hikayeler

Bir Saldırı ( Yazar : Refik Halit Karay )


Boğaziçi’nin Anadolu kıyısındaki ıssız, bayır ve yarı boş köylerinden birinde huysuz bir kış akşamıydı. Ayrıca yağmur yağıyordu. Fakat rüzgar öyle ıslak esiyor ve her tarafı öyle sırsıklam ediyordu ki yokuşlardan sürekli seller akıyor ve oluklardan kesintisiz sular boşalıyordu. Bir haftadan beri sürüp giden bu kapanık ve yaş hava altında ahşap evler sünger gibi rutubeti çekmişler, şişip doymuşlardı; artık suları ememiyorlar, dışarıya veriyorlardı.

.....

Tam fıstığın altına, o dik ve dolambaç yere gelmişti, birden gırtlağına bir elin yapıştığını ve alnına soğuk bir demirin dayandığını duydu, gerilemek istedi, yapamadı; ilerleyeyim dedi, kımıldanamadı; boyun eğmiş, güçsüz, durmaya mecbur oldu, bekledi. Rüzgarın uğultusu içinde boğuk bir ses:

Cüzdanını!..

Diye emretti. Hayrullah Efendi şakağına uzanan tabancaya rağmen canına ilişmek istenilmediğini anlayınca, bu ümitle helecanla;

Aman, dedi, peki, vereyim!

Fakat gırtlağı hala o demir kıskaç içinde sıkışmış olduğundan bu cümlesinin işitilip işitilmediğini anlayamadı; yalnız bir eliyle cüzdanını çıkardı ve ötekine uzattı.

.....

Hırsız, karanlığın içinde telaşla, cüzdanını açtı. Hayrullah Efendinin elinden elektrik lambasını kapıp bir atkı ile sarılı olan yüzünü göstermemeye çalışarak içini acele acele yokladı. Kağıtların üzerindeki yüz rakkamı bu keskin ışık altında daha çekici ve daha anlamlı görünüyor, büyür gibi canlı duruyordu. Herif, vahşi sesiyle:

Kımıldarsan vururum!

Dedi. Eli bir süre, kağıtların üzerinde örümcek gibi korkunç, kararsız, şaşkın düşünceli dolaştı, dolaştı, parmaklar büküldü, tereddüt eder gibi durdu, sonra yalnız bir tanesini, bir beş liralığı çekti, cüzdanı kapadı ve geri, sahibine, Hayrullah Efendi’ye uzattı. Şimdi ışık sönmüş ve hırsız yokuştan aşağı çılgın gibi koşarak arkasına bakmadan kaçmaya başlamıştı.

Hayrullah Efendi korkaktı; fakat hem dinç, hem de çok meraklı, araştırıcı bir adamdı. Şu acemi ve acaip hırsızı, geçirdiği korkuya rağmen, kovalamak isteğine karşı koyamadı, rahat koşmak için kukuletasını indirdi ve daha fazla düşünmeden merakın ve memnunluğun verdiği bir cesaret ve atılımla kaçanın arkasına düştü; yuvarlanır gibi süratle bayırı indi, karaltılar içinde, bastığı yeri görmeyerek, koşuyor, yetişmeye çalışıyordu.

......

Hırsız dosdoğru bir bakkala girdi.

Hayrullah Efendi, duvar dibinde sinsi sinsi yürüyerek cama yaklaştı ve eğilip iki turşu kavanozunun arasından içerisine göz attı. Herif atkının ucu ile terlerini siliyordu, beti, benzi uçmuş, hasta yüzlü, traşı uzun, zayıf, acınacak bir adamdı, arkasında asker kaputu bozmasından yarı palto, yarı hırka garip bir elbise vardı. Sık sık soluduğu ve etrafına şaşırmış gibi baktığı dışarıdan bile fark olunuyordu. Bakkal raftan bir okka ekmek aldı ve ona uzattı; öteki bunu derhal kaptı, bir ucundan koparıp koca lokmayı hemen ağzına attı. Bir taraftan yiyor, bir taraftan kah zeytin çanağını, kah sucuk halkasını göstere göstere başka şeyler ısmarlıyordu. Bu ne acemi, ne aç, ne zavallı bir hırsızdı. Hayrullah Efendi, yüreğinin ezildiğini duyarak ve kendisini göstermeyerek herifin çıkmasını bekledi.

Rahatlamış gibi telaşsız uzaklaştığı zaman artık arkasından gitmeyi gereksiz buldu, dükkana girdi:

Bu çıkan adam kimdir?

Diye sordu. Aldığı cevaptan anladı ki ona bu gece, bayırda, fıstığın dibinde tabanca uzatıp gırtlağına yapışan ve sonra yedi yüz liranın içinden beş lirasını alarak kaçan bir hırsız değil, namuslu bir aç adamdı. Kimbilir ne vicdan azaplarından, ne mücadelelerden ve kaç günün açlığından sonra, her atılımı, her başvuruyu deneyip ümitsiz, eli böğründe kalıp bu saldırıya karar vermişti...

Çünkü mütareke yıllarında bulunuyorlardı; cepheden veya esaretten sıskası çıkmış dönen, hastahaneden tedavisi bitmeden sakat ve illetli olarak kapı dışarı edilen nice yedek subaylar vardı ki, ne maaş alabiliyorlar, ne iş bulabiliyorlardı. Yıllarca özlemini çekerek, yaşadıkları hudutlardan, evlerine dönünce açlıktan ve yoksulluktan bir tutam mutluluk ve rahata kavuşamamışlardı. Bu öyle bir devir idi ki, yalnız askeri bir felakete bağlı kalmıyordu; sosyal bakımdan da dünyanın en korkunç, usandırıcı ve kemirici bir devresi idi; koca bir insan soyu, dermansız babalar, ezgin analar, gıdasız çocuklarla, özellikle bozulan bir ahlak ile kavruk, yatkın çürük kalmıştı.

Demin gırtlağına sarılan adam, kendisi burada karına bakıp işini yoluna koyduğu sıralarda, dört yıl, göğsünü; o işin rahatça görülmesine, ta uzaktan, savaş meydanlarında siper yapmıştı. Zorla aldığı para bir pay, bir hak idi.

***

Hayrullah Efendi, ertesi gün bir kayık erzak hazırlattı ve onun evine gönderdi; götüren adam dönüşünde anlatıyordu:

Kapıyı bir kadın açtı, “Olamaz bizim efendinin şimdi bunları alacak vakti yok, yanlış getirdiniz!” diyordu. O sırada kocası geldi, “Kim gönderdi?” diye sordu, biz söylemedik fakat anlamış olacak ki, dayatmadı, başını öte yana çevirdi, peki iyi göremedim ama sanırım ağlıyordu!
 
Bir Sevda Hikayesi ( Yazar : Cemil Cennet )


Bugün sakin ve güzel bir gündü. Görünüşte diğer günlerden farkı olmayan bir gün; ancak, hiç de göründüğü gibi bir gün değildi. Bakmasını bilen için hiçbir zaman günler birbirinin aynısı değildir. Çevreye kapalı gözle bakanlar olan bitenden habersiz yaşadıkları için çevrelerinden hiçbir şeyin değişmediğini söylerler. Aradan yıllar geçmesine rağmen görüştüğünüz birine: “Ben oradan ayrıldıktan sonra neler oldu, ne değişti?” diye sorduğunuz zaman genellikle: “Her şey bıraktığın gibi” cevabını alırsınız. Bu sözün iki anlamı var: “birincisi, sana anlatmak istemiyorum, ikincisi ise ben kör yaşıyorum....” Ne yazık ki bu gizli cevaplardan çoğu zaman ikincisi doğru oluyor. Bundan şunu anlıyoruz ki biz bir sürü körle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Bu insanların dünyayı anlamaları ve ona karşı da tavır almaları da çok farklı oluyor. Onlar dünyayı körlerin fili tarif etmesi gibi parça parça anlıyorlar, bu yüzden de mutlu olmaları mümkün olmuyor. O bunları düşünürken karşı balkondan bir müzik sesi geldi. Sonra etrafındaki çiçeklerin kokusunu hissetti. Bir rüzgar esti, onun serinliği bütün vücudunu sardı. Balkona baktı, çok güzel sarışın bir kız balkon demirlerine dayanmış gökyüzüne bakıp müziğin ritmine uyarak başını sallıyor ve ara sıra ağzındaki sakızı şişirip şişirip patlatıyordu. Önce kıza baktı. Sonra müziğe kulak verdi. Çok yanık bir türküydü bu. Sonu hüsranla biten, acı bir aşk hikayesinin türküsü.. Türküleri ve bunların hayatla olan sıkı bağlarını düşündü. Hiçbir edebi tür Türküler kadar hayatı derinden kavramıyordu. Yine hiçbir edebi tür Türküler kadar yaşanmamıştır. İşin garibi, Türküler hep yanık, hep acıklıydı. Hemen hepsinin temelinde gönül kanatan bir hikaye vardı. Bu yüzden de Türkülerimiz hep gözü yaşlıdır. Onları dinleyenlerin de gönülleri kanar ve gözleri yaşarır. Anadolu’da görev yaparken küçük bir kız çocuktan bir türkü dinlemişti. Nişanlanan genç başlık parası biriktirmek için gurbete çıkar. Aradan yıllar geçer. Başlık parasını biriktiren genç adam evine varır. İçeriye girer onu kimse karşılamaz. Ev boştur ve terk edilmiş bir hali vardır. Bir müddet sonra komşular onun etrafını alırlar. Genç adam onlara ana babasını sorar. Ona iki mezar gösterirler: “Aha anay babay burda” derler. Genç sarsılır, gözleri dalar, bir müddet geçer; bu sefer de: “Ya nişanlım Fato nerde” der. Komşular birbirinin yüzüne bakarlar ve: “O çoktan evlendi” diye cevap verirler. Gurbetten dönen bu insan kendi köyünde gurbeti bulur. Ana babası ölmüş, sevdiği Fato’su başkasının olmuştur. Artık o orada duramayacak ve çekip gidecektir. Çünkü başka çaresi kalmamıştır.
Balkondan gelen sesteki Türkü de bundan farksızdı. O anda bunun gibi binlerce, hatta yüz binlerce anlatılmamış sevda masalını düşündü. Bunlar bilinen hikayelerdi, ya bilinmeyenler. Çevresindeki insanları düşündü. Yanından gelip geçen bu insan selinde kim bilir ne acı fakat anlatılmamış sevda hikayeleri vardı. Sonra kendini düşündü. Onu hala yakan ve bir türlü peşini bırakmayan bir hikayesi yok muydu? Elbette vardı; ama ne yazık ki bu hikayenin bir Türküsü bile yoktu.
Gözlerini uzaklara, çok uzaklara dikti. Önündeki beton blokları delen bakışları çok uzak yıllara uzandı. İçinde çok ince bir sızı başladı. Bu sızı yavaş yavaş bütün uzviyetini sardı. Öyle ki bir müddet sonra baştan ayağa acı içinde kaldı. Bunca yıldan sonra hala aynı duyguları duyuyor olmasına şaştı. Kalbi çarpıyor, sanki yeniden o güzel günlere geri dönmüş gibi yüzü kıpkırmızı kesiliyor, dili tutuluyor, içi daralıyordu. Yaşı altmışı geçiyordu. Aradan yirmi yıl geçmişti. O hala yüreğini yakan bu aşkı içinden söküp atamamış, ondan kaçamamıştı. Sevdiği kadını nerede ve nasıl tanıdığını hiç düşünmedi. Onu görmeden sevmiş, ona deliler gibi bağlanmıştı. Aylarca konuşmuşlar, telefonlaşmışlardı. Onu çok sevmişti, fakat, sevdiği kadın evliydi. O da evliydi. Buna rağmen onu çok sevmişti. Kadın da bu duygulara kayıtsız kalmamış o da onu tertemiz duygularla sevmiş, ona bağlanmıştı. Bu çaresiz bir aşktı. Kavuşmaları, aynı çatı altına gelmeleri, birlikte bir yuva kurmaları imkansızdı. İkisi de bunu biliyordu, bu çaresizliği yenmeye güçleri yoktu. Kader onları koparılması imkansız bağlarla ayrılığa bağlamıştı. Bu bağları koparmaya çalışmadılar. Biliyorlardı ki bu bağları koparmaya çalıştıkça çaresizliklerini daha derinden anlayacaklar ve daha çok acı çekeceklerdi. İlk buluşmalarını düşündü. İstanbul’da buluşmuşlardı. İkisi de on sekizlik aşıklar gibi heyecanlıydı.. Yanlarında daha üç kadın vardı. Bir müddet birlikte konuştular, sonra kadınlar kalkıp onları baş başa bıraktılar... Adamını dili tutulmuştu, hasretlisi yanındaydı. Ona istese dokunabilirdi; ama, buna bir türlü cesaret edemiyordu... Dokunsa sanki elinden uçup gidecekmiş gibi bir hisse kapılıyordu... Ona, canım, sevgilim sen benim bir tanemsin, sen benim ömrümün anlamısın, sen benim ruhumsun, sen.. sen... ve daha bunun gibi dünyada ne kadar güzel şey varsa söylemek istiyordu... Fakat boğazına bir şey düğümlendi... Bütün bu düşündükleri orada takılı kaldı, bir türlü dudaklarından dökülüp o sevgili yare ulaşamadı...

Kadın onunla pek göz göze gelmek istemiyordu... Nedendir bilinmez ama, adam, her şeyin bittiğini düşünüyordu... Daha önceki konuşmaların sıcaklığını bir türlü bulamıyordu... Ancak onu çok daha derinden sevdiğini hissediyordu. Yüreğini büyük bir acı sardı. Gözleri doldu... Ağlamamak için kendini güç tuttu... Kadın konuşmasını bekledi ve dayanamadı: “Söyle” dedi. Adam önüne baktı. Konuşmaya gücü yoktu. Konuşsa sesi ağlamaklı çıkacak ve kendini tutamayıp ağlayacak, etraftakilere rezil olacaktı... Kadına: “gözlerime bakmıyor musun, anlamıyor musun?” diyebildi... Kadın: “Elbette bakıyorum ve anlıyorum, o kadar aptal değilim” dedi. Adam: “Bana doğru söyle, beni seviyor musun?” diye sordu. Kadın: “evet” dedi... Çok mutlu olmuştu... Ama içindeki azabı bu söz de dindiremedi... Biliyordu, bu ilk ve son buluşmaydı... Kadın aynı şeyi düşünüyormuydu bilmiyordu... Belki onu kırmamak için: “Gün doğmadan neler
doğar, bakarsın ilerde yine buluşuruz, yine görüşürüz” dedi... Bu pek inand! ırıcı gelmedi adama...

Ayrılma zamanı gelmişti. Kalktılar... Yürüdüler ve yemek yiyen diğer üç kadının yanına gittiler. Adam: “Ben gidiyorum, siz yemek yiyorsunuz, sofrada elinizi sıkmayım, tanıştığıma memnun oldum” dedi ve hemen yanında ayakta duran sarışın kadının elini tuttu. Ona ne dediğini bilmiyordu... Ayrıldılar... Adam giderken defalarca geriye dönüp o güzel sevgilisine içi kan ağlayarak baktı... Ne yazık ki onun sırtı ona dönüktü, yüzünü çok istediği halde göremedi...

Bu onların son görüşmesi olmuştu......
Saatlerce oturduğu yerden biraz zorlukla da olsa doğruldu. Evin önündeki çiçeklere doğru yürüdü. Hepsine teker teker baktı ve hepsini okşayıp sevdi. En sonunda bir sarı gülün önünde durdu. Onu eline aldı. Eğildi ve derin derin içine çekerek kokladı. Yapraklarını tek tek okşadı, sevdi. Yoldan geçenler bu yaşlı adamın çiçekleri ne kadar sevdiğini düşündüler. Ona hayretle baktılar, gıpta ettiler. Ne yazık ki hiç biri onun o sarı gülü neden bu kadar sevdiğini ve onu okşarken içinde bir ateşin yandığını bilmiyordu. Gülün üzerine düşen iki damla gözyaşını ise yaşlı adamın kendisinden başka hiç kimse görmedi.
 
Biz Bizi Unutmayalım ( Yazar : Ayşegül Yılmaz )


Bir istasyondaydım biraz önce .Tüm dostlar,akranlar ve eski sevgililer ordaydı.Bir tren geldi ve herkez gitti.Hepsi aynı treni bekliyormuş gitmek için.Trenin o acı düdüğü ve dumanı kaldı kalbimde.Çok yalnızım derken arkamda bir soluk.Bir ben bir sen kalmışız bu istasyonda....

-“ya sen ne bekliyorsun gitmek için” dedin çekingen ve kısık bir sesle.

-“hiçbir sey” Hep aynı hazır cevap var içimde nereye ve nevar sorularına cevap. HİÇBİR ŞEY YOK...Sen hep biliyorsun ki bu cevap bir kaçış benim için
...

Hiçbir şey olmamış gibi sarıldın bana bende bıraktım kendimi güven dolu kollarına.Sana baktım başın öbür taraflarda sanki gidenlerle gitmiş gibiydin.Konuşup anlattım sana “mıy mıy” “hı”deyip geçtin dinlemedin ve bakmadın.Kuruntu yapma dedim içimden.Sanki biraz sonra olacakları hissetmiştin.Bu suskunluğun sebebi biraz sonra kopacak fırtınaydı.Çünkü güç toplayıp beni koruman lazımdı.Cenaze arabasının suskunluğunda gardan çıkıp yola koyulduk.Nesen konuştun nede ben bu suskunluğun sebebini sordum sana.

Trafik tıkanmış arabalar ardı ardına bekliyordu.Bu fırsattan istifade eden satıcılar arabalara doğru koşuşuyordu.Herkez gibi bizde ne sattığına bile bakmadan ya kafamızı çeviriyorduk yada bıkmışlığın tüm fırenleri patlamış vaziyette “istemiyoruz”diye haykırıyorduk.Sevimli boyu anca arabanın camına yetişen satıcı bir çocuk bize doğru yaklaştı

–Abi bu çiçekleri al sana dedi

-.......(Sadece kafanı çevirdin)

-Abi bugün aşıklar günü.Sevgilini sevindirsene.Bu gün 14 Şubat abi...

-..........?????

-........?!!!!(bugün sevgililer günü bu gün 14 subat Bugün Julıa aşkını sundu St.Valentinaya oda hayatını .Bu gün .....Bu..gün..)
- Hadi lan daha bir hafta var 14 Şuba...tt....a !(Gözlerin saat le bütünleşti)

-......!!!!

-.....!!

Ve bir kurtarıcı gibi yetişti arkadaki sabırsız arabanın kornası.Yol açılmış ve devam etme zamanı gelmişti suskunluk rüzgarlarına.Başın öbür tarafta gene. Bense böyle bir günü nasıl unuttuğumu düşünüp duruyorum.Oysa ne kadar önemliydi özel anlar .Yoksa artık özel değilmi.Yoksa artık bizim hiç özel anımız yokmu .Sende unuttun bende.Biz unuttuk.Biz bizide unuttuk.

-(küçük ve çekingen bir öksürük ve..)Bugünün 14 Şubat yani sengililer günü olduğunu unutmuştun demi.bende unutmuşum ya....Ama geç kalmış sayılmayız.Saat daha 9:00 belki bir yerlere gidip bir şeyler yeriz ha ne dersin.Acıkmışsındır sende...?

-(eskiden tüm soru ve cümlelerin ardından canım yada aşkım gelirdi.Şimdi bitsin diye konuşmalar son harfler bile kısalıyor)Eve gitsek iyi olacak.Pek aç değilim.Sen açsan evde ıspanaklı börek olacaktı.Zaten ben çok yorgunum.(Yorgunmu neden..?Bilmiyorum.Hayattan bu kadar kopmuşken neydi beni yoran peki.Bağlı olduğum halatlarmıydı beni yoran.belkide asılı yaşamak yormuştu beni .)

Sağa doğru sinyal verdin ve bir çiçekçi dükkanın bir dükkan aşağısında durdunsormadımda zaten. Hep yapmaya. Biliyordum ne yapacağını bu yüzden çalıştığın gibi şimdide aynı nakarat “hiçbir şey için geç değil doldura biliriz suskunluklarla dolan boşlukları”

Elinde bir buket papatya ile geldin.O kadar güzel ve narinlerdiki bir an tutmaya bile kıyamadım.

-Canım biraz geç oldu ama bunlar senin .

-Teşekkür ederim canım çok naziksin.

Birde kart yazmışsın buketin üstüne.

“BENİ GÖREMEZSİN .ÇÜNKÜ BEN SENİN BAKTIĞIN YERDE DURMUYORUM”

Gözlerimdeki damlalar sıraya girdiler ve süzülmeye başladılar.Hızla başımı sana doğru kaldırdım ve boynuna atladım.Okadar sıkı sarıldınki bana sanki bir uçurumdan düşmek üzereydim de bırakırsan düşecek gibiydim. Ellerin saçlarımı okşarken “geri dön aşkım bize” der gibiydi.

-Bize ne oldu Ali ..?Kaç yıl geçti o heyecanlarla kutladığımız anlardan bu yana.Peki biz nereye kaybolduk.

-(Her zamanki sakinliğinle..)Biz şimdi mahsende yıllanmayı bekleyen şarap şişelerinin üstüne etiket olduk, anılarımızsa mantarların içine hapsedilmiş bir rüzgar bekliyorlar kıpırdamak için.

-Bu rüzgar ne zaman esecek.

-.....?Bana geri döndüğünde ,bende döneceğim bize.-

-Ben burdayım işte.

-Hatırlıyormusun bana benim içimde biri var demiştin. Bir kız çocuğu konuştuğum, ağlaştığım, heyecanlandığım bir ben daha varım demiştin. İşte o kız çocuğu döndüğünde, gözlerin yine ışıl ışıl olduğunda, sen sana döndüğünde bir rüzgar esecek ve biz bize döneceğiz.

-(hıçkırıklardan konuşamadım bir süre) Neden bu kadar koptum ben .NEDEN..?

Peki sen neden bu kadar uzun süre sustun canım......?
 
Bulmaca ( Yazar : Mehmed Aydın )


Kocası öleli tam dört yıl olmuştu... Sözünde durmuş ve ondan önce ölmüştü. Ya o önce ölseydi nasıl yaşardı. Yirmialtı yıllık bir evlilik yine böyle bir sonbahar ikindisinde aniden çekip gitmesiyle son bulmuştu. Yaşlı kalbi durduğu anki ifade hala hatırından silinmemişti. İrileşmiş gözbebekleri sanki ona birşeyler anlatmak istiyordu. Zaten son zamanlarında iyice garipleşmişti ; odasından hiç çıkmıyor, yüzündeki o efsunlu ve muzip gülümsemeyle saatlerce birşeyler çiziyor, mukavva ve tutkal kokusu arasında çalışıyordu. Oysa, o günden, yorgun kalbinin durup, onu bahçedeki yüce ceviz ağacının altına emanet ettiği günden bu yana o odaya hiç ama hiç girmemiş, girememişti. Bazen onun hala orada çalıştığını hisseder de cesaret edip giremezdi. O’nu görememekten çok görme ihtimalinin korkusuydu bu.

Deniz kokan serin kuzey rüzgarının savurduğu yaprakların hışırtısı onu daldığı düşüncelerden uyandırdı. Ne kadar zamandır orada oturduğunu düşünerek ufka meyleden güneşe bakan sandalyesinden yavaşça kalkarak kapıya doğru yollandı; epeyce üşümüştü. Romatizmalı bacakları onu ayakta zor tutuyordu. İşte yine onun odasının önünden geçiyordu. Nedenini ve kaynağını bilmediği ama soğuk ve çekici bir fikir geçti beyninden; duraksamadan kapının kolunu çevirdiğinde sadece yaptığı şeyin korku ve şaşkınlığını hissediyordu. Gıcırtıyla açılan kapı, örümcek ağlarını yırtarak yaşlı bayanı buyur etti. Toz ve kirden saydamlığını yitirmiş camlardan içeriye akşamüstünün kızıllığı süzülüyordu.

Karanlık, toz ve örümcek ağlarıyla kaplanmış odaya ürkütücü bir hava vermişti. Yaşlı kadın loş odayı yavaş yavaş süzdü: sandalyeler, köşeleri yıpranmış ve üzeri tamamen tozla kaplanmış masa, karanlığa gizlenmiş büyük camlı dolap, sanki hepsi üzgün ağlamaya hazır bir kırgınlıkla nefeslerini tutuyorlardı. Gıcırdayan ahşap zeminde yavaş ve kararsız adımlarla masaya doğru yollandı. Yılları gösteren kalın ve koyu toz tabakası kocasının son zamanlarda biricik eğlencesi olan kağıtları ve donmuş tutkal parçacıklarını kapatmıştı. Buruk ve daha çok kırgın bir ifadeyle odayı süzdü ; karanlıklar içine gizlenen eşyalar ona görünmek istemezcesine koyu gölgelerden yaşlı kadını gözlüyorlardı ve onlar da tedirgindi. Katarakttan parlaklığını yitirmiş mavi gözleri, masanın üzerinde duran güzel ve de ağır işçiliğiyle alımlı bir kum saatine takıldı. İçerisinde dökülmeden çok az kum kalmış ve odadaki diğer eşyalara göre daha parlak ve yeni duran bu saatin kendisinde hiç anısı yoktu. Bu saati hatırlayamamıştı; yaşlı zihninin artık eskisi gibi çalışmadığını düşündü, belki de o da romatizma olmuştu. Mavi gözleri yavaş fakat keskin hareketlerle masanın üzerini süzüyordu ki tozdan ne olduğunu sonra anlayabildiği mukavva parçalarını fark etti. Bu o yap-bozlardan biriydi. Ona üç beş tanesini göstermiş, beğenip beğenmediğini sormuştu; hayret ne üzerlerindeki resimleri ne de nerede olduklarını hatırlıyordu şimdi.

Ağır vücudunu yavaş ve çekingen figürlerle tozlu antika sandalyeye koydu, sağındaki pencereden güneş belirsiz bir kızıllıkla odaya girmeye çalışıyordu. Güçsüz nefesiyle tozunun temizledi yap-boz parçalarının. Yıllara rağmen renklerini korumuşlarsa da ilk bakışta resmi çıkarmak zordu. Duraksamadan ilk parçayı köşeye yerleştirdi; ikinci parçayı ararken aklına çocukluğu geldi, buna benzer bir bulmacayı hediye etmişti ilk çocukluk aşkı utangaç bir edayla. Çocukluk yılları tek renk bir resim gibiydi, sıradan bir ailenin sıradan lakin güzel kızı...Üçüncü parçayı bulduğunda derin çizgilerle kaplı yüzüne bir tebessüm yerleşti ve aklına lisenin ilk günü sabah ayna karşısında telaşla süslenen, heyecanlı, bir o kadar da mutlu genç ve güzel bir kız geldi; ne kadar da değiştirmişti zaman onu. Elleri onaltıncı parçayı ararken aklı geçmişiyle, hem de şimdiye dek hiç hatırlamadığı küçük ayrıntılarıyla meşguldü. Onsekizinci parça ona öğretmen okulunda derslerine giren yeni öğretmeni daha doğrusu son sınıf öğrencisini anımsattı; ders boyunca gözlerini ondan ayıramamıştı ve hiç düşünememişti bir sonraki gün onun gelip tanışmak isteyeceğini. Derin bir nefes verdi üzüntüyle, okulu bitirişini, ayrılmalarını hatırladı ve son kez öpüşünü kilisenin önünde.

Yirminci parçayla birlikte resim de epey belirginleşmişti fakat onun resme aldırdığı yoktu, sanki elleri otomatik olarak buluyordu uygun parçayı, beyni geçmişiyle meşgulken. Sonra bir sabah geri dönüşünü hatırladı ansızın, zaten yıllar boyu hep habersiz gelmişti, ve evlenme teklif edişini... Bulmaca yarıya geldiğinde aklına oğlunun doğumu geldi ve masmavi gözlerini ilk gördüğü anın tarifsiz mutluluğu. Elindeki parçayı yaşlı parmakları tek tek denerken kızının kansere mağlup olup genç yaşta gidişi aklına geldi, ama ilk kez üzülmüyordu, aksine bu ona garip bir neşe vermişti. Ve en zoru kocasının ölümü, bunu ilk zamanlar hep bir ihanet gibi düşünüyordu, ya da bir çeşit intikam, ama artık bunları kabulleniyordu ve bunları tanrının bir çeşit sınavı diye düşünüyordu belki de ölüme yakın olduğunu bildiğinden.

Herbir parça ve bir anı, altmışsekiz parça, altmışsekiz yıl... Elinde kalan son parçayı köşeye yerleştirirken, uyandı daldığı anılar aleminden ve ne kadar zamandır bununla uğraştığını merak etti, kum saatinde hala birazcık kum vardı akmayan. Resme baktığında önce anlayamadı, lakin sonra aniden büyüyen gözbebeklerine büyük bir korku ve şaşkınlığın gölgesi düştü. Çözülen yap-boz’a bir daha baktı. Resimde tüm ayrıntılarıyla bu oda vardı ve masa başında kendisi. Kendi resmine daha yakından bakmak için eğildiğinde resimdeki bir ayrıntı daha gözüne çarptı. Resimde camda insan siluetini andıran siyah bir gölge vardı. Yap-boz içinde bulunduğu anın fotoğrafıydı sanki, tüm ayrıntılarına kadar bu oda ve bu an, fakat ya camdaki gölge ?..

Yavaşça güneşin son ölgün ışıklarını odaya güçlükle alan sağındaki pencereye döndü. Aynı büyük ve heybetli gölge oradaydı gerçektende. Ani bir parıltının geçtiği gözbebeklerinden haftalardır aklına sıklıkla düşen fakat düşünmemeye çalıştığı o soğuk kelime geçti ; evet bu gerçekten de o idi ve ona hiç beklemediği bir şekilde gelmişti. Artık bulmacayı tamamen çözmüştü ; tanrının bazen eşimiz, bazen çocuklarımız, bazen de hiç tanımadığımız, sevmediğimiz insanlar eliyle bize hazırladığı , değişik mekanlarda çözmemiz için önümüze koyduğu, parçaları, renkleri, süresi farklı, Adem’le birlikte yaratılan, sonu belli en meşhur bulmaca...

Güneş son zayıf ışınlarını da toplarken, çıplaklaşmış iri ceviz ağacından kopan sarı bir yaprak hafifçe süzülerek mezarın üzerine kondu. Aynı anda tamamen kararan odadaki masanın üzerinde duran kum-saatinde kalan birkaç kum tanesi de aşağıya süzüldü, diğerlerinin olduğu yere...



--------------------------------------------------------------------------------
 
Cemal Paşa ( Yazar : Behçet Cemal )


1898 yılındayız..Serez fırka kumandanı Mehmet Paşa nın yeğeni ile Erkanıharp Kolağası Cemal Beyin düğünü yapılıyor. Düğün günü akşamı genç güvey yatak odasında belinden çıkardığı tabancasını baş ucuna koyuyuor. Genç gelin masum bakışlarını hayretle kocasına çeviriyor.Kocası tebessümle:

-Benim güzel Venüsüm,kocanın hayatı işte bu silahın ucuna bağlı...Bizlerin akıbeti,alnımızı süsliyecek dört kurşundur.Asker kızı ve karısı olduğunu, asker anası olacağını hiç hatırından çıkarma! Kolağası Cemal Bey böyle evlendi...

1904 yılındayız. Genç karı koca Selaniktedirler. Erkanıharp binbaşısı Cemal Bey İttihak ve Terakkinin gizli teşkilatında merkezi umumi azasıdır. Ordu ile cemiyet arasındaki irtibat işleri arasında karısını ve iki evladını ihmal etmektedir.Vatan uğrunda cereyan eden mücadelenin gizli tutulması mecburiyeti, aile hayatında tahammül edilmez gerginliklere sebep olmaktadır.Genç kadın kocasının bu ihmallerinin sebebini başka kadınlar sanıyordu. Nihayet birgün öğle yemeğinde Cemal Bey in anası kadar sevdiği ablası Şadiye Hanım kardeşine hayatına çekidüzen vermesini, genç karısını iki çocuğunu ihmal etmesinin doğru olmayacağını ciddiyetle ihtar eder.Cemal Bey henüz yemeğine el sürmemiştir.Hiddetle yerinden fırlar:

-Abla,ben öyle bir sevdaya tutuldum ki onun uğrunda karımı,çocuklarımı,kendimi ve hepinizi gözümü kırpmadan fedaya hazırım. Bunu böyle bilesiniz! Cevabın serahati karşısında yapılacak hiçbirşey yoktur.Kocasının bu sözlerini merdiven başında duyan
genç kadın bütün hakikatı anlamıştır.O günden sonra Cemal Bey siyasi hayatının bütün yorgunluklarını kendisini her hususta anlayan karısının hazırladığı sıcak yuvada çıkarabilmiştir. Cemal Bey ailesine bu telkini vererek yaşadı. 22 Temmuz 1922 akşam saat onbuçukta Tiflis sokaklarını süpüren bir yaylım ateş Cemal Paşa ile yaverleri Nusret ve Süreyya Beyleri şehadet rütbesine yükseltti.Tiflis şehitlerinin kırkıncı günü mevlüdü okunurken Türk İstiklal ordusu Dumlupınar sırtlarından eşsiz zaferlerinin son meyvalarını toplamak üzere Akdeniz istikametinde ileri atılıyordu. Cemal Paşa ve arkadaşları için en güzel mevlüt,Türk Askerinin "Allah;Allah" naraları oldu. Büyük inkilapçı,vefakar Atatürk,inkilap arkadaşını Rus toprağında bırakmadı. CemalPaşa ve Nusret ve Süreyya beyler Erzurum Şehitliğinde vatan topraklarının ebedi nöbetini tutmaktadırlar.

23 Temmuz 1908... Selanik,hürriyet ilanının sevinci içerisinde..İttihak ve Terakki erkanı omuzlar üzerinde mitingden mitinge taşınıyor.Cemal Bey akşama doğru bitkin bir halde evine girerken bu kez ev halkının tebrikleri ile karşılaşıyor. Cemal Bey karısına dönüyor:

-Canım ne oldu ki bu kadar seviniyorsunuz?Bu tebrikler neden?

Hürriyet kahramanlarından birisine sahip olmanın gururu ile gözleri parlayan genç karısı hemen atılır:

-Aman beyin nasıl sevinmeyelim..Sayenizde hürriyet ilan olundu,millet kurtuldu,artık sürgün,hapis,ölüm korkusu bitti,rahat yaşayacağız..

Cemal bey bir müddet sustu,sonra gözlerini kucağındaki yavrusuna indirdi:

-Yanılıyorsun Venüsüm,dedi.Asıl felaketler,harpler,isyanlar, suikastler, ölüm tehlikeleri hep bundan sonra başlayacak.Eğerkucağımdaki şu yavrunun torunu bir gün bu memlekette rahat yaşarsa, ben ve arkadaşlarım,bu gün için ancak o zaman tebrike layık olabiliriz. Cemal Beyin çocukları henüz torun sahibi olmadılar. En yaşlı torunu 25 yaşındadır.



--------------------------------------------------------------------------------
 
Cinnet ( Yazar : Guy de Maupassant )


8 Mayıs. - Ne güzel bir gün! Bütün sabahı, evimin önündeki koskoca çınarın gölgesi altında otlarda yatarak geçirdim. Bu yöreyi ve burada yaşamayı çok seviyorum. İnsanı atalarının doğduğu ve öldüğü topraklara, yediklerine, düşündüklerine, gelenek ve göreneklere, yerel deyişlere, köylülerin söyleyişlerine, toprağın, kentin ve havanın kokusuna bağlayan köklerim burada.

Büyüdüğüm evi seviyorum. Pencerelerden baktığımda, yolun ötesinde, bahçe boyunca akıp giden, üzerinde Rouen'dan Le Havre'a doğru gemilerin süzüldüğü geniş Seine nehrini görüyorum.

Ötede, sol tarafta, gotik tarzı sivri çan kulelerinin altında mavi damlı evleriyle uçsuz bucaksız Rouen kenti uzanıyor. Sayısız çan kulesi var. Üzerinde, katedralin dökme demirden külâhının bulunduğu, güzel sabahlarda masmavi gökte çınlayan çanlarla dolu irili ufaklı kuleler... Rüzgârın zaman zaman kuvvetlice, kimi zaman da yavaşça ta uzaklardan bana getirdiği çanların yumuşak ve madenî çınlamaları yayılıyor ortalığa.

O sabah, hava ne kadar da güzeldi!

Saat 11'e doğru, yoğun dumanlar çıkaran bir römorkörün çektiği uzun bir gemi kafilesi, demir parmaklıkların önünden geçti. Kırmızı bayrağı gökte dalgalanan iki direkli iki İngiliz gemisinin arkasından bembeyaz, hayran olunacak derecede temiz ve parlak, üç direkli bir Brezilya gemisi geliyordu. Onu selâmladım. Nedendir bilmiyorum bu gemiyi görmek öyle hoşuma gitti ki!

12 Mayıs. - Birkaç günden beri ateşim var. Kendimi hasta, daha doğrusu üzgün hissediyorum.

Yılgınlık anında, güven ve mutluluğumuzu felâkete dönüştüren bu gizemli etkiler nereden geliyor? Sanki o görünmez hava, açıklayamadığımız ama yanı başımızda hissettiğimiz bilinmez güçlerle dopdolu... İçimde şarkı söyleme isteği, neşe içinde uyanıyorum. - Neden? - Nehrin aşağı taraflarına doğru iniyorum ve kısa bir gezintiden sonra birden, sanki beni evimde bir felaket bekliyormuşçasına üzüntülü halde geri dönüyorum. - Neden? - Tenimi sıyırıp geçen soğuk bir ürperti mi acaba sinirlerimi bozan ve ruhumu karartan? Yoksa bulutların biçimi ya da günün ve çevrede gördüklerimin o çok değişken rengi mi benim düşüncemi allak bullak eden? Kim bilir? Bizi sarıp sarmalayan her şey, görmeden baktığımız, tanımadan burun buruna geldiğimiz, elle yoklamadan dokunduğumuz ve farkına varmadan karşılaştığımız her şeyin bizim üzerimizde, organlarımızda, düşüncelerimizde, yüreğimizde ani, şaşırtıcı ve açıklanamaz etkileri var...

Ne kadar da derin bu görünmeyen varlığın gizi! Biz, çok küçüğü ya da çok büyüğü, çok yakındaki ya da uzaktakini, bir yıldızın sakinlerini ya da bir su damlasının barındırdıklarını görmeyi bilmeyen gözlerimizle ve alelade duygularımızla o gizi anlayamayız... Bizi yanıltan kulaklarımızla seçemeyiz. Çünkü onlar, havanın ve titreşimlerini sesli notalar halinde iletirler bize. Notalar, hareketi sese çevirme mucizesini gerçekleştiren ve bu değişimle, doğanın sessiz çalkantısını uyumlu kılan müziği doğuran perilerdir... Köpeğinkinden daha zayıf koku alma duyumuzla , ancak bir şarabın kaç yıllık olduğunu ayırt edebilen tat alma duyumuzla anlayamayız o gizi!

Ah! Keşke bizim için başka mucizeleri gerçekleştirebilen başka organlarımız olsaydı... Çevremizdeki daha başka şeyleri de anlayabilirdik o zaman!

16 Mayıs. - Hiç kuşku yok; hastayım! Geçen ay, ne kadar da iyiydi sağlığım! Ateşim var, acımasız bir ateş. Daha doğrusu, ruhuma da bedenim kadar acı çektiren coşkulu bir kızgınlık içindeyim! Sürekli olarak, korkutucu bir tehlikenin iğrenç duygusunu, üzerime gelen bir felaketin ya da yaklaşan ölümün sıkıntısını, kanda ve bedende filizlenen bilinmez bir kötülüğün bunalımını hissediyorum.

18 Mayıs. - Bir doktora göründüm, çünkü artık hiç uyuyamıyorum. Doktor, nabzımın hızlı attığını, gözümün büyüdüğünü ve sinirlerimin gergin olduğunu, ancak kaygı verici hiçbir belirtinin bulunmadığını söyledi. Duş yapmalı ve potasyum bromür içmeliymişim.

25 Mayıs. - Hiçbir değişiklik yok! Durumum gerçekten acayip. Akşam vakti yaklaştıkça, sanki gece benim için korkunç tehlikelere gebeymiş gibi, anlaşılmaz bir huzursuzluk kaplıyor içimi. Çabucak yemek yiyor, sonra okumaya çalışıyorum; fakat sözcükleri anlamıyorum. Harfleri zorlukla ayırt ediyorum. Bunun üzerine, dayanılmaz ve karmakarışık bir korkunun; uyku ve yatağın verdiği korkunun baskısı altında, salonun içinde bir o yana, bir bu yana yürüyorum.

Saat 10’'a doğru odama çıkıyorum. İçeri girer girmez kapıyı iki kez kilitliyor ve sürgüleri çekiyorum. Korkuyorum... Ama neden? Şimdiye kadar hiçbir şeyden korkmuyordum... Dolapları açıyor, yatağın altına bakıyorum. Dinliyorum... Neyi dinlediğimi bilmeden dinliyorum, ama neyi? Basit bir rahatsızlığın, belki de bir dolaşım bozukluğunun, bir sinir telinin uyarılmasının veya biraz kanamanın, canlı makinemizin böylesine hassas ve kusursuz işleyişindeki bir düzensizliğin, insanların en neşelisini melankolik, en cesurunu korkak bir hale getirmesi tuhaf mı? Sonra yatıyorum ve celladı bekler gibi uykumun gelmesini bekliyorum. Uykumun gelmesinden korkarak bekliyorum onu; yüreğim çarpıyor, bacaklarım titriyor; çarşafın sıcaklığının sarmaladığı bedenim, durgun bir suya düşer gibi birdenbire dinginliğe erişene kadar titreyip duruyor. Daha önceleri de olduğu gibi, yanı başımda gizlenen, beni gözleyen, beni beynimden yakalayıp gözlerimi kapatacak ve yok edecek o sinsi uykunun gelişini fark etmiyorum.

Uzun zaman - iki veya üç saat - uyuyorum. Sonra bir düş - hayır - bir kâbus beni kollarına alıyor. Yattığımı ve uyuduğumu hissediyorum... Hissediyor ve anlıyorum... Ve birinin yaklaştığını, bana baktığını, dokunduğunu, yatağıma çıkıp göğsüme oturduğunu ve bütün gücüyle beni boğmak için boynumu ellerinin arasına alıp sıktığını... sıktığını... hissediyorum.
Düşlerde insanı hareketsiz kılan o acımasız güçsüzlükle, eli kolu bağlanmış, mücadele ediyorum. Bağırmak istiyorum - yapamıyorum - hareket etmek istiyorum - yapamıyorum - soluk soluğa, olağanüstü bir çaba göstererek dönmeye, beni ezen ve boğazlayan o varlığı devirmeye çalışıyorum – yapamıyorum -

Birdenbire uyanıyorum. Çılgına dönmüşüm, ter içindeyim. Bir mum yakıyorum. Yalnızım.

Her gece gelen bu krizden sonra, nihayet uyuyorum. Sakin sakin, ta gün ağarana dek.

2 Haziran. - Durumum daha da ciddileşti. Neyim var? Bromür yararlı olmuyor; duşlar etki etmiyor. Öğleden sonra, zaten yorgun olan bedenimi daha da yormak için Roumare ormanında şöyle bir dolaşmaya çıktım. Ot ve yaprak kokusuyla dolu serin ve yumuşak havanın damarlarıma taze bir kan akıttığını ve yüreğime yeni bir enerji doldurduğunu hissettim. Geniş ağaçlık bir yola girdim. Sonra, daha dar bir yoldan, gökyüzüyle benim aramda yeşil, hatta siyahımsı kalın bir dam oluşturan ulu ağaçların arasından La Bouille'a saptım.

Birden bir titreme aldı beni. Soğuktan değil, iç sıkıntısından gelen bir titremeydi bu.

Bu ormanda yalnız olmaktan kaygılıyım. Sonsuz yalnızlıktan aptalca bir şekilde ve sebepsiz yere korkmuş bir durumda adımlarımı hızlandırdım. Aniden, izleniyormuşum, sanki birisi arkamdan geliyormuş ve omzuma dokunacakmış hissine kapıldım.
Birdenbire geriye döndüm. Yalnızdım. Arkamda sadece, geniş, bomboş, dümdüz ve göz alabildiğine ürkütücü bir şekilde uzanan ağaçlı yolu gördüm.

Gözlerimi kapadım. Niçin? Bir topaç gibi, hızla topuğumun üzerinde dönmeye başladım. Az daha yere kapaklanıyordum.

Gözlerimi açtım. Ağaçlar çevremde dans ediyor, toprak dalgalanıyordu. Yere oturmak zorunda kaldım. Sonra! Artık nereden geldiğimi bilmiyordum! Tuhaf bir düşünce! Tuhaf! Artık hiçbir şey bilmiyordum. Sağ koldan yürüdüm ve beni ormanın orta yerine götüren ağaçlı yola yeniden geldim.

3 Haziran. - Gece korkunçtu. Birkaç hafta buralardan ayrılacağım. Küçük bir yolculuk, hiç kuşkusuz beni kendime getirecek.

2 Temmuz. - Geri dönüyorum. İyileştim. Güzel bir gezi yaptım. Hiç bilmediğim Mont-Saint-Michel'i gezdim.

Gün bitimine doğru, Avranches'a geldiğimde manzara ne de güzeldi! Kent, bu tepenin üzerinde yükseliyor. Beni, kentin öbür ucundaki parka götürdüler. Hayretten bir çığlık attım. Uzaklarda, sisler içinde kaybolup giden iki kıyının arasında, göz alabildiğine uçsuz bucaksız bir körfez uzanıyordu gözlerimin önünde. Ve bu uçsuz bucaksız sarı körfezin ortasında, altın renkli berrak gökyüzünün altında, koyu renkli sivri bir dağ yükseliyordu. Güneş artık yavaş yavaş kayboluyor ve hâlâ pırıl pırıl olan ufukta, tepesinde olağanüstü bir anıt taşıyan bu dağın eşsiz profili beliriyordu.

Gün ağarır ağarmaz oraya gittim. Deniz, önceki günkü gibi sığdı. Denize yaklaştıkça, önümde yükselen şaşkınlık verici manastıra bakıyorum. Birkaç saat yürüdükten sonra, büyük kilisenin hakim olduğu küçük ve eski mahalleyi barındıran o koskoca taş yığınına ulaştım. Daracık sokağı çabucak tırmanıp yeryüzünde Tanrı için yapılmış en hayranlık verici gotik yapıya girdim. Kilise, bir kent gibi geniş ve tonozların altında ezilen alçak salonlarla, ince kolonların taşıdığı yüksek galerilerle doluydu. Merdivenlerin kıvrıla kıvrıla yükseldiği küçük çan kuleleriyle kaplı, bir dantel hafifliğindeki bu dev granitten yapının içindeyim. Masal hayvanları, şeytanlar, gerçekte var olmayan varlıklar ile dev çiçeklerle donatılmış ve inceden inceye işlenmiş kemerlerle birbirine bağlı çan kuleleri gündüzleri masmavi, geceleri kapkaranlık göğe yükseliyordu.

Tepeye çıktığımda, bana eşlik eden papaza, "Peder, sizler burada ne kadar da rahatsınızdır!" dedim.

"Çok rüzgâr vardır, Bayım" diye cevap verdi. Kumların üzerinde hızla akıp duran ve onu çelik rengi deniz kabuklarıyla kaplayan denizi seyrederek konuşmaya başladık.

Papaz, bana oraların eski hikâyelerini, efsanelerini anlattı.

Bunlardan biri, beni çok etkiledi. Bölgede ve dağda yaşayan insanlar, kumların üzerinde gece vakti iki keçinin konuştuğunu ve bunlardan birinin yüksek, diğerinin de alçak sesle melediğini duyduklarını öne sürüyorlardı. Buna inanmayanlar ise, kimi zaman melemelere, kimi zaman da insan iniltilerine benzeyen bu seslerin, deniz kuşlarının çığlıkları olduğunu söylüyorlar. Fakat bazı balıkçılar, denizin gelgitleri arasında, kumulların üzerinde dolaşan, abasının örttüğü başı hiç görülmeyen ve erkek yüzlü bir teke ile kadın yüzlü bir keçiyi güden ihtiyar bir çobana rastladıklarına yemin ediyorlar. Her ikisi de uzun beyaz saçlı olan, durmadan bilinmeyen bir dilde konuşan ve birbirleriyle kavga eden bu keçiler, sonra birden susuyorlar ve bütün güçleriyle meliyorlar.

Papaza, "Siz buna inanıyor musunuz?" diye sordum. "Bilmiyorum" diye cevap verdi.

Söze yeniden girdim:

- Eğer yeryüzünde bizden başka varlıklar olsaydı, nasıl olurdu da biz onları uzun zamandır tanımazdık, siz veya ben onları görmezdik?

Papaz cevap verdi:

- Var olanların yüz binde birini görebiliyor muyuz acaba? İşte bakın şu rüzgâra. İnsanları yere yıkan, binaları yerle bir eden, ağaçları kökünden söken, denizlerde dağ gibi dalgalar oluşturan, kayalıkları un ufak eden, gemileri kayalara savuran, doğanın en büyük gücü, öldüren, esen, inleyen ve ıslık çalan rüzgârı hiç gördünüz mü ya da bundan sonra görebilir misiniz? Rüzgâr yine de var!

Bu basit düşünce tarzı karşısında sustum. Bu adam, ya bilge bir kişiydi ya da bir budala. Bunu tam olarak söyleyemezdim. Ama sustum. Söylediklerini sık sık düşündüm.

3 Temmuz. - İyi uyuyamadım. Şüphesiz bunda ateşin etkisi var. Çünkü arabacım da benimle aynı hastalıktan şikayetçi. Dün eve dönerken, onun solgun rengi dikkatimi çekmişti. "Neyiniz var Jean?" diye sordum ona.

- Artık dinlenemiyorum, Bayım. Geceler, gündüzlerimi yiyip kemiriyor. Gidişinizden beri, bu benim kaderim oldu! dedi.
Diğer uşakların sağlığı iyi. Bense yine aynı hastalığa yakalanmaktan korkuyorum.

4 Temmuz. - Evet, yeniden aynı hastalığa yakalandım. Eski kâbuslarım geri geldi. O gece, birinin üzerime çömeldiğini ve ağzı benimkinin üzerinde, dudaklarımın arasından benim hayatımı içtiğini hissettim. Evet, sülük gibi, boğazımdan hayatımı çekip alıyordu. Sonra, tıka basa doymuş halde, ayağa kalktı; ben de uyandım. Ruhum öylesine yaralanmış, paramparça olmuş ve tükenmişti ki, artık kıpırdayamıyordum. Eğer bu böyle birkaç gün daha devam ederse, kuşkusuz yine gideceğim buralardan.
5 Temmuz. - Aklımı mı kaybettim? Dün gece olup bitenler o kadar tuhaf ki! Olanları düşündüğüm zaman kafam allak bullak oluyor!

Her akşam yapmaya başladığım gibi, kapıyı kilitlemiştim. Sonra, susayınca yarım bardak su içtim ve tesadüfen o sırada sürahinin kristal kapağına kadar dolu olduğunu gördüm.

Daha sonra yattım ve o korkunç uykuya daldım. Yaklaşık iki saat sonra, daha da korkunç bir sarsıntıyla uyandım. Uyuyan bir adamın öldürülmesini, göğsünde bir bıçakla uyanmasını, hırıltılar çıkarmasını, soluk alamamasını, ölmek üzere olmasını ve ne olup bittiğini anlayamamasını düşünün. İşte böyle bir şeydi!

Neden sonra aklım başıma geldiğinde yeniden susamıştım. Bir mum yakıp sürahinin bulunduğu masaya gittim. Sürahiyi bardağa doğru eğdim; hiçbir şey akmadı. Sürahi boştu, bomboştu! Önce hiçbir şey anlamadım; sonra öyle korkunç bir heyecana kapıldım ki, hemen oturdum, daha doğrusu, sandalyeye yığıldım! Çevreme bakmak için aniden doğruldum! Sürahinin karşısında, korku ve şaşkınlıktan çılgına dönmüş bir şekilde yeniden oturdum! Gözlerimi dikmiş sürahiye bakıyor ve ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. Ellerim titriyordu! Su içilmişti? Peki kim? Ben mi? Ben mi içmiştim yoksa? Suyu ancak ben içebilirdim! O halde, ben uyurgezerdim. Bunu bilmeksizin ikili bir hayat mı yaşıyordum? Bu ikili hayat, ruhumuz bir uyuşukluğa teslim olduğu zamanlarda, içimizde iki varlık olup olmadığı veya tanıdık olmayan görünmez bir varlığın, kendimizden çok diğerine itaat eden tutsak bedenimizi harekete geçirip geçirmediği konusunda şüphede bırakıyor insanı...

Ah! Bu benim iğrenç iç sıkıntımı kim anlayacak? Kafası sağlam, kül yutmaz ve aklı başında olan fakat uyuduğu zaman ortadan biraz su kaybolunca sürahiye korkuyla bakan bir adamın duyduğu heyecanı kim anlayacak? Gün doğana kadar yatağıma dönmeye cesaret edemeden orada öyle kaldım.

6 Temmuz. - Delireceğim. O gece, sürahideki bütün su yine içildi! Belki de ben içtim!

Acaba ben miyim? Ben miyim? Kim olabilir, kim? Aman Tanrım! Deliriyorum, beni kim kurtaracak?

10 Temmuz. - Bazı şaşırtıcı deneyler yaptım. Hiç şüphe yok ki ben deliyim! Ama yine de!...

6 Temmuz'da yatmadan önce, masanın üzerine şarap, süt, su, ekmek ve çilek koydum. Suyun hepsi ile biraz süt içildi - veya içtim - Ne şaraba, ne ekmeğe, ne de çileklere dokunulmuştu.

7 Temmuz'da, aynı deneyi yeniden yaptım. Yine aynı sonucu aldım.

8 Temmuz'da, suyla sütü kaldırdım. Bu kez, hiçbir şeye dokunulmamıştı.

Nihayet 9 Temmuz'da, masanın üzerine sadece su ve süt koydum ve sürahileri beyaz bir bezle sararak, kapaklarını iple bağladım. Sonra, dudaklarımı, sakalımı ve ellerimi kömürle boyayıp yattım.

O karşı konulmaz uyku yine bastırdı ve arkasından o tüyler ürpertici uyanış... Hiç hareket etmemiştim; çarşaflarda da hiç leke yoktu. Masaya atıldım. Sürahileri sardığım bezler tertemiz duruyordu. Korkudan yüreğim ağzımda, ipleri çözdüm. Suyun hepsi içilmişti! Süt de içilmişti! Aman Tanrım!...

Birazdan Paris'e hareket edeceğim.

12 Temmuz. - Paris... Son günlerde aklım başımdan iyice gitmişti! Gerçekten uyurgezer değilsem ya da şimdiye kadar açıklanamayan ve telkin olarak adlandırılan etkilere maruz kalmıyorsam, o zaman kuruntularımın oyuncağı olmalıydım. Her ne olursa olsun, bu şaşkınlığım neredeyse deliliğe dönüşüyordu; ama Paris'te 24 saat, keyfimin yerine gelmesine yetti. Ruhuma taze ve canlandırıcı hava dolduran yürüyüş ve ziyaretlerden sonra, dün akşam Théâtre-Français'ye gittim. Alexandre Dumas-Fils'in bir piyesi oynanıyordu ve bu güçlü ve canlı düşünüş tarzı, bana iyi geldi. Kuşkusuz yalnızlık, çalışan kafalar için tehlikelidir. Çevremizde, düşünen ve konuşan insanların bulunması gereklidir. Uzun zaman yalnız kalınca, meydana gelen boşluğu hayallerle dolduruyoruz.

Otele çok neşeli döndüm. İnsanların arasına karışınca, muzipçe, korkularımı ve geçen haftaki varsayımlarımı aklımdan geçirdim. Zira görünmeyen bir varlığın, evde benimle birlikte oturduğunu sanmıştım. Anlaşılmaz küçücük bir olay bizi etkilediği zaman, beynimiz nasıl da güçsüz kalıyor ve şaşırıp çabucak yanılgıya düşüyor!

"Anlamıyorum, çünkü bu olay beni aşıyor" deyip geçeceğimiz yerde, hemen doğaüstü birtakım güçleri ve korkunç gizleri getiriyoruz aklımıza!

14 Temmuz. - Cumhuriyet Bayramı. Sokaklarda gezindim. Kestane fişekleri ve bayraklar, beni çocuk gibi eğlendiriyordu. Fakat, hükümet buyruğuyla belirli tarihlerde sevinmek, ne kadar aptalca bir şey! Halk, kimi zaman aptalca sabırlı; kimi zaman da, gözünün yaşına bakmadan ayaklanan aptal bir sürüdür! Birisi çıkıp "Eğlen!" diyor, halk eğleniyor. Bir başkası "Git komşunla kavga et!" diyor, gidip komşusuyla dövüşüyor. "İmparatora oy ver!" diyorlar, veriyor. Sonra biri çıkıp "Cumhuriyet için oy kullan!" diyor, halk da gidip Cumhuriyet'e oy veriyor.

Halkı yönetenler de budala! Fakat onlar, insanlara boyun eğeceklerine, prensiplere boyun eğiyorlar. Prensipler, aptalca, sonu bir yere varmayan, gerçekdışı, yani ışığın ve sesin yanılsama olduğu ve hiçbir şeyden emin olunamayan bu dünyadaki hiç değişmeyen birtakım bildik düşüncelerdir.

16 Temmuz. - Dün beni çok şaşırtan şeyler gördüm. Kocası, Limoges'daki 76. avcı birliğinin komutanı olan kuzinim Madam Sablé'nin evinde yemekteydim. Evde iki genç kadın daha vardı. Bunlardan biri, son günlerde hipnotizma ve telkinle ilgili deneylere müsait sinir hastalıkları ve olağanüstü belirtilerle ilgilenen Parent adlı bir doktorla evliydi.

Doktor bize, İngiliz bilim adamları ve Nancy Tıp Okulu doktorlarının elde ettiği inanılmaz sonuçları uzun uzun anlattı.
Anlattıkları bana o kadar tuhaf geldi ki, bunlara inanmadığımı hemen söyledim. "Doğanın en önemli sırlarından, bu dünyadaki en önemli sırlardan birini bulmak üzereyiz diyordu. Doğanın, kuşkusuz diğer yıldızlarda da başka önemli sırları var. İnsanoğlu, düşündüğünden ve düşüncesini yazmayı ve dillendirmeyi öğrendiğinden bu yana, değersiz ve yetersiz duyularının akıl erdiremediği bir sırla burun buruna geldiğini hissetti ve zekâsının çabasıyla organlarının yetersizliğini gidermeye çalıştı. Zekâ henüz gelişmemiş durumdayken, görünmez olaylar saplantısı, korkutucu biçimler aldı. Buradan, halk arasında doğaüstü inanışlar, dolaşıp duran ruhlar, cinler, periler ve hortlaklarla ilgili söylentiler, ve hatta Tanrı ile ilgili efsaneler ortaya çıktı. Çünkü, bize hangi dinden gelirse gelsin, Tanrı ile ilgili görüşler, insanların korku içindeki beyinlerinden çıkan en kısır, en aptalca ve en kabul edilmez yalanlardır. Hiçbir şey, "Tanrı insanı kendi görüntüsüne göre yarattı, ama insan ona bu görüntüyü daha iyi verdi" diyen Voltaire'in sözünden daha gerçek değildir".

Ama yüz yıldan fazla bir zamandan beri insanın içine yeni bir şey doğuyormuş gibi görünüyor. Mesmer (Mesmérisme denen “hayvan manyetizması” teorisinin kurucusu Alman doktoru - Çn) ve başkaları, bizi beklenmeyen bir yola soktular ve özellikle de dört ya da beş yıldan beri gerçekten şaşırtıcı sonuçlara ulaştık.

İnanmamış görünen kuzinim de gülümsüyordu. Doktor Parent ona, "Sizi uyutmayı denememi ister misiniz?" diye sordu.

- Evet, çok isterim.

Kuzenim bir koltuğa oturdu ve Doktor Parent, gözlerini dikerek ona bakmaya başladı. Birdenbire heyecanlandığımı hissettim; kalbim çarpıyor ve boğazım tıkanıyordu. Madam Sablé'nin gözlerinin ağırlaştığını, ağzının kasıldığını ve göğsünün sık sık inip çıktığını görüyordum.

On dakika sonra uyumuştu.

Doktor, "Arkasına geçin" dedi. Ben de arkasına geçip oturdum. "Bu bir aynadır; ne görüyorsunuz içinde?" diye sorarak, kuzinimin elleri arasında bir kartvizit sıkıştırdı. Kuzinim yanıtladı:

- Kuzenimi görüyorum.
- Ne yapıyor?
- Bıyıklarını buruyor.
- Peki şimdi?
- Cebinden bir fotoğraf çıkarıyor.
- Kimin fotoğrafı bu?
- Kendisinin.

Hepsi gerçekti! Bu fotoğraf, bana aynı akşam otelde verilmişti.

- Fotoğraftaki durumu nedir? diye sordu doktor.
- Şapkası elinde, ayakta duruyor.

Bu kartta, bu beyaz karton parçasında, aynaya bakarmışçasına her şeyi görüyordu.

Korkuya kapılan kadınlar, "Yeter! Bu kadar yeter!" diye söyleniyorlardı.

Fakat doktor, "Yarın sabah saat 08.00'de kalkacak, oteline gidip kuzeninizi bulacaksınız ve kocanızın sizden istediği beş bin frankı borç vermesi için ona yalvaracaksınız. Kuzeniniz bu parayı sizden bir dahaki gelişinde isteyecek" diye telkinde bulundu.
Daha sonra da onu uyandırdı.

Otele dönerken, bu garip seansı düşündüm. Çocukluğumdan beri kardeşim gibi iyi tanıdığım kuzinimin kuşku götürmez iyi niyeti hakkında değil, doktorun üçkâğıtçılığı konusunda şüpheler uyandı bende. Uyuyan genç kadına kartvizitiyle birlikte gösterdiği bir aynayı elinde mi saklıyordu acaba? Çekirdekten yetişme hokkabazlar, daha başka eşi benzeri görülmemiş numaralar yapıyorlar.

Otele döndüm ve yattım.

Sabah 08.30'a doğru oda hizmetçisi beni uyandırdı ve "Madam Sablé'nin sizinle hemen görüşmek istiyor" dedi.
Aceleyle giyindim ve kendisini çağırdım. Çok heyecanlıydı; oturdu. Yere bakarak ve eşarbını çıkarmadan, "Sevgili kuzenim, sizden büyük bir isteğim var" dedi.

- Nedir?
- Bunu size söylemek beni çok sıkıyor, ama söylemem gerek. Beş bin franka ihtiyacım var.
- Hadi canım, sizin mi?
- Evet, benim; daha doğrusu, benden beş bin frank bulmamı isteyen kocamın.

Öylesine sersemlemiştim ki, yanıt verirken dilim dolaşıyordu. Bu, önceden hazırlanan kaba bir şaka değilse, neydi? Yoksa kuzenim Doktor Parent'la bir olup benimle alay mı ediyordu?

Fakat kuzinime dikkatli bakınca, bütün kuşkularım dağıldı. Sıkıntıdan titriyordu. Para istemek ona çok acı veriyordu. Hıçkırıkların boğazında düğümlendiğini görüyordum.

Madam Sablé'yi çok iyi tanırdım. Yeniden konuşmaya başladım.

- Nasıl? Kocanızın beş bin frankı yok ha! Düşünün bir bakalım. Kocanız sizi bunu benden istemekle görevlendirdiğinden emin misiniz?

Düşündü, hafızasını yokladı ve birkaç saniyelik bir duraklamadan sonra:

- Evet... Evet... Bundan eminim, dedi.
- Size bunu yazdı mı?

Düşünmeye başladı ve yine bir süre duraksadı. Belleğini kıvrandıran bir çaba içinde olduğunu seziyordum. Hiçbir şey bilmiyordu. Bildiği tek şey, kocası için beş bin frank bulması gerektiğiydi. Nihayet, yalan söyleme cesaretini gösterdi.

- Evet, bana yazdı.
- Öyleyse, ne zaman? Dün bana hiçbir şeyden söz etmediniz.
- Mektubunu bu sabah aldım
- Mektubu bana gösterebilir misiniz?
- Hayır... Hayır... Hayır... Mektupta kişisel ve çok özel şeyler yazılıydı. Onu... Onu yaktım.
- O halde, kocanız çok borçlandığı için.

Yine duraksadı; sonra mırıldanarak konuştu:

- Bilmiyorum.

Aniden söze girdim.

- Sevgili kuzinim, şu anda yanımda beş bin frank olmadığı için...

Acıyla bağırdı.

- Ah! Rica ediyorum, yalvarıyorum, lütfen bulun...

Madam Sablé kendinden geçiyor, sanki bana dua edermiş gibi ellerini bitiştiriyordu. Ses tonunun değiştiğini fark ediyordum. Aldığı karşı koyulmaz emrin etkisi altında, kekeliyor ve ağlıyordu.

- Ah, ah! Size yalvarıyorum... Nasıl acı çektiğimi bir bilseniz... Bu para bugün lazım bana.

Ona acımaya başladım.

- Biraz sonra parayı vereceğim, emin olabilirsiniz.
- Teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim. Ne kadar iyisiniz, diye haykırdı.
- Dün sizin evinizde olanları hatırlıyor musunuz? diye sordum.
- Evet.
- Doktor Parent'ın sizi uyuttuğunu hatırlıyor musunuz?
- Evet.
- İşte, Doktor Parent, bu sabah gelip benden beş bin frank istemenizi telkin etti. Ve şimdi siz, bu telkine itaat ediyorsunuz.

Birkaç saniye düşündü ve "Bu beş bin frankı kocam istedi" dedi.

Bir saat boyunca onu ikna etmeye çalıştım ama başaramadım. O gidince, hemen Doktor Parent'a koştum. Dışarı çıkmak üzereydi. Gülümseyerek beni dinledi ve "Şimdi inandınız mı?" diye sordu.

- Evet, inanmak gerek.
- Hadi, Madam Sablé'nin evine gidelim.

Kuzenim yorgunluktan bitkin düşmüş, bir şezlongda uyukluyordu. Doktor nabzını saydı ve bir süre ona baktı. Bir elini gözlerine doğru getirdi ve bu büyüleyici gücün dayanılmazlığıyla gözlerini yavaş yavaş kapadı.

Yeniden uykuya dalınca, Doktor telkine başladı:

- Kocanızın artık beş bin franka ihtiyacı yok. Kuzeninizden beş bin frank borç istediğinizi unutacaksınız ve eğer o, size bundan söz edecek olursa hiçbir şey anlamayacaksınız.

Doktor, daha sonra onu uyandırdı. Cebimden cüzdanımı çıkardım ve:

- İşte sevgili kuzinim, bu sabah benden istediğiniz para! dedim.

O denli şaşırmıştı ki, ısrar etme yürekliliğini gösteremedim. Ama olan bitenleri de ona hatırlatmaya çalıştım. Kesinlikle inkâr etti ve kendisiyle alay ettiğimi sandı. Az kalsın bana darılacaktı.
....................................

İşte! Geri döndüm. Bu deney beni öylesine alt üst etti ki, yemek yiyemedim.

19 Temmuz. - Bu olayı anlattığım kişiler, benimle alay ettiler. Artık düşünmekten başka bir şey yapmıyordum. Bilge kişi "belki de" diyor.

21 Temmuz. - Akşam yemeğine Bougival'deyim. Akşamı sandalcıların balosunda geçirdim. Hiç kuşku yok ki, her şey yere ve ortama bağlı. Grenouillère adasında doğaüstüne inanmak, çılgınlığın son kertesi olurdu. Peki, ya Mont-Saint-Michel’in tepesinde ya da Hint yarımadasında? Korkunç bir biçimde, bizi çevreleyen şeylerin etkisine maruz kalıyoruz. Gelecek hafta eve döneceğim.

30 Temmuz. - Dün eve döndüm. Her şey iyi gidiyor.

2 Ağustos. - Yeni bir şey yok. Hava çok güzel. Günlerimi Seine nehrinin akışını seyretmekle geçiriyorum.

4 Ağustos. - Uşaklar arasında tartışma çıktı. Geceleyin dolaplardaki bardakların kırıldığını iddia ediyorlar. Oda hizmetçisi aşçıyı, aşçı çamaşırcıyı, çamaşırcı da her ikisini suçluyor. Suçlu hangisi acaba? Aklı başında biri bunu söylese!

6 Ağustos. - Bu kez, deli değilim. Gördüm... Gördüm... Gördüm!... Artık hiç kuşku yok... Gördüm!... Yine tırnaklarımın ucuna kadar buz kestim. Yine iliklerime kadar korkuya kapıldım... Gördüm!... Saat 14.00'te, güneşin altında, gül bahçesinde...

Açmaya başlayan sonbahar güllerinin bulunduğu yolda geziniyordum.

Bir ara, gülleri seyretmek için durduğumda, hemen yakınımdaki güllerden birinin sapının, sanki görünmez bir el büküyormuş gibi, koptuğunu açık seçik gördüm! Sonra, sanki bir el doğrultuyormuş gibi, çiçek havada bir eğri çizerek doğruldu ve bu kırmızı leke, gözlerimin önünde tek başına, hareketsiz, havada asılı kaldı. Şaşırmış bir halde, yakalamak için gülün üzerine atıldım! Hiç bir şey tutamadım; gül kaybolmuştu. O zaman kendi kendime kızdım, çünkü akıllı ve ciddi bir adam, bu tür hallüsinasyonlar görmezdi. Ama bu gerçekten hallüsinasyon muydu? Gülün sapını aramak için geri döndüm ve onu daha yeni kırılmış olarak, dalda kalan diğer iki gülün arasında buldum.

Ruhum altüst olmuş bir durumda eve döndüm. Çünkü artık gece ve gündüzlerin birbirini izlemesi kadar eminim ki, benim yanımda, su ve sütle beslenen, eşyalara dokunabilen, onları tutan ve yerlerini değiştiren, dolayısıyla maddî bir yaratılışa sahip, duyularımızla anlaşılamasa bile, benimle birlikte benim evimde oturan görünmez bir varlık var...

7 Ağustos. - Rahat uyudum. O, benim sürahimdeki suyu içti, ama uykumu hiç bozmadı.

Deli olup olmadığımı soruyorum kendime. Öğleden sonra, güneşin altında ırmak boyunca gezinirken, aklımla ilgili bazı şüpheler sardı beni. Bunlar, şimdiye kadar olduğu gibi belirsiz kuşkular değil, belli ve kesin kuşkular... Çok deli gördüm; bunlar arasında, yalnız bir nokta hariç, yaşamda bütün olup bitenler konusunda ileri görüşlü, uyanık ve anlayışlı olanları tanıdım. Her konuda açıklıkla, esneklikle ve derinlemesine konuşuyorlardı. Ancak, düşünceleri delilik engeline rastlayınca, parçalanıyor, saçılıp dağılıyor ve "bunama" olarak adlandırılan fırtınalar, sisler ve dalgalarla dolu bu öfkeli ve korkunç okyanusta sönüp gidiyordu.
Durumu tamamıyla bilmesem, bilincinde olmasam ve tam bir açıklıkla durumu analiz ederek araştırmasam, kuşkusuz kendimi deli sanırdım. Sonuç olarak, düşünen ve sanrıları olan birinden başka bir şey olmazdım. Fizyolojistlerin bugün belirlemeye çalıştıkları bozukluklardan biri olan bilinmeyen bir rahatsızlık oluşurdu beynimde; ve bu bozukluk, düşüncelerimin mantığı ve düzeninde derin bir çatlağa yol açardı. Buna benzer olaylar, en inanılmaz doğaüstü olaylar arasında bizi gezdiren rüyalarda meydana geliyor ve bizi hiç şaşırtmıyor... Çünkü denetim düzeni ve denetim duyusu uyuşmuş oluyor; oysa hayal yetisi uyanık bulunuyor ve çalışıyor. Benim beynimin duyma ve kavrama yeteneğinin görünmez taşlarından biri felç olmuş olamaz mı? Kaza geçiren insanlar, adları, sözcükleri veya rakamları ya da yalnızca tarihleri hatırlama yetisini yitiriyorlar. Düşüncenin bütün küçük parçalarının belirlenmesi, bugün artık kanıtlanmış durumda. Oysa, bazı hallüsinasyonların gerçekdışı olduğunu kontrol etme yetimin şu anda bende duyarlılığını yitirmiş olmasından daha şaşırtıcı ne var!

Nehrin kıyısında yürürken bunları düşünüyordum. Güneş, ışıklarıyla ırmağı örtüyor, toprağı güzelleştiriyor, çevikliği gözlerimin sevinci olan kırlangıçlara, hışıltısı kulaklarımın mutluluğu olan kıyıdaki otlara ve yaşama bakışımı sevgiyle dolduruyordu.
Bununla birlikte, tarifi imkânsız bir can sıkıntısı yavaş yavaş beni pençesine alıyordu. Bana öyle geliyor ki, gizli bir kuvvet beni uyuşturuyor, durduruyor, daha ileri gitmeme engel oluyor ve beni geri çekiyordu. Durumunun giderek kötüleşeceğini bildiğiniz sevdiğiniz bir insanı evde bıraktğınızdaki benzer bunaltıcı o acı dolu geri dönme ihtiyacını hissediyordum.

Kötü bir haber, bir mektup ya da bir telgrafın evde beni beklediğinden emin olarak geri döndüm. Hiçbir şey yoktu. Yeniden gerçekdışı hayaller görsem, bundan daha şaşkın ve kaygılı olamazdım.

8 Ağustos. - Dün korkunç bir gece geçirdim. O, artık kendisini göstermiyor. Ama ben onu yanımda, bana dikkatle bakıp izlerken, beni pençesine alıp üzerimde hâkimiyet kurarken ve daha da korkuncu, görünmez fakat gün gibi ortada olan varlığını doğaüstü olaylarla haber verirken hissediyorum.

Yine de uyudum.

9 Ağustos. - Hiçbir şey yok ama korkuyorum.

10 Ağustos. - Hiçbir şey yok. Yarın ne olacak acaba?

11 Ağustos. - Yine hiçbir şey yok. Ruhuma giren bu korku ve düşünceyle artık evde duramıyorum. Dışarı çıkacağım.

12 Ağustos. - Akşam saat 10. Bütün gün alıp başımı gitmek istedim, ama yapamadım. Bu çok kolay ve çok basit özgürlük eylemini - dışarı çıkmak - yapmak, arabama atlayıp Rouen'a gitmek istedim. Yapamadım. Neden?

13 Ağustos. - İnsan bazı hastalıklara yakalanınca, fiziksel varlığın bütün direnci kırılıyor, bütün enerjisi tükeniyor ve bütün kasları gevşiyor; kemikler et gibi yumuşuyor ve et de sanki sulanıyor. Ben bunu, manevî varlığımda üzücü ve tuhaf bir biçimde hissediyorum. Artık hiç gücüm ve cesaretim yok. Kendime hakim olamıyorum. Hiçbir güç, irademi bundan sonra harekete geçiremez. Artık isteyemiyorum bile; ama biri benim adıma istiyor ve ben boyun eğiyorum.

14 Ağustos. - Kayboldum. Biri, benim ruhuma sahip oldu ve onu yönetiyor. Biri, bütün davranışlarımı, hareketlerimi ve düşüncelerimi yönlendiriyor. Artık ben, kendi içimde bir hiçim ve yaptığım her şeyi korkuyla izleyen tutsak bir seyirciden başka bir şey değilim. Dışarı çıkmak istiyorum. Yapamıyorum. O, bunu istemiyor ve ben, beni oturttuğu koltuğa korku içinde ve titreyerek çakılı kalıyorum. Kendime hakim olduğuma inanabilmek için yalnızca ayağa kalkmak ve doğrulmak istiyorum. Yapamıyorum! Koltuğa çivilenmişim ve koltuk da yere yapışmış; sanki hiçbir güç bizi yerimizden kaldıramazmış gibi.
Sonra, birdenbire bahçeye gidip çilek toplayıp yemek istedim. Ve bahçeye çıktım. Çilek topluyor ve yiyorum! Aman Tanrım, aman Tanrım! Tanrı var mı? Varsa, kurtarsın, kurtarsın beni, yardım etsin bana! Kurtarsın, acısın bana! Of, ne acı, ne işkence bu! Ne büyük korku!

15 Ağustos. - Zavallı kuzinim, bana beş bin frank borç istemeye geldiğinde nasıl da etki altındaydı. A***** ve egemen bir başka ruh gibi, onun içine giren yabancı bir iradeye boyun eğiyordu. Acaba dünyanın sonu gelecek mi?

Ama beni yöneten bu görünmez ve tanınmaz varlık, doğaüstü bir ırktan gelen bu başıbozuk kim?

O halde, görünmeyen varlıklar var! Öyleyse, dünya oluşalı beri, şimdi benim hissettiğim gibi, neden kendilerini kesin bir biçimde ortaya koymadılar? Bugüne kadar, benim evde olup bitenlere benzeyen hiçbir şey okumadım. Ah, evimi bir terk edebilseydim, çekip gitsem, kaçabilsem ve bir daha geri dönmeseydim! Kurtulurdum, ama yapamıyorum.

17 Ağustos. - Ah, ne gece, ne geceydi! Ama bana öyle geliyor ki, yine de sevinmeliyim. Sabah saat 01.00'e kadar okudum! Felsefe ve Tanrıdoğum doktoru olan Hermann Heterauss, insanın çevresinde dolaşıp duran ya da insanın düşleyip durduğu bütün görünmez varlıkların belirtilerini ve hikâyelerini yazmış. O varlıkların kökenlerini, alanlarını ve güçlerini anlatıyor. Fakat bunlardan hiçbiri, bana musallat olana benzemiyor. Düşünmeye başladığından beri kendisinden daha güçlü bir varlığı hissedip ondan ödü patlayan insanoğlu, onu yanı başında hissedip de bu üstün varlığın doğasını anlayamayınca dehşete kapılmış ve korkudan doğan belirsiz hayaletler ve gerçekte var olmayan gizli varlıklar âlemi yaratmış sanki!...

Saat 01'e kadar okuduktan sonra, gecenin sakin rüzgârıyla kendimi ve düşüncelerimi serinletmek için açık duran pencerenin yanına oturdum. Hava güzel ve ılıktı. Evvelden böyle geceleri nasıl da severdim!

Ay yoktu. Yıldızlar, karanlık gökyüzünde titrek titrek parlıyordu. Kim oturuyor acaba o dünyalarda? Oralarda hangi biçimler, hangi canlılar, hangi hayvanlar ve bitkiler var? Bu uzak dünyalardaki düşünen varlıklar, bizden daha fazla ne biliyorlar? Bizden ne fazlalıkları olabilir? Bizim hiç bilmediğimiz neyi biliyorlar acaba? Geçmişte Normanların, daha zayıf halkları köleleştirmek için denizi geçtikleri gibi, bir gün onlardan biri de uzayı geçerek dünyayı fethetmek için yeryüzüne gelmeyecek mi? Bir damla suyla karışmış, dönüp duran bu çamur parçası üzerindeki bizler, öylesine zayıf, savunmasız, cahil ve öylesine küçüğüz ki!... Akşamın serin rüzgârında, böyle düşler kurarak uyukluyorum.

Yaklaşık kırk dakika uyuduktan sonra, bilmediğim karmaşık ve tuhaf bir heyecanın etkisiyle uyanıp hiçbir hareket yapmadan gözlerimi açtım.

Önce hiçbir şey görmedim; sonra birden, masanın üzerinde açık duran kitabın bir sayfası kendiliğinden döndü gibi geldi bana. Pencereden içeri hiçbir esinti olmamıştı. Şaşırdım ve beklemeye başladım. Yaklaşık dört dakika sonra, sanki bir el çeviriyormuş gibi, bir sayfanın havalanıp bir öncekinin üzerine kapandığını gözlerimle gördüm. Koltuğum boştu, boş görünüyordu; ama onun orada, benim yerime oturmuş, kitabı okuduğunu anlamıştım. Bakıcısının karnını deşmek isteyen isyankâr bir hayvanın öfkeli sıçrayışıyla yerimden fırladım ve onu yakalayıp boğazını sıkmak ve öldürmek için odanın ta öbür başına atıldım!... Fakat, daha oraya ulaşamadan, sanki biri benden kaçarmış gibi, koltuk devrildi!... masa sallandı, lamba yere düşüp söndü ve fark edilen bir hırsızın pencerenin kanatlarını çarparak gecenin karanlığına atılmasından sonra olduğu gibi pencere kapandı. Kaçıp kurtulmuş, benden korkmuştu. O, benden kokmuştu!

O halde... o halde... yarın... veya daha sonra... ya da herhangi bir gün... O'nu ellerimin arasına alıp yerde tepeleyebileceğim! Köpekler de, ara sıra sahiplerini ısırıp boğazlamazlar mı?

18 Ağustos. - Bütün gün düşündüm. Ah! Evet, ona boyun eğeceğim, zorlamalarına uyacağım ve bütün isteklerini yerine getireceğim. O, en güçlü. Ama, bir an gelecek...

19 Ağustos. - Biliyorum... Biliyorum... Her şeyi biliyorum! Bunu, az önce, "Bilim Dünyası Dergisi"nde okudum. Şöyle diyor: "Rio de Janeireo'dan çok ilginç bir haber ulaştı. Ortaçağ Avrupası'nda olduğu gibi, hemen yayılıp insanları etkisi altına alan bir çılgınlık salgını hüküm sürüyor Sao Paulo'da. Çılgına dönen insanlar, uyuyan insanların hayatıyla beslenen, başka hiçbir gıdaya dokunmadan su ve süt içen, hissedilmelerine rağmen ortada görünmeyen varlıkların etkisi altında kaldıklarını söyleyerek evlerini, tarlalarını ve köylerini terk diyorlar. Profesör Don Pedro Henriques, beraberinde birkaç doktorla birlikte, bu şaşırtıcı çılgınlık salgınının kökenini ve belirtilerini incelemek ve heyecan içindeki bu insanları aklın yoluna geri döndürmek için gereken önlemleri saptamak amacıyla Sao Paulo'ya gitti."

Ah! 8 Mayıs'ta Seine nehrinde ilerleyerek penceremin önünden geçip giden o üç direkli Brezilya gemisini hatırlıyorum! Bana öylesine güzel, beyaz ve hoş görünmüştü ki! O yaratık gemideydi ve ırkının doğduğu yerden geliyordu! Ve beni gördü... Beyaz evimi de gördü ve gemiden kıyıya atladı. Aman Tanrım!

Şimdi biliyorum. İnsanoğlunun egemenliği bitti artık...

O geldi. Saf insanların ödünü patlatan, insanların bedenine girdiklerinde tedirgin rahiplerin dualarla kovduğu, büyücülerin ortaya çıktığını görmeden karanlık gecelerde çağırdığı, insanların önsezileriyle, cinlerle perilerle kötücül ya da iyicil özelliklerini yakıştırdığı o yaratık çıkageldi. İlkel korkunun kabaca anlaşılmasından sonra, kavrayışı yüksek insanlar bu korkuyu daha açık hissettiler. Mesmer, bunu tahmin etmişti. Doktorlar, daha on yıl önceden, kendisi bile daha denemeden önce o yaratığın gücünün beye benzediğini kesin bir biçimde ortaya çıkarmışlardı. Bu yeni Tanrının silahıyla, tutsaklaşan insan ruhu üzerindeki gizli bir iradenin egemenliğiyle uğraştılar. Manyetizma, hipnotizma, ya da ne bileyim, telkin diye adlandırdılar bunu. İhtiyatsız çocuklar gibi, bu korkunç güçle oynayıp eğlenirken gördüm insanları! Vay bizim halimize! Vay insanların haline! O geldi, adı... adı ne onun? Bana öyle geliyor ki, adını haykırıyor ama ben onu duymuyorum. Evet, adını haykırıyor... Dinliyorum... duyamıyorum... tekrarlıyor... Horla... duydum... Le Horla... Evet o... Le Horla... Geldi...

Ah! Akbaba güvercini, kurt koyunu yedi. Aslan, sivri boynuzlu yaban sığırını parçaladı. İnsan, okla, kılıçla ya da barutla aslanı öldürdü. Ama biz atı, sığırı ne yaptıysak, Le Horla da insanı öyle yapacak. İradesinin gücüyle bizi kulu, kölesi, yiyeceği haline getirecek. Vay bizim halimize!

Bununla birlikte, ara sıra hayvan isyan eder ve kendisini evcilleştireni öldürür... Ben de öyle yapmak istiyorum... Yapacağım... Ama, onu tanımak, dokunmak ve görmek gerek! Bilim adamları, bizimkinden farklı olan hayvan gözünün, bizim gözümüz gibi görmediğini söylüyorlar... Ve benim gözüm, beni baskı altında tutan bu yeni varlığı göremiyor.

Neden? Mont-Saint-Michel'deki papazın sözleri geliyor aklıma. Ne diyordu? “Var olanların yüz binde birini görebiliyor muyuz acaba? İşte bakın şu rüzgâra. İnsanları yere yıkan, binaları yerle bir eden, ağaçları kökünden söken, denizlerde dağ gibi dalgalar oluşturan, kayalıkları un ufak eden, gemileri kayalara savuran, doğanın en büyük gücü, öldüren, esen, inleyen ve ıslık çalan rüzgârı hiç gördünüz mü ya da bundan sonra görebilir misiniz? Rüzgâr yine de var!

Hâlâ düşünüyordum. Gözüm öylesine güçsüz ve yetersiz ki, cam gibi saydamsa katı cisimleri bile göremiyor!... Bir cam benim yolumu kapatsın, odaya giren bir kuşun pencere camına çarpması gibi beni yere devirsin ha! Binlerce şey kuşu yanıltıyor ve yolunu şaşırtıyor. Işığın geçtiği bir cismi görmeyi beceremeyen için şaşırtıcı değil ki bu!

Yeni bir varlık! Neden olmasın? Elbette o da olmalıydı! Biz niçin varlıkların sonuncusu olalım ki? Bizden önce yaratılanları görmediğimiz gibi, onu da hiç görmeyecek miyiz? Onun yapısının daha iyi, bedeninin daha nitelikli ve bizimkinden daha yetkin olduğunu görmeyecek miyiz? Bizim bedenimiz, öylesine zayıf ve beceriksizce tasarlanmış ki, hep yorgun olan organlarla doldurulmuş ve birbirine geçmiş yaylar gibi hep zorlanmış. Bitki ya da hayvanlar gibi hava, ot ve etle güçbela beslenerek, hastalıklar, bozulma ve çürüme tehlikesiyle karşı karşıya yaşayan, zeki ve çok güzel olabilecekken, tıknefes, kötü düzenlenmiş, bön ve acaip, yani ustaca kötü yaratılmış, kaba ve dayanıksız bir insan taslağı halinde yaşamını sürdüren hayvansı bir makine bizimki.

Biz, istiridyeden insana kadar, bu dünyada sayıları çok az olan varlıkların bir bölümüyüz. Bütün türlerin birbiri ardı sıra ortaya çıkışlarını ayıran dönem bir kez tamamlandı mı, neden bir fazla varlık daha olmasın?

Neden bir fazla varlık daha olmasın? Çevreye kokular saçan kocaman ve pırıltılı çiçekleri olan başka ağaçlar neden bulunmasın? Ateş, su, toprak ve havadan başkası neden olmasın? Canlıları besleyen babaların sayısı dört. Dörtten fazla değil! Acınacak bir durum bu! Neden onların sayısı kırk, dört yüz ya da dört bin değil? Her şey ne kadar zavallı, değersiz ve önemsiz! Her şey pintice verilmiş, kabaca uydurulmuş ve sakarca yaratılmış! Ah fil, ah su aygırı, bu ne Tanrı'nın lütfu! Ah deve, bu ne zarafet!

Uçan bir çiçek olan kelebek için ne söyleyeceksiniz? Kanatlarının biçimini, rengini, güzelliğini ve hareketlerini tasavvur edemediğim yüz evren kadar büyük bir kelebek hayal ediyorum. Görüyorum onu... Kanatlarının her hareketinde, yolculuğu boyunca hoş kokular saçarak bir yıldızdan diğerine gidiyor!... O yıldızlardaki insanlar, hayran hayran, kendilerinden geçmiş, kelebeğin uçuşunu izliyorlar!

.. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. ..

Neyim var benim? Evet o, bana musallat olan ve bu aptallıkları düşündüren Le Horla bu! Benim içimde o, benim ruhum oldu; öldüreceğim onu!

19 Ağustos. - Onu öldüreceğim. Gördüm onu! Dün akşam masaya oturup büyük bir dikkatle yazıyormuş gibi yaptım. Gelip çevremde dolaşacağını biliyordum. O kadar yakınıma gelecekti ki belki de ona dokunabilir ve yakalayabilirdim! O zaman, umutsuz insanların gücüne sahip olacaktım. Onu boğmak, ezmek, ısırmak ve parçalamak için ellerim, dizlerim, göğsüm, alnım ve dişlerim vardı.

Aşırı bir şekilde uyarılmış bütün organlarımla onun yolunu gözlüyordum.

Sanki onu aydınlıkta bulabilecekmişim gibi iki lambayla sekiz tane mum yakmıştım.

Karşımda sütunlu eski meşe yatağım, sağda şömine, solda onu çekmek için uzun süre açık bırakıldıktan sonra dikkatlice kapatılmış kapı, arkamda, önünden her geçişimde tepeden tırnağa kendime bakmayı alışkanlık haline getirdiğim, giyinmeme ve tıraş olmama yarayan aynalı dolap var.

Onu yanıltmak için yazarmış gibi yapıyordum. Çünkü o da beni gözetliyordu. Birden, onun orada olduğunu hissettim. Omzumun üzerinden okuyor, kulağımı sıyırıp geçiyordu. Ellerimi uzatmış, oturduğum yerden doğruldum ve öyle hızlı arkama döndüm ki az kalsın düşüyordum. Ya sonra? Ortalık gündüz gibiydi ama ben aynada kendimi göremedim!... Ayna, boş, aydınlık, derin ve ışıkla doluydu; ama içinde benim görüntüm yoktu! Ve ben aynanın karşısındaydım! Tepeden tırnağa bu saydam camı görüyordum. Korku dolu gözlerle aynaya bakıyor, ilerlemeye veya herhangi bir hareket yapmaya cesaret edemiyordum. Onu burada olduğunu ve benden kaçacağını hissediyordum. Onun görülmez bedeni, benim aynadaki görüntümü yok etmişti.
Nasıl da korkmuştum! Ve sonra birden, bir su tabakasının yüzeyinde olduğu gibi, aynanın dip tarafında, sisler içinde kendimi görmeye başladım. Sanki su tabakası yavaşça soldan sağa kayıyormuş ve saniye saniye benim görüntümü daha belirgin hale getiriyormuş gibi geldi bana. Bu, bir güneş tutulmasının sona ermesini andırıyordu. Benim görünmemi engelleyen şeyin kesin bir sınırı yok gibi görünüyordu; ama yavaş yavaş aydınlanan donuk bir berraklığı vardı.

Nihayet, her gün baktığımda nasıl kendimi görüyorsam, aynı şekilde, kendimi tamamen görebildim aynada. Onu görmüştüm! Beni hâlâ titreten korkusu kaldı geriye...

20 Ağustos. - Mademki ona erişemiyorum, o zaman nasıl öldürmeli onu? Zehirlemeli mi? Ama zehiri suya katarken beni görebilirdi. Ayrıca bizim zehirlerimiz, onun görünmez bedenini etkiler miydi? Hayır... hayır... kuşkusuz hayır... O halde?... O halde?...

21 Ağustos. - Rouen'dan bir çilingir getirttim ve Paris'te büyük otellerin giriş katlarında hırsızlara karşı yapıldığı gibi, odamın penceresi için demir pancur siparişi verdim. Çilingir ayrıca, buna benzer bir de kapı yapacak. Kendimi korkak buluyorum ama aldırmıyorum!...
.. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. ..

10 Eylül. - Rouen'da, Otel Continental'deyim. İş tamam... ama acaba öldü mü? Gördüklerimden dolayı ruhum altüst oldu.
Dün çilingir, demir kapı ve pancurları taktıktan sonra, havanın soğumaya başlamasına rağmen kapı ve pencereyi gece yarısına kadar açık bıraktım.

Birden o görünmez varlığın geldiğini hissettim ve delicesine bir sevinç kapladı içimi. Yavaşça yerimden kalktım ve hiçbir şey anlamaması için odanın içinde sağa sola yürüdüm. Sonra potinlerimi çıkarıp eski terliklerimi giydim. Pencereyi ve pancurları kapatıp yavaş adımlarla kapıya yürüdüm; kapıyı da kapatıp iki kez kilitledim. Yine pencereye yürüdüm, asma kilidi takıp anahtarını cebime koydum.

Birden, çevremde dolanıp durduğunu, bu kez de, onun korkuya kıpıldığını ve kapıyı açmamı emrettiğini sezdim. Az daha isteğine boyun eğecektim, ama yapmadım. Sırtımı kapıya dayayıp benim geçebileceğim kadar araladım; geri geri giderek çıktım. Boyum uzun olduğu için başım kapı üzerindeki kirişe değiyordu. Onun kaçamayacağından emindim ve onu tek başına, evet tek başına içeri kapatmıştım. Ne kadar da sevinçliydim! Yakalamıştım onu! Hemen koşarak aşağı indim, odamın tam altında bulunan salona gidip lambaları buldum. İçindeki yağları halının üzerine, eşyalara, her yere döktüm; sonra da ateşe verdim. Büyük giriş kapısını iki kez kilitledikten sonra kaçıp dışarı çıktım. Bahçeye gidip büyük defne dallarının arasına gizlendim. Ne kadar da uzun sürdü! Her şey karanlık, sessiz ve hareketsizdi. Havada en ufak bir esinti ve gökte tek bir yıldız yoktu. Bulutlardan hiçbir şey gözükmüyordu. Bulutlar ruhuma çöküyordu. Öylesine ağırdılar ki!

Eve bakıyor ve bekliyordum. Ne kadar da uzun sürdü! Alevlerin kendi kendine söndüğünü ya da onun söndürdüğünü düşünmeye başladım. Aşağı katın pencerelerinden biri yangının etkisiyle yerinden fırlayınca, sarı, kırmızı ve upuzun alevler, evin beyaz duvarı boyunca yükseldi ve çatıya kadar ulaştı. Ağaçların, dalların, yaprakların arasından bir pırıltı yayıldı. Ortalığı bir ürperti kaplamıştı. Kuşlar uykularından uyandı ve bir köpek ulumaya başladı. Gün ışıyor gibi geldi bana! İki pencere daha yerinden fırlayıverdi. Evin alt katının kor yığını haline geldiğini gördüm. Fakat birden, tiz, korkunç ve yürekler parçalayan bir kadın çığlığı yayıldı karanlığa. O anda, çatı katının pencerelerinden ikisi daha açıldı! Hizmetçileri içeride unutmuştum! Dehşet içindeki yüzlerini ve sağa sola sallanan ellerini ve kollarını gördüm!...

O zaman, korkudan çılgına dönmüş bir durumda, "İmdat! İmdat! Yangın var!" diye haykırarak köye doğru koşmaya başladım. Yolda, eve doğru gelen insanlarla karşılaştım ve onlarla birlikte geri döndüm.

Ev, içinde insanların yandığı ve ortalığı pırıl pırıl aydınlatan korkunç bir odun yığınından başka bir şey değildi artık! Onun da, tutsağımın, yeni varlığın, yeni efendinin, Le Horla'nın da yandığı bir odun yığını!...

Birden, evin damı bütünüyle çöktü ve bir alev yağını göğe doğru fışkırdı. Açık pencerelerden fışkıran bu ateş yığınını seyrediyor ve onun da orada, bu fırının içinde olduğunu ve öldüğünü düşünüyordum...

Öldü mü acaba? Belki de? Peki ye bedeni? Gün ışığının arasından geçtiği bedeni, bizim bedenimizi öldüren herhangi bir yolla ortadan kaldırılamaz mıydı?

Ya ölmediyse?... Belki de yalnızca zaman, bu Görünmez ve Korkunç Varlık üzerinde etkilidir. Bu saydam, bu bilinmez beden, hastalıklardan, yaralardan, güçsüzlüklerden ve vakitsiz ölümlerden korksaydı nasıl olurdu acaba?

Vakitsiz ölüm! İnsanın bütün korkusu ondan kaynaklanıyor! İnsandan sonra Le Horla. Her gün, her saat, her dakika her türlü kazayla ölebilenden sonra, yalnızca günü, saati ve dakikası dolduğunda ölen geldi; çünkü o, varlığının son sınırına ulaştı artık!
Hayır... hayır... hiç kuşku yok... hiç kuşku yok... O ölmedi... O zaman... o zaman... Benim kendimi öldürmem gerekecek!...
 
Çarın Çizmeleri ( Yazar : Mihayil ZOŞÇENKO )


Bu yıl Kışlık Saray da Çar’ın eski püsküleri satılıyordu. Bilmiyorum müze idaresi mi, yoksa başka bir müessese mi, bu işle uğraşıyordu?

Ben de Katerina Feodorovna ile oraya gittim. Katerine Feodorovna on kişilik bir semaver almak niyetinde idi. Bütün aramamıza rağmen hiçbir semaver bulamadık. Bilmiyorum Çar çaydanlıktan mı çay içiyordu. Yoksa hiç mi çay içmiyordu? Doğrusunu isterseniz bunu bilmiyorum.

Semaver yoktu, ama buna karşılık bin bir çeşit eşya vardı. Hem de hepsi güzel güzel şeyler!... Mesela; Çar’ın çeşitli portreleri, çerçeveler, votka kadehleri; tükürük hokkaları; gömlekler; kısacası bir sürü eşya... İnsan adeta bunların içinden neyi alacağını şaşırıyordu.

Katerina Feodorovna semaver bulamayınca bu iş için ayırdığı para ile dört gömlek satın aldı. Hepsi de son moda, şık, Çar gömlekleri idi.Ben sağıma soluma bakınırken gözüm bir çift şahane çizme ye ilişti.Konçları Rus tipi, fiyatları 18 ruble. Hemen bu işle uğraşan memura yanaştım:

- Aman arkadaş, dedim, bunlar ne şık şeyler?... Bunları da satıyor musunuz?

- Bunlar, dedi, Çar’ın çizmeleridir. Bunları da satıyoruz.

- Peki, dedim, bunların Çar’ın çizmeleri olduğu nereden belli? Belki de, dedim, bu çizmeler Çar’ın değil de saray adamlarından birinindir?

- Buradaki bütün eşyalar, dedi, Çar’ındır, garantili satıyoruz. Biz Çar’dan başkasının eşyalarını satmıyoruz.

Meseleyi uzatmıyalım. Çizmeler çok hoşuma gitmişti. Biçimleri de çok şıktı. Ayağıma da tıpatıp geliyorlardı. Ökçeleri, burunları, kısacası her şeyleri şıktı, zarifti. Katerina Feodorovna’ya döndüm:

- Katerina Feodorovna, dedim, bak şu Allahın işine, eskiden Çar’ın çizmelerini giyebileceğimizi hatırımıza getirebilir miydik?... Şu dünya ne tuhaf! İnsan ne idim dememeli, ne olacağım demeli.

Ne ise, hiç üzülmeden 18 rubleyi suladım. Bir Çar’ın çizmeleri için bu, hiç de büyük bir para sayılmazdı. Çizmeleri paketleyip eve getirdim. Evde hemen giyme denemesine giriştim. Ama iş umduğum gibi çıkmadı. Bir tanesi çok güçlükle ayağıma girebiliyordu. Aradan uzun yıllar geçtiği için deriler kurumuş ve bozulmuştu. Ne olursa olsun giymeye karar verdim. Dediğimi de yaptım.

Çizmeleri ancak üç gün taşıyabildim. Dördüncü günü çizmelerden birinin tabanı çıkmasın mı? Yalnız tabanı çıksaydı öpüp başıma koyacaktım...Ökçesile, her şeyile birlikte çizmenin bütün alt yanı kopuverdi, ayağım, dışarı çıktı...

Hem biliyor musunuz bu iş nerede başıma geldi? En kalabalık bir caddede... Eve kadar ister istemez bu halde, yani bir ayağım dışarıda olarak geldim...

İşin kötüsü, ödediğim para da az buz değildi: 18 ruble. Öyle ya, Çar çizmesi giymek kolay bir şey mi idi?.. Bundan başka, başıma bu iş geldi diye şikayet edecek bir yer de yoktu.. Bu çizmeler Skorohod fabrikasının, ya da bir başka fabrikanın malı olsaydı iş kolaydı. O zaman, çürük mal çıkarıyorlar diye feryadı basar, belki de direktörü fabrikadan attırabilirdim.. Oysa bunlar, şunun bunun değil, dile kolay Çarın çizmeleri idi... Ama yine de susmamağa karar verdim. Ertesi günden tezi yok hemen Kışlık Saraya damladım. Fakat gelgelelim satış bittiği için orası kapanmıştı. Daha başka yerlere baş vurmak istedim. Ama Katerina Feodorovna bunun önüne geçti:

- Vazgeç, dedi, değmez şikayet etmeğe.. Değil yalnız bizim Çarın çizmeleri, ama hangi kralın çizmeleri olursa olsun bu kadar yıla dayanmazdı. Devrimin üzerinden on yıl geçmişti. Bu zaman içinde dikişler çürümüş olmalı idi.

Kardeşlerim, gerçekten de aradan on yıl geçmişti. Şaka değil. gerçi Katerina Feodorovna beni avutmaya çalıştı. Ama, satın aldığı Çar gömlekleri ilk yıkanışta parça parça olunca. O da ağzını açıp gözünü yumdu. Çarlık düzenine alabildiğine veriştirmeğe başladı.

Tabii aradan on yıl geçmişti, bu olaya kızmak gülünçtü.

Ya, kardeşlerim, zaman ne kadar da çabuk geçiyor.
 
Çarpık Kişilik ( Yazar : Hakan )


Çeşitli renkteki ışıklar yanıp sönerek etrafı bir renk cümbüşüne dönüştürüyorlardı. Müzik çalıyor, insanlar durup dinlenmeksizin dans ediyordu. Verilen baloya birçok insan katılmıştı. Müzik bitince insanlar masalarına çekildiler ve rahat bir nefes aldılar.

Bir süre hiç müzik çalınmadı. Sadece çevreden gelen konuşmalar duyuluyordu.

İki kişi bir masaya çekilmiş konuşuyorlardı. İkisi de daha 25 civarında gösteriyordu. Şık elbiseleri gözden kaçmıyordu.

" 'Bazı günler olur, günün yarısını nasıl geçirdiğimi hatırlayamıyorum' diyordun dedi Nejla hanım. Doktora gittin mi?”

"Gittim" dedi Vedat bey. "Saçma sapan bazı şeyler söylemekten başka bir şey yapmadı." Biraz gülümsedikten sonra: "Dediğine göre iki kişilikli bir insanmışım. Aslına bakarsan buna pek inanmadım. Bu nedenle başka doktorlara da gideceğim."

Biraz sonra Nejla hanım ve Vedat beyin oturdukları masaya bir adam yanaştı.

"Oturabilir miyim?" diye sordu.

Vedat bey ayağa kalkarak: "Hoşgeldiniz doktor bey" dedi. Doktor sandalyeye oturdu. Vedat bey, doktoru göstererek Nejla hanıma döndü:

"Bu beyefendi, biraz önce sana anlattığım doktor." Vadat bey doktora dönerek, Nejla hanımı gösterdi:

"Doktor bey, bu hanım da benim nişanlım Nejla."

"Memnun oldum hanımefendi."

"Ben de memnun oldum."

Meyve sularını içtikten sonra Nejla Hanım:

"Doktor bey! Nişanlımın nesi var?"

"Aslında kesin bir teşhise varamadık daha. Ama anlattıklarına bakılırsa bu hastalık çok büyük bir ihtimalle çift kişilikli olma halidir."

Nejla hanım içinden "başka doktor mu bulamadı sanki" diye geçirdi. Daha sonra da "Çift kişilikli olmak ne demektir doktor bey?" diye sordu.

"Nişanlınızın dediğine göre bazı günler ne yaptığını hatırlayamıyormuş. İşte bu durumun sebebi, diğer kişiliğin devreye girmesidir. Bir bedende iki insan gibi. Ama şöyle bir durum da varki, bu iki kişilik birbirinden tamamen bağımsızdır, birbirlerinden haberleri yoktur."

"Anlattıklarınız çok ilginç" dedi Vedat bey. "Peki nasıl tedavi olacağım?"

"Şu sıralar diğer doktor arkadaşlarımla birlikte sizi incelemeye alacağız. Gerek geçmiş yaşantınızı, gerekse ruhsal durumunuzu değerlendirerek bu hastalığın sebebini bulmaya çalışacağız. Sebebi bulunduktan sonra tedaviye başlayacağız."

Vedat bey biraz sıkılmıştı.

"Nedir başıma gelenler. Allahım. Bir keresinde hatırlıyorum, evde kitap okurken, nasıl oldu anlayamadım, kendimi bir kavganın ortasında bulmuştum. Kavgadan zar zor paçayı sıyırdıktan sonra eve döndüm. Bir de ne göreyim: Kitap ikiye yırtılmış, birkaç sayfası yolunmuş."

"Evet" diye karşılık verdi doktor bey. Bu lafı söylerken heyecanlanmıştı. "İşin kötü tarafı, diğer kişiliğin ne zaman faaliyete geçeceği belli olmaz. Siz kitap okurken diğer kişilik ortaya çıktı. Dışarı çıkıp bir kavgaya karıştı. Merak etmeyin Vedat bey, bu işi çözeceğiz. Yarın gelin, ilk olarak hayat hikayenizi öğreneceğim. Birkaç mürekkep testinden geçirileceksiniz."

"Sağolun doktor bey. Yarın geleceğim."

"Ayrıca geçen defa geldiğinizde ücretimi ödememiştiniz. Biliyorsunuz ki biz peşin çalışırız."

"Pardon doktor bey. Hemen vereyim." Vedat bey cebinden çıkardığı parayı doktora uzattı. "Pis herif, yarın verseydim ne farkederdi sanki." diye söylendi içinden.

Balo gece yarısı sona erdi. Davetliler yavaş yavaş salonu boşaltmaya başladılar. Nejla hanım ile Vedat bey, son model Mercedes markalı arabalarına atladılar. Doktor bey bu sırada aracın yan camına yaklaştı.

"Aman Vedat bey gözünü seveyim. Bu hastalık psikolojik bir hastalıktır, vakit kaybetmeye gelmez."

"Merak etmeyin doktor bey. Yarın size mutlaka geleceğim."

Mercedes hareket etti. Vedat beyin sinirleri gergin olduğundan arabayı Nejla hanım kullanıyordu. Yolun sağ tarafı uçurumdu.

"Bu kadar sinirli olma Vedat. Herşey düzelecek."

"Nasıl olmam Nejla. Şu bedeni iki farklı kişilik paylaşıyor. Hayatım altüst oldu."

"Sen bu doktora aldırma. Palavra atıyordur. Parayı bile yarını beklemeden alıyor. Hem de balonun tam ortasında. Bence bu adam para sızdırmaya çalışıyor. Yarın başka bir doktora gidelim.

"Haklısın. Yarın iyi bir doktora gideceğim."

Nejla hanımın kafasına bir düşünce takılmıştı: Yarın öbürgün bu adamla evlenecekti. Peki bu adamın ruhsal durumu ne olacak. Sürekli korku içinde yaşayamazdı. En iyisi evliliği tekrar düşünmekti.

Nejla hanımı bu düşüncesinden motorsiklet sesleri uyandırmıştı. Motorsikletler iki taneydi ve yavaş yavaş yaklaşıyordu.

Bir motorsiklet sol kapıya diğeri ise sağ kapıya yanaşmıştı. Adamların uzun sakalları, gece olduğu halde güneş gözlükleri vardı. Başlarını bir bez parçasıyla bağlamışlar, pis pis gülüyorlardı.

Soldaki motorsiklet iyice arabaya yaklaştı ve hafifçe kapıya çarptı. Nejla hanım ve Vedat bey telaşa kapıldılar.

Nejla hanım: "Ne istiyorsunuz be, gidin başımızdan" diye bağırdı. Birden bire sol camın açık olduğunu farketti ve telaşla camı kapadı. Vedat beyin alnında boncuk boncuk terler birikmişti.

"Daha çabuk sevgilim. Daha hızlı sür şu arabayı." diye bağırıyordu Vedat bey. İki motorsiklet de öndeki kapılara yakın bir şekilde, hizada gidiyordu. Sol taraftaki motorsikletli:

"Hey bebek. Durdur şu arabayı da biraz eğlenelim, ne dersin. Hah Hah Hah."

"Canınız cehenneme köpekler." Nejla hanımın da sinirleri iyice bozulmuştu. Gaza ne kada bassa nafile, motorsikletliler sürekli onların yanında seyrediyorlardı.

Vedat bey birdenbire kendini kaybetmeye başladı. Başı dönüyordu. Şuurunu yitirdi ve karanlıklara gömüldü. Bir kişilik değişimi geçiriyordu. Ve nihayet arabanın içindeki Vedat bey değildi artık.

Adam birdenbire şaşkına dönmüştü. Kendini aniden arabanın içinde buluşu, şaşkına çevirmişti onu. Cebinden selpak mendilini çıkardı ve alnındaki, neden biriktiğini anlayamadığı terleri sildi. Yüzünde ciddi bir hal vardı. Yanındaki kadına döndü. Peki yanındaki bu kadın kimdi. Bu araba neyin nesiydi. Herşeyden önemlisi neredeydi. Bu motorsikletliler ne yapıyordu." Motorsikletlilerin amacını anlamakta gecikmedi; çünkü pis küfürler ediyorlardı.

"Bayan" diye seslendi adam. Sesi Vedat'ın sesinden biraz daha kısıktı.

"Ne bayanı Vedat, neler diyorsun."

"Bakın bayan. Buraya nasıl geldim bilmiyorum ama, direksiyonu bana verin. Siz sürmeye devam ederseniz bu adamlar peşimizi bırakmaz."

Nejla hanım Vedat'ın hastalığını hatırladı. "Demek ki doktorun söyledikleri doğruymuş" diye düşündü. Nejla hanımla adam yer değiştirdiler. Direksiyona kurulur kurulmaz vitesi beşe aldı ve gaza bastı.

Fakat motorsikletler muhteşemdi. Yeni çıkan motorlar olduğundan geride kalmıyorlardı. Sağ taraftaki motorsikletli bağırmaya başladı:

"Korkak köpek, durdur şu arabayı."

Nejla hanım titriyordu. Korkarak yanındaki adama bakıyordu. Adam kendi kendine mırıldanmaya başladı. "Peki bunu siz istediniz."

Yolun sağ tarafı uçurumdu. Üç araç da o kadar süratliydilerki kaza yapmaları an meselesiydi.

Direksiyondaki adam müsait bir yer bekliyordu. Gözlerini biraz ileriye dikince yolun biraz genişlediğini gördü. Bir dakika sonra genişliğe gelmişlerdi.

Şoför, direksiyonu aniden sağa kırdı ve tekrar sola kırarak yolun normal seyrine geçti. Eğer dar yolda bu işi yapsaydı, aşağıya uçma ihtimali vardı. Direksiyonu sağa kırdığı anda motorsiklete çarptı. Motorsikletteki adam dengesini kaybetti ve motorsikletle birlikte sonu görülmeyen uçurumdan aşağıya uçtu. Nejla hanım korkmuş, bir çığlık atmıştı. Uçurum tarafında gittikçe kaybolan sesler duyuldu.

Sol taraftaki motorsikletli "Hüseyin..." diye yanık yanık bağırdı fakat bu bağırış boşunaydı. Çünkü Hüseyin parçalanmış halde uçurumun dibinde yatıyordu. Hayvanlar kanın kokusunu almışlardı bile.

Son kalan motorsikletli "bunun hesabını soracağım." diyerek hızını yavaşlattı ve mercedesi geriden takip etmeye başladı.

Kadın yanındaki adama dönerek: "Bakın bayım. Kim olduğunuzu bilmiyorum ama Vedat olmadığınız kesin. Kimbilir aracın kapısı ne kadar hasar görmüştür. Bu arabanın ne kadar olduğunu biliyor musun?"

"Başka çarem yoktu." Sesi gittikçe kısılmaya başlıyordu. Ayrıca sesin kesik kesik gelmesi de artıyordu. Nejla hanım bu durumdan korkarak olduğu yerde kalakaldı.

Adam, dikiz aynasından, arkadan gelen motorsikletliye bakarak: “Şimdi sıra onda..." dedi.

Mersedes hızını iyice arttırdı. Arkadaki motorsikletli de hızını aynı oranda arttırıyordu. Aniden büyük bir ses duyuldu. Bu ses, Mercedesin el fenerinin çekilmesiyle, lastiklerin asfaltta uyguladığı sürtünme sonucu çıkan sesti. Bu ani duruş, gerideki motorsikletin arabaya çarpmasıyla sonuçlandı ve motorsikleti kullanan adam fırlayarak mersedesin önüne düştü. Adam yerde yatıyordu, yarı baygın haldeydi. Burnu kanamaya başlamıştı. Şimdi sadece arabadan gelen donuk motor sesi duyuluyordu.

Adam vitesi geri aldı. Mersedes yaklaşık yirmi metre geri geri gitti ve durdu. Kız, adama bakıyordu. Korkusu iyice artmıştı. Yapacağını sezmiş gibi bir hali vardı.

Aracın arka tekerleri dönerek olduğu yerde hız kazanmaya başladı. Mercedes müthiş bir süratle yerinden fırladı. Yerde yatan adam kendine geldi fakat ayağı sakatlandığından yerden kalkamadı. Sadece korkudan attığı çığlıklar duyuluyordu. Mercedes adamın üzerinden geçtikten on metre sonra durdu. Şoför, dikiz aynasından geriye baktı. Yerde yatanın kafası hafif yassılaşmış, kulaklarından kan geliyordu. Nejla hanım "Aman Allahım..." diyerek ağlamaya başladı. Mersedes tekrar yoluna devam etti. Araç giderken, şoför kendini kaybetmeye başladı. Beden, yeni bir kimlik arayışına girmişti. Bir müddet sonra, arabayı kullanan Vedat beydi. "Benim direksiyonda ne işim var Nejla! Neden ağlıyorsun?"

Nejla hanım "Vedat" diyerek sarıldı. Vedat bey şaşırmıştı: "Bizi takip eden motorsikletlilere ne oldu. Nasıl aniden kayboldular."

"Kaybolmadılar. Onları öldürdün. Yarın beraber doktora gideceğiz tamam mı?

"Yine hatırlamıyorum ne olduğunu. Tamam yarın doktora gidiyoruz." Vedat'ın yüzünü bir korku almıştı. Nejla hanım yaşadığı olayların etkisinden kurtulamamış, ağlamaya devam ediyordu.

Doktora gittiklerinde, Vedat beyin geçmiş hayatı incelenirken bir olay doktorların dikkatlerini çekmişti. Bu olayı Vedat bey şöyle anlattı:

"Babam her zaman sert bir insan olmamı isterdi. Her zaman şu lafı tekrarlayıp beni üzerdi: 'Zayıf olup da çevrene yem olacağına, sert olup karşındakileri yen. Kendini böylelikle zalimlerden her zaman koruyabilir, onlara karşı koyabilirsin. Yoksa böyle pısırık olursan, çok dayak yersin.' derdi herzaman. Ölürken bile son cümleleri bu olmuştu. Ama ne yapayım benim kişiliğim bu. Zorla değiştiremezdim ki."

Doktor bey Vedat beyin rahatlamasını sağladıktan sonra:

"Peki, geçenlerde bana kitap okurken kendinizi birden kavgada bulduğunuzu söylediniz. Kimlerle kavga ediyordunuz."

"Bir gün yolumu kesip benden zorla paramı alan insanlarla. Nasıl oldu anlayamadım ama onları dövdükten sonra kendime geldim ve oradan kaçtım."

"Kitap okurken de paramı kaptırmanın huzursuzluğu sürekli içimdeydi. Babamın sözleri aklıma gelince kendimi kaybetmişim."

"Kurtulacağım değil mi doktor bey. Buna care bulacaksınız değilmi."

"Merak etmeyin Vedat bey, sorunu halledilmiş sayın."

Vedat bey kendini iyi hissetmemeye başladı. Hemen lavaboya koştu. Elini yüzünü yıkadı. Yüzünü kuruladıktan sonra aynaya baktı. Bir gözü korkudan parlarken, diğer gözü kendinden emin bir şekilde rahattı.
 
Çiftlikte Yangın ( Yazar : Akıl Öyküleri Kitabı )


Soğuk bir mart günü, gece yarısı vadinin ötesindeki bir çiftlikten göğe doğru alevler yükselmeye başlamıştı. Bütün köy apar topar yangın yerine doğru koştu.

Çiftlik sahibi, karısı ve küçük oğlu yangının heyecanıyla dışarı fırlamışlardı. Yangın, muhtemelen ocaktan fırlayan bir kıvılcımdan çıkmış, kısa bir zamanda bütün binayı, ambarları, samanlığı ve ahırları kül haline getirmişti.Çiftlik sahibi kederli bakışlarla son alevleri seyrediyordu. Karısı ve oğlu, heyecandan titreyerek ağlıyorlardı. Komşular da çok üzgündüler.

Birisi: "Köyümüzde bir aile mahvoldu. Bu çok acı bir şey" dedi. Bir başkası: "Bunlara bir çare bulmalıyız. Yoksa, sefalete düşmüş bir aile seyretmekten biz de azap duyacağız" dedi.

Köyün en yaşlısı: "Üzülmeyin. Her şeye bir çare bulunur. Hele bir sabah olsun" diye nasihat ta bulundu.

Ertesi gün bütün köylüler kendi işlerini bırakıp yanan çiftliğe geldiler. Kazma ve küreklerle yangın yerini temizlediler. Hepsi, elbirliğiyle, iki hafta içinde çiftliği tamamladılar, ambarları ve samanlığı doldurdular.

Çiftlik sahibi ve karısı gözyaşlarıyla köylülere teşekkür ve minnetlerini bildiriyorlardı.

Köyün en yaşlısı: "Minnet duymanıza gerek yok" dedi.

"Düşündük ki; kalbimizde sizin düştüğünüz sefaletin acısını taşımaktansa, bir iyiliğin sevincini taşımak daha iyidir."
 
Dağ Oteli ( Yazar : Guy de Maupassant )


Schwarenbach Oteli, Yukarı Alplerdeki buzulların eteklerinde bulunur. Diğer ahşap otellere benzer ve Gemmi geçidini izleyerek dağa gelen yolcular için bir sığınaktır.

Yılın altı ayında açık kalan oteli, Jean Hauser ve ailesi işletir. Anne ve baba ile üç oğul ve bir kızdan oluşan Hauser ailesi, ilk karlar yağdığında vadiyi doldurarak Loëche'e inmeyi olanaksız hale getirmeden önce otelden ayrılır. Aile, otelin güvenliğini sağlamayı gün görmüş geçirmiş kılavuzlardan Gaspard Hari ile genç kılavuz Ulrich Kunsi ve köpekleri Sam'a bırakır.

İki kılavuz ile köpek, karların oluşturduğu bu hapishanede ilkbahara kadar kalırlar. Gözlerinin önünde, yalnızca solgun tepelerin çevrelediği uçsuz bucaksız ve bembeyaz Balmhorn'un yamacı uzanır. Karlar, küçük dağ otelini çepeçevre sarar, damın üzerine yığılır, pencerelere kadar ulaşır ve kapının önünü bir duvar gibi kapatır.

Hauser ailesi, kış mevsiminin yaklaştığı ve yolculuğun gittikçe tehlikeli olmaya başladığı o gün, Loëche'e inmeye hazırlanıyordu.

Oğulların güttüğü ve eski püskü elbiseler ile bavullarla yüklü üç katır önceden yola çıktı. Anne Jeanne Hauser ile kızı Louise de, dördüncü katıra binerek yola koyuldular.

Baba, yolculuk sırasında kendilerine eşlik eden iki kılavuzla birlikte önden gidenleri izliyordu.

Önce otelin önünde bulunan ve o günlerde suları donan küçük gölün çevresini dolaştılar, sonra karlarla kaplı tepelerin çevrelediği küçük vadiyi izleyerek yollarına devam ettiler.

Pırıl pırıl güneş ışınları, bu bembeyaz ve göz kamaştıran buz gibi çölü aydınlatıyordu. Bu dağlar denizinde hiçbir yaşam belirtisi görülmüyor, bu sonsuz yalnızlıkta hiçbir harekete rastlanmıyor, hiçbir gürültü, bu derin sessizliği bozmuyordu.

Uzun boylu ve genç İsviçreli kılavuz Ulrich Kunsi, iki kadını taşıyan katıra yetişmek için gitgide hızlanıyor ve yaşlı kılavuz Gaspard Hari ile baba Hauser'i geride bırakıyordu.

Katırın üzerindeki genç kız, onun gelişini izliyor, kederli bakışları, sanki onu çağırırmış gibi bir ifade taşıyordu. Sarışın bir köylü kızıydı o. Süt beyazı yanakları ve parlaklığını yitirmiş saçları, uzun süre buzların arasında yaşamaktan dolayı solgun görünüyordu.

Kunsi, kızı taşıyan katıra yetişince elini hayvanın terkisine koyarak yürüyüşünü yavaşlattı. Anne Hauser, konuşmaya başladı. Geçirecekleri kışla ilgili olarak ona bitmez tükenmez ayrıntılarla dolu bir sürü öğüt verdi. Ulrich Kunsi, ilk kez kışı yukarıda geçirecekti. Oysa tecrübeli Gaspard Hari, Schwarenbach Oteli'nde karlar altında 14 kış geçirmişti.

Ulrich Kunsi, söylenenleri anlamaksızın dinliyor ve sürekli olarak genç kıza bakıyordu. Zaman zaman da “Evet, Bayan Hauser” diyerek yanıt veriyordu; ama kafası anlatılanlardan uzakta, yüzü duygusuz bir ifade taşıyordu.

Vadinin dibinde, donmuş, dümdüz uzanan Daube gölüne ulaştılar. Sağ tarafta, Wildstrubel'e hakim Loemmern buzulunun yanında dimdik yükselen Daubenhorn'un siyah renkli kayaları görünüyordu.

Loëche'e inişin başladığı Gemmi geçidine yaklaştıklarında, geniş ve derin Rhône vadisinin ayırdığı Valais Alpleri birdenbire gözlerinin önünde yükseliverdi.

Uzakta, güneşin altında parlayan sivri ve düz, farklı yükseklikte olan bembeyaz bir yığın tepe vardı. Uzun kayalıklarıyla Mischabel, Weisshorn masifi, heybetli Brunnegghorn, yüksek ve korkunç görünümlü Cervin tepeleri ve Dent-Blanche gözlerinin önünde uzanıyordu.

Bu tepe yığınının altında, korkunç bir uçurumun dibinde, evleri kum taneleri gibi küçücük görünen Loëche kasabası belirdi. Katır, dağın sağ yamacı boyunca kıvrıla kıvrıla bu küçük kasabaya giden yolun kenarında durdu: Kadınlar, aşağı indiler.

Gaspard Hari ile baba Hauser de, onlara yetişmişlerdi.

Baba Hauser, “Allahaısmarladık, ikinize de iyi şanslar. Gelecek yıla görüşürüz” dedi.

Gaspard Hari de, “Gelecek yıla” diye tekrarladı.

Daha sonra da kucaklaşıp öpüştüler.

Öpüşme sırası Ulrich Kunsi'ye gelince, Louise'in kulağına, “Yukarıda kalanları unutmayın” diye fısıldadı. Louise de, neredeyse onun duyamayacağı kadar alçak bir sesle “Peki” diye yanıtladı.

- Hadi artık, dedi Jean Hauser, kendinize dikkat edin.

Sonra da, kadınların önüne geçti ve birlikte aşağıya inmeye başladılar; yolun ilk sapağında da gözden kayboldular.

Gaspard Hari ve Ulrich Kunsi de, Schwarenbach Oteli'ne doğru yürümeye başladılar.

Yan yana, konuşmadan ve yavaş yavaş yürüyorlardı. Artık her şey bitmişti; dört-beş ay tek başlarına kalacaklardı.

Gaspard Hari, önceki kış yaşadıklarını anlatmaya başladı. Geçen kış Michel Canol ile birlikteydi; ama artık Canol bu işler için çok yaşlanmıştı. Dağda bu uzun süren yalnızlık sırasında her an bir kaza ile karşı karşıya kalabilirdi insan. İyi anlaşmışlar, iyi vakit geçirmişlerdi. Amaç, daha ilk günden her şeyi olduğu gibi kabul etmekti. Zaten insan vakit geçirmek için kendi kendine oyalanacak bir şeyler buluyordu.

Ulrich Kunsi, aklı kasabaya inenlerde, gözlerini yere dikmiş, Hari'nin anlattıklarını dinliyordu.

Bir süre sonra, karların içinde küçücük kara bir nokta gibi duran oteli gördüler.

Kapıyı açtıklarında, kıvır kıvır tüylü kocaman köpek Sam, ikisinin çevresinde sıçrayarak dolanmaya başladı.

- Hadi, dedi Gaspard Hari, işleri yapacak kadın yok. Yemeği hazırlamak gerek. Sen patatesleri soymaya başla.

Bir süre sonra ikisi de birer tabureye oturmuş, çorba pişiriyorlardı.

Ertesi sabah uyandığında, gün Kunsi'ye çok uzun gelmeye başlamıştı. İhtiyar Hari, sigarasını içiyor ve zaman zaman ocağa tükürüyordu. Kendisi de, pencereden evin tam karşısında yükselen dağı seyrediyordu.

Kunsi, öğleden sonra dışarı çıktı ve bir önceki gün gittikleri yoldan yürüdü. Karların üzerinde, iki kadını taşıyan katırın ayak izlerini arıyordu. Gemmi geçidine vardığında, uçurumun kenarında yüzükoyun yere yattı ve Loëche kasabasını seyretmeye koyuldu.

Kayalıkların arasındaki küçük kasaba, daha henüz karlara boğulmamıştı. Çevresindeki çam ormanları, kasabayı karlardan koruyordu. Küçücük evler, tepeden bakıldığında, çayırdaki taşları andırıyordu.

Louise Hauser, şimdi bu gri renkli evlerden birindeydi. Hangisindeydi acaba? Ulrich Kunsi, evleri birbirinden ayıramayacak kadar uzaktaydı. Nasıl da aşağı inmek geçiyordu içinden!

Güneş artık Wildstrubel tepesinin arkasında kaybolmuştu. Kunsi, yeniden otele döndü. Gaspard Hari, sigara içiyordu. Arkadaşının geldiğini görünce, birkaç el kâğıt oynamayı önerdi. Karşılıklı masaya oturdular ve oynamaya başladılar.

Epeyce bir süre brisk adı verilen oyunu oynadılar. Sonra da yemeklerini yiyip yattılar.

Gelip geçen günler, ilk günden farklı değildi. Hava açık ve soğuktu; yeni kar daha yağmamıştı. İhtiyar Gaspard, öğleden sonralarını buzlu tepeler üzerinde uçup duran kartalları ve vahşi kuşları seyretmekle geçirirken, Ulrich Kunsi, düzenli olarak Gemmi geçidine gidiyor ve kasabayı seyrediyordu. Sonra kâğıt ve domino oynuyorlar, zar atıyorlar ve oyunu ilginç hale getirmek için iddiaya tutuşuyorlardı.

Bir sabah erkenden uyanan Hari, Kunsi'yi kaldırdı. Yoğun ve koyu bulutlar üzerlerine çöküyor, her tarafı sarıyor ve yavaş yavaş beyaz bir köpük yığını içine gömüyordu ortalığı. Bu, dört gün dört gece böyle devam etti. Yağan karların kapattığı kapı ve pencerenin önünü açmak, bir geçit oymak ve geceleri oluşan don yüzünden taş gibi sertleşen karlar üzerinde basamaklar yapmak gerekiyordu.

Artık hapis hayatı yaşamaya başlamışlardı. Dışarı çıkıp istedikleri gibi dolaşamıyorlardı. Günlük işleri paylaşmışlardı. Ulrich Kunsi, bütün temizlik işlerini üzerine almıştı, çamaşırları yıkıyor, temizlik yapıyordu. Odunları da o kırıyordu. Gaspard Hari ise, yemekleri pişiriyor ve ateşi yakmakla uğraşıyordu. Bu günlük ve tekdüze uğraşlar arasında zaman zaman kâğıt oynuyorlar ya da zar atıyorlardı. İkisi de sakin ve soğukkanlı bir yapıya sahip olduğundan aralarında hiç tartışma çıkmıyordu. Hatta hiç sabırsızlık göstermiyorlar, ileri geri laf edip de birbirlerini kırmıyorlardı. Bu tepelerde, karlar altında geçirecekleri bu kış mevsiminde olacaklara önceden boyun eğmeye hazırlamışlardı kendilerini.

Ara sıra yaşlı Hari tüfeğini alıp avlanmaya çıkıyor, vurduğu dağ keçilerini getiriyordu. O zaman Schwarenbach Oteli'nde bir bayram havası esiyor ve taze et ziyafeti çekiyorlardı kendilerine.

Gaspard Hari, bir sabah yine dağ keçisi avlamak için erkenden yola çıktı. Dışarıda hava sıcaklığı sıfırın altında 18 dereceydi. Güneş henüz doğmamıştı. Hari, Wildstrubel civarında dağ keçilerine rastlamayı umuyordu.

Ulrich Kunsi, evde yalnız kalmıştı. Saat 10.00'a kadar yattı. Aslında iyi bir uykucuydu, ama sabahları hep erken kalkan Hari'den çekindiği için geç kalkmaya pek cesaret edemiyordu.

Günlerini ve gecelerini ocağın ateşi önünde uyumakla geçiren Sam ile kahvaltısını yaptı. Kendini üzgün hissetti; hatta yalnızlıktan korkmuştu. Karşı konamaz bir alışkanlığın arzusu içinde, daha önceki günlerde yaptıkları gibi, kâğıt oynamak istedi canı.

Arkadaşının saat 16.00'da dönmesi gerekiyordu. Kunsi, onu karşılamak için dışarı çıktı. Kar, derin vadiyi kaplamış, yarıkları doldurup iki gölü de ortadan kaldırmış ve kayalıkları tamamen örterek uçsuz bucaksız tepeler arasında gözleri kör eden bembeyaz ve parlak sonsuz bir örtü oluşturmuştu.

Kunsi, kasabayı seyrettiği uçurumun kenarına üç haftadır gitmemişti. Wildstrubel'e giden bayırları tırmanmadan önce uçurumun yanına gitmek istedi. Loëche de karlarla kaplanmıştı; bu soluk örtünün altına gömülen evler artık hiç farkedilemiyordu.

Daha sonra, sağa dönerek Loemmern buzuluna yöneldi. Dağlılar gibi uzun adımlar atarak yürüyor, ucu demirli bastonunu taş gibi sertleşen karlara batırıyordu. Keskin bakışlarıyla bu bembeyaz kar örtüsü içinde kalan ve hep görünüm değiştiren buzulu arıyordu.

Buzulun yakınlarına geldiğinde durdu ve yaşlı Hari'nin bu yola sapıp sapmadığını anlamaya çalıştı. Sonra, kaygılı ve daha hızlı adımlarla buzultaşlar boyunca yürüdü.

Gün batıyordu artık. Karlar pembe bir renge bürünüyor, soğuk ve kuru bir rüzgâr karların billûrlaşmış yüzeyi üzerinde esiyordu. Ulrich, karşıdaki tepelere doğru bağırdı. Deniz dalgaları üzerinde çığlık atan kuşlarınki gibi, sesi buzdan köpüklerin arasında dağların büründüğü ölüm sessizliği içinde uzaklara uçup gitti ve hiçbir yanıt gelmedi.

Yeniden yürümeye koyuldu. Güneş, gökyüzünün kızıla boyadığı tepelerin ardında batmış, vadinin derinlikleri kararmaya başlamıştı. Genç adam, birden korkuya kapıldı. Soğuk, yalnızlık ve dağların kışa özgü bu ölüm sessizliği içine doluyormuş, kanını durdurup donduracak, ellerini ayaklarını kaskatı kesip kendisini hareketsiz buzdan bir varlık haline getirecekmiş gibi geldi ona. Otele doğru koşmaya başladı. Kendisi yokken yaşlı Hari'nin dönmüş olabileceğini düşünüyordu. Herhalde o başka bir yoldan gitmişti. Ayaklarının dibinde, avladığı bir dağ keçisi ile ateşin başında oturuyor olmalıydı.

Biraz sonra otel göründü. Hiç duman tütmüyordu. Ulrich daha hızlı koştu; kapıyı açtı. Sam sevinçle ileri doğru atıldı; Gaspard Hari hâlâ dönmemişti.

Korkuya kapılan Ulrich Kunsi, bir köşeye büzüşüp bekleyen arkadaşını bulacakmışçasına olduğu yerde dönüp arkasına baktı. Ateşi yaktı; ihtiyarın dönüşünü beklerken çorba pişirdi.

Zaman zaman, Hari'nin ortalıkta görünüp görünmediğini anlamak için dışarı çıkıyordu. Ufukta, tepelerin ardında kaybolmaya yüz tutmuş sarı bir ayçanın aydınlattığı soluk, kurşuni mor renkli gece artık çökmüştü.

Genç adam, bir süre sonra içeri girip oturdu ve arkadaşının başına gelebilecekleri düşünerek ellerini ve ayaklarını ısıttı.

Gaspard Hari, bacağını kırmış, ya bir çukura düşmüş ya da ayak bileğini burkmuş olabilirdi. Ruhu umutsuzluk içinde, karların üzerinde soğuktan kaskatı kesilmiş durumda yatıyor ve birilerinin yardımına gelmesi için gecenin sessizliği içinde gırtlağının bütün gücüyle bağırıyor olabilirdi.

Neredeydi acaba? Dağ öylesine uçsuz bucaksız ve özellikle bu mevsimde öylesine tehlikeli ve acımasızdı ki, bu sonsuzluk içinde bir insanı aramak için her yönde on ya da yirmi kişinin sekiz gün boyunca yürümesi gerekirdi.

Kunsi, her şeye karşın, gece yarısı saat 01.00'e kadar dönmemesi halinde Sam'la birlikte Gaspard Hari'yi aramaya karar verdi.

Bütün hazırlıklarını yaptı.

Çantasına iki günlük yiyecek koydu, çelik kancalarını aldı, boynuna sağlam, uzun bir ip geçirdi, ucu demirli bastonunu ve buzların içinde basamaklar yapmaya yarayan baltasını kontrol etti. Sonra beklemeye koyuldu. Şöminenin ateşi yanıyor, köpek alevlerin ışıltısı altında horluyor ve duvardaki saat, düzenli atan bir yürek gibi, tahta kutusu içinde tıkır tıkır işliyordu.

Kunsi, hafif rüzgâr çatıyı ve duvarları yalayarak eserken titriyor ve uzaktan gelebilecek sesleri duyabilmek için kulaklarını dikmiş bekliyordu.

Saat gece yarısını vurduğunda, yüreğinin titrediğini hissetti. Korkuya kapıldığını fark eden Kunsi, yola çıkmadan önce sıcak bir kahve içmek için ateşin üzerine suyu koydu.

Saat 01.00'i çalınca yerinden doğruldu; Sam'ı uyandırdı ve kapıyı açıp Wildstrubel’e doğru yürümeye başladı. Beş saat boyunca yürüyen Kunsi, çelik kancalarının yardımıyla kayalıklara tırmandı; zaman zaman buzları kırarak ya da dimdik bir bayırın dibinde kalan köpeğin ipini ara sıra çekerek ilerledi. İhtiyar Gaspard Hari'nin sık sık dağ keçilerinin peşinden geldiği tepelerden birine ulaştığında saat 06.00 olmuştu.

Güneşin doğmasını beklemeye başladı.

Gökyüzü sararmaya başlıyordu. Nereden geldiği belli olmayan acayip bir aydınlık, dört bir yana yayılan bu uçsuz bucaksız tepeler yığınını birdenbire aydınlattı. Bütün uzaya yayılmak istercesine karların içinden âdeta ışık fışkırıyordu. Yavaş yavaş uzaktaki yüksek tepeler pembeleşti ve Berne Alpleri'nin arkasından kızıl rengiyle güneş göründü.

Ulrich Kunsi, yeniden yola koyuldu. Bir avcı gibi yerdeki izleri dikkatle izleyerek ve zaman zaman köpeğe “Hadi aslanım, ara bakayım” diyerek ilerliyordu.

Kunsi, dağdan aşağı iniyordu şimdi. Bakışlarıyla uçurumların dibini tarıyor, ara sıra bağırıyor, fakat sesi bu sonsuz boşluk içinde kaybolup gidiyordu. Kulağını yere yapıştırıp dinliyor, bir ses fark ettiğini sanarak koşmaya başlıyor, hiçbir yanıt gelmeyince de, umutsuz ve tükenmiş bir şekilde oturuyordu. Öğlene doğru yemeğini yedi ve kendisi gibi yorgun düşen Sam'a da bir şeyler yedirdi.

Sonra yeniden aramaya koyuldu.

Akşam olduğunda, Kunsi hâlâ yürüyordu. Yürüye yürüye 50 kilometre yol kat etmişti. Evden çok uzaklaştığı, dönmek aynı yolu tekrar yürüyemeyeceği ve bu yorgunlukla daha fazla da ilerleyemeyeceği için karların içinde bir çukur açtı. Yanında getirdiği battaniyeye köpekle birlikte sarınarak çukurun içine kıvrılıverdi. Adamla köpek ısınmak için birbirlerine sokularak yattılar ama yine de iliklerine kadar dondular.

Kunsi, birtakım rüyalar gördüğü, elleri ve ayakları buz kestiği için doğru dürüst uyuyamamıştı.

Kalktığında gün doğmak üzereydi. Bacakları soğuktan sanki demir gibi sertleşmişti. Bir ses duyduğunu sandığında yorgun ruhu korkudan ona çığlıklar attıracak gibi oluyor, heyecandan yüreği yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu.

Bu yalnızlık içinde kendisinin de öleceğini düşündü ve ölüm korkusunun etkisiyle bütün gücünü topladı.

Düşe kalka otele doğru yürümeye başladı. Sam, kendisini birkaç adım geriden izliyor ve üç ayağı üzerinde seke seke ilerliyordu.

Öğleden sonra saat 16.00’ya doğru Schwarenbach'a geldiler. İçeride kimse yoktu. Genç adam ateşi yaktı; bir şeyler yedi ve uyudu. Öylesine yorulmuştu ki, artık hiçbir şey düşünemiyordu.

Karşı konulamaz bir uykunun etkisi altında epeyce uyudu. Fakat birden “Ulrich” diye bir ses, bir çığlık, bir isim, kendisini bu derin uyuşukluktan uyandırdı ve ayağa kaldırdı. Düş mü görüyordu? Yoksa bu, kaygılı ruhların duyduğu acayip seslerden biri miydi? Hayır; kulaklarından girip bütün bedeninden geçerek parmak uçlarına kadar yayılan bu titrek sesi yeniden duydu. Kuşkusuz birisi bağırmış, “Ulrich!” diye seslenmişti. Birisi yakınlarda, evin civarındaydı. Bundan hiç kuşkusu yoktu. Kapıyı açtı ve gırtlağının bütün gücüyle “Sen misin Gaspard!” diye haykırdı.

Hiçbir yanıt gelmedi. Ne bir ses, ne bir inildeme ne de bir mırıldanma vardı. Gece oluyor, karlar pek solgun görünüyordu.

Taşları bile donduran, terk edilmiş bu tepelerde hiçbir canlı varlığı yaşatmayan buz gibi bir rüzgâr esiyordu dışarıda. Çöllerde esen ateş gibi rüzgârlardan daha öldürücü, daha kurutucu bir rüzgârdı bu. Ulrich yeniden “Gaspard, Gaspard, hey Gaspard!” diye bağırdı.

Sonra beklemeye koyuldu. Dağda her şey sessizlik içindeydi! İliklerine kadar korku doldu içine. Bir hamlede eve girdi, kapıyı kapatıp sürgüyü çekti ve tir tir titreyerek bir sandalyeye oturdu. Ruhunu teslim ederken arkadaşının kendi adını çağırdığından emindi.

Yaşadığından ya da yemek yediğinden nasıl eminse, birisinin kendi adını haykırdığından da öylesine emindi. İhtiyar Gaspard Hari, lekesiz bembeyazlığı yeraltı dünyalarının karanlığından daha uğursuz olan bu derin vadilerin birinde, bir çukurun içinde iki gün üç gece can çekişmişti. Hari, arkadaşını düşünerek biraz önce önce ölmüştü! Serbest kalan ruhu, Ulrich'in uyuduğu otele doğru uçup gelmiş, yaşayanlara musallat olan ölü ruhlar gibi onun adını haykırmıştı. Gaspard'ın ruhu, uyumakta olan genç adamın sıkıntılı ruhuna seslenmiş, son bir kez elveda demiş veya sitem etmiş ya da arkadaşını yeteri kadar aramayan bu adama beddualar yağdırmıştı!

Ulrich, bu ruhu çok yakında, duvarın arkasında, biraz önce kapattığı kapının ardında hissetmişti. Gaspard Hari'nin ruhu, ışık sızan bir pencereyi kanatlarıyla sıyırıp geçen gece kuşları gibi dolaşıyordu evin çevresinde! Genç adam ise, çılgına dönmüş, korkudan haykırmaya hazır bekliyordu. Kaçmak istiyor ama dışarı çıkmaya cesaret edemiyordu ve bir daha da hiç edemeyecekti çünkü yaşlı adamın cesedi bulunup gömülmedikçe, bu hayalet gece gündüz otelin çevresinde dolaşıp duracaktı!

Kunsi, gün doğup da güneş ışıkları ortalığa yayılınca, biraz sakinleşti. Kendi yemeğini hazırladı, köpeğin yiyeceğini verdi ve karlar üzerinde yatan ihtiyarı düşünerek, yüreği acı içinde bir sandalyeye çöküverdi.

Gecenin karanlığı dağı kapladığında yeni korkular yüreğini sarmaya başladı. Şimdi, bir mumun zorlukla aydınlattığı karanlık mutfakta yürüyordu. Büyük adımlarla bir duvardan diğerine gidiyor, bir önceki gecenin o korkunç bağırtısının, dışarıdaki iç karartıcı sessizliği aşıp aşmadığını dinliyordu. Sanki o güne kadar hiç yalnız kalmamış gibi, kendini tek başına hissediyor, acınacak bir durumda olduğunu düşünüyordu. Bu uçsuz bucaksız kar çölünde, insanların oturduğu toprakların, yaşadıkları evlerin, devam eden hayatın iki bin metre yukarısında, buz gibi gökyüzünün altında yapayalnızdı! Nereye ve nasıl olursa olsun kaçmak, kendisini uçuruma atarak, Loëche kasabasına inmek gibi çılgın bir isteğin pençesinde kıvranıyor, fakat kapıyı açmaya cesaret edemiyordu. Ötekinin, o ölünün, dağın tepesinde yalnız kalmamak için yolunu keseceğinden emindi.

Gece yarısına doğru, yürümekten yorgun, korku ve sıkıntıdan tükenmiş bir durumda sandalyelerden birinde uyuyakaldı. Cinli-perili bir yerden korkar gibi yatağından korkuyordu.

Birdenbire, bir önceki gecenin o keskin çığlığı kulakları yırttı. Bağırma öylesine keskindi ki, Ulrich, birisini geri itmek istercesine ellerini ileri uzattı ve oturduğu sandalyeden sırtüstü yere düştü.

Gürültüye uyanan Sam, korkuyla ulumaya ve tehlikenin nereden geldiğini anlamak için dolanmaya başladı. Kapının önüne geldiğinde tüyleri diken diken oluyor, kuyruğunu dikleştiriyor, derin derin soluyor ve burnunu çekip homurdanıyordu.

Çılgına dönen Kunsi, hemen doğrulmuş ve bir sandalyeyi ayağından tutarak, “Girme... İçeri girme... Girme... Gebertirim seni!” diye bağırıyordu. Bu haykırışlardan iyice huysuzlanan köpek, efendisinin meydan okuduğu o görünmez düşmana karşı öfkeyle havlıyordu.

Yavaş yavaş sakinleşen Sam, ocağın yanına gelip tekrar yattı. Fakat başını dikmiş, gözleri parlıyor ve dişlerinin arasından homurdanıyordu.

Ulrich de kendisine gelmişti. Fakat korkudan kendisini bitik hissediyordu. Büfeye gidip bir şişe içki aldı ve arka arkaya birkaç kadeh içti. Düşünceleri yavaş yavaş bulanıklaşıyor, cesaretini yeniden topluyor ve damarlarında bir ateş seli akıyordu sanki.

Ertesi gün, hiçbir şey yemedi, sadece içki içmekle yetindi. Sonraki günlerde de hep sarhoş dolaştı durdu. Gaspard Hari aklına gelir gelmez içmeye başlıyor ve sarhoşluktan ayakta duramaz hale gelinceye kadar içiyordu. Alnı yere yapışmış, zilzurna sarhoş, elleri ayakları kesilmiş bir durumda saatlerce yerde yatıyordu. İçkinin etkisi geçip de ayılmaya başlayınca, “Ulrich!” diye kendisini çağıran çığlık, bir mermi gibi kafasına saplanırcasına onu uyandırıyordu. Ayakları üzerinde zorlukla doğruluyor, yere düşmemek için yakındaki eşyalara tutunuyor ve Sam'ı yardıma çağırıyordu. Efendisi gibi çılgına dönen köpek de, o anda kapıya doğru atılıyor, pençeleriyle tırmalıyor ve uzun beyaz dişleriyle kapıyı kemiriyordu. Ulrich ise, boynunu arkaya devirmiş, başı havada, koştuktan sonra kana kana su içer gibi büyük yudumlarla içkiyi bir dikişte içiyor ve düşüncelerini uyuşturarak, büyük korkusunu yatıştırıyordu.

Üç haftada bütün içkileri tüketmişti. Fakat bu sürekli sarhoşluğu, kendine gelir gelmez çok daha etkili biçimde ortaya çıkan büyük korkusunu bir süre için yatıştırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Bir aylık sarhoşlukla iyice artan sabit fikri, bu yapayalnızlığı içinde daha da büyüyor ve bir burgu gibi içine işliyordu. Artık, kafesteki bir vahşi hayvan gibi evin içinde oradan oraya yürüyor, zaman zaman kulağını duvara yapıştırarak, ötekinin ruhunun öbür tarafta olup olmadığını anlamaya çalışıyor ve duvarın ötesinden ona meydan okuyordu.

Sonra yorgunluğun etkisiyle uyuklamaya başlayınca, o sesi yine duyuyor ve birdenbire sıçrayarak kalkıyordu.

Yine böyle çileden çıktığı bir gece, birden ileri atılarak, kendisini kimin çağırdığını anlamak ve onu susturmak için kapıyı açtı.

İliklerine kadar işleyen dışarının soğuk havası aniden yüzüne çarpınca, hemen kapıyı kapattı ve sürgüleri çekiverdi. Kapı açıldığında Sam'ın dışarı çıktığını fark etmemişti. Birkaç odun daha atıp ısınmak için ateşin önüne oturdu. Fakat birdenbire ürperdi. Birisi inleyerek duvarı tırmalıyordu.

- Defol! diye bağırdı. Uzun, acı dolu bir inilti geldi karşılık olarak.

O anda aklı başından iyice gitti. Saklanacak bir köşe aramak için arkasına dönerken, “Defol!” diye bağırdı yeniden. Dışarıdaki ise, sürekli inildiyor, duvara sürtünerek evin etrafında dolaşıp duruyordu. Ulrich, içinde yiyecek ve tabak-çanak bulunan büfeye doğru atıldı, insanüstü bir çabayla yerinden oynattı ve kapının arkasına sürüyerek iyice dayadı. Sonra da, düşman kuşatması altındayken yapıldığı gibi, sandalye, masa, yatak, minder, evin içinde eşya olarak ne varsa, hepsini pencerenin önünde üst üste yığdı.

Ama dışarıdaki, şimdi daha da iç karartıcı biçimde inliyor, Ulrich de buna, aynı şekilde inleyerek karşılık veriyordu.

Böylece, birbirlerine uluyarak günler ve geceler geçti. Biri evin dışında sürekli dolanıp duruyor ve sanki evi yıkmak istercesine, gücünün yettiğince tırnaklarıyla duvarları tırmalıyor; diğeri ise, içeride kulağını duvara yapıştırmış dinliyor ve duvarların tırmalanmasına korkunç çığlıklarla yanıt veriyordu.

Bir akşam, artık Ulrich hiçbir şey duymamaya başlayınca, yorgunluktan bitmiş bir durumda sandalyeye oturdu ve hemen uyuyuverdi.

Uyandığında hiçbir şey hatırlamıyordu. Bu sıkıntılı uyku sırasında sanki kafasındaki bütün düşünceler boşalmış, kaçıp gitmişti. Karnı acıkmıştı. Oturup bir şeyler yedi.
.. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. .. ..

Kış artık sona ermişti. Gemmi geçidi tekrar yol verir hale gelmiş ve Hauser ailesi, otele dönmek için yola çıkmıştı.

Geçidin tepesine ulaşınca, kadınlar katırlara binmiş ve biraz sonra karşılaşacakları iki adamdan söz etmeye başlamışlardı.

Yollar açılınca, geçirdikleri uzun kışı anlatmak için bu ikisinden hiç olmazsa birinin aşağıya inmemiş olmasına şaşırmışlardı.

Nihayet, hâlâ karlar altındaki otel uzaktan görünüverdi. Kapı ve pencereler kapalıydı. Bacadan duman çıktığını gören baba Hauser'in içi rahatladı. Fakat yaklaştığında, kapının eşiğinde, kartallar tarafından parçalanmış büyük bir hayvanın böğrü üzerine yatmış iskeletini gördü.

Hep birlikte iskeleti incelediler. “Bu, Sam olmalı” dedi anne Hauser. Sonra “Hey Gaspard!” diye seslendi. İçeriden hayvan böğürmesine benzer bir çığlık geldi. Baba Hauser, “Hey Gaspard!” diye yeniden seslendi. Birincisine benzer bir çığlık daha duyuldu içeriden.

Bunun üzerine, baba ve iki oğlu kapıyı açmaya çalıştılar. Kapı açılmıyordu. Ahırdan aldıkları bir kalas parçasını koçbaşı gibi kullanarak bütün güçleriyle kapıya vurmaya başladılar. Kapı çatırdadı, kanatlar parçalandı ve içeriden büyük bir gürültü geldi. Devrilen büfenin arkasında ayakta duran, saçları omuzlarına kadar inen, sakalı göğsüne kadar uzamış, gözleri çakmak çakmak parlayan, elbiseleri parçalanmış bir adam gördüler karşılarında.

İlk anda, bu adamı hiçbiri tanıyamadı. Fakat hemen sonra Louise Hauser, “Anne, bu Ulrich!” diye bağırdı. Saçlarının bembeyaz olmasına karşın anne de, bu adamın Ulrich olduğunu anladı.

Ulrich, onların kendisine yaklaşmalarına ve dokunmalarına ses çıkarmadı. Ama kendisine sorulan sorulara yanıt vermedi. Hauser ailesi, onu Loëche'e götürdü. Doktorlar, Ulrich'in delirmiş olduğunu söylediler.

Hiç kimse Gaspard Hari'ye ne olduğunu asla öğrenemedi.

Louise Hauser, o yaz, iç üzüntüsüne bağlı bir hastalıktan az kalsın ölecekti. Doktorlar, kızın hastalığının, dağın soğuk havasından ileri geldiğini söylediler.
 
Değerli Dostluklar ( Yazar : Bilinmiyor )


Eski Japon kültürüne göre parıldayan her şey değersiz ve bayağı kabul edilirdi.Yeni bir fincan veya vazo, ürküntü verirdi. Çünkü parlayan bir nesne yenidir ve yeni olduğundan henüz kullanımının ona kazandırdığı soylulukla değer kazanmamıştır.Eskimiş, pek çok kez çay içmekten ötürü kararmış bir fincan, bizimle yaşamış, sabrımızı ve özenimizi aktardığımız bir eşyadır ve zamanla hem bizim huyumuzu, hem duygularımızı yüklenmiş ve bize hizmet ederek bunun karşılığını vermiştir.Uzun süreli bir dostluk zamanın kararttığı bir fincanınkiyle eş değerde izler taşır.Gündelik eşyalarda da, arkadaşlıklarda olduğu gibi çatlaklar ve gölgeler bulunur.Bir fincanı firlatıp atmamak ve bir arkadaşı yaşantından uzaklaştırmamak için sabır ve sadakat gibi son derece önemli, ama artık pek sık rastlanmayan iki duyguya gereksinme vardır.Sabır, yüklendiği rol gereği bir tuğlaya, sadakat ise bir köke benzer. Sabır acelenin, sadakat ise tüketimin panzehiridir.Bu iki duyguyu fiziksel bir imge olarak düşünürsek,

DOSTLUK TUĞLALARLA ÖRÜLÜR, KÖKLER SAYESINDE GELİŞİR"

Değerli, değeri azalmayan ve kalıcı dostluklar dileğiyle...
 
Deney ( Yazar : Bilinmiyor )


Bir laboratuvarda deney yapılıyor. Büyük bir akvaryum var. İçine bir büyük balık ve çokça küçük balık atılıyor. E tabii haliyle büyük olanı acıktıkça küçükleri yiyor... Daha sonra akvaryumun ortasına dikey bir cam yerleştiriliyor ve akvaryum ikiye ayrılıyor. Büyük balık bir tarafa küçük balıklar da diğer tarafa yerleştiriliyor. Büyük balık cam bölmeyi geçmek ve küçük balıkları yemek için defalarca deneme yapıyor. Fakat başaramıyor. Sonunda büyük balık artık diğer tarafa geçmek için mücadele etmeyi bırakıyor. Ve sonunda cam bölmeyi kaldırıyorlar. O da ne? Büyük balık küçükleri yemek için hiçbir hamle yapmıyor. Saatler geçtigi halde onları yemedigi görülüyor... Buna psikolojide ögrenilmiş acizlik deniyormuş. İstatistiklere göre bir çocuk ergenlik yaşına gelinceye kadar ailesinin ve çevresinin uyarılarıyla kendini geri çekme alışkanlığı sağlanıyormuş. Böyle olunca da çocukta büyüyünce yapamama, edememe özellikleri gelişiyor ve kendine güveni yitiriyormuş. Oysa bir toplum kendine güvenen ve girişimci, cesur, atak bireylerle ilerleyebilir.

ŞARTLANDIRILMIŞ ACİZLİKTEN KURTULMAMIZ VE AKLIMIZIN YOLUNU SEÇMEMİZ DİLEĞİYLE..
 
Deniz Fenerinin Aşkı ( Yazar : Bilinmiyor )


Bir Denizfeneri.. Okyanusla sonsuza dek komşu. Okyanusun mu ona daha çok ihtiyacı var yoksa, denizfeneri mi okyanus için vazgeçilmez bir sevgili?

Gündüzleri, denizfeneri isyanlarda... Çünkü yanıbaşındaki biricik sevgilisi gözlerinin önünde güneşle ihtirasla sevişmekte. Hep gece olsun ister, sevgilisi ona kalsın, yalnız onda bulsun gecedeki renginin güzelliğini... Denizfeneri, küçücüktür okyanusa göre ama güneşin aşkından daha büyüktür aşkı okyanusa...

Geceleri ise denizfeneri, mutluluklar peşindedir, gecenin esrarengiz sessizliğinde. Her ışık turunda çıldırır denizfeneri zevkten, adeta danseder okyanusun en uzak noktalarına uzanarak. Daha gerçektir denizfeneri, gece sadece o ve okyanus vardır sınırlı görüş gizliliğinde.

Gündüzleri denizfeneri bir hiçtir bütün aldatmalara şahit olarak. Güneş ise gece olunca bu hissi göremez.. Gece, denizfeneri ile okyanusun aşkının dansedişine güneş şahitlik yapmaz..

Gün bitiminde ve başlangıcında teslim ederler sevgili okyanuslarını birbirlerine güneş ve denizfeneri.

Güneşin okyanusla arasına giren bir engel vardır kimi zaman, bu işkencedir güneşi küçülten. Bulutlardır, bu hain, gündüz aşkında güneşe okyanusu göstermeyen. Güneş ise tüm gücüyle savaşır okyanusa ulaşmak için. O kadar yaklaşır ki, bulutlara bulutlar, yoğunlaşır, yoğunlaşır ve gökyüzü ağlamaya başlar okyanus hasretinden hesapsızca titrer.

Okyanus bütün damlaları özlemle kucaklar, her damla onu güneşine daha çok yaklaştırmaktadır. Gökyüzü ağlar, ağlar ta ki son damlası bitene kadar. Okyanus damlalarla büyür büyür büyüklüğüne daha hacim katarak aşkının sevgi damlalarıyla. Bilmezdi okyanus, her yağmurla sevgisini ona iletmek isteyen bir güneşinin olduğunu. Her yağmur yağdığında okyanus kızar güneşine gündüz onu terkettiğini düşünür, hırçınlaşır, dalgalanır öfkesinden bilemez güneşinin ona ulaşmak için savaştığını.

İntikamını denizfenerinden alır okyanus, onun neden gündüz sevgilisi olmadığını defalarca kamçılayarak sorar denizfenerine. Dalgalarını büyütür, cevap alamayınca denizfenerinden.. Denizfeneri onu teselli edemez, çünkü o sadece gece vardır gerçek gecededir onun için. Ağlayamaz denizfeneri, ağlamayı deliler gibi istesede, gözyaşları yoktur, ulaşmak istesede ulaşamaz gündüz sevgilisine. Çaresizdir denizfeneri, sadece bir dilek geçirir içinden rüzgarâ yalvarır "bulutları kaçır buradan" diye,güneşin çıkması sevgilisine sevgi dolu ışıklarını göndermesini diler.

Okyanusunun mutluluğunu ister hesapsızca... Çünkü tek mutluluğu budur denizfenerinin. Ağlayamaz, gündüz ona ulaşamaz, konuşamaz hislerini okyanusuna. Her okyanusun sahilinde bir denizfeneri vardır. Her gece denizfenerleri gemilere okyanusa olan aşkını haykırırlar, ümitsizce, yarınlarını hiç düşlemeden...Ve her gece hikayelerini anlatmak için gemileri beklerler sonsuz gecelerde...
 
Denizle Randevu ( Yazar : Bilinmiyor )


Deniz ...Yaradan’ın kainat kitabındaki harikalarından sadece biri. İnsan aklının idrak edemeyeceği kadar muhteşem , uçsuz bucaksız ve inanılmaz. Sırlarla dolu bir dünya.

Denizin benim için manası bambaşka. Bu duygunun ne olduğunu bilmiyorum , adını koyamıyorum. Sevgilim mi acaba deniz benim? Dert ortağım mı , sırdaşım mı ?Kaderdaşım mı ? Yoksa bana yardım etmek isteyen dilsiz bir dost mu ? Bendeki adını koyamadım ama onu çok özlediğime göre deniz çok şey benim için.

Belki de gönlüme çok benzediği için seviyorum denizi. Kimi zaman durgun , sessiz, kendi halinde. Kimi zaman da dalga dalga coşan , kabaran ürkütücü. Kimi zaman bütün sevgilere açık vefalı bir dost; kimi zamanda yanına dahi yaklaşmaya korktuğumuz bir canavar. İşte böyle kabardığım , dolup dolup taşmak istediğim zamanlar denize koşarım.

Kendimle olmak denizle dertleşmek istediğim bir günün akşamında kendimi Kartal sahilinde buldum. Uzun süre yürüdüm . Denize baktım baktım . Sanki bana , Yine mi geldin ? Şimdi ne istiyorsun ? diyordu. Önce sitemli ve isteksizce baktı bana. Sonra beni dinlemeye başladı. Beynimdeki herşeyi bir film şeridi gibi aktardım ona ağzımı bile açmadan. Beni bunaltan şeyleri al uzaklara götür dedim. Beni hafiflet, bana ümit ver neşe ver. Yoksa yeni bir güne başlayacak gücüm kalmayacak.

Mavi sular beni dinledi mi bilmiyorum, anlattıklarım bitince çay içmek için oturdum. Çevremdeki insanlara baktım. Acaba hep böyle gülüyorlar mıydı?Acaba mutlu muydular ? Gülmek mutluluk muydu ? Ben neden gülemiyordum , neden ağlamak istiyordum ? Neden ağlamak istiyordum hala, deniz beni dinlememiş miydi ?

Bu düşüncelerimden bir çocuğun sesiyle sıyrıldım. Ayakkabılarını boyayayım mı abla diyordu. Ne kadar çok ihtiyacı vardır kimbilir diye düşündüm. Ona ayakkabılarımı boyama ama gel sana bir dondurma ısmarlayayım dedim .Önce şaşırdı. Sonra olmaz abla dedi. İkna edip masaya otutturdum ve konuşmaya başladık. Ortabirinci sınıfa geçmişti. Doktor olmak istediğini söylüyordu. İnsan yeter ki istesin abla diyordu, Sakıp Sabancı bile limon satarak bugünlere gelmiş diyordu. O kadar güzel , o kadar zekice bakışları vardı ki... O akşam aradığım mutluluğu o gözlerde buldum.

Hafta sonları ve yaz tatillerinde babasına destek olmak için boyacılık yapıyormuş. Küçücük bedenine nispeten ne büyük yürekti , ne güzel gönüldü. Onu çok sevdim.

Doğudan birkaç yıl evvel gelmişler. Çok kalabalık bir ailesi varmış. Babası pazarcılık yapıyormuş. Ablasından bahsetti sonra. Eşini teroristler şehit etmiş. Eşinin ailesi iki çocuğunu almış elinden. O da babasının evine dönmüş. Yıllardır hasret kalmış yavrularına. Küçük boyacı bunları anlatırken gözleri doldu. Benim gözyaşlarımsa içime aktı ve adeta boğdu beni. Dua ettim ablası ve evladından ayrılmak zorunda kalmış tüm analar için.

Yanımızdan geçen insanlara kaydı gözlerim bir ara. Bir boya sandığına bir küçük boyacıya bir de bana bakıyorlardı. Onlara haykırmak istedim bu çocuk çoğu insandan daha şerefli, daha insan diye. Ama sustum. Uzaktan iki arkadaşı geçiyordu boyacının. Gülerek el salladılar arkadaşlarına. Onlarda pek şahit olmadıkları bir olayla karşı karşıya idiler ki ;şaşkın şaşkın baktılar bize.

Hava kararınca ben kalktım. İstemeyerek de olsa küçük boyacıyla vedalaştık. Belki yine görüşürüz dedim. İnşallah abla dedi. Sonra teşekkür etti hem diliyle hem de o kara gözleriyle.

Durağa doğru yürürken, yolda, evde hep onu düşündüm. Saklamaya çalıştığı boyalı ellerini, eski elbiselerini ama buna rağmen pırıl pırıl hayat dolu gözlerini. Evet o gözleri, doktor olacağım abla diyen o gözleri hiç ama hiç unutmayacağım.

Deniz o gün bana mutluluğu aramaya gerek olmadığını öğretti. Küçük bir çocuğun ışıl ışıl gözlerine bakmanın dahi mutlu olmak için yeterli olabileceğini öğretti.

Bir sonraki denizle randevumda neler yaşarım bilemiyorum. Belki bu seferde bir dedeyle tanıştırır deniz beni. Belki bir kuşla yada sahilde oturmuş hayallere dalmış benim gibi bir yalnızla karşılaştırır bana başka hayat dersleri vermek için.

Sağol can dostum, mavi denizim. Beni anladığın için ve bana gönderdiğin boyacı çocuk için...
 
Dostluğun Öyküsü ( Yazar : Bilinmiyor )


Ahmet ve Nihat adında iki arkadas varmış. Aynı okulda okuyorlarmış. Ahmet İstanbul'da yaşayan, evi, arabası yeterince parası olan biriymiş. Nihat memleketten İstanbul'a gelmiş zor şartlar altında yaşayarak okuyormuş. Bunlar zamanla daha da iyi arkadaş olmuşlar. Ahmet Nihat'ın durumuna üzülüyor, yardım yolları arıyormuş. Nihat'ı evine almış. Yedirmiş içirmiş. Cebine para koymuş. Üstünü giydirmiş. Kendine aldığı yeni kıyafetleri bile ona vermiş. Artık beraber gül gibi yaşayip gidiyorlarmış. Bir gün Ahmet camdan dışarı bakıyormuş. Karşıdan gelen, uzun süredir hayran olduğu ve yakında açılmak istediği kızı görmüş. Ve sonra arkadan Nihat'ın onu takip ettiğini.

Nihat eve gelmiş ve Ahmet'e o kızdan çok hoşlandığını aralarını yapıp yapamayacağını sormuş. Ahmet kendisinin de ondan hoşlandığını söyleyememiş. Arkadaşının üzülmesini istememiş çünkü. Aralarını yapmış. Derken zamanla okul bitmiş. Nihat bir süre sonra Kayseri'ye Vali olmuş. Evi arabası, yatı, katı, bir sürü parası olmuş. O kızla da evlenmiş.

Ama Ahmet tam tersi. Evini arabasını kaybetmiş. Bütün parası bitmiş. Yatmaya yeri yemeye yemeği kalmamış. Aç sefil gezerken komşuları,

-Senin bir arkadaşın vardı Nihat diye. O Kayseri'ye Vali olmuş, neden ondan yardım istemiyorsun, belki sana bir iş verir, demişler. Ahmet reddetmiş hemen. Bunu kabullenemem demiş. Komşular ne kadar ısrar ettiyse de bir türlü kabul ettirememişler. Ahmet için daha zor günler başlamış. Bakmış olacak gibi değil, komşularını dinleyip tutmuş Kayseri'nin yolunu. Valiliğe gelmiş. Ordaki odacılardan birine:

- Nihat Bey'i görmek istiyorum, demiş.

Odacı Nihat Bey'in yanına girmiş çıkmış ve "Sizi görmek istemiyor" demiş. "Nasıl olur," demiş Ahmet, "Ona İstanbul'dan çok yakın arkadaşın Ahmet geldi deyin." Odacı tekrar gitmiş ve Nihat Bey sizi tanımadığını, eğer daha fazla ısrar ederseniz kovduracağını söyledi demiş.

Ahmet duyduklarına inanamamış. Nasıl olur da, yemeyip yedirdiği, giymeyip giydirdiği, sevdiği kızı bileeliyle verdiği canciğer arkadaşı Nihat onu tanımaz? Yıkılmış bir şekilde Valilikten çıkıp doğru Nihat'ın evine, eskiden hoşlandığı kızın yanına gitmiş. Belki yardım eder diye. Kapıyı çalmış. Birinin gelip dürbünden kendine baktığını hissetmiş. Ama kapıyı açmamış kadın.

Bir kez daha yıkılmış. Dışarı çıkıp kendini toplamaya çalışırken yanına yaşlı bir amca yaklaşmış. Ahmet'in durumundan çok etkilenmiş adam. Olayı anlatmasını istemiş. Ahmet de olduğu gibi anlatmış. Adam çok üzülmüş. Demiş ki:

- Bak evladım. Seni çok sevdim. Dürüst bir insana benziyorsun. Bak benim şurada bir sarraf dükkanım var. Gel istersen benimle çalış. Hem para kazanırsın hem de yatmaya yerin olur.

Ahmet hemen kabul etmiş ve çalışmaya başlamış.

Gel zaman git zaman dükkana başka bir yaşlı amca gelip gitmeye başlamış. Çok iyi arkadaş olmuş Ahmet'le. Bir gün bu yaşlı amca elinde bir kutuyla gelmiş dükkana. "Bak ben bir yere gidiyorum. Eğer 3 ay içerisinde dönmezsem bu kutu senindir, istediğin gibi kullan" demiş. Ahmet kutuyu almış, odasında bir yere koymuş. 3 ay geçmiş, 4 ay geçmiş, 6 ay geçmiş amca hâlâ gelmemiş. Sonunda Ahmet kutuyu açmaya karar vermiş. Bakmış içinde, elmaslar, mücevherler, altınlar, bir sürü de para var. Ne yapacağını şaşırmış. Hemen patronuna gidip durumu anlatmış. Patronu da artık o kutunun kendisinin olduğunu, istediği gibi kullanabileceğini söylemiş. Bir de öneri de bulunmuş:

- Bak sen bu işi iyice öğrendin. Gel sana bir kuyumcu dükkanı açalım. Gül gibi geçinip gidersin.

Hemen dükkanı açmışlar. Ahmet almış başını yürümüş. Ev, araba, yat, kat... Zengin olmuş kısacası. Bir gün dükkanına bir anne-kız gelmiş. Kızdan hoşlanmış Ahmet. Zamanla görüşmeye başlamışlar, derken nişanlanmışlar. Düğün vakti gelmiş. Davetiyeler hazırlanırken kız "Valiyi de çağıralım" demiş. Ahmet kabul etmemiş. "Nasıl olur" demiş kız, "Biz bu şehrin ileri gelenlerindeniz, valiyi çağırmasak olur mu?" Ahmet yine kabul etmemiş. Kız ısrarla neden böyle davrandığını sorduğunda anlatmış Ahmet. Sorunun bu şekilde çözülmeyeceğini söylemiş kız:

- Biz çağıralım, o yaptığından utansın, demiş.

Ve Vali Nihat Bey'e de bir davetiye yazmışlar.

Düğün günü gelmiş çatmış. Davetliler tek tek gelirken heyecan içindeymiş Ahmet. Nihat'ın gelip gelmeyeceğini merak ediyormuş. Derken eşiyle kapıda görünmüş Nihat. Ahmet, ilk başlarda gözgöze gelmemeye çalışmış. Nihat ne yana gitse öbür tarafa kaçıyormuş Ahmet. Hiç göz göze gelmemeye çalışıyormuş. Sonunda dayanamamış, piste çıkmış, almış mikrofonu eline. Başlamış anlatmaya:

- Zamanında ben durumum iyiyken sevgili Valimiz Nihat Bey ile aynı okulda okuyorduk. O zamanlar Nihat Bey'in durumu bu kadar iyi değildi. Nihat'ı evime aldım. Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim. Sevdiğim kızı bile ona verdim. Bir gün benim durumum kötüleşti. Elimde avucumda ne varsa kaybettim. O kadar zor durumdaydım ki Nihat'a yardım istemeye gittim. Ama o beni tanımadığını söyledi, kovdurdu. Oradan çıkıp eşinin yanına gittim. Ama O, kapıda benim olduğumu bildiği halde kapıyı açmadı. Şoke olmuştum. Dışarıya çıkıp kendime gelmeye çalıştığım anda bir amcayla karşılaştım. Sağolsun bana bir iş, yatacak bir yer verdi. Orada çalışırken çevrem genişledi. Başka bir amcayla tanıştım. Gel zaman git zaman o amca elinde bir kutuyla geldi yanıma. Bir yere gideceğini 3 ay içerisinde dönmezse kutunun benim olacağını söyledi. Gelmedi. Kutuyu açtım. İçinde beni bugünlere getiren yüklü eşyalarla ve paralarla karşılaştım. Sonra kendime bir kuyumcu dükkanı açtım. Orada sevgili nişanlımla tanıştım. Ve evleniyorum. Anlattıklarım yalansa yalan desin Nihat Bey, demiş ve bırakmış mikrofonu.

Herkes şaşkınlık içinde Nihat Bey'e dönmüş. Acıyarak bakmışlar bir Ahmet'e, bir Nihat'a. Nihat bir cevap vermek zorunda kalmış. Almış mikrofonu. Başlamış anlatmaya:

- Evet Ahmet'in söylediklerinin hepsi doğrudur. Yalan diyemem. Zamanında bana çok yardım etti, hakkını ödeyemem. Sağolsun benim mutlu bir evlilik yapmama öncülük etti. Ama eşimi zamanında sevdiğini bilmiyordum. Durumunun kötüye gittiğini, bir gün bana geleceğini biliyordum. Hep o günü bekledim. Ve sonunda geldi. Onu kapıdan kovdurdum, doğrudur. Ama niye kovdurdum? Eğer ben o zaman ona yardım etseydim gururuna yediremeyecekti. Belki de bir süre sonra intihar edecekti. İyi bir arkadaşımı kaybetmek istemezdim. Buradan çıktıktan sonra direk eşime gideceğini biliyordum. Hemen eşime telefon açtım. Ona Ahmet'in geleceğini, kapıyı açmamasını söyledim. Açmadı. Derken bizim evin karşısında bir sarraf dükkanı işleten arkadaşım var. Ona hemen telefon açtım. Bizim evden çıkan bir adam görürse onu işe almasını yardımcı olmasını istedim. İşe aldı, yatacak yer verdi. Bir gün babamı gönderdim ona. Can yoldaşlığı etsin diye. İyi arkadaş oldular. Sonra babama bir kutu verdim Ahmet'e götürsün diye. O kutu babamın değildi. Benim de değildi. O zaten Ahmet'indi. Ona borcumu hiçbir zaman ödeyemem. Ahmet kutuyu aldı. İyi kullandı ve bugünlere geldi. Bir gün annemle kızkardeşimi gönderdim. Durumu nedir bir kontrol edin diye. Orada birbirlerini görüp aşık olmuşlar, evleniyorlar...

Bırakmış mikrofonu. Ahmet'le beraber herkes şaşkınlık içinde kalmış. Bir an göz göze gelmişler. Derken birbirlerine sarılıp özür dilemişler. Güzel bir düğün olmuş, beraberce mutlu yaşamışlar.

Kaçabilirsiniz ancak saklanamazsınız!
 
Dilenci Kim? ( Yazar : Murat Çiftkaya )


Saltanatının sınırları geniş diyarlara uzanan bir hükümdardı.Kibrinin ve gururunun ise sınırı yoktu. Elinden gelse bütün dünyayı eline geçirmek ve mülküne dahil etmek istiyordu. Sürekli "daha, daha" diyordu. Hiç kimse ondan bir gün olsun "yeterli" veya "Buna da şükür" sözünü duymamıştı. Yeme-içmede, eğlenmede, hakarette, haksızlıkta hep dünden bir adım ileriye gidiyordu.Öyle bencildi ki, iyilik yaparken bile başkalarına ne kadar cömert olduğunu sergilemek isterdi.

İşte bu hükümdar, bir gün sarayının önündeki bahçede yürüyüşe çıkmış gezinirken, yanına başı önünde eğik, elinde dilenci kabı taşıyan bir adam yaklaştı. Muhafızlar, dilencinin hükümdarın yanına sokulmasının engellediler.

Hükümdar, adamlarına o ana dek hiç konuşmayan dilenciyi bırakmalarını emretti.

"Ne istiyorsun?" diye büyüklenerek sordu hükümdar. Adamın onun yanına dilenmek için geldiği besbelliydi, ama o bu soruyu yine de sordu, çünkü karşısındakinin kendisine yalvarmasını istiyordu. Bu hep böyle olurdu.

Fakirler, dilenciler birşeyler ister, o onlara fazlasıyla ihsanda bulunur, adamlar binbir teşekkürle ve minnetle yanından ayrılırken o "Var mı benim gibi cömert?" dercesine sağına soluna bakınır ve etraftaki yağcıların övgü dolu sözlerini kendinden geçerek dinlerdi.

Ama bu defa öyle olmadı!

Dilenci güldü ve başını kaldırıp hükümdarın gözlerinin içine bakarak şöyle dedi:

"Sultan hazretleri yoksa benim arzumu yerine getirebileceklerini mi sanıyorlar?"

Böylesine küstahça bir söz karşısında önce ne yapacağını bilemedi hükümdar.İstese oracıkta dilencinin kafasını vurdurabilir ya da onu zindanlarda çürütebilirdi. Ama, bu dilenci kendisine meydan okumaya kalkmıştı ve bu söz ne kadar ağırına giderse gitsin, ona dersini başka bir şekilde vermeliydi. Evet, kararını vermişti: Onu cömertliğiyle ezecekti.

"Elbette ki senin arzunu yerine getirebilirim ey dilenci! Ne olduğunu söyle yeter."

"Çok basit," dedi dilenci ve dilenirken kullandığı kabı uzattı: "Bu kabı birşeyle doldurmanın istiyorum."

Bu kadar basit bir isteği duyunca rahatlayan hükümdar kahkahalarla güldü: "Bundan kolay ne var?"

Yanındaki vezirlerden birisine dönüp emretti: "Bu adamın kabını parayla doldurun."

Vezir saraya gitti, dönüşte getirdiği büyükçe bir kese altını dilencinin kabına boşalttı. Normalde kabı doldurup taşması gereken altınlar kaba dökülür dökülmez yok oldu ve dilencinin kabı biraz önceki gibi bomboş kaldı.

Hükümdar ve etrafındakiler gördüklerine inanamadılar. Dilencinin hiç de öyle büyücü bir görünümü yoktu, ama yine de ondan ürkmeye başladılar. Hükümdar, adamlarını daha fazla altın getirmeleri için saraya yolladı. Ancak, her gelen kesedeki altınlar aynı akıbete uğradı. Dilencinin kabına boşanır boşanmaz, uçup gittiler. Bu kap sanki kara delik gibi altınları yutuyordu. Önce saraydakiler, sonra da olup biteni duyan şehir ahalisi toplandı etraflarına.

Ne kadar altın ve gümüş boşaltırsa boşalsın, hükümdar dilencinin küçük kabını dolduramıyordu. Şanı, şöhreti, tibarı elden gitmek üzereydi. Ama o "Bütün hazinemi gözden çıkarırım da bu dilenci parçasına mağlup olmam" diye homurdanıyordu.

Gerçekten de, altınlar, gümüşler, elmaslar, yakutlar... hazinesinde ne varsa dilencinin kabına boşaltıldı. Ama sonuç değişmiyordu: Dilencinin uzattığı kap bomboştu. Saatler geçiyor, insanlar hayret ve şaşkınlıkla hükümdarın hazinesinin avuç avuç kabın içinde eriyişini seyrediyordu.

En sonunda, hükümdar dilencinin ayağına kapandı ve mağlubiyetini ilan etti: "Sen kazandın, ama gitmeden önce bana tek bir şey söyle. Bu kabın sırrı nedir?" Hırsıyla, kibriyle ün salan koca hükümdar, sıradan bir dilencinin önünde böyle yalvarıyordu.

Gerçekte, bir dilenci değildi karşısındaki. Ona ders vermek için gönderilen dilenci görünüşündeki bir melekti.

Melek "Bu kap" dedi, "insan hırsından yapılmıştır. Ve hiçbir şey onu dolduramaz. Hırsına mağlup olan insan, ister senin gibi sultan olsun ister köylü, kabı hiç dolmayan dilenciye benzer. Dünyanın en güzel sarayları, dünyanın en güzel atları, dünyanın en büyük hazineleri onu doyurmaz. Hatta dünyayı da yutsa tok olmaz. Elindeki kabı, dilenir durur."
 
Dostluk İpi ( Yazar : Bilinmiyor )


Genç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinesi ve küçücük bir dükkanı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama pek az para kazanırmış.Çok soğuk bir kış gecesi dükkanı kapatırken elektrik sobasını açık unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi olmuş. Artık ne bir işi varmış ne de parası.

Günler boyu iş aramış ama bulamamış. Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış. Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca, küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini.

Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın köşedeki parktan başka gidecek yeri yokmuş. Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında. Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itmiş arabadan inen yaşlı adam, "Yalnız bırakın beni, parkta dolaşırsam belki sinirim geçer" diye söylenmiş. Zengin bir işadamı olduğu her halinden belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan sonra bankta titreyen terziyi görmüş.

Terzi, adamın üzerindeki paltoya bakıyormuş dikkatle. Birden siniri geçiveren ihtiyar, "Zavallı adamcağız kimbilir nasıl üşüyordur, ona nasıl yardım etsem acaba?" diye düşünmeye başlamış. Oysa terzinin düşlediği paltonun sıcaklığı değilmiş. O, çok kalın ve kaliteli bir kumaştan üretilen bu paltonun sahibine hiç de yakışmadığını ve onun vücuduna uygun şekilde dikilmediğini düşünüyormuş. Yaşlı işadamı terzinin yanına yaklaşıp, "Ne o evlat, bu ayazda parkta donmuşsun. İstersen paltomu sana verebilirim" deyince, "Hayır, teşekkür ederim. Ben sadece bu paltonun size göre olmadığını düşünüyordum. Kumaşı fazla kalın ve sizi olduğunuzdan şişman göstermiş" diye yanıt vermiş terzi. Yaşlı adam bu cevabı alınca hayli şaşırmış. Çünkü o da üzerindeki paltoya onca para ödediği halde kendisine bir türlü yakıştıramıyormuş.

"Soğuktan titrerken nasıl böyle bir şeye dikkat edebiliyorsun?" diye soran yaşlı adam, "Ben terziyim" yanıtını alınca "Benimle gel, hayat hikayeni yolda anlatırsın" diyerek arabaya bindirmiş bizim terziyi. Bu karşılaşma, terzinin hayatındaki dönüm noktası olmuş. Böyle yetenekli bir insanın işsiz ve evsiz kalmasına çok üzülen iyiliksever yaşlı adam, terziye bir dükkan açmasına yetecek kadar para vermiş. Bunun karşılığında tek istediği kendi giysilerini bu genç adamın dikmesiymiş. Terzi yeniden bir işe hem de kendi işine başlamanın heyecanıyla deliler gibi çalışmaya başlamış. Bu arada yaşlı işadamı da desteğini esirgemiyor, onu kendi çevresinden zengin kişilerle tanıştırarak yeni siparişler almasını sağlıyormuş. Küçük dükkan önce kocaman bir modaevine dönüşmüş, sonra da pek çok ünlü marka için üretim yapmaya başlamış. Terzi artık "ünlü işadamı" diye anılır olmuş.

Bir gün ihtiyar adam onu ziyarete gitmiş. Terzi çok büyük bir iş bağlantısı yapmak üzere yurt dışına gidecekmiş ve uçağa yetişmesine az bir zaman varmış. Biraz sohbet ettikten sonra yaşlı adam birden fenalaşmış, kalp krizi geçiriyormuş. Hemen bir ambulans çağırılarak hastaneye kaldırılmış. Yeni işadamımız ise büyük işi kaçırmak istemediği için uçağa yetişmiş. Yaşlı adam krizi atlatmış ve uzun süre hastanede yatmış, bir yandan da sadece bir kez telefon ederek durumunu soran terziyi bekliyormuş. Fakat terzi daha çok para kazanmak için oradan oraya koştururken bir türlü yaşlı adamı ziyarete gidememiş.

Aradan o kadar uzun bir süre geçmiş ki bu sefer de utancından yaşlı adamın kapısını çalamaz olmuş. Bir süre sonra terzinin işleri yolunda gitmemeye başlamış.

Fabrikalarını kapatmak zorunda kalmış ve elinde kala kala yine küçücük bir dükkan kalmış. Utana sıkıla yaşlı adama koşmuş hemen nerede hata yaptığını sormak için. Son derece kırgın olan ihtiyar yine de onu kabul etmiş ama anlatacağı öyküyü dinledikten sonra hemen çıkıp gitmesini istemiş. Ve başlamış anlatmaya: "Bir zamanlar fakir bir oduncu varmış. Ormandaki bir kulübede yaşar ve odun keserek hayatını kazanırmış. Bir gün kulübesinde yangın çıkmış ve bu yangın bütün ormanı kül etmiş. O çevrede kimse ona güvenip iş vermeyince, çıkınını alan oduncu, eşeğine binip yola koyulmuş.

Ağacların arasında yürürken birinin kendisine seslendiğini duymuş.Başını kaldırınca konuşanın bir bülbül olduğunu görmüş. Bülbül ona "Senin haline çok üzüldüm, şimdi öyle bir büyü yapacağım ki eşeğin çok güzel şarkı söylemeye başlayacak, sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın" demiş. Gerçekten de eşek birbirinden güzel şarkılar söylemeye başlamış.

Oduncu o şehir senin bu kasaba benim dolaşıp eşeğine şarkı söyletiyor ve herkes onları izlemek için birbiriyle yarışıyormuş. Oduncu ve şarkı söyleyen eşeği bütün ülkede ünlenmişler. Bir gün yine bir gösteriye yetişmek için koştururlarken, bülbülün yardım isteyen sesini duymuş oduncu. Bir kedi bülbülü yakalamış ve yemek üzereymiş. Şöyle bir duraklamış ama gösteriye gitmemeyi, onca parayı kaçırmayı gözü yememiş, arkasına bakmadan kaçmış oradan. Gösteri başladığında ise eşeği her zamanki gibi güzel şarkılar söylemek yerine sadece bir eşeğin çıkarabileceği sesleri çıkarmış.

Oduncu kendisini şarlatanlıkla suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtarmış. İşte o zaman bülbül ölünce büyünün bozulduğunu anlamış. Ben de senin bülbülündüm ve sen beni öldürdün, büyü de o yüzden bozuldu. Keşke güzel giysiler dikerken dostluk ipliğini koparmasaydın..."

Öyküyü dinleyince hemen çıkıp gitmiş terzi, çünkü söyleyecek bir sözü yokmuş...
 
Dostluk ve Kibarlık ( Yazar : Bora Çıracı )


Rüzgâr bir gün Güneş'e, kendisinin ondan daha güçlü olduğunu ileri sürdü ve bu savını kolaylıkla kanıtlayabileceğini söyledi. "Şuradaki yaşlı adamı görüyor musun?" dedi."Kuvvetlice estiğimde onun sırtındaki paltoyu, senden daha çabuk söküp, alabilirim."Güneş, rüzgârın bu sözlerini duyunca onunla yarışa girmeyi kabul etti ve bir bulutun arkasına çekilerek, rüzgârın yapacaklarını seyretmeye hazırlandı. Meydanın kendisine kaldığını gören rüzgâr, bir fırtına gücüyle esmeye başladı. Fakat şiddetini arttırdıkça, yaşlı adam da paltosuna o kadar daha sıkı sarıldı. Rüzgâr, bu işi başaramayacağını anlayınca yarışı bırakmak zorunda kaldı.Onun tüm yaptıklarını bulutun arkasından izleyen Güneş, rüzgârın yarıştan vazgeçmesi üzerine bulutun arkasından sıyrıldı ve büyük bir sevecenlikle yaşlı adama bakarak, ona tüm içtenliğiyle
sımsıcak bir biçimde gülümsemeye başladı.

Güneş'in sıcaklığını giderek arttırması karşısında yaşlı adamın yüzünde bir rahatlama ifadesi belirdi. Sırtından paltosunu çıkardı ve arkasındaki tümseğe yaslanarak, Güneş'in karşısında keyifle uzandı. Güneş, daha güçlü olduğunun bu kanıtı karşısında rüzgâra bir de şu öğütte bulundu :
"Dostluk ve kibarlık, her yerde ve her zaman kabalık ve zorbalıktan daha güçlüdür."
 
Drahoma ( Yazar : Guy de Maupassant )


Avukat Simon Lebrument ile Matmazel Jeanne Cordier'nin evliliğine hiç kimse şaşırmadı. Avukat Lebrument, Avukat Papillon'un noterlik kalemini satın almıştı. Borcunu ödeyebilmesi için para bulması gerekiyordu. Matmazel Jeanne Cordier'nin de, nakit ve hamiline yazılı senet olmak üzere toplam 300 bin frankı vardı.

Avukat Lebrument, yakışıklı ve şık bit noter, fiyakalı bir taşralıydı. Boutigny-le-Rebours kasabasında az rastlanılan tipte biriydi. Matmazel Jeanne Cordier ise, biraz beceriksiz ve zevkten yoksun olmasına karşın, çekici ve canlı bir insandı. Sonuç olarak, arzulanan güzel bir kızdı.

Avukat Lebrument ile Matmazel Cordier'nin nikâh töreni, bütün kasabayı ayağa kaldırdı.

Herkes, yeni evlileri hayranlıkla izliyordu. Genç çift, evlerinde baş başa birkaç gün geçirdikten sonra Paris'e gitmeyi tasarlıyordu. Avukat Lebrument'ın karısına ilk günlerdeki ilişkilerinde nazik davranması ve her şeyi tam zamanında ve yerinde yapması, baş başa ilk günlerinin güzel geçmesini sağladı. Avukat, "Beklemesini bilen, her şeyi elde eder" diye düşünüyordu. Hem sabırlı, hem de enerjik olmayı biliyordu. Kısa zamanda tam bir başarı elde etti.

Madam Lebrument, evliliğinin dördüncü gününde, kocasını taparcasına sevdiğini anlamıştı Ondan artık vazgeçemezdi. Kocasının her an yanında olmasını arzuluyor, her an onu okşamak, öpmek, eline, sakalına, burnuna dokunmak istiyordu. Kocasının kucağına oturuyor ve kulaklarından tutarak, ona "Gözlerini yum, ağzını aç" diyordu. Kocası, ağzını açıyor, gözlerini yarım yamalak kapatıyor, karısı da onu ateşli ve uzun uzun öperek içini titretiyordu. Sonra da kendisi, sabahtan akşama, akşamdan sabaha karısını öpüyor, onu sevip okşuyordu.


- O - O - O -


Avukat Lebrument, bir hafta sonra karısına "Eğer istersen, gelecek salı Paris'e gidelim. Liseli âşıklar gibi dolaşır, lokantalara, kahvelere, tiyatrolara, istediğin her yere gideriz" dedi.

Madam Lebrument, sevincinden havalara zıpladı. "Tabii, tabii, dedi, mümkün olan en kısa zamanda gidelim".

- O halde, dedi avukat, babana haber ver, drahomanı hazır etsin. Parayı da götüreceğim ve böylece Avukat Papillon'a olan borcumu ödeyeceğim.
- Yarın sabah haber veririm, diye yanıtladı karısı.

Lebrument, karısını kollarına alarak, sekiz günden beri onun çok hoşuna giden sevgi oyunlarına yeniden başladı.

Salı günü geldiğinde, kayınpeder ve kayınvalide, kızını ve damadını uğurlamak için tren istasyonuna geldiler. Kayınpeder damadına, "Bu kadar çok parayı yanınızda Paris'e götürmek ihtiyatsızlık olur" dedi. Genç noter, "Endişe etmeyin baba" diye yanıtladı, böyle şeylere alışkınım. Benim mesleğimde, insan zaman zaman üzerinde bir milyon frank bile taşır. Parayı yanımda götürürsem, bir yığın işlemden ve gecikmeden kurtulmuş olacağım. Siz kaygılanmayın".

Hareket memuru, "Paris yolcuları trene binsin" diye bağırdı. İki yaşlı kadının oturduğu bir vagona aceleyle bindiler. Lebrument, "Çok can sıkıcı; sigara içemeyeceğim" diye karısının kulağına fısıldadı. Karısı da, alçak bir sesle, "Benim de canım sıkıldı, ama senin sigara içemeyeceğine değil" diye yanıt verdi.

Tren, düdük çalarak hareket etti. Yol bir saat sürdü ve yolculuk sırasında yaşlı kadınlar hiç uyumadıklarından avukatla karısı birbirleriyle pek fazla konuşmadılar.

Lebrument, Saint-Lazare garında trenden inince karısına, "Sevgilim istersen, önce bulvara çıkıp bir yemek yiyelim, sonra gelip bavulumuzu alır, otele gideriz" dedi.

Karısı, hemen kabul etti.

- Evet, hemen lokantaya gidip yemek yiyelim. Uzak mı buradan?
- Evet, biraz uzak, dedi kocası, atlı otobüse bineriz.

Madam Lebrument şaşırdı: "Neden faytona binmiyoruz" diye sordu. Kocası, bir yandan gülümseyerek, bir yandan da homurdanarak, "Sen böyle mi tutumlu olacaksın. Beş dakikalık yol için faytona binilmez. Dakikası 0,30 franka gelir. Hiçbir şeyin eksik kalmaz" dedi.

- Doğru, dedi karısı, biraz şaşırmıştı...

O sırada, üç atın çektiği bir otobüs geçiyordu. Lebrument, durması için sürücüye seslendi. Koskoca otobüs yavaşladı, Lebrument karısını otobüse iterek, "Hadi bin, dedi, ben ikinci kata çıkıyorum. Yemekten önce hiç olmazsa bir sigara içeyim".

Madam Lebrument cevap verecek zaman bulamadı. Sürücü, otobüsün basamağına çıkmasına yardımcı olmak için onu kolundan tutarak çekti ve içeri itiverdi. Madam Lebrument, korkuyla bir sıraya düşercesine oturdu ve arkadaki camdan, otobüsün ikinci katına çıkan kocasının ayaklarını gördü.

Köpeğini sevip koklayan yaşlı bir kadın ile piposunu evirip çevirip oynayan şişman bir adamın arasında kıpırdamadan oturuyordu. Karşısındaki sıralarda bir bakkal çırağı, bir işçi, bir piyade çavuşu, altın çerçeveli gözlüğü olan ve havaya kıvrılmış geniş kenarlıklı ipekten şapka takan bir adam, davranışlarıyla adeta "Biz bu otobüse bindik ama aslında yerimiz burası değil" diyen mızmız görünümlü iki kadın, uzun saçlı bir kız, bir ölü gömücüsü ve iki rahibe vardı. Hepsi, lunaparklarda top atılarak devrilen maketler gibi oturuyor ve kılık kıyafetleriyle gülünç görünüyordu.

Hızla giden otobüsün sarsıntısı, yolcuları bir o yana, bir bu yana sallıyor, başlarının sağa sola eğilmesine yol açıyor ve yanaklarının gevşek derilerini titretiyordu. Tekerleklerin sarsıntısı, hepsini serseme çeviriyor, yolcular kendi havasında, uyuklar gibi görünüyordu.

Genç kadın kıpırdamadan oturuyor ve "Acaba neden gelip benimle birlikte oturmadı?" diye kocasını düşünüyordu. İçini bir üzüntü kaplamıştı. İstese, kocası bu sigarayı içmeyebilirdi.

Rahibeler, durması için sürücüye işaret ettiler ve birbirlerinin peşi sıra, arkalarında eskimiş cübbelerinden yayılan kötü bir koku bırakarak indiler.

Otobüs yeniden hareket etti ve bir süre gittikten sonra yine durdu. Kırmızı yanaklı, soluk soluğa kalmış bir aşçı kadın bindi. Boş bir yere ilişti ve içinde yiyecek bulunan sepetini dizlerinin üzerine koydu. Otobüse yoğun bir bulaşık kokusu yayıldı.

Madam Lebrument, "Düşündüğümden de daha uzakmış" diye geçirdi kafasından. Bir süre sonra, ölü gömücüsü indi ve yerine, üzerine at kokusu sinmiş bir arabacı bindi. Uzun saçlı kız da inmiş ve onun yerine, ayaklarından ağır bir koku yayılan biri binmişti.

Madam Lebrument, kendisini hiç de iyi hissetmiyordu. Midesi bulanmış, nedenini bilmeden canı ağlamak istemişti. Bu arada, yolcular iniyor, yenileri biniyordu.

Otobüs, sonu gelmez sokaklardan geçiyor, duraklarda duruyor, sonra yeniden hareket ediyordu.
"Ne kadar da uzakmış! Dalıp da uyumasa bari, birkaç gündür iyice yorgundu" diye düşündü Madam Lebrument.
Yavaş yavaş bütün yolcular indi. Otobüste tek başına kalmıştı.
Sürücü, "Vaugirard!" diye bağırdı.
Madam Lebrument'ın hiç oralı olmadığını görünce, "Vaugirard!" diye tekrarladı.
Birden kendine geldi. Sürücünün kendisine seslendiğini anlamıştı; çünkü otobüste kendisinden başka kimse kalmamıştı. Üçüncü kez "Vaugirard!" diye bağırdı adam.
"Neredeyiz?" diye sordu. Sürücü, asık suratla "Vaugirard'dayız. Deminden beri bağırıp duruyorum" diye karşılık verdi.
- Bulvardan uzakta mıyız?
- Hangi bulvar?
- İtalyanlar Bulvarı.
- Oradan geçeli epey oldu.
- Öyle mi? Peki kocama haber verir misiniz lütfen?
- Kocanız mı? Nerede?
- İkinci katta.
- İkinci katta mı? Uzun zamandır orada kimse yok ki...
Birden irkildi Madam Lebrument.
- Nasıl? İmkânsız bu. Benimle birlikte binmişti. İyi bakın, orada olmalı!
Sürücü, gittikçe kabalaşıyordu.
- Hadi küçük hanım, uzun etmeyin artık! Kocanızı kaybettiyseniz, yerine on tanesini bulursunuz. İnin, tamam artık. Sokakta bir başkasını bulursunuz.

Madam Lebrument ağlıyordu; ısrar etti: "Fakat Mösyö yanılıyorsunuz. Yemin ederim ki yanılıyorsunuz. Kolunun altında büyük bir çanta vardı".

Adam, gülmeye başladı. "Büyük bir çanta mı? Tamam, Madeleine'de indi o. Sizi terkedip gitti, ha, ha, ha!"

Otobüs durmuştu; aşağı indi ve bilinçsiz bir şekilde otobüsün ikinci katına baktı. Kimse yoktu!


- O - O - O -


O anda, kendisine bakanlara aldırmadan ağlamaya başladı ve "Ben ne yapacağım?" diye mırıldandı.

Hareket memuru yaklaştı ve “Ne oluyor?" diye sordu. Sürücü, alaycı bir ifadeyle yanıtladı:
- Kocası, bu hanımı yolda bırakıp gitmiş.

Memur, "Peki, sen kendi işine bak" diyerek oradan uzaklaştı. Madam Lebrument, korka korka yürümeye başladı. Başına ne geldiğini anlamaya çalışıyordu. Nereye gidecek, ne yapacaktı? Nereden gelmişti bunlar başına? Nasıl olmuştu da böyle bir hata ya da unutkanlık yapmış, böyle bir dalgınlığa düşmüştü kocası?

Cebinde iki frank vardı. Kime gidecekti? Birden kuzeni Barral'in Donanmada çalıştığı geldi aklına. Cebindeki iki frank, bineceği faytonun parasını ancak karşılardı. Hemen bir arabaya bindi. Kuzenine, tam o işe giderken rastladı. O da, kocasınınki gibi büyük bir çanta taşıyordu kolunun altında.

"Henry" diye bağırarak arabadan aşağı atladı.
Henry şaşırmıştı.
- Jeanne... Tek başınıza, burada ne işiniz var? Nereden geldiniz?
Madam Lebrument, göz yaşları içinde konuşmaya başladı.
- Kocam biraz önce kayboldu.
- Kocanız mı kayboldu? Nerede?
- Atlı otobüste.
- Atlı otobüste mi?
Madam Lebrument, göz yaşları içinde, başına gelenleri anlattı. Henry, düşünceli düşünceli dinliyordu.
- Bu sabah sessiz, sakin miydi? diye sordu.
- Evet
- Peki yanında çok para var mıydı?
- Evet, benim drahomam vardı.
- Drahomanız mı? Hepsi mi?
- Evet, hepsi... Öğleden sonra, satın aldığı noterlik kaleminin parasını ödeyecekti.
- Hay Allah! sevgili kuzinim, kocanız şu sıralarda Belçika'ya kaçıyor olmalı!
Madam Lebrument, durumu henüz kavrayamamıştı. Kekeleyerek konuştu:
- Ko... kocam... Ne diyorsunuz siz?
- Sizin bütün paranızı... servetinizi alıp kaçtığını söylüyorum... Hepsi bu...

Soluğu kesilmiş, öylece kalakalmıştı. "O halde... Alçak, rezil herifin biri o!..." diye mırıldandı kendi kendine.

Sonra heyecandan, şaşkınlıktan baygın bir halde kuzeninin göğsüne yaslanarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Henry, yoldan gelip geçenlerin durup kendilerini seyrettiklerini görünce, Jeanne'ı yavaşça apartmanın girişine götürdü; belinden tutarak merdivenleri çıkarttı ve şaşkın bakışlarla kapıyı açan hizmetçiye, "Sophie, çabuk bir lokantaya gidip iki kişilik yemek alın. Bugün işe gitmeyeceğim" dedi.
 
Durmadan Öğrenerek Yaşıyorum ( Yazar : Jean-Jacques Rousseau )


Solon yaşlılığında sık sık bu dizeyi yineliyordu. :enim yaşlılığımda da söyleyebileceğim bir şeyler var amayirmi yıllık bir deneyimin bana kazandırdığı hazin bir bilgelik bu. Talihsizlik kuşkusuz büyük bir öğretmendir ama derslerini çok pahalı ödetir.Gençlik bilgeliği öğrenme, yaşlılık uygulama dönemidir. Deneyimin yararı yalnızca insanın önündeki yaşamdır. Yazgım üzerine ve yazgımı belirlemiş olan insanların tutkuları üzerine bu kadaracıyla kazanılan bilginin yararı tartışılmalı mı? İnsanları yalnızca beni içine attıkları mutsuzluğu hissetmek için daha iyi tanımayı öğrendim. Bana karşı kurulan tuzakları keşfetmemi sağlayan bu bilgi, beni mutsuz etti. Doğarak girdiğimiz savaş alanından ölükmle çıkarız.Yarış alanının sonuna gelindiğinde arabayı daha iyi kullanmayı öğrenmek neye yarar? Geriye kalan tek şey oradan nasıl çıkılacağını öğrenmektir. Bu kadar mutsuz, bu kadar umutsuzsam, her gün dostluk şarkıları söyleyenlerin kendinden olmayanlara gösterdikleri acımasızlıktandır. Yol arkadaşlarının dışında herkese ölüm demelerindedir. Sevgileri kendileri içindir. Umutları kendileri içindir. Başarılar kendilerinin içindir. Onları ikna edemem ama huzursuz ederim. Kendimi kabul ettiremiyorsam yüreğim onlara aklımdan daha iyi yanıt veriyor. Sonunda kendi kendime dedim ki, bu ağzı iyi laf yapan bayların,başkalarına kabul ettirmeye çalıştıkları felsefeleri asıl inançlarını örtüyor. Onların bir tek felsefesi vardır o da kendi lobileri içindir.
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst