ümit ile dini sohbetler

BEŞ FİTNE
RASULULLAH (SAS), ŞÖYLE BUYURUR:

"EY MUHACİRLER! BEŞ HASLET VARDIR Kİ,BUNLARLA İMTİHAN EDİLMENİZDEN,SİZİN ARANIZDA OLMALARINDAN VE BU KİŞİLERE YETİŞMENİZDEN allah ' A SIĞINIRIM!


*BİR TOPLUMDA ZİNA YAYGIN HALE GELİR VE ALENİ OLARAK YAPILMAYA BAŞLARSA,ÖNCEKİLERDE GÖRÜLMEYEN AĞRILAR VE BOZULMALAR OLUR.


*ÖLÇÜDE VE TARTIDA HİLE YAPILMASI.YILLAR SÜRECEK KITLIK VE GEÇİM SIKINTISI ÇEKERLER.DEVLET BÜYÜKLERİ VE YÖNETİCİLERİN ZULMÜNE MARUZ KALIRLAR.


*MALLARIN ZEKATINI VERMEMELERİ.GÖKTEN İNEN YAĞMUR AZALIR.EĞER YERYÜZÜNDE YAŞAYAN HAYVANLAR BULUNMASA,BİR DAMLA BİLE YAĞMUR YAĞMAZ!


*ALLAH VE RASULÜ'NE VERDİKLERİ AHDİ BOZMALARI.ALLAH TEALA (A.C) BU TOPLUMUN BAŞINA DIŞARIDAN BİR DÜŞMAN MUSALLAT EDER.VE ELLERİNDE BULUNAN BAZI ŞEYLERİ ONLARDAN ALIRLAR.


*DEVLET BÜYÜKLERİ VE YÖNETİCİLERİN allah 'IN KİTABI İLE HÜKMEMETMELERİ. allah TEALA (C.C),ONLARIN İÇİNE HUZURSUZLUK VERİR;KARGAŞA VE HUZURSUZLUK İÇİNDE BOĞUŞURLAR!
 
bu ne oğlum? . karga baba

80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen 45 yaşında ve saygın bir işi olan oğlu salonda oturuyorlardı. Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sahbet ettikten sonra oğlu susmuş, kalkmak isteğinin sinyalini vermişti. O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Yaşlı baba kargaya gülümserek biraz baktıktan sonra oğluna sordu: 'Bu ne oğlum?'
Oğlu şaşkın, cevapladı: "o bir karga baba."
Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu: "Bu ne oğlum?"
Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: "Baba, o bir karga"
Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu: "Bu ne?"
Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönüştü: "O bir karga baba, üç oldu soruyorsun." "Beni işitmiyor musun?"
Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti: "Baba bunu neden yapıyorsun ? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?"
Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümsemeye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi.

"Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Çünkü onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurmuştu."
 
İnsanın Değeri Değer Verdikleridir


İnsanın kıymeti, muhabbet ettiği, sevdiği, değer verdiği şeylerle belli olur. İnsan ne ile meşgul olursa, gönlü ona kayar. Bunun için Din Büyükleri; “Dünya işleri ile çok uğraşmakta, dünya işlerine gönül bağlamak korkusu vardır” buyurmuşlardır.

Ebu Bekr-i Ebheri hazretleri buyuruyor ki: “Her sınıf insanın, ulaşmak için gayret ettiği bir gayesi, himmeti vardır. Salihlerin himmeti, Allahü teâlâya isyan etmeden, Onun razı olduğu işleri yapmaktır. Âlimlerin himmeti, sevabın artmasına gayret etmektir. Ariflerin himmeti, kalblerinde Allahü teâlânın büyüklüğünü bulundurmak, Allahü teâlâyı hatırlamaya mani olan şeyleri terk etmektir.”

Mimşad ed-Dineveri hazretleri anlatır: Bir yolculuğumda, yaşlı bir zat gördüm. Salih bir kimse olduğu yüzünden okunuyordu. Kendisinden nasihat isteyince buyurdu ki; “Himmetini koru. Himmet, niyet; bütün işlerin başlangıcıdır. Himmeti temiz, gayreti iyiye yönelen kimsenin, yaptığı işleri de temiz olur. Halleri ve amelleri de düzelir.”

Himmet; gayret, emek, çalışmak, çabalamak, yardım gibi anlamlara gelmektedir. İnsanın kıymeti, kıymet, değer verdiği şeylerle ölçülür. Bir kimse neye değer vermiş ise, onu elde etmek için çalışır. Bu kimsenin bütün gayreti, çalışması hep bu yönde olur. Sadece yeme ve içmeye kıymet verenin değeri de, o kadar olur. Kim neye kıymet veriyorsa, kendi kıymetini de ortaya çıkarmış oluyor.

Kutbüddin Kaki hazretleri buyuruyor ki: “Çok yemek yiyen, nefsinin kölesi olur. Bedeni ayakta tutacak kadar ve ibadette kuvvetli olacak kadar yemek ile yetinmelidir. Normal ve basit giyinmeli, süsten, gösterişten uzak olmalıdır. Süslü elbiseleri gösteriş için giyen, kendini aşağılamak yolunda silahlı bir soyguncu gibi olur. Az uyumalıdır. Değersiz ve kıymetsiz dünya işlerine gönül vermek şöyle dursun, bunları konuşmaktan, böyle şeylerden bahsetmekten bile çok sakınmalıdır. Böyle dünyalık şeylerin yanında bulunmasını bile, kendisi için kusur ve bu yolda ilerlemeye mani bilmelidir.

Dinin emirlerini yerine getirmekte çok gayretli olmalıdır. Zira gayret olmayınca, ilerlemek de olmaz. Bu yolda ilerlediğini söyleyen fakat dinin emir ve yasaklarına uymakta gevşek davranan kimse, yalancıdır.”

Her mahlukun, kendi yaratılışı ile alakalı olarak bir himmeti, gayreti olur. Nefsin de himmeti, gayreti, yaratılanların en cahili olması sebebi ile, kendini mahvetmek üzerinedir. Bir kimse, nefsine tâbi olursa, kadir ve kıymeti de nefsi kadar yani nefsinin kıymet verdikleri kadar olur. Bunun için insan, nefsine ve nefsinin himmet ettiklerine tâbi olmayıp, himmetini yani isteklerini, arzularını, taleplerini çok yüksek, kıymetli şeylere çevirmelidir.

Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeple yaratıp, göndermektedir. Yüksek, kıymetli şeylere kavuşmak isteyen kimse, bunlara kavuşturan sebeplere yapışır, himmetini bu yöne kullanır. Cenab-ı Hakkın rızasına talip olan bir kimse, kötü şeylere ve nefsine tâbi olmaktan kendini korur. Abdullah bin Hubeyk hazretleri buyuruyor ki: “Yarın sana zarar verecek şeyler için keder ve gam içinde bulun. Ahiret saadetini harap eden şeyler için üzül. Yarın sana fayda vermeyecek şey için sevinme!”

Bir gün Ömer bin Abdülaziz hazretleri cemaate hitaben buyurdu ki:
“Ey insanlar! Sizler, ölüm için hedefler durumundasınız. Ölüm sizden dilediğini seçer. Size yeni bir nimet verildiği zaman, önceki nimet orada sona erer. Ağza bir lokma alınmasın, bir yudum su içilmesin ki, onunla beraber bir keder ve bir üzüntü olmasın. Dün geçti. O, sizin hakkınızda iyi bir şahittir. Bugün mühim bir emanettir. Onun kıymetini bilmek ve iyi değerlendirmek lazımdır. Yarın, içinde hadiselerle beraber gelmektedir. Sizi almak için gelen ölümün elinden kaçış nereye olacak. Sizler şu dünyada, eşyalarını bineklerine yüklemiş, yolcularsınız. Yüklerinizi, buradan başka bir alemde çözeceksiniz. Sizler, şu dünyada sizden önce gelenlerin yerine geçtiniz. Fakat siz de yerinizi, sizden sonra gelenlere vereceksiniz. Sizin aslınız ve dünyaya gelmenize vesile olanlar kalmadı. Sizler, onlardan dünyaya gelen kimseler olarak, nasıl baki, devamlı kalabilirsiniz. Sizler de bu dünyadan göçeceksiniz.”

Netice olarak, Akşemseddin hazretlerinin buyurduğu gibi:
“Kişinin kadrinin ve kıymetinin varlığı, mihnetlere, bela ve musibetlere sıkıntılara sabretmesiyle ortaya çıkar. Bu mihnet, dünyalığın olmaması veya eksilmesi, elden çıkması ile olur. Sabredenlerin, sabırdaki sebatları sebebiyle, sabır, tevekkül, kanaat ve yumuşaklık gibi güzel hasletleri artar. Böylece olgunlaşan insanın kalb aynasındaki kirler, cevherin halis hâle getirilmesi gibi temizlenir.”
 
Dünyadan Değil Ahiretten Diploma Almaya Bakın

Dünyadaki yegâne amacın diploma almak olduğu telkin ediliyor. "Al, sana bir diploma, en önemli şey budur. İşte mevkiinde şudur, daha da senin taleb edeceğin birşey yoktur." diyerek asıl dünyaya niçin geldiğinden gençleri habersiz bırakıyorlar. Böylece diplomayı alan bu dünyada aranılanı bulduğunu zannediyor.

Halbuki matlûbun yolunda bir adım bile atmış değildir. Ne zamanki Azrail ( Aleyhisselâm ) : " Emaneti almaya geldim. " deyip de ahiret tarafından bir kapı açıldığında, dünyaya niçin geldiğini, işin hakikatını anlayacak ve kulluğa yöneleyim, kusurlarımı telâfi edeyim, günahlarımı affettireyim diye ölmemeyi bir müddet daha isteyecek. Fakat buna imkân verilmeyecek, iş işten geçecek, bu pişmanlık fayda etmeyecek.

İşte fırsat elden gitmeden Mevlâ ile işimizi yoluna koymak için bir birimize acıyalım. Birbirimizi Allah-u Telâ Hazretlerinden ve onun dininden haberdar ederek ahiretin saadet yollarını kazanalım. Onun için Allah Tealâ Hazretleri, Kuran-ı Kerim'de birçok yerlerinde bu tenbihi beyan etmektedir. Bunlardan biriside İbrahim suresinin şu ayet-i kerimeleridir :

(Ey Muhammed!) İnsanları, kendilerine azabın geleceği gün ile uyar. Zira o gün zalimler, "Ey Rabbimiz! Yakın bir süreye kadar bizi ertele de senin çağrına uyalım ve Peygamberlerin izinden gidelim" diyecekler. Onlara şöyle denilecek: "Daha önce siz, sonunuzun gelmeyeceğine yemin etmemiş miydiniz?" ( İbrahim Suresi 44)

Son nefeslerinde ahiret tarafından bir kapı açıldığında zalim olanlar bakacaklar ki bu yolculuk için bir adım bile atmış değiller. Mesele onların bildiği gibi değilmiş. Kur'an'dan, Hadisten, fıkıhtan, akaidden okuyup, beyan edenler doğru söylemiş.

Ayet-i kerimede Cenab-ı Hak zalimlere söylüyor. Zalimler ise hazırlanmayanlardır. Allah Tealâ Hazretleri herkesin sonunda ne diyeceğini biliyor. O zaman onlara Cenab-ı Hak şöyle buyuracak :

"Kendilerine zulmedenlerin yerlerinde oturdunuz. Onlara ne yaptığımız ise size belli olmuştu. Size misaller de vermiştik." ( İbrahim Suresi 45)

Şimdi siz işinizi yoluna koymak için tehir ettirilmezsiniz. Ben Allah olarak ve size asla muhtaç olmayarak sizin için yüzdört kitap indirdim. Birçok Peygamberler gönderdim. Sizse, ibret almadınız.Beni dinlemediniz.Ben de bugün sizi dinlemiyorum.

Ey müslümanlar! İbret almak lazım. Ölüm gelebilir. Herşeyden evvel kendimizi ölüme hazırlayalım. Bundan sonra yapacağımız işleri islamın emrettiği üzere yapalım. Kendi felsefelerimize, kendi kafamıza uymayalım.

Felsefe ve kafa, insanı maksada ulaştırmaktan acizdir. Bu şekilde düşünüp ve böyle bilenlere merhametli olmak gerekir. Çünkü kaybedenler çok büyük şey kaybediyor. Bunlanlarsa çok büyük şey buluyor.

İmam-ı Masum ( Kuddise Sırruhu) Mektubat'ında anlatıyor;
Evliyaullah'dan Ebu Aliyyid Dekkak ( Kuddise Sırruhu ) Hazretleri vefat etti. Vefatından sonra büyüklerden birisi rüyasında gördü ki şiddetle ağlıyor. Yavaş yavaş yanına yaklaşıp kemâli edeple sordu: " Ya Mevlâna niye ağlıyorsun ? Dünyaya geri dönmek mi istiyorsun ? "

Ebu Aliyyid Dekkak ise : " Ey oğul dünyaya geri dönmek istiyorum ama âilemi özlediğim için, onlarla birlikte olmak için değil. Buraya gelince anladım ki, insanlar öyle büyük şeyler kaybediyorlar ki, eğer dünyaya dönebilsem elime bir değnek alır herkesin kapısını çalardım. Çok şeyler kaybediyorsunuz derdim. " buyurdu.

Duymakla görmek bir değildir. Gördükten sonra durumu daha da değişti. Biz de öldükten sonra hakikatı göreceğiz, biz de piman olacağız. Nasıl bu yola daha fazla eğilemedik. Nasıl daha fazla takva sahibi olamadık. Nasıl daha çok okuyup okutamadık diye pişman olacağız.

Azap size gelmeden önce Rabbinize dönün ve O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez. ( Zümer 54 )

Farkında olmadan azap size ansızın gelmeden önce. ( Zümer 55 )

Niçin bu işleri yapın biliyor musunuz ?

Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun ki, kişi, "Allah'ın yanında, işlediğim kusurlardan dolayı vay halime! Gerçekten ben alay edenlerden idim" demesin. ( Zümer 56 )

Yahut, "Allah beni doğru yola iletseydi elbette O'na karşı gelmekten sakınanlardan olurdum" demesin. ( Zümer 57 )

Yahut azabı gördüğünde, "Keşke benim için dünyaya bir dönüş daha olsa da iyilik yapanlardan olsam" demesin. ( Zümer 58 )

(Allah şöyle diyecek: ) "Hayır, öyle değil! Âyetlerim sana geldi de sen onları yalanladın, büyüklük tasladın ve inkarcılardan oldun." ( Zümer 59 )

"Rabinizden siz indirilen ( Kuran'ı Kerim ) e tâbi olun ( uyun ) ve ondan başkalarını veliler ( dostlar ) edinipte kendilerine uymayın. Ne kadar az düşünüyor ( az öğüt tutuyor ) sunuz." ( Araf 3 )

Ya erhamerrahimin, bizi kendi başımıza bırakma. Elimizden tut. Vazifelerimizi hakkıyla yaptır. Sevmediğin işlerden bizleri uzak eyle. Amin!.

Dışı kıpkırmızı elma. ama içi kurt dolu. Görünüşte müslüman ama içi müslüman değil. Böyle olmaya kim razıdır ? Önümüzde ahiret vardır. Cennet vardır.

Ben kısa konuşayım siz uzun anlayın. Hep Avrupa'nın ahlâktan mahrum gençlerine benzemeye çalışıyorsunuz. Eğer bilseydiniz kimlere benzemeye çalıştığınızı kendinizden nefret ederdiniz. Bu ayette büyük mana vardır. Dostumuzu düşmanımızı iyi bilelim.

Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez. ( Hûd 113 )
 
namazla ilgili önemli şidetle okuyun .... ????


Namaz, tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan, belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir. Allah'a karşı tesbîh, ta'zîm ve şükrün ifadesidir.
Namaz, Kur'an'da doksandan fazla ayette zikredilir
sayfaların devamını okuyun
namaz vakitlerindeki sır
Âlem öyle nurlu bir sarmal içinde ki, her an beş vaktin beşi de dünya içinde ayrı ayrı yerlerde yaşanabiliyor. O vakitlerin öyle güzel sırları var ki, bize kulluğumuzu ve ahireti hatırlatıyor.
Namaz, Rabb’imizin “Celal”ine karşı kavlen ve fiilen “Sübhânallah” deyip takdis etmek, “Kemal”ine karşı, lâfzan ve amelen “Allahü Ekber” deyip tâzim etmek. “Cemal”ine karşı da kalben, lisanen ve bedenen “Elhamdülillâh” deyip şükretmektir.
İbâdetin mânâsı da kulun Rabb’ine karşı kendi kusurunu, acz ve fakirliğini görüp her şeyi elinde tutan Yüce Rabb’imizin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Her namaz vaktinde ruhumuzda canlanan şey, tek ve sonsuz olanın O (cc) olduğudur, bakî, sermedî, ebedî olan O’dur. Nurun kaynağı, ebedi saadetlerin sahibi O’dur. Her namaz vaktinde zihnimizde bu duygular sümbüllenir.

Başka bir kapı yoktur. Başımızda ecel kılıcı, ensemizde Azrail’in (as) nefesi bulunmaktadır. Kabrimizi karanlıklar yurdu olmaktan çıkarıp Cennet bahçelerinden bir bahçe haline getirecek olan şey imanımız, amelimiz ve Rabb’imize olan muhabbetimizdir. Ümidimiz O’nun (cc) rızasına, Habibi’nin (sas) şefaatine nail olmaktır. Bu yüzden her bir namaz vaktinde gizlenmiş sırlara vâkıf olmamız gerekir.

Bediüzzaman Hazretleri, namaz vakitlerini izah ederken gece ve gündüzlerin alemin büyük saatinde “saniyeler”, senelerin “dakikalar”, ortalama insan ömrünün “saatler” ve alemin hayat devirlerinin de “günler” hükmünde olduğunu belirtiyor. Yine bunların birbirine baktığını, birbirine misal olduğunu, birbirinin hükmünde olduklarını ve hatırlattıklarını ifade ediyor.




--------------------------------------------------------------------------------

SABAH VAKTİ:
Yepyeni bir başlangıçtır
Sabah tatlı bir neşâ€™edir. Mahmurluk perdesi altında alemde pırıl pırıl tecelli eden yaratılışa aynadır. İmsak vakti, yani sabah namazı vaktinin girmesi, yani şer’i günün başlayışıyla yepyeni bir hayat başlar. Her bir namaz vakti için bir saati göz önüne getirelim (dijital saati değil!). Akrep, sabah namazı vaktini gösterdiğinde o an aynı zamanda, bizim anne karnına düştüğümüz ânı, yine kâinatın yaratıldığı 6 günden ilk günü ve yıl içindeki bahar mevsimini gösterir. Elimizi Allahü Ekber deyip kaldırdığımızda zihnimizde ana rahmindeki halimiz ve kâinatın Rahmetenlil Alemi’nin (s.a.s.) yüzü suyu hürmetine ve yine O’nun (s.a.s.) nurundan yaratılışı canlanır. Tesbih, tahmid ve tekbirlerimiz hep o hale şükür içindir.




--------------------------------------------------------------------------------


ÖĞLE VAKTİ:
Gençlik ateşi ve Cehennem!
Öğlenin şiddetli hararetinin başları yaktığı zaman, yazın en sıcak dönemine, insanda gençliğin söz dinlemeyen en ateşli çağına işaret eder. Yine, öğlenin sıcağı bize hiçbir gölgenin bulunmayacağı mahşer gününü hatırlatır. Kainatın ömründe ise öğle vakti Hz. Âdem’in yeryüzüne iniş dönemine işaret eder.




--------------------------------------------------------------------------------


İKİNDİ VAKTİ:

Ömrün sonu ve sonbahar
İkindi vakti, güneşin renginin sarardığı, batmaya meylettiği zamandır. İçinde sonbahar hüznünü de taşır. Yine, insanoğlunun da artık saçlarına ak düşüp, belinin yavaş yavaş bükülmeye başladığı, dünya lezzetlerinin de “acılaşmaya” başladığı döneme işarettir. İkindi vakti, insanoğlunun ve kainatın son dönemine de işaret eder. Yine, son peygamber olan Efendimiz’in (s.a.s.) vazifeye başlamasıyla âlemin son sürece girişini de hatırlatır. Biz ikindi vaktini yaşarken az sonra güneşin batacağını, yakında kendimizin ve kâinatın da öleceğini düşünürüz. İkindiyi eda edip de her şeyin batmaya doğru gittiğini görürken tek sığınılacak kapının Rabb’imiz ve O’nun Resulü’nün sünnet-i seniyyesi olduğunu tefekkür ederiz.




--------------------------------------------------------------------------------


AKŞAM VAKTİ:

Ölüm ve kıyamet ânı
Artık gün batmıştır. Ferdi olarak imtihanımız bitmiş, son nefesimizi vermişiz. Ne güneşte o cebbar yakıcılıktan, ne de bizde küçük dağları ben yarattım havasından eser kalmıştır. Sonbahar gibi ikindinin tatlı serinliği geride kalmış, güneş kaybolmuş, hafif bir kızıllık dışında ondan hiçbir eser görünmüyor. Az sonra günle birlikte biz de karanlıklara karışmış olacağız. “Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde...” (Tekvir, 81/1-3) ikazları kulaklarımızda çınlıyor. Akşam ezanı okunduğunda ve namaz için ellerimizi kaldırdığımızda sanki kendi cenaze namazımızla birlikte tüm kainatın cenaze namazını da kılıyor gibi oluruz. Önümüzdeki tabutta hem geride kalan gün, hem sonbahar mevsimi, hem kendi cesedimiz, hem de tüm canlıların naaşı vardır. Bu namaz bu kadar hüzünlüdür. Artık geriye dönüş yoktur. Alem susmuş, Sûr üfürülmüştür. Bütün diklenişler, bütün ceberrutluklar son bulmuş, müthiş bir sessizlik, alemi kaplamış, İlahi kader ânı beklenmektedir. Geriye dönüş artık mümkün değildir ve “keşke”ler, “eyvah”lar dönemi başlamıştır.




--------------------------------------------------------------------------------


YATSI VAKTİ:
Büyük sessiz karanlık
Artık geride kalan ne güne ne mevsimlerin tatlılığına, ne de insan olarak “yaşadığımıza” dair hiçbir iz yok. Gündüzün ne sıcağı ne de ışığı kalmış. Bizim için de acı son gerçekleşmiş. Kimse, kendi torunlarımız bile bizi hatırlamıyor, çoğu ismimizi bile unutmuş. Hayat susmuş, kainat dahi ölmüş. Toprağın üstündeki tüm cıvıltı, kargaşa sona ermiş. Herkes hesap gününü bekliyor. İşte bu kadar karanlıklar içinde o geceyi ancak “teheccüd”ümüz aydınlatabilir, bize yoldaş olabilir. O karanlıkları aydınlatacak yegane nur kaynağı odur.




--------------------------------------------------------------------------------


İKİNCİ SABAH VAKTİ:
Ba’sü ba’del mevt
Yeni doğan güneş ise haşrin sabahını ihtar eder. Sur yeniden üfürülmüş, ruhlar yeniden iade edilmiş, milyarlarca insan haşir meydanında toplanacak, ölüler yerden bitkiler gibi bitirilecek. İşte bu şuurla kılınan namazın kişiye faydası olur. “Desinler”, “görsünler” için kılınan namazın kimseye faydası olmadığı gibi maalesef zararı da olacaktır. Evet şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı, ne kadar mâkul ve lâzım ve kat’î ise, haşrin sabahı da, berzahın baharı da o kesinliktedir.


İşte bu beş vaktin her birinde bir mü’him, inkılâp başındadır
 
Sen Namazı Boşver, Benim Kalbime Bak ?!!



BENİM KALBİM TEMİZ”, “Sen benim kalbime bak”, “İçin temiz olsun yeter” gibi sözlere sığınan bazı insanlar, ibadeti, namazı, tesbihi, zikri pek önemsemez, “olmasa da olur” gibi bir yaklaşım sergilerler.

Oysa kalbin sahibi ALLAH’tır.

Kalbi kim yaratmışsa, onun temizlik hükmünü de ancak O verir. Bunun için bir insanın kendini “temize çıkarması” yetmez. Üstelik temize çıkarmakla da temize çıkmış olmaz; gerçekte temiz olmalı.

Bu düşünceye sahip olan kişileri Kur’an anlatırken der ki:


“Görmüyor musun, kendisini temize çıkaranları? Oysa Allah dilediğini temize çıkarır, hiç kimse de kıl kadar haksızlığa uğramış olmaz.” (Nisa, 4:49)


Mütevazı olan kimse “Ben mütevazı bir kişiyim” diyemez, ihlâslı olan kişi de “Ben ihlâslı bir insanım” diyemeyeceği gibi…
Yine bir kimse, “Ben iyi bir adamım”, “Ben hayırlı bir kimseyim” diyerek kendini öne çıkaramaz, çıkarmaması gerekir.

Bu açıdan “Ben temiz kalpli bir kişiyim, benim kimseye bir kötülüğüm yok” gibi sözlerle bir insan kendini anlatamaz. Çünkü kim bu faziletleri sahiplenerek dile getirirse, o faziletlerden yoksun olduğu ortaya çıkar.

Kur’an’ın ifadesiyle, “Siz kendinizi temize çıkarmayın. Kimin takva sahibi olduğunu en iyi O bilir.” (Necm, 53:32)

“Temize çıkmak” Allah katında hâlis ve takva sahibi bir kul olmak anlamına geliyor. Bir insan takva sahibi olmaya çalışır, takva üzere bir hayat yaşar, ama kimin gerçek anlamda muttaki olduğunu ancak Allah bilir. Bu da ancak Allah’ın lütfu ve rahmeti sayesinde olur.

“Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, ebediyen hiçbiriniz temize çıkamazdınız. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır” (Nur, 24:21) âyeti bu gerçeği dile getirirken, insanın sahip olduğu bütün nimetlerin, manevî hallerin, ahlakî üstünlüklerin bütünüyle Allah’ın bir ikramı ve ihsanı olduğunu anlatıyor.

Âlâ Suresi’nde ise, “Temize çıkan kurtuluşa erdi” âyetinin devamında, “Rabbinin adının anıp namaz kılan” âyeti gelir ki, gerçek anlamda temizliğin iman ve namazdan geçtiği bildirilir.

Zaten Kur’an’da imanla birlikte namazın geçtiği, imanla namazın peş peşe, yan yana bulunduğu birçok âyet vardır.

Kalbin temizlenmesi, ruhun arınması, nefsin ıslahı ve insanın terakki etmesi/yücelmesi imanla ve ibadetle mümkün olur.

Bazı kimseler, kalp temizliğini sadece, insanlar hakkında bir kötülük düşünmemek yahut yardımsever olmak gibi basit bir çerçevede anlıyorlar. Bununla da kalmayıp, insanlara iyi davranmakla, ibadet sorumluğundan kurtulduklarını sanıyorlar. Bu düşünce, şeytanın bir oyunu ve tuzağıdır, nefsin de bir aldatmacasıdır.

Bu kişiler, namazında niyazında olan bazı kimselerin, İslam’ın ruhuna aykırı düşen, başkalarına zarar veren davranışlarını tespit ediyorlar. Bunu bahane ederek, “Bak, bu kişiler namaz kıldıkları halde şu şu hataları da yapıyorlar. Ben böyle bir ikilem içine girmektense, namazı hiç kılmam daha iyi” diyerek kendi namazsızlıklarını bir özür olarak öne sürebiliyorlar.

Bir defa, farzlarda yorum yapmaya hiç gerek yoktur. Onlarda yanlış yorum yapmaya ve gerçeği saptırmaya da kimsenin hakkı yoktur. Çünkü ortada yoruma açık bir durum söz konusu değil. İnanan bir insanın yerine getirmesi gereken en önemli ve en hayatî ibadet namazdır. Kendi tembelliğini, kendi ihmalini bahane göstererek “kalp temizliğini” öne sürüp namazı gereksiz görmek bir akıl mantık işi değildir.

Karşınızda açlıktan kıvranan bir yoksul duruyor, hemen yanında da para içinde yüzen zengin birisi. “Bu adama niçin yardım etmiyorsun?” diyecek oluyorsunuz. O da “Siz benim yardım etmediğime bakmayın, benim kalbim şefkat dolu, merhamet dolu” diye karşılık veriyor.

Şefkat ve merhamet, kalbe ait birer güzelliktir. Fakat şefkat ve merhamet ancak aç ve fakir insanlara yardım edince kendini gösterir.

İmanın da bu şekilde bir ortaya çıkışı vardır. Kalbin, Allah’ın emirlerine itaat etmesi bir güzelliktir. Bu güzelliğin belirtisi ve ispatı ise ibadettir.

Kalplerinin temizliğini iddia ederek ibadetten kaçanların büyük çoğunluğu, nefsine uyarak ruhlarını karartan ve maddeden başka bir şey görmeyen insanlardır.

Bir insan, namaz kıldığı halde nefsini yenememişse, işlerini Rabbinin emirlerine göre düzenleyememişse, bu adam namazın ruhuna erememiş demektir. Ama o kul, bu hatasını namazı terk ederek tedavi edecek değildir. Bunun yolu yine namazdan geçer. Bu adam namazını böylece kılmaya devam etse de, özlenen o kemal noktaya varamadan ölse ne olur?

Mahşerde, o büyük hesap gününde, namazının sevabı da tartılır, işlediği hataların günahı da... Neticede, günahları galip gelse ve cehenneme gitse de, sonunda yine cennete döner. Ama elbette oradaki makamı da o noksan namazına uygun olacaktır.

O mizanda, zerre kadar iyilik de kötülük de tartılacaktır. Biz, “kalbimiz temiz” diyerek nefsimizi başköşeye oturtup başkalarının günahlarına bakacağımıza, kendi noksanlarımızla ilgilensek ve onları tamamlamaya gayret göstersek o gün daha kârlı çıkarız.

Biz o âlemde, başkalarının hatası nispetinde değil, kendi sevabımız miktarınca derece alacağız. Başkasının noksanlığı bizi yükseltmeyecek. Bu dünyada bile onun misallerini yaşamıyor muyuz?

Bir meyveye elimiz erişmediği zaman, ayağımızın altına bir şeyler koyuyor ve ona ulaşıyoruz. Yoksa boyu bizden daha kısa olanlara bakmakla midemize bir şeyler gitmiyor.

Geliniz, hayalen mahşere gidelim:

“Günahkâr bir kimse ister ki o günün azabından (kurtulmak için) oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barındıran sülalesini ve yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak versin de tek kendisini kurtarsın.” (Mearic, 70:11-15)

Şimdi bu âyetin sergilediği tabloyu birlikte seyredelim. En yakınlarımızı bile feda etmemizin para etmeyeceği o meydanda, başkalarının kusurlu oluşunun bize bir fayda sağlamayacağını iyice anlayalım.

Sonra dönelim dünyaya, kendimize gelelim. Kusurlarımızı görüp, noksanlarımızı bilelim. “Senin kalbin temiz” diyerek bizi oyalamaya çalışan ve ibadetten uzaklaştıran nefsimizi en büyük düşman tanıyalım. Onunla çarpışalım. Zaman en büyük sermaye. Onu başkalarını tenkide değil, kendimizi tekmile sarf edelim. (*)

Bu açıdan namazı küçümser bir tavır içinde bulunmak insanı tehlikeye götürür, imanını zedeler, dinî hayatını uçuruma sürükler. Zaman içinde İslamî hassasiyeti de azalarak kendisini bütünüyle şeytana bir oyuncak haline getirir.
 
Efendimiz'den (s.a.s.)en güzel nasihatler


bir adam,nebi(a.s.)'e gelerek,"size dünya ve ahiretle alakalı soracak sorularım var" dedi.efendimiz:"ne istiyorsan sor."buyurdular.o zat da şu sorularına başladı:


*ey allah'ın peygamberi! Ben insanların en alimi,en bilgilisi olmak istiyorum.ne yapmalıyım?/allah'tan çok korkup takva dairesi içine girersen insanların en alimi olursun.


*insanların en zengini olmak istiyorum/ kanaatkar olursan insanların en zengini olursun.


*insanların en hayırlısı olmak istiyorum./insanların en hayırlısı,faydalı olandır.sen de insanlara faydalı ol.


*insanların en adaletlisi olmak istiyorum./kendin için istediklerini insanlar için de istersen insanların en adili olursun.


*insanlar içinde allah'a en yakın,o'nun en has kullarından olmak istiyorum./allah'ı çok zikredip,anar -hatırlarsan o zaman allah'ın en has kulu olursun.


*muhsinlerden,iyilik edenlerden olmak istiyorum./allah'a o'nu görüyormuş gibi ibadet et,her ne kadar sen o;'nu görmesen de o seni görüyor.


*imanımı kemale erdirmek istiyorum./güzel ahlaklı olursan imanın kemale erer.


*allah'ın emirlerine itaat eden kullarından olmak istiyorum./allah'ın farzlarını yerine getir,itaat edenlerden olursun.


*allah'a günahlarımdan arınmış,tertemiz olarak gitmek istiyorum./cünüp olduğunda tertemiz olacak şekilde gusül abdesti al,kıyamet günü üzerinde hiçbir günah olmaksızın allah'a kavuşursun.


*kıyamet günü nur içinde haşrolmak istiyorum./hiç kimseye zulmetme,kıyamet günü nur içinde haşrolursun.


*rabb'imin bana merhamet etmesini istiyorum./önce kendine ve insanlara merhamet et ki;allah(a.c.) da sana merhamet etsin.


*günahlarımın azalmasını istiyorum./istiğfar ederek günahlarının bağışlanması için allah'a yalvarırsan,günahların azalır.


*insanların en kerimi olmak istiyorum./allah'a kullarını şikayet etmezsen insanların en kerimi olursun.


*rızkımın bol olmasını istiyorum./temizliğe devam edersen rızkın bol olur.


*allah(a.c.) ve rasulü(a.s.) tarafından sevilmek istiyorum./o zaman allah ve rasulünün sevdiklerini sev,sevmediklerini de sevme.


*allah'ın bana kızmasından kendinmi korumak istiyorum./kimseye kızmazsan allah'ın gazabından ve kızmasından kurtulursun.


*duamın kabul olmasını istiyorum./haramlardan sakınırsan duaların kabul olur.


*allah'ın beni başkalarının yanında rezil etmemesini istiyorum./namusunu koruyup iffetli ol ki;insanlar yanında rezil olmayasın.


*allah'ın ayıplarımı,kusurlarımı örtmesini istiyorum./kardeşlerinin ayıplarını örtersen allah da senin ayıplarını örter.


*benim günahlarımı ne siler?/gözyaşların.hudüun(saygıyla allah'a kulluğun)ve hastalıklar.


*allah(c.c.) yanında hangi iyilik daha faziletlidir?/güzel ahlak,tevazu,belalara sabır ve kazaya rıza.


*allah(a.c.) yanında en büyük günah hangisidir?/kötü ahlak ve allah'ın emirlerine karşı gösterilen cimrilik.


*rahman allah'ın(a.c.) gadabını ne dindirir?/gizliden gizliye sadaka vermek ve sıla-ı rahim (akrabaları ziyaret,görüp-gözetmek)


*cehennem ateşini ne söndürür?/oruç....
 
Dört mesele


muaz (r.a.)diyor ki:"kul,kıyamet günü dört meseleden sorguya çekilmedikçe hesap yerinden ayrılamaz":

1-vücudunu nerede eskittiğinden ,

2-ömrünü nerede tükettiğinden,

3-malını nereden kazanıp,nerelerde harcadığından,

4-ilmiyle nasıl amel ettiğinden.

Muaz (r.a.)şöyle diyordu:"dilediğiniz kadar bilgi sahibi olun,amel etmediğiniz sürece allah sırf ilminizden dolayı size ecir vermez."

enes (r.a.)de şöyle diyordu:"öğrenmek istediklerinizi istediğiniz kadar öğrenin! öğrendiklerinizle amel etmedikçe allah sırf ilminizden ötürü size ecir vermez.gerçek bilginleri,öğrendiklerini kavrama ve amel etmek ilgilendirir.bilmeyenlerin gayesi de sadece rivayet (duyduklarını nakletmek)tir."
 
Sen "Sen"den ayrı düşünce

Dünyaya bak!..
Sonra daralt pencereyi; yaşadığın ülkeye..
Ve şehrine...Sonra evine..
Daha daralt -

ya da genişlet kainat kadar -
İçine, SANA bak!..

Ne görüyorsun?..
Keşmekeş, bin çeşit huzursuzluk,
gözyaşı, ızdırap..MI?..

Öyleyse düşün; Neden?..
Neyi kaybetti ki insan?..
Ve.. neyin sancısında?..

Ya da neyi bulamıyor ki?..

O'nu mu?..

Cevaplar bin gizemli sır içinde..
Arala perdeleri..

Ötene, ötelere bak!..

Bil ki O;
Sana senden de yakın..

Sana en Sevgili..
En merhametli..

O, Sen bıraksan da seni,
Seni asla bırakmayandır..

Kulak versen mahlûkâta;
O akışa, O çağrışa, O yanışa....

Başın döner, mest olursun O'nu tesbihlerinden..

Yani?..

Yani; O daima hazır ve nâzır..

Gâib olan SEN sin...

O hep SEN de.. SENINLE...

Göremesen de aslında sen de maddeten,
her an O'nunlasın,
Zerrelerinin tek tek şehâdetiyle...

Öyleyse?...
Sorgula içini!...

Sen! SEN NERDESIN?..
Bir sen vardır sende senden içeru..

İşte anla;
Ayrı düşünce Senden,
Sen O'ndan ayrı düştün...

NERDESIN?..
Ara Seni..

Bil ki;
Seni bulduğunda O'na kavuşacaksın...

Bil ki;
O'nu bulmanın yolu, Seni aramaktır.
Durma!

Çok geç olmadan ARA Seni....
Ki, O'nu bulasın..Âleme sultan olasın..

Ve...
Ol cümlesi, şu sırdandır;


Kim ki kendini bildi,
işte o Rabbini bildi..
 
Dünyadakiler birbirini yiyor


Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için, dünyadakiler birbirini yiyor.

* İnsanda hayallerin, ideallerin yerini anılar almaya başlamışsa, yaşlılık başlamış demektir.

* Kalb ne ile dolu ise dudaklardan dökülen odur.

* Öyle adamlar gördüm üstünde elbisesi yok, öyle elbiseler gördüm içinde adam yok.

* Para her şeyi yapar diyen adam, para için her şeyi yapan adamdır.
* İstediğiniz bazı şeylere sahip olamamak, mutluluğun bir parçasıdır.

* Küçük şeylere gereğinden çok önem verenler, elinden büyük iş gelmeyenlerdir.
* Birçok insan mutluluğu burnunun üstünde unuttuğu gözlük gibi etrafta arar.

* İnsanların yaptığı sahte paralardan çok, paraların yaptığı sahte insanlar vardır.
* İnsanlar sahip olduklarını küçümser, sahip olmadıklarını önemser.

* Dal rüzgarı affetmiştir ama, kırılmıştır bir kere.
* Söz kalbden çıkarsa kalbe kadar gider, dilden çıkarsa kulağı aşamaz.

* Bildiğini bilenin, arkasından gidin. Bildiğini bilmeyeni, uyandırın. Bilmediğini bilene, öğretin. Bilmediğini bilmeyenden, kaçın.

* Gül sunan bir elde daima biraz gül kokusu kalır.
* Zaruret olmadıkça başkalarına iş havale edilmez.

* İnsanlar arasında ihtilaflar zuhur etmesinin sebebi, herkesin dünya menfaatini düşünüp, ona göre hareket etmesidir.

* İtirazdan küfür kokusu gelir. Peki demek ruhun, itiraz etmek nefsin isteğidir.
* İslamiyet peki demektir. Nefs hayır demektir.

* İtaat akıldandır. Her akıldan daha üstün akıl vardır.
* Şöhretin insana vereceği şey sıkıntıdır.

* Bir baba evlatlarının iyi geçinmesine çok memnun olur. Allahü teâlâ da kullarının iyi geçinmesine sevinir. O halde herkes ile iyi geçinin.

* Sakın beddua etmeyin.
* İnsan demek aciz demektir.

* Ne kadar seversen sev, bir gün ayrılacaksın.
Ne kadar toplarsan topla, bir gün bırakacaksın.
Ne kadar yaşarsan yaşa, bir gün öleceksin.
Ne yaparsan yap, bir gün hesabını vereceksin.
 
CEHENNEM DAVETCİLERİ



Bu saptırıcı imamların, kendilerine uyanları cehenneme götüreceklerine dair Kur’an-ı kerim’de apaçık ilâhî hüküm vardır.

ALLAH-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:

“Zâlimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak!”

(Kasas: 40)

Hepsi de helâk olup gittiler.

Cürümlerinin cezasını kat kat gördüler.

Yaptıkları yanlarına kâr kalmadı.

Onlar arkalarına taktıkları kimseleri cehenneme götürecek işleri yapmaya dâvet ediyorlardı.

Onları ilâh edinerek tâbi olanlar da bilgisizce peşlerinden yürüdüler.

“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.”

(Kasas: 41)

Kendilerine teveccüh eden azabı hiçbir kimse onların üzerinden kaldıramayacak.

Ahiret rüsvaylığının yanısıra dünya rüsvaylığına çarptırılacaklar.

ALLAH-u Teâlâ’nın, meleklerin ve müminlerin lâneti üzerlerine olacak, rahmet-i ilâhîden tardedileceklerdir.

“Bu dünyâ hayatında biz onların peşine bir lânet taktık. (Daima lânetle anılacaklardır.)

Kıyamet gününde ise onlar çirkinleştirilip iğrenç kimselerden olacaklardır.”

(Kasas: 42)

Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Hem burada hem kıyamet gününde lânete uğratılırlar.

Ne kötü yerdir onların götürüldükleri yer!”

(Hud: 99)

ALLAH-u Teâlâ’nın hükmünü umursamayan, kendi zannını hüküm yerine koyanlar var ya!

İşte bu Âyet-i kerime’lerde açıkça görülüyor ki ALLAH-u Teâlâ bunlardan nefret ediyor, lânet ediyor.

Bu öyle bir lânettir ki, ahirette çok çirkin sıfat-ı hayvaniyede görünecekler, pek iğrenç bir halde teşhir edileceklerdir.

ALLAH-u Teâlâ kıyamet gününde ateşin başında durduruldukları, oranın hâl ve ahvâlini gördükleri, o büyük korkuları gözleri ile müşahede ettikleri zamanki durumlarını Âyet-i kerime’lerinde haber veriyor:

“Ateşin kenarına getirilip durdurulduklarında:

‘Ah ne olurdu, keşke dünyâya geri çevrilsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, inananlardan olsak!’

dediklerini bir görsen!”

(En’am: 27)

Fakat bütün bu temennileri neticesiz kalır.

ALLAH-u Teâlâ onların tıynetlerini ve bâtıl üzerindeki ısrarlarını hiç süphesiz bilmektedir.

Bu temennilerinin şaşkınlıktan ileri geldiğini, pişmanlıklarında samimi olmadıklarını Âyet-i kerime’sinde beyan buyuruyor:

“Hayır! Evvelce gizleyip durdukları işleri karşılarına çıktı da onun için böyle söylüyorlar.

Eğer geri döndürülselerdi, yine kendilerine yasak edilen şeyleri yapmaya devam ederlerdi.

Çünkü onlar gerçekten yalancıdırlar.”

(En’am: 28)

Onlar iman etmeyi arzu ettiklerinden dolayı dünyaya dönüşü istemiş değillerdir.

Azaptan korktukları için ve kendilerini kurtarmak için istemektedirler.

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Onlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır.”

(Âl-i imran: 105)

Onlar cehennem azabına giriftar olacaklardır.
 
ALLAH HARAMDAN KAÇANI KORUR


Ünlü hükümdar Timur'dan sonra yerine geçen oğullarından Şahruh (XV. y.yıl) babasının tersine bilime ve bilgine değer veren, dindar, halim, selim biriydi. Bilginlerle oturup kalkmaktan zevk alırdı. Şahruh'un çevresindeki bilgin kişilerden biri de Nimetullah Efendi idi. Aynı zamanda evliyadan olan Nimetullah Efendi'nin dilinden düşürmediği
bir söz vardı: "ALLAH haramdan kaçanı korur" (Yani kişi haramdan kaçarsa ALLAH ona haram yedirmez, nasip etmez, demek istiyordu.)
Bu sözü sık sık tekrar eder, bununla biraz da hükümdar ve adamlarını uyarmak amacı güderdi. Şahruh da bunun her zaman mümkün olmayacağını, insanın bazen bilmeden de harama el uzatabileceğini ileri sürerdi. Şahruh bir gün sarayında özellikle Nimetullah Efendi'yi ağırlamak üzere bir ziyafet düzenledi. Başta hükümdar ve Nimetullah Efendi olmak üzere davetliler sofraya oturdular. Baş yemek kehribar gibi kızarmış bir kuzu çevirmesiydi. Herkes gibi Nimetullah Efendi de iştahla yiyor, yedikçe "ALLAH haramdan kaçanı korur" sözünü tekrarlayıp duruyordu. Hükümdar ve adamları da bıyık altından gülüyorlardı. Nihayet yemek bitti. Şahruh Nimetullah Efendi'ye sordu:
- ALLAH haramdan kaçanı her zaman ve her durumda korur mu?
- Evet korur, haramdan kaçana ALLAH haram nasip etmez.
- Ama hocam seni korumadı, sende bizimle birlikte haram yedin.
- Hayır, ben haram yemedim haramı siz yediniz.
- Boşuna iddia etme hocam, sofrada yediğimiz kuzuyu benim adamlarım çalmıştı, hırsızlık malıydı o...
- Olabilir, size haramdı, ama bana helaldi. Hükümdar lahavle çekti:
- Nasıl olur hocam, çalınmış bir kuzu bize haram, sana helal?
Nimetullah Efendi sözünü bağladı:
- Eğer inanmıyorsanız, kuzunun sahibini bulun sorun...
Gerçekten hükümdarın adamları çaldıkları kuzunun sahibini buldular. Yaşlı bir kadındı kuzunun sahibi. Kuzuyu çaldıklarını, pişirip yediklerini itiraf ettiler ve parasını ödemek istediklerini söylediler. Kadın parasını almayı reddetti ve kendilerine beddua etti.
- Ben o kuzuyu parası için değil, bu havalide Nimetullah Efendi diye mübarek bir zat varmış, ona ikram etmek için yetiştiriyordum, diye açıklamada bulundu.
 
KÜSME MÜSLÜMANIN SAKINMASI GEREKEN BİR CAHİLİYE AHLAKIDIR



Kuran’dan uzak insanların ahlakının en belirgin özelliklerinden birisi “küsme”dir. Küsme, insanların birçoğunun hoşlanmadıkları durumlarla karşılaştıklarında, öfkelendiklerinde, sinirlendiklerinde, karşı taraftan bekledikleri tavrı görmediklerinde geliştirdikleri bir ‘karşı tavır’ türüdür. Kuran ahlakında yeri olmayan bu tavır, insanların çocuklukta öğrenip geliştirdikleri bir kötü ahlak özelliğidir. Ailelerinden, arkadaşlarından, çevrelerinden bu özelliği görerek büyüyen çocuklar, bir süre sonra bu tavrı daha da geliştirerek karakterlerinin bir parçası haline getirirler. İstediği oyuncak alınmadığında ya da istediği yere gezmeye götürülmediğinde bir çocuk anne-babasına küser. Bir arkadaşına öfkelendiğinde arkadaşına, haksızlık yaptığını düşündüğünde kardeşine, çok ödev verdiğini düşündügünde öğretmenine ve bunun gibi hayatında yer alan bir çok kişiye karşı küsme eylemini geliştirerek büyür. Cahiliyenin bu ahlakıyla büyüyen insanlar yetişkinliklerinde de bu ahlakı göstermeye, kendi iş arkadaşlarına, çocuklarına veya komşularına küserek yaşamaya devam ederler.


İnsanların birçoğu küsmeyi bir yaşam şekli haline getirirler. Konuşmak, soru sormak, dinlemek gibi, küsme de günlük hayatın içinde yer alan bir tavır haline gelir. Böyle insanlar ölürken de birçok kişiyle küs olarak ölürler.

Çocukken şuur sahibi olmamanın ve dünyayı, insanları tanımamanın sonucunda oluşan bu tavrı, yetişkin, olgun ve aklıbaşında her insanın mutlaka terk etmesi gerekmektedir. Bu da ancak Kuran’da Allah’ın bizden istediği ahlakı göstermekle, olaylara Kuran’ın gösterdiği bakış açısıyla bakmakla mümkündür.


Müslüman böyle bir ahlaktan neden kaçınmalıdır?

Müslümanın cahiliye ahlakına ait bu özelliğe karşı hem çok dikkatli olması hem de böyle bir ahlak göstermekten şiddetle kaçınması gerekmektedir. Çünkü herşeyden önce küsme dine uygun bir tavır değildir. Allah’ın Kuran’da bizlerden göstermemizi istediği ve Kuran’da tarif edilen üstün ahlaktan çok uzak bir tavırdır. Allah’ın beğenmediği ve razı olmayacağını bildirdiği bir karakter bozukluğudur. Ancak elbette küsme dendiğinde yalnızca çocuklukta olduğu gibi hiç konuşmama, birşey sorulduğunda başını diğer yöne çevirme gibi davranışlar algılanmamalıdır. İnsan küstügünde karşı tarafla konuşmak, sorulara cevap vermek, zorunlu durumlarda gereken diyaloğu kurmak durumunda kalabilir. Küsme, insanın karşısındakiyle olan samimi, içten insani bağlantısını koparmasıdır. Sevgisini, saygısını, şefkatini, merhametini ifade etmesini, birinci dereceden bir ruh bağlantısı kurmasını engelleyen, insanı karşısındakinden uzaklaştıran bir ruh halidir. Küsme, insanın küstüğü kişiyle arasında manevi bir boşluk oluşturur; şefkat, merhamet hissini yok eder. Kişinin üzerinde negatif bir elektrik meydana getirir. Ruhta oluşan bu manevi boşluk insanın yüzüne, konuşmalarına, bakışlarına etki eder. İnsan küstüğü kişiye güzel, anlamlı bakamaz, vicdanı rahat olmadığı için bakışlarını kaçırır, samimi konuşamaz, karşısındakini övemez, onun güzel özelliklerinden dolayı mutlu olamaz.

Küsme her yönüyle insana zarar veren bir tavırdır. Allah Kuran’da insanlardan nasıl bir ahlak göstermelerini istediğini bildirmiştir. Küsme Kuran’ı yaşamayan ve Allah’ın istediği ahlaktan uzak insanların gösterdiği bir tavır bozukluğudur. Müslüman Allah’ın razı olmayacağı bu ahlaktan şiddetle sakınmalıdır. En başta Allah’ın razı olmayacağını bilmek, kişinin sakınmasını sağlayacak en önemli sebeptir.

İnsanın böyle bir tavır içerisine girdiği anlar, Kuran ahlakından uzaklaştığını gösterir. 1 saat, 1 gün, 1 hafta veya 1 dakika ne kadar sürerse sürsün, insan bu ahlakı gösterdiği zaman süresince Allah’ın istemediği bir tavrı yapmakta ve o zaman dilimini kayıp içerisinde geçirmektedir. İnsanın Allah’ı düşünürken, Allah’ın kendisine şahdamarından bile daha yakın olduğunu bilirken böyle bir tavra girmesi mümkün değildir. Böyle zamanlar insanın büyük olasılıkla Allah’ın yakınlığını, Allah’a hesap vereceğini unuttuğu ve vicdanının sesini gözardı ettiği anlardır. Örneğin insan Müslüman kardeşine küserek geçirdiği 1 saati, Allah’ın ahirette karşısına kendisinden hoşnut olmadığı bir an olarak çıkaracağını bilse, böyle bir tavra cesaret edemez. Allah’ın Enam Suresi’nin 162. ayetinde, “De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." sözleriyle bildirdiği gibi, Müslüman hayatının her anını Allah için yaşar ve Allah’ın istemediği bir tavrı göstererek tek bir saniye bile geçirmekten kaçınır. Bu yüzden Müslümanın Allah’ın istemediği her tavırdan uzak durması, dikkatini açması ve iradesini, gücünün yettiği ölçüde kullanması gerekir.

Küsmenin insana getirdiği zararlardan birisi de, kişinin neşesini, sevincini yok etmesidir. Oysa sevinç ve iş neşesi Allah’ın Müslümana hem dünyada hem de asıl hayatları olan ahirette verdiği en büyük nimetlerdendir. Müslümanın dünyada da kesintisiz olarak ahiret neşesi içinde olması gerekir. Küsme insanın neşesini, sevincini ve coşkusunu ortadan kaldırır; içine kapanmasına, sürekli bir öfke haline ve gerginliğe sebep olur. İnsan bu şekilde kendisine zulmetmiş ve kendisini mutsuz edecek, neşesini engelleyecek bir ahlaka kendi kendisini itmiş olur. Müslümanın böyle bir tehlikeye karşı uyanık ve temkinli olması, cahiliyeden getirilen bu ahlakı üzerinden tamamen atması gerekmektedir.

Müslümanı bu ahlakı göstermekten alıkoyacak en önemli sebeplerden birisi de, insanın dünyadaki vaktinin küsmeye ayrılamayacak kadar kısa ve geçici olmasıdır. Müslümanın dünyada geçirdiği zamanın her dakikası, her saniyesi çok değerlidir. Bu geçirilen son derece kısa zaman diliminin her saniyesi, Allah’ın hoşnut olmasıyla sonsuz bir cennet hayatına veya Allah’ın razı olmaması sonucu ebedi bir cehennem hayatına dönüşebilir. Bu yüzden Müslüman, her an bitebilecek olan dünya hayatının her anında Allah’ı razı etmeye, Allah’ın beğendiği ahlakı göstermeye çalışmalıdır. Küsmenin Allah’ın beğenmediği bir tavır olduğunu bilerek, bir an dahi olsa Allah korkusunun gücüyle bu tavra cesaret etmemelidir.


SONUÇ

Küsme Kuran’dan uzak insanların yaşadığı cahileye ahlakının bir parçasıdır ve Allah’ın beğenmediği bir ahlak özelliğidir. Allah’tan korkan ve samimi iman eden Müslümanlar ahlaklarında bu özelliğin en ufak bir parçasına bile yer vermekten kaçınırlar. Müslüman bu tavrın hiçbir şeye bir çözüm olmadığının, insana manevi olarak büyük kayıplar verdiğinin, kişinin dini samimi olarak yaşamasının önünde engel oluşturduğunun bilincindedir. Samimi ve yalnızca Allah rızasına dayalı bir sevgi ve dostlukta küsmeye yer olmadığının; ihlasla iman eden bir kişinin küsmeye güç bulamayacağının farkındadır. Müslüman herşeyin çözümünü, her sorunun cevabını Kuran’da bulur. Kuran dışında cahiliye kurallarına, cahiliye ahlakına yönelmekten sakınır. Allah Maide Suresi’nde hükmü en güzel olanın Rabbimiz olduğunu bizlere şöyle bildirmektedir:


Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel olan kimdir? (Maide Suresi, 50)
 
Din Olmazsa Sosyal Sistem Nereye Gider ?


Dinsiz bir ortamda öncelikle aile kavramı ortadan kalkar. Aileyi oluşturan sadakat, vefa, bağlılık, sevgi ve saygı gibi değerler tamamen yok olur. Unutulmamalıdır ki aile, toplumun temelidir ve
eğer aile çökerse toplum da çöker. Dolayısıyla devlet ve millet olmanın bir anlamı kalmaz, çünkü devleti ve milleti oluşturan tüm manevi değerler yıkılmış olur. Ayrıca dinsiz toplumlarda kimsenin kimseye saygı, sevgi ve merhamet
duyguları duyması için bir neden kalmaz. Bunun sonucunda ise sosyal anarşi oluşur. Zenginler fakirlere, fakirler zenginlere kinlenir, sakat veya muhtaç olanlara karşı kızgınlık oluşur. Farklı kavimlere karşı saldırgan olunur, isçiler patronlarına patronlar isçilerine, baba okula oğul babaya karşı saldırganlaşır. Sürekli kan dökülmesinin, gazetelerdeki "uçuncu sayfa haberleri"nin nedeni dinsizliktir. Bu haberlerde her gün gözünü kırpmadan ve çok sıradan sebeplerle birbirlerini öldüren kişilerin haberleri verilir.Oysa ahrette hesabini vereceğini bilen bir insan, silahı başka bir insanin yüzüne doğrultup onu öldüremez. Allah'tan korkar ve kötü
hesaptan kaçınır. Allah insanları bozgunculuk çıkarmaktan Kur'an'da şöyle men etmiştir:

Düzene konulmasın (ıslah)dan sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesat) çıkarmayın; O'na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır. (Araf Suresi, 56)

İntiharların bu kadar yaygınlaşmasının temelinde de dinsizlik vardır. İntihar eden aslında cinayet islemiş olur. Örneğin kız arkadaşı kendisini terk ettigi için intihar etmeye kalkışan kişi sunu
düşünmelidir: O kız sakat kalsa, yaslansa veya yüzü yansa onun için intihar etmeyi düşünür muydu? Elbette düşünmezdi ama bakımlı ve
sağlıklı gördüğünde onu gözünde büyütür, Allah'tan, ahretten ve dinden daha önemli görerek onu Allah'a ortak koşmuş olur. Onun için
ölmeyi göze alır. Ama Kur'an'a bağlı bir insan bunu kesinlikle yapmaz, böyle bir düşünceyi bir an olsun aklından dahi geçirmez. İnanan bir insan ancak Allah rızası için yasar ve Allah'ın kendisine dünyada verdiği her turlu zorluk ve sıkıntı karşısında sabreder. Ve bu sabrın
karşılığını hem dünyada, hem de ahrette kat kat fazlasıyla alacağını unutmaz.Dinsiz toplumlarda hırsızlık da çok yaygın olur. Hırsızlık yapan
kişi eşyasını çaldığı kişiye nasıl bir sıkıntı verdiğini düşünmez. Karşısındaki kişinin 10 yıllık emeğini 1 gecede alıp gider, o kişinin ne kadar mağdur olacağını hiç hesaplamaz. Karşısındaki
kişiye acı verdiği gibi kendisi de vicdan azabı ile ayrı acı çeker. eğer vicdan azabı çekmiyorsa bu, onun için daha da kötüdür. çünkü böyle bir insan her turlu ahlaksızlığa açık hale gelmiş demektir.
Dinsiz toplumlarda misafir ağırlama, insanların birbirleri için fedakarlıklarda bulunmaları, dayanışma, cömertlik gibi değerler tamamen ortadan kalkar. Herşeyden önce insanlar birbirlerine insan olarak değer vermezler çünkü birbirlerini maymundan evrimleşmiş varlıklar olarak görürler. Bir insan,maymundan evrimleştiğini düşündüğü bir insana hizmet etmek, onu ağırlamak, ona güzellikler
sunmak istemez. Bu düşüncedeki insanlar birbirlerine değer vermezler. Kimse kimsenin sağlığını, huzurunu, rahatını düşünmez.
İnsanlara bir zarar dokunmasından endişelenmez, buna engel olmaya
çalışmaz. Örneğin, hastanelerde ölmek üzere olan insanlar sedyelerde uzun sure bırakılır, onlarla hiç ilgilenen olmaz. Veya son derece
sağlıksız ve temizlikten uzak şartlar altında isletilen bir lokantanın sahibi, orada yemek yiyen insanların sağlığına vereceği
zararı hesaplamaz. Ancak kendi kazanacağı paranın derdine düşer. Bunlar günlük hayatta sik karşılaşılan birkaç örnektir. Burada
önemli olan mantık, kişilerin ancak bir çıkar karşılığında birbirlerine iyi davranmaya yanaşmalarıdır. Oysa Kuran ahlakında
insanlar birbirlerine Allah'ın birer kulu olarak değer verirler. İyilik yapmak için bir çıkar gözetmez, aksine sürekli iyi isler
yapıp hayırlarda yarışarak Allah'ın rızasını kazanmaya çalışırl
 
MEVLANADAN BİRKAÇ NASİHAT

Bir adamın birçok hüner, fen, bilgi sahibi olduğuna bakma! Verdiği sözde duruyor mu? Vefâsı var mı? Ası ona bak! Hakla ettiği sözleşmeyi yerine getiriyorsa, insanlara verdiği sözde duruyorsa, vefâlıysa onu istediğin kadar öv! Onun iyi vasıflarını bir bir say! O, senin övgünden, saydığın meziyetlerden daha üstün bir kişidir.

Şöhret âfettir; şöhret peşinde koşmak, iyi tanınmak için uğraşmak, insanlığa yakışmaz. Eğer sen hakikati, aşk incisini arıyorsan, görünüşten kurtulman, deniz dalman, derinliklere inmen gerek! Yoksa şöhret, gösteriş, deniz kıyısına düşen köpüktür.

Kötü huy kılavuzun oldukça mutlu olacağım sanma! Sen sabaha kadar gaflet uykusundasın, ömürse kısadır. Korkarım ki, sen bu uykudan uyanınca gündüz olur.

Haydi, şu benlikten kurtul, herkesle anlaş, herkesle hoş geçin. Sen kendine kaldıkça, bir habbesin, bir zerresin fakat herkesle birleştin, kaynaştın mı, bir ummansın, bir madensin! Bütün insanlarda aynı ruh vardır, ama hepsinde de aynı yağ bulunmaktadır. Dünya da çeşitli diller, çeşitli lügatler var, fakat hepsinin da anlamı birdir, çeşitli kaplara konan sular, kaplar birleşirler, bir su hâlinde akarlar. Tevhidin ne demek olduğunu anlar da, birliğe erersen, gönülden sözü, mânâsız düşünceleri söküp atarsan, can, mânâ gözü açık olanlara haberler gönderir, onlara gerçekleri söyler.

Sende bulunan beş duygu ışığını, gönül nuruyla aydınlat. Duyguları beş vakit namaz gibi bil. Gönlünse yedi âyetten ibâret olan Fatiha Sûresi'ne benzer. Her sabah göklerden bir ses gelir, gönlünden dünya sevgisini atabilirsen o sesi duyar, hakikat yolunun izini bulur, yol alır gidersin.

Gel, gel, daha yakın gel, bu yol vuruculuk ne zamana kadar sürüp gidecek? Madem ki sen, bensin, ben de senim. Artık bu senlik ve benlik nedir? Biz Hakk'ın nuruyuz, Hakk'ın aynasıyız. Şu halde kendi kendimizle, birbirimizle ne diye çekişip duruyoruz? Bir aydınlık bir aydınlıktan neden böyle kaçıyor? Biz hepimiz, bütün insanlar, tek bir vücud halinde olgun bir insanın varlığında toplanmış gibiyiz. Fakat neden böyle şaşıyız? Aynı vücudun birer uzvu olduğumuz halde neden zenginler, yoksulları böyle hor görürler? Aynı vücutta bulunan sağ el, ne diye sol elini hor görür? Her ikisi de madem senin elindir, aynı tende uğurlu ne demek, uğursuz.

Mânâların aşk burakı, aklımı da, gönlümü de aldı, götürdü."Nereye götürdü?" diye den bana sor. Aklımı da, gönlümü de senin bilmediğin o tarafa, ötelere götürdü. Ben öyle bir revâka, öyle bir kemer altına ulaştım ki, orada ne ay gördüm, ne de gök. Öyle bir dünyaya eriştim ki, orada dünya da, dünyalıktan çıkar, dünyalığını kaybeder.
.
Mutlu olmanın sırrını Peygamber Efendimiz'den öğren de, Allah sana ne verirse ona razı ol. Başına gelen derde, balaya razı olur da, ses çıkarmazsan, o anda hemen sana cennet kapısı açılır. Eğer gam elçisi sana gelirse, tanıdık bir dost gibi karşıla, onu kucakla. Zaten o sana yabancı değildir, onunla aşinalığın vardır. Sevgiliden gelen cefaya karşı sakın suratını asma, onu neşe ile karşıla, merhaba, hoş geldin de. Onu güler yüzle, tatlı sözle karşıla ki gönül alıcı o eşsiz varlık hoşa gitmeyen çarşafını üstünden atsın da güzelliği ortaya çıksın.

Ey benim canım, şu toprak perdesinin ötesinde, gizli bir zevk, gizli bir mutlu yalayış vardır. Her şeyi gizleyen bu örtünün altında, yüzlerce güzel Yusuflar vardır. Bu ten, bu görünen beden ortadan gidince, asıl varlığın olan ruhun kalkar. Ey sonsuz olan ruh, ey fani olan ten! Bu halin nasıl olduğunu anlamak istersen, her gece kendine bak. Uykuya dalınca tenin ölmüş gibidir. Ruhunsa cennet bahçelerine kanat çırpmaktadır.

Pişman olmayı kendine âdet edinirsen boyuna pişman olur durursun! Nihayet bu pişmanlığa da daha ziyade pişman olursun! Ömrünün yarısı perişanlıkla geçer, öbür yarısı da pişmanlıkla heder olur gider! Bu fikri, bu pişmanlığı terk et de, daha iyi bir hâl, daha iyi bir dost ve daha iyi bir iş ara!

Ezel sofrası üzerinde her ne kadar halk kavgadaysa da, yediler ve yerlerse de, sofra yine o sofradır, hoş geldin de. Onu güler yüzle, tatlı sözle karşıla ki gönül alıcı o eşsiz varlık hoşa gitmeyen çarşafını üstünden atsın da güzelliği ortaya çıksın.

Pişman olmayı kendine âdet edinirsen boyuna pişman olur durursun! Nihayet bu pişmanlığa da daha ziyade pişman olusursun! Ömrünün yarısı perişanlıkla geçer, öbür yarısı da pişmanlıkla heder olur gider! Bu fikri, bu pişmanlığı terket de, daha iyi bir hâl, daha iyi bir dost ve daha iyi bir iş ara!

Ezel sofrası üzerinde her ne kadar halk kavgadaysa da, yediler ve yerlerse de, sofra yine o sofradır, ondan hiçbir şey eksilmez. O olduğu gibi durur. Bir kuşu bir dağın üstüne konsa, sonra uçup gitse, dağda bir fazlalık veya bir eksiklik görünür mü?

Şu tenimiz ruhumuzun bir köşküdür. Orası bir tepe, bit yıkık yer değildir. Ruhumuz bizim biricik dostumuz, yârimizdir. O, bize hiçbir zaman yabancı olmaz. Gönül yolu, korkunç bir çölden geçer. Yürekli bir er, Rüstem gibi bir yiğit olmayan oraya nasıl varabilir? Oraya varacak kişi, bir pehlivan gibi hasmını yere vuran, çeşitli gıdalarla bedenini besleyen, kuvvetli, güçlü kişi değildir. Oraya varacak kişi, nefsini yenen, kendi benliğini yıkıp alt eden, dünya âşığı değil, Allah âşığı olan kişidir. Böyle bir kişinin bedeni mezara girince; mezarın toprağı ile örtülünce, o bedenden tohum nasıl baş verir yücelirse, tıpkı onun fini Hak tarafından kabul edilmiş ağacı yükselir, boy atar. Nurlu bir gönül erinden başka, o nura âşık olan kimdir? Aşk mumu, pervanenin gönlünden başka neyi yakar?

Sermâyesi kanaat olan kişinin; her yaptığı iş, tâ'at olur, ibâdet sayılır. Onun yemesi, içmesi, uyuması, Hakk'ın emrini tutması, yerine getirmesi içindir. Sakın Hak'tan başkasını dost edinme!


Allah'ın
her an bizi gözetlediğini aklından çıkarma!
O, senin her halini bilir.
Seni dilediği yerde,
dilediği şekilde var ya da yok kılar!

Dilin daima Allah'ı ansın!
Sabah ve akşam şükür
ve dualarına devam et!

Allah için sev ve iyilik et,
imanın en sağlam kulpu budur!

Bir çift güzel sözle de
olsa iyiliği mükâfatlandır!

İnsanlara karşı alçakgönüllü,
güler yüzlü, tatlı sözlü ol!

İyiliğe yönel, kötülükten sakın!
Her işinde sabrı kuşan!

Yiyip içtiklerinin temiz
ve helâl olmasına dikkat et!
Allah ancak iyi kimselerin
çağrısına karşılık verir.
Yalnızca iyi kimselere
melekleri vasıtasıyla yardım eder.

Kulağını boş söz, ayıplama, kınama,
insanları incitme ve hoşlanmadıkları şeyleri
onlara duyurma amacı güden
sözlerden koru!

Gözlerini haramdan sakındır!
İnsanların ayıplarını arama!
Gözlerin insanlara kıskançlıkla bakmasın!

Allah' başkalarına verdiği şeyler için
insanlara kıskançlıkla bakma!
Bu, Allah'ın sana verdiği nimetleri
küçümsemekten seni alı kor!
Daha büyük işler başarmak için
senden daha şevkle çalışanların
çalışmalarını incele
Senden iyilerle yarış!

Seven bir kalp ve temiz duygular
ve aşk olmaksızın
Allah'ın rızasını almadan
sevdiğine kavuşamaz
ve mutluluğu bulamazsın!

Hesabını iyi yap!
Nefsine hâkim ol!
Evinde ve çevrende nasıl temizlik yapıyorsan
belirli aralıklarla nefsini de temizle,
haramdan ve günahlardan arındır!
 
Müslümanın üç görevi


Allahü teâlâ islâm dînini, her memlekette, her yeniliği ve buluşu karşılayacak şekilde kurmuştur. İslâm dîni, yalnız sosyal hayatta değil, ibâdetlerde bile tolerans, müsâmaha göstermiş, insanlara serbestlik vermiş, başka şartlar ve zaruretler karşısında, ictihâd hakkı tanımıştır. Mecelle’de, zamanın değişmesi ile, örf ve âdete dayanan hükümlerin değişebileceği bildirilmiştir. Nassa, delîle dayanan ahkâm, zamanla değişmez. Esas değişmeyip, hükümlerin hâdiselere tatbîki, zamanla değişebilir. Bunları, ancak fıkıh âlimleri tespit edebilir. Hazret-i Ömer ve Emevîler zamanında ve koca Osmânlı imparatorluğunda, kıt’alara yayılan çeşitli milletler toplulukları, âdil bir şekilde idâre edilerek, başarıları, şanları, târîhlere ün salmıştır. Gelecek zamanlarda, büyük, küçük her millet de, İslamiyetin bildirdiği, değişmez olan güzel ahlâka sarılacağı, bunları uygulayacağı kadar, rahata, huzûra, saadete kavuşacaktır. İslamiyetin bildirdiği ahlâktan, ahkâmdan ayrılan insanlar, milletler, sıkıntıdan, ızdırâbdan, felâketden kurtulamamışlardır. Geçmiş milletlerde böyle olduğunu târîh yazmaktadır. Gelecekte de, elbette böyle olacaktır. Târîh, tekerrürden ibârettir. Müslümanlar, millî birlik ve berâberliğe çok önem vermeli, memleketlerinin kalkınması için maddî, mânevî çalışmalı, din bilgilerini iyi öğrenmeli, haramlardan sakınmalı, Allaha ve devlete ve kullara karşı olan vazîfelerini, borçlarını yerine getirmelidir. İslâmın güzel ahlâkı ile bezenmeli, kimseye zarar vermemelidir. Fitne, yani anarşi çıkarmamalıdır. Dînimiz, böyle olmamızı emir ediyor. Müslümanın birinci vazîfesi, nefsine,
şeytâna uymayıp ve kötü arkadaşlara, azgın, âsî kimselere, anarşistlere aldanmayıp, kanûna karşı suçlu olmaktan, Allahü teâlâya karşı da günah işlemekten sakınmaktır. Allahü teâlâ kullarına üç vazîfe verdi: Birincisi, şahsî vazîfesidir. Her Müslüman, kendini iyi yetişdirecek, sağlıklı, edebli, iyi huylu olacak, ibâdetlerini yapacak, ilim ve güzel ahlâk öğrenecek, helâl lokma kazanmak için çalışacakdır. İkinci vazîfesi, âile içindeki vazîfesidir. Ailesine, ana-babasına, çocuklarına, kardeşlerine olan haklarını yapacaktır. Üçüncü vazîfesi, toplum içindeki vazîfeleridir. Bunlar, komşularına, âilesine, emrinde olanlara,devlete, bütün vatandaşlara, dîni ve milleti başka olanlara karşı vazîfeleridir.
 
İyiliğe teşekkür



İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu, insanlık îcâbıdır. İyilik edenlere hurmet edilir. Nimet sâhibleri, büyük bilinir. O hâlde, her nimetin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükür etmek, insanlık îcâbıdır. Aklın lüzûm gösterdiği bir vazîfe, bir borcdur. Fakat, Allahü teâlâ, her ayıp ve kusurdan uzak, insanlar ise, ayıp kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduğundan, Onunla hiç münâsebetleri, alâkaları yoktur. Onu nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükür edeceklerini anlıyamazlar. Ona karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler, Ona çirkin gelebilir. Onu büyültmek, hurmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir. Ona hurmet ve şükür şekilleri, yine Ondan bildirilmedikce, Ona lâyık olacağına güvenilemez ve Onun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz.
Çünkü, insanların hamd etmeleri, Ona belki hakâret olur. İşte, Onun tarafından bildirilen, tazîm, hurmet ve şükür şekli, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirdikleri dinlerdir. Ona kalb ile yapılacak hurmetler, dinde bildirilmiş, dil ile yapılacak şükürler, orada gösterilmişdir. Her uzvun yapacağı işleri, açık ve geniş olarak, beyan buyurmuşlardır. O hâlde, Allahü teâlâya inanmak ile ve kalbin ve bedenin yapması ile şükür etmek, ancak dîne uymakla olur. Allahü teâlâya, dînin dışında yapılacak hurmete ve ibâdete güvenilemez. Çok defa tersine olup, sevap sanılan, günah olur. Bu söylenilenlerden anlaşılıyor ki, dîne uymak, insanlık îcâbıdır ve aklın istediği ve beğendiği birşeydir. Allahü teâlâya, Onun dîninin dışında şükür edilemez. Allahü teâlânın bildirdiği her din, iki kısmdır: İ’tikâd ve amel. Yani iman ve ahkâm. Bunlardan i’tikâd, her dinde aynıdır. İ’tikâd, dînin aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidir. Amel ise, ağacın dalları, yaprakları gibidir. İ’tikâdı olmıyan, Cehennemden kurtulamaz. Kıyâmette azaptan kurtulmasına imkân yoktur. İmanı olup, ameli olmayan veya eksik olanın işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmış olup, isterse af eder, isterse, günahları kadar azâb ederek, sonra Cehennemden çıkarır. Cehennemde ebedî kalmak, islâm dîninin bildirdiği doğru i’tikâdı olmayanlar, yani, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği islâm dîninden olan şeylere inanmıyanlar içindir. Bu i’tikâdı olup da, ameli olmıyanlar, yani kalb ile beden ahkâmını yerine getirmiyenler, Cehenneme girseler bile, sonsuz kalmıyacaklardır.
 
Kıssa'dan Hisse !!!


Fatih Sultan Mehmed Han İstanbulu feth ettiği zaman hocası Akşemseddin hazretlerine, Cum'a namazını Ayasofyada kılmak istediğini ve hocası Akşemseddin hazretlerinin imam olmasını söylemiş. Bütün millet Ayasofyayı cami yapmak için seferber olmuş.

Cuma gününe cami yetiştirilmiş, cemaat namaza başladığı sırada Fatih Sultan Mehmed Han'ın abdesti kaçmış. Tabii sultanın yanında da rasgele insanlar olmaz... sağında ve solunda da en büyük hocalar, şeyh efendiler saf tutmuşlar. Kamet getirilmiş, imam Allahü ekber demiş, Fatih Sultan Mehmed han, neyapacağını şaşırmış.. Abdestsiz namaz kılınmaz. Abdest almağa çıksa izdiham olacak,... Abdestsiz yatıp kalksa, Cum'adan mahrum kalacak.

Ya rabbi, ben ne yapayım şimdi derken, yanındaki bir şeyh efendi firasetiyle vaziyeti anlamış. Cübbesini açmış, buradan abdest al demiş. Sultan bakmışki, çeşme var, su var. Acele olarak abdestini almış ve rükua varmadan evvel hocaya yetişmiş. Namaz bitmiş, selam verilmiş, dualar yapılmış,

ertesi gün Fatih Sultan Mehmed Han hazretleri hocası Akşemseddin hazretlerini ziyarete gitmiş.

Ayrılırken, hocam dua buyurun demiş.

O da, Allah iman selameti versin, demiş.

Fatih, beklemiş kalmış, daha uzun dua bekliyormuş. Hocası sormuş,

ne oldu, beyenmedinmi demiş. O da,

bu kadar mı efendim demiş.

Akşemseddin hazretleri ''rahmetullahi teala aleyh', dün sana keramet olarak cübbesini açıp abdest aldıran şeyh efendi bir saat evvel vefat etti, ama imansız gitti. Çünki ona kibir geldi demiş.

İmanla ölmek en büyük gayedir... son nefesde imanla ölmek için dua etmekde çok mühimdir. Kibir küfre en yakın, en büyük günahtır. Çünkü Allahü teala Azâmet ve kibriya bana aittir, kim bu hususta bana ortak olmak isterse onu yakarım, buyuruyor.
 
Öfkede ölü gibi olmak!..

Öfke; kızmak, sinirlenmek, hiddet ve gadab anlamlarında kullanılmaktadır.
İnsanın vücudu, anâsır-ı erbe’a denilen; su, ateş, toprak ve havadan meydana gelmiştir. Öfke, ateş maddesinden kaynaklanmaktadır. Bunun için Peygamber efendimiz;
(Gadab, şeytânın vesvesesinden hâsıl olur. Şeytân, ateşten yaratılmıştır. Ateş, su ile söndürülür. Gadaba gelince, abdest alınız!) buyurmuşlardır.
İnsan, öfkelendiği zaman aklı örtülür. İslâmiyyetin dışına çıkar. Gadaba gelen kimse, ayakta ise oturmalıdır. Hadîs-i şerîfte;
(Gadaba gelen kimse, ayakta ise otursun. Gadabı, öfkesi devâm ederse, yan yatsın!) buyuruldu.
Ayakta iken öfkelenen kimsenin intikam alması kolaydır. Oturunca, azalır. Yatınca, dahâ da azalır. Gadab, kibirden doğar. Yatmak, kibrin azalmasına sebep olur.
Din büyükleri, talebelerine, sevenlerine hep;
“Cömertlikte akarsu gibi olunuz. Şefkatte güneş gibi, kusurları örtmekte, gece gibi olunuz. Öfkede ise, ölü gibi olunuz. Tevazuda toprak gibi, müsamahada deniz gibi olunuz. Ya olduğunuz gibi görünün veya göründüğünüz gibi olunuz” diye nasihat etmişlerdir.

Gözleri kör eder!..
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri;
“Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır” buyurmuştur.
Ömer bin Abdülazîz hazretleri ise;
“Öfke ve hırstan korunmuş olan kurtulmuştur” buyurmaktadır.
Öfke, kanın hareketinin artmasından, insanın kendini üstün bilmesinden yani kibirden meydana gelir. Bunu iyi bilmeyenler, gadaba yani öfkeye, şecâat, erkeklik izzet-i nefs, gayret ve hamiyyet diyorlar. Bu güzel isimlerle, gadab kötü huyunu süslüyorlar, güzelleştiriyorlar. Gadab etmenin, öfkelenmenin iyi olduğunu anlatıyorlar ve bu anlattıklarını kuvvetlendirmek için de, din büyüklerinin gadab ettiklerini, öfkelendiklerini gösteren hikâyeler anlatıyorlar. Böyle yapmak, câhilliktir, aklın, ilmin noksan olduğunun alâmetidir. Rislân Dımeşkî hazretleri;
“Gadabın, öfkenin sebebi, kendinden üstün birinin, hoşlanmadığı bir şekilde hücûm etmesidir. Öfke, insanın içinden dışına doğru çıkar. Hüzün ise, dışından içine doğru işler. Öfkeden güç ve intikam hırsı, hüzünden ise dert ve hastalık doğar” buyurmuştur.
Hastalar, sağlam olanlardan, ihtiyârlar da, gençlerden dahâ çabuk kızmaktadır. Bir işle meşgûl olana, düşünceli, üzüntülü ve sıkıntıda olana bir şey söylemek, bir şey sormak da, onları öfkelendirmeye sebep olabilir. Çocuğun ağlaması, hayvanın bağırması da, bazıları için öfkelenmeye sebep olmaktadır. Böyle şeylere öfkelenmek, çok çirkindir. Cansızların hareketinden öfkeye kapılanlar da olmaktadır. Bu ise, öncekilerden dahâ kötüdür. Mesela, elindeki kitabı bir yere koyduğunda, oradan kayarsa, bir şeyi kırmak için elindeki keseri vurduğunda o şey kırılmazsa, birden öfkelenip söven, kendine vuran, elindeki eşyayı helâk eden, yakan kimseler de mevcuttur. Kendi yaptığına kızan, bunun için kendine söven, kendine vuran da yok değildir. Halbuki Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Kuvvetli olmak, başkasını yenmek demek değildir. Kuvvetli olmak, kahraman olmak, kendi öfkesini yenmek demektir.)
Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyuruyor ki:
“Ey kardeşim dikkat et! İnsan hangi husûsiyeti ile meleklerin kendisine doğru secde edileni olmuştur. Bu üstünlük, şayet yeme ve içmesi sebebi ile olsa idi, buna, insandan önce deve lâyıktır. Çünkü bir deve, elli insanın yediğini yer. Şehvet kuvveti sebebiyle olsa, buna eşek daha uygundur. Çünkü ondaki şehvet kuvveti yanında, insanınki hiç kalır. Gadab ve kızgınlık sebebi ile ise, aslan buna daha lâyıktır. Görmek kuvveti sebebi ile olsa, buna akbaba daha uygundur. Akıl kuvveti sebebi ile ise, buna melekler daha uygundur. Çünkü insanın aklı, meleklerin aklının yanında çok az kalır. Eğer insanları doğru yoldan çıkarmak, kandırmak, aldatmak sebebiyle ise, şeytan buna daha lâyıktır... Görülüyor ki, insana mahsus olan özellikler, ondaki muhabbet cevheri ve aşk ateşidir. Bu, insanoğlundan başka hiçbir canlıya verilmemiştir.”

Dostları çoğaltmak için...
Hasan Sezâî hazretleri oğluna yazdığı bir mektupta buyuruyor ki:
“Gözümün nûru evlâdım. Her hâlinle seni cenâb-ı Hakk’a emânet ettim. Kalb gözün açık olsun. Mahlûklara güzel ahlâk ile muâmele edesin. Bütün amellerin en güzeli, güzel huylu olmaktır. Dili tatlı olanın dostu çok olur, buyurulmuştur. Dâimâ insanların aybını gizle. Kimsenin aybını yüzüne vurma. Gadab ve kızgınlığını yenmeye çalış. İhtiyârlara karşı hürmet et. Bir fakir gördüğün zaman, gücün yettiği kadar elinde bulunandan yardımda bulun. Bunlara riâyet edersen ömrün uzun olur, Hak teâlâ her yerde seni azîz eder.”
Ve Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Bir kimse gadabını örterse, Allahü teâlâ onun ayıplarını, kabâhatlerini örter.)
 
Yok olan ahlâkî değerler


Erzurum Valisi Mustafa Malay’ın, Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Merkezi’nde diploma töreni vesilesi ile yaptığı konuşmasında şöyle diyordu:
“Vatandaşlarımız ehil olmayan insanlardan öğrendikleri bilgilerle, din konusunda yanlış yetişiyorlar. Bunu önlemenin yolu din adamlarımızın doğru bilgilerle halkı aydınlatmasından geçer. Din adamlarımız namaz kıldırmanın yanı sıra, vatandaşlara ağaç dikmenin önemini, israfı ve temizliği de anlatmalılar. Halkımıza din iyi öğretilmiş olsaydı, yolsuzluklar, hırsızlıklar ülkemizde bu kadar çok olmazdı...”
Bu güzel tespitlerin, bilhassa son cümlesi çok önemli. Evet, gerçekten, halkımıza din iyi öğretilmiş olsaydı, İslam ahlakı ile bezenseydi yolsuzluklar, hırsızlıklar ülkemizde bu kadar çok olmazdı.
Eskiden bırakın devleti soymayı, “Tüyü bitmedik yetim hakkı var” diye, devlete üç olan borcunu beş olarak verirdi bu milletin dedeleri. Allah kul hakkını affetmez, diye pazarda yanlışlıkla aldığı fazla parayı vermek için sahibini, günlerce, haftalarca arar; bulamazsa fakirlere verirdi. Parası kirlenmesin, bereketi gitmesin diye cebine bile koymazdı bu parayı.
Gerçekten üzerinde çok düşünmemiz gereken bir konu. Bu millet, bu hale nasıl geldi veya nasıl getirildi. Ülkemizde işini tam yapan dürüst insan sayısı parmakla gösterilecek kadar azaldı. Herkes işin üç kâğıtçılığına kaçıyor. Müteahhidinden bakkalına, kasabından manavına, tamircisinden terzisine, emlâkçısından boyacısına kadar yaptığına, sattığına güvenilecek insanlar mumla aranır oldu.
Kimseye güvenemiyoruz. Kimse bize güvenmiyor. Yapan sahtekâr, satan sahtekâr... Hak, hukuk, kaide, prensip, nezaket hakgetire... Peki, Batı’da, dini eğitim olmadığına göre neden onlarda olmuyor veya bizde olduğu kadar yaygın değil?
İnsanları bazı şeylere alıştırmak, onları kontrol altında tutmak vicdan işidir, bu da iki yolla olur: Birincisi dindir. Allah korkusudur. Allah korkusu içine işlemiş bir kimse, O’nun bildirdiği kuralların dışına çıkamaz. İnsanları zapturapt altına almada en sağlam yol budur.
Asırlardır, Osmanlı’da bu metot tatbik edildi. Bu metodun önemli bir özelliği de insanın her ânına hitap etmesi... Boşluk olmaması. Allah korkusu olmayan bir kimse, insanların olmadığı bir zamanda, kanundan kaçabilir. Ama Allahın her an kendisini gördüğünü, yaptığı her hareketin hesabını vereceğini bilen kimse kaçamak yapamaz.
İnsanları kontrol altına almanın ikinci yolu ise, ikna etme, faydasına inandırma yoludur. Bu da eğitim ile olur. Bugün Amerika’nın, Avrupa’nın yaptığı budur. Daha çocuk kendini tanımaya başladığı 3- 5 yaşında eğitime başlıyorlar; “İnsan nedir, insan hakları nedir, devlet nedir, vergi nedir, kurallara uyulmazsa ne olur?..” gibi hususlar iyice öğretiliyor.
Bütün bunlar, çocuğun benliğine ustaca yerleştiriliyor. Çocuğa, hayatta kalabilmenin ancak bunlara uymakla mümkün olduğu anlatılıyor. Çocuk da bu ahlâki değerlere inanıyor. Davranışlarını buna göre ayarlıyor.
Biz ise, “iki cami arasında kalmış beynamaz” gibi olduk. Yukarıda bahsettiğim gibi Osmanlı zamanında Allah korkusu hakimdi. Bu da din eğitimi ile sağlanıyordu. Osmanlının son zamanlarından beri bu eğitim gereği gibi verilemedi. Bu verilemediği gibi, Avrupa tarzı bir eğitime de geçilemedi. Allah korkusunun yerleştirilemediği, Batı’nın uyguladığı ciddiyette bir eğitimin de verilemediği insandan, başka ne beklenir? 1850 yılından beri yönümüzü döndüğümüz Batı’nın sadece örf âdetini değil de hiç olmazsa eğitimini bari alabilseydik, bu hâllere düşmezdik herhalde?
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol
Geri
Üst