Türkiye’de hukuk öğretimi

Hukuk öğreniminin süresinin uzatılmasının gerekli olup olmadığı üzerinde de durulabilir. Bazı hukuk öğreticileri öğrenim süresinin 5 yıla çıkarılmasının uygun olacağı görüşündedirler. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde de fakülteyi 4 yıllık yasal süre içinde bitirenlerin çok fazla olmadığı söylenebilir. Ancak bu konuda doyurucu bir sonuca ulaşmak için kapsamlı çalışmalar ve anketler yapılması da gerekmektedir.
 
Yabancı Hukuk fakülteleri öğretim üyelerinin fakülteye davet edilerek, dersler ve konferanslar vermelerinin yararları üzerinde de durulabilir. Bu tür bir uygulama hukuk öğretimini zenginleştireceği gibi, öğrencinin önünde yeni ufuklar açılmasında da yarar sağlayabilir. Çünkü, misafir öğretim üyeleri farklı görüşlerin ve düşüncelerin
 
savunmasını yaparak hukukçunun hayat ufkunu genişletebilirler.
Öğrencilerin sanatsal, kültürel ve sportif faaliyetlerinin yoğunlaştırılmasında da yarar vardır. Bunun yanında öğrenci etkinlikleri arasında gezilerin önemli bir yer tuttuğu, öğrencilerin öğretim üyeleri ile birlikte katılacakları gezilerde öğrenci-öğretim üyesi diyaloğunun güçleneceği söylenebilir.
 
Tek taraflı anlatıma dayanan sistemin öğrenciye çalışma, araştırma, inceleme zevki ve olanağı vermediği ve bu sistemde öğretimin yaratıcı bir özellik taşımadığı da gözönünde tutulmalıdır. Hukuk öğreniminin temel işlevlerinden birisi öğrenciye bildiğinden kuşku duyma, eleştirme, bildiğini başkalarının bilgisi ile karşılaştırma yollarını öğretmek olduğu gözönünde bulundurulmalıdır. Bu arada öğrenciye özet yapma, eleştirme ve tartışma alışkanlıklarının verilmesinin hukuk hayatı bakımından önemli yararlar sağlayacağı belirtilebilir. Türkiye’de hukuk öğrencilerinin hatta, fakülteden mezun olan hukukçuların sözlük kullanma
 
alışkanlığına sahip olmadıkları, bunun da hukuk öğretimi bakımından sakıncalar yarattığı bilinmektedir. Öğrencinin sözlükten yararlanma alışkanlığını edinmesi hem dava dilekçelerinin, hem mahkeme kararlarının daha iyi yazılmasını sağlayan bir faktör niteliğini taşımaktadır. Merak, kuşku ve tartışma alışkanlıklarını hukukçunun öğrencilik yıllarında kazanmasının faydaları açıktır. Ancak hukuk eğitimi ile ilgili temel sorunun küçük sınıf sistemi olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
 
Hukuk öğrencisinin iyi yetişmesi, mesleğini iyi yapabilmesi için özellikle büyük merkezlerdeki sanat, kültür, , tiyatro ve konferans faaliyetlerini izlemesinin teşvik edilmesi büyük önem taşımaktadır. İyi hukukçu olabilmek için geniş
 
bir kültürün çok okumanın gerektiği de gözönünde bulundurulmalıdır.
Fakülte hukuk kitaplıklarının yeni kitaplarla zenginleştirilmesinin de bir gerçeklik olduğu unutulmamalıdır. Yeni kitaplar, yeni bilgileri, yeni tartışma konularını öğrencinin önüne getirmekte ve uyguladığı hukuku sorgulamasında yardımcı olacaktır.
Hukuk mesleğinde konuşmanın da önemli bir yere sahip olduğu oysa çok sayıda
 
öğrenciye eğitim veren klasik hukuk fakültelerinde öğrencinin hiç sözlü sınava girmeden, fakülteyi bitirdiği bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Hukukçunun kendi mesleğini yapmaya başlamadan önce bir kısım sözlü sınavlardan geçmesinin de meslekteki başarısı bakımından önemli olduğu söylenebilir.
Öğrenciye devlet kavramı ile ilgili bilgi verilmemesi de bazı eleştirilere neden olmaktadır. Hukukun yalnızca hukuk kurallarından oluşmadığı hukuku
 
meydana getiren ve uygulayan devlet kavramının da özellikle ilk yıl öğrencileri için büyük önem taşıdığı şüphenin dışındadır.
Öğrenci sayısının çokluğu nedeniyle, özellikle klasik üniversitelerde test sisteminin uygulanmasının da bazı zararları olduğu dikkati çekmektedir. Test sistemi özünde hukuk öğrencisinin bilgi düzeyini denetlemek bakımından yetersiz ve elverişsizdir. Dolayısıyla, sınavlarda bütün zorluklarına rağmen test sisteminin değil klasik
 
sistemin yararlı olduğu unutulmamalıdır.
Öğretim üyelerinin tam gün çalışmalarının gerekli olup olmadığı da, hukuk öğretimi bakımından önem taşımaktadır. Bu konuda birbirinden farklı üç ayrı görüş savunulabilir. Birinci görüşe göre, öğretim üyesinin tam gün çalışması yani, bütün çalışmasını üniversiteye hasretmesi zorunludur. Çünkü, bilimsel faaliyetin tam gün çalışma sistemi dışında bir yöntemle
 
verimli şekilde yürütülmesi mümkün değildir. Üniversite dışındaki serbest meslek faaliyeti öğretim üyesinin bilimsel çalışmaya gereken zamanın ayırmasını engellemektedir. İkinci görüşe göre, öğretim üyesinin üniversite dışında serbest
 
meslek faaliyetinde bulunmasına müsaade edilmesi gerekir. Bu yaklaşıma göre hukuk uygulamasından kopmuş olan bir öğretim üyesinin iyi hukukçu olması mümkün değildir. Çünkü, hukukçu mesleğinin gereğini ancak hayat gerçekliği içinde yerine getirebilir. Ancak bu yaklaşıma göre de, öğretim üyesinin fakülte içi çalışma ile fakülte dışı çalışma arasında bir denge kurması gerekir. Üçüncü yaklaşıma göre öğretim üyesine dışarıda serbest meslek faaliyeti icra etme yetkisinin verilmesi sakıncalıdır. Bununla birlikte öğretim üyesinin fildişi kulede oturmasını ve hayattan uzak kalmasını önlemek için teori ile pratiği birleştirebilecek
 
başka bir yöntem üzerinde durulabilir. Bu yönteme göre, hukuk fakültesi öğretim üyelerine Yargıtay ve Danıştay gibi yüksek mahkemelerde çalışma imkanı verilmelidir. Bu amacı gerçekleştirmek için de, Anayasa ve Kanunlarda gerekli değişikliklerin yapılması üzerinde durulabilir. Öğretim üyesinin yüksek yargı organlarında belirli sürelerle çalışması hem
 
öğretim üyesinin hayattan kopmasını önleyecek hem de yüksek yargı organlarının öğretim üyesinin bilgisinden yararlanmasına olanak verecektir.
Genel anlamda eğitimin ve hukuk eğitiminin temeli olarak laiklik ilkesinin büyük önem taşıdığı unutulmamalıdır. Türkiye’de laiklik Amerika Birleşik Devletleri’nde görülen sekülarizmden (secularism) farklıdır. Cumhuriyetin kuruluşunda Amerikan sekülarizmi değil
 
Fransız laisizmi temel alınmıştır. Sekülarizm dini, siyasi baskılar veya iktisadi nedenlerle Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden insanların benimsediği dünyevileşme olarak anlaşılması gereken bir ilkedir. Amerikan sekülarizminin Fransız laizmi ile karıştırılmaması gerekir. Amerika’ya göç eden insanlar feodalizmi ve din savaşlarının sorunlarını yaşamamışlardır. Bu nedenle sekülarizm ve laisizmi iki ayrı kavram olarak değerlendirilmek
 
gerekir. Ülkemizde Cumhuriyet kurulurken ve milli egemenlik ilkesi yeni devletin temeli olarak kabul edilirken Fransız modeli gözönünde bulundurulmuştur. Gene unutmamak gerekir ki, Türkiye Avrupa’da görülen dinde reform
 
sürecini yaşamamıştır. Dini inanç farklılıklarının bir engel olmaktan çıkmasında ve vatandaşlar arasındaki ayrımcılığın reddedilmesinde laiklik ilkesinin hayati önem taşıdığı unutulmamalıdır.
Türkiye’de devlet, laik niteliğini koruduğu
 
sürece hukuk da laik olarak varlığını sürdürür. Eğer devlet laik olmazsa hukuk düzeni de laik olamaz. 1928 yılından itibaren uygulanan 1937 yılında Anayasaya giren laiklik ilkesi sadece devletin ve hukukun değil, aynı zamanda hukuk eğitiminin de temeli olmak özelliğini sürdürmektedir ve sürdürmesi de gerekmektedir. Laiklik ilkesi dinin devlete müdahale etmemesini fakat, devletin dini hayatla ilgili düzenlemeler yapabilme yetkisine sahip olmasını öngörür.
 
İnsanlığın ilkel yaşamdan uygar yaşama uzanan evrimleşme süreci içinde hukukun her zaman özel bir yeri ve önemi olduğu sosyal bir gerçekliktir. Roma Hukukunda ubi societas ubi jus ( toplumun bulundu yerde hukuk vardır) biçiminde ifade edilen ünlü özdeyiş bu gerçekliği öz olarak anlatmaktadır.
 
Devlet öncesi toplumlarda sosyal yaşamın diğer kurallarıyla özellikle din kurallarıyla kaynaşmış olan hukuk, toplumsal gelişmenin daha sonraki aşamalarında ve özellikle devletli toplum aşamasında ayrı bir yer tutmuş ve giderek bağımsız bir kurum haline gelmiştir. Devletli toplumda siyasal yaşamın gelişmesinde ve devletin hukuk devleti aşamasına varmasında laikleşmiş hukuk anlayışının ve düzeninin önemli bir rolü olduğu yadsınamaz.
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol puff
Geri
Üst