hikayeler

Yaş ? ( Yazar : Özdemir Asaf )


YAŞ 5 Anne ve babamın birbirlerine bağırmalarının beni ne kadar korkuttuğunu öğrendim.
YAŞ 7 Meşrubat içerken gülersem içtiğimin burnumdan geleceğini öğrendim.
YAŞ 12 Bir şeyin değerini anlamanın en iyi yolunun bir süre ondan yoksun kalmak olduğunu öğrendim.
YAŞ 13 Annemle babamın elele tutusmalarının ve öpüşmelerinin beni daima mutlu ettiğini öğrendim.
YAŞ 15 Bazan hayvanların kalbimi insanlardan daha fazla ısıttığını öğrendim.
YAŞ 18 İlk gençlik yıllarımın keder, şaşkınlık, ıstırap ve aşktan ibaret olduğunu öğrendim.
YAŞ 24 Aşkın kalbimi kırabileceğini ama buna değer olduğunu öğrendim.
YAŞ 33 Bir arkadaşı kaybetmenin en kestirme yolunun ona ödünç para vermek olduğunu öğrendim.
YAŞ 36 Önemli olanın başkalarının benim için ne düşündükleri değil benim kendi hakkımda ne düşündüğüm olduğunu öğrendim.
YAŞ 38 Eşimin beni hala sevdiğini, tabakta iki elma kaldığında küçüğünü almasından anlayabileceğimi öğrendim.
YAŞ 41 Bir insanın kendine olan güveninin, başarısını büyük oranda belirlediğini öğrendim.
YAŞ 44 Annemin beni görmekten her seferinde sonsuz mutluluk duyduğunu öğrendim..
YAŞ 46 Yalnızca minik bir kart göndererek bile birinin gönlünü aydınlatabileceğimi öğrendim.
YAŞ 49 Herhangi bir işi yaptığımdan daha iyi yapmaya çalıştığımda, o işin yaratıcılığa dönüştüğünü öğrendim.
YAŞ 50 Sevgi, evde üretilmemişse, başka yerde öğrenmenin çok güç olabileceğini öğrendim.
YAŞ 53 İnsanların bana, izin verdiğim biçimde davrandıklarını öğrendim.
YAŞ 55 Küçük kararları aklımla, büyük kararları ise kalbimle almam gerektiğini öğrendim.
YAŞ 64 Mutluluğun parfum gibi olduğunu, kendime bulaştırmadan başkalarına veremeyeceğimi öğrendim.
YAŞ 70 İyi kalpli ve sevecen olmanın, mükemmel olmaktan daha iyi olduğunu öğrendim.
YAŞ 82 Sancılar içinde kıvransam bile başkalarına basağrısı olmamam gerektiğini öğrendim.
YAŞ 90 Kiminle evleneceğin kararının hayatta verilen en önemli karar olduğunu öğrendim.
YAŞ 95 Öğrenmem gereken daha pek çok şeyler olduğunu öğrendim.

"Dün sabaha karşı kendimle konuştum.Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
Yokuşun başında bir düşman vardı.Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum"
 
Yaşamın Ayrıntıları ( Yazar : Bilinmiyor )


.Mucizelere inanın ama asla onlara bel bağlamayın.
.Durum ne olursa olsun nezaketin size zarar vermeyeceğini unutmayın.
.Bir geziden döndüğünüz gün harcamalarınızın listesini yapın.
.Küçük şeyleri iyi yapmaktan dolayı mutlu olmasınıi bilin.
.Her yıl, çocuklarınızın okula başladığı ilk gün onların fotoğrafını çekin.
.Bir arkadaşınız hakkında iyi bir söz duyduğunuzda bunu ona iletin.
.Doğru olduğunu bildiğiniz şeyi yapmaktan asla çekinmeyin.
.Dikkat çekmek için iş yapmayın dikkat çekecek iş yapın.
.Çocuklarınızı kardeşleri ya da sınıf arkadaşlarıyla kıyaslamayın.
.Sivil örgütlere katılın.
.Büyük zarar getirmeyecekse bırakın çocuklarınız bildikleri gibi yapsın.Çünkü yaptıkları hatalardan, başkalarından öğrendiklerinden daha fazlasını öğreneceklerdir.
.Her başarının bir bedeli olduğunu asla unutmayın.
.Çocuklarınızın önünde eşinize kötü bir söz söylemeyin.
.Çocuklarınız çoktan uyumus olsalar bile onlara iyi geceler öpücüğü verin.
.Can sıkıntısını egzersiz yaparak dağıtmaya çalışın.
.Boğaza takılan bir şeyi çıkartma yöntemlerini öğrenin.
.Yolculuk ederken cüzdan, otomobil anahtarı, gözlük ve ayakkabılarınızı yakınınızda bulundurun.
.Eleştirmekle geçirdiğiniz zamanın iki katını övmeye ayırın.
.Çocuklarınıza engelli bir kişiyi asla küçümsememeyi öğretin.
.Gazetenin ekonomi sayfasını düzenli bir biçimde okuyun.
.Yolculukta temel gereksinimlerinizin listesini yapın ve bavulunuzda tutun.
.Çocuklarınızın televizyon izleme süresini ve programlarını sınırlayın.
.Zarafeti modaya yeğleyin.
.Kendinizi geliştirme konusunda her bulduğunuz fırsatı değerlendirin.
.Kızınıza ya da oğlunuza da yemek yapmasını öğretin.
.Her terslikte saklı olabilecek iyi fırsatı arayın.
.Eve bir eşya alırken deneyim kazanmaları için cocuklarınızı da yanınızda götürün.
.Evde yapılan börek ya da kurabiyeleri iş yerine de götürün.
.Deneyimli insanları asla dikkate almazlık etmeyin.
.Yolunuza çıkan aksiliklerin, sizi amaçlarınızdan alıkoymasına izin vermeyin.
.Her gün mutlaka olumlu bir şey söyleyin.
.En sevdiğiniz sözü yazın ve görebileceğiniz bir yere asın.
 
Yaşlı Kadın İle Meşe Ağacı ( Yazar : Bilinmiyor )


Kuraklık o yıl, New Jersey’in yemyeşil çayırlarını kahverengine çevirmiş ve tüm New Jerseylilerin gurur kaynağı yüzyıllık dev ağaçların yapraklarının zamanından önce dökülmesine neden olmuştu. Kuraklığın kırk üçüncü gününde, küçük bir kentin yoksullar mahallesinden geçen Tom Greenfield adlı genç bir tarım uzmanı, tozlu yolda bir kova suyu sürüklercesine taşıyan yaşlı bir kadına rastladı.Otomobilinin camını indirdi ve yaşlı kadına seslendi:Sizi gideceğiniz yere kadar götürebilir miyim, bayan? Yaşlı kadın teşekkür etti ve bir kilometre kadar geride kalan evini işaret etti:Zaten şu kadar kısa bir yoldan geliyorum dedi ve yüz metre ötedeki dev bir meşe ağacını göstererek Zahmet etmenize gerek yok... dedi. İki üç adımlık yolum kaldı.Greenfield, kadının bir kova suyu ne yapacağını merak etti. Onu arkasından izledi. Yaşlı kadının, zorlukla taşıdığı kovayı bahçenin uzak bir köşesindeki büyük meşe ağacına kadar sürükleyip, sonra da kovadaki suyla meşe ağacını suladığını görünce, hem hayran kaldı, hem de şaşırdı. Yanına yaklaştı ve sordu: Bu ağacı sulamak için mi o bir kova suyu bir kilometre öteden taşıdınız? Güçlükle kaldırdığınıza göre kova galiba çok ağırdı. Yaşlı kadın, genç adama gülümseyerek baktı.Tam 81 yaşımdayım. Bu ağaç ise, yaşamdaki tek dostum. Küçük bir kızken arkadaş olmuştum onunla. Şimdi hiçbiri yaşamayan tüm arkadaşlarımla bu ağacın çevresinde, bilseniz ne oyunlar oynadık, onun gölgesinde nasıl dinlendik... Bu ağaç kurursa ne yaparım, ben?Genç tarım uzmanı, yüzyıllık dev meşe ağacına uzun uzun ve dikkatlice baktı. Deneyimli gözü, ağacın giderek kurumakta olduğunu görmekte gecikmedi.Yaşlı kadın, meşe ağacıyla arkadaşlığını anlatmayı sürdürdü:Annem beni dövdüğü ya da azarladığı zaman bu ağaca tırmanırdım, onun kollarına sığınırdım dedi. Nişanlım, parmağıma nişan yüzüğünü bu ağacın altında taktı. Benim için böylesi anılarla dolu olan bu ağaç için, bir kilometre öteden bir kova su taşımamı gerçekten çok mu görüyorsunuz? Yaşlı kadın ertesi gün elinde su kovasıyla yine meşe ağacına giderken, ağacın çevresinde beş altı işçinin çalışmakta olduğunu gördü. Kovayı yere bıraktı ve işçilere doğru koşarak Bırakın ağacımı diye bağırdı. Dokunmayın benim ağacıma... İşçilerin başındaki adam kasketini çıkardı ve yaşlı kadını saygıyla selamladı: Ağacınıza kötü bir şey yapmak için değil, onu kurtarmak için geldik, hanımefendi dedi. Ağacınızın köklerinin çevresinde kanallar açtık ve onları tankerimizin deposundaki suyla doldurarak, ağacınızı bol bol suladık.Yaşlı kadının gözleri, su tankerinin üzerinde yazılı olan “Greenfield Fidanlığı adına takıldı.Fakat ben sizi çağırmadım ki? dedi.Kim gönderdi sizi buraya?Adam, saygılı tavrıyla yanıt verdi:“Bizi buraya gönderen kişi, adını söylemedi, efendim dedi.Yaşlı kadın, yeterli suya kavuşan arkadaşı meşe ağacının altında durdu ve işçilerin tek tek ellerini sıktıktan sonra bindikleri kamyonun arkasından yaşlı gözlerle baktı.
 
Yeni Bir Dünya ( Yazar : Anthony de Mello )


Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri her şeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları, iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada, etraflarında olup biteni fark etmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış. Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış: Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim! Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya, hayatın kaynağı neymiş? İşte bunu araştırırken, karşılarına anneleriyle onları birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sayesinde, hiçbir zahmet çekmeden, güven içinde beslenip büyütüldüklerini tesbit etmişler. Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan her şeyi gönderiyor.

Artık aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle 'yolun sonu'na yaklaşıyorlarmış. Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terk edeceklerinin işaretlerini almaya başlamışlar.Dokuzuncu aya yaklaştıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş: 'Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir' Öteki daha sakin ve aklı başındaymış. Üstelik, bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; duyguları daha geniş bir âlemi arzuluyormuş. O cevap vermiş: Bütün bunlar, bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor.' Ve eklemiş: Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz.Ama ben gitmek istemiyorum' diye haykırmış kardeşi. Hep burada kalmak istiyorum. Elimizden gelen bir şey yok. Hem, belki doğumdan sonra hayat vardır. Bize hayat sağlayan kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki? diye cevaplamış öteki. 'Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem, bak bizden önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbirisi geri gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Hayır, bu her şeyin sonu olacak.' Bütün bunları söyledikten sonra eklemiş: 'Hem, belki de anne diye birşey de yok!' 'Olmak zorunda' diye itiraz etmiş kardeşi. 'Buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?' 'Sen hiç anneni gördün mü?' diye üstelemiş öteki. 'O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk.' Böylece, anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş. Sonunda doğum anı gelmiş çatmış. İkizler dünyalarını terk ettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar. Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş.
 
Yılbaşı ( Yazar : Hakan )


Yılbaşı ailece kutlanması gereken bir mutluluktur. Fakat öyle insanlar varki...

30 Aralık 1995 tarihinde, saat 23.30'da, Sümbül sokak -herzamanki gibi- bomboştu. Bu sokağın başında, bir sokak lambası vardır. Başlangıcı geniş olup, sonuna doğru daralır. Sümbül Sokak'ta bulunan on iki evin hepsi de tek katlıdır.

Saatler on ikiye yaklaştığı halde, sokak hâlâ aydınlıktı. Bunun tek bir sebebi vardı: Kar. Akşam üstü başlayan kar, beyaz bir örtü gibi sokağı örtmüştü. Kar ve rüzgar birleşerek, Sümbül sokağın geceyarısı sessizliğini bozuyordu.

Sabah olduğunda, çocukların ilk işi sokağa çıkıp, karın tadını çıkarmak oldu. Kardanadam yapmaya en elverişli yer Cemil Bey'in bahçesi olduğundan, gizli olarak bahçeye giren dört çocuk kardanadam yapmaya koyuldu. Cemil Bey'in evinden saat tam sekizde çalar saatin sesinin geldiğini duyan çocuklar korkuya kapıldılar. Korktukları başlarına geldi: Cemil Bey onları görmüştü. Hiç vakit kaybetmeden çil yavrusu gibi dağıldılar. Dağıldıklarını gören Cemil Bey bahçeye girdi ve kardanadamı dağıttı. Çocukların, kaçarken çıkardıkları sesten dolayı, Cemil Bey'in komşusu olan Cumali de uyanmıştı. Cemil Bey'in mırıldandığını duydu:

- Kahrolası veletler.

Cumali yatağından kalkarak pencereye doğru ilerledi. Perdeyi açtı ve tülün ardından, bembeyaz olan Sümbül Sokak'a baktı. Görüntü onu sevindirmişti. Bu günün yılın son günü olduğunu hatırlayınca daha da sevindi. Ve hemen kahvaltısını hazırlamaya koyuldu.

***

O gün sabahtan akşama kadar, durmadan kar yağdı. Cumali, günün çoğunu evde geçirdi. Yalnızca biraz yemiş ve kola almak için dışarıya çıktı. Hava çok soğuk olduğundan, alışverişini yapıp hemen eve döndü. Dışarının soğukluğuna karşın evde gürül gürül sobanın yanması hoşuna gitmişti.

Cumali, arkadaşlarını arayarak hepsinin yılbaşını kutladı. Bütün gün evde oturup akşama kadar televizyon izledi. Arasıra da perdeyi aralayarak, dışarıda eğlenen çocukları seyretti.

Akşam saat sekizden sonra dışarıdan gelen çocuk sesleri kesildi. Cumali, saat 23.00'e kadar televizyon izledi ve kuruyemiş yedi. Biraz canı sıkıldı ve uyumanın daha iyi geleceğini düşünerek televizyonu kapattı. Yatağını hazırladıktan sonra yatmak üzere ışığı söndürdü. Evin içi karanlık olduğu halde dışarıdan ışık geliyordu. Büyük bir şaşkınlık içinde perdeyi araladı. Geceyarısı olduğu halde karın ışıltısı sebebiyle dışarısı gündüz gibi aydınlıktı.

Uykusunun olmadığını farkeden Cumali, televizyonu tekrar açtı. Canı yine sıkılmaya başladı. Birden aklına bir çam ağacı bulup onu süslemek geldi. Evin, yaklaşık 300 metre ilerisinde bir kaç çam topluluğu vardı. Ayrıca, etrafı aydınlatan kar, bu yolculuğu müsait kılıyordu. Cumali paltosunu giyindi, kaşgola sarındı ve soğukkanlı bir biçimde dışarı çıktı. Uzaktan çam topluluğu görülüyordu. Hava da bayağı soğuktu. Dışarı ilk çıktığında biraz titremişti; fakat esen rüzgar ve kar ona ılık geliyordu.

Sümbül sokaktaki bütün evlerin ışıkları yanıyordu, saat 24.30 olduğu halde. Anlaşılan herkes yılbaşını kutluyordu. Cumali, Sümbül sokağın başında bulunan sokak lambasının aydınlattığı kaldırıma oturdu ve rüzgarı dinlemeye koyuldu. Rüzgarın uğultusu, kendisine bir musikiyi andırdı.

Sokak lambasının olduğu alan dört sokağa bağlıydı. Buradan sokaklara teker teker bakan Cumali bu güzelliği hafızasına kazıdı. Bir müddet sonra yolculuğuna devam etti.

Cumali, çam ağaçlarına doğru ilerledikçe ev sayısı azalmakla beraber, etraf iyice ıssızlaşıyordu. Rüzgarın uğultusu artık kulağına fısıldamıyordu. Yolu yarıladığında, uzun kavak ağaçlarının oluşturduğu bir caddeye geldi. Kavak ağaçlarının biraz arkasında ıssız bir ahşap ev vardı. Görüntüsü bile ürkütücü olan bu yere kim girebilirdi. Cumali, yolun daha fazla karlı olduğu bölümlerden geçmeyi daha çok istiyordu; çünkü karın çıkardığı ses, yolu aştıkça artan korkusunu hafifletiyordu.

Bir müddet sonra toprak yol başladı. Yolun çamurluk bölümlerini geçerken ayaklarına su sızdı.

Nihayet, evden çıkışından yarım saat sonra çam ağaçlarının olduğu yere geldi. Artık çevrede ev yoktu sadece uzaktan sadece birkaç ev seçiliyordu.

Cumali ilk olarak güzel bir çam ağacı seçti. Yolculuk sırasında kendisini yoran baltasını çıkardı ve ağacı kesti. Sonra ağacın baş kısmından, yaklaşık iki metre daha kesti. Ağacı sırtına yükledi, geri dönüş başladı.

Çamurlu yoldan geçerken iyice çamura bulandı ve artık ayakkabıları çamur haline geldi. Ayakları da çamurdan nasibini aldı.

Asfalt yola geldiğinde biraz rahatladı. Yol daha düz devam edecekti. Ayakları üşümeye başlamıştı. Bir yandan sırtındaki ağaç, diğer yandan elindeki balta onu yormuştu. Elinde eldiveni yoktu ve sardığı kaşgol rüzgarın iyice sertleşmesiyle yere düşmüştü.

Evler yoğunlaşmaya başladığında, korkusu her dakika daha da arttı. Evden çıktığı anda ılık esen rüzgar, şimdi bütün gücüyle esiyor, sanki karın daha fazla soğuması için çalışıyordu. İlerlerken yolunu aydınlatan kar, şimdi onu karanlıklara itmişti.

Kavak ağaçlarının bulunduğu caddeye gelen Cumali, öteden kendisine doğru gelen birkaç tane sokak köpeğinin sesini duydu. Havlama sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Etrafına baktı, beş dakika saklanabileceği bir yer aradı. Kavak ağaçlarının arkasında köpekler görebilirdi. O halde tek bir yer kalmıştı: Ahşap ev.

Vakit kaybetmeden ahşap eve girdi. Dış kapı o kadar çürümüş ki, Cumali'nin açmak için ittiği kapı yere serilmişti. Evin içi rutubet kokuyordu. Cumali sırtındaki ağacı bir köşeye koydu. Köpekler, evin önüne geldiler ve biraz durdular. Kırık camdan onları izleyen Cumali, köpeklerin iki dakika sonra oradan uzaklaştıklarını gördü. Biraz rahatlayarak evin koridoruna çıktı, çam ağacı ve baltayı evde bırakarak oradan ayrıldı.

Kavak ağaçlarının bittiği noktaya kadar gelen Cumali aniden karşısındaki büyük köpeği farketti. Kendisini bayılacak gibi hissetti. Köpeğin hızla koştuğunu görünce, o da köpekten kaçmaya başladı. Bir an durdu ve yerde bir kar yükseltisi gördü. Elini attığında, yükseltinin kaya parçası olduğunu anladı. Bütün gücüyle taşı sıçramak üzere olan köpeğin başına indirdi. Köpek anında öldü.

Artık, gece tam bir kâbusa dönüşmüştü. Bununla beraber yol da azalıyordu. Darca bir sokak olan Hasret Sokağı geçtikten sonra; Sümbül sokağın başındaki meydana çıkılıyordu. Bunun bilincinde olan Cumali, adımlarına biraz daha hareket kazandırdı. Hasret Sokakta bulunan evlerin bir kısmından hiç ışık gelmiyor, bir kısmı ise hâlâ yılbaşı eğlencelerini izlemeye devam ediyordu.

Saat 1.30'a geliyordu. Hasret sokaktan geçen Cumali, sokağın tam ortasında birden irkildi. Arkasında birisinin olduğunu düşündü. Adımlarını biraz daha hızlandırdı. Soluk alışları hızlanmıştı. Aniden koşmaya başladı. Hasret sokağı süratle geride bıraktıktan sonra, sokak lambasının bulunduğu alanda durmak istedi. Fakat durmak istediği yer buzul olduğundan ayağı kaydı ve süratle yere düştü. Bir sarhoş gibi temkinli olarak doğrulmaya uğraştı. Doğrulunca, cesaretini topladı ve Hasret sokağına bir göz attı; fakat birşey göremedi. Sümbül sokak karanlığa bürünmüştü. Kendi evinin sokak lambasından başka, hiçkimsenin ışığı yanmıyordu.

Cebinden anahtarı çıkarırken yerdeki kırmızılılık gözüne ilişti. Elini başına götürdü. Başı yarılmıştı. Başının, düştüğü sırada yarıldığını anladı. O zaman, o kadar korkmuştu ki başının acısını hissetmedi bile. İçeri girdiğinde sıcaklık içine işledi. Hemen paltosunu çıkardı ve sobanın yanına geçti. Başının hâlâ kanadığını, çıkan kanın sızlamasından anlıyordu. Saatler 2.00'ye gelirken Cumali banyoya, duş almak için girdi.

***

Geceyarısını çoktan geçen saatler, sabahı vurmak için acele ediyorlardı. Hasret sokağından müthiş bir rüzgar esti ve Sümbül sokağın sonuna değin etkisini gösterdi. Bu şiddetli rüzgarın etkisine dayanamayan Cumali'nin evinin sokak lambası patladı. Bununla birlikte Cumali'nin Hasret sokağında bulunan, derin karların sayesinde epey direnen ayak izleri de silindi. Tabi, bu ayak izlerini izleyen ve Sümbül sokağın başındaki meydanda aniden yokolan ayak izleri de. Bu ayak izlerinin sahibini Cumali sezmişti; fakat arkasına baktığı an geride hiçbirşey göremeyince bunun kendisinin abarttığı boş korku olduğunu zannetti. Bu izlerin bir özelliği vardı ki; Cumali'nin ayak izlerinin tam tersi şeklindeydi. Geri geri gelen bir insanın ayak izleri gibi. Fakat bu izleri yapanın geri geri gelmediğini de söyleyebilirim.

Günün aydınlanmasına yaklaşık dört saat vardı. Duştan yeni çıkan Cumali, üstünü başını kuruladı. Başı artık kanamıyordu. Fazla beklemeden hemen yattı. Fakat bir türlü uyuyamadı. Gecenin 3.30'unda dışarıdan sesler gelmeye başladı. Sesler Cemil Bey'in bahçesinden geliyordu. Işığı yakmaya cesaret edemedi. Yavaş yavaş pencerenin yanına yaklaştı. Perdeyi çok az araladı ve dışarıda çocukların kardanadam yaptıklarını gördü. Cumali şaşırdı. Ayrıca içine bir sıkıntı düştü. Birden Cemil Bey'in çalar saati çalmaya başladı. Çocuklar, kulakları çınlatan bu sesi duyunca çil yavrusu gibi dağıldılar. Cemil Bey bahçeye geldi ve homurdanmaya başladı.

- Kahrolası veletler.

Cumali, perdesinin arkasından izlediklerine bir türlü anlam veremiyordu. Sabah gördüğü olayların aynısı tekrar ediyordu. Fakat dikkatini çeken iki ayrıntı vardı. Birincisi, olaylar bu defa gece yaşanıyordu ve Cemil Bey'in çalar saati 3.35'te çalmıştı. İkincisi ise, Cemil Bey'in ağzından çıkan "Kahrolası veletler" lafının, sabahın aksine çok boğuk olarak, bozuk bir plak gibi çıkmasıydı.

Olayları titreyerek izleyen Cumali, kardan adamı dağıtan Cemil Bey'in birden kendisine baktığını gördü. Göz göze gelmişlerdi. Cumali'nin kalbi çatlarcasına atıyordu. Perdeyi kapattı ve yatağına giderek hemen yorganı üzerine çekti.

***

Gün, yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Bulutlar, batıya doğru kayarken, yerlerini, doğudan doğmaya başlayan güne bırakıyordu.

Sabah 10.15 civarında, Cumali, kapının vurulmasıyla aniden yataktan fırladı. Üstü sırıl sıklam olmuştu. Gündüz olduğundan, korkmasına gerek yoktu. Soğukkanlılıkla kapıyı açınca karşısında Cemil Bey'i gördü. Onu süzmeye başladı. En çok da gözlerini süzmüştü. Cemil Bey biraz şaşkınlıkla:

- Neyin var senin. Sanki hayalet görmüş gibisin.

- Hiç birşey canım.

Biraz düşünen Cumali:

- Bugün ayın kaçı, dedi sabırsızlıkla,

- Yılın son günü.

- Hay Allah. Demek ki hepsi rüya imiş.

- Ne rüyası, dedi Cemil bey, cevap almak istemeyen bir tavır takınarak.

- Önemli değil.

- Fazla şekerin var mı Cumali. Bakkal bugün açmamış. Benim de misafirlerim var.

Cumali gözlerini ovuştura ovuştura mutfağa gitti. 1 kg şekerinin olduğunu gördü. Hepsini alıp Cemil Bey'e verdi. Cemil Bey de teşekkür edip gitti.

Dışarıda kar yağmaya devam ediyordu. Cumali, üstünü giyindi, dışarıya çıktı. Vücudunu büyük bir soğuk hava sarmıştı. Cumali, çocukların birbirine kartopu atarak, eylendiklerini gördü. Bunun üzerine:

- Hey çocuklar. Bugün Yılbaşı. Sakın Cemil Bey'in bahçesine girmeye kalkmayın.

Çocukların içinden Küçük Ahmet soluk soluğa gelerek:

- Neden Cumali Abi.

- "Kim bilir. Belki de bahçesinde -bugün için- gizemli bir şeyler vardır." diyerek alana doğru yürümeye başladı. Gözleri evin dış lambasına takıldı. Lambanın kırılmış olduğunu görünce çocukların yaptığını zannetti. Yılbaşı olduğu için çocuklara kızmak aklından bile geçmedi.

Bugüne hazırlık yapmak amacıyla kuruyemişçiye uğradı. O gün hiç üzerinden gitmeyecek olan şaşkınlığının tesiriyle kuruyemişçiden, yemiş ve kolanın dışında 1 kilo da şeker istedi. Kuruyemişçiden çıkarken yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Onun yüzüne bakan, bugünün güzel geçeceği duygusuna kapılabilirdi.

Tâ ki gece 24.00'e kadar.
 
Yılbaşı Hediyesi ( Yazar : O'Henry )


Tam bir dolar seksen yedi senti vardı. O kadar, ne bir sent eksik, ne bir sent fazla!.. Bunun da altmış senti penniden ibaret ufaklıktı. Bu pennileri teker teker bakkal, kasap, manavla çekişe çekişe pazarlık ederek ve her defasında satıcıların cimrilik isnatları karşısında utancından kıpkırmızı kesilerek biriktirmişti. Della paraları üç defa saydı. Bir dolar seksen yedi sent, o kadar! Halbuki ertesi gün Yılbaşı'ydı.
Kendini odadaki partal divanın üzerine atıp hıçkıra hıçkıra ağlamaktan başka çare yoktu. Della da böyle yaptı.
Della'nın evi, haftada sekiz dolara tutulmuş mobilyalı bir apartman! Tasvire değer bir hali yok. Tam bir fakirhane!
Aşağıda antrede, içine tek bir zarf sığdırmaya imkan olmayan bir mektup kutusu ile ölümlü bir elin asla çaldıramayacağı bir zil vardı. Kapıda da "Mr. James Dillingham Young" ismini taşıyan bir kart asılı idi.
Mr. James Dillingham eve geldiği vakit size evvelce Della diye takdim ettiğimiz karısı kendisine "Jim" diye hitap eder, boynuna sarılarak onu bağrına basardı.
Gözyaşları dindikten sonra Della eline bir ponpon alarak yüzünü pudraladı. Pencerede durarak apartmanın o kasvetli arka avlusundaki bulut rengi bir parmaklık üzerinde yürüyen bulut rengi kediyi aptal aptal seyretti. Ertesi günü Yılbaşı'ydı. Jim'e bir hediye alabilecek yalnız bir dolar seksen yedi senti vardı. Bu pennileri aylardan beri birer birer biriktirmişti. Halbuki şimdi hiçbir işe yaramadıklarını görüyordu. Haftada yirmi dolara pek bir şey yapmaya imkan yoktu. Masraf umduğundan fazlaya çıkıyordu. Zaten her zaman öyle olur!.. Şimdi Jim'e hediye alacak yalnız bir dolar seksen yedi senti vardı. Sevgili Jim'ine güzel bir şey almak hususunda hülyalar kurarak bir çok mesut anlar yaşamıştı. Güzel, nadir, parlak bir şey, Jim'e ait olmak şerefi ile az çok mütenasip bir hediye.
Pencereden uzaklaşarak kendini aynanın önüne attı. Gözleri pırıl pırıl yanıyordu, ama yirmi saniye içinde rengi uçuvermişti. Saçlarını çözerek omuzlarının üzerine döktü.
James Dillingham Young Ailesi'nin iftihar ettikleri iki şeyleri vardı. Birisi Jim'in babasından intikal eden ve aslında büyük babasına ait olan altın saat, diğeri ise Della'nın saçları idi. Apartmanın hava deliğinin karşı tarafında Saba Melikesi otursaydı Della, kraliçenin mücevherlerini kıymetten düşürmek kastiyle, o güzel saçlarını pencereden dışarı sarkıtırdı. Hazreti Süleyman apartmanın kapıcısı olsa ve bütün servetini, elmaslarını, bodrumda bulundursaydı, Jim ihtiyarı kıskandırıp hasetle sakalını kaşıttırmak için önünden her geçişinde cebindeki saati çekip bakar gibi yaparak gösterirdi.
Della'nın saçları altın renkli bir çağlayan gibi parlayarak ve dalgalanarak dizlerine kadar döküldü ve bir elbise gibi vücudunu örttü. Bununla beraber Della, saçlarının uzun müddet böyle kalmasına müsaade etmedi. Sinirli ellerle hemen topladı. Bir aralık bir an için durdu. Tereddüt eder gibi oldu. Yerdeki kırmızı tüyleri dökük halıya bir iki damla gözyaşı aktı.
Della, gözlerinin yaşı kurumadan kahverengi ceketini kapıp aynı renkteki şapkasını başına geçirdiği gibi, eteklerini savurarak kapıdan fırladı. Merdivenleri inip sokağa çıktı.
"Mm. Sofronie. Her nevi saç levazımı" ibaresini taşıyan bir tabelanın önünde durdu. Bir hamlede kendini yukarıda buldu. İriyarı, süt beyaz, soğuk bir kadın olan Madam Sofronie'ye nefes nefese:
- Saçlarımı alır mısınız? diye sordu.
Madam:
- Saç alırım ama şapkanı çıkar da bir bakalım, cevabını verdi. Della altın renkli, çağlayana benzeyen saçlarını döküverdi.
Madam, saçları pişkin bir alıcı eli ile bir yokladıktan sonra.
- Yirmi dolar, dedi.
Della:
- Peki. Derhal, cevabını verdi.
Ondan sonraki iki saati pembe bir bulut üstünde uçar gibi sevinçle nasıl geçirdiğini bilmiyordu. Edebiyat bertaraf, Jim için istediği hediyeyi bulmak arzusu ile dükkanların altını üstüne getiriyordu.
Nihayet bulabildi. Hasseten Jim için yapılmış bir şey? Dükkan dükkan gezmiş, hiçbirinde buna benzer bir şey görmemişti. Platin bir saat zinciri. Kıymeti, fazla gösterişli süslerde değil, deseninin sadeliğinde ve kibarlığında idi.
Bütün iyi şeyler böyle olmalıdır. Zincir Jim'in o emsalsiz saatine layık derecede güzeldi. Della ilk nazarda kararını verdi. Zincir tıpkı Jim gibi idi. Gösterişsiz, fakat kıymetli. Kocasını da, zinciri de aynı şekilde tarif etmek mümkündü, yirmibir dolar verdi. Bu zinciri taktıktan sonra Jim artık, saatine nerede olsa bakabilir, daha doğrusu bakmaya heveslenebilirdi. Halbuki, şimdi o emsalsiz saate, bir kayışa asılı olduğundan hep gizleyerek bakıyordu.
Eve avdet ettikten sonra Della'nın sarhoşluğu biraz geçti. Aklı başına gelerek ihtiyatlı hareket etmeyi düşündü. Saç maşalarını çıkartarak hava gazını yaktı. Ve aşkla cömertliğin birleşmesinden doğan tahribatı tamire koyuldu. Sayın dostlar, burun kıvırıp geçmeyin. Bu her zaman muazzam bir iştir. Müthiş bir iş!.
Kırk dakika zarfında saçları mektep kaçağı bir çocuk kafası gibi kıvrım kıvrım olmuştu. Della aynadaki aksini tenkitçi bir nazarla uzun uzadıya dikkatle seyretti.
Kendi kendine:
- Jim bu halimi görüp de beni ilk bakışta öldürmezse iyi. Tiyatro kızlarına benzetecek ama ne yapayım. Bir dolar seksen yedi sentle ne alınabilirdi ki, dedi.
Yedi buçukta kahve pişirilmişti. Tava da sobanın arkasına yerleştirilerek ısıtılmış olan pirzolaları kızartmak üzere hazırlanmıştı.
Jim, hiç geç kalmazdı. Della zinciri avucuna alarak kapının yanındaki masanın başına oturdu. Kocasının, merdivenlerin ilk basamağındaki ayak seslerini duyunca bembeyaz oldu. Gündelik, en basit şeyleri için dua etmeyi adet etmişti.
- Büyük Allahım! Yalvarırım sana, ne olur, saçlarımı beğendir, diye mırıldandı.
Jim kapıyı açtı ve içeri girip arkasından kapadı. Zayıf ve pek ciddi bir hali vardı. Zavallı henüz yirmi iki yaşında, aile yükü taşıyordu. Yeni bir pardesüye ihtiyacı vardı, ellerinde eldiven yoktu.
Odaya koku almış bir av köpeği gibi etrafına kayıtsız bir halde bakınarak girdi. Gözleri Della'ya dikilmişti. Della bu dik nazarların manasını anlamayarak korktu. Bu nazarlar ne hayret, ne hiddet, ne dehşet, ne beğenmemezlik, yani genç kadının hazırlandığı hislerden hiçbirini ifade etmiyordu. Jim, yüzünde o garip ifade ile nazarlarını karısına dikmiş sadece bakıyordu.
Della masanın yanından kıvrılarak yaklaştı.
- Jim, şekerim ne olursun öyle bakma, diye yalvardı. Saçımı kesip sattım.Yılbaşı'nı
sana hediye almadan geçiremezdim, ölürdüm. Ne olacak yine büyür. Affediyorsun değil mi? Ne yapayım başka çarem yoktu. Saçlarım çabuk büyür. Unutalım bunu, haydi Jim, şekerim. Yeni yılın kutlu olsun de de barışalım. Ne güzel ne hoş bir hediye aldığımı tasavvur edemezsin, dedi.
Jim zihnini yoracak kadar düşünüp taşındığı halde bir türlü anlayamamış gibi yavaş yavaş:
- Saçını mı kestin, dedi.
Della:
- Kesip sattım. Bu halimi beğenmedin mi? Eskisi kadar sevmedin mi? Saçsız da yine aynı insan değil miyim, diye yalvardı.
Jim etrafına şaşkın şaşkın baktı. Nihayet aptallaşmış gibi:
- Saçımı kestim mi dedin, diye cevap verdi.
Della:
- Evet, kesip sattım diyorum, diye izah etti. Yavrucuğum bu akşam Yılbaşı! Beni mazur gör, affet. Senin uğruna gitti, deyip ciddi bir tatlılıkla:
- Saçlarımın tellerini saymak belki mümkündür ama sana olan sevgimi ölçmek imkansızdır. Şekerim, pirzolaları ateşe koyalım mı? diye sordu.
Jim, daldığı rüyadan uyanır gibi oldu. Della'cığını kollarına aldı, pardesünün cebinden bir paket çıkararak masanın üstüne attı.
- Dellacığım, aldanıyorsun. Saçını nasıl kesersen kes, hiç fark etmez. Sana olan sevgimde hiç değişiklik yapmaz. Paketi açarsan birdenbire neden afalladığımı anlarsın, dedi.
Della beyaz parmakları ile kağıdı yırtarak ipleri kopararak paketi açtı. Açmasıyle feryadı basması bir oldu.
Gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
Paketten Della'nın Broodway'de bir vitrinde görüp uzun müddettir arzuladığı taraklar çıkmıştı. Kaplumbağa kabuğundan yapılmış elmas kenarlı o güzel taraklar işte önündeydi. Renkleri de saçlarına ne kadar uyuyordu. Pahalı olduklarını bildiğinden hiç ümide kapılmadan beğenmiş ve arzulamıştı. Hiç beklemediği olmuştu. Ama ne çare ki pek tamah ettiği bu canım tarakları süsleyecek lüleler gitmişti.
Della nihayet kendini toplayarak kocasının getirdiği hediyeleri bağrına bastı. Gülümseyerek kocasına baktı.
- Şekerim, saçım pek çabuk uzar, deyip tüyleri tutuşan bir kedi gibi yerinden fırlayarak:
- Ay unutuyordum, diye bağırdı.
Jim alınan güzel hediyeyi görmemişti. Della avucunu açarak sevinçle kocasına uzattı. Bu kıymetli, fakat donuk maden genç kadının ruhundaki ateşin aksi ile parlar gibi oldu.
- Şekerim, güzel değil mi? Bütün şehri altüst ettikten sonra bulabildim. Saatini ver bakalım nasıl yakışacak, dedi.
Jim, Della'nın dediğini yapacak yerde kendini sedire attı. Ellerini başının arkasına koyarak gülmeye başladı.
- Della sevgilim, hediyelerimizi bir kenara koyup bir müddet saklayalım. Bugünkü halimize uygun değil. Biraz fazla. Tarakları almak için saati sattım. Pirzolaları koy bakalım ateşe, dedi.
 
Yıllar Geçsede.. ( Yazar : Bilinmiyor )


1942 yılında, soğuk bir kış gününde Nazi toplama kampının içinde genç bir asker, dikenli tellerin ardından genç bir kızın geçtiğini görür. Kız da aynı şekilde genci görünce heyecanlanır. Duygularını ifade etmek çabasıyla, çitin üzerinden kırmızı bir elma atar. Bu o şartlardaki bir asker için bir hayat, bir umut ve sevgi işareti anlamına gelmektedir ve mutlu olur. Genç adam, genç kızın uzattığı elmayı alır. Parlak bir ışık onun karanlığına değmiştir.

Ertesi gün, bu genç kızı yeniden görmeyi umut etmenin bile çılgınca olduğunu duşünmesine rağmen, çitin ötesine bakmaktan kendini alamaz. Dikenli tellerin öteki yanındaki genç kız ise, kendisini bu denli heyecanlandıran yüzü yeniden görmeyi arzular. Elinde elma ile koşarak çitin kenarına gelir. Tipi ve dondurucu havaya rağmen kız, elmayı dikenli tellerin üstünden
uzattığında, kalbi birkez daha sıcak duygularla dolar.

Bu sahne birkaç gün boyunca tekrarlanır. Sadece bir an ve sadece birkaç kelime edebilmek için bile olsa birbirlerini görmek için sabırsızlanırlar. Bu anlık karşılaşmanın sonuncusunda, genç asker üzgün bir yüz ifadesi ve titreyen sesi ile;

-Yarın bana elma getirme, burada olmayacağım. Beni başka bir kampa gönderiyorlar" der ve geri dönüp vedalaşamayacak kadar buruk bir şekilde uzaklaşır.

O günden itibaren, kederli anlarında o tatlı kızın görüntüsü gözlerinde canlanır. Gözleri, sözleri, nezaketi, saflığı, utangaç yüz ifadesi... Genç adamın tüm ailesi savaşta ölmüştür. Tanıdığı hayat bütünüyle yok olmuş, sadece bu bir tek anı canlı kalarak kendisine umut vermeyi sürdürmüştü.

1957 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde, her ikisi de göçmen olan, fakat birbirlerini tanımayan iki yetişkin, arkadaşları aracılığı ile tanışırlar.

-Savaş sırasında neredeydiniz? diye sorar kadın.
-Almanya da bir toplama kampındaydım diye yanıtlar adam.

Kadın tatlı bir tebessümle bir an uzaklara dalar ve daha sonra;

-Toplama kampındaki bir gence, elma attığımı anımsıyorum. Bir kaç gün hep aynı yerden çitin öteki yanındaki askerle konuşur, bakışırdık. Sonra o gitti... Ama ben o nu hiç unutamadım. Hep sevdim... Çok sevdim.

Adam şaşkınlıkla sorar;

Bir gün o genç sana "Artık elma getirme, çünki başka bir kampa gönderiliyorum" dedi mi?

Kadın iyice şaşırmış bir ses tonu ile:

-Evet. Ama siz bunu nereden biliyorsunuz? diye sorar.

Adam kadının gözlerinin içine bakarak;

O genç asker bendim. Yıllarca hep düşündüm, hep o güzel birkaç günün anısı ile doldurdum düşlerimi. Benimle Evlenir misin?

1996 Yılında Sevgililer Gününde, Oprah Vintfrey televizyon şovunun çekimlerinde, aynı adam kırk yıllık eşine duyduğu sevgiyi bir kez daha milyonlar önünde anlattı.
 
Yoktun ( Yazar : Bilinmiyor )


Yeryüzüne düşen ilk yağmur tanesi vardı avuçlarımda o gece... Hayallerim gözümün önünde dans etti...Düşlerimdi gökyüzünden bana göz kırpan, yıldızlar değil; yalnızlığımda...Oysa aşk iki kişilikti...

Çayım vardı; bir kupa elimde, diğer elimde ise o gece yeryüzüne düşen ilk yağmur tanesi... Çiseleyen yağmur bile ürpertemedi bedenimi; hayalin gibi... Bense yalnızdım; yokluğunda... Sadece yalnızdım işte bu aşkta, oysa aşk iki kişilikti...

Denizin dalgalarımıydı azan; içimde ki volkanlar misali... Oysa içim azdıkca, sustu dudaklarım... Ben sustum, bulutlar haykırdı isyanımı... Şimşekler vardı yüreğimde ürkütücü!.. Korkutan... Sadece ben duydum, ben hissetim içimdeki yalnızlığın sesini... Dudaklarım suskun, gözlerimde yaş... Sen ise sadece yoktun!.. Sadece yok!!! Oysa ölümdü tek başına yaşanan, aşk iki kişilikti...

Gökyüzü bir kızardı, bir kapkara oldu saçların gibi... Bak, o bile seni hatırlattı bana, gözlerinin karası gibi... Gözlerin gibi öfkeliydi yıldırımlar o gece... Yeryüzüne düşen ilk yağmur tanesiydi elimdeki, elimde hayallerim bile yitmişti... Umutlarımdı yanımda olan nicedir, hayallerim ve düşlerim... Ne zaman terk ettiler beni, hiç bilemedim... Sense sadece yoktun, SADECE YOK!!!... Oysa, yalnızlıktı tek başına yaşanan, aşk iki kişilikti...

Ellerimdeki yağmur tanesini bıraktım denize, özgürlüğüne kavuşsun diye... Büyüdü, büyüdü deniz oldu... Sonra deniz büyüdü büyüdü okyanus oldu... Okyanuslar geçilmez, dağları aşılmazdı ve kırılmış kalbim bir düşman gibi seni andı... Sense sadece yoktun... Sadece yok!!!

Bıraktım kalan son hayallerimi de özgürce gökyüzüne... Özgürce döndüler önce başımın üstünde sonra uçtular semaya... Bir öpücük kondurdum her birine, kokumu sana taşısınlar diye... Duydun mu?

Sen ise sadece yoktun bu aşkta, sadece yok...Bense, iki kişilik yaşadım bu aşkı, yorgun bir kambur gibi üzerimde, BİR BASIMA KATRAN GECELERDE!.. Senden kalan son hatıraydı, yüreğimdeki AŞKIM; onu da semaya bıraktım... ÖZGÜRCE! Geriye kalan sadece CAN kırıkları!..

HANİ, ÖLÜMDÜ BİR BAŞINA YAŞANAN, AŞK İKİ KİŞİLİKTİ???
 
Yolumuzdaki Engeller ( Yazar : Bilinmiyor )


Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendiside pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacaktı?

Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler.

Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.

Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı ama, kayayı da yolun kenarına çekti.

Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı.

Kese altın doluydu.Bir de kralın notu vardı içinde.

"Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral.

Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı.

"Her engel, yaşam koşullarınızı iyileştirebilecek bir fırsattır.."
 
Yönetici Konfüçyus ( Yazar : Bilinmiyor )


Konfüçyüs, Hükümdar'ın isteği üzerine bir süre için şehrin yönetiminde olmayı kabul etti. Yedi gün izledi. Yedinci gün yüksek memur Şao-Çeng'i idam ettirdi, cesedin üç gün açıkta kalmasını emretti.

Öğrencileri çok şaşırdılar, yanına gittiler, sordular: "Şao-Çeng bu şehirde hatırlı ve kuvvetli bir adamdı. Şimdi şehrin yönetimini aldıktan sonra ilk işiniz onu astırmak oldu. Bu yaptığınız doğru mudur. Bildiğimiz kadarıyla bu adam haydutluk, hırsızlık yapmamıştı..." Konfüçyüs "yaptığımın nedenlerini size anlatayım" dedi ve anlattı: "Dünyada beş ağır suç vardır. Haydutluk ve hırsızlık bunların arasında değildir, daha sonra gelirler. Bu beş suç şunlardır:

Birincisi uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gözüpeklik; İkincisi aşağı bir hayat tarzıyla birlikte inatçılık; Üçüncüsü çenesinin kuvvetli olmasıyla birlikte yalancılık; Dördüncüsü herkesin ayıbını, kusurunu aklında tutmakla birlikte herkesle dost geçinmek; Beşincisi hak ve adalet duygusu olmamakla birlikte yaptığı haksızlıkları süslü ve parlak gerekçeler arkasına gizlemek.

Şao-Çeng'de bunların beşi de vardı. Nereye gitse taraftar topluyor, hizipler yaratabiliyordu; aldatıcı fikirlerini parlak konuşmaların arkasına gizleyebiliyordu; zulmüyle adaleti tersine çevirebiliyordu. Aşağılıklar birleştiği zaman ortaya çok güçlü bir kötülük çıkar. Ben de şehir halkı için tasalanmak yerine bu adamı idam ettirmeyi tercih ettim."
 
Yüzleşme Bunalımı ( Yazar : Nazmi Ünar )


Kendine ait olmayan bir yerde, kendinle savaşın öyküsü bu. Belki de biryüzleşme bunalımı. Kayıp değerlerinin ; vaktiyle elinden istemesen de alınan budeğerlerin, tekrar bir arayışı. Yabancılık kalelerini üstlenmiş, bayrağınısancağa çekmiş, yorgun ve yalnız bir savaşçının öyküsü.

İşte ben. Adım Tahir. Hatırlıyorum da yalnızlık kalesini ilk keşfettiğimde, yani kendimi ilk defa yendiğim anda, o görkemli surlarını bana nasıl da açmıştı. Hayranlığımı gizleyemediğim bir andı ve sonraları ise kimseyle paylaşmak zorunda kalmadığım, sonsuz topraklardı oralar.

İsterseniz size bahsedeyim biraz buradan. Yüksek kapıları, bana ilkdefa açılmıştı. En son hiçbir şeye tutunamadığımı hatırlıyorum. İşimden dahayeni çıkarılmıştım. Ve gerçekten kendimi çok kötü hissediyordum, yani ; işeyaramaz.Uzun bir süre iş aradım ama sonuç neydi? Başarısız. Tanıdığım insanlaryavaş yavaş perdelerini kapamaya başlamıştı. Her geçen gün dünyam daha daküçülüyordu. Biliyordum ki en sonunda beni de yok ederek küçülmesinitamamlayacaktı. Bir şeyler yapmalıydım. Kurtulmak, kendi farkındalığıma ulaşmakiçin bir çaba vermeliydim. Ruhumun daha önce hiç görmediği, duymadığı bir çabaolmalıydı bu. Çünkü gittikçe çürüyordu, erimeye yüz tutmuştu. Eskisi gibidışarıya çıkamaz oldum ve tabii ki eskisi gibi de para harcayamıyordum. Sonuçtakonumum işi olmayan, işe yaramayandı. Uzun bir süre evden dışarı çıkmadım,ihtiyacım olan telefonlar, gün geçtikçe daha az çalmaya başladı. Ve en sonundaiflas etti. Bir gün evde ; alıştığım sıkıntı bulutları üzerindeki ara!yışımda, bir çıtırtı beni kendime getirdi. Bu sesin kaynağını merak eder oldumbir anda. Belki de evimde, istemediğim bir misafir beni mutlu etmek için evinbir yerlerinde bekliyordu. Bütün evi talan ettim, her yerde o sesi aradım.Şaşırdığım an ; o unuttuğum kütüphanemdeki, bir kitabın benimle iletişime geçmekiçin intihar ettiğini gördüm andı. O koca tahta blokların arasında,arkadaşlarının yanından ayrılarak yere bırakmıştı kendini. Ve tabii ki o andada, aradığım çıtırtıyı çıkartıvermişti. Onu ilk elime aldığımda, kendimi çok garip hissettim. Aklım bir anbana oyun oynadı ; beni terk edip, vahşi bir yerlerde huzur vermişti bana.Kitabın ismine bakmadan okumaya başladım. Eski bir kahramanın, savaşçınınöyküsüydü bu. İnancın ve vicdanın savaşıydı. Her gece işten çıktığımda yaşadığımsavaş gibiydi. Kitabı bitirdiğimde bir şey olmuştu ; Bir sihir, hiç beklenmeyen,olmasına bile ihtimal verilmeyen bir rüya. Kitabın kahramanı karşımda, elindebüyük bir anahtarla huzurlu bir şekilde bana bakıyordu.

En başta ondan ölesiye korktum, fakat yalnızlığımı paylaşan bu adam,içimdeki bütün korkuları bir savaş arenasındaki gibi yok edivermişti.Şaşkınlıktan da öteydi her şey. Bir anda, ne olduğunu anlayamadan, kendimidevasa bir kalenin önünde buluverdim.

- İşte bu senin eserin, dedi kahramanım. Şimdi sana elimdeki anahtarıvereceğim ve sende sonunda, savaşa başlayacaksın.

Böyle bir iletişimin gerçek olabileceğini düşünmemiştim. Geneldepatronlarımla konuşmaya alıştığım bir edayla yanına yaklaştım. Korkak ve ürkektavırlarım, kendilerini hissettiriyorlardı, kalbimin çarpışları beni aşıyordu.

- Af edersiniz ama size bir sual sormak istiyorum. Hangi savaştanbahsediyorsunuz siz?, dedim. Kendimi kıstırılmış hissediyordum.

Kahramanım, ufak bir gülüşle karşılık verdi soruma. Huzur veren sesisanki her yerdeydi, her yeri kaplıyordu.

- Uzun süredir farkında olmasan da seni izliyorum. Ne zaman kapılarınıaçacaksın, kendinle olan savaşa başlayacaksın diye. Şu anda sana, kendi ürününolan bu kalenin anahtarlarını bırakacağım. Neden dersen ; Bana özgürlüğümüvermenin yeterli bir sebep olduğunu söyleyebilirim. Birazdan gideceğim ve seninsavaşın başlayacak. Silahlarını her kuşandığında, ister istemez kendine bir adımdaha yaklaşacaksın. Ve sonunda, ya kaybedeceksin ya da galip geleceksin.

Gözümü kırptığımı ve en son kendimi yatakta bulduğumu anımsıyorum.Karanlık, gündüzle savaşıyordu ve tabii ki galip gelecekti. Kitap bitmiş vevücudum yorgunluktan kendini yatağa bırakmıştı her halde. Hava almak içindışarıya çıktım. Kitabım elimde ve kahramanım yüreğimdeydi.

İşte yalnızlık kalesiyle ilk böyle tanıştım. Zaman içerisindeyansımalarımla bir çok savaşa girdim. Bazen yenildim, bazen kazandım.Topraklarıma toprak ekledim , yeni yüzlerle tanıştım. Ve kendi çapımda küçük birordu kurdum. Kendim için. Komutan olarak "inanç" geldi ,. peşinden de "vicdan" ,"duyarlılık", "cesaret" ve "sevgi" geldi. Yalnızlık kalesi, her geçen günbenimle doluyordu, gittikçe güçleniyor ve sınırları alabildiğince uzuyordu.Bazen kendimi Çin Seddi gibi hissediyordum.

Kendimle olan bu savaşta çok üzücü anlar da geçirmedi değilim. Kaleningüçlü savunucularından olan bazı yansımalarım bana ihanet etti. Beni terk edipsavaş açtılar bana. Amaç ben miydim, yoksa yalnızlık kalem miydi? Bunu hiçbilemeyeceğim ama ortadaki savaşta çok kan döküldü, çok masum yaşamını yitirdi."Hırs" , "nefret", "kusur", "korku", "acı", "kin" ve hatta bazen "inanç" ım.Bunların hepsi birleşmiş, kılıcı kalbime saplamak, bayrağımı sancaktan indirmekiçin, içinde bulunmaz bir istekle yanıp tutuşuyorlardı. Hepsiyle savaştım, hiçvazgeçmedim, hep denedim. Ve büyük bir özveriyle, özenle korudum yalnızlıkkalemi. En kıskançları, "aşk" tı ve en yaratıcıları. Hayal gücü o kadar büyüktüki, günlerce meleklerin ağladığını hatırlıyorum. Kendimle olan savaşım, benolduğum sürece devam edecekti. Derken bir gün : Uzun yolculuklarla ve büyük biraşkla yarattığım "yalnızlık kalesi" ; yok oldu. Günlerce, aylarca aradım. Panikhali, hunharca üzerime geliyordu, vazgeçmiyordu.

İşte kahramanımın tekrar çıkış öyküsü. Bir çıtırtı duymuştum evde ;aramaya başladım her yeri ve kütüphaneme geldiğimde yine karşımdaydı. Yaşlanmış,yorgun görünümü beni şaşırtmaya yetti. Eskisi gibi genç değildi ve tabii ki okadar dayanıklı görünmüyordu. Elbiseleri göz kamaştırmıyordu artık. Yok olmayayüz tutmuş gibi bir ifadesi vardı. İçimdeki merak zaafına yenik düşmüştüm, onadoğru birkaç adım attım,

- Yalnızlık kalesini arıyordum kahramanım, onu kaybettim. Lütfen banayardım et. Gördün mü onu, biliyor musun nerede?, dedim.

Kahramanım diz üstü yere çöktü. Sanki etrafı soluk almaz bir siskaplamıştı. Ortalık bulanıklaşmıştı. Ayağa kalkamadı, yanına gelmemi istedi. Zoradımlarla isteğini yerine getirdim, iyice sokuldum ona. Kısık ve çatallı birsesle :

- Yalnızlık kalesini artık arama boşuna, dedi. Çünkü yıktın surlarını.Yaşadığın dünyan ; senin "yalnızlık dünyan" oldu. Artık çok daha büyüksün.

- Peki ya sen, dedim. Onun için gerçekten endişeleniyordum. Kahramanımölüyordu. Sen niye böylesin?

- Ben ölüyorum, dedi. Görevimi teslim vaktim çoktan geldi de geçiyor.Başka bir ruhta ve başka bir zamanda tekrar çıkacağım gün ışığına. Lütfen benidüşünme artık. Yapacak çok ama çok işin var.

Bu cümlelerin bitmesiyle, büyük bir çıtırtı duyuverdim. Önümedöndüğümde kahramanım yoktu artık. İçimde tarif edilemez bir acı yaşadım.Gözlerimi açtığımda, kendimi, lüks bir lokantada, aynı masada tanımadığım birçok insanla beraber buluverdim. Yeni işimi kutluyorduk. Küçük bir gülümsemeyle,ruhumdaki bütün çiçekleri, kahramanımın anıtına yağdırdım. Onun da dediği gibisavaş bitmez. Her şey sadece bir yüzleşme bunalımı. Ve şimdi kendimle değil,kendime ait olmayan bir dünyayla olan savaşım başlıyor, hatta çoktan başladıbile...
 
Zengin Hintli ve Falcı ( Yazar : Bilinmiyor )


Çook zengin bir Hintli, geleceğini öğrenmek istedi ve sarayına bir falcı çağırttı. Falcı, önce bu zengin kişinin avucuna baktı, sonra yüzünü göğe çevirdi, yıldızlara baktı, daha sonra da cam küresine baktı ve gördüklerini tek tek söyledi:

- Efendimiz, üzülerek söylemek zorundayım, sizi çook büyük bir felaket beklemektedir dedi. Altı oğlunuzu da kaybedeceksiniz ve altısının da ölümlerine tanık olacaksınız.Zengin Hintli,"felaket habercisi bu falcıyı sarayından kovdurdu. Kendisine bir kese altın veril-mesini beklerken kovulan falcı, söylenerek dışarı çıktı.Zengin Hintli adam larına, geleceği doğru dürüst görebilen başka bir falcı bulmalarını söyle-di. Adamları kentte ünlü bir başka falcı bulamayınca, bir önceki falcıya gittiler, ona danıştılar. Ben kılık kıyafetimi değiştiririm, başka bir falcı gibi sizlerin huzununuza gelirim dedi. Siz de efendiniz karşısında, başka bir falcı bulamamış beceriksizler durumuna düşmekten kurtulursunuz.

Birinci falcı, iki gün sonra başka bir falcı görünümünde yeniden saraya gitti ve bu kez yeni kimliğiyle zengin Hintli’nin karşısına getirildi. İlk geldiğinde yaptığı gibi yine önce zengin Hintli’nin avucuna baktı, sonra yüzünü göğe çevirdi, yıldızlara baktı, daha sonra da cam küresine baktı ve gördüklerini yine tek tek ama bu kez değişik biçimde söyledi:

- Efendimiz, Tanrı’nın nimetleri üzerinizden hiçbir zaman eksik olmayacak dedi.Sizin altı oğlunuz var ama, siz onların tümünden daha çok yaşaya-caksınız, onların tümünden daha uzun ömürlü olacaksınız. Ne kadar talihli bir babasınız ki, evlatlarınızın hiçbiri, babalarının ölümünü görmeyecek, hiçbiri yaşamında baba acısı tanımayacaktır...Falcının, geleceği böyle görmesinden çok mutlu olan zengin Hintli, adamlarına emir verdi ve onlar da falcıya bin altın verdiler.
 
---> hikayeler

Daha müsait bir zamanda tek tek okuyacağım..Hayata dair yaşanmışlıkların özü saklıdır mutlaka..

Teşekkürler emeğinize
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers haber
vozol puff
Geri
Üst