyi bostan kapısından sokmaya uğraşıyor. İki hanım, belli ki uzakça bir yere gitmiş ve geç kalmışlardı, hızlı hızlı eve dönüyorlar. Mutfakta annesinin takunyalarla dolaştığı duyuluyor... "Hayat, ne tatlı şey" diye düşündü. İnsanın ömrü olmalı da yaşamalı...
 
Hayat Satrancı ( Yazar : Okay Gönensin )


Genç bir adam kendi yöresinde çok tanınan bir bilgenin yanına gitti. Derdi biraz farklıydı. Genç yaşında hep başarı kazanmıştı. Babasından devraldığı küçük işi hızla büyütmüş, zengin olmuştu. Çevresindeki herkez ona saygı gösteriyordu. Düşmanı yoktu. Evlilikleri başarılı olmuş, çok genç yaşlarda başlayarak birkaç kez baba olmuştu. Ve genç adamın derdi de buradan sonra başlıyordu. Bu kadar erken başarı, çok başarı, çok sayılmak yüzünden bütün çevresindeki insanları "küçük" görmeye başlamıştı. Genç adam için "önemli" hiçbir iş, hiçbir insan, hiçbir durum kalmamıştı. Hiçbir konuşmayı birkaç dakikadan fazla dinleyemiyor, okumaya başladığı herşeyi birkaç dakika içinde elinden bırakıyordu.

Bilge kişi genç adamı uzun uzun dinledi. Genç adam anlattıkça anlattı.Sonra da bilge kişi sordu: "Yaparken zevk aldığın, her şeyden daha fazla ilgini çeken hiçbir şey yok mu?" Genç adam bir süre düşündü ve cevap verdi: "Satranç..." dedi, "Ama satrancı da çok iyi oynadığım için rakip bulamıyorum." Bilge kişi "Güzel" dedi, "Burada bir öğrencim var, o da iyi satranç oynuyor." Öğrencisini çağırdı, satranç masası kuruldu. Genç adam ve öğrenci karşılıklı oturdular. Bilge kişi aniden "Bir dakika" dedi, "Bu satranç karşılaşması biraz farklı olacak. Kaybeden, kafasını da kaybedecek. Kaybedenin kafasını ben kendi elimle, kendi hançerimle keseceğim. Tamam mı?" Öğrencisi "Tabii efendim" deyince genç adam da daha zayıf bir sesle "Tamam" dedi.

Oyun başladı. "Her şeyi en iyi yapan", "Her şeyde en başarılı" genç adam boncuk boncuk terliyordu. Yaptığı her atak bilgenin öğrencisi tarafından ustaca savuşturuluyordu. Genç adam terlemeye devam ediyordu. Bir süre sonra savunmaları düşmeye başladı. Öğrenci usta hamlelerle genç adamı sıkıştırmıştı. Genç adam bir an bilge kişiye baktı. Gözleri korku doluydu. Bilge kişi o an, bir el darbesiyle satranç masasını devirdi: "Tamam bitti! Hiç kimsenin kafası kesilmeyecek!" Genç adam önüne bakıyordu. Bilge kişi konuştu: "İşte tekrar tutkuyu yaşadın... Dikkatini toplamayı öğrendin... Hiç kimseyi küçümsememen gerektiğini gördün... Her an ölümün yanında yaşadığın için her şeye değer vermen gerektiğini anladın..." Sonra bilge ve öğrencisi yere saçılmış satranç taşlarını birlikte toplayıp kutusuna koydular.
 
Her defasında farklı ( Yazar : Bilinmiyor )


Bir zamanlar bir masalcı varmış. Ancak yalana ve haksızlığa tahammülsüzmüş.
Sivri dilini sakınmadığı, bir kara gönüllü onu padişaha şikayet etmiş. “Onun
cümleleri değil bunlar, başkalarından çalıyor,” demiş. Padişah masalcıya bir
gecede 444 satır yazmasını emretmiş. Bütün gece ağlamış masalcı. Yıldızlar
masalcının bu çaresiz gözyaşlarına acımışlar ve tek tek inip yeryüzüne, yan yana
gelip 444 satır oluşturmuşlar. Padişah altınlarla ödüllendirmiş masalcıyı. Kara
gönüllü yine fısıldamış padişaha. “Aynısını yazsın. Eğer aynısını yazabilirse
yeniden, zaten onundur bu dizeler.” Yıldızlar tekrar inmişler yeryüzüne. Ne
yapsalar ne etseler aynı satırları oluşturamamışlar. Başka başka binlerce satır
olmuşlar ve masalcı, padişahın emriyle başından olmuş.

O gün bugündür gökkubbe altında yaşanmadık duygu söylenmedik söz yoktur. Ama her
defasında aynı sözcükler başka cümleler oluştururlar ve gökkubbede yaşanmış tüm
duyguları farklı seslerle anlatırlar.



--------------------------------------------------------------------------------
 
Herşey Yeterli Olsun ( Yazar : Bilinmiyor )


Geçtiğimiz günlerde, havaalanında bir baba ile kızının son dakikalarda aralarında geçen konuşmaya kulak misafiri oldum.

Kızın bineceği uçağın kalkmak üzere olduğu anons edilmişti. Güvenlik kapısının yanında duruyorlardı. Birbirlerine sarıldılar ve baba "Seni seviyorum. Her şey yeterli olsun," dedi.

Kız, "Baba, birlikte geçirdiğimiz günler gereğinden fazla güzeldi. Sevgin, ihtiyacım olan tek şey. Ben de senin için her şeyin yeterli olmasını diliyorum, baba," diye karşılık verdi. Birbirlerini öptüler ve kız ayrıldı.

Baba, yanında oturduğum pencereye doğru yürüdü. Ayakta dururken ağlamak istediğini ve buna ihtiyacı olduğunu görebiliyordum. Özel konulara girmemeye çalıştım; ama "Birine sonsuza kadar ayrı kalacağınızı bile bile hoşça kal dediniz mi hiç?" diye sorarak adeta beni sohbete davet etti. "Evet, dedim," diye yanıtladım. Bunu söylemek, beni anılara, benim için yaptıklarından ötürü babama duyduğum sevgiyi ve minneti ifade etmeye çalıştığım anlara götürdü. Zamanının sınırlı olduğunu bildiğimden, benim için ne kadar önemli olduğunu yüzüne söylemek için özel zaman ayırmıştım. Dolayısıyla, bu adamın neler hissettiğini anlıyordum.

"Sorduğum için bağışlayın; ama neden bu sonsuza kadar sürecek bir veda?" diye sordum. "Ben yaşlıyım; o da çok uzakta yaşıyor. Önümde bazı ciddi mücadeleler var. Gerçek şu ki, onun buraya bir sonraki gelişi cenazem için olacak," dedi.

"Veda ederken 'Her şey yeterli olsun' dediğinizi duydum. Bunun ne anlama geldiğini sorabilir miyim?" Gülümsemeye başladı "Eski nesillerden kalma bir dilek. Annem ve babam, bunu herkese söylerlerdi." Bir an duraksadı; sanki daha detaylı olarak hatırlamak istermiş gibi baktı; kocaman gülümsedi.

"'Her şey yeterli olsun' dediğimizde, karşımızdaki kişinin onu ayakta tutmaya yetecek kadar güzelliklerle dolu bir yaşam sürmesini dileriz," diye devam etti ve bana dönerek şu dizeleri ezbere okudu

"Aydınlık bir bakış açısına sahip olmana yetecek kadar güneş diliyorum. Güneşi daha çok sevmene yetecek kadar yağmur diliyorum. Ruhunu canlı tutmaya yetecek kadar mutluluk diliyorum. Yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş gibi algılanmasına yetecek kadar acı diliyorum. İsteklerini tatmin etmeye yetecek kadar kazanç diliyorum. Sahip olduğun her şeyi takdir etmene yetecek kadar kayıp diliyorum. Son 'Elveda' yı atlatmana yetecek kadar 'Merhaba' diliyorum."

Sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ve yürüdü gitti.
 
Hiç Dört Dakikada Vesikalık Fotoğraf Olur Mu? ( Yazar : Ergün Altıparmak )


Kışın ortalarında Aralık ayının biraz kapalı, bunaltıcı ve hatta sıkıcı havası
içinde geçen günlerdi. Kış biraz nazlanarak gelmiş ama kışlığını da beraber
getirmişti. Gelen kışla birlikte tüm tabiat büyük bir uyuşukluğa ve anlaşılmaz
bir sessizliğe bürünmüştü. Ne kuşlar eskisi gibi neşeyle ötüşüyor ne de insanlar
eskisi gibi köşe bucak geziyordu. Herkes kapalı bir yerde, tüm kuşlar da
yuvalarındaydı. Sokaklarda pek az insan vardı. Sokakta olanlar ise dışarı çıkmak
için önemli bir mazereti olanlar ve tüm işi sokakta olanlarla sokağı ev yapmış
olanlardı.
Pek ıssız olmayan bir sokaktan önemli bir işimi görmüş, yorgun ve biraz üşümüş
olarak evime dönüyordum. Evimde beni bekleyen birilerinin, sıcak bir sobanın
belki bir bardak çay bulacağımı biliyordum. Tüm bu düşünceler içinde şuursuzca
yürürken biraz ileride çöpün içerisinde bir şeyler karıştıran, karanlıktan ne
olduğu tam anlaşılmayan bir hareketlenme fark ettim. Bütün düşüncelerim dağıldı
ve o hareketliliğe dikkatim toplanmaya başlandı. Yaklaştıkça belirsizlik
dağılıyor, onun artık bir şey olmaktan çıkıp vücut bulduğunu, daha da
yaklaştıkça nihayet gördüğüm şeyin bir insan olduğunu anladım.
Gördüğüm kişinin karanlık arasında pek seçilmemekle birlikte dağınık saçlı
yırtık pırtık kalın bir elbisesi vardı. Yüzü pek seçilmiyordu ancak onun esmer
yüzlü, çökmüş omuzları, pek kısa olmayan bir boyu, tahminen 40-45 yaşlarında
birinin olduğunu görebiliyordum. Kendi kendine bir şeyler konuşuyor, sorular
soruyor sonra gülüyordu. Ben ise tüm bu olanları görüyor ve duyuyor olmakla
birlikte içimde biraz korku biraz endişe vardı. Yolumu değiştirmeyi bir an
düşünmedim değil. Fakat birden aklıma “korktuğun şeyden kaçarsan onun senin
üzerine daha çok geleceği” geldi. Yürümeye devam ettim. Onun yanından geçerken
konuştuklarını tam olarak duymaya başladım. Elinde tuttuğu bir kağıda bakıyor,
sonra bir şeyler söylüyor ardından da gülüyordu. Belli ki okuma-yazma biliyordu
ve okuduğu şey ona ya komik ya da mantıksız geliyordu ki okuduktan sonra da
gülüyordu. Ben tüm bunları görüp, düşünürken o birden bire beni fark ederek
bana:
? “İşte soralım doğru mu? Diye” dedi. Sesi normal insanlarınki gibi ama
konuşması hiçte normal görünmüyordu. Bazen gülerek konuşuyor, bazen sesini
yükseltiyor sanki karşısındakini dövecek gibi konuşuyordu. Sonra devam etti.
Bense hiçbir şey anlamamış boş gözlerle ona bakıyordum.
? “Hiç dört dakikada vesikalık fotoğraf olur mu? Yauv” dedi, arkasından
“haah hah diye bir kahkaha attı. Bende bu beklenmedik alakasız soru karşısında
biraz şaşırmış biraz da içimdeki endişeden olsa gerek ne diyeceğimi bilemeyerek
cevap verdim:
?“Tabii ki olmaz.” Dedim. Ancak bunun mümkün olduğunu pek tabi ben
biliyordum çünkü teknoloji bunu mümkün kılıyordu. Belli ki o bu teknolojiden
bihaberdi.
Elinde tuttuğu kağıdı artık görüyor, onun ne olduğu konusunda kafamda bir şeyler
tam olarak beliriyordu. Elinde tuttuğu şey bir fotoğraf firmasının reklam
kağıdıydı. Dört dakikada vesikalık fotoğraf çekilebileceğini yazıyordu. Herhalde
onu birisi çöpe atmış bir tesadüf olarak onun eline geçmişti. Belli ki çok ilgi
çekici bulmuş ama buna inanmamıştı. Bunun böyle olmadığını, olmayacağını da
birine – tesadüf olarak oradan geçmekte olan bana- onaylatmak istiyordu. Bende
bile bile yalan söyleyerek onu tasdik ettim. Durup ona bunun olabileceğini
anlatmak istemedim. Yürümeye devam ettim ancak kafam hala birkaç adım önce
konuştuklarımızdaydı. Kim bilir bu kişinin başından neler geçti ki bu hale
düştü. Küçükken okula gittiği belliydi çünkü elindeki kağıdı okuyabiliyordu.
Sonra ne olduysa olmuş bu hale gelmişti. Ben tüm bunları düşünerek yoluma ağır
ağır devam ettim. Sonra birden aklımdan şu geçti. “İyi ki elindeki kağıtta
insanoğlunun Mars’a araç gönderdiği yazmıyordu, yoksa buna hiç!
inanmaz daha çok gülerdi herhalde.”
 
Huri Kızı ( Yazar : Bilinmiyor )


Çanakkale harbi sırasında saf ve temiz bir asker, emir eri olarak ayrılır
komutanı tarafından. Fakat Askerin gönlü emir eri olmaya razı değildir ama
askeri kurallara riayet etmek zorundadır. Harp kızıştığı bir sırada Asker
dayanamaz komutanına çıkarak ;

"Komutanım, bizim köyde imamdan duymuştum. Düşmana karşı şehit olanlara
Allah huri kızı veriyormuş. İzin verin bende savaşıp vatanım için, Allah
için şehit olup huri kızı kazanayım" diye ricada bulundu...

Komutan askere bakıp söylediği sözlere gülerek "Hadi git işine bak " diyerek
başından savar. Asker birkaç gün sonra yine komutana çıkar yine aynı sözleri
tekrarlar, cephede düşmanla çarpışmak istediğini söyler. Komutan Askere
acır, çünkü giden geri gelmiyor."Oğlum başka işin yok mu senin " diye
söylenir. Asker;

"Komutanım; ben fakir bir köylüyüm. Köyde bana kız vermezler. Fakirim diye
hor görüyorlar. Ne olur izin verin, belki şehit olurum ve huri kızıyla
evlenirim " diye yalvarır. Bu yalvarış günlerce böyle devam eder.. Komutanın
canı iyice sıkılmıştır. "Hadi git huri kızı ile evlen bakalım "diyerek onu
cephenin en ön saflarına gönderir. Aynı gün ön safta çarpışan Mehmetçik
alnına yediği tek kurşunla şehit olur.

İki taraf için yaralı ve ölüleri taşımak için verilen arada, komutan
cesetler arasında kendi Askerini, yani emir erini görür. Üzülür, canı
sıkılarak "Bu kadar ısrar etmesi bunun için miydi " diye düşünür. Sonra
Mehmetçiğin cesedine yönelerek sinirli bir şekilde seslenir.

"Aldın mı huri kızını ha, aldın mı ? " der. Bu sırada bir mucize gerçekleşir.
Yerde yatan cansız Mehmetçik sağ elini havaya kaldırarak iki parmağını
gösterir komutanına ve "Hem de iki tane " der ve kalkan eli hemen geri
düşer.
 
Hurma Ağacı ( Yazar : Bilinmiyor )


Uluçınar Köyünden 3 dönümlük bir bahçe satın almaya karar verdim.
Iki odalı kerpiç bir bağ evinin olduğu bu bahçenin her yanı çim, çiçek ve meyve
ağaçları ile doluydu. Kiraz, dut, şeftali, erik. Menekşeler, güller, kasımpatıları...
Evi satan kişiyle tüm bahçeyi dolaştık bir süre. DSI sulama kanallarına
bağlı arklarının olduğunu, yüksek gerilim hattından da kaçak elektrik aldıklarını
anlattı.
Birden "ne alaka" dedirtecek bir ağaç gördüm. Hurma ağacı. Bu yörede
hurma yetişmez ki. Marmara Bölgesinde ne işi var bunun?
Satıcı gülümsedi. Acı bir gülümseyişti bu.
"Yıllar önceydi" diye başladı anlatmaya.
"Hastalandım.Yataklara düştüm.Hastaneye kaldırmışlar beni. Ölmek
üzereyim. Sanırım ciğerimde kocaman bir yara. Doktorlar ümidi kesmiş.
Sevdiğim bir kız var. Bir gün çıkmış gelmiş hastaneye. Nasıl sormuş,
nasıl bulmuş. Konuştuk saatlerce. Ağlaştık. "Seni ölene dek beklerim" dedi.
Sonra tam ayrılık zamanı cebinden bir hurma çekirdeği çıkardı verdi. "Bereket
versin diye hep yanımda taşırım bu çekirdeği, senin olsun" dedi. "Baktıkça beni
an, seni beklediğimi bil ve tez iyileş."
O küçük çekirdek, hayata uzanan bir köprü oldu bana. Pijamamın cebinde
sakladım aylarca. Kimse bilmedi. Avucuma aldım. Ellerime değen kestane renkli
saçları oldu. Baktım. Zeytin gözlerini gördüm.
Mucize de sen. İyileştim. Ölümü beklerken taburcu oldum. Bu bahçeye
geldim. Hurma çekirdeğini bahçeye diktim. Yöresi değildi. Mevsimi değildi.
Ama diktim. Tuttu. Filiz oldu. Fidan oldu. Ağaç oldu."
Sustu.
Çekinerek sordum. "Ya sevdiğin kız?"
Gözlerindeki parlaklık yaş olup yanaklarına süzülürken, "o bir hurma
ağacı gibi dayanıklı değildi" dedi.
"Gelin oldu. Elin oldu."
 
Hurma Ağacı2 ( Yazar : Bilinmiyor )


Uluçınar Köyünden 3 dönümlük bir bahçe satın almaya karar verdim.Iki odalı kerpiç bir bağ evinin olduğu bu bahçenin her yanı çim, çiçek ve meyve ağaçları ile doluydu. Kiraz, dut, şeftali, erik. Menekşeler, güller, kasımpatıları... Evi satan kişiyle tüm bahçeyi dolaştık bir süre. DSI sulama kanallarına bağlı arklarının olduğunu, yüksek gerilim hattından da kaçak elektrik aldıklarını anlattı. Birden "ne alaka" dedirtecek bir ağaç gördüm. Hurma ağacı. Bu yörede hurma yetişmez ki. Marmara Bölgesinde ne işi var bunun? Satıcı gülümsedi. Acı bir gülümseyişti bu. "Yıllar önceydi" diye başladı anlatmaya. "Hastalandım.Yataklara düştüm.Hastaneye kaldırmışlar beni. Ölmek üzereyim. Sanırım ciğerimde kocaman bir yara. Doktorlar ümidi kesmiş. Sevdiğim bir kız var. Bir gün çıkmış gelmiş hastaneye. Nasıl sormuş, nasıl bulmuş. Konuştuk saatlerce. Ağlaştık. "Seni ölene dek beklerim" dedi. Sonra tam ayrılık zamanı cebinden bir hurma çekirdeği çıkardı verdi. "Bereket versin diye hep yanımda taşırım bu çekirdeği, senin olsun" dedi. "Baktıkça beni an, seni beklediğimi bil ve tez iyileş." O küçük çekirdek, hayata uzanan bir köprü oldu bana. Pijamamın cebinde sakladım aylarca. Kimse bilmedi. Avucuma aldım. Ellerime değen kestane renkli saçları oldu. Baktım. Zeytin gözlerini gördüm. Mucize de sen. İyileştim. Ölümü beklerken taburcu oldum. Bu bahçeye geldim. Hurma çekirdeğini bahçeye diktim. Yöresi değildi. Mevsimi değildi. Ama diktim. Tuttu. Filiz oldu. Fidan oldu. Ağaç oldu." Sustu. Çekinerek sordum. "Ya sevdiğin kız?" Gözlerindeki parlaklık yaş olup yanaklarına süzülürken, "o bir hurma ağacı gibi dayanıklı değildi" dedi. "Gelin oldu. Elin oldu."
 
Hüzün Adası ( Yazar : Semih Tanrıver )


Bir ilkbahar sabahı ılık rüzgarla birlikte yüreğime vuran özlem miydin sen. İçime ansızın, usulca bırakılan taze yalnızlığım mıydın yoksa. Sanırım içimde ne olduğunu asla anlayamadığım yanımdın benim. Her özlediğimde daha çok sevdiğim, benden her kaçışında sevgini bıraktığın, senden her vazgeçişimde sevginden vazgeçemediğim ve bir anlık yokluğunda bile kendimi sürgünde hissettirdiğin için özeldin.

Bu çocuk kalbim sana söylenecek binlerce sözle, yazılacak binlerce satırla doluydu güzel olan her şeyi söylemeliydim, paylaşmalıydım seninle ama o kadar acizdi ki kelimeler. Seni her görüşümde farklı bir şey hissediyor anımsıyordum. Uzaktan seyredişlerimde gündoğumu kadar güzel ve erişilmez olduğunu düşündüm halbuki uzanıp tutabileceğim kadar yakındın bana. Sessiz sakin köşelere sığındığında durgun bir deniz görürdüm gözlerinde, bilirdim yüreğinde bir o kadar dalgalı, fırtınalarla dolu. Vurdumduymaz tavırların bir martının özgürlüğünü anımsatırdı, sözlerin saflığı, beyazı, bir vapurun peşine takılıp kaçışların benim bir kafesteki mahkumiyetimi, dönüşünü bekleyişlerimi...

Dedim ya uzanıp tutabileceğim dokunabileceğim kadar yakındın bana. Gitme diyebilirdim kolundan çekip gözlerine bir ısrar kusabilirdim. Benimle kal diyemezdim, hakkım yoktu hiçbir şeye tek kelime edemezdim. Sensiz kalma ihtimali vardı aleyhine kurulmuş her cümlenin sonunda. Çekip giderdin yoksa bilirdim sevgili dostlarım adımı bile edemezlerdi sana. Uzaktan olmalıydı herşey duymamalıydın sen kimseye anlatamazdım, derinden olmalıydı hissetmemeliydin. Yürekten olmalıydı, ne seni yüreğimden, ne yüreğimi kendimden söküp atamamalıydım. Uzakta olmalıydı her şey sen yanı başımda, gerisi uzakta...

Son günlerde eskisi kadar sık göremiyordum bir görünüp bir kayboluyordun. Olsun arada birde olsa görmek güzeldi, sen güzeldin, hayat güzeldi, seninle herşey güzel... Arkadaşlarından duymuştum. Bir sevgilin olduğunu söylüyorlardı. Yoksa birtanem ellerinin sıcağını, teninin kokusunu, sevgisini birileriyle mi paylaşıyordu. Yoksa o sözleri benden değil de başkalarından mı dinliyordu. Oysa seni en çok ben seviyordum seni en güzel ben yazıyordum. Seni ben seni ben... olamazdı, olmamalıydı böyle biri. İnanmadım günlerce kaçtım, senden senin bir başkasını sevme ihtimalinden. Sonra sen anlattın bana sevgilini. Işıl ışıldı gözlerin, nasılda gülümsüyordun. Sanki o dünyanın en mükemmel insanı, sen en mutlu kadınıydın. Peki ben peki ben kimdim, neydim. Ne olacaktım.

Ne vardı sanki bu kadar abartacak, anlatırken mutluluktan uçacak, beni bir hüzün girdabında boğacak, beni kahretmeye ne hakkın vardı. Hayalin, umutlarım, yazılarım, şiirlerim, tatlı hüzünlerim, keşkelerim bana yetiyordu. Senden hiçbir şey istememiştim, beklememiştim. Her şeyini benimle paylaşan sen aşkını paylaşmaya nasıl da cesaret etmiştin. Bana ne diye haykırasım geliyor “Bana ne bana ne senden, sevgilinden, yapmayı sevdiğiniz şeylerden, sana nasıl baktığından, hayatından, hayatınızdan, hayatımdan bana ne...”

Birilerinin hayatına mı kastetmeli yoksa alıp başını gitmeli mi?

Artık sadece hayalin ve ben vardık. Akşamları mum ışığında yemek yiyor, sonra sabahlara kadar Tanju Okan’ın şarkılarıyla dans ediyorduk. Bazen dizlerine uzanıyor yanaklarımda pişmanlığın sıcak yaşlarını hissederek uyanıyordum. Lanet okuyordum hayata ve bana. Annemin söylememi yasakladığı sözleri savuruyordum birbiri ardına. Bir şizofren gibi hissediyordum kendimi. Yüreğimde hesaplaşmalar sürüyor, bir yandan sana diğer yandan günlerdir kaçtığım, seni göremediğim için kendime kızıyordum. Bir kadın kendisinden başka hiçbir kadının olmadığı bir yürekten başka ne isteyebilirdi.

Yine saçmalamaya başlamıştım bir şeyler yazarsam rahatlarım diye düşündüm ama güzelliğini anlatmakta aciz kelimeler öfkemi ifade etmek istediğimde de yetersiz yüzünü gösteriyordu. Saçma sapan şeyler karalıyordum yine;

Bir çocuk saflığında sevmek seni,
Acıtmadan dokunabilmek sana,
Saklayabilmek seni
En çocuksu korkularıyla birlikte,
Senden başka hiçbir kadının
Olmadığı ve olmayacağı bir yürekte
Seni öldürmek,
Ağlamak ardından
bir çocuk saflığında
Ölebilmek senin için,
Ölmek senin için,
Öldürebilmek senin için.

Bir kelime sıyrılıvermişti birkaç satır arasından gözüm ona takılıp kaldı. “Ölmek” ölmek istiyordum belki çare belki değil ama beni bu sıkıntıdan kurtarabilecek tek şeydi. Ne Ümit Yaşar’ ın şiirleri nede İbrahim Sadri’ nin sesi hiçbir şey ifade etmiyordu zati. Bir hüzün adası olmuştu bedenim, yüreğim. Hayallerim, anılarım orayı mesken tutmuş, sıkışmış, umutlarıma da bir mezar kazılmıştı bir daha çıkmamacasına. Hani vardı ya “Merhaba hüzün adası ben sevda gemisi” hüzün adası bendim ve sen bana bir daha MERHABA demeyecektin.

Sevda gemim, ayyüzlüm yüreğine ilk ve son kez son baharı yaşattıysam özür dilerim. Geçmişte bir yerlerde birkaç güzel anıyla hatırlanmak ve artık orada yaşamak umuduyla güzün soğuk rüzgarlarıyla birlikte senden son kez GİDİYORUM.
 
Işık ( Yazar : N.Qubein )


Küçük bir kasabada genç bir adam kendi işini kurdu. Bu, iki caddenin köşesinde bir perakendeciydi.

Adam dürüst ve dost canlısıydı, insanlar onu seviyorlardı. Ondan alışveriş yapıyorlar ve arkadaşlarına tavsiye ediyorlardı.

Adam bir yıl içinde bir dükkandan, Amerikanın bir ucundan diğerine uzanan bir zincir oluşturdu.

Bir gün hastalanıp hastaneye kaldırıldı. Doktorlar az zamanı kalmış olabileceğinden endişe ediyorlardı.

Üç yetişkin çocuğunu yanına çağırdı ve onlara bir görev verdi;

İçinizden biri yıllar boyu uğraşarak kurduğum şirketimin başına geçecek.Hanginizin bunu hak ettiğine karar vermek için, her birinize birer dolar vereceğim. Şimdi gidip bu birer dolarla ne alabiliyorsanız alacaksınız, ama bu akşam geri döndüğünüzde paranızla aldığınız şey hastahane odamı bir uçtan bir uca doldurmalı.

Çocuklar bu başarılı şirketi yönetme fırsatı karşısında heyecana kapıldılar.Üçü de şehre gidip parasını harcadı.

Akşam geri döndüklerinde babaları sordu; "Birinci, çocuğum, bir dolarla ne yaptın?"

Çocuk cevap verdi; "Arkadaşımın çiftliğine gittim, bir dolarımı verdim ve iki balya saman aldım".Sonra odadan dışarı çıktı, saman balyalarını getirdi, açtı ve havaya savurmaya başladı. Oda bir anda samanlarla dolmuştu. Ama biraz sonra samanların tamamı yere indi ancak babanın söylediği gibi odayı bir uçtan öbür uca dolduramadı.

Adam sordu; "Peki ikinci çocuğum, sen paranla ne yaptın?"

"Yorgancıya gittim. İki tane yastık aldım." Bunu söyleyen çocuk, yastıklari içeri getirdi, açtı ve tüyleri bütün odaya dağıttı. Zaman içinde bütün tüyler yere düştü, böylece oda yine dolmamıştı.

"Sen üçüncü çocuğum, sen paranı ne yaptin?" diye sordu adam.

"Dolarımı cebime koyup senin yıllar önceki dükkanın gibi bir dükkana gittim.Dükkanın sahibine parayı verdim ve bozmasını istedim. Dolarımın 50 centini İncil'de yazıldığı gibi çok değerli bir şeye verdim. 20 centini şehrimizdeki iki yardım kurumuna bağışladım. 20 centte kiliseye verdim. Böylece bir onluğum kaldı. Bununla iki şey aldım."

Çocuk elini cebine atıp bir kibrit kutusu ve bir mum çıkardı.

Işığı kapatıp, mumu yakınca oda mumun yaydığı ışıkla dolmuştu.

Oda, samanla veya tüyle değil, bir uçtan öbür uca ışıkla dolmuştu.

Baba memnundu.

"Çok iyi oğlum. Bu şirketin başına sen geçeceksin. Çünkü yaşam hakkında çok önemli bir şeyi, ışığını yaymayı biliyorsun. Bu çok güzel"
 
İki Bardak Su ( Yazar : Bilinmiyor )


Zamanın birinde bir hükümdar varmış, zenginliği tüm dünyaca bilinirmiş. Hükümdar her gittigi yere hazinesinin bir bölümünü götürür ve bunları sergilemekten büyük onur duyarmiş. Hükümdarin yaşamda en çok güvendiği, tek akil hocası bir bilge kişiymiş.

Günlerden bir gün bu bilge kişiyle otururken hükümdar şöyle bir soru sormuş:

"Sen ki göğün gizemine ermiş, bilime yön vermiş bir adamsın. Insanlar, ister hükümdar denli güçlü, ister savaşçılar denli onurlu olsun ayağına kapanır ağzından çıkacak bir sözü beklerler. Şimdi senin gibi bilge bir adamın fikrini merak etmekteyim,

"Benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne düşünüyorsun?"

Bilge bu soru karsışında hükümdarın gözlerine bakarak şu sözleri söylemiş:

"Diyelim ki hükümdarım, kızgın ve uçsuz bir çöldesiniz. Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak suya servetinizin yarısını verir miydiniz?"

"Verirdim tabii."

"Zaman geçti diyelim susuzluğunuz arttı, size uzatacağım bir sonraki bardağa servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz?"

Hükümdar biraz düşünür ve ardından "Ölmemek için evet" der.

Bunun üzerine bilge kişi gülerek şu sözleri söylemiş:

"Madem öyle, o zaman övünmeyin fazlaca.Çünkü haşmetlim sizin servetiniz yalnızca iki bardak sudur."
 
İki Kardeş ( Yazar : Bilinmiyor )


Zamanın birinde 2 kardeş varmış. Büyü olanı koskocaman bir çiftliğin sahibi ve köyün ağasıymış. Hatta o kadar zenginmiş ki zenginliği başka memleketlerde dahi dillerde dolaşırmış.Küçük kardeş de abisinin yanında karın tokluguna çiftlik işlerinde çalışırmış. Kar kış sıcak filan demeden abisinin işlerini halletmek icin vargücüyle çalışırmış.

Ortalığın sıcaktan cayır cayır yandığı bir yaz günü küçük kardeş yorgunluktan bitap düşmüş ve bir ağacın gölgesinde uyuyakalmış.Çok geçmemiş ki abisi kardeşini ayağındaki koca potinleriyle hafiften tekme atar gibi "kalk iş zamanı uyunur mu bedava ekmek yok" diyerek uyandırmış. Kardeşi ne olduğunu anlamadan şaşkın gözlerle etrafa bakmış ve abisi o heybetli cüssesiyle karşısında dikiliyor. "Abi neden uyandırdın beni çok güzel bir rüya görüyordum. Rüyamda büyük bir çiftliğim atlarım hayvanlarım ucu bucağı gözükmeyen tarlalarım benim için çalışan yüzlerce işçim traktörlerim ve daha sayamayacağım bir sürü mala sahiptim. O kadar güzel bir rüyaydı. Keşke uyandırmasaydın da biraz daha tadını çıkartsaydım." diye seslendi abisine. Abisi ise pis pis sırıtarak "sen bu saydıklarını ancak rüyanda görürsün oysa bak ben bütün bu saydıklarına sahibim ben bunların içinde yüzüyorum..." diyerek sürdürdü sözlerini. Kardeşi ise dalgın gözlerle abisine baktı ve şu sözler döküldü kurumuş dudaklarından.

"Abi biliyormusun aslında ikimizde rüya görüyoruz; fark, benim rüyam gözlerimi açınca bitiyor senin rüyan ise gözlerini kapayınca bitecek!!!"
 
İkizler ( Yazar : Bilinmiyor )


Fırına geldiğimde, ortalıkta ekmek görünmüyordu. Eski bir dostum olan fırıncı:
- Biraz bekleyeceksin hocam, dedi. Iki-üç dakikaya
kadar çıkartıyorum.
Kenardaki tabureye oturup beklemeye koyulurken,
içeriye yaşlıca bir adamın girdiğini gördüm. Eskimiş
ceketinin sol yakası altında bir madalya parıldıyor ve yürürken hafifçe topallıyordu. Selâm verdikten sonra:
- Ekmeklerimi alayım, dedi. Benim ikizler acıkmıştır.
Fırıncı,adamın kendisine uzattığı torbayı alarak
tezgâhın altına eıildi ve bir gün öncesine ait olduğu anlaşılan ekmeklerden dört beş tane koydu. Ekmeklerden bazılarının altı yanmış, bazıları da her nedense şeklini kaybetmişti. Fırıncıya doğru sokularak:
- Neden taze ekmek vermiyorsun? dedim. Biraz sonra
çıkacak ya!..
Fırıncı:
- Bozuk ekmekleri kendisi istiyor, dedi. Çok fakir
olduğundan, ona yarı fiyatına veriyorum.
- Kim bu adam? diye sordum.
- Kore gâzilerinden, dedi. Oğluyla gelini bir trafik
kazasında vefat edince, ikiz torunlarını yanına
almıştı. Yıllardır onlara bakıyor, hem de çok az bir
maaşla.
Fırıncının anlattıklari karşısında içimin yandığını
hissediyor ve ufak da olsa bir şeyler yapmak
istiyordum.
- Aradaki farkı ben vereyim, dedim. Hiç olmazsa bugün taze ekmek yesinler.
Fırıncı, teklifimi kabul etti ve biraz sonra çıkan
sıcak ekmekleri büyük bir umursamazlıkla adamın
torbasına doldururken:
- Çok şanslısın hacı amca, dedi. Çocuklar için bugün
sana pasta gibi ekmek vereceğim. Yaşlı adam, bir evlât sevgisiyle kucakladığı torbayı göğsüne bastırırken:
- Allah senden razı olsun evlâdım, dedi. Bugün onların doğum günleri olduğunu nereden anladın?..
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst