hikayeler

Duygu Adaları ( Yazar : Bilinmiyor )


Bir zamanlar, butun duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış: Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil. Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi,adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar. Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş, çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş. Ada neredeyse battığı zaman, Aşk yardım istemeye karar vermiş. Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde, geçmekteymiş. Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır misin?" diye sormuş. Zenginlik, "Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok." demiş. Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibirden yardim istemiş. "Kibir, lütfen bana yardim et!" "Sana yardim edemem, Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş Kibir. Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk yardim istemiş: "Üzüntü, seninle geleyim." "Of, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var." Mutluluk da Aşk''ın yanından geçmiş; ama o kadar mutluymuş ki Aşk''ın çağrısını duymamış. Aşk, birden bir ses duymuş. "Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..." Bu Aşk''tan daha yaşlıca birisiymiş. Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş. Yeni bir kara parçasına vardıklarında, Ask''a yardim eden yoluna devam etmiş. Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi''ye sormuş: "Bana yardim eden kimdi?" "O, Zaman''di" diye cevap vermis Bilgi. "Zaman mi? Neden bana yardim etti ki?" diye sormuş Aşk. Bilgi gülümsemiş: "Çünkü sadece Zaman Ask''in ne kadar büyük olduğunu anlayabilir
 
Dülger Balığının Ölümü ( Yazar : Sait Faik Abasıyanık )


Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmağa değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?... Mümkün olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ü şeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki, büzülmüş böceklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim, size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle parıltılı, yanar döner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz.

Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim?

Rum balıkçıların hrisopsaros -Hristos balığı- dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel, Akdeniz'de dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, Beni İsrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; kopararır atar; çeker, parçalarmış. Akdeniz'in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, belâdan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş.

İsa, günlerden bir gün, deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. "Ne oluyorsunuz?" diye sorunca balıkçılara; "Aman" demişler balıkçılar, "elâman! Elâman bu canavardan! Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız."

İsa, yalınayak, başı kabak, dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş...

O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, destereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı.

Bütün bu alat ü edavatın dört yanını, şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmiştir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır.

Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kimbilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya, sesini! Bir o, bir de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir dülger balığının.

Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki; yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamandı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları titreyip duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez iç rüzgârının oyunuydu. Vücutta, görünüşte hiçbir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamışcasına.

Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken, deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte böyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu. Ancak, balığın ölmek üzere olduğu düşünülürse, bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama insan, yine de bu anlam'a almamağa çalışıyordu. Belki de bu, harikulâde tatlı bir ölümdür. Belki de balık, hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sanıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Denizin dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta, dişi yumurtaları, üstte erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor, sallanıyordu. Vücudunu bir şehvet anı sarmıştır. Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmağa, rengini atmağa, hem de beyaz kesilmeğe giden bir hal almağa başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeğe, dikkatli bakmağa lüzum kalmadan, yanılmadığımı anladım.

Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmağa, balik da, git gide, saniyeden saniyeye pek belli bir halde beyazlaşmağa başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu, hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.

Artık her seyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti.. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek. Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak. Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, ıkanmak vardı. Her şey bitmişti:

Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık su hava dediğimiz gaz suya alışmağa çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa, alışması mümkündür gibime geldi.

Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum.

Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize görünüsü dehşetli, korkunç, çirkin ama, aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa'nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.

Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir firsatı kaçırmayacağız.
 
Dürüst Yaşam ( Yazar : Italo Calvino )


Bir zamanlar herkesi hırsız olduğu bir ülke vardı. Geceleri herkes bir fener ve levye ile silahlanıp komşularının evine girerdi.Tan ağarırken çuvalını doldurmuş geri döndüğünde kendi evinin de soyulmuş olduğunu görürdü.Böylece herkes uyum içinde yaşardı , kimsenin durumu çok kötü değildi. Biri birini , o öbürünü soyar, böylece son insana kadar gelinir , sonuncu da o birinciyi soyardı.Bu ülkede ister sat , ister al sahtekarlık demekti. Hükümet insanlardan çalmak için kurulmuş bir suç örgütüydü , insanlar da bütün zamanlarını hükümeti aldatarak geçirirlerdi. Yaşam hiçbir sorun çıkmadan sürüyordu ; orada yaşayanlar ne zengindiler ne de yoksul.Sonra bir gün - nasıl olduğunu kimse bilmiyor - dürüst bir adam çıkageldi. Geceleri çuvalını alıp hırsızlık etmek için dışarıya çıkmak yerine evde oturuyor , piposunu tüttürüp roman okuyordu. Hırsızlar oraya gelip de ışık görünce geriye dönüyorlardı.Ama bu böyle gitmedi. Dürüst adama böyle rahat bir hayat yaşamakla havanın ona göre hoş olabileceğini , ama kimseyi çalışmaktan alıkoymaya hakkı olmadığını söylediler.Evde oturduğu her gece bir aile aç kalıyordu. Dürüst adam verecek yanıt bulamadı. O da tuttu tan yeri ağarana kadar geceyi dışarıda geçirmeye başladı , ama hırsızlık etmeye eli varmadı. Dürüsttü işte o kadar Köprüye kadar yürüyor , altından suyun akışını izliyordu. Sonra evine geliyor evini soyulmuş buluyordu. Bir hafta geçmeden dürüst adamın beş parası kalmadı , yiyeceği tükendi ; ev soyulup soğana çevrilmişti. Ama kendinden başka kimseyi suçlayamazdı. Sorun dürüstlüğüydü ; düzeni alt üst etmişti. Karşılığında kimseyi soymadan kendini soymalarına izin vermişti. Böylece her sabah birisi geri döndüğünde evini soyulmamış buluyordu - dürüst adamın bir gece önce soyması gereken ev- Çok geçmeden evler , evleri soyulmayanlar kendilerinin öbürlerinden daha zengin olduklarını gördüler elbette , onun için çalmak istemediler , öte yandan dürüst adamın evini soymaya gelenler elleri boş döndüler , yoksullaştılar.Zenginleşenler köprünün üzerinde dürüst adama katılmaya , onunla birlikte akan suyu seyretmeye başladılar. Bu karışıklığı daha da arttırdı. Zenginleşenlerin de , yoksullaşanların da sayısı arttı. Bu kez zenginler geceleri köprünün üzerinde geçirirlerse yoksullaşacaklarını gördüler. " Neden yoksullara biraz para verip bizim için çalmalarını sağlamıyoruz " diye düşündüler.Sözleşmeler imzalandı. Maaşlar yüzdeler belirlendi. Her iki tarafta pek çok sahtekarlıklar yaptılar elbette ; insanlar hala hırsızdılar. Ama sonuçta zenginler daha zengin , yoksullar daha yoksul oldular.Zenginlerin bir kısmı öylesine zenginleştiler ki , artık çalmaları ya da kendileri için çaldırmaları gerekmiyordu. Ama çalmayı bırakırlarsa çok geçmeden yoksullaşacaklardı ; yoksullar bunu sağlardı.Onun için yoksulların en yoksullarına mallarını öbür yoksullardan korumak için para verdiler. Böylece polis kuvvetleri kuruldu , hapishaneler açıldı. Dürüst adamın oraya gelişinden birkaç yıl sonra kimse çalmaktan , soyulmaktan söz etmez oldu , artık yalnızca ne kadar zengin ya da yoksul olduklarını konuşuyorlardı. Gene de bir miktar hırsız kalmıştı.Bir de dürüst olan o bir tek adam vardı , o da zaten çok geçmeden açlıktan öldü.
 
Eksik Hayatlar ( Yazar : Bilinmiyor )


Hiç aşık olamayanlar aşık olabilenlere göre bir çok şeyi eksik yaşarlar. Ama bence en dokunaklısı , hayatı algılama biçiminin değişebileceği gerçeğini fark etmeden yaşayıp gitmeleridir. Öncelikler sıralamasının alt üst olabileceğini hiç bilememek bir eksikliktir. Dehşetli bir korkuyu ve dehşetli bir korkusuzluğu yan yana hiç yaşamamış olmak da öyledir ama , ölümün bile korkutucu olmayabileceği gerçeğini farkına varamamak, asıl o , epeyce yoksullaştırır hayatı... Aslında aşık olamayanların "eksik yaşama " listesi hayli zengindir ama benim en fazla ilgimi çeken, "bekleme"nin onların hayatında bütünüyle farklı bir anlam taşımasıdır. Hiç aşık olmamış biri, "beklemek" nedir bilmez çünkü ! Kaygı içinde beklemenin büyüsünü hiç tatmamıştır en küçük bir gecikmenin yaratabileceği iç fırtınaların gücünden habersizdir ve yaklaşmakta olan kederleri hissederek birgün ama büyülenmiş gibi kıpırdamadan beklememiştir hiç... Bütün ihtimalleri abartarak beklemenin yarattığı duygu karmaşasını da bilemez tabii... En sözüne sadık, en dakik aşığı bile beklerken nasıl endişe duyabileceğini, bekleyişin arkasındaki sonsuz haz ihtimalini, korkuların, umut ve umutsuzlukların saklı olmasının ne demek olduğunu hiç anlayamaz, aşık olmayanlar, ama aşık olanlar bekler... Ve beklerken oda beklemeyen insanları anlamaz hiç... Tıpkı beklemeyenleri onun gerginliğini anlamadıkları gibi aşık olan için beklemek onun gerçeğidir, bekleyişinin dışındaki herşey onun gerçeğiyle çelişir. Çevresi ile ilişkisi kesilir, sesler usulca uzaklaşmaya başlar, bekleyişi ile arasına girebilecek herşeyden kaçınır. Bekleyişinin tadını çıkarabilmek için dış dünya ile bütün ilişkisini koparır. Peki hangisi daha çekici gelir size? Bekleme böyle kaygılı ve ağır yaşansa bile, ardından, bütün düğümleri çözebilecek tutkulu bir beden tarafından kurtarılma ihtimalimi daha çekici, yoksa, hayatın bu cömert bağışını ret ederek aşksız ama kaygısız beklemesiz yaşamak mı ? Hiç aşık olmamak; hiç beklememek,hiç aşk acısı çekmemek demek. Atilla İLHAN 'ın dediği gibi" İnsan sevdiğini bırakmaz ,sevmek bırakır insanı " bazen !
 
En Büyük Fırsat ( Yazar : James P. Lenfestey )


On bir yaşındaydı ve New Hampshire gölünün ortasındaki adadaki evlerinde ne zaman eline bir fırsat geçse hemen balığa giderdi.

Levrek avı yasağının kalkmasından bir gün önce, babasıyla akşamın ilk saatlerinde küçük güneş balıklarından yakaladı. Sonra oltasına yem takıp, oltayı fırlatma talimi yaptı. Yem suya değdiği zaman gün batımında suda altın haleleler oluşturmuş, daha sonra gölün üzerinde ay doğmuştu.

Oltasının hızla çekildiğini hissedince, oltaya büyük bir balık geldiğini anladı. Babası oğlunun balığı çekişini hayranlıkla izledi.

Çocuk sonunda yorgun düşen balığı sudan çıkardı.O
güne kadar gördüğü en büyük balıktı, ama henüz av yasağının kalkmasına saatler kalmış olan bir levrekti. Baba oğul güzelim balığa baktılar, pulları ay ışığında ışıl ışıl parlıyordu. Babası bir kibrit yakıp saatine baktı.Saat on olmuştu. Av yasağının bitmesine daha iki saat vardı.Once balığa, sonra oğluna baktı.

" Suya geri bırakman gerekiyor, oğlum, " dedi.

" Baba! " diye itiraz etti çocuk ağlamaklı bir sesle.

" Başka balıklar da var, " dedi babası.

" Ama hiçbiri bunun kadar büyük değil , " dedi çocuk.

Göle şöyle bir göz attı. Gölde hiçbir balıkçı teknesi yoktu. Babasının yüzüne baktı bu kez.Kendilerini hiç kimsenin görmemiş olmasına, kimsenin ne balığı yakaladıklarını bilmesinin
olanaksız olmasına karşın, babasının sesinden bu konuda hiçbir ödünç vermeyeceğini anlamıştı.Oltanın ucunu balığın ağzından çekti ve balığı gölün karanlık sularına bıraktı. Balık suya düşer düşmez, şöyle bir çırpındı ve gözden kayboldu. Çocuk bir daha bu kadar büyük bir balık tutamayacağından emindi.

Bu olay bundan tam otuz dört yıl önce oldu. Bugün o çocuk New York City'nin ünlü mimarlarındandır.Babasının küçük evi hala o adadadır. Oğlunu ve kızlarını hala o adadaki küçük eve balık tutmaya götürür.

Çocuk haklıydı. Bir daha o kadar büyük bir balık tutamadı. Fakat ahlaki değerler konusunda bir ikilem
yaşadığı zaman hep o balığı gözünün önüne getirir. Babasından öğrendiği gibi ahlaki değerler doğru ile yanlışın ne olduğu konusunda çok basit bir konudur. Güç olan yalnızca ahlaki değerlerin uygulanabilmesidir. Birileri görmediği zaman da doğru olanı yapabiliyor muyuz? Evet, küçüklüğümüzde bizlere balığı suya geri bırakmak öğretilseydi, doğru olanı yapabilirdik. Çünkü gerçeğin ve doğrunun ne olduğunu öğrenmiş olurduk.

Doğru olanı yapma kararı belleklerimizdeki canlılığını hiçbir zaman yitirmez.Bu anıyı dostlarımıza ve torunlarımıza göğsümüz kabara kabara anlatırız.

Düzene karşı çıkıp, fırsatlardan yararlanmak değil, doğru olanı yapmaktır önemli olan.
 
Esrarengiz Sokak ( Yazar : Hakan )


Alacakaranlığın sonlarına doğru sokağa sis hakim oldu. Gündüzün gürültülü sesleri yerini derin bir sessizliğe bıraktı. Karanlık ağırlaştıkça kuru soğuk donduruyordu. Sıcaklık birden 0 derecenin altına indi. Sokağın biraz uzağındaki caddenin cıvıl cıvıl hareketliliğine rağmen, o taraftan bu tarafa geçmeye kimsenin cesareti yetmiyordu. Bu cesaretsizlikleri belki kıyıda köşede bekleyen hırsız, ayyaş nedeniyleydi fakat, hırsız ve ayyaşı da korkutacak başka şeyler de vardı. Sokakta in cin top oynuyordu.

Aşağı doğru eğimlenen evler, barakaları andırıyordu. Pencereler kırık dökük, bahçelerindeki bataklıklar, neredeyse yıkılma noktasındaydı. Topu topu 3-4 ev vardı geniş sokağın içinde. Toprak yolları bir aracın geçmesiyle toza boğuluyordu. Sokağın başında, adını gösteren levha vardı, ok olan tarafındaki çivisi düştüğünden, ok aşağıya dönmüştü, rüzgar nedeniyle sallanıp duruyordu. Birçok rivayet söylenmişti üstüne ama çoğunda inanılmayacak şeylerdi. Yaşlı bir kadın gece yarısı geçerken evlerden sesler geldiğini söylemişti, kimse inanmamıştı fakat o andan sonra o sokağa da kimse uğramamıştı. Osmanlının kıyıda kalmış eski evleri, biraz ilerideki günümüz evlerinden çok uzaklardaydı sanki.

Elektrik direğindeki kablolar parçalanmıştı, sokak lambası yanmıyordu, neredeyse sağlam bir tek kaldırımları kalmıştı.

Sokağın canı olsaydı, heralde üzgün olurdu, "Ah" derdi, "nerede o eski günler, yüzyıllar önceki cıvıl cıvıllığı, şu dört evde oturan insanlar, kalabalık aileler. Gündüzün hareketli saatleri, gecenin güzel oyunları, pırıl pırıl evler şimdi ne haldeyim" derdi heralde. Köşeye itilmişti sanki, kentin dibinde kalmıştı.

Sokağın ilerisindeki caddeden ilerleyen bir kamyonet ön tarafta üç kişi sıkışmış, arkada da bir evin yükü vardı. Eşyalar birbiri üstüne düzensizce serpilmişti.

"Hey çek ayağını, ayağımı ezdin" dedi ortadaki adam.

"Haa! Pardon" diyerek ayağını çekti sağdaki adam.

Şoför: "Yahu geç kalacağız baya, şimdi bizim Bursa'yı geçmiş olmamış gerekti, oysa daha nerelerdeyiz."

"O halde daha hızlı git, görmüyor musun yollar bomboş." dedi ortadaki, iki kişiye oranla oldukça kısa olan adam.

"İstesem uçarak gideceğim de, yük çok ağır, hızlanamıyorum. Motordan sesler geliyor."

"İyi" dedi ortadaki adam, "O zaman dal şuraya da kestirmeden gidelim bari."

"Oranın kestirme olduğunu nereden biliyorsun ki" dedi şoför.

"Bilmem. Tahmin ettim" dedi ortadaki. "Ahh!" diye bağırdı tekrar "yahu kaç defa söyleyeceğim çek şu ayağını."

"Haa! Pardon" dedi sağdaki adam.

Kamyonet caddeden ayrılarak sağdan toprak yola girdi. Şeytanların bile uğramadığı, herşeyin yıkık dökük olduğu uzun bir yola girmişlerdi.

"Yollar amma da bozuk" dedi şoför. Araç sallana sallana gidiyordu. Bazen taş parçalarına çarpıp iyice bir sendeliyordu. Motor da zaman ilerledikçe daha çok "imdat" diye bağırır gibiydi.

"Ne diye bizi buraya soktun" dedi sağdaki. Ortadaki ses çıkarmadı. Saatine baktı 22.20 "iyice geç kaldık" dedi ortadaki. "Adam da iyice uyarmıştı geç kalırsanız paranızı keserim diye."

"Keşke birahaneye gitmeseydik" dedi şoför. Bir müddet sessizlik oldu. Kamyonet uzun yolu bitirince, sokağın önünde, sallanan levhanın biraz gerisinde durdu. "Neden durdun" dedi ortadaki, "Hadisene".

"Yahu biz yanlış gidiyoruz. Bu sokağın çıktığı yerin neresi olduğunu bile bilmiyoruz. İyice yönümüz şaştı."

Bu sırada arabanın motoru bir "ohh" çekti.

"Hep senin sivri zekan nedeniyle oldu" dedi sağdaki, ortadakine bakarak. "Bir sürü kestirmeye soktun bizi, sonunda kaldık armut ağacı gibi".

"Tamam tamam" dedi ortadaki, "geri dönelim o halde, hadi caddeye geri dönelim".

"On dakika boşuna geldik" dedi şoför. "Neyse hadi gidelim o halde".

"Sis de iyice bastırdı" dedi şoför, "Yahu nedir başımıza gelen". Kontak anahtarlarını çevirdi, Motordan tirenin giderken çıkardığı ses gibi bir ses geldi. Şoför tekrar denedi bu sefer daha değişik sesler gelmeye başladı.

"Galiba itmeniz gerekecek" dedi şoför. Sağdaki kapıyı açtı, inince ortadaki de peşinden dışarıya çıktı.

"Üf" dedi ilk çıkan, "Ne biçim soğuk var".

"Ben de üşüdüm" dedi sonraki, daha kısa boylu olanı.

"Ne biçim sis bu be. Hiç böylesi bir sis de görmemiştim" dedi kısa olanı.

Aracı itmeye çalıştılar. Yavaş yavaş ağaç ilerlemeye başladı. Şoför, eğimli sokağa doğru direksiyonu kırdı ki ağaç daha rahat çalışabilsindi. Araç yavaş yavaş hızlandı, arkadakiler itmeye devam ediyorlardı. İyice hızlanınca arkadakiler bıraktı itmeyi, kamyonet hızla gitmeye başladı fakat motor çalışmıyordu. Sokağın eğimiyle birlikte hızı iyice arttı. Arkadakiler oldukları yerde durmuş aval aval kamyonete bakıyorlardı.

Şoför frene basıyordu fakat frenler tutmuyordu. Araç hızla aşağıya doğru ilerledi. Sis ağır olduğundan, kamyonet gözden kayboldu. Arkadakiler ne yapacaklarını şaşırmışlardı.

"Kamyonet nereye gitti" dedi kısa olanı.

"Bilmem ki" dedi uzunu.

"Gidip bakalım mı"

"Boşversene, kimbilir hangi cehenneme gitmiştir. Bu sokağın sonu görünmüyor."

"Eee ne yapacağız" dedi uzunu.

"Bilmem ki" dedi ötekisi, saatine baktı, 11'e 20 dakika vardı.

"Bu iş pek hayırlı değil" dedi kısası, "en iyisi mi geri yürüyelim, şoför başının çaresine bakar."

"İyi o halde, caddeye kadar epey yol var ama".

"Olsun" dedi kısası, "buraya girmektense yarım saat yürürüm."

Yavaş yavaş sokağın başından ayrıldılar. Sislerin içinde hem soğuktan hem de heyecanla karışık korkudan titreye titreye yollarını tuttular.

Saat 23.00'de sis iyice hakim olmuştu artık. Neredeyse göz gözü göremeyecek kadar ağırdı hava. Tam 23.00'de dört evden de saat çanları duyulmaya başlandı. Hayatın var olduğunu gösteren belirtilerdi sanki. Evlerin bahçelerinde bulunan bataklıklardan kurbağa sesleri gelmeye başladı. Köpekler uluyordu, sesler artıyordu, evlerden bağırışlar geliyordu. Sokakta göz gözü görmüyordu ama, gürültü birden patlak vermişti.

Eşyalar canlanmıştı sanki, kıpırdanmalar, bağırışlar bütün sessizliğin öcünü alıyordu. Bu gürültü karşısında, baygın kamyonet şoförü kendine geldi. Kamyonet kaldırıma çıkmış, bir evin bahçesine girmiş ve yan yatmıştı. Zar zor kendini doğrulttu. Diğer kapıdan yukarı attı kendini, sonra tekrar eski yerine döndü, "Nerdeyim, bu gürültüler de neyin nesi" diye söylendi kendi kendine, biraz sakinleşti. Evden "onu bana atma" diye bağırış geldiğini duydu. Sonra da bir şey atıldı ve gürültülü bir demir sesine benzer ses çıktı. Şoför olduğu yerde durmakla çıkmak arasında bir tereddüt içinde kaldı. Yakınındaki bataklıktan gelen kurbağa sesleri canını sıkmaya başlamıştı.

"Yeter! Daha fazla kalamam" deyip tekrar diğer kapıdan kendini dışarı attı. Arabanın arkasına geçip eşyaların arasında kendini sakladı.

"Sabaha kadar beklerim" deyip endişeyle sesleri dinlemeye başladı. Beklemekle saat bir türlü geçmek bilmiyordu, merak içindeydi, kenardaki aracın arka kısmını örten bezi yırtarak bir delik açtı. Evi gözetlemeye başladı. Hiçbir ışık yoktu. Fakat gürültüler devam ediyordu. Bir ses duydu, baya tedirgin oldu.

"Şu araba da neyin nesi".

Birden ortalığı sessizlik kapladı. Şoförden soğuk terler boşalmaya başladı. Bataklıktan kurbağa sesleri gelmiyordu artık. Birkaç ayak sesi duydu. Kapı eşiğindeki merdivenlerden iniyordu.

Şoför delikten o yöne baktı, sadece bir ışık gördü, başka da bir şey görünmüyordu. Evden piyano sesleri gelmeye başladı. Şoförün bakmasıyla ışık aniden söndü, piyano sesi de kesildi. Hiçbir şey görünmüyordu şimdi. Şoför bir müddet sonra baygınlıkla karışık uykuya daldı.

Sabahın gizemli aydınlığı, birbirleriyle haberleşen kuşların cıvıltılarıyla şoför kendine geldi. Eşyaların arasından sersemlemiş şekilde sıyrıldı. Boynunda bir ağrı vardı. Yan yatmış kamyonetten dışarı çıktı. İlerki caddede oturan 9-10 çocuk bu sokağı kendilerine mesken tutmuş oynuyorlardı.

Şoför, kapı eşiğinden içeri girdi. Evin hertarafı kırık döküktü. Yerler toz içinde, pencereler inmiş, kapılar delik deşik, eşyalar kullanılamaz haldeydi. Merdivenlerden bir üst kata çıktı, alttaki kattan bir farkı yoktu. Saat durmuştu. Dışarıda oynayan çocuk sesleri oraya kadar geliyordu. Adam kendi kendine, "bu ev onarılıp çok güzel kalınır burada". dedi. Sonra merdivenlerden alt kata indi ve dışarı çıktı. "Neyse, kamyoneti daha sonra çıkarttırırım" diyerek bahçe kapısından dışarı çıktı ve caddeye doğru yürümeye başladı. Yaşadıklarına bir anlam verememişti ancak fazla umursamamıştı da.

Hava kararmaya başlayınca çocuklar sokağı terketti. Sokak yine eski yalnızlığına bırakıldı. Alacakaranlığın ardından oluşumlar yavaş yavaş başlıyordu. Dört evin bahçesindeki bataklıklardan tek tük kurbağa sesleri gelmeye başladı. Evlerin saatleri daha çalışacak enerjiyi elde edememişlerdi ama birkaç saat sonra deli gibi ibreler dönmeye başlayacaktı. Evdeki tozlar eşyalardan sıyrılmaya başladı, evde bir düzen beliriyordu.

Saatlerin üst kenarlarında daha %10 oluşumunu tamamlamış iki göz kapağı seçilebiliyordu.

Sokak eski gece hayatını, hareketliliğini arıyordu.
 
FAL ( Yazar : charlotte )


Korkunç bir gece geçirmiştim. Uykunun yakın semalarda görünmediği ve
dökülen terin ehemmiyet taşımadığı boğucu bir gece.. Şafakta görünen
ıssızlığı da alıp kalktım ve bir kahve yaptım kendime. Bir sene önce
bıraktığım sigara aklıma düşüverdi kahvenin acı buğusunda. Biraz
tedirgin,ama bir o kadar da kesinlik taşıyan hareketle yatağında mışıl
mışıl uyuyan sevgilimin paketinden bir tane alıverdim.
Balkon serinceydi biraz. Bir müddet, bir elimde kahve diğerinde
sigara bekledim. Neyi mi?
Ağır devinimlerle çarşafa dolanan sevgilimin başucundaydım
şimdiyse. Pencere önündeki çıkıntıya ilişiverdim öyle özensizce. Ne kadar
durduğumu bilmiyorum öyle ama sigarayı yakmayı,kahveyi içmeyi
unutmuşum. Kendime geldiğimi ayrımsayınca bir hışımla komodinin üstündeki
zippoyu aldım ve pek sevdiğim benzin kokusunu odaya doldurdum. Sigara
içmeyi unutmuş gibiydim. bir nefesinin ciğerlerimde ahenkle dağılmasını
beklemeden diğer nefesi boca ediyordum içime.
.....
Çarşaf hışırtısı düşüncelerimi bölüyordu. Hoş ne düşündüğüm de pek net
değildi ya. Uykusuz geçirdiğim gecelerde huzurla uyuyan biri bazen canımı
sıkıyordu işte. Sabah olmuştu. Tan vakti demeliyim. O hala uyuyor. Duşa
girsem.. kitap okusam.. yok okuyamam böyle fikri bozuk bir şekilde. Dışarı
çıkıp biraz yürümek iyi gelir. Sonra gelip uyurum diye kandırdım
kendimi. Usulca giyindim ve çıktım.
......
İçimde senkronize biçimde dans eden, o buruk, o çeşnili
hatıralar,yolda yürürken bana eşlik etmeyi sürdürdü.Kurtuluş Park’ının bir
kıyısına geldiğimde evden epey uzaklaştığımı farkettim.Öyle ki sabahtan
beri yürüyor ve çevremi görmeden ilerliyordum.Bu park,bana eski bir
sevdayı anımsatmışken dönmem biraz güç olacaktı.İçine daldım ve sabah
serinliğini muhafaza eden bir banka iliştim.
1994 yılına hızlı bir dönüş yapıvermiştim.İçimden konuşurken dahi
temkinli ilerliyordum.Bu benim sistematiğimdi işte.Yaşamımın evrelerinde
hiç yakama ilişmeyen bir düzen içinde bu içsel konuşmalar akıntısında
sürükleniyordum.Süreğenlik..Yüzümde belirdiğini farketmediğim silik
gülümseyişlerin karşılığını,falcı bir kadın vermişti işte.”Bir falına
bakayım.” Silkindim ve kadını kovuşturuverdim.Uzaklaştı.Hani ısrar
edecekti? Birkaç dakika belki geçmişti.Falcı kadını gözden yitirmediğimi
farkettim.Caddeye çıkmıştı bile.Ardından seslendim.”Dur..bekle”.Yanıma
geldi.”Falıma bakmanı istiyorum.”.”İyi ya gel otur şöyle.”Cebinden birkaç
çakıl taşı,bakla tanesi çıkarıp avucunda sallamaya koyuldu.Orta yere
özensizce saçıverdi sonra.”Çok büyük bir haksızlığa uğramışsın..”,”Eee..”
,”Dur acele etme.”,”İyi iyi etmiyorum anlat”,”Senin sevdiğin yapmış bu
haksızlığı..Bunu içine sindiremiyeceksin..İhanet gibi..Dikkat et..Sana
zarar vermesin bu kişi..”,”Amma yaptın yahu (argo konuşmaktan
kurtulamadım ).Nasıl zarar verecekmiş ki?..Benim sevdiğim beni seviyor.”,”
Benden bakması kızım,fal öyle diyor.”,”Bu kadar yeter öyleyse” dedim ve
parasını verip gitmesini sağladım.Gece uyumamış biri olarak,işitmek
istiyeceğim son şeylerdi bunlar.Hem hata bende ne diye fal baktırırım ki?
1994 yılının tüm izlerini öylece bırakıp kalktım,caddeye yürüyüp bir taksi
çevirecektim ki.Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı karşı kaldırımda
yürürken gördüm,seslendim.”Nazlı!..Nazlı!”Duymadı beni.Ben, yolun karşı
kıyısına geçmeye hazırlanırken o bir taksiye bindi ve gitti.Ben de bir
taksi çevirip bindim.Evin önüne yaklaştığımızda Nazlı’nın taksiden
indiğini gördüm.Oturduğum apartmana girince rahatladım.Beni görmeye
geliyordu muhakkak ki ,Taksiden indim peşinden seyirttim.Apartmana
girdiğimde sesini duyamadım.Ne çabuk çıkmıştı böyle?Anahtarımı aradım bir
süre.Evde unuttuğum geldi aklıma..Demekki Burak evdeydi hala.Kapıyı
çaldım.Uzunca çaldım kimse açmıyordu, seslendim.Tuhaf..Gözümle
gördüm.Acaba başka birine gelme olasılığı var mıydı Nazlı’nın? Neden sonra
yangın merdivenleri geldi aklıma.Dışarı çıkıp arkaya dolandım.Merdivenlere
yönelmiştim ki otoparktan bir arabanın çıktığını farkettim.Bu Burak’ın
arabasıydı.Nazlı da yanında oturuyordu.Aceleyle çıkıp gittiler.Beni
görmediler.Seslendiğimi işitip kaçmaya çalıştılar anlaşılan.Öylece kaldım,
merdivenlere oturup bir sigara yaktım hissetmeden,büyük bir
farkındasızlıkla..Hiçbir soru düşmüyordu aklıma, aldatılmışlığıma
dair.Nedeni,nasılı,nezamanı,Nazlı’yı öylece bıraktım.Sigara içmeye devam
ettim.Çektiğim her nefes,içimde burgu yapıyor,bulandırıyordu
içimi.Ağırlaştı zaman.Bir kaçtanesini tükettim.Evden çıkarken Burak’ın
paketini almıştım.Nasılsa ben gelmeden uyanmıyacak,sigara içmeyecekti.
...
Akşama dek dolaştım.Sonra tanıdık bir bara gidip birkaç bir şey içmek
geldi aklıma.Çünkü cebimde para yoktu.Tuhaf, içimden hiçbir konuşma
yükselmiyordu.Ansızın falcı kadının söyledikleriyle karşıkarşıya kaldığımı
hissettim.İhanet..Bir sevgilinin ve bir arkadaşın ihaneti.İki ihaneti
birden yaşıyacağımı söylememişti oysa.Kendi kendime güldüğümü farkedince
utandım.Sebepsiz geldi utanışım.Utanılacak bir şey değildi
gülmek.Utandığım şey gülmem değildi zaten.Aldandığımı farkedememek
utandırmıştı beni.Bar sahibi arkadaşıma içtiklerimi daha sonra ödeyeceğimi
söyleyerek devam ettim.
...
Günlerce eve, ona gitmedim,aramadım.Hem işin en kötü yanı o da beni
aramamıştı.Durumun, tekrarlanarak aynı göstergenin kadranında budaklanması
ya da eski bir kule gibi tüm inadıyla ve ihtişamıyla boy göstermesi,tüm
sinirlerimi altüst etmiş,artık iyiden iyiye sigara içmeye başlamış
bulunuyordum.Kış kendini göstermiş,kimseyi umursamadan tekrarlıyordu
kendini.Bense,öylesine yorgun duyuyordum ki kendimi.Ne yazı yazmayı
becerebiliyor ne de tek kelime okuyabiliyordum.Ama nedeni ne Burak,ne de
Nazlı’ydı.Birlikteler miydi hala onu dahi bilmiyordum.Bilmek
istememiştim.Ben kendi kendime ihanet etmiştim asıl.Tüm varlığımla Burak’a
teslim olduğumdan.Onun çevresi,onun banka işleri,onun yalnızlığı,onun
arkadaş partileri,onun sevdiği kitaplar,onun izlemek istediği filmler,onun
aile toplantıları...Asıl ihanet buydu işte.Kendimi unutarak ve doğrusu
unutmak isteyerek ihanet etmiştim kendime.Kimseyi suçlayamazdım kendimden
başka.Kendimi de artık...
 
Farklı Özellikler ( Yazar : Bilinmiyor )


New York'ta yaşayan bir öğretmen, lise son sınıf taki öğrencilerini, "diğer insanlardan farklı özelliklerini" vurgulayarak onurlandırmaya karar vermişti. California Del Mar'dan Helice Bridges tarafından geliştirilmiş süreci kullanarak, her bir öğrencisini teker teker tahtaya kaldırdı. İlk önce öğrencilere sınıf ve kendisi için ne kadar özel olduklarını belirtti. Sonra her birine üzerinde altın harflerle "Siz çok önemlisiniz" yazılı birer mavi kurdele verdi. Daha sonra kabul görmenin toplum üzerinde ne gibi etkileri olacağını anlayabilmek amacıyla sınıfına bir proje yaptırmaya karar verdi. Her bir öğrencisine üçer tane daha kurdele verip, onlardan bu töreni gerçek dünyada devam ettirmelerini istedi. Öğrenciler, daha sonra sonuçları takip edecek, kimin kimi onurlandırdığını tespit edecek ve bir hafta boyunca sınıfa bilgi vereceklerdi. Çocuklardan biri, gelecekteki kariyer çalışmaları için kendisine yardımcı olan yakınlarındaki bir şirketin üst düzey görevlisini onurlandırmış, adamın yakasına mavi kurdeleyi iliştirmişti. Ardından, iki tane daha kurdele verdi ve: "Sınıfça bu konuda bir projemiz var. Sizden onurlandırmanız için birini bulmanızı istiyoruz. Onurlandırdığınız insanlara ekstra kurdele de verin. Böylece onlar da bu projenin devam etmesi için başkalarını bulabilirler. Daha sonra, lütfen bana ne olduğu konusunda bilgi verin" diye rica etti. O gün üst yönetici, suratsız biri olarak bilinen patronunun yanına gitmeye karar verdi. Patronun odasına girdi ve onun "iş dünyasında bir deha olduğundan ötürü" onu takdir edip örnek aldığını söyledi. Bu mavi kurdeleyi yakasına takması için izin verip vermeyeceğini sordu. Şaşkına dönen patron; "Tabii ki" şeklinde cevap verdi. Yönetici de mavi kurdeleyi, patronun tam kalbinin üstüne, ceketine iliştirdi. Ekstra kurdeleyi verirken de; "Bana bir iyilik yapar mısınız?... Siz de bu kurdeleyi onurlandırmak istediğiniz birine verir misiniz?... Bunu bana veren çocuk, okulda bir proje yaptıklarını söyledi. Bu kabul görme töreninin devam etmesi gerekiyormuş. Böylece "bunun, insanları nasıl etkilediğini belirleyeceklermiş..." dedi... O gece patron evine geldiğinde, on dört yaşındaki oğlunun yanına oturdu. "Bugün inanılmaz bir şey oldu" dedi. "Ofisteydim. Üst düzey yöneticilerimden biri içeri geldi, bana hayran olduğunu söyleyip, "İş dünyasında bu kadar başarılı olduğum için göğsüme bu kurdeleyi iliştirdi... Bir hayal etmeğe çalış... Benim bir dahi olduğumu düşünüyor.. "Siz çok önemlisiniz" yazılı bu kurdeleyi tam göğsümün üstüne taktı. Bana ekstra bir kurdele verdi ve onurlandıracak başka birini bulmamı istedi. Arabayla eve gelirken, bu mavi kurdeleyle kimi onurlandırabileceğimi düşündüm ve aklıma sen geldin... Ben "seni" onurlandırmak istiyorum.Günlerim aşırı yorucu geçiyor. Eve gelince sana pek ilgi gösteremiyorum. Bazen derslerden aldığın notları beğenmeyince veya odanı toparlamayınca sana bağırıp çağırıyorum... Oysa bu gece bir şekilde buraya oturup, sana benim için ne kadar farklı ve özel olduğunu söylemek istedim. Annen gibi sen de benim hayatımdaki en önemli insansın. Sen mükemmel bir çocuksun. Seni seviyorum" diye devam etti... Şaşkına dönen çocuk şimdi ağlamaya başlamıştı... Bütün vücudu titriyordu... Başını kaldırdı, gözleri yaş içinde olarak babasına baktı ve: "Yarın intihar edecektim" baba, dedi... "Baba, ben senin...çünkü ben senin... beni hiç sevmediğini... beni hiç önemsemediğini düşünüyordum... Ama artık her şey çok farklı. Sen baba, şu an... Oğlunun hayatını kurtardın!..." Sizin de sevginizi duymak, hissetmek isteyen insanların var olduğunu sakın unutmayın... Hepinize yetecek kadar kurdele var.
 
Farklılığın Avantajları ( Yazar : Bilinmiyor )


Japon çocuğun tek hayali çok ünlü bir karateci olmaktı. Fakat ailesi buna izin vermezdi. Bir gün talihsiz bir kaza sonucu çocuk sol kolunu kaybetti. Ailesi çocuğun moralinin çok kötü olduğunu görünce ona bir karate hocası tuttu. Hoca ilk dersinde çocuğa karşısındakini sağ koluyla tutup üstünden savurmayı gösterdi. Hatta ikinci, üçüncü ve sonraki bütün derslerde hep aynı hareketi yapıyorlardı. Çocuk bir gün hocasına hocam ben çok sıkıldım, artık başka hareketlere geçsek dedi. Hoca ise bunu kabul etmeyerek dünyada bu işi en hızlı yapan kişi olmadıkça bitirmeyeceğini söyledi. Çocuk o kadar hızlanmıştı ki, hocasını bile göz açıp kapayıncaya kadar yerden yere vuruyordu.

Bir gün hoca elinde bir kağıtla geldi, kağıtta çocuğun gençler karate şampiyonasına katılabileceği yazıyordu. Çocuk çok şaşırdı. Ertesi gün salonda ilk rakibinin karşısına çıkacakken heyecanla hocasına sordu, hocam bu iş nasıl olur? Ben sadece tek hareket biliyorum kesin kaybederim. Hocası ise sen sadece hareketi yap cevabını verdi. Çocuk ringe çıktı ve hareketiyle rakibini eledi. Hatta tek hareketle finale kadar çıktı. Finalde karşısında kendisinin iki katı birisi vardı. Önce çok korktu ama gene bildiği hareketi yaparak son rakibini de yendi ve şampiyon oldu.Sevinçle hocasının yanına koştu ve sordu hocam nasıl olur anlamıyorum, sadece bir hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon oldum. Hocası çocuğa baktı ve dedi ki, senin yaptığın hareket karetedeki en zor hareketlerden biridir... Ve bir tek savunması vardır o da, rakibin sol kolunu tutmak.

Farklılıklarınızı avantaja dönüştürün...



--------------------------------------------------------------------------------
 
Feminist ( Yazar : Memduh Şevket Esendal )


Vilayet memurları yemeğe çıkıyorlar. İstatistik müdürü Salim Bey, merdivenlerden inerken ayrı ayrı kalemlerden çıkmış birkaç genç önü sıra iniyor, konuşup görüşüyorlardı. İçlerinden biri, birazcık durup elini göğsüne vurarak, arkadaşlarına meydan okur gibi:

Ben feministim, feminist... dedi

Sonra arkalarından gelen Salim Beyi görüp seslerini kestiler, yol verdiler.

Salim Bey geçti gitti, ama bu “feminist” sözü aklına takıldı. Çokça kullanılan bir söz. Manası ne olsa gerek? “kadıncı” demek mi? Yemekten sonra dairede çalışırken yine aklına geldi. “bir bilenden sormalı” diye düşündü.

Akşam üstü, Merkez Kahvesi’nde tavla seyrederken yeniden hatırladı. Yanındaki masada oturan orta mektep hocalarından Aytaç Beye sordu:

Aytaç Bey, feminist ne demektir?

Aytaç Bey, dirseğini masaya dayamış, elini kalpağının içine sokmuş, dalgın tavla seyrediyordu.

Uykudan uyandırılmış gibi gözleri süzük, döndü. Salim beye baktı “Beni imtihan mı edeceksin?” demek ister gibi:

Sanki bilmiyor musun? dedi.

Biliyorum ama, yine de soruyorum. Biliyorsan söyle.

Aytaç Bey dargın:

Birader, dedi. Hem biliyorsun, hem de yine soruyorsun?

“Beni mantara bastıramazsın” demek ister gibi, kaşlarını yukarı kaldırıp başını öteye çevirdi.

Söylesen ne olur? dedi. Belki bir bilmediğim var da onu öğrenmek istiyorum.

Öteki, yüzünü çevirmeyerek:

Bilmiyorum birader, dedi.

Tavla oynayanlardan biri, Kerim Bey, eski “Sahil Sıhhiye” memurlarından, eşi akranı arasında bilgiç geçinenlerden bir adam. Aytaç Beyden sordu:

Ne soruyor?

Hiç canım, alay etmek istiyor!

Salim Bey kızar gibi oldu.

Hiç alay etmek istemiyorum, dedi, “feminist ne demektir?” diye soruyorum. “Ne olur, sorulmaz mı?”

Kerim Bey, pulları düzelterek:

Yani, feminist ne demektir bilmiyor musunuz? dedi.

Farzedelim ki bilmiyorum, yahut biliyorum da yine soruyorum.

Güzel, feminist sizce ne demektir?

Bence ne demekse demek, ben sizden soruyorum.

Biz söyleyeceğiz ama, siz bildiğinizi bir söyleyin bakalım.

Ben bildiğimi söyleyecek olsam, sizden hiç sormam.

Kerim Beyin arkadaşı sıkıldı:

Lakırdıyı sonra edersin, dedi, at bakalım.

Kerim Bey oyuna başlayarak:

Bilen sormaz, dedi. Bilmeyen de biliyorum demez. Hep yek oyna! Sen söyle de, yanlış varsa biz düzeltelim.

Salim Bey sustu. Bu kelimeden sezinlediği manayı iyice, açıkça bilmediği için söylemek istemiyordu. Karşısındakiler de onun gibi olmalıdır ki onlar da söylemekten çekindiler. Lakırdı da böyle kaldı. Yalnız bu kısa konuşma, Salim Beyi biraz kızdırdı. Kendi kendine, “Söylemeyiniz siz, ben onu soracak adamı bulurum.” O günlerde eski Fransızca hocalarından Cemil beye rast geldi. Biraz hoşbeşten sonra ondan sordu:

Cemil Bey, bu feminist ne demektir?

Feminist, işte feminin var ya? Fem, Fam ikisi bir asıldandır. Malum, kadın demek.

Cemil bey düşündü. Sonra şikayete başladı:

Birader, dedi, bizim dilimiz de dil mi? Hangi tabiri ararsın da bulursun? İşte buyurun, şu feminist mesela! Ne diye tercüme edeceksin?

Yok, ben tercümeden ziyade, asıl şu manasını öğrenmek istedim.

Maluum. Maluum ya! Ancak benim arz ettiğim de... Çünkü monşer, lisan bir ifade içindir, doğru değil mi? Biz dilimiz var diye ortaya çıkalım, mukabil olmadı mı? Doğru değil mi?

Hakkınız var...

Geçen sene, bu ıstılahlar için bir komisyon topladılar. Ben orada bütün bunları söyledim. Birkaç kere toplanıldı. Ayrıca bir komisyon yapılmasına karar verdiler. Sonra tahsisat yoktur, gelecek sene bütçesine para konulacak diye bir lakırdı çıkardılar, öyle kaldı. İşin içine bir kere bütçe karışınca, sen alt tarafını anlayıver. Şimdi ne kadar çoluk çocuk varsa, marife dolmuşlar, böyle ciddi işlere bakan yok. Doğrusu ben de artık aldırmıyorum. Hangi birine bakarsın! Hem bir de bakmışsın, testiyi kıran da bir suyu getiren de!...

Selamlaştılar. Ayrıldılar. Salim Bey düşündü, “Araya lakırdı karıştı, feministi anlayamadık” dedi.

Birkaç gün sonra, bir akşam üstü, bilmem hangi dairenin hangi kaleminin müdürü, genç ediplerimizden R.Raif Beye rast geldi... Konuşarak yürümeye başladılar. Söz arasında, bir sırası düşünce Salim Bey, feministi ondan da sordu:

Kuzum Raif Bey, dedi, bu feminist ne demektir?

Feminist? Feminizm, azizim nasıl arz edeyim... Kadınlığı bağlayan ve bizden ayıran bütün kayıtlar ve şartlar... Bir kadın niçin erkek değildir? Bu yoklukları, bunların acılıklarını ben de şehirde duymayan kalmadı sanıyorum! Sonra ben bunu erkeklerin zavallılıkları, diye izah etmiştim. Siz bilmem, benim “Nergis” mecmuasına yazdığım yazıları gördünüz mü? Bu fikirler, o makalelerle çok ince işlenmişti. İtiraf etmelidir ki şimdi ne öyle bir mecmua çıkıyor, ne de öyle yazan var. Biz de sustuk. Çünkü okuyan yok.

Salim Bey sustu. İçinden, “Bunu bilen elbette vardır ya, ben rast gelmedim” diye düşündü. Ve ondan sonra her önüne gelene sormaya başladı.

Recai Bey, sen çok bilgiçsin, feminist nedir?

Tuvalet sabunu!

Nasıl tuvalet sabunu? Ben sana bu kelimenin manasını sordum!

Ben de sabun soruyorsun sandım.

Kabahat bende, seni bilirim de, yine soruyorum.

Birkaç gün sonra yine bir başkasına:

Hikmet Beyefendi, affedersiniz, bir istirhamım vardı. Feminist nedir?

Azizim, bir meslek. Bir de gazetesi vardı sanıyorum. Bir gazete çıkarıyorlardı... Tarihi, efendim. 1800... evet 1874-75 olacak. Evet ama, bir kere de evde bakar arz ederim. Haaa, yok pardon, o “Feninia” idi. Evet, hatırımda yok, evde bakar arz ederim.

Bazı şeyler böyledir. Tilkinin kuyruğu gibi, kapanın bir biçimsiz yerine sıkıştı mı, çıkmaz. Salim Bey, bu rahatsızlıkla, bu feminist’i o kadar sordu ki, sonunda adı Feminist kaldı. Dahası, ona bu adın nereden kaldığını bilmeyenler, onu bu meslek sahiplerinden biri sandılar; kadınlar müsamerelerinde konferans vermeğe çağırıyorlar, yeni çıkan gazeteler kadın sahifeleri için ondan yazı istiyorlar
 
Fırat ( Yazar : Bilinmiyor )


Fırat'ın bir yakasında yaşayan bir delikanlı ile öbür yakasında yaşayan güzel bir kadın varmış. Birbirlerine aşık olmuşlar. Delikanlı her gece Fırat'ın sularında yüzerek karşı yakaya geçer, sevgilisiyle buluşurmuş. Şafak sökmesine yakın delikanlı sevgilisine öpücük kondurup Fırat'ın azgın sularına girip öbür yakasına geçermiş.Bu gecelerce böyle sürmüş. Yine bir gece delikanlı Fırat'ı geçip sevgilisinin yanına gitmiş. Şafak sökerken delikanlı veda öpücüğünü vermek için kadının yanına sokulmuş, kadına dikkatle bakarak;

Senin bir gözün ötekinden farklı. Ama mısın? Kadın o zaman delikanlıya bakarak:

Sen sen ol, sakın ola bugün Fırat'a girme, demiş. Delikanlı kadından ayrılıp Fırat'a girmiş ve azgın dalgalara karşı koyamayarak boğulmuş.Bizim delikanlı gerçekte çok iyi yüzme bilmiyormuş. Duyduğu aşkmış. Onu dalgalar karşısında güçlü kılan aşkının gücüymüş. O sayede Fırat'ı geçermiş.O aşk bitince..
 
Fısıltı ve Tuğla ( Yazar : Bilinmiyor )


Genç ve başarılı bir yönetici, yeni Jaguar'ıyla bir mahalleden hızlı bir şekilde geçiyordu. Parketmiş arabaların arasından yola aniden çıkabilecek çocuklara dikkat ediyordu ve bir şey gördüğünü sanarak yavaşladı. Arabayla caddeden yavasça geçerken hiç bir çocuk göremedi fakat, arabasının kapısına bir tuğla atıldığını farketti. Aniden arabasını durdurarak tuğlanın fırlatıldığı yere geri döndü.

Arabadan indi, orada bulunan küçük bir çocuğu tuttu ve onu parketmiş bir arabaya doğru iterek bağırmaya başladı; "Bunu neden yaptın? Sen de kimsin, ne yaptığının farkında mısın?" İyice sinirlenerek devam etti: "Bu yeni bir araba ve atmış olduğun bu tuğla bana çok pahalıya malolacak. Bunu neden yaptın?" Çocuk yalvararak cevap verdi:

"Lütfen efendim. Çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim bilmiyordum.

Eğer tuğlayı fırlatmasaydım kimse durmazdı" Parketmiş bir arabanın arkasına işaret ederken çocuğun gözyaşları çenesine süzülüyordu.

"Kardeşim kaldırımın kenarından yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü, ben onu kaldıramıyorum. Lütfen onu tekerlekli sandalyesine oturtmam için bana yardım eder misiniz?

Benim için çok ağır." Bu durumdan son derece duygulanan genç yönetici, boğazında büyüyen yumruyu zar zor da olsa yutkundu. Yerdeki genci kaldırarak, tekerlekli sandalyeye geri oturttu. Mendiliyle, çizik ve yaraları sildi ve adamın ciddi bir yarası olup olmadığını kontrol etti.

Küçük çocuk genç yöneticiye dönerek "teşekkür ederim efendim, Tanrı sizden razı olsun" dedi. Genç yönetici, küçük çocuğun,ağabeyini kaldırımdan evine doğru götürmesini izledi. Bulunduğu yerden arabasına geri dönmesi oldukça uzun sürmüştü. Uzun ve yavaş bir yürüyüştü.

Genç yönetici, kapıyı hiç tamir ettirmedi. Kapıda oluşan çöküğü, hayatını birisinin kendisine tuğla atmasını gerektirecek kadar hızlı yaşamaması gerektiğini hatırlatması için öylece bıraktı.

Tanrı, ruhunuza fısıldar ve kalbinize konuşur. Bazan, dinleyecek kadar zamanınız olmadığında ise, size bir tuğla fırlatır. İster fısıltıyı, ister tuğlayı dinleyin. Tercihi siz yapın...
 
Fil Hamdi Nasıl Yakalandı? ( Yazar : Aziz Nesin )


İstanbul Emniyet Müdürlüğünden, bütün taşra vilayetleri Emniyet Müdürlüklerine şu telgraf çekilmişti:

“Otuzbeş yaşında, uzun boylu, ikiyüz kilo ağırlığında, kumral, üç dişi eksik, üst çenede bir azı dişi dolgulu, alt sol köpek dişi altın kaplama, çizgili kahverengi elbiseli, saçları oldukça dökülmüş ablak çehreli, kahverengi gözlü, “Fil Hamdi” adında azılı sabıkalı bir dolandırıcı, üç gün üç gece içinde oturdukları nöbet kulübesini büyük bir dikkatle bekledikleri için uykusuz kalan iki polus memurumuzun, yolda giderlerken uyuklamalarını fırsat bilerek ellerinden kaçmıştır. Yaptığımız tahikat, takibat ve tetkikat sonunda Fil Hamdi’nin kaçtığı kesin olarak anlaşılmıştır. Vilayetiniz ve vilayetinizdeki kaza karakollarından birine uğradığı veya bir polis memuruna yol, adres sorduğu takdirde, kendisine lütfen merakla yonunu beklediğimizi, bizi daha fazla intizarda bırakmıyarak, münasip, boş bir zamanında İstanbul Emniyet müdürlüğüne gelerek teslim olmasını rica ettiğimizi söyleyin. Azılı sabıkalı Fil Hamdi’nin fotoğraf ilişiktir.”

***

Taşra vilayetlerinin birinin istasyonunda iki polis memuru konuşuyor:

Ramazan, kardeşim, şu salep içen herif mutlaka Fil Hamdi.

Hııı... Benziyor... Resmi çıkar bakalım.

Bir resim çıkarır, arkadaşına gösterir.

O değil be Ramazan. O senin resmin!

Hıı... Bayramda çektirmiştim. Nasıl!

İyi ama, acık gülseydin be!... Şu Fil Hamdi’nin resmini bul...

Ramazan cebinden bir sürü resim çıkarır, karıştırır:

Bu benim oğlanın resmi... Bu askerlik hatırası. Bu kimdi Mahmut?

O mu? Şey olacak... Eroin kaçakçısı Duman Ali...

Bu da otel faresi Suphi... Resimler birbirine karışmış. Bul şu Fili be Ramazan!

Mahmut’la Ramazan resimleri karıştırırlar, Fil Hamdi’nin resmini ararlar.

Çabuk ol Mahmut... Herif salebi içti, kaçacak...

Bak nasıl bakıyor etrafına?

Buldum, şu resim olacak. Tamam, ta kendisi!

Şüphelendikleri adamın yanına giderler.

Hemşerim, şöyle dursana...

Bir resime, bir de adamın yüzüne bakarlar.

Bir de yan dur bakayım.

Ah, benzemiyor bu Ramazan.

Bir kere de komiser bey görsün Mahmut. Belki o benzetir.

Hemşerim, haydi yürü... Karakola kadar gideceksin.

***

Başka bir taşra vilayetinin Pazar yerinde iki memur konuşuyor:

Ayıp oldu be şükrü kardeşim. Akşama kadar fır dolandık, şu Fil Hamdi’yi yakalıyamadık.

Şu adam olmasın?

Belki de odur. Soralım.

Adamın yanına giderler:

Bayım senin adın ne?

Mustafa...

Birbirinin kulağına:

Mustafa, diyor.

Hamdi diyecek değil ya... Adını saklıyor.

Aklı sıra bizi kandıracak.

Bayım, biraz gelir misiniz?

***

Bir taşra vilayetinin kahvesinde iki memur konuşuyor:

Dün ben üç tane Fil Hamdi yakaladım, komiser hiç birini beğenmedi.

Şu bizim komiser de ama müşkülpesent haaa...

Hişşşt! Yavaş konuş, çaktırma. Şu çay içen adama yan gözle bak!

O be... Tak kendisi!

Ama gelen evrakta şişman diye yazıyordu. Bu zayıf, iskelet gibi herif...

Zayıflamıştır birader, kaçak gezmek kolay mı?

Öyle ya... Ama bu esmer, Fil Hamdi kumralmış.

Dağda, bayırda gezmekten rengi atmıştır.

Haklısın. Yalnız birader, bunun sık siyah saçları var. Evrakta Fil Hamdi’nin saçları dökülmüş diye yazıyordu.

Eh artık o kadarcık da olur. Herif tanınmamak için belki peruk takmıştır.

Ne duruyoruz? Yakalıyalım.

Adama yaklaşırlar.

Adın ne senin?

Hamdi...

Birbirlerine manalı manalı bakıp gülerler.

Yürü bakalım karakola... Haydi!

Ne var? Ne oldu?

Fazla sorma! Karakolda öğrenirsin.

***

Bir taşra vilayetinin, bütün taşra vilayetlerinde olduğu gibi, bir iki kilometrelik asfaltı üzerinde iki polis, yoldan geçen bir adam yakalarlar.

Aç ağzını!

Ağzımda bir şey yok ki benim.

Madem bir şey yok, açarsın.

Adam ağzını açar. İkisi birden adamın dişlerine bakarlar.

Polisin biri öbürüne sorar:

Baksana şu evraka kaç dişi yoktu?

Öbürü evrakı okur:

Üç dişi eksik, üst çenede bir azı dişi dolgulu, alt sol çenede köpek dişi altın kaplama...

Polis memuru, adamın dişlerini sayar:

Bir, iki, üç... dört... Oynama be. Şaşırttın... Bir, iki, üç, dört, beş... yirmi dört... yirmi dört dişi var.

Yirmi dört mü? Kaç dişi eksik? Senin kaç dişin eksik, biliyor musun?

Sekiz...

Çektirmiştir. Delilleri ortadan kaldırmak için dişlerini çektirmiştir.

Benim dişlerim takmadır. Ağzımda hiç kendi dişim yok...

Evrakta takma olup olmadığını yazıyor muydu?

Yazmıyor, unutmuşlardır. Bu canım, bu... Tak kendisi... Köpek dişine baksana, altın kaplama... Bayın, gel bizimle beraber.

Nereye?

Karakola! Yürü!...

***

Taşra vilayetleri Emniyet müdürlüklerinden İstanbul Emniyet Müdürlüğüne günde yüzlerce telgraf geliyordu.

“Falan falan tarihli, filan filan sayılı yüksek telgrafınıza cevaptır:

Vilayetimiz dahilinde on dört tane çizgili kahverengi elbiseli, sekiz tane köpek dişi altın kaplamalı olmak üzere on dört Fil Hamdi yakalanmıştır. Bu miktarın yeter olup olmadığının, araştırmaya devam edip etmiyeceğimizin emir buyrulmasını saygı ile rica ederim.”

“Falan falan tarihli, filan filan sayılı telgrafa cevaptır:

Vilayetimiz dahilinde 180 kilo ile 220 kilo arasında iki düzine Fil Hamdi yakalanmış olup, aradaki kilo farkının, kantarların ayarsızlığından ileri geldiğini, hepsinin de gözlerinin kahverengi olduğuna göre, Fil Hamdi olduklarında en ufak bir şüpheye yer kalmadığını, yakalanan Fil Hamdi’ler sevkedilmiş olup, gözden ve peyderpey sevkedileceğini saygı ile arz ederim.”

***

İstanbul Emniyet Müdürlüğünden, taşra Emniyet Müdürlüklerine gönderilen telgraf:

“Koyacak bütün yerler dolmuş olduğundan, şimdilik eldeki Fil Hamdiler yeter görülmüştür. İkinci bir emre kadar Fil Hamdi’lerin yakalanmasına ve aranmasına ara verilmesini teşekkürlerimle rica ederim.”

Not: Firar eden Fil Hamdi yakalanmıştır.
 
Gadsby’s Oteline İnen Adam ( Yazar : Mark Twain )


67 yılının kış mevsiminde, şakacı dostum Riley ile Washington’da gazete muhabirliği yaptığımız sırada Pennsyavania avenüsünden doğru geliyorduk. Vakit gece yarısına kayındı. Müthiş bir kar fırtınası etrafı kasıp kavuruyordu. Bir sokak lambasının altına varınca, güçlükle yürüyerek karşı taraftan gelen bir adam gördük. Bu adam birden duruvererek:

Ne talih! Siz mister Riley’siniz, değil mi? Diye haykırdı.

Riley, gayet serbest tavırlı ve Cumhuriyet sınırları içinde sinirlerine herkesten fazla hakim bir adamdı. O da durarak karşısındakini tepeden tırnağa süzdükten sonra:

Evet, ben mister Riley’im. Beni arıyordunuz öyle mi? Diye sordu.

Adam neşeli bir çehre ile:

Evet, sizi aramaktan başka bir şey yapamıyordum. Burada karşılaşmamız havsalaya sığmayacak bir şans benim için. Adım Lykins’tir. San Fransisko ortaokulunun öğretmenlerindenim. Şehrimiz posta şefliğinin münhal olduğunu haber alır almaz bu göreve adaylığımı koymaya karar verdim. İşte, bu sebeple buradayım... dedi.

Riley, alçak sesle cevap verdi:

Evet, mister Lykins, dediğiniz gibi buradasınız. O memuriyeti elde ettiniz mi?

Henüz elde ettim diyemem ama, şimdiden ona yakın bir neticeye yaklaştım sanıyorum. Bir dilekçe yazarak kenarını Eğitim bakanlığı başmüfettişliğine ve sıra ile öteki öğretmen arkadaşlarıma imza ettirdim. Sonra dilekçemin arkasını, faydası olur, diye, San Fransisko’da beni tanıyan iki yüz kadar vatandaşa da imzalattım. Sizin yardımınızı da sağlamayı düşünüyordum. Benimle Pasifik vilayetleri dairesine kadar gelmenizi rica edecektim sizden. Zira bu tayin işini hemen bitirip evime dönmek arzusundayım.

Riley, - onun konuşma tarzına alışmamış bir adam için – hiçbir istihza kokusu sezdirmeyen bir sesle:

İşiniz o kadar acele ise Pasifik dairesine bu geceden gitsek nasıl olur? dedi.

Bu geceden mi? Oh, çok muvafık! Yatağa girmeden önce kat’i bir vakit almak elbette işime gelir. Sağda, solda sürtüp israf edecek vaktim mi var benim! Ben bir düzüye çene çalan soydan değilim. Ben iş başaran soydan bir adamım.

İş başarmak için de tam uygun yerde bulunuyorsunuz, vallahi! Ne vakit geldiniz Washington’a?

Bir saat önce.

Ne vakit bu şehirden ayrılmak niyetindesiniz?

Yarın akşam New York’a dönmek, ertesi sabah da San Fransisco yolunu tutmak kararındayım.

Demek öyle!... Yarın ne yapmayı düşünüyorsunuz?

Ne yapmayı mı? Ne yapmayı olacak. Pasifik dairesi memurlarından bir heyeti yanıma alıp dilekçemle Cumhurbaşkanını görmeye gideceğim ve kendimi bu münhal memuriyete tayin ettireceğim. En kestirme yol bu değil mi?

Evet, çok doğru... Sonra ne yapacaksınız?

Öğleden sonra, saat ikide senatonun icra kolu toplanıyor. Tayinimi tasdik ettireceğim. Yapılacak işin bundan ibaret olduğu fikrinde değil misiniz?

Riley düşünür gibi bir tavır takınarak:

Evet... Evet... dedi. Yerden göğe kadar hakkınız var. Ondan sonra, akşam trenine atlayarak New York’a hareket edeceksiniz, ertesi sabah da sizi San Fransisco’ya ulaştıracak nehir vapuru için bilet alacaksınız...

Evet, öyle... Tastamam...

Demek, bir veya iki gün daha kalamıyorsunuz burada?

Şaka mı ediyorsunuz, kuzum? Nasıl kalabilirim? Gittiğim yerde bacağımı uzatarak gel keyfim gel kurulup oturmak bana göre değil. Hiç öyle adetlerim yoktur. Etrafta başı boş dolaşmaktan da hoşlanmam. Ben iş başaran soydan olduğumu söylemedim mi size?

Fırtına gittikçe azıtıyordu. Lapa lapa yağan karlar havada şiddetle savrulup duruyordu. Riley, esaslı bir şeyler düşünüyormuş gibi bir iki dakika sustuktan sonra başını kaldırarak:

Vaktiyle Gadsby’s Oteline inen yolcunun hikayesini hiç anlattılar mı size? Diye sordu. Görüyorum ki anlatmamışlar...

Mister Lykins’in sırtını demir parmaklığa dayadı, parmağını düğme iliğine geçirdi, keskin bakışlarıyla da onu bulunduğu yere çiviledikten sonra, fırtınanın bir düzüye bizi tarkatladığı soğuk bir kış gecesinde bulunmuyormuşuz gibi sükunetle hikayesine başladı:

O adamın başına gelenleri anlatayım size. Vaka Jackson zamanında geçiyor. Gadsby’s o devrin en lüks oteli imiş. Bu adam, bir sabah, saat dokuz sularında, zenci bir sürücünün kullandığı dört beygir koşulu muhteşem bir araba ile Tennesee’e çıka geliyor. Yanında pek sevdiği, güzelliği ile koltuklarını kabartan bir de köpek var.

Araba Gadsby’s önünde durunca otel sahibi ve katibi ile bir sürü meraklı koşuşarak kerli ferli yolcuyu büyük saygı ile karşılıyorlar, valizlerini taşımak, beygirleri ahıra çekmek istiyorlar. Fakat, yolcu, “Lüzum yok” diyerek reddediyor, arabacısına beklemesini tembih ediyor. Bir şey yemeye bile vakti yokmuş. Hükümetten alacağı bir para varmış da çabucak Maliye dairesine uğrayıp altınları valizine yerleştirdikten sonra – acele işleri dolayısıyla- hemen Tennesee’ye dönecekmiş. Evet, bunları söylüyor o adam.

O gece ancak saat on bire doğru otele uğrayabiliyor, bir oda kiralıyor, hükümetteki alacağını ancak ertesi sabah kendisine ödeyeceklerinden beygirleri ahıra çekmelerini emrediyor. 1834 yılı ocak ayının üçünde, Çarşamba günü oluyor bu işler...

Adam, şubat ayının beşinde o muhteşem arabayı satarak kullanılmış ucuz bir talika ediniyor. Hükümetten alacağı parayı da bu talika ile de pek ala Tenessee’ye götürebilirmiş. Şatafata da ehemmiyet vermezmiş zaten.

Ağustos’un on birinde o güzel beygirlerin bir çiftini satıyor...

Aralık ayının on üçünde beygirlerden birini daha satıyor...

1835 yılı şubat ayının onyedisinde kullanılmış talikayı satarak “buggy” adını verdikleri iki kişilik külüstür bir yarım araba ediniyor...

Ağustosun birinde buggy’i satarak bir kişilik, hırt lambası çıkmış bir yarış “sulky”si alıyor...

Ağustosun yirmi dokuzunda – bir köle olan – zenci arabacısını satıyor...

On sekiz ay sonra – yani 1837 yılı şubat ayının on beşinde – Sulky’yi satarak bir eğer alıyor...

Nisanın dokuzuncu günü eğeri satıyor...

Haziranın yirmi ikisinde köpeğini satıyor...

Bir duraklama ve sessizlik anı oldu. Her yana saldırırcasına yağan karın rüzgarla karışık uğultusundan başka bir şey işitilmiyordu. Mister Lykins sabırsızlıkla sordu:

Ey, ne olmuş sonra?

Riley:

Bu anlattığım otuz yıl önceye ait bir vaka, dedi.

İyi, güzel, ama ne olmuş ki?

Şimdi saçı sakalı ağarmış bir ihtiyar olan o adamla can ciğer dostum ben. Hemen hemen her akşam bana uğrayarak merhaba der. Bir saat önce kendisine rastladım. Yarın sabah erkenden yine Tennesee’ye hareket edecek. Halbuki hükümetten alacağı parayı gündüz cebine atarak benim gibi gece kuşları yataktan kalkmadan yola düzüleceğini hesaplamıştı. Biçare adam! Eski memleketi olan Tennesee’yi ve dostlarını bir defa daha görebileceğinden dolayı o kadar memnundu ki...

Yeniden bir duraklama oldu. Yabancı sordu:

Hikaye bundan ibaret mi?

Evet, bundan ibaret.

Vakit gece, hem de nasıl bir gece olduğunu göz önünde tutarsak hikayeniz biraz uzun kaçmadı mı? Fakat anlayamıyorum bundan bana ne?

Oh, hususi bir alakanız yok anlattıklarımla şüphesiz...

Öyleyse ne maksatla anlattınız? Bir hedefiniz olmalı bunu bana anlatmakta...

Hiçbir hedefim yok. Yalnız şunu diyeceğim ki mister Lykins, o posta şefliği memuriyetini kopardıktan sonra San Frinsisco’ya hareket için acele etmek mecburiyetinde değilsiniz, şöyle biraz nefes alıncaya kadar Gadsby’s otelinde kalmayı küçümsemeyiniz ve rahatınıza bakınız! Allahaısmarladık! Tanrı yardımcınız olsun!

Riley, bu sözleri söyler söylemez, nazik bir çehre ile topukları üzerinde dönerek afal afal kendisine bakan okul öğretmenini orada kendi halinde bırakıverdi. Şaşkınlıktan donmuş gibi hareketsiz duran, paltosu ve şapkası baştan başa beyaz bir örtü ile kaplı zavallı yabancı, sokak lambasının ışıl ışıl parlattığı cansız bir kardan adama benziyordu.

O posta şefliğini asla elde edemedi.
 
Geç bulunmuş Aşk ( Yazar : Bilinmiyor )


Aşkın insan yaşamına sadece 18-25 yaş arasında yerleştiğini sanırdım bu güne değin. Ta ki Pembe tayyör, tüllü şapka ve hoş bir makyajla 65 yaşında ihtiyar delikanlının kollarında nikah salonuna giren 50 yaşındaki teyzemin hikayesini dinleyene kadar.
50 yaşına kadar tek yaşamış olan bir kişinin aşkının da, iki kişinin arasında geçmesine rağmen sadece kendi kendine tek başına yaşadığını eşinin ölümünden sonra gerçeklerle karşılaşmasını onun ağzından dinledim. Eşinin ölümünden bir ay sonraydı karşılaşmam. Nikahtaki o hoş halinden eser kalmamış, bu güne kadar yaşını göstermiyorsun genç kız gibisin diye takıldığımız teyzemin yaşından 10 kat daha yaşlı gösterdiğine şahit oldum. Başladı anlatmaya...
50 yaşındaydım. Zaman akıp gittikçe beyaz gelinlik hayallerim, yerini yavaş yavaş pembe tayyöre bırakmıştı. Kardeşlerimin evlenmesi beni iyice yanlızlığa itmişti. Öncelikle gelinlerimizin “Her yere ablanı götürmek zorunda mıyız” diye serzenişleri artık eskisinden daha çok etkiliyordu beni.
Evlenmek için evlenmem diyordum ama artık bu sözlerimi tutmayacaktım. Gurur ve mağrur görüşüme rağmen mantık evliliğinden oldum olası hoşlanmamıştım. Evlilikte insanın birbirine ısınmasını ve aşık olarak evlenmesini, yüreğinin pır pır etmesini istemiştim bu güne kadar.
Ama bu duygularımı kalbimin bir köşesine koyup bana sunulan ilk evlilik teklifini kabul etmeye karar verdim. 65 yaşında bir bey hiç evlenmemiş bir bayan arıyordu, hemen kabul ettim. 50 yaşında olmama rağmen genç görünüyordum. 65 yaşında nasıl biri diye düşünmedim bile. İşte her zaman hayalini kurduğum, beni istemeye geldiğinde kalbim pır pır edeceğini hayal ettiğim görücü koltuğunda, 50 yaşımda, kardeşlerim ve yeğenlerimin yönlendirmesiyle zoraki oturmuş bir kadındım.
İşte ilk görüşte aşk bu olsa idi. Kapı açıldı ve 65 yaşında olmasına rağmen çok genç görünen, benim hayalimde canlandırdığım uzun boylu, hoş bir kişi içeriye girdi. Genç bir delikanlı havası ve kendinden emin bir tavırla, muzip bir eda ile,
“Eee gençler..” dedi. “Cavidan hanım tam karşımdaki koltuğa otursun da birbirimizi daha görelim değil mi? Cavidan hanım yan taraftan birbirimizi göremeyiz. Karşımda olsanız da beni daha iyi süzseniz” dedi.
İşte “tılsım bu” dedim. Kalbim pır pır atmaya başladı. Aşk mı heyecan mı, yoksa herhangi biri olsaydı yine bunu mu hissedecektim. Tarif edemediğim duyguyla 20 yaşındaki genç kızlık hayallerime dönüverdim. Aşık oldum. Hani derler ya öksürük ve aşk gizlenmez. Kimselerden duygularımı gizleyemedim. O gururlu mağrur havam gitmiş, cıvıl cıvıl bir yaşlı oluvermiştim.
Hemen döndüm. Tavrımdan hiç birşey kaybetmeden konuya girdim. “Eşiniz neden öldü” dedim ciddi bir tavırla. Ama içimden “olsun ne önemi vardı” diyordum.. “Belki bulaşıcı bir hastalıktandır. Lütfen evi dezenfekte ettiriniz. Madem böyle bir evliliğe karar verdiniz. Bazı isteklerimin de önemi olacağını sanıyorum. Yoksa ben o evde oturmam” dedim.
Hüseyin bey, gözlerime öyle bir bakıyordu. Elimde olmadan kızarıyordum.
-“Hay hay Cavidan hanım. Siz her konuda bu kadar ciddi misiniz. Ben evlenelim dediysem iş ortaklığı gibi hemen evlenelim demedim. Duygularınız da benim için çok önemli” dedi.
Sonra herşey göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Gerçekten onu çok seviyordum. Hayal ettiğim pempe tayyörümle, içim pır pır ederek evlendim.
İlk evliliğinden olan bir kızı vardı. Ne kızı, ne de eski eşiyle olan anılar beni hiç ilgilendirmiyordu. Herşey güllük gülistanlık gidiyordu. Aniden bir felç durumu geçirdim. 1 hafta hastaneye yatırıldım. Eşim 1 hafta boyunca sabahları 3-4 saat ortadan kayboluyordu. Nerdesin dediğimde ise düşünceli bir şekilde yok bir şey diyordu.
Hastaneden çıktım. 1 haftada onu nasıl da özlemiştim. Fizik tedavileriyle üzerimde bulunan felç durumunu atlattım. Gençler gibi elele geziyorduk.
Bir sabah kalktığımızda eşim fenalaştı. Ve oracıkta ölüverdi. Yıkılmıştım.
Cenazeye gelen kalabalıklar hem bana taziyelerde bulunuyor. Hem de yanıma yaklaşarak bilmediğim bir nedenle,
“Sana bunu yapmayacaktı” diye konuşmalar oluyordu. Ne olduğunu anlamadım. O arada kızı gelerek, elime kağıtlar tutuşturdu.
“Babam siz hastanedeyken bütün malları benim üzerime yaptı. Ancak bu evin ne olduğu henüz kesinleşmedi. Mahkeme kararı ile belli olacakmış” dedi.
Ben onların gözünde ve çok sevdiğim eşimin gözünde malı üzerine geçirecek bir ikinci kadın rolünde oluvermiştim. Bana hiçbir şey söylemeden hastalığımda demek ki bu işlerle uğraşmış ve bana açıklamak gereğini bile duymamıştı.
Oysa ben, 50 yaşında bulduğum mutluluğun ve beraber geçirdiğimiz bu evin hatıralarının peşindeydim.
Kızımıza döndüm, kızımıza diyorum çünkü onun bir parçası görüyordum.
-“Bak kızım, ben ölümden sonra ev peşinde koşacak değilim. Benim merak ettiğim baban benim duygularımı çok iyi biliyordu. Niye böyle bir konuma beni soktu “ dedim.
- Demek ki sizinle her şeyi paylaşamamış. Bakın evi bile açıkta bırakmış. Sizin üzerinize yapmamış dedi. İşte acı gerçek buydu. Ben tek başıma aşkı yaşamışım. Eşimin gözünde mal bekleyen sadece ikinci eşmişim. Ben hastanedeyken öleceğimi düşünüp, benim yakınlarım alır düşüncesiyle malları kızının üstüne yapmış. Ve beni mal hırsı olan bir kadın konumuna düşürmüştü.
Bu düşüncelerle evden çıktım. Hemen mahkemeye gittim. Herkes evi kendi üzerime geçireceğimi düşünürken, evi hemen kızının üzerine yaptırdım. Ancak, ölünceye kadar sadece onunla yaşadığım odada kalmayı teklif ettim. Kızı dahil herkes şaşırdı. Nasıl olmuşta bu evi üzerime geçirmemiştim. Mahkeme bana bu hakkı vermesine rağmen, beni eşim dahil hiç kimse anlamamıştı. Ben maddiyat değil, 50 yaşımda bulduğum aşkımın izlerini arıyordum.
Geçte olsa tek başıma yaşadığım aşkı 50 yaşımda bulduğum gibi, genç bir kızın terkediliş duygusunu 60 yaşımda tadıyordum.
Teyzem bunları anlatırken, herkes gibi bizde onun duygularını geç anladığımızı hissettik.
Onu evinde bıraktık, daha doğrusu anılarını paylaştığı odasında....
Aşk gerçekten de şarkılarda olduğu gibi layık olanda kalmalıdır.
İşte İlhan Şeşen’in “Aşk layık olan da kalmalı” şarkısını her dinlediğimde teyzemi hatırlarım.
 
Geçmişe Rüya ( Yazar : Hakan )


Bütün gün kitabı elinden bırakamadı. Saat gece 22'yi vurduğunda ufak bir yemek molası verdi ve tekrar kitabı eline aldı. Hiç can sıkıntısı duymuyor, okudukça daha okuması geliyordu. Amerika kıtasındaki, okuduğu kitapta geçen kenti, hiç gitmediği halde kafasında canlandırabilmişti.

Sayfaları çevirdikçe okuması yavaşlıyordu. Kitabın sonunu daha iyi anlayabilmek içindi bu. Nihayet gece 1 civarında kitabı bitirdi. Bir türlü doyamamıştı. "Keşke biraz daha uzun olsaydı" diye geçirdi içinden. Kitabı tekrar açtı, sayfaları karıştırdı, bazı bölümleri tekrar okudu. Romanın konusunu, kişilerini, mekanı çok beğendi, hepsi birbirleriyle muazzam bir şekilde uyum sağlamıştı.

Kitabı kapadı, bu defa kapağını incelemeye başladı. Okumak için başka birşeyler aradı kitabın üzerinde. Yazarın özgeçmişine tekrar baktı. Yazarın altı kitabını okumuştu, bu da yedincisiydi.

Arka kapaktaki değerlendirmeyi iki üç defa arka arkaya okudu. Ne yapsın doyamamıştı.

Saatler gece yarısın çoktan geçmişti. "Ama olsun" diye düşündü. Yarın pazar. "Şu yazarı bir kez görebilseydim, böyle bir imkanımın olmasını ne kadar isterdim." dedi istekle. Ama bunun imkansız olduğunu o da çok iyi biliyordu; çünkü yazar öleli yıllar geçmişti.

Yatağını serdi, yastığı iki kat yaptı, sırtüstü yatarak düşündü. Kitabın sahneleri bir bir kafasından geçiyordu. "Kitabın yazarı yabancı" diye düşündü, "ama kitap evrenselliği nedeniyle herkese açılabiliyor. Adeta bir film."

Gözleri yavaş yavaş ağırlaştı. Sırtüstü yatmaya devam ediyor, gözlerini tavandan alamıyordu. Tavan gittikçe bulandı, gözleri kapandı, rahat bir uykuya daldı, uyur uyumaz tatlı bir rüya gördü.

Rüyasında kendini daha önce hiç tanımadığı bir yerde buldu. Etraf uçsuz bucaksız ovalarla çevriliydi. Kimsecikler yoktu. Tatlı bir rüzgar esiyor, kuşların birbirleriyle konuşmaları duyuluyordu.

Gün aydınlıktı. Güneşin tam tepede olduğunu görünce öğlen olduğunu anladı. Etraf tarlalarla, bağ bahçelerle, uçsuz bucaksız görünüyordu. Havada bir tek bulut yoktu.

"Neredeyim ben" diye düşündü. Daha sonra yürümeye başladı. Bir tarlanın içinden geçti. Hiç bir çalışan insanla karşılaşmadı.

Tarlayı geçince toprak bir yola çıktı. O anda insan seslerini duydu. Uzakta tarlaları biçen köylüler vardı. Daha sonra bağ bahçeler, yolun iki kenarı boyunca rengarenk uzanıyordu. "Bu ne güzellik" dedi kendi kendine, "Burası bana bir yeri hatırlatıyor ama..."

Yol boyunca sürekli yürüdü. Uzakta bir köprü belirdi. Köprüye vardı, altından bir ırmak akıyordu. Irmağın kenarına indi. Soğuk suyuyla elini, yüzünü, ayaklarını yıkadı. Bir taşın üzerine oturdu. Çevreyi hayretle inceliyordu, daha önce böylesi bir güzellik görmemişti. Burasının neresi olduğunu bilmiyordu. O kadar yol yürüdü ama ne bir arabaya, ne de bir traktöre rastlamadı.

Uzakta, tarlaların arasında bir ev gördü. Biraz susamış ve acıkmıştı. Belki kendisine yardım ederlerdi. Köprüyü geçti, ırmağın kıyısı boyunca on dakika yürüdü. Daha sonra keçi yolundan yukarıya, doğruca eve çıktı.

Bahçeyi geçti, biraz duraksadı, etrafı tekrar seyretti. Köprüyü görünce bayağı bir yol katettiğini anladı. Evin çevresi mera, altı da ambardı. Kapı tokmağıyla kapıya vurdu. "Kimse yok mu."

Kapıyı yaşlıca bir adam açtı. Evin karanlık salonuna dışarısının aydınlığı doldu.

"Kusura bakmayın rahatsız ediyorum."

"Önemli değil. Kimsin, seni daha önce hiç görmedim, yabancısın galiba."

"Evet öyle. Ben biraz açım, biraz yiyecek verebilir misiniz." dedi çekinerek.

"Gel içeriye."

İçerisi tam bir köy evi gibiydi. Fırını taştandı, ekmekler burada yapılıyordu. Ocağı da taştandı, bir zincirle yukarıdan tutturulan tencere öylece ısıtılıyordu. Yaşlı adam kaymak, köy ekmeği ve mısır çorbası getirip yere serili olan örtünün üzerine koydu.

"Senin adın nedir" diye sordu yaşlı adam.

Fakat kendini öyle bir kaptırmıştı ki yemeğe duymadı bile.

"Yabancısın anlaşılan. Buralara nasıl geldin öyleyse. Büyükşehir olsa hadi neyse, ama burası köy."

"Ben de bilmiyorum nasıl geldiğimi."

Yemeğini yedi, tabakları mutfağa kaldırdı. Dışarıdan inek sesleri geliyordu. Yaşlı adam dışarı çıkıp inekleri ahırdan çıkardı ve meraya saldı.

Yaşlı adamın kütüphanesine göz attı. Bir kitabı görünce şaşırdı. Bu kitap en son okuduğu, başını kaldırmaya bile zaman ayırmadan okuduğu kitaptı.

Yaşlı adam içeri girince, onun yanına gitti. Kitabı incelediğini görünce:

"Çok güzel bir kitaptır. Daha çıkalı iki yıl oldu. Bu kitap sayesinde bizim buraların güzelliği bütün dünyada tanınacak."

Kitabın kapağını çevirdi. Yayınevinin altına, çıkış tarihine baktı: 1932.

O andan itibaren hayal gördüğünü anladı. Madem bu hayaldi, bu hayali değerlendirmek istedi, çılgın bir fikir geldi aklına.

"Bu kitabın yazarı nerede şimdi?"

"Buradan 3 kilometre kadar ilerde, kutu gibi bir evde yaşıyor. Ünü yavaş yavaş yayılmaya başladı. Anlaşılan seni de büyülemiş."

"Oraya nasıl gidebilirim. Onunu kitabı bende de var. İmzalatmak istiyorum."

Tabiki imzalatmak isteği yoktu. Tek isteği yazarı bir kez olsun görebilmekti, "hayal olsa da."

Yaşlı adam:

"Köprünün olduğu yoldan arabalar çok seyrek geçer. İstersen orada bekleyip arabayla gidersin. Yazarın adını vermen yeterli."

"O kadar vaktim olmayabilir."

"O halde keçi yolundan aşağıya inip ırmağı takip edeceksin. Küçük bir ormanı geçtikten sonra karşına bir köprü daha çıkacak. Köprü yolunu takip edersen uçsuz bucaksız tarlaların arasında bir tek ev görürsün. İşte onun oturduğu ev orasıdır. Evin arka tarafında, uzaklarda ise dağlar var. O civarda başka ev yoktur zaten."

"Sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Hemen yola koyulacağım."

Evden çıktı, yaşlı adam da avluyu geçip bahçe kapısına kadar onunla geldi. "Yazarı gördükten sonra ne yapacaksın, istersen tekrar buraya gelip bana yardım edebilirsin."

"İsterdim ama o kadar vaktim olmayacak, bu diyardan gideceğim."

"Pekala yolun açık olsun."

Yeşilliklerin arasından ırmağa indi ve geldiği yerin zıttına, doğuya doğru yürümeye devam etti. Hızlı yürüyordu. Çünkü kendisine verildiğine inandığı zamanın fazla olmadığını biliyordu.

Yirmi-Yirmi beş dakika sonra, orman başlıyordu. Ormana girince ortamı serinlik kapladı. Ağaçlar epey uzundu. Güneş ışınlarının girmesini engelliyorlardı. Ormana girince ırmak kavis yapıyor, yaklaşık 45 derece dönüyordu.

Vaktinin fazla olmadığını bildiği halde dinlenmek için ırmağın kenarına oturdu. Elini yüzünü yıkadı. Fazla vakit kaybetmeden tekrar yoluna devam etti. Biraz üşümeye başlamıştı.

Köprüyü görünce heyecanı arttı. Koşa koşa gitti. Yola çıktı, araba gelip gelmediğini kontrol etti, gelmediğini görünce yürümesine devam etti. Irmak köprünün altından akışına devam etti ve onunla yolları ayrıldı.

Ormandan çıkınca güneş her tarafa hakim oldu. Üşümesi geçmişti artık. Yaşlı adamın dediği gibi dağları görebiliyordu.

Buralara nasıl geldiğini, eski tarihe nasıl geri döndüğünü merak ediyor, bu mucizenin hayal olup olmadığını biliyordu ama; bütün bunları bir kenara koymuş, bu mucize hayalin bir anlamının olmasını istiyordu. Yazarı görmek, onunla konuşmak, o dönemde buraları bizzat görmek onu heyecanlandırıyordu.

Olduğu yerde durdu. Yaklaşık yüz metre ileride, küçük bir ev gördü. Hızlı hızlı yürümeye başladı. Ev yaklaştıkça özellikleri daha belirgin oluyordu. Irmak uzaktan yoluna devam ediyor, evin arkasındaki dağlara doğru yol alıyordu. Tarlalar, meyve bahçeleri, çalışanlar, bilmek istediği zamanı ona yaşatıyordu. Nihayet evin bahçe kapısına gelebilmişti. Kapıyı açtı, hafif bir gıcırtı çıktı. İçeri girdi. Evin kapısı tahtadandı. Tek katlıydı ve iki penceresini görüyordu. Pencerelerden birinin tülü tamamen örtülmüştü; fakat diğer pencerenin tülü yarıya kadar kapalıydı. Evin kapısına yaklaşınca, pencereden, havanın sıcak olmasına karşın, şöminenin yandığını gördü. Kapıyı bırakıp pencereye yöneldi. İçeride bulunan, büyük ihtimalle görmek istediği yazar, eski daktilosu önünde, şöminenin yanında birşeyler yazıyordu.

Yazar, onu pencerede hissetmiş olacak ki yazmayı bıraktı. Yüzü ondan yana olmadığı için yazarı göremiyordu. Yüzünü adeta cama yapıştırdı, yazarın kendisine bakmasını bekliyordu.

Yazar, tam ona dönüyorken etraf bulanmaya başladı. Yazar yüzünü ona dönmüştü fakat etraf bulanık olduğundan bir türlü yazarı göremiyordu. Zamanının geldiğini anlayınca avazı çıktığı kadar bağırdı:

"Beş dakika daha... Lütfen... Beş dakika daha..."

Bağırışı rüya ile gerçek yaşam arasında yankılandı. Hem hayalde hem de gerçek yaşamda bu haykırış duyuldu.

Uyanınca yanıbaşında duran kitabı aldı, öptü, yüzünü kitaba gömdü ve "beş dakika daha" diyerek, ağlamaya başladı.
 
Gerçek Dostluk ( Yazar : Bilinmiyor )


Mevlana ve bir öğrencisi, dostluğun ve arkadaşlığın konu edildiği bir söyleşiden çıkmışlar, yolda birlikte yürüyorlardı. Biraz ileride yolun
kenarında, iki köpeğin koyun koyuna sokulmuşlar, birlikte uyumakta olduklarını gördüler. Öğrencisi, biraz önceki söyleşinin de etkisi altında
kalarak, bu görüntü karşısında çok duygulandı ve bu duygusunu Mevlana ile paylaşmak istedi:

"Efendim şu manzaraya bakın" dedi. "Ne denli yüce bir ders alınacak dostluk örneği, değil mi?"

Mevlana, öğrencisinin bu heyecanı karşısında hafifçe gülümsedi ve kişisel çıkarların nice dostlukları yakıp kül ettiğini anımsattıktan sonra ona, unutamayacağı bir ders verdi:

"Evlat, sen onların arasına bir kemik atıver de, bak o zaman gör dostluklarını" dedi.

"Bir dostluk, kişisel çıkar karşısında unutulmayacak denli sağlamsa, ancak o
durumda bir değer ifade eder ve ancak o zaman onun adına 'gerçek dostluk' denilir."
 
Gitarcının Aşkı ( Yazar : Bilinmiyor )


Sabah erkenden gitarını alıp evden çıktı...posta kutusu boştu gene. Yoo, hayır. Beyaz birşeyler vardı. Kalbi hızla çarparken, kutuyu açıverdi.Elektrik faturası gelmişti...hem de herzamankinden "hoş" bir miktarda...Başka birşey olmadığını bildiği halde, gene kutunun içine bakti...Boş...Dışarısı, ne soğuk ne de sıcak...kapalı bir havaydı.Yağmur yağmaması için dua etti...şemsiye evde kalmıştı ne de olsa...Karşıya geçmek için trafik lambalarının yanında durdu...önünden son sürat geçen araba, bütün çamuru sıçrattı...en sevdiği siyah pardesüsü de batmıştı...karşıya geçti.Karnı açtı...Her pazar sabahı uğradığı cafe'ye gitti..."tadilat nedeniyle kapalıyız" yazısını okurken, gülümsedi...aklına mezar taşına yazılabilecek bir şey geldi "Tadilat nedeniyle oldu... açlıktan "... neyse dedi kendi kendine" o kadar da aç değildim"...sonra bi yerlerde yerim diye düşünerek yürümeye başladı. Derken yanından geçen bir grup çocuk, ona sertçe çarptı. Yere yığıldı. Karşısında, evin balkonunda oturan bir grup genç kız, gülüyorlardı...ona gülüyorlardı... Ayağa kalkarken, cebindeki bozuklukların düştüğünü farketti. Herbiri ayrı bir yöne yuvarlanıyor... çatlaklardan, deliklerden düşüp kayboluyordu.Parası da gitmişti.Bi gitarı, bi de canı vardı...Yemek yiyecek,eve gidecek parası kalmamıştı...yorgundu. Mektup yazmayan, arayıp sormayan, çok sevdiği o kızla bir zamanlar gittikleri parkı hatırladı...orada küçük çocuklar bileklik, kolye gibi hediyelik eşya satarlar...müzisyenler maharetlerini gösterir, para kazanır,kızlara hava atarlardı...Parktaki o eski nese kalmamıştı.Yolun kenarına geçti. Elindeki gitar çantasını yere koydu.

Gitarını çıkarıp, o "en" hüzünlü besteyi çaldı...sonra, o kıza bestelediği parçayı...ve bir başkasını...ve bir başkasını...çaldı...çaldı. Kulağına gelen takırtı sesleriyle kafasını kaldırdı. Gitar çantasına para dolmaya başlamıştı. Sonra, neşeli bir parça çaldı...para geldikçe,şarkılar daha bir hareketli, daha bir neşeli oluyordu...Güneş batmaya başladı... İleride zabıtalar göründü...daha fazla kalamazdı orada.Gitarı çantaya koydu ve kalktı...eve gidecek, yemek yiyecek parası vardı... belki kirayı hala veremeyecekti, bu ay...ama, hiç değilse düşürdüğünü karşılıyordu bu miktar...

Derken yağmur başladı...Eve daha çok var, diye geçirdi içinden. Ne zordu hayat!Yağmur altında yürümeyi severdi...ama yalnızken değil.Yalnızken,daha bi ağır yağıyordu sanki yağmur...Daha bir soğuk... Eve vardığında, kuşu öterek karşılamadı onu...sessizlik dolu ev, o an ürpertti...kafesin yanına gittiğinde, minik kuşu kafesin tabanında yatıyordu hiç kıpırdamadan...öylece..."ölüm" dedi..."sürprizleri seviyor" Islak giysilerini çıkardı...kuş gibi o da ölecekti, bu sefil hayatta.

Gitar çantasını açtı, kalan bozuklukları almak için. Arada beyaz bir kağıt gördü...Açar açmaz, yazı tanıdık geldi...o beyaz ellerin yazdığı notu okurken, önce heyecanlandı, sonra üzüldü...Notta: Demek hala bizim parçamızı çalıyorsun...ve yine çok hüzünlü bir şekilde. Beraber aldığımız kuşları hatırlıyor musun? Bendeki bu sabah öldü...ayrılığa dayanamadı herhalde...ama, biz insaniz, dayanabiliriz degilmi? Yarın gidiyorum bu şehirden...kendine iyi bak...hoşçakal! Anladı o an, işlediği hatayı...ne kadar da bencil olmuştu bugüne kadar. O bu şehirdeydi...ve hiç aramamıştı...o arar diye. Şimdi aynı şehirde bile olmayacaklardı. Gün batışını aynı anda izleyemeyecek, aynı ortamda aynı havayı solumayacaklardı...ama, o da affetmezdi ki...yoksa eder miydi?Dal rüzgarı affeder, ama kırılmıştır bir kere, diye geçirdi içinden...Kapı çaldı...ne de çok istedi o an için, kapıdakinin o olmasını...Bu nedenle açmadı kapıyı...o umudu taşımak istedi hep içinde...sonra uykuya daldı...uyanmamak üzere...
 
Görevli ( Yazar : Bilinmiyor )


"ilkokul yıllarındayken çocuklara ödünç olarak okumaları için kitap dağıtan kuruluşa öğretmen çocukları beşli guruplar halinde gönderiyordu kimliklerinide yanlarına almalarını,aksi taktirde ödünç kitap alamayacaklarını söyleyerek.sınıf listesindeki sıraya göre gidilecekti çocuk ikinci guruptaydı.sıranın kendi grubuna gelmesini sabırsızlıkla bekledi nihayet o gün gelmişti.büyük bir heyacan ve gururla görevlinin yanına geldi kitap verecek kişinin gözlerinin içine bakarak bir şeyler söyleyecekken görevli kişi hiç ilgilenmedi onunla görmemezlikten geldi. diğer dört arkadaşına kimliklerini alarak kitaplarını verdi sıra ona gelince görevliye kimliğinin olmadığını fakat kitabı tekrar getireceğine dair söz verdiysede görevli bunun mümkün olmayacağını yarın kimliğiyle gelip kitabı alabileceğini söyledi çocuk buna çok bozuldu üzüldü akşam eve gitti yemekte çocuk babasına kızgın bir ifadeyle bakıyordu konuşmaya başladı baba; bak oğlum hayatta hep işinin gereğini yap sana bir görev verildiğinde onu mutlaka kuralları çerçevesinde uygula diğer insanlara ve kendine olan saygın için karşındaki senin öz evladın olsa dahi al şu kimliğini yarın getir bana, sana istediğin kitabı vereyim oğlum ve babana güvenip sakın kitabı yıpratma orda ben senin baban değil, sadece kitap dağıtan bir görevliyim....(bu olayı ilkokul 5.sınıftayken yaşamıştım.babam bana iyi bir ders vermişti o zaman)"
 
Gözlerine ihtiyacım var ( Yazar : Bilinmiyor )


Yine bir akşam üstü... Ve ben yine bulutlarla beraber çay içiyorum... Az şekerli. Aylardan ekim. Üç gün sonra dolunay çıkacak. Hava birazcık serin gibi. Senin yanımda olmanı istediğim akşamlardan birisi işte. Her akş***i gibi yine boş ve yine sabaha gebe. Sanki kar yağacakmış sanıyorum. Birazcık serin dedim ya işte bu serinlik sadece bu akşama özgü bir serinlik değil. Temmuz dada böyleydi hava benim için. Seni arıyorum. Belki biraz sana sarılır ısıtırım kendimi diye düşünüyorum. Sen yanımda olsan belki şubat ta bile yalınayak gezebilirim. Şubat bile üşütmez beni yanımda olsan. Hatta mart bile bir şey yapamaz. Eminim. Sen yanımda olsan deniz kenarına bile giderim seninle. Deniz donmuş bile olsa sen yanımda olunca bana bir şey olmaz bilirim. Ben kardan adam yapmaya bayılırım. Ama kardan adam yaparken hiç sabır edemem. Biran evvel olsun da bitsin diye acele ederim. Hele o en son havucu burun olarak takmak yok mu işte o bitiriyor beni. Kömür ile göz ve dudak yapıp ona gülümsemeyi öğretmek bir başka haz benim için. Tabi birde boynumdaki kaşkolu üşümesin diye onun boynuna dolamak sanki birisine büyük bir iyilik yapmışım hissini verir bana hep. İşte sadece o zamanlar sevmem ben güneşi. Zaten ben üşümesin diye ona kaşkolumu vermiştim niye doğuyorsun aptal güneş.Sen yanımda olsan seninle de kardan adam yapardık. Ama o zaman ben hiç acele etmezdim. Ne kadar uzun sürerse sürsün beklerdim. İsterse hiç bitmesin. Beklerdim. Bir daha ki kışı bile beklerdim sen yanımda olsan. Sen yanımda olsan bu sefer havucu kardan adamın burnuna takmazdım. Seninle beraber oturur kıtır kıtır yerdik. Bize okulda öğrettiler. Havuç gözlere çok iyi gelirmiş. Hep öyle derdi zahide öğretmen. Zaten benim de senin gözlerine ihtiyacım var. Onlara iyi bakmam lazım. Her gün bir havuç yerdik seninle. Sırf gözlerine iyi gelsin diye. Biliyorsun benim senin gözlerine ihtiyacım var. Sonra kardan adamın gözlerini ve dudaklarını yapardık. Ben gözlerini yapardım sende dudaklarını yapardın. Dudaklarını sen yaptığın içinde gülümsemeyi öğretmek sana düşerdi. Eminim ona çok iyi öğretirdin gülümsemeyi. Aynı senin gülüşün gibi sımsıcak gülerdi biliyorum. İyi öğretirdin. Sen yanımda olsan kaşkolumu sana verirdim. Nasıl olsa kardan adam gülümsemeyi öğrendi ya üşümez artık. Artık güneş bile çıksa üzülmem ben.Sen yanımdasın ya bir tane kardan adam daha yaparız güneş batınca. Güneş doğunca yine eritir onu. Biz bir tane daha yaparız. Sen yanımda olsan bu kez bulutlara hiç yüz vermem. Çayımı seninle içerim. Üç şekerli. Sen yanımda olsan beraber kız kulesine gideriz. Yok yok gitmeyiz. Üsküdar da bir rıhtım turu yaparız. Sonra kız kulesini uzaktan uzağa şöyle bir süzeriz. Tam karşısına oturup uzun uzun bakarız. Yok yok uzun uzun bakmayız. Uzun uzun bakarsak gözlerimiz yorulur. Biliyorsun benim senin gözlerine ihtiyacım var ya onları fazla yormayız. Zaten daha çok gezecek yer var. Sonra .... Sonra nereye gidelim ? Sonrasına sen karar ver canım. Biliyorsun sende söylemiştin ya nereye gittiğin önemli değil kiminle gittiğin önemli diye... Sen yanımda olsan nereye olursa oraya giderdim....
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst