hikayeler

Baba Oğul ( Yazar : Bilinmiyor )


Nebraska'da yaşlı bir adam yaşardı.. Patates ekini için bahçeyi bellemesi gerekiyordu, lakin bu çok zor bir işti.. Tek oğlu olan David ona yardım edebilirdi fakat o da hapisteydi.

Yaşlı adam oğluna bir mektup yazdı ve sorunu açıkladı.

Sevgili David,
Patates bahçemi belleyemeyeceğimden kendimi çok kötü hissediyorum. Bahçeyi kazmak için oldukça yaşlanmış sayılırım. Burada olsan bütün derdim bitecekti. Biliyorum ki sen bahçeyi benim için hallederdin.
Sevgiler Baban

Bir kaç gün sonra oğlundan bir mektup aldı.

Babacığım,
Allah aşkına bahçeyi kazma. Ben oraya cesetleri gömmüştüm.
Sevgiler David

Ertesi gün sabaha karşı FBI ve yerel polis çıkageldi ve tüm sahayı kazdı lakin hiçbir cesede rastlamadılar. Yaşlı adamdan özür dileyerek gittiler. Aynı gün yaşlı adam oğlundan bir mektup daha aldı.

Babacığım,
Şimdi patatesleri ekebilirsin.Bu şartlarda yapabileceğimin en iyisini yaptım.
Sevgiler David
 
Babama ( Yazar : Terani )


BEN GEÇ KALMADIM, YA SEN...

Sevgi dolu , ancak sevginin yurekte saklandıgı bir ailede yetismisti genc kız. Sevginin dile vurulması gerektigini düsunmemisti hic... Seviyorum demeye ihtiyacı var mıydı ?Babası zaten biliyordu,minik kızının kendini sevdigini. Kendisi de duymamıstı hic babasından. Sevgisi hep icindeydi, hareketlerindeydi ama dilde degil. Bunun eksikligini duydugunda ise çok gec kalmıstı.Utanıyordu artık. İnsan babasına seni seviyorum diyemezdi. SENİ SEVİYORUM ;bu aileden olmayan birine ,belki de hakmeteyen birine kolayca soylenebilirdi ama insanın babasına soylemesi utanılacak birsey
diye dusunuyordu. Utanıyordu ; ah bir kere deseydi babasına ,gerisi gelecekti biliyordu... Seni seviyorum dedikleri tek tek yok olmustu hayatından. Haketmemislerdi bu sevgiyi,hatta seni seviyorum kelimesini.Anlamı bile basitlesmisti bu kelimenin .Oysa hep yanında olan canı gibi sevdigi babasına soyleyememisti. Sırf soyleyememek degildi hırsı.Dokunamıyordu babasına, sarılamıyordu. Sadece bir kere elini tutmustu babası.Cok acı cekiyordu genç kız,ufak bir operasyon sırasında babasını yanında istemisti.Elini tutmustu babası,sıkıca.Sanki eli kuvveti olmustu kızın.Acısını hafifletmisti... Bir kez tutmustu elini... Her gece dua etti genc kız; _Tanrım babamın elini tutmam icin,ona sevgimi haykırmam icin yardım et.Onun kolunda,gururla yurumek istiyorum.
Kimi zaman unuttuguda oluyordu bu duayı ama Tanrı biliyordu,ve bir fırsat yaratacaktı onun için.Buna emindi...
Ve bir gece babasının hastalanmasına sahit oldu genc kız. Birden bire degil yavas yavas hastalanmasının her anını gordu. Babasının kolunun uyustugunu farketti once,hastaneye goturene kadar yavas yavas gelen felcin her dakikasına sahit oldu.Hıckırarak aglarken,babasının koluna girdigini ve onun elini tuttugunu hatırlıyordu... Hastaneyi inletircesine aglamaları engellememisti felci. Neden Tanrım ,neden simdi,neden boyle bir zamanda ? Haykırıslarını duyanlar ettigi duayı bilemezlerdi ki... Gunler boyu aglamaları dinmedi. Seni seviyorum demesini duymadı babası belki ama Tanrı duymustu ve babasını genc kıza bagıslamıstı belli ki... Bundan sonra babasına ,hakeden kisiye soyledi genc kız sevdigini.Utanmadan ,gururla soyledi.

Babam bu duygularımı belki hic bilmedi .Ama ben herkesten cok hakediyordum
ona sevgimi söylemeyi.
Ve en cok O hakediyordu benim sevgimi.

SENİ SEVİYORUM BABACIĞIM SONSUZA KADAR DA YALNIZ SENİ BU KADAR COK SEVECEGİM.
 
Balıklarda Ağlar ( Yazar : Bilinmiyor )


Aslında denizler mavidir bilir misin ya da biraz yeşil... Griye bulanmış sulara , siyaha bulaşmış derinliklere deniz demeye dilim varmıyor benim. Varnalının kızıyım ben. Geldiğim yer Suyun öte yakası. Kanım ayak uyduramıyor kasvetine Anadolu'nun. Hüzün kokusu alıyorum buram buram dağlarda uçuşan martılardan.Düşlerimdeki bembeyaz martılar; dünya barışının beyaz güvercinlerine inat, huzurla yüzerlerdi bir zamanlar, maviliğinde içimin denizlerinin... Artık içimi temelli terk ettiklerini keşfetmiş bulunuyorum.Zaten çoktan, çağdaş resimden çıkarılıp atıldı bulutların kenarına iliştirilen martı siluetleri.Şimdi tuvallerden siyah kargalar sarkıyor salkım saçak. Sebebini merak ettim bir süre ve sonunda çözdüm.Entelin biri açıklayıverdi sıvazlayarak keçi sakalını. "Martılar çöplüklerde uçmaya alıştılar denizi terk ettiler….ve onlar artık çevre kirliliğinin bir simgesi" dedi ve asla resme giremezlermiş kirlenmiş beyaz giysileri ile.Nasıl mantık ama! Tüm yaşamım boyunca; bu tür keskin ve zeka ürünü tanımlamalar yapabilmeye özenmişimdir. Oysa ki fazla zeki biri değilim. Bu yüzden içim sızlayarak martıların giysilerini temizleyebilmeyi düşlüyorum.Hala! Denizimin kokusu..denizimin kıyısı… mavisi.. biraz da yeşili….nerede şimdi ? Hışırtısını dinleyemediğim dev dalgaların. Yüzümde serpintisi dolaşamadığında tuzlu rüzgarın ve başlıyorum usuldan. Yaşam bu mu ya da başka bir deyişle bu yaşamak mi, diye. Hem bilir misin ki balıkların sesi çok neşelidir aslında. Ağız dolusu seslenirler birbirlerine kaygan derilerine tutunmuş yaşamlarının gücü yettiğince. Denize düşme talihsizliğine uğramış bir simit parçasını paylaşmaya çağırırlar birbirlerini. Ve bu seslenişle bilirler ki her boyda balık gövdesi icabet edecek bu çağrıya. Ve yine bilirler ki büyük balık küçük balığı yutar. Ama seslenişleri donmaz dudaklarında. Islak gövdelerindeki kıpırdaşma; yaşam kavgasının erdemine dönüşüp yüzgeçlerinde soluklanır ve belki de; son bir kuyruk darbesine takılır kalır. Ama ne gam. Sudaki yaşamda gam yoktur bilir misin? Yeter ki suyun içinde olmaması gereken bir nesneye tutunmasın yazgıları. Bir olta iğnesine kanmak ve çırpınmak, gergin misinayı sallayarak. Yazgıları değildir aslında. Ya da olmamalı. Şimdi kirli ve pis bir kentteyim. Sevda, paslı iğnesine takmış zokayı… Misina gergin. Yazgım bu değil aslında. Ya da olmamalı. Bana ait olmayan havalarda soluk almayı bilmiyorum. Ben Rahimdeki suyun usta dalgıcıydım. Şimdi ise; yüreğimdeki cenin, yüzgeçlerine sevdalı bir pirhena gibi, akciğer solunumuna geçmeyi reddediyor. Çok net olarak görüyorum ki; kıyılarımda sarı çizmeleriyle suya girmiş adamlar var. Ellerinde; kirli soluk ışıklarıyla göz kırpan gemici fenerleri ve ağırlaşmış ağlar, çığlıklar atıyorlar.O Sarı çizmeli adamlar var ya Varnalının kızı;işte o adamlar…Büyük balık küçük balığı yutar kuralını bile bozdular.Şimdi ise eğri büğrü gövdeleri ve kirli elleriyle ördükleri ağlarını topluyorlar. Ağlar gergin ve ağır. Yarı bellerine kadar suya girmiş adamlar sarı çizmeli.Ağlarında ise ; balıklar var. Sana, asla yanıtlamak zorunda olmadığın son bir soru daha sevdiğim. Balıklar da ağlar…. Bilir misin?
 
Baloncu ( Yazar : Bilinmiyor )


Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu. Onu hayrete düşüren şey, "Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi. Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını fark ederek ona doğru yaklaştı ve bütün cesaretini toplayarak: -Baloncu amca, dedi. Biliyor musun benim hiç balonum olmadı. Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra: -Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle. -Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak. -Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim. Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı. Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı. Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken,baloncu ona doğru dönerek: -Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm. Yapılan teklif, yavrucağın aklını başından almıştı. Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adım-adım yaklaşırken duyduğu heyecan, bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara ulaştığında bir müddet onları seyretti vedallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı. Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa, dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu. İster istemez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adam dönerek: -Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o? Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra: -Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al. Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı. Kaldırım kenarına oturup baloncununuzaklaşmasını bekledikten sonra, dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak:

"Olsun", diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde kalsa da, bir balonum var ya artık..
 
BALONLAR ( Yazar : Cüneyt Süavi )


Adamın hastalığına çare bulamayan doktorlardan biri, kendisine Evliya denilen bir ihtiyarın adresini vermiş. Söylenenlere göre en ağır hastalar o zatın duasıyla iyileşebiliyormuş. İhtiyar adam verilen adresi çaresizlik içinde cebine atıp doktorun yanından ayrıldığında , sokağın köşesinde simit satan 6-7 yaşlarındaki bir çocuğa rastladı. Çocuk son derece masum gözlerle kendisine bakıyor ve onu tanıyormuş gibi gülümsüyordu. Adam o yaştaki çocukların tamamen günahsız olduğunu düşünerek yoluna devam ederken, aniden duruverdi. Simitçinin üzerindeki eski t-shrt ün üzerinde bir E harfi yazılıydı. Ve bu E mutlaka evilyanın E si olmalıydı. Aradığı evliyaya bu kadar çabuk ulaşmanın heyecanıyla yanına gidip bir simit aldıktan sonra ;
-Doktorlar benim hasta olduğumu söylediler , dedi. İyileşmem için bana dua eder misin ? Çocuk bu teklif karşısında şaşırmışa benziyordu. Kafasını olur der gibi sallarken ;
- Bende sık sık hastalanıyorum , diye karşılık verdi. Ama dedem , Allah'a inananların ölünce yıldızlara uçtuklarını ve orada cenneti seyrettiklerini söylüyor. Bu yüzden korkmuyorum hastalıklardan.
Adam içinin bir anda ferahladığını hissetti. Onun soğuktan moraran yanaklarına bir öpücük kondururken;
- Deden çok doğru söylemiş , dedi. Ama ben yine de yardım istiyorum senden.
Çocuk duasının kıymetini anlamış gibiydi. Karşı kaldırımdan geçmekte olan baloncuyu göstererek ;
- Size dua edeceğim diye cevap verdi. Ama eğer iyileşirseniz , bana 10 tane balon alacaksınız ,
tamam mı? Bu sefer adam başını salladı. Fakat çocuk bu kadar büyük bir hazineyi istemekle haksızlık yaptığına hükmetmişti. Mahcubiyetten kızaran yanaklarını elleriyle örtmeye çalışırken ;
- Uçan balon almanıza gerek yok , diye devam etti. Normalinden 10 tane istemiştim. :)) Adam elini uzatarak çocukla tokalaştı. Anlaşma nihayet yapılmış , ayrıntılara geçilmişti. Buna göre hastalıktan kurtulması halinde 6 ay sonraki Ramazan Bayramında çocukla buluşacak ve her hangi bir sebeple gelemediği takdirde , önceden hazırlanan balonların ona ulaşmasını veya postalanmasını sağlayacaktı. Adam küçük çocuğun adını ve adresini bir kağıda yazdıktan sonra , başını okşayarak onunla vedalaştı. Aradan soğuk bir kış geçip Ramazan a ulaşıldığında, adamın hastalığından eser bile kalmamıştı. Hayata tekrar dönmenin sevinciyle en güzel balonlardan bir paket hazırladı ve bayramın ilk gününü iple çekerek randevu yerine gitti. küçüklerin cıvıl cıvıl kaynaştığı bayram yerindeki diğer simitçiler, çocuğu tanımıyordu. Adam onu biraz ilerdeki bakkala sorduğunda , dükkan sahibi ;
- Ciğerleri hastaydı yavrucağın , dedi. Geçen hafta aniden ölüverdi.
Adam bir anda beyninden vurulmuşa döndü. Ve koşar adımlarla orayı terk ederken, önüne çıkan ilk baloncuya bir tomar para uzatıp;
- Şu an uçan balonlardan 10 tane istiyorum , dedi. Çabuk ol , gecikmeden ulaşmalı yerine. Adam satıcının aceleyle uzattığı balonların iplerini birbirine düğümledikten sonra ,onları besmeleyle gökyüzüne bıraktı. Bayram yerindeki herkes gibi baloncu da şaşkındı. Sonunda dayanamayıp ;
- Ne yaptığınızı anlayamadım dedi. Neden bıraktınız onları öyle ? Adam , nazlı nazlı yükselmekte olan balonları buğulu gözlerle takip ederken ;
- Onları bekleyen küçücük bir dostum var, diye mırıldandı. Hem de evliya gibi bir dost. Balonları adresine postaladım sadece.
 
Bandocu Başı ( Yazar : Candis Fancher )


Daha onüç yaşında olmama karşın kendime oldukça güvenen bir çocuktum. Bu nedenle de o yıl küçük kasabamızın davul ve borazan topluluğu "The Apple Arrows" bandosunun önünde yürümeye gönüllü oldum.Çubuk çevirme konusunda pek iyi değildim. Yürüyüş çalışmalarında da tökezlememe karşın jimnastik becerilerim nedeniyle bu önemli görevin bana verildiğini düşünüyordum.Sonunda büyük yürüyüş günü geldi ve ben çubuğumu atmaya, çevirmeye, bandomu kalabalık yürüyüş yolu boyunca yürütmeye başladım. Ailem, arkadaşlarım hatta en sevdiğim öğretmenlerim bu yeni görevimde beni alkışlamak için gelmişlerdi. Bu benim için çok büyük bir deneyimdi; düşümün gerçekleşmesinin tadını çıkarıyordum.Birden omzumda sert bir el duyumsadım ve kulağımın dibinde rahatsız edici bir ses duydum. Bu el ve ses bando müdürüne aitti. Beni tam zamanında çevirmişti. Ben de böylece bandonun iki blok ötedeki yöne doğru ilerlediğini görebildim.

O gün aldığım derslere gelince:

1-Kendinizi çok ciddiye almayın.

2-İyi bir insan olabilmek için içgüdü ve kendini beğenmişliğin ötesinde şeyler gerekir.

3-İyi bir önder okların doğru yönü gösterdiğinden emin olmak için arada sırada arkasına da bakar.

4-Ne kadar koşarsanız koşun, bir kez şaşırdınızsa yönünüzü ilerleyen bir grubu yakalamanız zordur!
 
Beklerken ( Yazar : Kaan A... )


En sonunda yorulmuş ve umudumu kaybetmiştim. Daha fazla dayanamayacaktım artık, son dakikalarımı da oturarak geçirmeliydim. Saatlerdir yürüyerek vakit geçirmiştim zaten. Oturacak bir yer vardı. Aslında bir sürü yer vardı ama benim gibilerin bulunması gereken yer şu an karşımdaydı. Oraya doğru yürümeye başladım. Bu sırada son bir ümitle telefona sarıldım ama gene ulaşamadım. Yenilgiyi kabullenmiştim artık ve oraya iyice yaklaşmıştım. Orada fazla kişi yoktu aslında. Beni de üzen buydu ya, azınlığın arasındaydım çünkü. Adamların yanlarına oturdum, hepsi üzgündü, ellerinde sigara bir yandan ofluyorlar bir yandan saatlerine bakıyorlardı. Ara sıra bir ümitle kaldırdıkları başları hep yere bakıyordu. Gerçekten hepsi de benim gibi miydi? Yoksa ben mi kuruntu yapıyordum. Belki de yorulmuşlardı ve dinlenmek için oturmuşlardı oraya. Belki de başka bir nedenden dolayı. Ama hepsi üzgündü, onlara baktıkça kendimi görüyordum ve bu halimi kabullenemiyordum. Ben bu hale düşemezdim bu hale düşmemeliydim. Onların beni kendileri gibi görmelerini de istemiyordum, onlardan farklı olmaya çalışıyordum ama onların bana aldırdıkları yoktu. Ben onları izliyordum ama onlar beni izlemiyorlardı. Peki ya diğer insanlar? Diğer insanlar mutluydular, gülerek geçiyorlardı yanımızdan ve şöyle aşağı doğru bakıyorlardı bize. İşte o an utanıp hemen yüzümü çeviriyordum. Beni tanımasınlar diye, zaten tanımıyorlardı ama ilerde belki tanışırsak bu kötü halimi görmelerini istemiyordum...

Hala oturmuş bekliyordum, artık umudum falan kalmamıştı sadece vakit geçiriyordum. Uzaktan bir tanıdık görür onun yanına giderim diye bekliyordum belki de. Yanımdakiler de hala bekliyorlardı. Suratlarındaki ifade değişmemişti ve ben de artık onlar gibiydim. Kendimi farklı göstermeye çalışmıyordum hatta yanımdakinden bir sigara istemek bile gelmişti içimden (Sigara kullanmam). Derken telefon çaldı. Heyecanlandım, hemen elimi cebime soktum ama hayır benimki değildi aslında kimsenin değildi. Kendi kendime böyle zannetmiştim. Giderek kötüleşiyordum, kendimden nefret ediyordum, halimden nefret ediyordum, oturduğum yerden nefret ediyordum, yanımdan geçen insanlardan mutlu oldukları için nefret ediyordum. Arkadaşlarımı düşündüm, acaba şu an ne yapıyorlardı? Herhalde hepsi mutlu bir şekilde eğleniyorlardı, kesin dışarılarda bir yerlerde birileriyle birlikteydiler, en mutsuzu bile benden mutluydu kesin. Bunu düşününce daha fazla kötü hissetmeye başladım aslında şu an bir şeyleri düşünmek beni daha da kötüleştiriyordu. En iyisi herşeyi unutmaktı, öyle boş boş insanları izleyip vakit geçirmekti ya da artık eve gitmek gerekiyordu. Ne yapacağımı bilmiyordum, canım sıkılıyordu, başım ağrıyordu, yanımdaki insana sarılmak istiyordum...

Yanımdaki adam cebinden telefonu çıkardı ve bir şeyler konuşmaya başladı. Ağlamaklı bir sesi vardı ''Sen bittin'' diyordu ''Sen bittin Aslı, Bu yaptığını unutmayacağım Aslı.. Bu son olacak. Sen büyük hata yaptın kızım. Sen bittin'' Aynı şeyleri ben de söylemek istiyordum, belki diğerleri de söylemek istiyordu. Sonra adam kalktı ve gitti. Benimde yapmam gereken buydu. Ben ise hala bekliyordum. Belki son anda bir şey olur diye ama olacağı yoktu. Aramayacaktı, ben arasam bile ulaşamayacaktım. Gelmeyecekti bu belliydi. Hava kararana kadar bekledim, yanımdakiler birer birer kalktılar, gittiler.
 
Bekleyiş ( Yazar : Guy de Maupassant )


Akşam yemeğinden sonra erkekler, sigara içme salonunda konuşuyorlardı. Söz ettikleri konu, ölenlerin geride kalanlara bıraktıkları değişik ve acayip miraslardı. O sırada, ünlü bir noter ve usta bir avukat olarak tanınan Mösyö Le Brument söze karışarak, "Korkunç şartlar altında kaybolan bir mirasçıyı arıyorum. Bu, basit fakat acı dolu bir dramdır. Her gün olabilen, ancak şimdiye kadar tanık olduğum en korkunç olaylardan biridir" dedi ve anlatmaya başladı:

Yaklaşık altı ay önce, ölmek üzere olan bir kadının evine çağrıldım. Bana şöyle dedi:

"Mösyö, size çok zor, çok nazik bir görev vermek istiyorum. Masanın üstünde vasiyetnamem var, lütfen alıp okuyun. Eğer başaramazsanız, ücret olarak size beş bin frank, başarırsanız yüz bin frank bırakılmıştır. Sizden istediğim, ölümümden sonra oğlumu bulmanızdır".

Daha kolay konuşabilmek için yatağında doğrulup oturmasına yardım etmemi istedi. Çünkü kesik kesik gelen sesi, boğazından ıslık çalarak çıkıyordu.

Çok zengin bir evde bulunuyordum. Şatafatlı odanın duvarları kalın kumaşlarla kaplıydı. Oda, göze o kadar yumuşak görünüyordu ki, kumaşlar bir okşama duygusu uyandırıyordu ve öylesine sessizdi ki, konuşulanlar havada kaybolup gidiyordu.

Ölümün eşiğindeki kadın, yeniden konuşmaya başladı:

- Siz, korkunç öykümü anlatacağım ilk insansınız. Sonuna kadar anlatmak için gücümü toplamaya çalışacağım. Sizi mert ve iyiliksever, aynı zamanda seçkin bir toplum içinde yaşayan biri olarak tanıyorum. Bana bütün gücünüzle yardım etme arzusunu sizde uyandırabilmek için başımdan geçenleri olduğu gibi anlatacağım. İyi dinleyin.

"Evlenmeden önce, genç bir adamı sevmiştim. Fakat ailem, yeteri kadar zengin olmadığı gerekçesiyle, onun evlenme isteğini geri çevirdi. Bir süre sonra, çok zengin bir adamla evlendim. Korku, aileme boyun eğme ve cahillik yüzünden ona varmıştım. Ondan bir oğlum oldu. Birkaç yıl sonra da kocam öldü.

Bu arada, benim sevdiğim genç de evlenmişti. Benim dul kaldığımı görünce, artık serbest olmamaktan dolayı büyük bir acı duydu. Beni görmeye geldi ve önümde diz çökerek, yürekleri parçalarcasına hıçkıra hıçkıra ağladı. Dostum oldu. Kim bilir, belki de onu hiç kabul etmemeliydim. Ne yapabilirdim? Öylesine üzüntülü, yalnız ve umutsuzdum ki!... Ve hâlâ onu seviyordum. Kimi kez insan öylesine acı çekiyor ki!

Anne ve babam da öldüğü için dünyada ondan başka kimsem yoktu. Sık sık beni görmeye geliyor, bütün akşam benimle birlikte kalıyordu. Aslında evli olduğu için bu kadar sık gelmesine izin vermemeliydim. Fakat ona engel olacak gücüm yoktu.

Ne söyleyeyim size? Artık benim sevgilim olmuştu! Nasıl oldu bu? Biliyor muydum bunu ya da bilen biri var mıydı? Ortak aşkın dayanılmaz gücü, iki insanı birbirine ittiği zaman başka türlü olması mümkün mü sanıyorsunuz? Sevdiğim adamın yalvararak, göz yaşları içinde diz çöküp çıldırtıcı sözlerle, sevgiden coşarak dile getirdiklerine, sevdiğiniz adamın en küçük arzularını yerine getirerek onu mutlu görmek istemeye, şu dünyanın namus anlayışına uymak için bütün sevinç kaynaklarını kurutmaya ve umut kesmeye karşı sürekli mücadele etmenin ve sırt çevirmenin mümkün olabileceğini mi düşünüyorsunuz? Mutluluktan vazgeçmek için, ne büyük güç ve fedakârlık ve hatta dürüstlük gerekir, öyle değil mi?

Sonunda Mösyö, onun metresi oldum; mutluydum. On iki yıl boyunca çok mutluydum. Karısıyla dost olmuştum. Bu benim, en büyük alçaklığım ve zayıflığımdır.

Oğlumu beraber büyütüyor, onu aklı başında bir insan gibi, düşünceli ve iradeli olarak yetiştirmeye çalışıyorduk. Oğlum nihayet 17 yaşına geldi.

O da, sevgilimi, neredeyse benim onu sevdiğim kadar çok seviyordu. Çünkü, o her ikimize de aynı derecede sevgi gösteriyor ve ilgileniyordu. Oğlum, sevgilimi "arkadaşım" diye çağırıyor, sonsuz saygı gösteriyor ve ondan hep namuslu, onurlu ve dürüst bir davranış görüyordu. Onu, benim eski ve sadık bir arkadaşım, ne bileyim işte, bir koruyucu ya da manevî bir baba olarak kabul ediyordu.

Küçüklüğünden beri bu adamı evin içinde, hep benim yanımda gördüğü ve bizimle sürekli olarak ilgilenmesine alıştığı için, oğlum belki de bu konuda kendisine hiç soru sormamıştır.

Bir akşam, üçümüz birlikte yemek yiyecektik. Bu, benim en mutlu olduğum anlardır. İkisini de bekliyor ve hangisinin eve önce geleceğini düşünüyordum. Kapı açıldı; gelen aşığımdı. Kollarımı açarak ona doğru ilerledim ve o da beni dudaklarımdan uzun uzun öptü.

Birdenbire bir gürültü, bir hafifçe dokunup geçme, başka birinin varlığını belli eden gizemli bir heyecan bizi titretti ve birden arkamıza dönüp bakmamıza neden oldu. Oğlum Jean, karşımızda ayakta duruyor, beti benzi atmış, bize bakıyordu.

O an, dayanılmaz bir şaşkınlık anıydı. Ellerimi oğluma doğru uzatarak, ona yalvarırcasına geri çekildim. Fakat göremiyordum onu; ortadan kaybolmuştu.


Yıldırım çarpmış gibiydik; konuşmaktan aciz, öyle karşılıklı bakakaldık birbirimize. Sonra koltuğa yığıldım; gecenin karanlığı içinde kaçıp gitmek, sonsuza kadar ortadan kaybolmak arzusu kapladı içimi. O anda bir annenin yüreğine düşen korkunç bir utanma duygusu, çaresi bulunmaz bir acının verdiği dehşetli bir heyecanla sinirlerim gergin, ruhum paramparça, hıçkırıklar boğazıma düğümlendi ve hüngür hüngür ağladım.

O ise, ürkmüş, şaşkına dönmüş, karşımda duruyor, oğlumun geri döneceği korkusuyla, ne yaklaşmaya, ne konuşmaya ne de bana dokunmaya cesaret ediyordu. Sonunda dayanamadı ve "Gidip onu arayacağım ve durumu anlatacağım. Zaten artık onun da bilmesi gerekir..." dedi.

Ve çıkıp gitti...

Bekledim... En ufak bir gürültüde yerimden sıçrayarak, korkudan irkilerek, şöminede yanan odunların çıkardığı seslerden dahi rahatsız olarak, sözcüklerle anlatamayacağım bir heyecanla bekledim.

Yüreğimde bilinmez bir korkunun, yaman bir sıkıntının büyüdüğünü hissederek, bir saat, iki saat bekledim. Hiç kimsenin, böyle anlar yaşamasını istemem. Jean neredeydi, ne yapıyordu acaba?

Gece yarısına doğru, sevgilim bana birisiyle bir pusula yolladı. Pusulada yazılmış olanlar bugün bile hatırımdadır:

"Oğlunuz döndü mü? Onu bulamadım. Bu saatte yukarı çıkmak uygun olmadığı için aşağıda bekliyorum" diye yazılıydı pusulada.

Ben de, kurşun kalemle, "Jean dönmedi, onu bulmanız lazım" diye yazarak kağıdı geri yolladım. Ve bütün geceyi koltukta oturup bekleyerek geçirdim.

Delirecektim neredeyse. Bağırmak, kaçıp gitmek, kendimi yerden yere atmak istiyordum. Hiçbir şey yapmadan, öylece hareketsiz bekledim. Nereye gidebileceğini tahmin etmeye çalışıyordum. Bütün çabalarıma, ruhumun çektiği acıya rağmen, hiçbir şey düşünemiyordum.

Şimdi de karşılaşmalarından korkuyordum Ne yaparlardı karşılaşsalar? Oğlum nasıl davranırdı? Korkunç duygular, ürperti veren varsayımlar parçalıyordu içimi.

Bunu iyi anlıyorsunuz Mösyö, öyle değil mi?

Ne olup bittiğini bilmeyen ve hiçbir şeyin farkında olmayan oda hizmetçim, hiç şüphe yok ki, çıldırdığımı düşünerek hep yanıma gelip gidiyordu. Her gelişinde, bir iki kelimeyle ya da bir baş hareketiyle geri gönderiyordum onu. Daha sonra, sinir krizi geçirdiğimi görünce doktor çağırmış...

Beni yatağa yatırmışlar, ateşim varmış. Nice sonra kendime geldiğimde, başucumda onu, sevgilimi... tek başına... gördüm. "Oğlum, oğlum nerede?" diye bağırdım. Cevap vermedi.

- Öldü mü? Oğlum kendisini öldürdü mü yoksa? diye kekeledim.

- Hayır, yemin ederim ki hayır, diye cevap verdi, fakat bütün çabalarıma rağmen onu bulamadım.

O anda birdenbire öfkeye kapıldım, çileden çıktım. Bilirsiniz, bazen insan, açıklanamayan, aptalca bir öfkeye kapılır. "O halde, dedim, eğer oğlumu bulamazsanız, siz de buraya gelmeyin artık. Beni bir daha görmenizi istemiyorum. Hadi, defolun gidin şimdi".

Gitti... Ondan sonra, ne oğlumu, ne de onu gördüm. Yirmi yıldır böyle yaşıyorum Mösyö. Böyle bir şeyi düşünebiliyor musunuz? Bu korkunç azabı, hem anne, hem de kadın olarak duyduğum büyük yürek acısını, bu berbat ve sonsuz... sonsuz bekleyişi anlayabiliyor musunuz?

Ama artık bitecek bu bekleyiş. Çünkü ölüyorum. Ne onu, ne de oğlumu yeniden göremeden ölüyorum! Sevgilim yirmi yıldır her gün bana yazdı; bense onu bir saniye olsun görmek istemedim. Çünkü, o buraya gelirse, tam o anda oğlum yeniden ortaya çıkacakmış gibi geliyordu bana! Oğlum... Oğlum! Öldü mü acaba? Yoksa yaşıyor mu? Nerede saklanıyor? Uzaklarda, belki de uçsuz bucaksız denizlerin ötesinde, adını bile bilmediğim çok uzak bir ülkede! Beni düşünüyor mu? Ah, bir bilseydi çocukların ne kadar zalim olduklarını! Anne sevgisinin bütün gücüyle sevdiğim oğlum, henüz gençliğimi yaşarken, son günlerime kadar sürecek ne korkunç bir işkencenin ve umutsuzluğun içine attığını, beni hangi korkunç acılara mahkum ettiğini anladı mı acaba? Söyleyin, ne zalimce bir şey bu, değil mi?

Bütün bunları söyleyin ona Mösyö, ayrıca şu son sözlerimi de iletin ona:

"Oğlum, sevgili oğlum, zavallı insanlara karşı bu kadar katı olma. Hayat zaten yeteri kadar sert ve acımasız! Sevgili oğlum, terk edip gittiğin günden beri annenin, zavallı annenin ne hale geldiğini düşün. Annen öldüğüne göre, affet ve sev onu. Çünkü o, cezaların en ağırını çekti..."

Sanki karşısında oğlu varmış gibi konuşuyordu. Soluk soluğa kalmıştı. Sonra yeniden başladı söze:

"Mösyö, sevgilimi bir daha hiç görmediğimi de söyleyin ona".

Yine sustu, sonra tekrar yorgun bir sesle konuşmaya başladı:

"Rica ederim artık gidin Mösyö, onlar benim yanımda olmadıklarına göre yalnız ölmek istiyorum"...

Avukat Le Brument devam etti:

"Baylar, ağlaya ağlaya dışarı çıktım. Öylesine ağlıyordum ki, faytoncu da şaşırmış; ne olduğunu anlamak için bana bakıyordu!

- Şunu da eklemeliyim ki, her gün buna benzer bir sürü dram yaşanıyor çevremizde...

Oğlunu bugüne kadar bulamadım... Siz ne derseniz deyin bu çocuk için; ben onun bir cani olduğunu düşünüyorum..."
 
Ben Ve Gecelerim Hep Seveceğiz Seni ( Yazar : Bilinmiyor )


Daha kaç geceler böyle sessiz, böyle sensiz yaşayacağım? Bilmiyor musun ki ey yar, beni ne çok mahvediyor uzaklığın, ne çok bölüyor kalbimi kalbin...

Bir gece daha başlıyor... Önümde upuzun yaşayacağım bir gecem, bir karanlığım daha var. Saatlere, saniyelere gireceğin; damarımdaki kanıma kadar işleyeceğin bir gecem daha başlıyor... Bir gecem, bir sevdam daha başlıyor ama yazık ki gözyaşları ma giren olmayacaksın yinede.

Beni artık acılarımla baş başa bıraktı ağlamalarım. Gözyaşlarım bile beni terketti.Sen geldiğinden, sen olduğundan beri tüm herşey beni terketti. Ben de tükettim onları zaten. Evet artık geceleri uyuyamıyorum. Karanlıklar başlar başlamaz başlıyor kalbimin aglamaları.Önceleri onları dinlemeye, onlara ses vermeye çalışıyordum. Farketmiyormuşum gibi davranıyordum. Sırf o
karanlık geceyle yüz yüze gelmemek için.

Biliyordum o yalnızlığı yaşamam gerekiyordu. Bir insan arıyordum yanımda, geceyi bana unutturacak.

Onun iyi, güzel ve çirkin olması da önem taşımıyordu. Yeter ki olsun yanımda. Olsun ki gece üzerime üzerime gelmesin. Yanımda birini görüp vazgeçsin benden.Veya yanımda birileri olsun da unutayım istiyordum SENİ. Biliyordum ki geceyle yüz yüze kaldığım zaman Sevda dışında bir şey olmayacaktım. Sonra, sonra bu dönem de kayboldu. Yalnızlığı arayan, yalnızlığa özlem duyan oldum.O karanlık gecelerin ıssızlığına gömülmekten kaçamaz oldum. Çünkü onlar da seni buluyordum. Çünkü bana gündüzlerin veremediğini veriyordu geceler SENİ...

Gündüzlerde yoktun, aydınlarda yanımda yürüyen değildin. Ama geceleri öyle miydi? Geceleri yüreğimde yürüyordun ve ben adımlarında yaşayandım. Artık uyuyamıyorum. Hem de hiç mi hiç Ne kadar çabalasam da olmuyor. Bir garip ağırlıkla kah seni bekleyerek kah gelmeyeceğinden emin olarak geçiriyordum saatleri.

Seni yaşıyordum. Gecelerde yüz yüze kalıyorduk seninle.Gece vefalı, fedakar bir anne gibi kucağına alıyor beni sabaha kadar götürüyordu. Zaman akıyormuydu, geçiyor muydu bilen değilim. Hiçbir zaman da bilen olmadım. Bu yaralarla, bu kanıma işleyen aşk yangınlarıyla sabaha nasıl kül olmadan varabiliyordum? Bilmiyorum gerçekten. Yanmaktan ateş olduğum bu gecelerde beni tüketmeyen neydi?Sevgin mi? Beni evirip çevirip kora getiren söndürmeyen neydi?Bağrımdaki yangından neden yok olmuyordum? Beni sabaha vardıran geceler miydi yoksa?

Geceler Benim gecelerim.... Senin gecelerin... Seni yaşadığım Geceler. Gönlümde bir derin yarasın sen! Bu gecelerde de çok şey istedim bir şeyler yapabilmeyi. Elime çoğu kez kalem kağıt alıp seni yazmayı istedim. Olmadı ama.Kalbim seninle öylesine doluydu ki her hareketim sönük kalıyordu. Ben çaresizliği kapılıp gidiyordum. Ne yaptığımı bilmiyordum. Saatlerce, saatlerce oturup seni düşünüyordum. Kalbimde bastırmaya çalıştığım duygularıma ilk olarak geceleri yaşama hakkı veriyordum. Herkesten gizlemeye çalıştığım o korları gecelere çıkartıyordum sanki. Gecelerden saklamıyordum hiçbirşeyi. Gecelerle paylaşıyordum, ve geceler sarıyordu beni. Beni alıp sensizliğin okyanusunda boğmuyordu. Beni sensizliğin zirvesinde, en uç noktasında aşkın sonsuzluğuna götürüyordu.

Artık bu geceleri sevmeye başlıyorum. Bana seni getiren geceler...Benim gecelerim onlar...Benim senlerim benim yalnızlıklarım, benim aşklarım diyebildiğim gecelerim.Evet artık uyuyamayan, ağlayamayan gözlerime ağlamıyorum. Gecelerimi de feda ediyorum sana. Gündüzlerde söyleyemediklerimi gecelerde haykırıyorum. Ve uçsuz bucaksız seviyorum seviyorum SEVİYORUM.

Artık uyuyamıyorum, evet. Uykular haram oldu bana senden sonra. Hem nasıl uyuyabilirim ki? Gözlerin var artık gecelerimde, senin gözlerin senin karanlık gözlerin.. Hiç görmediğim gözlerin.... Sanıyorum ki artık sana yalnız ben değil, geceler de vurgun! Beni böylesine koynuna alışı, karanlığında bunca aydınlatması neden? Evet sen öyle güzel, öyle güzelsin ki, geceler de seni sevdi.Öyle ki sana ihanet edip de seni yaşamıyormuşçasına uyumaya, gözlerimi yummaya çalıştığım zaman hemen giriveriyorlar içime ve seni getiriyorlar bana. Gözlerimi öyle bir açıyorlar ki bir dahasına kapayamıyorum bile...

Ve ağlayabilmeyi diliyorum bazı geceler. Bunu gecelerden sonsuza diliyorum. Ağlasam, doyasıya hıçkırırcasına ağlasam belki seni bir parçacık olsa unutur ve kendi içime gömülür birazcık gözlerimi yumabilirim diye düşünüyorum. Sabahları uykuda yakalayan olmaktan çıkıp, sabahları uykuda bulunan olmak istiyorum. Bunun için istiyorum ağlayabilmeyi. Sana olan özlemimi, içimde bir dağ kadar ululaşmış hasretini belki bir parça dindirebilirim diye düşünüyorum. Belki seni birazcık gömebilirim de yüreğime, rahatlarım diye umuyorum olmuyor.

Ağlamaya çalışıyorum, ağlamalarım bana isyanlar ediyor. Geceler bana bu isteğimi vermiyor. Ne zaman ağlasam yalnızca ve yalnızca bir iki gözyaşı olup kalıyorsun gözlerimlde. Gözlerimde donan birkaç damla yaş oluyorsun, o yaşları da sarıyor geceler. O yaşlarla birlikte alıyor yanına geceler beni... Geceler unutmamı istemiyor seni, geceler bana ihanet ediyor. Geceler senden yana sevdiğim, geceler seni yaşamamı istiyor. Sözümü dinlemiyor....

Güneşi özlediğim oluyor arada bir. Yeter diyorum bunca yıldızla arkadaş olduğum. Seni unutup da yıldızları gördüğüm anlar olursa tabii. Beni böyle gördükleri zaman anlamıyor insanlar. Nasıl böyle saatlerce kalabildiğimi sorup duruyorlar. Böyle tüm dünya uyku içindeyken benim nasıl karanlığın içinde bakışlarımı dayattığımın sırrını anlamıyorlar. Ve onlar bilmiyorlar ki içim bir kordur...Tüm dünya, tüm tabiat susmalarda ve uykulardadır belki ama benim yüreğimde gizlenmektedir tüm dünya... Ben içime tüm insanları,,, tüm milyarları almışım. Farkında değiller. Herkesi ve herşeyleri sığdırmışım içime. Bir sen sığmıyorsun, bir seni sığdıramıyorum kalbime, bilmiyorlar...Ve senin uzaklığın, ve senin gece kadar olan uzaklığın... Bana öyle uzak öyle yabancısın ki sevdiğim, seni senden istemeye korkuyorum. Geceleri bu yüzden seviyorum. Seni sevmeme engel olmuyor, seni bana getiriyor... ve seni gecenin karanlığında buluşumdandır seni gündüzleri istemeyişim. Evet sevdiğim bana her şeyden ve herkesten uzaksın. Herkesin yaşamına giriyor, her şeyi paylaşıyorsun insanlarla... Ama bana gelmiyorsun. Ama ama sitem bile etmiyorum... Sana söyleyecek söz bulamıyorum. Söyleyecek bir şeyler arasam ve bulsam biliyorum geceler alır onu elimden, dilimden de. Sana söyleyeceklerimin hesabını yapsam sabahlar buna izin vermez. Ve ben seni yaşıyorum. Olsa olsa sana BU SEVGİYİ YAŞA diyebilirim.Gel birlikte yaşayalım demeye dilim varmaz. Geceler bunu bırakmaz yanına. Kaybettiğim değilsin. Ben seni hiç yitirmedim. Çünkü içimde taşıdığımdın hep. Benden bir parça oldun sen. Ben kendimi yitirmediğim sürece sen de kaybolmayacaksın.

Evet, seni anlamakla, seni yaşamakla, seni sevmekle geçirdiğim bu gecelerde, sabahladığım bu gecelerde, benden çok uzaklarda bulunan sana uykularında bir rahatlık veriyorsa sevdam, ne mutlu bana. Gecelerim...Sarın yaralarımı geceler demiş bir şair.. Beni bu geceler mahvetti desem haksızlık mı ederim onlara. Beni sen mahvettim desem yalan olur bu. Ama beni bu geceler, geceleri de bana musallat eden sensin. Senin sevdanla başladı gecelere sevda yazmam. Sevda masalı okumam bundandı. Ben bu gecelerde tüm karanlıkları dağıtabilirim. Bana hüzünlerini, bana acılarını ver sevdiğim. Ver ki senin acılarını da ortak edeyim gecelerime. Ver ki gecelerle kavgalı olayım. Şimdi seni getirdikleri için onlara ses bile çıkarmıyorum. Sen yaşadığımsın, yaşatanımsın. Sevdamsın sen... Belki ben anlatamıyorum ama geceler bu sevdaya şahittir. Çünkü artık onlarda bu aşka ortak oldular. Belki benden bile çok seviyorlar seni. Ben seni hiç mi hiç gözlerimle bitirmek istemedim. Ve gecelerin içinde, gecelerle birlikte hep sevdim seni...VE HEP SEVECEĞİM...

Ne kadar birlikte olamayacağımızı bilsem de Ben ve Gecelerim Hep seveceğiz seni...
 
Beyaz Kaptanın Öyküsü ( Yazar : Bilinmiyor )


Evvel zaman içinde deniz kenarında küçük bir köy varmış. Bu köyün halkı denizcilikten başka iş bilmezmiş. Yaşlı, genç, kadın, erkek bütün köy halkı denizle uğraşır, hayatlarını mavi suların kendilerine sağladığı nimetlerden faydalanarak sürdürürmüş. Dış dünya onlara kapalıymış. Deniz insanlara, insanlar birbirlerine yardım ederlermiş. Kimi balık avlar, kimi ağ örer, kimi sünger çıkarır, kimi tekne yapımında uzmanlaşmaya çalışırmış. Bir de herkesin hayalini süsleyen bir iş varmış: Beyaz Kaptan'ın denizaşırı gemisiyle uzun seferlere çıkıp, ticaret yapmak. Böylece bilinmezi bilmek, görülmeyeni görmek, tadılmayanı tatmak mümkünmüş çünkü. Ama Beyaz Kaptan yanında çalışacakları çok zorlu sınavlardan geçirip seçtiği için, bu öyle herkesin gerçekleştirebileceği türden bir hayal değilmiş. O seferlere çıkabilmek için gözüpek olmak, geride bırakabilmek, denizden başka bir şeye aşık olmamak gerekirmiş. Gemi sefere çıktı mı, beş altı aydan önce dönmezmiş köye. Her gelişinde genç kızların dört gözle beklediği kumaşları, süs eşyalarını, köyde bulunmayan faydalı otları ve alışveriş karşılığında aldıkları değerli şeyleri boşaltır, insanların satmak istediği malları yükledikten sonra yeni bir sefere çıkarmış. Geminin mürettebatı sadece bu değiş tokuş için karaya iner, yükleme işi bittikten sonra onları gören olmazmış. Beyaz Kaptan'sa sadece miço ile çımacı geminin törensel yanaşmasını gerçekleştirirken kaptan köprüsünde belli belirsiz görülürmüş. Geminin miçosu limana her yanaşmalarında, çımacı dostunu görünce büyük bir keyifle halatı fırlatır, çımacı da büyük bir maharetle halatı havada yakalayıp tek bir harekette babaya dolarmış. Bu ikisinin ustalık dolu hareketlerini izlemek köy halkının en sevdiği şeylerden biriymiş. Birbirlerinin gözlerine baktıklarında dostluğu gören miço ile çımacı, köy halkı kendilerini alkışladıkça daha da büyük bir şevkle sarılırlarmış işlerine. Kaptan belki deniz aşkıyla yıllar önce terkettiği köyü daha fazla görmenin rahatsızlığı, belki de geride bıraktığı karısı, oğulları ve kızı tarafından görülmenin korkusuyla, uzaktan izlermiş olanları. Sonrası yine açık deniz, sonrası yine uzun bir sefer… Kaptan herkesin gerçeğinin ayrı olduğuna ve herkesin bir gün kendi gerçeğini bulacağına inanırmış. Hatta miçosuyla çımacının bir kayanın üstüne oturup sohbet ettiklerini gördüğü gün, "Ah deli çocuk, bilmez misin ki denizcinin dostu, denizdedir" demiş kendi kendine ama hiç karışmamış bu imkansız dostluğa. Limana bir sonraki yanaşmalarında miço gelip de "Ah Kaptan ah, denizcinin dostu denizdeymiş." deyince içinin cız edeceğini bile bile karışmamış. Bir gün köye çeşit çeşit malı getirirken, yerle göğü bir eden korkunç bir fırtınaya yakalanmışlar. Usta denizci köye yanaştıklarını biliyormuş ama deniz fenerini göremediği için bir türlü gerekli manevraları yapamıyormuş. Neden sonra denzi fenerinden cılız bir ışığın yükseldiğini görünce rahatlamış. Tam dümeni köye kıracakken, yağmur damlalarının kanatlarına kırbaç gibi inmesine aldırmayan bir papağan gelip konmuş omzuna ve dile gelmiş: "Babası terkettiğinden , ağabeyleri de denize sırtlarını döndüklerinden beri lanetli damgasıyla yaşayan mavi gözlü ceylan, sırf gemin karaya oturmasın diye canını ortaya koyup yaktı bu gece feneri. Ama köyün utanç içindeki halkı lanetlidir deyip güvenmedi ona, delidir deyip dışladı, her zaman olduğu gibi suçladı. Şimdi incecik bedeni buz gibi gecenin ortasında geminin limana yanaşmasını bekliyor. Kimbilir belki de gizli bir sevdanın cesaretiyle tek başına fırtınayla savaşıyor." Beyaz Kaptan bu sözleri duyar duymaz önce kendisiyle sonra da miçosuyla yüzyüze gelmiş. Ve bir anda fırtınayı korkutan bir sesle gürlemiş: "İstikamet açık deniz!.." O günden sonra köy halkı Beyaz Kaptan'ın gemisini bir daha asla görememiş. Bir daha asla dış dünyadan bir şeye dokunamamış. Ama deniz kızları, kimi hüzünlü gecelerde Beyaz Kaptan'ın bilinmez denizlerde suda yüzen bir mavi gözlü ceylan gördüğünü ve hüzünlü bir türkü söylemeye başladığını anlatıp durmuşlar:

Bilirim ki sevgimiz
Aslında veremediğimiz
Bir bilinmez denizde
Yitip gitti bedenimiz.
 
Bilim Adamı Nasıl Olunur ? ( Yazar : Stephen GLENN )


Bir bilimadamının tıp konusunda yeni ve çok önemli buluşları olmuştu. Bir gazete muhabiri röportaj yaparken kendisine, ortalama bir insandan nasıl olup da daha farklı ve yaratıcı bir insan olduğunu sormuş. Kendisini diğerlerinden ayıran özellik neymiş?

Bilimadamı bu soruyu "iki yaşındayken annesinin yaşadığı bir deneyim nedeniyle" diye yanıtlamış. Bilimadamı buzdolabından süt şişesini çıkartmaya çalışırken, şişe elinden kayıp yere düşmüş ve ortalık süt gölüne dönmüş.
Annesi mutfağa geldiğinde, ona bağırmak, söylenmek ya da cezalandırmak yerine,
"Robert, ne kadar güzel bir hata yaptın! Daha önce bu kadar büyük bir süt gölü görmemiştim. Evet, olan olmuş. Şimdi birlikte burayı temizlemeden önce biraz yerdeki sütle oynamak ister misin?" demiş.
O da eğilip, oynamış yere dökülen sütle. Birkaç dakika sonra annesi,
"Robert, bu tür bir şey yaptığında, bunu senin temizlemen ve herşeyi eski haline getirmen gerektiğini biliyor musun? Bunu nasıl yapmak istersin? Bir sünger mi kullanalım, bir havlu ya da bir bez mi? Hangisini istersin?" demiş.
Robert süngeri seçmiş ve birlikte yere dökülen sütü temizlemişler.
Daha sonra annesi,
"Biliyor musun, burada yaşadığımız olay, senin iki minik elinle bir süt şişesini taşıyamadığın kötü bir deneyimdi. Şimdi arka bahçeye çıkalım ve şişeyi suyla doldurup, senin dolu bir şişeyi düşürmeden taşımanı sağlayalım" demiş.
Küçük çocuk şişeyi boğazından iki eliyle tutarsa, düşürmeden taşıyabileceğini öğrenmiş.

Ne güzel bir ders!

Bu ünlü bilimadamı daha sonra, o anda bir hata yaptığı zaman bundan korkmaması gerektiğini öğrenmiş. Yapılan hataların yeni bir şeyler öğrenmek için çok güzel fırsatlar olduğunu anlamış.

İşte bilimsel araştırmalardaki deneyler de bu temele dayanır zaten. Bir deney başarısız olsa bile, o deneyden çok değerli bilgiler elde edilir.

Bütün annebabalar çocuklarına, annesinin Robert'a davrandığı gibi davransalar çok daha iyi olmaz mı?
 
Bilinen Gerçek ( Yazar : Hakan )


Sıradan bir gün daha başlıyordu. Herşey hazırdı. Dalışa geçecek ve bu dünyayı incelemeye devam edecekti. Paletlerini giyindi, deniz gözlüğünü taktı, hava tüpünü de sırtına geçirdikten sonra kendini suya bıraktı.

Bu dünya başka bir dünyaydı onun için, hiçbir insan yok. Kendini deniz hayvanlarıyla bir hissediyordu. Biraz derinlere indi. Her yer ışıl ışıl parlıyordu. Güneşin ışınları denizi adeta yalıyordu.

Daha sonra yüzeye doğru yüzdü. Denizin bir metre altında yüzüyordu. Herşey ne kadar güzeldi. Kendini suyun yüzüne çıkarınca başka bir farklı dünyada hissetti kendisini. Evet, iki dünya arasında hayatı sürüyordu. Bu iki farklı dünyada yaşamayı seviyordu. Teknesine doğru baktı, biraz fazla açılmıştı. Su üstünde iki dakika durduktan sonra tekrar denize daldı. Teknesine doğru yüzmeye başladı.

Denizin altında yüzen balıklar, taşın altında bulunan yengeçler, yunuslar, kara ve su kaplumbağaları, hepsi iki dünyanın farklı yaratıklarıydı. Bir hayvan, kara hayvanı mı yoksa deniz hayvvanı mı olduğunu nereden biliyordu acaba. Konuşacak bir dilleri olmasa bile, bütün bu harikaları anlayabiliyorlar mıydı.

Suyun altında yüzerken, biran kendini daha yoğun bir yerde hissetti. Bir farklılık olduğunu anlamıştı adam. Tekrar geri dönerek yüzmeye başladı. Yine eski ortamında buldu kendini. "Denizde iki ortam nasıl olabilir" diye düşündü. Denizin yoğunluklarının farklı olduğu yerin tam ortasında durdu. Yüzeye doğru tekrar çıktı.

Dalgıç, teknesine yüzdü. Dümenini, kendisine farklı gelen, yoğunluğunun farklı olduğunu hissettiği yere kırdı. Oraya geldiğinde denizi bir güzel incelemeye başladı. Kendi gördüğünü, belki normal bir insan, yani bu dünyayı iyi tanımayan bir insan göremezdi. O alana baktığında denizin renginin, sanki arasına gizli, görünmeyen bir cam sokulmuş gibi, birdenbire farklılaştığını anladı. Bu farklılığı daha iyi anlayabilmek, bitmek bilmeyen öğrenme isteğini tatmin etmek için tekrar denize daldı. Su üstünde, kendisinin keşfettiği alana doğru yüzdü. Gerçektende burada, bir anormallik vardı.

Denizin suyunun rengi, belki de kendisinden başka hiçbir kimsenin göremeyeceği bir durumdu bu, aniden farklılaşıyordu. Bu sefer deniz gözlüğünü ve tüpünü yanına almamıştı. Çünkü bu seferki dalışının asıl amacı deniz diyarını incelemek değil, iki dünyayı birbirinden ayıran bu sınırdaki farklılığı anlayabilmekti.

Dalgıç, dudaklarını, daha koyu olarak gördüğü suya değdirdi. Diliyle dudaklarını sıvazladı. Evet, su tuzlu suydu. Daha sonra dudaklarını, daha açık ördüğü suya değdirdi. Bu seferki su tatlı suydu. Kaptan, denizlerle ilgili müthiş bir şey keşfettiğini anladı o an. Bu alanda tatlı su ile tuzlu su birbirine karışmıyordu. Bugün onun için çok güzel bir gündü. Keşfettiği bu alanı beynine iyice kazıdı; çünkü burayı unutmaması gerekiyordu, keşfinin kanıtlanmasında iyi bir örnek olacaktı.

Teknesine çıktı. Kendisinin bulunduğu yere yakın olan bir arkadaşına doğru yol aldı.

Kaptanın arkadaşı, evinde yemek hazırlıyordu. Yalnız bir insandı. Bütün ev işleriyle kendisi uğraşırdı onun için. Yemeğini hazırladıktan sonra küçük bir masada yemeye başladı. Bu sıralarda kapının zili çalındı. Kapıyı açtığında karşısında kaptanı gördü. Daha yeni dalış yaptığını anlamıştı; çünkü her nedense kurulanmamıştı.

"Nedir bu halin kaptan, neden kurulanmadın?"

"Bırak kurulanmayı, bugün çok özel bir gün."

"Sofra hazır, gel ilk önce bir güzel karnımızı doyuralım, daha sonra bugünün neden güzel bir gün olduğunu konuşuruz."

Kaptan üstüne baktı: "İzin verirsen şu üstümü bir değişeyim."

"Tabi canım. Ben de bir tabak daha koyayım sofraya."

Kaptan ıslak elbiseleri üzerinden çıkartarak kuruları giyindi. Heyecanla sofraya yaklaştı. Arkadaşı onu görünce: "Gel sofraya, biraz yiyelim. Dalıştan geliyorsun, acıkmışsındır."

"Canım hiç yemek istemiyor. Biliyormusun bugün daldığım zaman denizlerle ilgili bir şey keşfettim."

"Neymiş o keşfettiğin şey."

"Yüzerken bir alandaki farklı renkteki deniz sularını gördüm. Bunları incelediğimde denizin tatlı suyu ile tuzlu suyunun birbiriyle karışmadığını buldum."

Kaptanın arkadaşı bu sözleri duyunca gülmeye başladı.

"Neden gülüyorsun."

"Neden güleceğim. Bunu sen keşfetmedinki. Ben zaten bunu biliyordum."

Kaptan şaşkınlaştı:

"Nasıl olur, bunu ilk ben keşfettim, hem sen dalmıyorsun bile."

"Tamam dalmıyorum. Zaten bunu dalarak öğrenmedim. Bir kitaptan okudum."

"Nasıl olur. O kitap sende mi?"

"Evet bende."

"Görmek istiyorum. Lütfen göster bana."

Kaptanın arkadaşı, kitaplığına gidip yeşil renkli bir kitap aldı. Bir sayfayı açtı ve kaptana gösterdi.

"Evet" dedi kaptan, "gerçektende bu biliniyormuş. Bu kitabı hangi denizci yazdı?"

Kaptan bu kitabı kimin yazdığını anlayabilmek amacıyla ön ve arka kapağı kontrol etti. Fakat bir bilgiye rastlayamadı. Arkadaşı ise kaptana bakıyor, kendini gülmekten alamıyordu.

"Boşuna araştırma" dedi, "Bu kitap Allah'ın kitabıdır."
 
Bin Aynalı Tapınak ( Yazar : Bilinmiyor )


"Hindistan'da yüksek bir dağın doruğuna yapılmış "BİN AYNALI TAPINAK" adlı görkemli bir tapınak vardı.

Günlerden bir gün bir köpek dağa tırmandı, tapınağın merdivenlerinden çıkarak "BİN AYNALI TAPINAK"a girdi.

Tapınağın bin aynalı salonuna geçtiğinde bin tane köpek gördü. Korkarak tüylerini kabarttı; kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırdı; korkutucu hırıltılar çıkararak dişlerini gösterdi. Ve bin köpek de tüylerini diktiler; kuyruklarını bacaklarının arasına alıp korkunç sesler çıkartıp dişlerini gösterdiler. Köpek paniğe kapılarak tapınaktan kaçtı.

Ve o andan itibaren bütün dünyanın tehlikeli, korkunç köpeklerle dolu olduğuna inandı.

Bir süre sonra bir başka köpek gelip dağa tırmandı. O da tapınağın
merdivenlerinden çıkıp "BİN AYNALI TAPINAK"a girdi.Tapınağın bin aynalı salonuna geldiğinde bin tane köpekle karşılaştı ve çok sevindi: Kuyruğunu salladı; neşeyle oradan oraya zıpladı ve köpekleri oynamaya çağırdı.

Bu köpek tapınaktan çıktığında dünyanın dost ve sevecen köpeklerle dolu olduğuna inanıyordu."
 
Bir Aile ( Yazar : Guy de Maupassant )


On beş yıldır görüşmediğim arkadaşım Simon Radevin''i görmeye gidecektim.

Simon, bir zamanlar benim en iyi dostumdu. Onunla güzel günler geçirmiştim. Yüreğimin en gizli yerinde saklı ve en gizli sırlarımı ona açmıştım.

Uzun yıllar birbirimizden hiç ayrılmamıştık. Beraber yaşamış, yolculuk etmiş, düşünmüş, hayaller kurmuştuk. Aynı şeyleri, aynı kitapları sevmiş, aynı coşkuları yaşamış ve olaylara gülmüştük. Yalnızca bakışlarımız bile, biririmizi tümüye anlamaya yeterdi.

Daha sonra o evlenmişti. Koca aramak için taşradan Paris''e gelmiş bir kızla ansızın hayatını birleştirmişti. Nasıl olmuştu da, zayıf, aydınlık fakat boş bakışlı, soğuk sesli ve binlerce benzeri bulunan bu soluk kumral kız, zeki ve akıllı arkadaşımı avucunun içine almıştı?

Bunları anlayabilir miydik? Kuşkusuz arkadaşım, sevecen ve kendisine bağlı bir kızın kolları arasında basit, tatlı ve uzun sürecek bir mutluluğu ümit etmişti ve bunu da, soluk saçlı kızın parlak bakışlarında hayal meyal görmüştü de...

Arkadaşım, hiçbir şeyi anlayamayacak derecede alıklaşmadığı sürece, canlı ve duyarlı bir erkeğin, saçma gerçeğin farkına varır varmaz her şeyden usanacağını hiç düşünmemişti.

Nasıl bulacaktım onu? Her zamanki gibi canlı, nükteli, gülmesini seven ve coşkulu muydu, yoksa taşra yaşamının etkisiyle uyuşuk, tembel bir kişi haline mi gelmişti? İnsan, ister istemez on beş yılda değişebilirdi.

Tren, küçük bir istasyonda durdu. Trenden indiğimde, şişman, çok şişman, göbeği iyice öne fırlamış, kolları iki yana açık, kırmızı yanaklı bir adam bana doğru atıldı ve "Georges" diye bağırdı. Kucaklaştık; fakat onu tanıyamamıştım. Sonra, şaşkınlıktan donakalmış bir durumda "Aman Tanrım, zayıflamamışsın" diye mırıldandım. Gülerek, "Daha ne olsun? İyi bir yaşam, iyi yemekler, güzel geceler, yemek ve uyumak... İşte benim yaşamım!" diye yanıt verdi.

Onu seyrettim; geniş yüzünde, sevildiğini belli eden çizgiler aradım. Yalnızca gözleri değişmemişti; ancak o eski bakışlarından eser yoktu. "Eğer bakışlar düşüncelerin yansıması ise, şu karşımda duran insanın düşünceleri, bir zamanlar çok iyi tanıdığım insanın düşünceler değil" diyordum kendi kendime.

Gerçi gözleri parlıyordu, sevinç ve umut doluydu ama o gözlerde, bir kafanın değerini en az sözler kadar ifade eden zekâ pırıltıları yoktu artık.

Simon, birdenbire bana, "Bak işte, benim çocuklardan ikisi" dedi.

14 yaşında neredeyse kadınlaşmış küçük bir kız ile öğrenci kılıklı 13 yaşında bir erkek çocuğu, sıkılgan bir edayla bana doğru ilerledi;

- Bunlar senin çocukların mı? diye sordum.
- Tabii, diye yanıt verdi gülerek.
- Kaç çocuğun var?
- Beş. Üçü evde!

Bunu söylerken gururlu, memnun, hattâ muzaffer bir hava takınmıştı. Bense, yuvasındaki bir tavşan gibi, taşradaki evinde gecelerini iki uyku arasında çocuk yapmakla geçiren bu aptal damızlık adam için, belli belirsiz bir hor görüyle karışık derin bir acıma duygusuna kapılmıştım.

Simon''un kullandığı arabaya bindik ve can sıkıcı kentin içinden geçtik. Burası, sokaklarında hiç canlılık olmayan, yalnızca köpeklerin ve bir iki hizmetçi kadının göründüğü uyuşuk ve donuk bir kentti. Zaman zaman, kapısının önünde duran bir dükkân sahibi şapkasını çıkarıyor ve Simon da onu, kuşkusuz kentteki bütün insanları adlarıyla tanıdığını göstermek için, adlarını söyleyerek selamlıyordu... Taşraya gömülüp kalan bütün insanlar gibi, Simon''un da milletvekili olmayı düşlediği izlenimi edindim.

Kenti çabucak geçtik ve parka benzer bir bahçeye girdik; sonra da, şato görünümü verilmiş kuleli bir evin önünde durduk.

Simon, iltifatta bulunmamı ister bir havayla, "İşte benim fakirhane!" dedi.

"Çok güzel" diye yanıtladım.

Evin önündeki basamaklı seki üzerinde, benim gelişim için süslenmiş, bu ziyareti için saçlarını taramış ve birtakım basmakalıp nezaket cümleleri hazırlamış bir kadın görünüverdi. Bu, on beş yıl önce kilisede gördüğüm o kumral ve ilginç olmaktan uzak kızcağız değildi artık. Karşımda aşırı süslenmiş, şişman, lüle lüle saçlı, yaşı belli olmayan, silik ve zarafetten yoksun, düşüncesiz, kısacası bir kadında olması gereken bütün niteliklerden yoksun biri duruyordu. Nihayetinde bir anne, şişman ve sıradan bir anne, sürekli doğuran anaç bir tavuk, içinde çocuklarından ve yemek kitabından başka bir kaygı taşımayan damızlık bir kadındı o...

Bana, "Hoş geldiniz" dedikten sonra, Belediye başkanının teftişine hazır itfaiyeciler gibi bekleyen üç küçük çocuğun boy sırasıyla dizildiği bir hole girdim.

- Ah, işte diğerleri, dedim.

Simon, büyük bir mutlulukla, "Jean, Sophie ve Gontran" diye çocukların adlarını söyledi.

Salonun kapısı açıktı. İçeri girdim ve koltuklardan birinde felçli, titreyip duran yaşlı bir adam gördüm.

Bayan Radevin, bana doğru ilerleyerek, "Bu, benim büyükbabam Mösyö, 87 yaşında" dedi.

Sonra, yerinde sarsılıp duran ihtiyarın kulağına, "Baba, Simon''un arkadaşı" diye bağırdı. Yaşlı adam, bana merhaba diyebilmek için büyük bir çaba gösterdi ve ellerini sallayarak, "Vay, vay, vay!" diye viyakladı. "Çok naziksiniz" diye karşılık verdim ve bir sandalyeye oturdum.

Simon içeri girdi; gülüyordu.

- Büyükbabayla tanıştın demek. Pek hoştur kendisi, çocukların eğlencesidir. Boğazına çok düşkündür. Her yemekte çatlayacak derecede yer. Kendi haline bıraksan, ne kadar çok yiyeceğini tahmin edemezsin. Neyse, birazdan göreceksin zaten. Tatlılara sanki onlar birer genç kızmış gibi bakar. Şimdiye kadar bundan daha gülünç bir şeye rastlamamışsındır, birazdan göreceksin.

Daha sonra, bana odamı gösterdiler. Akşam yemeği saati yaklaşıyordu. Merdivenlerde ayak sesleri duyunca arkaya döndüm. Babalarının arkasına dizilen çocuklar beni izliyorlardı. Hiç kuşkusuz, bu şekilde beni selamlamak istiyorlardı.

Bana verilen oda, ot, buğday ve arpadan geçilmeyen uçsuz bucaksız bir ovaya bakıyordu. Ne tek bir ağaç, ne de bir tepe görünüyordu. Bu evde yaşanmak zorunda olan yürek karartıcı ve içe işleyen yaşamın bir görüntüsüydü bu...

O sırada bir çan çaldı. Akşam yemek vaktini haber vermek içindi bu. Aşağı indim.

Madam Radevin, pek yapmacıklı bir edayla kolumdan tuttu ve birlikte yemek odasına geçtik. Bir uşak, tekerlekli sandalyesini iterek büyükbabayı masadaki yerine getirdi. Henüz sofraya gelen büyükbaba, bakışlarını tatlıya dikmiş, aç ve meraklı gözlerle bakıyor ve iki yana sallanıp duran başını güçlükle bir yemekten diğerine çeviriyordu.

Simon ellerini ovuşturarak bana döndü ve "Çok eğleneceksin" dedi. Bu sırada çocuklar, göreceğim sahneleri düşünerek, gülmeye koyuldular. Bayan Radevin ise, omuzlarını umursamazlıkla silkip gülümsüyordu sadece.

Simon, ellerini ağzının iki yanında kavuşturarak, "Bu akşam yemekte sütlaç var" diye bağırdı ihtiyara doğru.

Yaşlı adamın kırışık yüzü aydınlandı; söyleneni anladığını ve memnun olduğunu belli etmek için tepeden tırnağa iyice sarsıldı.

Nihayet yemeğe başladık.

Simon, bana dönerek, "Bak!" diye fısıldadı. Büyükbaba çorbayı sevmemişti; yemek istemiyordu ama sağlığı için gerekli olduğunu öne sürerek ona zorla yedirmeye uğraşıyorlardı. Uşak, çorbayla doldurduğu kaşığı zorla adamın ağzına sokuyor, yaşlı adam ise, canla başla karşı koyuyor ve ağına akıtılan çorbayı içmemek için masaya ve yanındakilerin üzerine püskürtüyordu.

Çocuklar gülmekten kırılırken, babaları da "İhtiyar ne kadar komik, değil mi?" diye söyleniyordu.

Bütün yemek boyunca yalnızca ihtiyarla meşgul oldular. Büyükbaba, masaya konan yemekleri bakışlarıyla yiyor, çılgınca salladığı elleriyle tabakları tutup kendisine çekmeye çalışıyordu. Yemekleri hemen hemen ihtiyarın ulaşabileceği uzaklığa koyuyorlar ve burnuna gelen yemek kokularının kışkırttığı ihtiyarın tabaklara doğru yaptığı titrek hamlelerini ve çılgınca hareketlerini seyrediyorlardı. İhtiyar, anlaşılmaz biçimde homurdanıyor ve salyası boynundaki peçeteye akıyordu. Bütün aile de, bu tuhaf ve tiksinti verici işkenceden zevk duyuyordu.

Daha sonra, büyükbabanın tabağına biraz yemek kondu. Yaşlı adam, tabağına bir parça daha konması için önündekini büyük bir oburlukla silip süpürdü.

Sütlaç getirildiği zaman ihtiyar çırpınmaya başladı. Sızıldanıp duruyordu.

Gontran, büyükbabaya döndü ve "Bugün çok yediniz, size tatlı yok" diyerek, ona sütlaç verilmeyecekmiş gibi davrandılar.

Yaşlı adam, bunun üzerine ağlamaya başladı; her tarafı titreyerek ağlarken, çocuklar katıla katıla gülüyorlardı.

Nihayet, büyükbabanın payını da tabağına koydular. Adamcağız ilk lokmasını yutarken boğazından garip bir ses çıkardı ve çok büyük bir lokmayı yutan ördeklerinkini andıran bir boyun hareketi yaptı.

Tabağındaki bitirince, biraz daha tatlı vermeleri için tepinmeye başladı.

Büyükbabanın çektiği gülünç ve yürek parçalayıcı işkence karşısında dayanamadım ve "Hadi, biraz daha tatlı verin ona" dedim.

Simon, "Yoo, dostum, diyerek söze karıştı, bu yaşta fazla yerse, rahatsız olabilir".

Sözümü geri aldım ve sustum. "Neredesin mantık, ahlak ve sağduyu" diye geçirdim içimden. Sağlığını öne sürerek ihtiyarı o yaşta tadabileceği tek zevkten yoksun bırakıyorlardı. Ölgün ve titrek ihtiyar ne yapacaktı ki bundan sonra sağlığı? Sayılı günlerine karışıyorlardı onun. Kaç günü kalmıştı ki şunun şurasında? On, yirmi, elli ya da yüz günü mü? Neden böyle yapıyorlardı? Sağlığını korumak için mi, yoksa onun boğazına düşkünlüğünün ortaya çıkardığı sahneleri bütün ailenin biraz daha seyretmesini sağlamak için mi?

Yaşlı adamın artık hayatta yapacağı başka hiçbir şey kalmamıştı ki. Onun için tek bir istek, tek bir sevinç kaynağı kalmıştı. Neden bu sevinç ona bütünüyle yaşatılmıyordu?

Yemeğin ardından uzun bir süre kağıt oynadıktan sonra yatmak için odama çıktım. Üzüntülü, çok üzüntülüydüm!

Pencerenin önüne oturdum. Yakındaki bir ağaçtan gelen yumuşak, tatlı ve güzel kuş cıvıltılarından başka hiçbir şey duyulmuyordu dışarıda. Bu kuş, kuluçkaya yatmış dişisi için böyle yumuşak sesle gece boyu ötecekti.

Bense, şu sırada çirkin karısının yanında horul horul uyuyan zavallı dostumun beş çocuğunu düşündüm
 
Bir Aşk Hikayesi ( Yazar : Bilinmiyor )


Daha henüz 18 yaşındaydı, ama hayatının sonundaydı. Tedavisi mümkün olmayan ölümcül bir kansere yakalanmıştı. Kahır içinde eve kapamıştı kendini.. Sokağa çıkmıyordu. Annesi.. Bir de kendisi.. O kadardı bütün hayatı..Bir gün fena halde sıkıldı, dayanamadı, attı kendini sokağa..Bir yığın vitrinin önünden geçti.. Tam bir CD satan dükkanı da geride bırakmıştı ki, bir an durdu. Geri döndü, kapıdan içeri, gözüne hayal meyal takılan genç kıza bir daha baktı. Kendi yaşlarında harika bir genç kızdı tezgahtar..Hani ilk bakışta aşk derler ya, öyle takılıp kalmıştı işte.. İçeri girdi..Kız gülümseyerek koştu ona.. "Size nasıl yardım edebilirim" diye..Nasıl bir gülümsemeydi o.. Hemen oracıkta sarılıp öpmek istedi kızı..Kekeledi, geveledi, sonra "Evet" diyebildi.. Rast gele bir plağı işaret ederek.. "Evet.. Şu CD'yi bana sarar mısınız?.." Kız CD'yi aldı, içeri gitti. Az sonra paket edilmiş geri geldi.Aldı paketi, çıktı dükkandan, evine döndü, açmadan dolabına attı..Ertesi sabah gene gitti aynı dükkana.. Gene bir CD gösterdi kıza, sardırdı, aldı eve getirdi, attı paketi dolaba, gene açmadan.. Günler hep alınıp sardırılan CD'lerle geçti.. Kıza açılmaya bir türlü cesaret edemiyordu. Annesine açıldı sonunda..Annesi "Git konuş oğlum, ne var bunda" dedi..Ertesi sabah bütün cesaretini topladı. Erkenden dükkana gitti. Bir CD seçti. Kız gülerek aldı plağı. Arkaya gitti, paketlemeye.Kız içerdeyken bir kağıda "Sizinle bir gece çıkabilir miyiz" diye yazdı, altına telefon numarasını ekledi, notu kasanın yanına koydu gizlice.. Sonra paketini alıp kaçtı gene dükkandan..İki gün sonra evin telefonu çaldı.. Anne açtı telefonu.. CD Dükkanındaki tezgahtar kızdı arayan.. Delikanlıyı istedi.. Notunu daha yeni bulmuştu ..Anne ağlıyordu..Duymadınız mı" dedi.. "Dün kaybettik oğlumu.." Cenazeden birkaç gün sonra, anne oğlunun odasına girebildi sonunda.. Ortalığa çeki düzen vermeliydi. Dolabı açtı.. Oraya atılmış bir yığın açılmamış paket gördü..Paketleri aldı, oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı..İçinde bir CD vardı, bir de minik not.."Merhaba.. Sizi öyle tatlı buldum ki.. Daha yakından tanımak itiyorum.. Bir akşam birlikte çıkalım mı.. Sevgiler.. Jacelyn!." Anne bir paketi daha açtı.. Onda da bir CD ve bir not vardı..

"Siz gerçekten çok tatlı birisiniz, hadi beni bu gece davet edin, artık.. Sevgiler.. Jacelyn!.."
 
Bir Aşk Mektubu ( Yazar : Bilinmiyor )


Şu an 1 şubat akşamı ve rüyamda yine sen vardın. Saat olmuş gecenin 3’ü, herkes uyumuş, annem, babam, kardeşim, bende uyumuşum ama gönlüm hep ayakta, aşkım hep ayakta, onlar hiç uyumadı ki. Seni tanıdığımdan, sana tapalıdan beri gözüme uyku girmedi aşkımın, sevdamın da. Ne tedaviler aradım, ne ilaçlar kullandım. Çaresi bir mucize bu hastalığın o da sensin.

Ağlıyorum şu saat, unutma beni ağlatan sensin. Uyutmayan, hayatı zindan eden sensin. Ne hayat tat veriyor, ne o olmazsa olmaz dediğim bilgisayar, ne hava, ne ekmek, ne su,.. sadece ama sadece sensin o tat. Sensin benim hayatım, sensin.
Benden vazgeçmemi mi istiyorsun? Tamam kabul. Çıksın birisi güneşe yazsın adını (benim yazdığımın yanına) vazgeçerim senden. Ya da sağır bir ressam, toprağa düşen gülün sesini çizsin bir kağıda o zaman vazgeçerim senden. O zaman vazgeçerim anlıyor musun? VAZGEÇMEM SENDEN.

Benden kalan birkaç gözyaşı var bu kağıtta, sana olan aşkım var. Eğer bir gün ağlarsın olur ya! Bu kağıda ağla. Göz yaşlarımız mutlu olsun sonunda. Onlar kavuşsunlar aşklarına. Biz kavuşamasak da.

Hem ben seni kime vazgeçerim? Kimse senin dudaklarındaki sıcaklığı vermiyor, kimse vermiyor sendeki o güzel kokuyu, kimse hissettirmiyor senin tenindeki buğuyu, hayali, kimse bakamıyor senin baktığın gözlerle bana, kimse senin dokunduğun hatta vurdun gibi vurmuyor bana, kimse tutmuyor senin ellerinle, kimse sarmıyor senin gibi kollarıyla, kimse ama kimse sendeki aşkı bana vermiyor. Ben sana mecburum, sonu olmasa dahi.

Kalbim uçarsa o kelimelerin arasına okurken yakala onu, iyi bak incitme olur mu? Arkadaş et kendi kalbinle, dost olsunlar, aşık olsunlar birbirlerine, ölesiye hem de, sımsıkı sarılsınlar hiç bırakmasınlar birbirlerini, varsın ben onsuzda yaşarım, yeter ki onlar mutlu olsunlar.Sana soruyorum? Yakışıklı değilim, çok zeki değilim ama aşkım yetmez mi sana? Neden ben değil de seni sevmeyen bir başkası ya da benim kadar değer veremeyen birisi. Neden? Şunu unutma; Kırmızı güllere ulaşmak isteyenler ayakları altında ezilen papatyaların farkına varamazlar.

Senin uğruna vazgeçmeyeceğim şey yok. Gururum hariç. O zaman neden ben değilim, neden başkası, sana başkasının ellerinin dokunmasına dayanamam. Buna dayanamam anlıyor musun beni? Neden ben değilim Allah'ım? Sebebi ne? Neden Allah'ım neden?
Sana tapıyorum anlıyor musun? Sana tapıyorum? Neden sanıyorsun sizin sınıfa her teneffüs gelişim? Neden sanıyorsun hep başka konular arayışım.

Çok merak etmiştin ya Metin ile benim bildiğim o olayı. Söyleyeyim. Metin bunu Rıza’dan duymuş. Rıza ona ikinizin beraber olduğunuzu söylemiş. Ben bunu duyunca içimdeki tüm gözyaşlarını o an çıkarmak istedim. Sağır olmayı istediğim bunu duymayayım diye, bugün olmasın istedim bu olayı yaşamayım diye, Kör olmak istedim seni hiç görmeyeyim diye, kalbim olmasın istedim sana hiç aşık olmayayım diye, hislerim olmasın istedim senin kokuna, sıcak tenine alışmayaydım diye. Senin olmamak istedim, sana hasret kalmayayım diye. Gözlerim karardı hiç abartısız o an? Metin bıraksa sonsuza dek öyle kalırdım. Rüyayı hep seninle kurardım. Hep ikimiz olurduk, hep seninle olurduk, kötü kalpliler aramıza girmeye çalışır ama ben hep mani olur buna izin vermezdim. Her şey senin istediğin gibi olurdu. Bir tek aşkımız ortak. Sana adardım her şeyimi. Seninle senin kadar güzel, senin kadar iyi, senin kadar güzel gözlü, senin kadar . Bir bebeğimiz olurdu. Ama neyse ki, hatta maalesef Metin beni rüyamdan erken uyandırdı. VE GENE SANA KAVUŞAMADIM.

Hem sana kıyarım hem kendime? Ölümü dahi göze alırım sensin hayat zaten ölüm bana? Bunlar şaka gibi geliyor ama ben sana kıyamam . Kıyamam sana biliyorsun. Aşkım beni dağlasa da, aşkın beni mecnun yapsa da, sana kıyamam. Son söylemek istediğim seninle son defa konuşmak istiyorum ve diyorum ki seni çok seviyorum.
 
Bir Aşk Öyküsü ( Yazar : Bilinmiyor )


Moses Mendelssohn hiç yakışıklı bir adam değildi. Çok kısa boyunun olmasının yanı sıra, çok garip bir de kamburu vardı. Moses Mendelssohn, günün birinde Hamburg'da yaşayan bir işadamını ziyarete gitti. İşadamının, Frumtje adında çok güzel bir kızı vardı. Moses,bu güzel kıza umutsuz bir aşkla tutuldu. Fakat güzel kız onun çirkin görüntüsünden ürkmüştü. O nedenle, değil onun sevgisine karşılık vermek, yüzüne bile bakmak istemiyordu. Ayrılma zamanı geldiğinde Moses, güzel kızın üst kattaki odasına çıktı ve tüm cesaretini toplayarak onunla son kez konuşma girişiminde bulundu. Kızın güzelliği öylesine olağanüstüydü ki, bir an için onun cennetten geldiğini bile düşündü. Fakat kızın, başını kaldırıp da yüzüne bakmamaktaki direnci, Moses'ı çok üzdü.Güçlükle başarabildiği konuşması sırasında çirkin aşık, bu güzel kıza bir soru sordu: "Evliliklerin kutsal bir özelliği olduğuna inanır mısınız?" dedi "Elbette" diyerek yanıtladı güzel kız ve gözlerini yine kaldırmayıp Moses'ın yüzüne yine bakmadan, kendi de ona bir soru sordu: "Peki ya siz?"dedi."Siz inanır mısınız buna?" Moses bir an bile duraksamadı: "Evet,ben de inanırım" dedi ve ekledi: "Biliyor musunuz? Her erkek çocuğu doğduğunda Tanrı,onun evleneceği kızı belirlermiş. Benim doğumumda da,benim evleneceğim kız belirlenmiş ve bana 'Senin karın kambur olacak' demiş.O zaman ben bir istekte bulunmuşum Tanrı'dan. Tanrım, kambur bir kadın bir trajedi olur. Lütfen onun kamburluğunu bana ver ve onu güzel bir kadın yap' demişim." Moses' ın bu sözlerinden sonra Frumtje gözlerini yerden kaldırdı, onun gözlerinin içine baktı ve elini uzaatıp, Moses' ın elini tuttu.Ve daha sonra da onun, sevgili eşi oldu. Bu anlattığımız bir "peri masalı" değil, ünlü Alman besteci Mendelssohn'un büyükbabası ile büyükannesinin evlenmelerinin öyküsüdür.
 
Bir Bardak Sütün Hatırı ( Yazar : Steve Goodier )


Howard, yoksul bir ailenin çocuğuydu ve okul giderlerini karşılamak için kapı kapı dolaşarak eşyalar satıyordu. O gün, hiçbir şey satamamıştı ve karnı da çok açtı. Bundan sonra çalacağı ilk kapıdan yiyecek birşeyler istemeye karar verdi. Kapıyı açan sevimli genç bayanı görünce utandı.Yiyecek bir şeyler yerine "Affedersiniz, bir bardak su rica edebilir miyim?" diyebildi yalnızca.Genç bayan, çocuğun aç olabileceğini düşünerek kocaman bir bardak süt getirdi ona. Çocuk, sütü yavaş yavaş içine sindirerek içtikten sonra "Çok teşekkür ederim, borcum ne kadar?" diye sordu genç bayana.Genç bayan, "Borcunuz yok" diyerek, yüzünde sıcak bir gülümsemeyle devam etti; "Annem, gösterdiğimiz şefkat ve nezaket karşılığı olarak asla bir bedel ödenmesini beklemememizi öğretti bize" dedi. Çocuk "O halde çok teşekkürler, yürekten teşekkür ederim size" dedi. Howard Kelly, evin önünden ayrıldığı zaman kendisini yalnızca bedensel olarak değil, ruhsal olarak da güçlü hissediyordu. Yıllar sonra genç bayan çok ender rastlanan bir hastalığa yakalanmıştı. Yöredeki doktorlar çaresiz kalınca, hastalığı ile ilgili araştırmalar yapılması için onu büyük kente gönderdiler. Dr. Howard Kelly, konsültasyon yapması için çağrıldığı hastanın hangi kasabadan geldiğini duyunca heyecanlandı. Artık genç olmasa da yıllar önce kendisine sevgiyle yaklaşan bayanı ilk gördüğü anda tanımıştı ve onun yaşamını kurtarmak için elinden geleni yaptı. Uzun süren tedaviden sonra bayan sağlığına kavuştu. Dr. Kelly, denetlemesi için önüne getirilen faturaya şöyle bir baktı ve üstüne birşeyler yazarak zarfın içine koydu ve hasta bayanın odasına gönderdi.Kadın elleri titreyerek aldı zarfı eline. Açmaya korkuyordu... Hastane faturasını asla ödeyemeyeceğini ve geri kalan yaşamı boyunca bu faturayı ödemek için çalışacağını biliyordu.Sonunda zarfı açtı ve faturaya iliştirilmiş bir not dikkatini çekti. Kâğıtta şunlar yazılıydı: "Hastane giderlerinin tamamı bir bardak süt karşılığı ödenmiştir."
 
Bir Gelinciğin Dirilişi ( Yazar : Canan Özden )


Kadın kendini yere atmış, sürekli debeleniyor, bağırıyor, bağırıyordu.
-Tanrım, Tanrım ne olur beni yanına al. Ölmek istiyorum. Tüm bunları yaşarken aklını kaçırdığını zannediyordu. Oysa böyle düşündüğü zamanlarda dahi beyninin mutlak bir yanı mantık çerçevesinde çalışıyordu. Farkında olmadan yaptığı her eylemde dahi bunları bilerek yaptığını biliyordu. Şimdi ise bunca ağırlığın altında bu kavram kargaşasıyla uğraşmak onun için zaman kaybından başka bir şey değildi. Zaten bunun ayırımını keşfettiği anda normale dönecekti. Oysa onun istediği bu değildi. Tek isteği vardı, o da kocasının yanına gelip, elleriyle yüzünü kavraması; yüzündeki o zayıflığı parmaklarıyla hissedip ona dokunması idi. Yanında olduğunu hissettirecek bir tek söz, bir tek dokunuştu. Sonra, sonrası kendiliğinden gelecekti zaten. Coşkulu bir nehrin, yaz sessizliğindeki duruluğu gibi saf, berrak ve dinginleşecekti. Başını kocasının göğsüne dayayıp huzur içinde yıllarca öyle kalabilecekti belki de. Hala salonun kapısında kimse görünmemişti. Gelmiyordu işte yanına, ağlamasını, bağırmasını duymasına rağmen koridordan geçipde yanına ge! lmiyordu. Salonun bir köşesinde bitkin bir şekilde oturuyordu şimdi. Ayaklarını iki yana açmış, saçları rüzgarda koşmuş bir at yelesi kadar karışık, derin derin nefes alıyordu. Ellerini iki yana öylece bırakmıştı umarsız. Böyle ne kadar zaman geçmişti bilmiyordu. Bu kabus az öncemi başlamıştı, yoksa yıllar öncemi? Kimdi hayatını bunca anlamsızlaştıran, yaşamını lime lime etmeye çalışan bu adam kimdi? Her yer, her şey karanlıktı. Üzerinde ise, eşyaların bitip tükenmez bir sabırla onu gözetleyen anlamsız göz izleri. Onu izliyorlardı. -Bakmayın bana, ne olur bakmayın, bıkmadınız mı beni seyretmekten dedi. Oysa sesi çıkmıyordu bile. Dudağında uçuk bir gülümseme beliriverdi. Duvarın en siyah noktasına takıldı gözleri. Umutsuz, belki de ölüp giden bir aşk filmini seyrediyordu o siyahlıkta. Küçük bir dükkanda alıcısını bekleyen ezik bir sebze gibi o hala orada kocasının dokunuşunu, onu o dükkandan almasını bekliyordu. Karanlıklar derin bir uğuldamayla zihninin sessizliğini bozuyordu. Salonun herhangi bir yerinde yıllarca süren bu bekleyişler, içine tarifsiz bir devlik kazandırıyordu. Ağladıkça güçleniyor, bekledikçe kocamanlaşıyordu. Birden etrafın siyahlığı kızıllıklara boyanmaya başladı. Her yanı kızıl bir allıkta yeniden belirmeye başladı.Bir gelincik tarlasının tam ortasında duruyordu şimdi. Kalbi hızla vuruyordu göğsüne. Sanki bu hız devam ederse, kendini ölecekmiş gibi hissetmenin aksine; sonsuza değin yaşayacakmış gibi sağlıklı bir ritimle vuruyordu hemde. Çiçek kokularını daha iyi duyumsuyordu şimdi. Rüzgarın o mağrur haykırışlarıyla vücudunun her yanına dokunuyorlardı ! gelincikler. Bu kızıllık; öfkesinin, bekleyişlerinin, sevgisinin kızıllığıydı. Unutuvermişti kocasını. Dünyası buydu artık. Evet bu olmalıydı bundan böyle dünyası. Onları seyrediyordu heyecanla. Tek bir tohumun bir başına verdiği yaşam savaşını. Onların filizlenip boy atışını; hayatta kalabilmek için toprağa nasılda inançlı kök saldıklarını izliyordu. Hiç aklına getirmemişti bu gerçeği. O olmadan da hayatının devam edebileceğini hiç düşünememişti. Kocası yanında olmadan da ona dokunmasa da, onu anlamasa da tek başına yaşayabileceğini biliyordu artık. Az önceki serzenişlerinin Tanrı tarafından ciddiye alındığını düşünerek; -Tanrım, Tanrım beni yanına alma artık diye geçirdi içinden. Yapacak, yaşayacak öylesine çok şeyim var ki. Biraz daha zaman lütfen. Karanlıkların hüznü artık yerini hayatın gerçeklerine, haz dolu duygulara bırakmıştı. Kendini keşfetmenin hafifliği içinde yine böyle karanlık bir gecede kocasını çağırdı salona. -Konuşmak istiyorum, dedi. -Seni dinliyorum.... Ne kadarda yalın iki kelime "Seni dinliyorum" diye düşündü ancak bu düşüncesinden hemen vazgeçti. -Anlatacak çok şeyim yok aslında. Söylemek istediğim şey..... -Senden ayrılmak istiyorum. Artık hayatımda sana yer vermeyeceğim deyiverdi ve yerinden kalktı, huzur içinde önceden hazırlamış olduğu valizini eline alarak, arkasına bakmadan çıktı gitti. Orada öylece kalakalmıştı adam. Ellerini iki yana bırakmıştı umarsız. Etrafa bakıyordu, birden gözleri duvarda beliren karanlıklara kilitlendi. Üzerinde gezinen gözler hissetti. Ürperdi. Oysa onlar sadece, eşyaların bundan sonra bitip tükenmez bir sabırla onu gözetleyecek anlamsız gözlerinden başka bir şey değildi.
 
Bir kapı kapanırsa başka bir kapı açılır ( Yazar : Bilinmiyor )


Genç Macar Sanatçı Arpad Sebesy multimilyoner Elmer Kelen in portresini yapmak için görevlendirilmişti. Görev özellikle zordu, çünkü Kelen sadece üç kısa poz vermeye razı olmuştu. Sonuçta, Sebesy portrenin çoğunu ezberden yapmak zorunda kalmıştı.
Kısıtlamalara rağmen, Sebesy portrenin Kelen e yeterince benzediği görüşündeydi.
Ancak, Kelen ayni fikirde değildi. Kibirli milyoner resmin kendisine benzemediğini öne sürerek portrenin parasını ödemeyi reddetti.
Genç ressam resmini yapabilmek için saatlerce titizlikle çalışmıştı, ve birdenbire bunu gösterecek hiç bir şeyi olmadığını fark etti. Milyoner stüdyodan ayrılırken, sanatçı bir ricada bulundu, " Portreyi size benzemediği için
reddettiğiniz belirten bir mektup yazabilir misiniz?" Kelen bu kadar kolay kurtulduğuna sevinerek razı oldu. Aylar sonra, Macar
Sanatçıları Derneği, Budapeşte Güzel Sanatlar Galerisinde sergi açtı. Kelen in telefonu çalmaya başladı. Biraz sonra galeriye geldiğinde Sebesy nin yaptığı portresinin, üzerinde "Bir Hırsızın Portresi" etiketiyle teshir edildiğini
gördü. Mağrur milyoner resmin indirilmesini istedi. Müdür reddedince, Kelen resim kendisini topluma alay konusu edeceği için dava açmakla tehdit etti. Bunun üzerine müdür Kelen in resmin kendisine benzemediği için almayı reddettiğini belirten imzalı mektubunu çıkardı. Milyoner artık resmin parasını ödeyip almaktan başka çare kalmadığını anlamıştı.
Genç sanatçı sadece son gülen olmakla kalmamış, ayni zamanda güçlüğü karlı bir alışverişe dönüşmüştü. Çünkü milyoner resmi almağa kalktığında fiyatının eskisinden on kat daha fazla olduğunu görmüştü. Gördüğünüz gibi, güçlüklere teslim olmayı kabul etmemişti. Bunun yerine öfke ve acıya teslim olmaktansa yaratıcı ve yararlı bir kapı açacak bir yol düşündü.Kısaca ressam değerli bir prensip keşfetmişti :
Yeni fırsatlar bizi genellikle sıkıntılı anlarda ziyaret eder, çünkü bir kapı kapanırsa, başka bir kapı açılır.
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst