Tebliğler - Mesajlar Yazılar

---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Işık Çalışmanızı Geliştirmek İçin 12 Kutsal Anahtar

MERYEM ANA

Qala Sri'ama Phoenix kanalı ile

Sevgililer,

Bu kutsal emir ile çalışmayı [Kutsal Emir bu yazının altında - Gezegensel Işıkişçileri Izgarasına bağlanmak için Komut] veya bir çemberde toplanmayı seçenlerinizin her birinin, ayrıca, her seferinde bu kutsal emri kullandığınızda, ışık çalışmanızın güçlenmesi için güçlü bir ışığın şimdi size geleceğini bilmenizi istiyorum. Bunun daima tüm varlıkların en yüksek iyiliğine kullanılması gerektiğini bilin, aksi taktirde ışıkişçilerinin ızgarası sizin varlığınızı güçlendirmeyecektir. Dünya üzerindeki ışık çalışmanızı desteklemekte şimdi size on iki kutsal anahtar sunuyorum.

1. Işık Dünya üzerindeki tüm yaşamı besleyen sürekli - var olan şifa verici bir güçtür ve bundan dolayı, eğer ışık ile çalışmaya istekli iseniz içinizde gerçekleşen herhangi bir şeyi iyileştirebilir. Eğer başka biri bu ışığı almaya istekli değilse, Işığın gücü şifa için başkalarına aktarılamaz. Bundan dolayı, ışığa bağlantınız kişiseldir ve onu başkaları ile paylaşabilmenize rağmen, diğerleri her zaman bu ışığı sizden almayabilir. Bir ışıkişçisi olarak, ışığı demirleme yolunu seçtiğinizde, ışığı ley hatlarına toprakladığınızda veya ışık portalları açtığınızda, tüm varlıkların Dünyaya getirdiğiniz bu ışığı aldığını bilin. Bazı yerlerde düzenli olarak ışık çalışmanızı yaptığınız zaman, o yerde bir ışık portalı oluşmaya başlar. Bu ışık çalışmasını tamamladığınız zaman, bu ışık portalını o araziye ve o kutsal yerde yaşayan arazinin ruhlarına sunabileceğinizi bilin. Sevgililer, ışık ile çalıştığınız zaman ve ışığı bu çalışmayı yaptığınız toprağa topraklamadığınız zaman, çalışmanıza
sadece ışığı değil, ayrıca bir çok kayıp ruhları veya çözünmemiş enerjileri çekersiniz. Sadece bu ışığı sizin vasıtanız ile toprakladığınız zaman, çözünmemiş enerjilerin ve korkuların çekilmesinin sizin üzerinizde gerçekleşmesi durur. Başlangıçta, tüm ışıkişçilerinin bu meydan okuma ile karşılaştığını bilin. Işık çalışması ile ilgili en önemli şeyin, ışık ile çalıştığınız zaman ışığı Dünyaya topraklamak olduğunu bilin, aksi taktirde çoğunuzun karanlık enerjiler olarak adlandırdığınız enerjiler size çekilir.

2. Sevgililer, ışığı çağırdığınız zaman, ışığı ilk önce taç çakranızın aldığını ve sonra ruhunuzun aldığını bilin ve sonra da bedenleriniz ışığı almaya başlar. Işığın gelmesini dileyen taç çakranız olabilir, ancak ruhunuzun ışık ile bir yarası vardır ve ışığı almaz. Bu, sizin fazla miktarda topraklanmamış ışık taşımanıza neden olur. Bu, sizin enerji bedeninizden akar, ve bu topraklanmamış ışık diğer topraklanmamış ışığı çeker. Kayıp ruhlar, korku düşünce formları ve kapana kısılmış/engel olunmuş duygular topraklanmamış ışığın içinde yaşar. Bu ışık berrak ışık değildir ve eğer ruhunuzun ışık ile ilgili bir yarası varsa, size bunun gerçekleşebileceğini söylüyoruz. Eğer ruhunuzun bir yarası varsa, tekrar ışık ile çalışmadan önce ruhun şifası üzerinde çalışmalısınız. Melekler tüm ruhların gözeticileridir ve size tüm şifayı getirirler. Eğer ışık ile ilgili bir yara taşıyorsanız, ışık sizin için çok güçlü olacaktır ve kalbinizi kapamanıza neden olacaktır ve ışıktan geri çekilecektir.
Bunun için daha önemsiz olan ışıkişçileri olmadığınızı bilin, ancak yolunuz ışık ruhunuz vasıtası ile topraklanmadan ve Dünyaya topraklanmadan önce bu ruh yarasını iyileştirmektir. Ayrıca, bunun, ışık bedeninizden ve kök çakranızdan Dünyanın merkezine yolculuk edebilmeden önce gerçekleşmesi gerektiğini bilin. Işık taç çakranız ve ruhunuz tarafından alınabilir olabilir, ancak bedeniniz ışığı reddeder, ve eğer bu sizin için gerçekleşirse, Dünya Ana sizin için şifayı tutar/taşır. Bedeniniz Dünya bağlantısını berrak olarak almıyor olabilir ve böylece ışığın gücü ışıktan ayrı olmayı hissettirir ve beden ışığı aldığında bedendeki her hücrenin büzülmesine/kasılmasına neden olur. Bedenin parçaları büzüldüğünde, bu acı yaratır, böylece onlar ışığın akışını almazlar. Dünya Ananın sizi destekleyeceğini söylüyoruz. Bedeninizin Dünya ile bağlantısını iyileştiren, Dünyaya bağlantınız ve Dünya üzerine (toprağa, çimenlere) uzanmayı istediğiniz zamanlardır. Eğer ışık gelirken, bedeninizde ağrı
olursa, ışığı tekrar çağırmadan önce bu ağrıyı iyileştirmek için Toprağın üzerine yatmanız önemlidir. Sevgililer, eğer ışık ile çalışacaksanız ve onun bilinçliliğini geliştirecekseniz/katkıda bulunacaksanız ışığı topraklamanız çok önemlidir. Işığı almak ve topraklamak ile kendi yolculuğunuzda sabırlı olun.

3. Sevgililer, ışıkişçileri olarak auralarınız genişliyor ve bu diğer varlıkları size çekiyor. Sizden sevgi alan veya ışığınızı çarpıtan veya ışığınızı saf olmayan enerjiler ile kirleten, onların topraklanmamış ışığının içinden taşıdığınızı hissedebileceğiniz kardeşlerinizden korkmamanızı istiyoruz. Bir ışıkişçisi olarak, şefkatli olmanızı istiyoruz, çünkü ışığın gücünü taşıyan denge olan şefkattir. Işık tüm düşünce formlarında ve tüm niyetlerde yolculuk eden yaratıcı güçtür. Işığınız ile yaratıcı olabileceğini gibi, yıkıcı olabileceğinizi bilin ve ışık ile en yüksek niyet için çalışmayı öğrenmelisiniz. Işıkla çalışmanın en yüksek niyeti ışığı şefkatiniz ile tüm varlıklara aktarmak ile gelir, sevgili kalpler. Işık ile en yüksek şekilde çalışmak için, ışığa şefkat ile kanal olmalısınız, akdi taktirde ışığınız yıkıcı olabilir ve en yüksek niyetinizi tezahür ettirmez.

4. Işığa sahip çıkılamaz, kontrol edilemez veya sınırlanamaz, ışık doğa içindeki sonsuz elementtir. Işık altıncı elementtir, sevdiklerim ve sevgi yedinci elementtir. Hava, ateş, toprak, su ve ruh elementlerininin hepsi Dünya üzerinde yaratılır, ama Dünya üzerindeki tüm formların parlaklığını yaratan ışık ve sevgidir. Işık mevcut olmadığında, parlaklık/aydınlık yoktur sevgililerim. Bir ışıkişçisi olarak, tekrar enerjilenmesi ve ışıkla parlaması için bitkileri, hayvanları, insanları ve kara parçalarını aktive etme gücünüz var. Eğer bir varlık bir başka varlığa ışığı aktarırsa ve o da alırsa, diğerinin içinde şifa gücü tezahür eder ve yeniden aktive olur. Eğer bir varlığa ışık aktarılırsa ve o bunu almak istemezse, ışığın onu aktarana geri geleceğini bilin. Işığı istemeyenlere ışık göndermenin farkında olmanızı istiyoruz, çünkü bu ışık size geri döndüğünde, onların düşünceleri de size aktarılır. Sizin onları iyileştirmeye veya düzeltmeye çalışmanızdan mutlu olmayabilirler. Sizden
kişisel olarak ışık göndermenizi istemeyenler için ışık göndermenin en yüksek niyet olmadığını söylüyoruz. Dünya Ana'nın ışığı çağırdığını ve insanlığın onun bedenine ışığı kanallamasını istediğini bilin. Eğer sizden şifa ışığını almayı dilerlerse, her hayvan, bitki ve ruh size izin verecektir, sevgililer. Başkalarının izni olmadan onları ışık ile desteklemeye çalışmamanızı istiyoruz, çünkü bu size geri döner ve size geri dönen ışık ile negatiflik aktarılabilir. Çoğu kişi bunu psişik saldırı olarak adlandırır sevgililer, ve ışıkişçileri olarak, eğer psişik saldırıya uğrarsanız, bunun sizin tarafınızdan yaratıldığını söylüyoruz.

5. Işığın kutsamaları tek bir ömürde, hatta on ömürde tanımlanamaz sevdiklerim. Eğer sizin için ışığın görkemli kutsamalarına kanal olsaydım, Dünya üzerinde seçebileceğiniz ömürlerden daha fazlasına ihtiyacım olurdu. Işığın, Dünyanın yaratılışından önce Tanrı'dan bir armağan olduğunu ve Dünya üzerindeki tüm yaşamı oluşturduğunu bilin. Bunun büyük bir güç olduğunu ve ışıkişçileri olarak, bu gücü suistimal etmemeniz ve ışık sizden akarken onun gücünü dikkatsizce yanlış kullanmamanız önemlidir. Eğer Dünya üzerinde ışık için bir kanal olmayı ve onu taç çakranız vasıtası ile ruhunuza, bedeninize ve Dünyaya getirmeyi seçtiyseniz, bu ışığı nasıl aktaracağınızdan sorumlu olduğunuzu hatırlamaya gereksiniminiz olacak. Işığınız ile suistimal edebileceğiniz herhangi bir varlıktan özür dilemenizi istiyoruz. Herhangi bir zamanda, herhangi bir varlığa, kırıcı veya düşüncesiz veya şefkatsiz olan ifade edebildiğiniz sözcüklerden bahsediyoruz. Bunun gerçekleşmesine neden olan şeyin bir çok ruhun
yaralara sahip olması olduğunu anlayın, ancak sizden onlara suistimal olursa onlardan özür dilemenizi istiyoruz. Bu zihinsel, fiziksel, duygusal veya ruhsal suistimal olabilir, ancak bilin ki eğer ışığınız bunu başkalarına getirirse, bu kutsal suistimal ile karma yaratırsınız. Başkasından özür dileyerek ve ışığa hizmet sunarak, bunu anında iyileştirebilirsiniz, ışığınızla karma yaratmazsınız. Bu önemli bir öğretidir, bunu derin bir şekilde düşünmenizi istiyorum ve her sözün ışığınıza aktarıldığını bilin.

6. Tüm Işıkişçileri ışığı sadece kendileri ve Dünya için almazlar, ayrıca ışığı Dünya üzerindeki aileleri için de alırlar. Dünya üzerinde her ailede, ailenin dönüşümünü başlatmayı seçen tek bir potansiyel ışıkişçisi vardır. Siz bu ışıkişçisisiniz ve size çok, bir çok ruhun minnettar olduğunu söylüyoruz. Bu bir adanma ve hatırlama yolculuğudur, sevgililer. Işığa açılmanın kendi yollarında olan bir çok ruhun, ışığı tutma ve taşımayı seçmek için orijinal can yakıcı bir yarayı salıverdiğini bilin. Eğer bu yarayı taşıyorsanız, bu yara ile ilgili ilişkide karmik affedilmeyi çağırmanızı istiyoruz, ki bu yaşamda acı yaratmayın, bu yaşamda bu yarayı kucaklayıp salıverin. Bir ruh olarak taşıyabileceğiniz yaralar sadece bir ruh olarak sizin sorumluluğunuz değildir, ayrıca bir ruh olarak armağanlarınızın uyanışına geçişkapısıdır. Eğer bir ruh olarak herhangi bir yara taşıyorsanız, bunları sevgi ile onurlandırın, onlar sevgiyle ortadan kaybolacaklardır. Sadece bir ruh kendi yarasını inkar
ettiğinde, bu yara ile ilgili ruhun içinde korkular gittikçe büyür. Bir ruh olarak sahip olabileceğiniz herhangi bir yarayı sevgi ile onurlandırın ve bu yaraların kaldırılması için karmik affedilme isteyin ki, ruhunuzun ışığı ve sevgisi yaşamınızın her veçhesinde güçlü bir şekilde aksın.

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

7. Işık ile kutsal seremoni ışığı çağırmak ile ve ışık ile çalışan tüm varlıkları çağırmak ile başlar. Işığı çağırabileceğinizi ve bir ışık portalı açmak için ışık ile çalışna tüm varlıkları çağırabileceğinizi bilin. Bu, sizi destekleyen ve size getirilen ışığı güçlendiren Işık Ailesidir. Bunlar, canları ve ruhları ışık ile tamamen birleşmiş olan ışığın kadim koruyucularıdır. Törenleriniz içinde, yardıma ihtiyaç duyan tüm ruhlar ışık portalına gelirler ve ışığın koruyucularından ilahi yardım ve şifa alırlar. İnşa ettiğiniz ve yarattığınız ışık portalının ışığın farklı ışınlarını çağırarak daha güçlü şekilde genişlemesini isteyebilirsiniz - mor, altın, beyaz, mavi, sarı, kırmızı, pembe, yeşil, gümüş, platin, opalesant (opal gibi parlak renkler saçan) yakut ışıklar veya ışınlar - hepsi farklı şifa dağıtır. Sevgililer, ışığın bir çok formu olduğunu ve her birinin bedeninizin, spiritüel amaçlarınıa bağlanmak için, zihninizin ve ruhunuzun farklı parçalasını dengeleme ve iyileştirme
gücüne sahip olduğunu bilin. Bu spiritüel amaçlar ışık ile çalışmanıza rehberlik yapan ve ışığa daha tam olarak açılmanızı destekleyen şeylerdir. Işık ile çalıştığınız zaman, bir ışık portalının içinde spiritüel armağanlarınızın ve güçlerinizin bir çoğunu keşfetme gücüne sahip olduğunuzu bilin. Sadece deneyim aracılığı ile bu spiritüel güçler ve armağanlar açılır. Sadece kendiniz aracılığı ile ışığı getirme deneyimi ve ışıkla çalışma ile, bu spiritüel armağanlar ve güçler sizin içinizde açılır.

8. Şimdi ruh ve ışığın ruh ile ilişkisinden sözedeceğim. Işık, büyük ruhun kalbinden iletimdir/yayılımdır ve tüm ruhları birbirine bağlayan enerjidir. Kişi ışığı alırken, ruhunu ışık ile arındırır. Kişi ışığı taç çakrası vasıtası ile canına (spirit), bedenine ve Dünyaya çağırdığında, onun canı (spirit) ruhu (soul) ile birleşmeye başlar. Dönüşümü sağlamak ve canın ve ruhun birliğini sağlamak için, kişinin canını arındıran budur. Sevgililer, bu bir arınma işlemle iken, bu işlemle nefes almak önemlidir ve kişi ışığı çağırdığında, ışığı almak ve kasten, bilinçli olarak ışığa odaklanmak için ışığı içeriye solumalıdır. Bu ışık mor veya beyaz ya da mavi olabilir. Size gelen ışığın rengine bağlı olarak farklı bir şey gerçekleşeceğini bilin. Eğer herhangi bir rengi olmayan saf ışığı çağırırsanız, en uygun ışığın size geleceğini bilin. En doğru ve en uygun ışığın sizde cisimlenmesini güçlendirmek için çağrınızda "benim için ilahi düzende" sözcüklerini kullanabilirsiniz.

9. Eğer ışığın size sunduğu lütfu almayı dilerseniz, lütuf sürekli olarak yaşamlarınızda olur, sevgililer. Lütuf düştüğünde kendisini incitmeyen bir çocuk yaratır, ya da bir çift için evlerini nasıl tutacaklarının ve yaratacaklarının derslerini öğrenemediklerinde evlerini kaybetmemelerini sağlar. Lütuf mücadele yerine rahatlıklar derslerinizi öğrenmeniz için sizi destekler, çünkü içinizde mücadelenin gerçekleşmesi gerekmez. Mücadele ışığa direnç ile ve yaşamda sevginin yolunu seçmeye direnç ile yaratılır. Lütuf Tanrı'nın, zorluk olmadan kendi derslerini öğrenmekte tüm ruhları desteklemek için sunduğu güçtür. Bazen lütuf bir varlığı iyileştirir, diğer zamanlarda, varlık, kendi bedeninin onu iyileştirebilmesi için lütfu alabilmek için kendisini iyileştirmelidir. Başka deyişle, ruh Tanrı'nın lütfunu almak için hazır olmayabilir, çünkü ruh bu lütfu hak etmediği inancını taşıyor olabilir. Tüm varlıklar lütfu hak ederler, ve bir ışık işçisi olarak öğrenme yolunuzun rahat olması için ve
yolunuzu dirençle sabote etmeyi seçmemeniz için ve yolunuza bilinçsiz enerjilerin çıkmaması için ruhlarınızın bu lütfu her gün istemesini, istiyorum. Işığı topraklamaya açılırken, bazı topraklanmamış ışık periyotları deneyimleyebilirsiniz. Bu sizin öğrenmeniz içindir. Kendi realitenizi yarattığını bilmenizi istiyoruz ve lütuf realitenizin yaratımı içinde öğreniminiz ve güçlenmeniz esnasında zorluğa sahip olmamanız için sizi desteklemek için buradadır. Lütfu/inayeti çağırın/isteyin sevgililer, ve bilin ki siz lütfa layıksınız.

10. Işık çalışması çok basittir, sevgililer. Işığı çağırmakla başlar ve ışığı topraklamak ile biter, ancak ışık vasıtası ile sunulabilecek bir çok şekiller de dağıtımlar vardır. Eğer ışığa kanal olmaya başlarsanız, ışıkla ilgili kendi öğreniminiz için ışığın size olağandışı deneyimler getirebileceğini bilin. Diğerleri, size bunun için nasıl yardım edileceğini bilmeyebilirler, çünkü onlar ışık ile ilgili bu tür deneyimleri yaşamamış olabilirler. Bilin ki, eğer olağan dışı bir fenomen deneyimliyorsanız, başınıza gelebilecek olağandışı durumları bütünleştirmekte sizi desteklemesi için direkt olarak Tanrı'yı çağırmanız tavsiye edilir. Sizin kendi Tanrı Varlığınız (Ben'im Varlığı)sizin kanalınızdır ve çağırabileceğiniz ışığa en yüksek bağlantıdır. Ayrıca sizi destekleyecek Işığın Kardeşleri vardır. Sizin kendi Tanrı Varlığınız bu ışık varlıklardan biridir, Tanrı Varlığınız (Ben'im Varlığı) en yüksek bağlantınızdır ve herhangi bir durumda daima size gelecektir. Bu sizin en büyük
desteğinizdir ve Dünya Ana sizin için bundan sonraki en güçlü destektir. Bu Işık Ailesidir ve ruhsal aileniz etrafınızdadır. Işıkişçilerinin sizi desteklemek için yanınızda olduğunu bilin, çünkü onların hepsi sizinle doğuyor. Onların her birine teşekkür etmeyi hatırlayın, lütuf ve rahatlık dolu bir hayat yaşarsınız. Teşekkür etmek çok önemlidir, çünkü bu sizin ışığı tam olarak toprakladığınızı gösterir, çünkü teşekkür etmek her zaman her töreni tamamlar.

11. Alçakgönüllülük ve kurban olma bilincinin olmaması şimdi gözden geçirmenizi istediğim iki enerjidir. Alçakgönüllülük büyük zorluklar deneyimlemenize izin vermeyen enerjidir. Bahsettiğim bu büyük zorluk, kendileri aracılığı ile ışık getirdikleri zaman bir çok ışıkişçisinin karşılaştığı zorluktur, onların egoları, onlardan akan ışığın gücü ile büyümeye başlar. Bunun sadece ışık topraklanmamış olduğunda gerçekleştiğini ve kalp tarafından alınamadığını, zihin ve kalp arasında dengesizliğe neden olduğunu söylüyoruz. Büyük başlılık zihinde çok fazla ışık olmasından kaynaklanır ve kalbe yeterince ışık topraklanmaz. Bu üstünlük yaratır ve ruhu diğer tüm varlıkların kalplerinden ayırır. Bunun farkında olmanızı istiyoruz, çünkü bunun farkında olmazsanız sizin başınıza gelebilir. Yaşamlarında bir eğitim olarak, bir çok ışıkişçisinin bunu deneyimlediğini bilin, onlar kendilerini bu yaşamda başkalarının tapınacağı bir kaide üzerine yerleştirmeye başlarlar. Size, kendi kalbinizin tapınma
yeriniz olduğunu söylüyoruz. Burada evrendeki her bir diğer varlık ile karşılaşırsınız ve tüm varlıklar ile sevgiyi ve ışığı paylaşırsınız. Eğer bir başkasının kalbine tapınmayı seçerseniz, onlar tüm diğer varlıklardaki sevgi ve ışık ile karşılaşmanız için size köprü olacaktır. Bunu yapmak için bir köprüye gereksiniminiz yok, böylece, tapınmak için kaide üzerine oturtmuş olabileceğiniz tüm varlıklardan kaideden indirmenizi veya bu zamanda kendiniz için yaratmış olabileceğiniz herhangi bir kaideden kendinizi indirmenizi istiyoruz. Bilinçliliğinizin ilerlemesi için, eğer bu sizin için varsa, bunu yapmaya gereksiniminiz var, çünkü eğer başınız kalbinizden daha büyükse bilinçliliğinizi gerçekten yükseltemezsiniz. Kaideler üzerinde tapındıkları başka varlıklara sahip olan tüm varlıkların, ayrıca onlara kendi içlerinde ayrı ve daha değersiz hissettiren kurban olma modeline sahip olduklarını bilin. Eğer ışık sizden akarken, sizin için durum bu ise, sizi kurtarmaları için başkalarını
çağıran daha da büyük bir kurban, daha büyük bir aktör olabilirsiniz. Bu Dünyada hiçbir ruhun kurtarılmaya gereksinimi olmadığını söylüyoruz. Gerçek şu ki, bu Dünya üzerindeki tüm ruhlar uyanmaktadır. Bu, tüm ruhların kendi yaşamlarında mutluluğa sahip olmalarını yaratan, ışığa uyanıştır. Işık için berrak bir kanal olabilmeniz için kurban olma kalıplarınızı salıverin.

12. Huzur, Dünya üzerindeki tüm varlıklar için elde edilebilir olan, doğuştan gelen bir haktır. Huzur/barış, sevginin hzurunda Dünyada ışığı topraklamak ile doğurulur. Sevgi tüm varlıkların kalplerini ve dünyayı doldurur ve Dünyanın tüm topluluklarına huzur getirir. Sevginin ve ışığın demirlendiği yerde, kalbinizde huzuru bulursunuz. Sadece tek bir ruhun sevgiyi ve ışığı kendi yaşamına demirlemesi ile, huzur/barış o ruhun sevgiyi ve ışığı demirlediği topluluğa geri döner. Sadece tek bir varlığın bunu seçmesi gerekir, kendi yaşamını buna adayan tek bir varlıktır. Bu bir üstadın doğumudur, tüm topluluklara yaymak için huzuru yaratabilen bir üstada dönüşen bir ruh. O varlığın 70 kilometre etrafında, huzur tüm varlıkların alanında tutulur. Yaşamınızı bir üstat olmaya dönüştürmeye adamayı düşünün. Sevgili kalpler, ışık ile çalışmak için bu on iki anahtar ışığı tamamen berrak olarak topraklamanıza yardım edebilir ve ışığı sizin için ilahi düzende yönlendirebilir. Bu ışığı ışığa uyanmakta
olan başkaları ile paylaşabilirsiniz. Bu bilgiyi bir arada tutmanızı ve sizinle paylaştığımız bu ful bilgiyi paylaşmanızı istiyoruz. Bahsettiğim bu ışık çalışması "büyük çalışma" olarak da bilinir. Bir çok kadim metinlerde, bu ışık çalışmasından bahsedilmiştir, ve bu yüzyılın içinde ve geçen yüzyılın simya metinlerinde, buna "büyük çalışma" olarak bahsedilir. Bu çalışmanın tüm varlıklara hizmet ettiğini bilin, size de tüm varlıklar tarafından hizmet ediliyor. Sizi şimdi, sizin için en uygun şekilde ışık çalışmanıza açmak için destekleyecek kutsal bir dağıtımı (aktarımı) size sunacağız. Bu aktarım birliği deneyimleyen ruhunuzun, zihninizin ve bedeninizin tam desteğinde sizin için özel olarak kodlanmış olan bir enerjidir. Size verdiğimiz bu enerji, birliği almaya hazır olan ruhunuzun, zihninizin ve bedeninizin tüm parçalarını birleştirsin.

Şimdi size sunduğumuz bu enerjiyi almak için 10 dakika oturun ve bilin ki spiritüel rehberleriniz bunu, sizin için hizmet eden Yükselmiş Üstatlardan direkt olarak size getirecektir.

Kutsanın,

Meryem Ana

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Neo - Spiritüalizm'in İlkeleri - Bedri Ruhselman

1- Bütün yaratılmış olanları var eden, yaratan Allah'tır. Yaradan, her dilde başka isimle anılmış ve herkesin görecelik anlayışına göre kimlik almıştır.

2- Allah'ın vücut verdiği yaratıklar bizim idrak alanımıza girmeyecek kadar sonsuzluk içinde yayılıp gider ve bu sebeple onlar bizim için ezeli ve ebedidir.

3- Allah'a hiçbir kimlik yakıştırılamaz. Çünkü O, Mutlak'tır. Yaratıklar ise görecelidir. Mutlak sözcüğünden çıkardığımız anlam; hiçbir şeyle, hiçbir şekilde karşılaştırılması söz konusu olmayandır. Bu nedenle Yeni Ruhçu bir görüşle; Allah hakkında, büyüklük, küçüklük, iyilik, fenalık, bilicilik, bilmeyicilik gibi her zaman zıtlarıyla karşılaştırılan eksik sıfatların hiçbirinin söz konusu olmayacağına inanmış bulunuyoruz. Bizim O'nu anlamaktaki bu güçsüzlüğümüz O'nun Mutlak değerini ne büyültür, ne de küçültür. Bundan da bize ne bir mükafat ne de bir ceza gelir.

4- Yaratılış, bizim düşünme ve duygulanma yeteneğimizin dışında kalır. "Yoktan var olmak" sözü, bizim hiçbir zaman anlayamayacağımız anlamları içerir. Biz, yokluğu hiçbir zaman idrak edemeyiz ki, ondan var olma halini düşünüp, duyabilelim!

5- Demek ki , Allah bizce söz konusu olmayacak şekilde ruhları yaratmıştır, onlara vücut vermiştir, gibi çok eksik ve kusurlu bir ifadeden başka herhangi bir söz söyleyemeyiz.

6- Ruh, tesirlilik gücüne sahip şuurlu bir varlık olmakla beraber; onda toplanmış olan bütün nitelikler bizim bildiklerimiz ve anlayabildiklerimizle sınırlı değildir. Ruhun becerileri madde evrenindeki maddesel bağları oranında kararmış ve gözden kaybolmuş durumdadır.

7- Ruhlar madde evreninde tekamül ettikçe, yani görgü ve deneyimleriyle maddeler üzerindeki tesirlilik kudretlerini kullanabilme imkanlarını genişlettikçe kendilerinde saklı bulunan yüksek becerileri yavaş yavaş ve artan bir şekilde gelişme ortamı bulur ve o oranda maddesel tutsaklıktan kurtulur.

8- Ruhların tekamülü zorunludur. Çünkü onların maddelere bağlanmalarının amacı, kendilerinde saklı bulunan, maddelerle ilgili bütün becerilerinin yavaş yavaş ve yükselen bir şekilde gelişmesiyle tesirlilik kudretlerini maddesel evrende de özgür olarak gösterecek bir duruma gelmektir.

9- Tekamül, ruhların, ancak maddesel evrenle olan ilişkileri bakımından söz konusudur. Daha doğrusu tekamül, doğa kanunları gereğince ebedi olması gereken ruh ile madde arasındaki ilişkilerin yine doğa yasalarına her noktada uygun bir durumda gelişmiş olmasıdır. Bu nedenle biz madde evreniyle olan ilişkileri dışında ruhun hiçbir varlığını, hiçbir etkinliğini nasıl idrak edemiyorsak, onun ebedi sonlarından da söz edemeyiz. Bu nedenle, onun maddesel evren dışındaki tekamülü de bizce söz konusu olamaz. O halde ruhların tekamülü demek, onların maddelerle olan ilişkilerinin tekamülü demektir.

10- Demek ruhlar görgü ve deneyimlerini artırmak için maddesel evrene zorunlu olarak bağlanırlar. Bu durumu zorunlu kılan İlahi Yasalar, daha doğrusu bu yasaların gereklerine susamış ruhun kendi oluş halidir. Bu durumda, ruhların maddelere bağlanması bir neden değil, sonuçtur ve bu sonuç ruhları tekamül amacına ulaştırıcı bir araçtır. İşte Yeni Ruhçuluk düşüncesi; klasik deneysel ruhçuluk izleyicilerinin birçoğundan, birçok skolastik felsefe düşüncesi sahiplerinden ve özellikle eski Hindistan'dan, Budizm'den kaynağını alan birçok dinsel ve felsefi anlayışlardan bu şekilde ayrılır.

11- Yaratıkların göreceli oluşu ve meydana gelmiş olması onların yönetilmesi zorunluluğunu sonucunu verir. Yönetim bir düzene bağlıdır. Düzen de birtakım yasalarla disiplin altına alınmıştır. Yasasız düzen ve düzensiz yönetim olmaz. Yaratıkların düzeni, doğa yasaları adıyla anmaya alıştığımız ilahi Yasalarla sağlanır. Bu yasaların belirledikleri düzen, görecelidir. Bu durum onların, göreceli değerde olan şuurlu etkileyiciler tarafından uygulanma alanlarına çıkarılmasını gerektirir. Çünkü kesinlikle hiçbir göreceli varlığın Mutlak'la karşılaştırılamayacağı bilinir.

Evren, İlahi Yasalar içinde ruhlar tarafından yönetilir ve ruhların da bu işi başarabilecek durumlara gelmeye çaba göstermesi, bu halin doğurduğu zorunluluklardan biri olur. Demek ki ruhlar, tekamül dereceleri oranında evreni yönetecek durumlara gelirler. Öte yandan evreni yönetmenin sonu olmadığı gibi ruhların tekamüllerinin de sonu yoktur.

12- Yeni Ruhçuluk anlayışına göre; bu sonsuzluk birtakım mistik ve dogmatik kaynakların inandığı gibi bizi, ruhların bir gün Allah olacakları ya da herhangi bir şekilde Allah ile ilişkide bulunabilecekleri düşüncesine hiçbir zaman götürmez.

13- Ruhun tekamülü madde evreniyle olan ilişkilerin gelişmesine ait olunca bu ilişkilerin ebediyet içinde kesilmemesi gerekecektir. Çünkü bu ilişkiler, tamamlamış olmak, İlahi Yasaları tam olarak uygulayabilir bir duruma gelmek demektir.

14- Ruhların madde evreni içindeki tekamülleri için ruhlar, maddelerin en ilkel hallerinden en gelişmiş hallerine kadar sıralanmış bütün alemlerinde kendi ihtiyaçlarına göre bir süre yaşarlar. Böylece onlar her maddesel durumda, her maddesel aşamada ve her maddesel gereklilikte yoğrularak yuvarlanarak görgü ve deneyimlerini artırmak imkanını bulurlar.

15- Üç buutlu alemimiz, sonsuz madde evrenimizin oldukça geri bir aşamasıdır. Böyle olmakla beraber bu ilkel aşama bile bize, bir ebediyet kadar uzun görünen zaman içindeki sonsuz maddesel oluş imkanlarını sunar. Bu alemde birçok dünyalar vardır ve her bir dünya, henüz o dünyada görgü ve deneyimini tamamlamamış bir ruh için bir dev kadar büyüktür.

16- Üç buutlu alemin dünyaları aynı doğal şartlara bağlı değildir. Bunlar birbirinden çok farklı değişikliklerle ayrılır.

17- Her grupta tekamül eden ruhlar, o gruptaki dünyaların gereklerine ve zorunluluklarına uygun aynı amaca yönelik başka bir tekamül yolu izlerler. Bir ruhun üç boyutlu evrendeki tekamülünü tamamlayabilmesi için bütün bu dünya gruplarındaki tekamül yollarından geçmesi şart değildir.

18- Evrende her yer iskan. edilmiştir. Her yerde, o yerin gereklerine, oluş şartlarına ve doğal yasalarına uygun şekilde tekamül eden ruhlar vardır. Maddesel evrende,maddesel zerreden arınmış boş bir yer yoktur. Ruhların etkilerinden uzak bir tek zerre de yoktur.

19- Gruplanmış olan bütün bu sayısız tekamül aşamalarını, çeşitli alemlerde tamamladıktan sonra; üç buutlu alemde, ruhlar işlerini bitirmiş ve oralardaki maddesel olaylara egemen bir duruma gelmiş olurlar. Bu andan başlayarak, ayrı ayrı yollardan gelen ruhlar sembolik bir ifadeyle dört buutlu dediğimiz daha yüksek ve esaslı değişimler geçirmiş maddesel sıralamadaki bir aleme girerler. Bu alemde yine sonsuz olan ayrı ayrı tekamül imkanları içindeki iradeleriyle ve ihtiyaçlarına göre, belki tekrar ayrılacak olan yollarına devam etmek üzere birleşirler.

20- Dünyamızın içinde bulunduğu tekamül grubu öteki dünyalar arasındaki oldukça geri bir aşamayı oluşturur.

21- Tekrar doğuş sürecinde izlenen amaç; ruhların dünyadaki herhangi bir madde oluşumuna ait gereklerde fiilen yaşadıktan sonra, daha yüksek düzendeki madde gereklerinde de yaşamaya kendilerini hazırlamalarıdır.

22- Bu durumda, bazı klasik düşünce sahiplerinin kabul ettikleri tenasüh fikri klasik deneysel ruhçuluk anlayışında olduğu gibi Yeni Ruhçuluğun anlayışına göre de kabule uygun değildir.

23- Bir hayatta şuurlu ya da şuursuz her ruh varlığının yapmakla yükümlü olduğu, kendi ihtiyaçlarına göre belirlenmiş birtakım işleri vardır. Burada varlıkların şuurlu ya da şuursuz olması, bu işlerin değerini gerekliliğini ve sonuçlarını ne azaltır, ne çoğaltır; ne de ortadan kaldırır. Bütün varlıklar Nedensellik Yasası içinde birbiriyle ilintili hayat şartlarına bağlı olarak dünyaya tekrar tekrar gelip giderek yükselirler.

24- Nedensellik Yasası'nı tanımış olan ruh, tekamül yolundaki adımlarını daha önceki aşamalarda olduğundan daha çok hızlandırır. Bu döneme girdikten sonra ruhun öteki gizli becerileri daha hızlı olarak ve daha güvenle gelişmeye başlar. Çünkü Nedensellik Yasası'nı anlamış ve kabul etmiş olan ruh, doğa yasalarına ayak uydurmak için daha büyük çabalar harcar. Bu çabalar, onun İlahi Yasaların uygulanmasıyla vazifeli ajanlar sırasında geçmek yolundaki yürüyüşünü hızlandırır. Bu da, İlahi Yasaların gereğidir.Demek ki, İnsan, Nedensellik Yasası'nın anlamını ne kadar iyi kavrayabilmiş ve onun gereklerini ne kadar yerinde uygulayabilecek bir duruma gelmiş ise, o kadar yüksek düzeyli bir insan halini alır, o kadar güçlü bir varlık olur ve sonunda, ebedi yükselişinde adımlarını o kadar fazla hızlandırmış ve kolaylaştırmış olur.

25- İnsanın bir hayatta deneyimlerini başarıyla tamamlayabilmesi; "bütün fiil ve hareketlerini uygulama yasalarına uydurmuş olmak" formülü ile gösterilebilir.

26- Doğa Yasalarına uyup uymamanın ölçüsü vicdandır. Herhangi bir fiil ve hareket karşısında vicdanımızda duyduğumuz en hafif bir burkulmadan, en acı ve keskin sızılara kadar olan her duygu, bize doğa yasalarından ayrılmak girişiminde bulunduğumuzu hatırlatır.

27- Dünyadaki deneyden amaç, maddelerden tiksinmek ve olaylardan kaçarak, yalıtılmış hayata girmek değildir. Bunun aksine, maddeleri amaç olarak kabul edip onların geçici olaylarına tapmak da değildir. Hem birinci, hem de ikinci yollar aynı derecede sakattır. Bunlar, dünyaya gelmekteki amaçları incitir ve başarısızlık etkenlerini hazırlar. .Dünyalardaki maddeler tekamülün araçlarıdır. Bu bakımdan, onlara bağlanmak ve onların doğurduğu olaylardan kendimizi uzaklaştırmamak zorundayız. Fakat maddeler tekamülün amacı değildir. Bu da onlara ancak belirli amaçlar uğrunda ve o amaçların gerçekleşmesi için bağlanmamız gerektiğini gösterir. Bu amaçlar gerçekleşince maddelere olan bağlılıklar hemen kendi kendine çözülür ve çözülmelidir. İşte bu gerçeği duyarak anlayabildiğimiz oranda yükseldiğimizi idrak etmiş oluruz.

28- Doğru yolu bulmak, iyi insan olmak, tecrübelerimizi dünyada başarıyla bitirmek; özetle, tekamül etmek için, hiçbir ahlak hocasına gerek yoktur.Bir ruh hakkında hoş görülebilir olan az çok kötü bir hareket, diğer bir ruh hakkında en ağır sorumlulukları düşündürebilir. Bunu da dışarıdan kimse belirleyemez. Herhangi bir ruhun ihtiyacı karşısında verilen öğütler, başka bir ruhun ihtiyaçlarına yeterli olmaz ve ona yarar sağlamaz. İnsanın ahlak hocası dışında değil, kendi içindedir.
O ne büyük bir saadettir ve ne büyük bir kazançtır ki, her insanın rehberi ve kurtarıcısı kendisinden asla ayrılmayan ve ebediyet içinde kendisine eşlik eden en yakın ve en emin bir yerdedir. yani kendisindedir..'

(Ruh ve Kainat, Dr. Bedri Ruhselman)

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

hiç yoktan yaratmak

Biliminiz son birkaç yıl içinde insan bilincinin maddeyi değiştirdiğini kanıtlamıştır. Eğer buna inanıyorsanız, sizce insan bilincinin maddeyi yaratması da mümkün müdür? Yanıt evettir. İnsan bilinci maddeyi her zaman yaratabilirdi! Evet bilinç hiç yoktan bir şey yaratabilir. Mümkün değil diyorsanız avatarların bunu yaptığını söylerim. Eski zaman üstatları bunu yaptılar, siz de yapabilirsiniz. Öyleyse dört boyutlu varoluşunuzdan tamamen ayrı bir şeyi neden yaratmıyorsunuz? Bu gerçekten simyadır, daha önce bunun sadece enerjiyi değiştirmekle ilgili olduğunu söylemiştik. O şöyle yapılır.

Her gün düşünce engramları yaratın. (Kryon engramları, belleğimizde enerji olarak kalan düşünceler olarak tanımlıyor) Engramlar boş ve yüzeysel imgelemelerden daha farklı bir şeydir, kutsal enerjinin düşünce gruplarıdır. Onları nasıl yaratırsınız? Belleği kullanın, görmüş ya da deneyimlemiş olduğunuz şeyi yoğunlaştırın. Hepiniz kahkahayı deneyimlemişsinizdir, öyleyse bu sevinci hatırladığınız gerçek modele dayanarak zihninize kakın! Hepiniz genç oldunuz, öyleyse hatırladığınız bu canlılığı ve gençliği zihninize kakın! Bu engramlar eninde sonunda içinizde bir realite yaratacak ve bu realite yavaş yavaş sizi dördüncü boyutun dışına, daha yüksek bir boyuta çekecektir. Bunun ne anlama geldiğini anlamayabilirsiniz, çünkü dördüncü boyutun içinde siz bir kutunun içindesiniz. Bu boyut deneyiminizi kullanarak kutunun duvarlarına tırmanın ve size verilmiş olan, ama ille de anlamayabileceğiniz şeyi kullanmaya hazırlanın. “Bu mantıklı değil, bir süreci kullanabilmek için onu inceleyip anlamamız gerekir” diyebilirsiniz. Gerçekten öyle mi? Sezgiyi anlıyor musunuz, onu nasıl kullanacağınızı tanımlayabilir misiniz? Ama onu kullanıyorsunuz öyle değil mi? Yer çekimini anlıyor musunuz? Hayır, ama her gün onunla çalışıyorsunuz. Birlikte çalıştığınız ama açıklayamadığınız kavramlara alışın.

-alıntı-
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

İnsana Bakış

Farkına varma çabasıyla okursak şuurumuzu zenginleştireceğini düşündüğüm Risale-i Nurlardan başta Farkındalık için çalışan arkadaşlarımıza alıntılar yapmak istedim. Anlamakta zorlanacağınız kelimelerin anlamlarını yanlarına yazmayı düşündüm ancak bütünlük bozulmasın diyerekten vazgeçtim.. İsteyen onları zaten öğrenecektir... . Herkesin faydalanabilmesi dileğiyle…


İnsan, fiil ve amel cihetinde ve sa’y-i maddî itibarıyla zayıf bir hayvandır, âciz bir mahlûktur. Onun o cihetteki daire-i tasarrufâtı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki, elini uzatsa ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvânât-ı ehliye, insanın zaaf ve acz ve tembelliğinden birer hisse almışlardır ki, yabanî emsallerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (ehlî keçi ve ****, yabanî keçi ve **** gibi).

Fakat o insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerîme misafir olmuş ki, nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış; ve hadsiz bedî masnuâtını ve hizmetkârlarını ona musahhar etmiş; ve o misafirin tenezzühüne ve temâşâsına ve istifadesine öyle büyük bir daire açıp müheyyâ etmiştir ki,o dairenin nısf-ı kutru, yani merkezden muhit hattına kadar, gözün kestiği miktar, belki hayalin gittiği yere kadar geniştir ve uzundur

İşte, eğer insan enâniyetine istinad edip, hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek, derd-i maişet içinde, muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur, gider. Ona verilen bütün cihazat ve âlât ve letâif, ondan şikâyet ederek haşirde onun aleyhinde şehadet edeceklerdir ve dâvâcı olacaklardır. Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerîmin izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarf etse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder, sonra âlâ-yı illiyyîne kadar gidebilir. Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler.

Evet, insana verilen bütün cihâzât-ı acîbe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil, belki pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmişler, Çünkü, insanı hayvana nisbet etsek görüyoruz ki, insan, cihazat ve âlât itibarıyla çok zengindir, yüz derece hayvandan daha ziyadedir. Hayat-ı dünyeviye lezzetinde ve hayvanî yaşayışında, yüz derece aşağı düşer. Çünkü her gördüğü lezzetinde binler elem izi vardır. Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları ve herbir lezzetin dahi elem-i zevâli, onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz bırakıyor. Fakat hayvan öyle değil; elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir zevk eder.
Ne geçmiş zamanın elemleri onu incitir, ne gelecek zamanın korkuları onu ürkütür. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder.

Demek, ahsen-i takvim suretinde yaratılan insan, hayat-ı dünyeviyeye hasr-ı fikir etse, yüz derece sermayece hayvandan yüksek olduğu halde, yüz derece serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı düşer. Başka bir yerde bir temsille bu hakikati beyan etmiştim. Münasebet geldi, yine o temsili tekrar ediyorum.

Şöyle ki:
Bir adam, bir hizmetkârına on altın verip “Mahsus bir kumaştan bir kat elbise yaptır” emreder. İkincisine bin altın verir, bir pusula içinde bazı şeyler yazılı o hizmetkârın cebine koyar, bir pazara gönderir.
Evvelki hizmetkâr, on altınla âlâ kumaştan mükemmel bir elbise alır. İkinci hizmetkâr, divanelik edip, evvelki hizmetkâra bakıp, cebine konulan hesap pusulasını okumayarak, bir dükkâncıya bin altın vererek bir kat elbise istedi. İnsafsız dükkâncı da kumaşın en çürüğünden bir kat elbise verdi. O bedbaht hizmetkâr, seyyidinin huzuruna geldi ve şiddetli bir tedip gördü ve dehşetli bir azap çekti.
İşte, ednâ bir şuuru olan anlar ki, ikinci hizmetkâra verilen bin altın, bir kat elbise almak için değildir. Belki mühim bir ticaret içindir

Aynen onun gibi, insandaki cihâzât-ı mâneviye ve letâif-i insaniye ki, herbirisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat etmiş. Meselâ, güzelliğin bütün merâtibini fark eden insan gözü; ve taamların bütün çeşit çeşit ezvâk-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zâika-i lisaniyesi; ve hakaikın bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı; ve kemâlâtın bütün envâına müştak insanın kalbi gibi sair cihazları, âletleri nerede; hayvanın pek basit, yalnız bir iki mertebe inkişaf etmiş âletleri nerede? Yalnız şu kadar fark var ki, hayvan kendine has bir amelde-münhasıran o hayvanda bir cihaz-ı mahsus-ziyade inkişaf eder. Fakat o inkişaf hususîdir.

İnsanın cihazat cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki: Akıl ve fikir sebebiyle, insanın hasseleri, duyguları fazla inkişaf ve inbisat peydâ etmiştir. Ve ihtiyâcâtın kesreti sebebiyle, çok çeşit çeşit hissiyat peydâ olmuştur. Ve hassasiyeti çok tenevvüetmiş ve fıtratın câmiiyeti sebebiyle pek çok makàsıda müteveccih arzulara medar olmuş; ve pek çok vazife-i fıtriyesi bulunduğu sebebiyle, âlât ve cihâzâtı ziyade inbisat peydâ etmiştir. Ve ibâdâtın bütün envâına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için, bütün kemâlâtın tohumlarına câmi bir istidat verilmiştir.

İşte, şu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz , muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir. Belki, şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makàsıda müteveccih vezâifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubûdiyet suretinde ilân etmek; ve küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek; ve nimetler içinde imdâdât-ı Rahmâniyeyi görüp şükretmek; ve masnuatta kudret-i Rabbâniyenin mu’cizâtını temâşâ ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Güzelliği gör !

Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır; ve lâfız mânaya bakar, ona göre nurlanır; ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de, bu maddî ve cismânî olan âlem-i şehadet dahi bir cesettir, bir lâfızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esmâ-i İlâhiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, canlanır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler kendi hakikatlerinin ve mânâlarının mânevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise, esmâ-i İlâhiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir.

Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin envâı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecellî eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerret bir cemâlin esmâ vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emârâtlarıdır. Fakat nasıl ki, Vâcibü’l-Vücudun Zât-ı Akdesi, başkalara hiçbir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onun kudsî cemâli, mümkinatın ve mahlûkatın hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha âlidir.

Evet, koca Cennet bütün hüsün ve cemâliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i Cennete Cenneti unutturan bir cemâl-i sermedî, elbette nihayeti ve şebîhi ve nazîri ve misli olmaz. Malûmdur ki, herşeyin hüsnü kendine göredir; hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Meselâ, gözle hissedilen bir güzellik, kulakla hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akılla fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağızla zevk edilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi; kalb, ruh ve sair zâhirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilâfı gibi muhteliftir. Meselâ, imanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemâli ve suretin cemâli ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi; Cemîl-i Zülcelâlin nihayet derecede güzel olan Esmâ-i Hüsnâsının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.

Eğer Cemîl-i Zülcelâlin esmâsındaki hüsünlerin mevcudat âyinelerinde bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temâşa edecek bir geniş, hayalî gözle bak. Ve hem bil ki, rahmâniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tâbirler, Cenâb-ı Hakkın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine işaret ederler.

İşte, başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzaklarına bak, Rahmâniyet-i İlâhiyenin cemâlini gör.

Hem bütün yavruların mu’cizâne iaşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sinelerinde asılmış tatlı, sâfi, âb-ı kevser gibi iki tulumbacık süte temâşâ eyle, rahîmiyet-i Rabbâniyenin câzibedar cemâlini gör.

Hem bütün kâinatı envâıyla beraber bir kitab-ı kebîr-i hikmet ve öyle bir kitap ki, her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bab, her babı binler küçük kitap hükmüne getiren hakîmiyet-i İlâhiyenin cemâl-i bîmisâline bak, gör.

Hem kâinatı bütün mevcudatıyla mizanı altına alan ve bütün ecram-ı ulviye ve süfliyenin muvazenelerini idame ettiren ve güzelliğin en mühim bir esası olan tenasübü veren ve herşeye en güzel vaziyeti verdiren ve her zîhayata hakk-ı hayatı verip ihkak-ı hak eden ve mütecavizleri durduran ve cezalandıran bir âdiliyetin haşmetli güzelliğine bak, gör.

Hem insanın geçmiş tarihçe-i hayatını buğday tanesi küçüklüğündeki kuvve-i hafızasında ve her nebat ve ağacın gelecek tarihçe-i hayat-ı saniyesini çekirdeğinde yazmasına ve her zîhayatın muhafazasına lüzumu bulunan âlât ve cihazata, meselâ arının kanatçıklarına ve zehirli iğnesine ve dikenli çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarına bak ve hafîziyet ve hâfiziyet-i Rabbâniyenin letafetli cemâlini gör.

Hem zemin sofrasında Kerîm-i Mutlak olan Rahmân-ı Rahîmin misafirlerine rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zîhayatın zevk ve safâsına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerîmiyet-i Rabbâniyenin gayet şirin cemâlini ve gayet tatlı güzelliğini gör.

Hem Fettâh ve Musavvir isimlerinin tecellîleriyle başta insan olarak bütün hayvanatın su katrelerinden açılan pek çok mânidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok cazibedar simalarına bak, fettâhiyet ve musavviriyet-i İlâhiyenin mu’cizatlı cemâlini gör.

İşte, bu mezkûr misallere kıyasen, Esmâ-i Hüsnânın herbirisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemâli var ki, birtek cilvesi koca bir âlemi ve hadsiz bir nev’i güzelleştiriyor.

Birtek çiçekte bir ismin cilve-i cemâlini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir. Ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cenneti iman gözüyle görebilirsen bak, gör, cemâl-i sermedînin derece-i haşmetini anla. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemâliyle mukabele etsen çok güzel bir mahlûk olursun. Eğer dalâletin hadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhuyla mukabele edip karşılasan, en çirkin bir mahlûk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın mânen menfurları olursun.

Risalei nur

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Latif latifeler

Ey insan! Fâtır-ı Hakîmin senin mahiyetine koyduğu en garip bir hâlet şudur ki:

Bazan dünyaya yerleşemiyorsun, zindanda boğazı sıkılmış adam gibi “of, of” deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde; bir zerrecik, bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.

Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür.

Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.

Alıntı

Risali nur
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Zühre, Katre, Reşha

Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan safvetli bir Reşha’yı farz ediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemâli var ve o kemâle bir iştiyakı bulunuyor.
Şu üç şey de, çok hakikatlere işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklerine işaret eder ve üç tabaka ehl-i hakikate misaldir.

Birincisi: Ehl-i fikir, ehl-i velâyet, ehl-i nübüvvetin işârâtıdır.

İkincisi: Cismanî cihazatla kemâline sa’y edip hakikate gidenleri; ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimâliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri; ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.

Üçüncüsü: Enâniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlâliyle hakikate giden; ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikati aramaya giden; ve iman ve Kur’ân ile, fakr ve ubûdiyetle hakikate çabuk giden, ayrı ayrı istidatta bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilâflarına işaret eden temsillerdir.

İşte, şu üç tabakanın terakkiyâtındaki sırrı ve geniş hikmeti Zühre, Katre, Reşha ünvanları altında bir temsille bir derece göstereceğiz.

Meselâ, güneşin, kendi Hâlıkının izniyle ve emriyle, üç çeşit tecellîsi ve in’ikâsı ve ifâzası var: Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikâslarıdır.

Birincisi üç tarzdadır:
Biri, küllî ve umumî bir tecellî ve in’ikâsdır ki, bütün çiçeklere birden ifâzasıdır.

Biri de has bir tecellîdir ki, herbir nev’e göre bir hususî in’ikâsı vardır.

Biri de cüz’î bir tecellîdir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır.

Şu temsilimiz o kavle göredir ki, çiçeklerin süslü renkleri, güneşin ziyasındaki yedi rengin istihâle-i in’ikâsiyesinden neş’et ediyor; ve bu kavle göre çiçekler dahi güneşin bir çeşit âyineleridir.

İkincisi: Güneşin, kamere ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîmin izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra, kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru, güneşten küllî bir surette istifade eder, sonra hususî bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz’iyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifâzasıdır.

Üçüncüsü: Güneşin, emr-i İlâhî ile, cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine ederek, safî ve küllî ve gölgesiz bir in’ikâsı var. Sonra o güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve karın şişeciklerine, herbirine birer cüz’î aksi, birer küçük timsalini veriyor.

İşte, güneşin, herbir çiçeğe ve kamere mukabil herbir katreye, herbir reşhaya, mezkûr üç cihette, ikişer tarikle teveccüh ve ifâzası var:

Birinci tarik: Bil’asale, doğrudan doğruya, berzahsız, hicapsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarikini temsil eder.

İkinci yol: Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velâyet mesleğini temsil eder.İşte, Zühre, Katre, Reşha, herbirisi, evvelki yolda diyebilirler ki: “Ben umum âlem güneşinin bir âyinesiyim.” Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki “Ben kendi güneşimin âyinesiyim”; veyahut “Nev’ime tecellî eden güneşin âyinesiyim” der. Çünkü güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki, o şahsın veyahut nev’inin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde mahdut bir kayıt altında ona görünüyor.

Halbuki kayıtsız, berzahsız, mutlak güneşin âsârını o mukayyet güneşe veremiyor. Çünkü bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebâtat, hayvânâtın hayatlarını tahrik etmek ve seyyârâtı etrafında döndürmek gibi haşmetnümâ eserleri, o dar kayıt ve mahdut berzah içinde gördüğü güneşe, şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki, o âsâr-ı acîbeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf aklî ve imanî bir tarzda; ve o mukayyed, ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyetle verebilir. Fakat, o insan gibi akıllı farz ettiğimiz Zühre, Katre, Reşha, şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri, aklîdir, şuhudî değil. Belki, bazan hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder; pek güçlükle inanabilirler.

İşte, hakikate dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatin âzâları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi Zühre, Katre, Reşha farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor; biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani, onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar; biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.

İşte, sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyâta tevaggul eden ve nefsi kesafet peydâ eden arkadaş! Sen Zühre ol. Nasıl ki o Zühre çiçeği, ziya-yı şemsten inhilâl etmiş bir renk alıyor; ve o renk içinde şemsin timsalini karıştırıp kendine ziynetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidadın dahi ona benzer.

Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise, kamere âşık olan Katre olsun ki, kamer, güneşten aldığı ziya zıllini ona verir ve onun gözbebeğine bir nur verir, o da o nurla parlar. Fakat o Katre, o nurla yalnız kameri görür, güneşi göremez; belki imanıyla görebilir.

Hem şu herşeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Haktan bilir, esbabı bir perde telâkki eder fakir adam, o da Reşha olsun. Öyle bir Reşha ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp Zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya güneşin timsalini gözbebeğinde saklıyor. Şimdi, madem biz bu üç şey yerine geçtik.

Kendimize bakmalıyız: Bizde ne var, ne yapacağız?

İşte, bakıyoruz ki, bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.

Ey Zühre-misal! Sen gidiyorsun. Fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ bir mertebe-i külliyeye geldin. Güya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki, Zühre kesif bir âyinedir. Onda, ziyadaki yedi renk inhilâl ve inkisar eder. Şemsin aksini gizler. Sen sevdiğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde suretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neş’et eden firaktan kurtulamazsın. Lâkin bir şartla kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehâsiniyle telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem, başaşağı, celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü sen onun âyinesisin. Vazifen âyinedarlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir.

Evet, nasıl bir çiçek, güneşin küçücük bir âyinesidir. Şu koca güneş dahi, gök denizinde, Şems-i Ezelînin Nur isminden tecellî eden bir lem’anın katre-misal bir âyinesidir.
Ey kalb-i insanî! Sen nasıl bir güneşin âyinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat güneşi nefsülemirde nasılsa öyle göremezsin; o hakikati çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir; ve kesafetli dürbünün bir suret takar; ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.
Şimdi, sen dahi, ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle, tâ kamere kadar terakki ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zâtında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye’sin zulümâtından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habisenin iz’âcâtından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlarla kurtulabilirsin ki: Tabiat gecesini terk edip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir.
Bu şartı yaptıktan sonra sen kemâlini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine, haşmetli güneşi bulursun. Fakat sen dahi, öteki arkadaşın gibi, güneşi safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicapların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.
İşte, Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife, nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır.

Ey Reşha-misal! Madem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık ediyorsun. Sen hangi mertebede bulunursan bulun, ayn-ı şemse karşı, aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o şemsin âsâr-ı acîbesini ona vermekte müşkülât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsâfını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz, hilâf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır; fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.

İşte, şu hakikatle karışık temsilde, böyle başka başka üç tarikle kemâle gidilir. Ve o kemâlâtın mezâyâsında ve mertebe-i şuhudun tafsilâtında başka başkadırlar. Fakat neticede ve hakka iz’an ve hakikati tasdikte ittifak ederler.

İşte, nasıl bir gece adamı ki, hiç güneşi görmemiş, yalnız kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklit ediyor. Öyle de, veraset-i Ahmediye (a.s.m.) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmâsına yetişmeyen,
haşr-i âzamı ve kıyamet-i kübrâyı taklidî olarak kabul eder, “Aklî bir mesele değildir” der. Çünkü, hakikat-ı haşir ve kıyamet, İsm-i Âzamın ve bazı esmânın derece-i âzamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa, taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalble kabul eder.

İşte şu sırdandır ki, haşir ve kıyameti, en âzam mertebede, en ekmel tafsilâtla Kur’ân zikrediyor ve İsm-i Âzamın mazharı olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşadın iktizasıyla, bir derece basit ve iptidaî bir halde olan ümmetlerine, haşri en âzam bir derecede, en geniş bir tafsilâtla ders vermemişler.

Hem şu sırdandır ki, bir kısım ehl-i velâyet, bazı erkân-ı imaniyeyi mertebe-i uzmâsında görmemişler veya gösterememişler. Hem şu sırdandır ki, marifetullahta derecât-ı ârifîn çok tefavüt ediyor.

Daha bunlar gibi çok esrar, şu hakikatten inkişaf eder. Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikati ihsas ettiğinden, hem hakikat çok geniş ve çok derin olduğundan, biz dahi temsille iktifa ediyoruz. Haddimizin ve takatimizin fevkinde olan esrara girişmeyeceğiz.

24.söz İkinci dal
Sözler/Risale-i Nur

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Zühre, Katre, Reşha

Zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan safvetli bir Reşha’yı farz ediyoruz ki, herbirisinin bir şuuru, bir kemâli var ve o kemâle bir iştiyakı bulunuyor.
Şu üç şey de, çok hakikatlere işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklerine işaret eder ve üç tabaka ehl-i hakikate misaldir.

Birincisi: Ehl-i fikir, ehl-i velâyet, ehl-i nübüvvetin işârâtıdır.

İkincisi: Cismanî cihazatla kemâline sa’y edip hakikate gidenleri; ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimâliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri; ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.

Üçüncüsü: Enâniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlâliyle hakikate giden; ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikati aramaya giden; ve iman ve Kur’ân ile, fakr ve ubûdiyetle hakikate çabuk giden, ayrı ayrı istidatta bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilâflarına işaret eden temsillerdir.

İşte, şu üç tabakanın terakkiyâtındaki sırrı ve geniş hikmeti Zühre, Katre, Reşha ünvanları altında bir temsille bir derece göstereceğiz.

Meselâ, güneşin, kendi Hâlıkının izniyle ve emriyle, üç çeşit tecellîsi ve in’ikâsı ve ifâzası var: Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikâslarıdır.

Birincisi üç tarzdadır:
Biri, küllî ve umumî bir tecellî ve in’ikâsdır ki, bütün çiçeklere birden ifâzasıdır.

Biri de has bir tecellîdir ki, herbir nev’e göre bir hususî in’ikâsı vardır.

Biri de cüz’î bir tecellîdir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır.

Şu temsilimiz o kavle göredir ki, çiçeklerin süslü renkleri, güneşin ziyasındaki yedi rengin istihâle-i in’ikâsiyesinden neş’et ediyor; ve bu kavle göre çiçekler dahi güneşin bir çeşit âyineleridir.

İkincisi: Güneşin, kamere ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîmin izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra, kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru, güneşten küllî bir surette istifade eder, sonra hususî bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz’iyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifâzasıdır.

Üçüncüsü: Güneşin, emr-i İlâhî ile, cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine ederek, safî ve küllî ve gölgesiz bir in’ikâsı var. Sonra o güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve karın şişeciklerine, herbirine birer cüz’î aksi, birer küçük timsalini veriyor.

İşte, güneşin, herbir çiçeğe ve kamere mukabil herbir katreye, herbir reşhaya, mezkûr üç cihette, ikişer tarikle teveccüh ve ifâzası var:

Birinci tarik: Bil’asale, doğrudan doğruya, berzahsız, hicapsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarikini temsil eder.

İkinci yol: Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velâyet mesleğini temsil eder.İşte, Zühre, Katre, Reşha, herbirisi, evvelki yolda diyebilirler ki: “Ben umum âlem güneşinin bir âyinesiyim.” Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki “Ben kendi güneşimin âyinesiyim”; veyahut “Nev’ime tecellî eden güneşin âyinesiyim” der. Çünkü güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki, o şahsın veyahut nev’inin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde mahdut bir kayıt altında ona görünüyor.

Halbuki kayıtsız, berzahsız, mutlak güneşin âsârını o mukayyet güneşe veremiyor. Çünkü bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebâtat, hayvânâtın hayatlarını tahrik etmek ve seyyârâtı etrafında döndürmek gibi haşmetnümâ eserleri, o dar kayıt ve mahdut berzah içinde gördüğü güneşe, şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki, o âsâr-ı acîbeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf aklî ve imanî bir tarzda; ve o mukayyed, ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyetle verebilir. Fakat, o insan gibi akıllı farz ettiğimiz Zühre, Katre, Reşha, şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri, aklîdir, şuhudî değil. Belki, bazan hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder; pek güçlükle inanabilirler.

İşte, hakikate dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatin âzâları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi Zühre, Katre, Reşha farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor; biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani, onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar; biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.

İşte, sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyâta tevaggul eden ve nefsi kesafet peydâ eden arkadaş! Sen Zühre ol. Nasıl ki o Zühre çiçeği, ziya-yı şemsten inhilâl etmiş bir renk alıyor; ve o renk içinde şemsin timsalini karıştırıp kendine ziynetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidadın dahi ona benzer.

Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise, kamere âşık olan Katre olsun ki, kamer, güneşten aldığı ziya zıllini ona verir ve onun gözbebeğine bir nur verir, o da o nurla parlar. Fakat o Katre, o nurla yalnız kameri görür, güneşi göremez; belki imanıyla görebilir.

Hem şu herşeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Haktan bilir, esbabı bir perde telâkki eder fakir adam, o da Reşha olsun. Öyle bir Reşha ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp Zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya güneşin timsalini gözbebeğinde saklıyor. Şimdi, madem biz bu üç şey yerine geçtik.

Kendimize bakmalıyız: Bizde ne var, ne yapacağız?

İşte, bakıyoruz ki, bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise, herbirimiz, istidadımıza göre, o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.

Ey Zühre-misal! Sen gidiyorsun. Fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ bir mertebe-i külliyeye geldin. Güya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki, Zühre kesif bir âyinedir. Onda, ziyadaki yedi renk inhilâl ve inkisar eder. Şemsin aksini gizler. Sen sevdiğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde suretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neş’et eden firaktan kurtulamazsın. Lâkin bir şartla kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehâsiniyle telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem, başaşağı, celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü sen onun âyinesisin. Vazifen âyinedarlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir.

Evet, nasıl bir çiçek, güneşin küçücük bir âyinesidir. Şu koca güneş dahi, gök denizinde, Şems-i Ezelînin Nur isminden tecellî eden bir lem’anın katre-misal bir âyinesidir.
Ey kalb-i insanî! Sen nasıl bir güneşin âyinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat güneşi nefsülemirde nasılsa öyle göremezsin; o hakikati çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir; ve kesafetli dürbünün bir suret takar; ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.
Şimdi, sen dahi, ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle, tâ kamere kadar terakki ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zâtında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye’sin zulümâtından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habisenin iz’âcâtından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlarla kurtulabilirsin ki: Tabiat gecesini terk edip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir.
Bu şartı yaptıktan sonra sen kemâlini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine, haşmetli güneşi bulursun. Fakat sen dahi, öteki arkadaşın gibi, güneşi safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicapların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.
İşte, Reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife, nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır.

Ey Reşha-misal! Madem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık ediyorsun. Sen hangi mertebede bulunursan bulun, ayn-ı şemse karşı, aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o şemsin âsâr-ı acîbesini ona vermekte müşkülât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsâfını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz, hilâf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarıdır; fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.

İşte, şu hakikatle karışık temsilde, böyle başka başka üç tarikle kemâle gidilir. Ve o kemâlâtın mezâyâsında ve mertebe-i şuhudun tafsilâtında başka başkadırlar. Fakat neticede ve hakka iz’an ve hakikati tasdikte ittifak ederler.

İşte, nasıl bir gece adamı ki, hiç güneşi görmemiş, yalnız kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklit ediyor. Öyle de, veraset-i Ahmediye (a.s.m.) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmâsına yetişmeyen,
haşr-i âzamı ve kıyamet-i kübrâyı taklidî olarak kabul eder, “Aklî bir mesele değildir” der. Çünkü, hakikat-ı haşir ve kıyamet, İsm-i Âzamın ve bazı esmânın derece-i âzamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa, taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalble kabul eder.

İşte şu sırdandır ki, haşir ve kıyameti, en âzam mertebede, en ekmel tafsilâtla Kur’ân zikrediyor ve İsm-i Âzamın mazharı olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşadın iktizasıyla, bir derece basit ve iptidaî bir halde olan ümmetlerine, haşri en âzam bir derecede, en geniş bir tafsilâtla ders vermemişler.

Hem şu sırdandır ki, bir kısım ehl-i velâyet, bazı erkân-ı imaniyeyi mertebe-i uzmâsında görmemişler veya gösterememişler. Hem şu sırdandır ki, marifetullahta derecât-ı ârifîn çok tefavüt ediyor.

Daha bunlar gibi çok esrar, şu hakikatten inkişaf eder. Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikati ihsas ettiğinden, hem hakikat çok geniş ve çok derin olduğundan, biz dahi temsille iktifa ediyoruz. Haddimizin ve takatimizin fevkinde olan esrara girişmeyeceğiz.

24.söz İkinci dal
Sözler/Risale-i Nur

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Melek, ruhaniyat farkındalığı

Birinci Esas
Vücudun kemâli, hayat iledir. Belki vücudun hakikî vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır. Hayat herşeyin başıdır ve esasıdır. Hayat, herşeyi, herbir zîhayat olan şeye mal eder; birşeyi bütün eşyaya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile, bir şey-i zîhayat diyebilir ki, “Şu bütün eşya malımdır. Dünya hanemdir. Kâinat, Mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür.”

Nasıl ki ziya, ecsâmın görülmesine sebeptir ve renklerin—bir kavle göre—sebeb-i vücududur. Öyle de, hayat dahi mevcudatın keşşafıdır. Keyfiyâtın tahakkukuna sebeptir. Hem cüz’î bir cüz’ü, küll ve küllî hükmüne getirir. Ve küllî şeyleri bir cüz’e sığıştırmaya sebeptir. Ve hadsiz eşyayı iştirak ve ittihad ettirip bir vahdete medar, bir ruha mazhar yapmak gibi, kemâlât-ı vücudun umumuna sebeptir. Hattâ hayat, kesret tabakatında bir çeşit tecellî-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir âyinesidir.

Bak, hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa, yetimdir, gariptir, yalnızdır. Münasebeti, yalnız oturduğu mekânla ve ona karışan şeylerle vardır. Başka, kâinatta ne varsa, o dağa nisbeten madumdur. Çünkü, ne hayatı var ki hayatla alâkadar olsun, ne şuuru var ki taallûk etsin. Şimdi, bak küçücük bir cisme, meselâ balarısına: Hayat ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebet tesis eder ki, bütün kâinatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtatlarıyla öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir: “Şu arz benim bahçemdir, ticarethanemdir.” İşte, zîhayattaki meşhur havass-ı zâhire ve bâtına duygularından başka, gayr-ı meş'ur sâika ve şâika hisleriyle beraber o arı, dünyanın ekser envâ'ıyla ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahib olur. İşte en küçük zîhayatta hayat böyle te'sirini gösterse, elbette hayat tabaka-i insâniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça, öyle bir inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki; hayatın ziyası olan şuur ile, akıl ile bir insan kendi hânesindeki odalarda gezdiği gibi, o zîhayat, kendi aklı ile avâlim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismâniyede gezer. Yâni, o zîşuur ve zîhayat mânen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler dahi o zîşuurun mir'at-ı ruhuna misafir olup, irtisam ve temessül ile geliyorlar.

Hayat, Zât-ı Zülcelâlin en parlak bir bürhân-ı vahdeti ve en büyük bir mâden-i ni'meti ve en lâtif bir tecelli-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezih-i san'atıdır. Evet, hafî ve dakiktir. Çünki: Enva'-ı hayatın en ednası olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebatın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yâni uyanıp açılarak neşv ü nema bulması, o derece zâhir ve kesrette ve mebzuliyette, ülfet içinde, zaman-ı Âdem'den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır. Hakikatı, hakikî olarak beşerin aklı ile keşfedilmemiş. Hem hayat, o kadar nezih ve temizdir ki; iki vechi, yâni, mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pâkdır, şeffaftır. Dest-i kudret, esbabın perdesini vaz'etmeyerek, doğrudan doğruya mübaşeret ediyor. Fakat, sâir şeylerdeki umûr-u hasiseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyat-ı zâhiriyeye menşe' olmak için esbab-ı zâhiriyeyi perde etmiştir.

ELHASIL: Denilebilir ki; hayat olmazsa vücud vücud değildir, ademden farkı olmaz. Hayat, ruhun ziyasıdır. Şuur, hayatın nûrudur. Mademki, hayat ve şuur, bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve, mâdem şu âlemde bilmüşahede bir intizâm-ı kâmil-i ekmel vardır. Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, bir incisam-ı ahkem görünüyor. Mâdem, şu bîçâre perîşan küremiz, sergerdan zeminimiz, bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevil-hayat ile, zevil-ervah ile ve zevil-idrâk ile dolmuştur. Elbette sadık bir hads ile ve kat'î bir yakîn ile hükmolunur ki; şu kusûr-u semâviye ve şu büruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasib zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi, o nurânî sekeneler bulunur. «Nâr, nuru yakmaz.» Belki, «ateş ışığa meded verir.» Mâdem, Kudret-i Ezeliye, bilmüşahede en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halkeder ve gâyet ehemmiyetle madde-i kesifeyi, hayat vasıtasıyla madde-i lâtifeye çevirir ve nur-u hayatı herşeyde kesretle serpiyor ve şuur ziyâsıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle; nur gibi, esîr gibi ruha yakın ve münâsib olan sâir seyyalat-ı lâtife maddeleri ihmâ edip hayatsız bırakmaz, câmid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki, madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ mânalardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halkeder ki; hayvanatın pekçok muhtelif ecnasları gibi pekçok muhtelif ruhânî mahlûkları, o seyyalât-ı lâtife maddelerinden halkeder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da ruhânî ve cin ecnaslarıdır. Melâikelerin ve ruhânîlerin kesretle vücudlarını kabûl etmek ne derece hakikat ve bedihî ve mâkul olduğunu ve Kur'anın Beyân ettiği gibi onları kabûl etmeyen, ne derece hilâf-ı hakikat ve hilâf-ı hikmet bir hurafe, bir dalalet, bir hezeyan, bir divânelik olduğunu şu temsile bak, gör:


İki adam; biri bedevî, vahşî; biri medenî, aklı başında olarak arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medenî muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir hâneye, bir fabrikaya rastgeliyorlar. Görüyorlar ki, o hâne; amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acîb bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hânenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medâr-ı taayyüşü ve hususî şerait-i hayatiyeleri vardır ki, onların bir kısmı âkil-ün nebattır; yalnız nebâtat ile yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkil-üs semektir; balıktan başka bir şey yemiyorlar. O iki adam, bu hali görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki, uzakta binler müzeyyen saraylar, âlî kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş tezgâhlar ve vüs'atli meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahut göz zaîfliğiyle veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle; o sarayın sekeneleri, o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hânedeki şerait-i hayatiye, o saraylarda bulunmuyor. O vahşî bedevî, hiç şehir görmemiş adam, bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki şerait-i hayat orada bulunmadığından der: «O saraylar, sekenelerden hâlîdir, boştur, zîruh içinde yoktur.» der, vahşetin en ahmakça bir hezeyanını yapar. İkinci adam der ki: «Ey bedbaht, şu hakir, küçük hâneyi görüyorsun ki, zîruh ile, amelelerle doldurulmuş ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hâne etrafında boş bir yer yoktur. Zîhayat ve zîruh ile doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki: Şu uzakta bize görünen şu muntâzam şehrin, şu hikmetli tezyinatın, şu san'atlı sarayların onlara münasib âlî sekeneleri bulunmasın? Elbette o saraylar, umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerait-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler; balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliği ile sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz... «Adem-i rü'yet, adem-i vücuda delâlet etmez.» «Görünmemek, olmamağa hüccet olamaz.»

İşte şu temsil gibi, ecrâm-ı ulviyye ve ecsâm-ı seyyare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafeti ile beraber bu kadar hadsiz zîruhların, zîşuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüz'leri dahi, birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması, bizzarure ve bilbedâhe ve bittarîk-ıl evlâ ve bilhads-is sâdık ve bilyakîn-il kat'î delâlet eder, şehadet eyler, ilân eder ki: Şu nihayetsiz fezâ-yı âlem ve şu muhteşem semâvat, burçlarıyla, yıldızlarıyla zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimâttan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sâir seyyalât-ı lâtifeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuûrlara, Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân, «Melâike ve cân ve ruhaniyattır» der, tesmiye eder. Melâikenin ise, ecsâmın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pekçok ecnâs-ı muhtelifeleri vardır.

Şu nükte-i Esâsiyenin Hâtimesi:

Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücud ona müsahhar kalsın ve tâbi olsun. Belki madde, bir mâna ile kaimdir. İşte o mâna, hayattır, ruhtur. Hem bilmüşahede madde, mahdum değil ki, herşey ona irca' edilsin. Belki hâdimdir; bir hakikatın tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatın esâsı da ruhtur. Bilbedâhe madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin, Kemâlât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur, bir esâsın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollar ile hareket eder. İşte o esâs; hayattır, ruhtur, şuurdur. Hem bizzarure madde lüb değil, esâs değil, müstekar değil ki, işler ve Kemâlât ona takılsın, ona bina edilsin; belki yarılmağa, erimeğe, yırtılmağa müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir Sûrettir. Görülmüyor mu ki: Gözle görülmeyen hurdebînî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gâyet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nûr-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuûr âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. İşte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuûr ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuûrlarla dolu olmasın. Hiç mümkün müdür ki: Şu maddiyat ve âlem-i şehadetteki mânanın ve ruhun ve hayatın ve hakikatın şu hadsiz tereşşuhatı ve lemaât ve semeratının menabii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine irca' edilip izah edilsin. Hâşâ ve kat'â ve aslâ! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemaât gösteriyor ki: Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.


Risalai Nurlarda 29. Sözde 3 esas daha bulunuyor.

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Tolstoy dan ruhsal zekanın ilkeleri

öfkelenme
eşini başkasıyla aldatma
yalan yere yemin etme
bedenine ve ruhuna zarar verecek şeyleri icme
kötülüge kötülükle karşılık verme adaleti uygula
kin ve nefretten uzak dur
allahı ve bilge insanlnrı alimleri kendin gibi sev
kendini düşünme zamanı ayır ruhunu teskin et
başladıgın işi yarım bırakma belki başarıyor oldugunu görmüyorsundur
olumsuzluklara üzülme bekle sabret gör



alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Kapıyı Açacak Olan Sensin

Kapıyı çalıyorsun açan yok mu? Düşündün mü neden açılmadığını? Hazır mısın? O kapının sana açılmasını istiyor musun? Yoksa göreceğin gerçeklerden korkuyor musun? Bir düşün.

Kapıyı kim çalarsa, açacak olan da odur. Açılmasını bekleme. Özün bilir ne zaman açılacağını ve bilir kapının ardındakini. Seni korkutan beşeri hayatından ayrı bir yaşam. Bilmez misin bu hayatları sen kurguladın, senin kurgun. Sen sana ait olduğunu zannettiğinden ayrılmaktan korkuyorsun.

Kapıyı açarsan kontrolün sende olmayacağını beşer varlığınla düşünüyorsun, özünü unutuyorsun. Onun için önce kalbinin etrafındaki tortuları temizle, aklını kalbinle bir et. Sonra o kapıyı ardına kadar aç, asıl mutluluğu, unuttuğun mutluluğu yaşa…

Alıntı: "İçimdeki Tanrı" 26 Mayıs 2010



alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

İçsel Direncin Açılması ve Eyleme Geçiş

Öncelikle direnç dediğimiz duygunun sadece psikolojik olmadığını bilmeliyiz. Direnç; beynin Amigdala denilen bölgesinin alarma geçmesiyle oluşan bir duygudur. Amigdala bölgesi Kaç/Savaş tepkisinden sorumludur ve hayati bir tehlike hissettiğinde alarma geçip, Cortex'i yani entellektüel ve mantıklı zihni devre dışı bırakır ve kontrolü eline alır. Zira hayati bir tehlike karşısında vücudun ani tepkiler vererek bu durumdan kurtulması gerekir, böyle bir durumda ise "düşünme" eylemine izin verilecek zaman yoktur bu nedenle ani tepki mekanizması düşünme fonksiyonunu devre dışı bırakıp bütün görevi üstüne alır.
İşin ilginç yanı şudur ki, uzun süre yaptığımız bir alışkanlığı bırakmak istediğimizde ya da yeni bir davranış geliştirmek istediğimizde de Amigdala bölgesi alarma geçmektedir. Zira buda hayati bir tehlike sayılmaktadır, uzun süre yapılan bir eylemin bırakılması demek, oluşan karakter yapısından bir bölümün ölmesi demektir. Ve yeni bir davranışta bulunmak demek bilinmezlik içerdiğinden buda gerilim yaratıp amigdalayı harekete geçirir.

Örneklerle devam edersek: Mesela günde 1 saat spor yapmaya karar verdim diyelim ve daha önce bu kadar uzun süreli spor yapmamışım farzedelim. Amigdala alarma geçecek ve vücudumu gerecektir. Sıkıntı basacak, 1 saat gözümde büyüyecek, miskinlik çökecek ve en sonunda da yapmaktan vazgeçeceğim ve daha sonrada bundan pişmanlık duyup "Niye bir türlü yapamıyorum?" diye vicdan azabı duyacağım. Tekrar yapmak için kendimi zorlayıp bir kaç gün yaptıktan sonra yine aynı döngünün devreye girmesiyle eylemi bırakacağım. Bu süreç tanıdık geldi mi? Bu örneği, yapmakta yada başlamakta zorlandığınız herhangi bir konu için ele alabilirsiniz.

Şimdi bu alarm zilini nasıl aşabileceğimizi inceleyelim.
Kendinize şunu sorduğunuzda alacağınız cevap amigdalanın harekete geçmesini engelleyen eylem süresini belirtir. Yukarıdaki örnek için sorulacak soru şudur: "Her gün mutlaka spor yapabileceğim ve bundan hiç sıkılmayacağım süre nedir?" Benim bu soruya verdiğim cevap "3 dakikaydı" Evet tam 3 dakika. Her ne kadar komik gözüksede hergün 3 dakika spor yapmaya başladım, 1 hafta sonra şunu sordum "Bu süreyi 5 dakikaya çıkarsam beni sıkar mı?" Verdiğim cevap "Hayır" dı ve böylece süre 5 dakikaya çıktı. 1 Hafta sonra ise süre 30 dakikaya çıktı. Yani 3. haftada ciddi bir artış gerçekleşti.

Şimdi bu süreçte neler oluyor inceleyelim. Öncelikle benim için hergün 3 dakika spor yapmak çok kolay ve amigdala alarma geçmediği için hiç bir gerilim yok. Mantıklı zihin buna "saçma, komik, ne işe yararki" dese bile 0.1'in 0'dan büyük olduğunu her zaman hatırlayalım.
1 hafta boyunca 3 dakikalık spor eylemi, beyinde yeni nöron bağlantıları oluşturuyor ve yeni bir alışkanlık hiç zorlanmadan ve irade gerektirmeden gerçekleşmeye başlıyor. Daha sonra 2. hafta yine alarmın çalmasını engelleyecek şekilde çok küçük bir artış yapıp yapamayacağımı soruyorum ve böylece rahatlıkla 5 dakikaya çıkartıyorum. O hafta içinde nöron bağlantıları daha da kuvvetleniyor. 3. hafta ise bir sıçrama gerçekleşiyor çünkü ben artık spor yapabildiğimi biliyorum ve beynimde böyle bir alışkanlık gelişmiş durumda. Bu mutlaka 3.haftada gerçekleşecek diye bir kural yok ama önemli olan bu değil.

Buradaki püf nokta: Eylem adımı o kadar küçük olmalı ki başarısızlık imkansız olsun.

Yine bir örnek verelim: Diyelim ki masamın üstü darmadağın ve ben temizlemek istiyorum ama uzun sürecek gibi gözüküyor ve bu beni geriyor ve amigdalayı harekete geçiriyor.

Şöyle sorun: "Masamın üstünü temizlemek için atabileceğim en küçük adım nedir?"
Mesela Cevap: "Bir tane kağıdı alıp yerine koymak." Ve sadece bunu yapın.
Bu eylemi asla küçümsemeyin. Bu eylemin kartopunu yuvarladığını ve bir süre sonra çığa dönüşeceğini farkedin.

Bu şekilde para biriktirmekten tutunda, sigarayı bırakmaya kadar bir çok yapamadığınız eylemi Amigdalayı alarma geçirmeden yapabilirsiniz.

Örnek olarak: Günde 20 tane sigara içiyorsunuz diyelim. 20. sigaranızdan 1 nefes az alarak 3 gün böyle devam edin. 3 gün sonra 20. sigaranızdan 2 nefes az alarak devam edin, sonra 3 nefes ve nöron bağlantıları güçlendiğinde sigarayı tek tek azaltabildiğinizi farkedebilirsiniz. Tek nefes eksik alınca ne olacak ki diye düşünmeyin.
Unutmayın buradaki püf noktamız, asla başarısızlığa uğramayacağınız çok küçük bir eylemde bulunmak ve 1 nefes eksik almayı çok rahatlıkla yapabilirsiniz ve bu eylem beyninizde yeni nöron bağlantıları oluşturur ve o esnada hiç bir gerilimde hissetmezsiniz.

Değişmek istiyorum deyip değişemediğiniz konuları bu şekilde aşmayı deneyin. Mucizelere tanık olacaksınız.


alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Güvenlik
James Westly
Dünya planındaki spiritüel gelişim yolu, illüzyonların içinden geçen bir harekettir. Bu kültürde karşılaştığımız en büyük illüzyon ise “güvenlik” peşinden koşmaktır. Tüm “Amerikan Rüyası” bu arayışın üstüne kurulmuştur. Herkes bunu biraz farklı bir yolla tanımlar ama bu genelde meslekler veya geçim derdiyle, ilişkilerle ya da her ikisiyle de ilgilidir. Bizler güvenebileceğimiz, her zaman orada olacağını hissettiğimiz, asla değişmeyecek bir şey ararız.
Bu arayış, hayatta kalma korkusuyla yönlendirilir; kendimizi ölüme, hastalığa ve ıstıraba karşı güvende hissetmek isteriz. Ancak bizler, bu alemde kaldığımız sürece belli bir derece güvensizlik hissedeceğiz. Cevabın para olduğunu düşünebiliriz, öyleyse “Ne kadar para?” Belki de mesele, ilişkilerdir. Söz konusu ilişki ne kadar sürecektir? Belki de bu oyun, statü veya şöhret edinmek ya da kabul edilmek ile ilgilidir. Mesele ne olursa olsun bugün yüksekte, yarın aşağıda ve bir sonraki gün ise belirsiz bir durumda olabileceğimizi fark ederiz. Pozitif ve negatif duygular arasında bir sarkaç gibi sallanmaya başlarız. Gözlem yaptığımızda kesinlik kazanan bir şey olur; bu da, hiçbir şeyin kalıcı olmadığıdır. Kendimize karşı samimi olma kapasitemizi geliştirdiğimizde, peşinden koştuğumuz güvenliğin ufukta titreşen, ele geçmez, ulaşılamaz bir serap gibi kalacağını kabul etmeye zorlanırız.
Öyleyse, her şeyi boşverip kendimizi güvensizliğin içine mi bırakalım? Zaten, bu bir illüzyondur. Peki, güvenliği böylesine çok özlemek meşru mudur? Belki de güvenliği, başka bir yerde aramaya ihtiyacımız vardır. Belki de, dışımızda değildir. Aradığımız şey, muhtemelen içsel bir niteliktir ve belki onu elde etmeye bile ihtiyacımız yoktur, belki de ona zaten sahibiz ama farkında değiliz. Ne şok edici bir düşünce!
Şimdi, bu size aldatıcı bir şekilde basit gelebilir; belki bunu daha önce de duymuşsunuzdur. Aslında bu, yeni bir haber değildir. Kutsal kitap, “Cennetin krallığı içinizdedir.” derken bunu belirtmektedir. Lao Tzu’dan Sokrat’a, Buda’dan Muhammed’e kadar her büyük öğretmen aynı şeyi öğütlemiştir. Sorunumuz, içimizde yatan bilgeliğe erişmeye hazır olmayışımızdır. Bu fikir birçoğumuz için çoğu kez kuramsal veya mitolojiktir. Bunun doğruluğuna inanabiliriz, ama bu bize, inandığımız diğer herhangi bir şeyden daha fazla hizmet etmez, çünkü bizim her şeye inanma kapasitemiz vardır.
Öyleyse bir sonraki adım nedir? Bizi yeni bir yere hangi çaba götürecektir? Fikrin basitliği; içsel bilgiye kolay erişimi etkin bir şekilde engelleyen psikolojik içsel yapımız tarafından karmaşık hale getirilmektedir; bunu kabul etmeliyiz. Bu psikolojik yapı yüzünden bizler, içsel bilgiye destek vermesi için başlattığımız düz mantık yürütme labirentinde kayboluruz. Bizler, “iyi görünmemek” korkusuyla, içimizdeki sesin dürtüklemelerine göre hareket etmekte tereddüt ederiz. Bizler, hayal gücümüzle, kendi kendimizi mağlup eden, ayağımıza prangalar vuran, bizi felç eden muhtemel sonuçları yaratırız.
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Bana gelip aşktan korktuğunu söyleyen insanların sayısının çokluğu beni her zaman şaşırtmıştır. Aşk korkusu nedir? Bunun nedeni birisini gerçekten sevdiğinde egonun eriyip kaybolmaya başlamasıdır. Ego ile birlikte sevemezsin, ego bir engele dönüşür. Ve sen kendinle diğer kişi arasındaki engeli kaldırmak istediğinde ego, "Bunun sonu ölüm olacak, dikkat et!" der.

Egonun ölümü senin ölümün değildir, egonun ölümü gerçekte senin yaşam olasılığındır. Ego sadece senin etrafındaki ölü bir kabuktur, o kırılıp atılmalıdır. O varlığa doğal bir şekilde erişir; tıpkı bir seyyahın elbiselerinin, bedeninin üzerine tozları toplaması gibidir. Ve o bu tozdan kurtulmak için yıkanmak zorundadır. Biz zaman içerisinde ilerlerken tecrübelerimizin, sahip olduğumuz bilginin,
yaşamış olduğumuz hayatın, geçmişin tozunu toplarız. Bu toz egoya dönüşür. O birikir ve kırılıp atılması gereken etrafındaki bir kabuğa dönüşür. Kişi her gün, aslında her an yıkanmak zorundadır. Böylelikle bu kabuk asla bir hapishaneye dönüşmez.

Egonun nereden geldiğini, köklerini anlamak faydalı olacaktır.

Bir çocuk, özellikle insan evladı doğar ve mutlak surette çaresizdir. O başkalarının yardımı olmadan hayatta kalamaz. Hayvanların, ağaçların, kuşların yavrularının pek çoğu anne babası olmaksızın,
toplum olmaksızın, aile olmaksızın hayatta kalabilir. Arada bir yardıma ihtiyaç duyulsa da bu çok küçük bir şeydir; birkaç gün en fazla birkaç ay. Ancak insan evladı öylesine çaresizdir ki başkalarına
yıllar boyunca bağımlı kalmak zorundadır. Köklerin aranması gereken yer burasıdır.

Niçin çaresizlik insan egosunu yaratır? Çocuk çaresizdir, başkalarına bağımlıdır ama ancak çocuğun cahil zihni bu bağımlılığı sanki kendisi dünyanın merkeziymiş gibi yorumlar. Çocuk, "Ne zaman ağlarsam annem hemen koşar, ne zaman acıksam sadece bir işaret vermeliyim ve meme bana verilir. Ne zaman altım ıslansa sadece azıcık bağırmak ve birisi gelir ve elbiselerimi değiştirir" diye düşünür. Çocuk bir imparator gibi yaşar. Aslında o kesinlikle çaresizdir ve bağımlıdır ve anne baba, aile ve onun bakıcıları onun hayatta kalmasına hep birlikte yardım ediyorlar. Onlar çocuğa bağımlı değildir, çocuk onlara bağımlıdır. Ancak çocuğun zihni bunu, sanki o dünyanın merkeziymiş gibi algılar. Sanki tüm dünya onun için varmış gibi yorumlar.

Ve çocuğun dünyası elbette başlangıçta çok küçüktür. O anne, bakıcı ve kenarda duran babadan oluşur; çocuğun tüm dünyası budur. Bu insanlar çocuğu sever ve çocuk giderek daha çok ve daha çok egoist hale gelir. O kendisini varoluşun tam merkezinde hisseder ve bu şekilde ego yaratılır. Bağımlılık ve çaresizlik aracılığıyla ego yaratılır. Aslında çocuğun gerçek durumu düşündüğünün tam tersidir, böylesi bir egoyu yaratmak için gerçek bir neden yoktur. Ancak çocuk tamamıyla cahildir, o bu şeyin karmaşıklığını anlayabilecek kapasitede değildir. O çaresiz olduğunu bilemez, o diktatör olduğunu düşünür. Ve sonra tüm hayatı boyunca diktatör olarak kalmaya çalışacaktır. O bir Napolyon, bir İskender, bir Adolf Hitler haline gelecektir; senin başkanlarının, başbakanlarının, diktatörlerinin hepsi çocukturlar. Onlar çocukken tecrübe ettikleri şeyin aynısını elde etmeye çalışıyorlar; onlar tüm
varoluşun merkezi olmak istiyorlar. Onlarla birlikte dünya yaşamalı ve ölmelidir; tüm dünya onların çeperidir ve kendileri de onun merkezidir; yaşamın anlamının ta kendisi onların içinde gizlidir.
Çocuk elbette doğal olarak bu yorumun doğru olduğunu görür çünkü annesi ona baktığında annenin gözlerinde onun hayatının anlamı olduğunu görür. Baba eve geldiğinde çocuk babanın hayatının anlamının kendisi olduğunu hisseder. Bu üç ya da dört yıl sürer. Ve hayatın başlangıcındaki yıllar en önemli yıllardır; bir kimsenin hayatında asla aynı potansiyele sahip bir zaman olmayacaktır.

Psikologlar ilk dört yıldan sonra çocuğun neredeyse tamamlandığını söylüyorlar. Tüm kalıp sabitlenir; hayatın geri kalanının tümünde farklı durumlarda aynı kalıbı tekrarlayacaksın. Ve yedi yaşına doğru
çocuk, tüm tavırlarını doğrulamıştır, onun egosu yerleşmiştir. Artık o dünyanın içine girer. Ve o zaman her yerde sorunlarla karşılaşır, milyonlarca problem. Bir kez sen aile çemberinin dışına çıktığında
sorunlar ortaya çıkacaktır; çünkü hiç kimse seni annenin babanın umursadığı gibi umursamaz, hiç kimse seni babanın seni düşündüğü kadar düşünmez. Aslında her yerde sen kayıtsızlıkla karşılaşırsın ve ego incinir.

Ancak artık kalıp yerleşmiştir. Bu incitici olsun ya da olmasın çocuk kalıbı değiştiremez; o artık varlığına damga vurmuştur. O diğer çocuklarla oynayacaktır ve onlara hükmetmeye çalışacaktır. O okula gidecektir ve tahakküm etmeye, sınıfında birinci olmaya, en önemli öğrenci olmaya çalışacaktır. O üstün olduğuna inanabilir ama diğer çocukların da aynı şekilde inanca sahip olduğunu görür. Çatışma vardır, egolar vardır, kavga vardır, mücadele vardır.

O zaman bu hayatın tüm hikâyesi halini alır: Etrafında tıpkı senin gibi milyonlarca ego vardır ve herkes zenginlik, iktidar, politika, bilgi, kudret, yalanlar, ikiyüzlülükler, gösteriş aracılığıyla kontrol etmeye, tahakküm etmeye, avantajlı hale gelmeye çalışıyor. Dinde ve ahlakta bile herkes hükmetmeye, tüm dünyanın geri kalanına, "Dünyanın merkezi benim" diye göstermeye çalışıyor.

İnsanlar arasındaki sorunların kökeni budur. Bu kavram yüzünden sen her zaman için biri ya da diğeri ile mücadele ve çatışma halindesin. Başkaları senin düşmanın olduğu için değil; diğer herkes de tıpkı senin gibidir, aynı teknededir. Diğer herkes için durum aynıdır; onlar da aynı şekilde yetiştirilmişlerdir.

Batı'da, çocuklar anneleri ve babaları olmadan yetiştirilmediği sürece dünyanın asla huzur bulamayacağını iddia eden belirli bir psikanaliz okulu vardır. Onlara desteklemiyorum çünkü o zaman çocuklar herhangi bir şekilde asla yetişmeyecektir. Bu psikologların iddialarında doğru olan bir şey vardır ama bu çok tehlikeli bir fikirdir. Çünkü çocuklar bakım evlerinde anne ve babalar olmaksızın, hiç sevgi olmaksızın, mutlak bir kayıtsızlıkla yetiştirilirlerse onların ego ile ilgili problemleri olmayabilir ama onların belki de daha çok zarar verecek, daha tehlikeli olan problemleri olacaktır.

Eğer çocuk tam bir kayıtsızlıkla yetişirse onun bir merkezi olmayacaktır. O kim olduğunu bilmeyen bir karmaşa, şekilsiz bir karmaşa olacaktır. Onun herhangi bir kimliği olmayacaktır. Korkak, ürkek… o korku olmaksızın tek bir adım bile atamayacaktır çünkü onu hiç kimse sevmemiştir. Elbette ego olmayacaktır ama o olmadan onun hiçbir merkezi olmayacaktır. O bir buda haline gelmeyecektir, o sadece sakatlanmış ve donuklaşmış olacak, her zaman korku hissedecektir. Sevgi seni korkusuz hissettirebilmek, kabullenildiğini, faydasız olmadığını, çöplüğe bırakılamayacağını hissettirmek için gereklidir. Eğer çocuklar sevginin eksik olduğu bir durumda yetiştirilirse onların egoları olmayacaktır bu doğru. Onların yaşamında çok fazla mücadele ve kavga olmayacaktır. Ancak onlar kendileri için kendi haklarını savunamayacaklardır. Onlar her zaman uçuş halinde olacak, herkesten kaçacak, kendi varlıklarının içinde gizleneceklerdir. Onlar budalar haline gelmeyecektir, onlar yaşam enerjisi ile ışıldamayacaklardır, onlar merkezlenmiş, huzurlu, yuvalarında olmayacaklardı r. Onlar basitçe egzantrik, merkezin dışında olacaktır. Bu da iyi bir durum olmayacaktır.

Dolayısıyla bu psikologları desteklemiyorum. Onların yaklaşımı insanlar değil, robotlar yaratacaktır. Ve elbette robotların problemleri olmayacaktır. Ya da onlar daha çok hayvanlara benzeyen insanlar yaratabilir. Daha az kaygı, daha az ülser, daha az kanser olacaktır. Ancak bu bilinçte daha yüksek zirvelere doğru gelişememen anlamına geldiği zaman elde etmeye değmez. Tersine sen aşağı doğru
düşeceksin, o bir gerileme olacaktır. Elbette sen bir hayvana dönüşürsen daha az ıstırap olacaktır çünkü daha az bilinç olacaktır. Ve şayet sen bir taş, bir kaya haline gelirsen hiçbir kaygı olmayacaktır çünkü içerde kaygı hissedecek, ıstırap duyacak bir kimse olmayacaktır. Ancak bunu elde etmeye değmez. Kişi bir taş gibi değil bir tanrı gibi olmalıdır. Ve ben bunu derken mutlak bilince sahip
olmayı ve yine de hiçbir kaygı, hiçbir endişe, hiçbir problem olmamasını; hayattan kuşlar gibi keyif almayı, hayatı kuşlar gibi kutlamayı, kuşlar gibi şarkı söylemeyi ifade ediyorum: Gerileme ile değil, bilincin en ideal şekilde gelişmesi aracılığıyla.

Çocuk bir ego edinir; bu doğaldır, bununla ilgili hiçbir şey yapılamaz. Kişi bunu kabul etmek zorundadır. Ancak sonrasında, onu taşımaya devam etmenin bir gereği yoktur. Ego başlangıçta çocuğun kabul edildiğini, sevildiğini, buyur edildiğini —davet edilmiş bir misafir olduğunu, bir kaza olmadığını— hissetmesi için gereklidir.

Baba, anne, aile ve çocuğun etrafındaki sıcaklık onun güçlenmesine, köklenmesine, topraklanmasına yardım eder. Buna ihtiyaç vardır, ego ona korunma sağlar; o iyidir, o tıpkı bir tohumun kabuğu gibidir.
Ancak kabuk nihai şey haline gelmemelidir aksi takdirde tohum ölecektir. Korunma çok uzun sürebilir, o zaman o bir hapishaneye dönüşür. Korunma, korunmaya ihtiyaç duyulduğu sürece kalmalıdır ve
tohumun sert kabuğunun toprağın içinde ölme zamanı geldiğinde o doğal bir şekilde ölmelidir. Böylece tohum çiçeklenir ve yaşam doğabilir. Ego sadece koruyucu bir kabuktur; çocuk ona ihtiyaç duyar çünkü o çaresizdir. Çocuk ona ihtiyaç duyar o zayıftır. Çocuk ona ihtiyaç duyar çünkü o korunmasızdır ve etrafında milyonlarca etki vardır. Onun bir korunmaya, bir yuvaya, bir temele ihtiyacı vardır. Tüm dünya kayıtsız olabilir ama o her zaman için yuvasına doğru bakabilir ve oradan önem kazanabilir.

Ancak önemlilikle birlikte ego gelir. Çocuk egoist hale dönüşür ve bu ego ile birlikte yüzleştiğin tüm problemler ortaya çıkar. Bu ego senin âşık olmanı engelleyecektir. Bu ego herkesin sana boyun eğmesini ister; o senin hiç kimseye teslim olmana izin vermeyecektir. Ve aşk sadece sen teslim olduğunda gerçekleşir. Başka birisini teslim olmaya zorladığında bu mahvedici, nefret uyandırıcı bir şeydir. O aşk değildir. Ve şayet aşk yoksa yaşamında sıcaklık olmayacak, onun içinde hiç şiir olmayacaktır. O düzyazı olabilir, matematik, mantık, rasyonellik olabilir. Ancak kişi şiir olmadan nasıl yaşayabilir. Düzyazı iyidir, rasyonalite iyidir, kullanışlıdır, gereklidir. Fakat yalnızca mantık ve sebep-sonuç şeklinde yaşamak asla bir kutlama olamaz, asla bir bayram olamaz. Ve yaşam bir bayram olmadığında sıkıcıdır. Şiire ihtiyaç vardır. Ancak şiir için senin teslim olmana ihtiyaç vardır. Bu egoyu fırlatmana ihtiyaç vardır. Eğer bunu yapabilirsen, eğer onu bir anlığına dahi bir kenara koyabilirsen
yaşamın güzel olanı, ilahi olanı tatmış olacaktır.

Şiir olmadan sen gerçekten yaşayamazsın, sen sadece var olursun. Aşk şiirdir. Ve aşk mümkün değilse sen nasıl dua ile dolup taşacak, meditasyon halinde, farkında olacaksın? Bu neredeyse imkânsız hale gelir. Ve dingin bir farkındalık olmadığında sen yalnızca bir beden olarak kalacaksın; sen asla en derindeki ruhun farkına varamayacaksın. Yalnızca dua ile dolup taşma halinde, derin bir meditasyon halinde ve sessizlikte sen zirvelere ulaşırsın. Bu ibadet halindeki sessizlik, bu meditasyon halindeki farkındalık tecrübelerin en yüksek zirvesidir ancak kapıyı aşk açar. Yaşam boyu süren, binlerce insan —hasta, psikolojik olarak sakatlanmış, ruhsal olarak karmaşa içinde—üzerindeki incelemelerinden sonra Carl Gustav Jung, gerçek problemi manevi olmayan, kırk yaşını aşmış tek bir psikolojik hastaya rastlamadığını söylemiştir.

Yaşamda bir ritim vardır. Ve kırklarına geldiğinde yeni bir boyut, manevi bir boyut ortaya çıkar. Eğer bunu doğru bir şekilde ele alamazsan, eğer ne yapacağını bilmiyorsan hasta olacaksın, huzursuz
olacaksın. İnsanlığın tüm gelişimi bir süreklilik arz eder. Şayet bir adımı kaçırırsan o süreklilik ortadan kalkar. Çocuk egoyu edinir. Ve şayet o hiçbir zaman egoyu kenara bırakmayı öğrenmezse sevemez, hiç kimse ile rahat hissedemez. Ego sürekli olarak savaş içerisinde olacaktır. Sen sessizce oturuyor olabilirsin ama ego sürekli çatışma halindedir. Sadece tahakküm etmenin, diktatör gibi olmanın, dünyanın hâkimi olmanın yollarını araştırıyordur.

Bu her yerde sorunlar yaratır. Arkadaşlıkta, sekste, aşkta, toplumda; sen her yerde çatışma halindesindir. Hatta sana bu egoyu veren ebeveynlerle bile kavga vardır. Bir oğlun babasını affettiği çok nadirdir, bir kadının annesini affettiği çok nadirdir. Bu çok ender gerçekleşir. George Gurdjieff'in insanlarla toplandığı odada duvara asılı bir cümle vardı. Bu cümle şöyleydi: "Şayet sen annen ve babanla henüz rahat hissetmiyorsan o zaman çek git. Sana yardım edemem." Niçin? Çünkü sorun orada ortaya çıkmıştır ve orada çözümlenmelidir. Bu yüzden tüm gelenekler anne babanı sevmeni, anne babana mümkün olduğunca derin bir şekilde saygı duymanı söyler. Çünkü ego orada ortaya çıkar, toprağı odur. Onu orada çöz aksi takdirde o hiçbir yerde peşini bırakmayacaktır.

Psikanalizciler de yaptıkları tek şeyin, seni anne babanla aranda var olan problemlere geri götürüp onu bir şekilde onlarla çözmeye sevk etmek olduğu sonucuna varmışlardır. Şayet anne babanla çatışmanı çözebilirsen pek çok çatışma basitçe ortadan kalkacaktır. Çünkü onlar aynı temeldeki çatışmalara dayanmaktadır.

Örneğin babası ile rahat hissetmeyen bir erkek ofiste patronuyla da rahat hissedemez; asla, çünkü patron bir baba figürüdür. Anne babanla olan küçük çatışma senin tüm ilişkilerine yansımaya devam eder. Eğer annenle rahat değilsen karınla rahat olamazsın çünkü o kadını temsil edecektir; kadınlığın kendisi ile rahat hissedemezsin. Çünkü senin annen ilk kadındır, o ilk kadın modelidir. Nerede bir kadın varsa annen oradadır ve bu zor fark edilen ilişki devam eder.

Ego anne ve baba ile olan ilişkide doğar ve orada ele alınmalıdır. Aksi takdirde sen ağacın dallarını ve yapraklarını kesmeye devam edeceksin ve kök dokunulmadan kalacaktır. Eğer sen anne ve babanla
ilişkini dengelemişsen olgunlaşmışsındır. Artık ego yoktur. Artık sen o zamanlar çaresiz olduğunu anlarsın, artık sen o zamanlar başkalarına bağımlı olduğunu, dünyanın merkezi olmadığını anlarsın. Aslında sen bütünüyle bağımlıydın; başka bir şekilde hayatta kalamazdın. Bunu anlayarak ego yavaş yavaş söner ve sen bir kez yaşamla çatışma halinde olmadığında rahat ve doğal ve gevşek hale gelirsin. O zaman yüzersin. O zaman dünya düşmanlarla dolu değildir, o bir ailedir, organik bir
bütündür. Dünya sana karşı değildir, sen onunla birlikte akabilirsin. Egonun saçmalık olduğunu bularak, egonun var olmak için bir temeli olmadığını bularak, egonun cehalet içerisindeki bir yanlış anlama olduğunu, çocukça bir hayal olduğunu bularak kişi basitçe egosuz hale gelir.

Bana gelip, "Nasıl âşık olmalı, bir yolu var mı?" diye soran insanlar var. Nasıl âşık olmalı? Onlar bir yol, bir yöntem, belirli bir teknik isterler.

Onlar ne istediklerini anlamıyorlar. Âşık olmak demek artık bir yol, bir teknik, bir yöntem yok demektir. Bu yüzden ona "aşka düşmek" denir; sen artık kontrol eden değilsin, sen basitçe içine düşensin. Bu yüzden kafa merkezli insanlar aşkın gözünün kör olduğunu söyleyecektir. Aşk yegâne gözdür, yegâne görüştür ama onlar aşkın kör olduğunu söyleyecektir ve eğer sen âşıksan senin çıldırmış olduğunu düşüneceklerdir. Kafa merkezli insana bu delice gelir çünkü zihin büyük bir hükümrandır. Kontrolün yitirildiği herhangi bir durum zihin için tehlikeli görülür.

Fakat insan kalbinin bir dünyası vardır, insan varlığının ve bilincinin hiçbir tekniğin mümkün olmadığı bir dünyası vardır. Tüm teknikler madde ile mümkündür; bilinç ile hiçbir teknoloji mümkün değildir ve aslında hiçbir kontrol mümkün değildir. Bir şeyin olmasını sağlamak yahut kontrol etmeye çabalamanın ta kendisi egoistliktir.
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Bana gelip aşktan korktuğunu söyleyen insanların sayısının çokluğu beni her zaman şaşırtmıştır. Aşk korkusu nedir? Bunun nedeni birisini gerçekten sevdiğinde egonun eriyip kaybolmaya başlamasıdır. Ego ile birlikte sevemezsin, ego bir engele dönüşür. Ve sen kendinle diğer kişi arasındaki engeli kaldırmak istediğinde ego, "Bunun sonu ölüm olacak, dikkat et!" der.

Egonun ölümü senin ölümün değildir, egonun ölümü gerçekte senin yaşam olasılığındır. Ego sadece senin etrafındaki ölü bir kabuktur, o kırılıp atılmalıdır. O varlığa doğal bir şekilde erişir; tıpkı bir seyyahın elbiselerinin, bedeninin üzerine tozları toplaması gibidir. Ve o bu tozdan kurtulmak için yıkanmak zorundadır. Biz zaman içerisinde ilerlerken tecrübelerimizin, sahip olduğumuz bilginin,
yaşamış olduğumuz hayatın, geçmişin tozunu toplarız. Bu toz egoya dönüşür. O birikir ve kırılıp atılması gereken etrafındaki bir kabuğa dönüşür. Kişi her gün, aslında her an yıkanmak zorundadır. Böylelikle bu kabuk asla bir hapishaneye dönüşmez.

Egonun nereden geldiğini, köklerini anlamak faydalı olacaktır.

Bir çocuk, özellikle insan evladı doğar ve mutlak surette çaresizdir. O başkalarının yardımı olmadan hayatta kalamaz. Hayvanların, ağaçların, kuşların yavrularının pek çoğu anne babası olmaksızın,
toplum olmaksızın, aile olmaksızın hayatta kalabilir. Arada bir yardıma ihtiyaç duyulsa da bu çok küçük bir şeydir; birkaç gün en fazla birkaç ay. Ancak insan evladı öylesine çaresizdir ki başkalarına
yıllar boyunca bağımlı kalmak zorundadır. Köklerin aranması gereken yer burasıdır.

Niçin çaresizlik insan egosunu yaratır? Çocuk çaresizdir, başkalarına bağımlıdır ama ancak çocuğun cahil zihni bu bağımlılığı sanki kendisi dünyanın merkeziymiş gibi yorumlar. Çocuk, "Ne zaman ağlarsam annem hemen koşar, ne zaman acıksam sadece bir işaret vermeliyim ve meme bana verilir. Ne zaman altım ıslansa sadece azıcık bağırmak ve birisi gelir ve elbiselerimi değiştirir" diye düşünür. Çocuk bir imparator gibi yaşar. Aslında o kesinlikle çaresizdir ve bağımlıdır ve anne baba, aile ve onun bakıcıları onun hayatta kalmasına hep birlikte yardım ediyorlar. Onlar çocuğa bağımlı değildir, çocuk onlara bağımlıdır. Ancak çocuğun zihni bunu, sanki o dünyanın merkeziymiş gibi algılar. Sanki tüm dünya onun için varmış gibi yorumlar.

Ve çocuğun dünyası elbette başlangıçta çok küçüktür. O anne, bakıcı ve kenarda duran babadan oluşur; çocuğun tüm dünyası budur. Bu insanlar çocuğu sever ve çocuk giderek daha çok ve daha çok egoist hale gelir. O kendisini varoluşun tam merkezinde hisseder ve bu şekilde ego yaratılır. Bağımlılık ve çaresizlik aracılığıyla ego yaratılır. Aslında çocuğun gerçek durumu düşündüğünün tam tersidir, böylesi bir egoyu yaratmak için gerçek bir neden yoktur. Ancak çocuk tamamıyla cahildir, o bu şeyin karmaşıklığını anlayabilecek kapasitede değildir. O çaresiz olduğunu bilemez, o diktatör olduğunu düşünür. Ve sonra tüm hayatı boyunca diktatör olarak kalmaya çalışacaktır. O bir Napolyon, bir İskender, bir Adolf Hitler haline gelecektir; senin başkanlarının, başbakanlarının, diktatörlerinin hepsi çocukturlar. Onlar çocukken tecrübe ettikleri şeyin aynısını elde etmeye çalışıyorlar; onlar tüm
varoluşun merkezi olmak istiyorlar. Onlarla birlikte dünya yaşamalı ve ölmelidir; tüm dünya onların çeperidir ve kendileri de onun merkezidir; yaşamın anlamının ta kendisi onların içinde gizlidir.
Çocuk elbette doğal olarak bu yorumun doğru olduğunu görür çünkü annesi ona baktığında annenin gözlerinde onun hayatının anlamı olduğunu görür. Baba eve geldiğinde çocuk babanın hayatının anlamının kendisi olduğunu hisseder. Bu üç ya da dört yıl sürer. Ve hayatın başlangıcındaki yıllar en önemli yıllardır; bir kimsenin hayatında asla aynı potansiyele sahip bir zaman olmayacaktır.

Psikologlar ilk dört yıldan sonra çocuğun neredeyse tamamlandığını söylüyorlar. Tüm kalıp sabitlenir; hayatın geri kalanının tümünde farklı durumlarda aynı kalıbı tekrarlayacaksın. Ve yedi yaşına doğru
çocuk, tüm tavırlarını doğrulamıştır, onun egosu yerleşmiştir. Artık o dünyanın içine girer. Ve o zaman her yerde sorunlarla karşılaşır, milyonlarca problem. Bir kez sen aile çemberinin dışına çıktığında
sorunlar ortaya çıkacaktır; çünkü hiç kimse seni annenin babanın umursadığı gibi umursamaz, hiç kimse seni babanın seni düşündüğü kadar düşünmez. Aslında her yerde sen kayıtsızlıkla karşılaşırsın ve ego incinir.

Ancak artık kalıp yerleşmiştir. Bu incitici olsun ya da olmasın çocuk kalıbı değiştiremez; o artık varlığına damga vurmuştur. O diğer çocuklarla oynayacaktır ve onlara hükmetmeye çalışacaktır. O okula gidecektir ve tahakküm etmeye, sınıfında birinci olmaya, en önemli öğrenci olmaya çalışacaktır. O üstün olduğuna inanabilir ama diğer çocukların da aynı şekilde inanca sahip olduğunu görür. Çatışma vardır, egolar vardır, kavga vardır, mücadele vardır.

O zaman bu hayatın tüm hikâyesi halini alır: Etrafında tıpkı senin gibi milyonlarca ego vardır ve herkes zenginlik, iktidar, politika, bilgi, kudret, yalanlar, ikiyüzlülükler, gösteriş aracılığıyla kontrol etmeye, tahakküm etmeye, avantajlı hale gelmeye çalışıyor. Dinde ve ahlakta bile herkes hükmetmeye, tüm dünyanın geri kalanına, "Dünyanın merkezi benim" diye göstermeye çalışıyor.

İnsanlar arasındaki sorunların kökeni budur. Bu kavram yüzünden sen her zaman için biri ya da diğeri ile mücadele ve çatışma halindesin. Başkaları senin düşmanın olduğu için değil; diğer herkes de tıpkı senin gibidir, aynı teknededir. Diğer herkes için durum aynıdır; onlar da aynı şekilde yetiştirilmişlerdir.

Batı'da, çocuklar anneleri ve babaları olmadan yetiştirilmediği sürece dünyanın asla huzur bulamayacağını iddia eden belirli bir psikanaliz okulu vardır. Onlara desteklemiyorum çünkü o zaman çocuklar herhangi bir şekilde asla yetişmeyecektir. Bu psikologların iddialarında doğru olan bir şey vardır ama bu çok tehlikeli bir fikirdir. Çünkü çocuklar bakım evlerinde anne ve babalar olmaksızın, hiç sevgi olmaksızın, mutlak bir kayıtsızlıkla yetiştirilirlerse onların ego ile ilgili problemleri olmayabilir ama onların belki de daha çok zarar verecek, daha tehlikeli olan problemleri olacaktır.

Eğer çocuk tam bir kayıtsızlıkla yetişirse onun bir merkezi olmayacaktır. O kim olduğunu bilmeyen bir karmaşa, şekilsiz bir karmaşa olacaktır. Onun herhangi bir kimliği olmayacaktır. Korkak, ürkek… o korku olmaksızın tek bir adım bile atamayacaktır çünkü onu hiç kimse sevmemiştir. Elbette ego olmayacaktır ama o olmadan onun hiçbir merkezi olmayacaktır. O bir buda haline gelmeyecektir, o sadece sakatlanmış ve donuklaşmış olacak, her zaman korku hissedecektir. Sevgi seni korkusuz hissettirebilmek, kabullenildiğini, faydasız olmadığını, çöplüğe bırakılamayacağını hissettirmek için gereklidir. Eğer çocuklar sevginin eksik olduğu bir durumda yetiştirilirse onların egoları olmayacaktır bu doğru. Onların yaşamında çok fazla mücadele ve kavga olmayacaktır. Ancak onlar kendileri için kendi haklarını savunamayacaklardır. Onlar her zaman uçuş halinde olacak, herkesten kaçacak, kendi varlıklarının içinde gizleneceklerdir. Onlar budalar haline gelmeyecektir, onlar yaşam enerjisi ile ışıldamayacaklardır, onlar merkezlenmiş, huzurlu, yuvalarında olmayacaklardı r. Onlar basitçe egzantrik, merkezin dışında olacaktır. Bu da iyi bir durum olmayacaktır.

Dolayısıyla bu psikologları desteklemiyorum. Onların yaklaşımı insanlar değil, robotlar yaratacaktır. Ve elbette robotların problemleri olmayacaktır. Ya da onlar daha çok hayvanlara benzeyen insanlar yaratabilir. Daha az kaygı, daha az ülser, daha az kanser olacaktır. Ancak bu bilinçte daha yüksek zirvelere doğru gelişememen anlamına geldiği zaman elde etmeye değmez. Tersine sen aşağı doğru
düşeceksin, o bir gerileme olacaktır. Elbette sen bir hayvana dönüşürsen daha az ıstırap olacaktır çünkü daha az bilinç olacaktır. Ve şayet sen bir taş, bir kaya haline gelirsen hiçbir kaygı olmayacaktır çünkü içerde kaygı hissedecek, ıstırap duyacak bir kimse olmayacaktır. Ancak bunu elde etmeye değmez. Kişi bir taş gibi değil bir tanrı gibi olmalıdır. Ve ben bunu derken mutlak bilince sahip
olmayı ve yine de hiçbir kaygı, hiçbir endişe, hiçbir problem olmamasını; hayattan kuşlar gibi keyif almayı, hayatı kuşlar gibi kutlamayı, kuşlar gibi şarkı söylemeyi ifade ediyorum: Gerileme ile değil, bilincin en ideal şekilde gelişmesi aracılığıyla.

Çocuk bir ego edinir; bu doğaldır, bununla ilgili hiçbir şey yapılamaz. Kişi bunu kabul etmek zorundadır. Ancak sonrasında, onu taşımaya devam etmenin bir gereği yoktur. Ego başlangıçta çocuğun kabul edildiğini, sevildiğini, buyur edildiğini —davet edilmiş bir misafir olduğunu, bir kaza olmadığını— hissetmesi için gereklidir.

Baba, anne, aile ve çocuğun etrafındaki sıcaklık onun güçlenmesine, köklenmesine, topraklanmasına yardım eder. Buna ihtiyaç vardır, ego ona korunma sağlar; o iyidir, o tıpkı bir tohumun kabuğu gibidir.
Ancak kabuk nihai şey haline gelmemelidir aksi takdirde tohum ölecektir. Korunma çok uzun sürebilir, o zaman o bir hapishaneye dönüşür. Korunma, korunmaya ihtiyaç duyulduğu sürece kalmalıdır ve
tohumun sert kabuğunun toprağın içinde ölme zamanı geldiğinde o doğal bir şekilde ölmelidir. Böylece tohum çiçeklenir ve yaşam doğabilir. Ego sadece koruyucu bir kabuktur; çocuk ona ihtiyaç duyar çünkü o çaresizdir. Çocuk ona ihtiyaç duyar o zayıftır. Çocuk ona ihtiyaç duyar çünkü o korunmasızdır ve etrafında milyonlarca etki vardır. Onun bir korunmaya, bir yuvaya, bir temele ihtiyacı vardır. Tüm dünya kayıtsız olabilir ama o her zaman için yuvasına doğru bakabilir ve oradan önem kazanabilir.

Ancak önemlilikle birlikte ego gelir. Çocuk egoist hale dönüşür ve bu ego ile birlikte yüzleştiğin tüm problemler ortaya çıkar. Bu ego senin âşık olmanı engelleyecektir. Bu ego herkesin sana boyun eğmesini ister; o senin hiç kimseye teslim olmana izin vermeyecektir. Ve aşk sadece sen teslim olduğunda gerçekleşir. Başka birisini teslim olmaya zorladığında bu mahvedici, nefret uyandırıcı bir şeydir. O aşk değildir. Ve şayet aşk yoksa yaşamında sıcaklık olmayacak, onun içinde hiç şiir olmayacaktır. O düzyazı olabilir, matematik, mantık, rasyonellik olabilir. Ancak kişi şiir olmadan nasıl yaşayabilir. Düzyazı iyidir, rasyonalite iyidir, kullanışlıdır, gereklidir. Fakat yalnızca mantık ve sebep-sonuç şeklinde yaşamak asla bir kutlama olamaz, asla bir bayram olamaz. Ve yaşam bir bayram olmadığında sıkıcıdır. Şiire ihtiyaç vardır. Ancak şiir için senin teslim olmana ihtiyaç vardır. Bu egoyu fırlatmana ihtiyaç vardır. Eğer bunu yapabilirsen, eğer onu bir anlığına dahi bir kenara koyabilirsen
yaşamın güzel olanı, ilahi olanı tatmış olacaktır.

Şiir olmadan sen gerçekten yaşayamazsın, sen sadece var olursun. Aşk şiirdir. Ve aşk mümkün değilse sen nasıl dua ile dolup taşacak, meditasyon halinde, farkında olacaksın? Bu neredeyse imkânsız hale gelir. Ve dingin bir farkındalık olmadığında sen yalnızca bir beden olarak kalacaksın; sen asla en derindeki ruhun farkına varamayacaksın. Yalnızca dua ile dolup taşma halinde, derin bir meditasyon halinde ve sessizlikte sen zirvelere ulaşırsın. Bu ibadet halindeki sessizlik, bu meditasyon halindeki farkındalık tecrübelerin en yüksek zirvesidir ancak kapıyı aşk açar. Yaşam boyu süren, binlerce insan —hasta, psikolojik olarak sakatlanmış, ruhsal olarak karmaşa içinde—üzerindeki incelemelerinden sonra Carl Gustav Jung, gerçek problemi manevi olmayan, kırk yaşını aşmış tek bir psikolojik hastaya rastlamadığını söylemiştir.

Yaşamda bir ritim vardır. Ve kırklarına geldiğinde yeni bir boyut, manevi bir boyut ortaya çıkar. Eğer bunu doğru bir şekilde ele alamazsan, eğer ne yapacağını bilmiyorsan hasta olacaksın, huzursuz
olacaksın. İnsanlığın tüm gelişimi bir süreklilik arz eder. Şayet bir adımı kaçırırsan o süreklilik ortadan kalkar. Çocuk egoyu edinir. Ve şayet o hiçbir zaman egoyu kenara bırakmayı öğrenmezse sevemez, hiç kimse ile rahat hissedemez. Ego sürekli olarak savaş içerisinde olacaktır. Sen sessizce oturuyor olabilirsin ama ego sürekli çatışma halindedir. Sadece tahakküm etmenin, diktatör gibi olmanın, dünyanın hâkimi olmanın yollarını araştırıyordur.

Bu her yerde sorunlar yaratır. Arkadaşlıkta, sekste, aşkta, toplumda; sen her yerde çatışma halindesindir. Hatta sana bu egoyu veren ebeveynlerle bile kavga vardır. Bir oğlun babasını affettiği çok nadirdir, bir kadının annesini affettiği çok nadirdir. Bu çok ender gerçekleşir. George Gurdjieff'in insanlarla toplandığı odada duvara asılı bir cümle vardı. Bu cümle şöyleydi: "Şayet sen annen ve babanla henüz rahat hissetmiyorsan o zaman çek git. Sana yardım edemem." Niçin? Çünkü sorun orada ortaya çıkmıştır ve orada çözümlenmelidir. Bu yüzden tüm gelenekler anne babanı sevmeni, anne babana mümkün olduğunca derin bir şekilde saygı duymanı söyler. Çünkü ego orada ortaya çıkar, toprağı odur. Onu orada çöz aksi takdirde o hiçbir yerde peşini bırakmayacaktır.

Psikanalizciler de yaptıkları tek şeyin, seni anne babanla aranda var olan problemlere geri götürüp onu bir şekilde onlarla çözmeye sevk etmek olduğu sonucuna varmışlardır. Şayet anne babanla çatışmanı çözebilirsen pek çok çatışma basitçe ortadan kalkacaktır. Çünkü onlar aynı temeldeki çatışmalara dayanmaktadır.

Örneğin babası ile rahat hissetmeyen bir erkek ofiste patronuyla da rahat hissedemez; asla, çünkü patron bir baba figürüdür. Anne babanla olan küçük çatışma senin tüm ilişkilerine yansımaya devam eder. Eğer annenle rahat değilsen karınla rahat olamazsın çünkü o kadını temsil edecektir; kadınlığın kendisi ile rahat hissedemezsin. Çünkü senin annen ilk kadındır, o ilk kadın modelidir. Nerede bir kadın varsa annen oradadır ve bu zor fark edilen ilişki devam eder.

Ego anne ve baba ile olan ilişkide doğar ve orada ele alınmalıdır. Aksi takdirde sen ağacın dallarını ve yapraklarını kesmeye devam edeceksin ve kök dokunulmadan kalacaktır. Eğer sen anne ve babanla
ilişkini dengelemişsen olgunlaşmışsındır. Artık ego yoktur. Artık sen o zamanlar çaresiz olduğunu anlarsın, artık sen o zamanlar başkalarına bağımlı olduğunu, dünyanın merkezi olmadığını anlarsın. Aslında sen bütünüyle bağımlıydın; başka bir şekilde hayatta kalamazdın. Bunu anlayarak ego yavaş yavaş söner ve sen bir kez yaşamla çatışma halinde olmadığında rahat ve doğal ve gevşek hale gelirsin. O zaman yüzersin. O zaman dünya düşmanlarla dolu değildir, o bir ailedir, organik bir
bütündür. Dünya sana karşı değildir, sen onunla birlikte akabilirsin. Egonun saçmalık olduğunu bularak, egonun var olmak için bir temeli olmadığını bularak, egonun cehalet içerisindeki bir yanlış anlama olduğunu, çocukça bir hayal olduğunu bularak kişi basitçe egosuz hale gelir.

Bana gelip, "Nasıl âşık olmalı, bir yolu var mı?" diye soran insanlar var. Nasıl âşık olmalı? Onlar bir yol, bir yöntem, belirli bir teknik isterler.

Onlar ne istediklerini anlamıyorlar. Âşık olmak demek artık bir yol, bir teknik, bir yöntem yok demektir. Bu yüzden ona "aşka düşmek" denir; sen artık kontrol eden değilsin, sen basitçe içine düşensin. Bu yüzden kafa merkezli insanlar aşkın gözünün kör olduğunu söyleyecektir. Aşk yegâne gözdür, yegâne görüştür ama onlar aşkın kör olduğunu söyleyecektir ve eğer sen âşıksan senin çıldırmış olduğunu düşüneceklerdir. Kafa merkezli insana bu delice gelir çünkü zihin büyük bir hükümrandır. Kontrolün yitirildiği herhangi bir durum zihin için tehlikeli görülür.

Fakat insan kalbinin bir dünyası vardır, insan varlığının ve bilincinin hiçbir tekniğin mümkün olmadığı bir dünyası vardır. Tüm teknikler madde ile mümkündür; bilinç ile hiçbir teknoloji mümkün değildir ve aslında hiçbir kontrol mümkün değildir. Bir şeyin olmasını sağlamak yahut kontrol etmeye çabalamanın ta kendisi egoistliktir.
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

İçindeki okyanusa ulaşmak istiyorsan, önce yapman gereken kendini sevmek.
Herşeyinle kendini kabul etmen… Kuru kuruya bir sevgi değil bu, gerçek saf sevgiyle sevmek.
Kendinle karşılaşmak; bu çok zordur, acı vericidir. Eğer bu karşılaşmada kalbin sızlıyorsa gerçek duygularındır.
Eksik gördüğün tarafını gördüğünde, onu sevgi ile kabullen, sakın bu eksikliğin için bahane bulma. Bu kendine yapacağın iyilik değil kötülük olur.
Gerçek bir karşılaşma yapabilirsen, eksiklik olarak gördüğün şeyin senin gelişiminde ne kadar önemli olduğunu anlarsın. O zaman, o eksikliği içindeki saf sevgi enerjisi ile tamamlarsın…
Eğer gerçek bir karşılaşma yaşadıysan, zaten o eksiklik senin gelişimin için gerekli olan görevi tamamlamıştır.
İyilik ve kötülük diye birşey yoktur. İnsanoğlunun tekamülü vardır. Bunu sakın unutma…
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Ego hep yüksek dağları ister, küçük tepelerde rahat etmez… ‘Ego hep yüksek dağları ister, küçük tepelerde rahat etmez.
Hatta, bu bir eziyet olsa dahi, o bir tepecik değil Everest olmalıdır. Mutsuzluk, perişanlık sıradan olmamalıdır. Ego, sefaletinizin de olağanüstü olmasını arzular!
İnsanlar sebepsiz yere büyük problemler yaratmaya devam ediyorlar. Bugüne kadar binlerce insanla onların problemleri üzerine konuştum ve gerçek bir sorunla henüz karşılaşmadım. Tüm problemler yapmacık, uydurma -onlar olmadan kendini bomboş hissettiğinden, onları sen yaratıyorsun. Onlarsız yapacak bir şeyin yok, kavga edecek biri, gidecek bir yer yok. Bir gurudan diğerine, bir ustadan diğerine, bir psikiyatristten diğerine, bir gruptan diğerine… Aksi halde kendini boşlukta hisseder aniden hayatın anlamsızlaştıgını görürsün. Hayatın
nasıl zor birşey olduğunu, büyüdüğünü hissetmek için sürekli problemler yaratır ve onlarla ölesiye mücadeleye girişirsin.
Ego sadece mücadelenin olduğu yerde vardır -bunu hatırla; sadece kavga ederken. Şayet sana “Gidip üç sinek öldür, aydınlanacaksın” desem, bana asla inanmazsın: “Üç sinek!’’ Bu kadar kolay olmamalı. Bu akılcı görünmüyor… Halbuki “yedi yüz aslan öldürün” demiş olsam, bundan çok daha fazla hoşlanırdın. Daha büyük problem, daha büyük mücadele… ki bu mücadele yoluyla egon büyür, yükseklere süzülür…
Sen problemleri yaratırsın. Problemler mevcut değildir. Din adamları ve psikanalistler ve gurular -onlar çok mutlular, çünkü tüm ticaretleri sadece sana bağlı. Sen bir hiçten tepeler yaratıp, sonrada bu tepeleri yüksek dağlara dönüştürmesen, sana yardım edecek olan gurunun işlevi ne olacaktı? Önce yardım alabilecek bir şekle gelmelisin!
Gerçek ustalar ise başka bir şey söylüyorlar. Onlar “Lütfen ne yaptığına bir bak, yaptıklarının anlamsızlığına bir bak. Önce bir problem yaratıyor, sonra ona çözüm arayışlarına girişiyorsun. Sadece neden bu problemleri yarattığına bak, işin en başı; problemi oluşturmaya başladığın nokta çözümün ta kendisidir – yani onu hiç
yaratmamak” diyorlar. Ancak bu sana hiç hitap etmeyecektir. Yapacak bir şey, mücadele yoksa aydınlanma da yok ! Satori ? Samadhi? Hiç biri yok! Çok derin bir huzursuzluk ve boşluk… Bunu artık ne ile dolduracaksın?
Senin hiçbir sorunun yok; sadece bu anlaşılmalıdır. Çünkü bunu anladığın anda yaratıcısı olduğun tüm problemlerinden sıyrılabilirsin. Onlara başka bir şekilde bak, daha derinden bir bakış onları küçültecektir. Bakmaya devam et, onlar da azar azar yok olmaya başlayacaklardır.Gözünü dikip bakmaya devam edersen ansızın
orada hiçbir şey olmadığını göreceksin. Sadece boşluk… seni saran hoş bir boşluk. Yapacak bir şey yok, olacak bir şey yok çünkü zaten sen o’sun.
Aydınlanma başarılması gereken bir şey değildir, o sadece yaşanılacak bir şeydir. Ben sana “aydınlanmayı başardım” dediğimde kastettiğim şey onu yasamaya karar vermiş olduğumdur. Artık tamam! Ve o andan itibaren onu yaşamaya başlarım. O, artık problem yaratmakla ilgilenmemeye karar vermektir, hepsi bu kadar! O artık
anlamsız problemler ve çözümleriyle uğraşmaya son vermektir. Tüm bu anlamsız isler senin kendinle oynadığın bir oyundur. Sen kendin saklanıyor ve sen kendin arıyorsun, her iki taraf da sensin. Ve bunu bil! Bunu söylediğimde gülme, bu gülünç bir şey değil, onu anla! Bu senin kendi oyunun, kendin saklanıyor ve yine kendinden, kendini arayıp bulmasını bekliyorsun. Kendinizi hemen şimdi bulabilirsin çünkü saklanan sensin. Ne zaman birisi gelip de “ben bir Buda olmak istiyorum” derse bu son derece anlamsızdır: O bir Buda. Bir Buda gelip “ben nasıl Buda olurum” diyorsa benim ne yapmamı bekliyorsun. ” Sen kimi kandırıyorsun, sen Budasın! derim…
Kendine gereksiz sorunlar yaratma. Onları nasıl büyüttüğünü, onları topaç gibi nasıl daha hızlı, daha hızlı çevirdiğini anlamak seni aydınlatacaktır. Ve ansızın tüm mutsuzluklarının üstüne çıkacaksın. Dünyanın tüm şefkatiyle birlikte… Ego problemler ister. Şayet bunu bir anlarsan, bir kez derinden kavrarsan dağlar önce tepeciklere dönüşüp sonra da tamamen yok olacaklardır. Ve aniden bir boşluk oluşur; her yandan katıksız bir
boşluk. Bu aydınlanmanın ne olduğudur – hiçbir problem olmadığının derinden anlaşılması. Çözülecek bir problem olmadan ne yapacaksın? Hemen yaşamaya başlarsın. Yiyeceksin, uyuyacaksın, seveceksin, sohbet edeceksin, şarkı söyleyeceksin, dans edeceksin. Yapacak başka ne var ki? Bir tanrı oldun ve yasamaya başladın!
Şayet insanlar biraz dans edebilseler, biraz daha şarkı söyleyebilseler, biraz daha çılgın olabilseler, enerjileri daha
fazla akacak ve problemleri azar azar yok olacak. Bundan dolayı dans etmenin üzerinde bu kadar duruyorum. Sonuna kadar dans et, bırak tüm enerjin dans haline gelsin ve göreceksin ki başın yok !
Başındaki tüm sıkışıp kalmış enerjiler; hoş resimler ve figürler olarak etrafında hareket ediyor. Ve dans ederken öyle bir an gelir ki, vücudun artık kati bir madde değildir, elastik akışkan bir hale dönüşmüştür. Ve dans ederken öyle bir an gelir ki, sınırların artık belirgin değildir, eriyip kosmosla birleşmekte ve tüm sınırlar birbiriyle karışmaktadır. Artık herhangi bir problem yaratamazsın. Yasa, dans et, ye. Uyu ve bunları mümkün olan tüm bütünlüğünle yap. Ve tekrar tekrar hatırla ki, her ne zaman kendini bir problem yaratırken yakalarsan, onu bırak. Hemen!
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Ego hep yüksek dağları ister, küçük tepelerde rahat etmez… ‘Ego hep yüksek dağları ister, küçük tepelerde rahat etmez.
Hatta, bu bir eziyet olsa dahi, o bir tepecik değil Everest olmalıdır. Mutsuzluk, perişanlık sıradan olmamalıdır. Ego, sefaletinizin de olağanüstü olmasını arzular!
İnsanlar sebepsiz yere büyük problemler yaratmaya devam ediyorlar. Bugüne kadar binlerce insanla onların problemleri üzerine konuştum ve gerçek bir sorunla henüz karşılaşmadım. Tüm problemler yapmacık, uydurma -onlar olmadan kendini bomboş hissettiğinden, onları sen yaratıyorsun. Onlarsız yapacak bir şeyin yok, kavga edecek biri, gidecek bir yer yok. Bir gurudan diğerine, bir ustadan diğerine, bir psikiyatristten diğerine, bir gruptan diğerine… Aksi halde kendini boşlukta hisseder aniden hayatın anlamsızlaştıgını görürsün. Hayatın
nasıl zor birşey olduğunu, büyüdüğünü hissetmek için sürekli problemler yaratır ve onlarla ölesiye mücadeleye girişirsin.
Ego sadece mücadelenin olduğu yerde vardır -bunu hatırla; sadece kavga ederken. Şayet sana “Gidip üç sinek öldür, aydınlanacaksın” desem, bana asla inanmazsın: “Üç sinek!’’ Bu kadar kolay olmamalı. Bu akılcı görünmüyor… Halbuki “yedi yüz aslan öldürün” demiş olsam, bundan çok daha fazla hoşlanırdın. Daha büyük problem, daha büyük mücadele… ki bu mücadele yoluyla egon büyür, yükseklere süzülür…
Sen problemleri yaratırsın. Problemler mevcut değildir. Din adamları ve psikanalistler ve gurular -onlar çok mutlular, çünkü tüm ticaretleri sadece sana bağlı. Sen bir hiçten tepeler yaratıp, sonrada bu tepeleri yüksek dağlara dönüştürmesen, sana yardım edecek olan gurunun işlevi ne olacaktı? Önce yardım alabilecek bir şekle gelmelisin!
Gerçek ustalar ise başka bir şey söylüyorlar. Onlar “Lütfen ne yaptığına bir bak, yaptıklarının anlamsızlığına bir bak. Önce bir problem yaratıyor, sonra ona çözüm arayışlarına girişiyorsun. Sadece neden bu problemleri yarattığına bak, işin en başı; problemi oluşturmaya başladığın nokta çözümün ta kendisidir – yani onu hiç
yaratmamak” diyorlar. Ancak bu sana hiç hitap etmeyecektir. Yapacak bir şey, mücadele yoksa aydınlanma da yok ! Satori ? Samadhi? Hiç biri yok! Çok derin bir huzursuzluk ve boşluk… Bunu artık ne ile dolduracaksın?
Senin hiçbir sorunun yok; sadece bu anlaşılmalıdır. Çünkü bunu anladığın anda yaratıcısı olduğun tüm problemlerinden sıyrılabilirsin. Onlara başka bir şekilde bak, daha derinden bir bakış onları küçültecektir. Bakmaya devam et, onlar da azar azar yok olmaya başlayacaklardır.Gözünü dikip bakmaya devam edersen ansızın
orada hiçbir şey olmadığını göreceksin. Sadece boşluk… seni saran hoş bir boşluk. Yapacak bir şey yok, olacak bir şey yok çünkü zaten sen o’sun.
Aydınlanma başarılması gereken bir şey değildir, o sadece yaşanılacak bir şeydir. Ben sana “aydınlanmayı başardım” dediğimde kastettiğim şey onu yasamaya karar vermiş olduğumdur. Artık tamam! Ve o andan itibaren onu yaşamaya başlarım. O, artık problem yaratmakla ilgilenmemeye karar vermektir, hepsi bu kadar! O artık
anlamsız problemler ve çözümleriyle uğraşmaya son vermektir. Tüm bu anlamsız isler senin kendinle oynadığın bir oyundur. Sen kendin saklanıyor ve sen kendin arıyorsun, her iki taraf da sensin. Ve bunu bil! Bunu söylediğimde gülme, bu gülünç bir şey değil, onu anla! Bu senin kendi oyunun, kendin saklanıyor ve yine kendinden, kendini arayıp bulmasını bekliyorsun. Kendinizi hemen şimdi bulabilirsin çünkü saklanan sensin. Ne zaman birisi gelip de “ben bir Buda olmak istiyorum” derse bu son derece anlamsızdır: O bir Buda. Bir Buda gelip “ben nasıl Buda olurum” diyorsa benim ne yapmamı bekliyorsun. ” Sen kimi kandırıyorsun, sen Budasın! derim…
Kendine gereksiz sorunlar yaratma. Onları nasıl büyüttüğünü, onları topaç gibi nasıl daha hızlı, daha hızlı çevirdiğini anlamak seni aydınlatacaktır. Ve ansızın tüm mutsuzluklarının üstüne çıkacaksın. Dünyanın tüm şefkatiyle birlikte… Ego problemler ister. Şayet bunu bir anlarsan, bir kez derinden kavrarsan dağlar önce tepeciklere dönüşüp sonra da tamamen yok olacaklardır. Ve aniden bir boşluk oluşur; her yandan katıksız bir
boşluk. Bu aydınlanmanın ne olduğudur – hiçbir problem olmadığının derinden anlaşılması. Çözülecek bir problem olmadan ne yapacaksın? Hemen yaşamaya başlarsın. Yiyeceksin, uyuyacaksın, seveceksin, sohbet edeceksin, şarkı söyleyeceksin, dans edeceksin. Yapacak başka ne var ki? Bir tanrı oldun ve yasamaya başladın!
Şayet insanlar biraz dans edebilseler, biraz daha şarkı söyleyebilseler, biraz daha çılgın olabilseler, enerjileri daha
fazla akacak ve problemleri azar azar yok olacak. Bundan dolayı dans etmenin üzerinde bu kadar duruyorum. Sonuna kadar dans et, bırak tüm enerjin dans haline gelsin ve göreceksin ki başın yok !
Başındaki tüm sıkışıp kalmış enerjiler; hoş resimler ve figürler olarak etrafında hareket ediyor. Ve dans ederken öyle bir an gelir ki, vücudun artık kati bir madde değildir, elastik akışkan bir hale dönüşmüştür. Ve dans ederken öyle bir an gelir ki, sınırların artık belirgin değildir, eriyip kosmosla birleşmekte ve tüm sınırlar birbiriyle karışmaktadır. Artık herhangi bir problem yaratamazsın. Yasa, dans et, ye. Uyu ve bunları mümkün olan tüm bütünlüğünle yap. Ve tekrar tekrar hatırla ki, her ne zaman kendini bir problem yaratırken yakalarsan, onu bırak. Hemen!
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Sevgi çok nadirdir. Bir insanın gönlüne ulaşmak büyük bir devrim yaşamaktır; çünkü eğer bir insanın gönlüne ulaşmak istiyorsan, o kişiye de senin gönlüne ulaşma olanağını sunman gerekir. O zaman savunmasız olursun, tamamen açılır ve korunmasız kalırsın.

Bu risklidir. Bir başkasının gönlüne ulaşmasına izin vermen riskli ve tehlikelidir çünkü o kişinin sana ne yapacağını bilemezsin. Bütün sırlarını öğrendikten, bütün gizlediklerin açığa çıktıktan, kendini tamamen açığa çıkarttıktan sonra diğer insanın ne yapacağını asla bilemezsin. Korku oradadır. Zaten o yüzden kendimizi hiç açmayız.

Sadece tanışıklık olan bir şeyi sevginin gerçekleşmesi gibi yorumlarız. Çeperler buluşur ve biz tanıştığımızı zannederiz. Sen çeperin değilsin. Aslında çeper senin bittiğin sınırdır, sadece etrafında oluşmuş olan çittir. O sen değilsin! Çeper senin bittiğin ve dünyanın başladığı noktadır.
Yıllarca birlikte yaşamış olan karı kocalar bile sadece tanışıklık yaşamış olabilir. Belki birbirlerini gerçekten tanımamışlardır. Biriyle ne kadar uzun süre birlikte yaşarsan, onun gönlüyle hiç tanışmamış olduğunu o kadar çok unutursun.

O yüzden anlaşılması gereken ilk şey, tanışıklığı sevgi olarak görmemektir. Sevişiyor olabilirsin, cinsel yakınlığın olabilir ama seks de çepere aittir. Gönüller buluşmadığı sürece seks sadece iki bedenin bir araya gelmesinden ibaret olur. Ve iki bedenin bir araya gelmesi sizin buluşmanız demek değildir. Seks de tanışıklık olarak kalır; fiziksel, bedensel ama hâlâ sadece bir tanışıklık. Birinin senin gönlüne girmesine ancak korkmadığın zaman, korku yaşamadığın zaman izin verirsin.

İki tür yaşam vardır: korku yönelimli ve sevgi yönelimli. Korku yönelimli yaşam seni asla derin bir ilişkiye götürmez. Korkmaya devam eder ve diğerine asla izin veremezsin. Onun, senin özüne ulaşmasına asla izin veremezsin. Ona bir ölçüye kadar izin verirsin ve sonra duvar oluşur ve her şey durur.

Sevgi yönelimli insan gelecekten korkmayan insandır. Sonuçlardan ve olası bedellerden korkmaz, şimdi ve burada yaşar. Sonuçları kafana takma; bu, korku yönelimli zihinlere ait bir şeydir. Sonunda neler olacağını düşünme. Burada ol ve tüm benliğinle davran. Hesapçı olma. Korku yönelimli insan sürekli hesap yapar, planlar, düzenler ve koruma duvarları oluşturur. Bu şekilde tüm hayatını heba eder.aşlı bir Zen rahibi hakkında bir hikaye duydum:

Ölüm döşeğindeymiş. Son günü gelmiş ve o akşam artık öleceğini ilan etmiş. O yüzden müritleri, havarileri ve arkadaşları gelmeye başlamış. Onu seven çok insan varmış ve hepsi gelmek istiyormuş. Çok uzaklarda olanlar bile gelmiş.

En eski müritlerinden biri ustasının ölmek üzere olduğunu duyunca hemen pazara koşmuş. Biri sormuş: “Usta kulübesinde ölüyor, sen neden pazara gidiyorsun?” Eski mürit yanıtlamış: “Ustamın özel bir çeşit pastayı çok sevdiğini biliyorum. Gidip ona o pastadan alacağım.”

Pastayı bulmak hiç kolay olmamış ama akşam üstü bir şekilde bulmuş ve elinde pastayla kulübeye koşmuş.

Kulübede herkes endişeliymiş. Sanki Usta birini bekliyor gibiymiş.

Gözlerini açıp etrafı taradıktan sonra tekrar kapatıyormuş. Mürit, kulübeye gelince hemen sormuş: “Tamam, sonunda geldin. Pasta nerede?” Mürit pastayı çıkartmış. Usta pastayı sorduğu için de çok mutlu olmuş.

Ölmek üzere olan Usta pastayı eline almış… ancak eli titremiyormuş. Çok yaşlı olmasına rağmen elleri titremiyormuş. O yüzden biri sormuş: “Bu kadar yaşlısın ve ölmek üzeresin. Yakında son nefesini vereceksin ama ellerin bile titremiyor.”

Usta yanıtlamış: “Ben asla titremem çünkü korkum yok. Bedenim yaşlanmış olabilir ama ben hâlâ gencim ve bedenim geride kaldıktan sonra bile genç olarak kalacağım.”

Sonra pastadan bir lokma alıp çiğnemeye başlamış. O sırada biri sormuş: “Son sözün ne olacak, Usta? Yakında aramızdan ayrılacaksın. Neyi hatırlamamızı istersin?”

Usta gülümsemiş: “Ah, bu pasta çok lezzetli.”

Şu anda, burada yaşayan adam budur: Bu pasta çok lezzetli. Ölüm bile önemsiz. Bir sonraki an anlamsız. Bu anda, bu pasta çok lezzetli. Eğer bu anın içinde olabiliyorsan, şimdiyi bu an içinde her şeyiyle yaşayabiliyorsan ancak o zaman sevebilirsin.

Sevgi nadiren açan bir çiçektir. Sadece arada bir gerçekleşir. Milyonlarca insan sevgili oldukları yanlış inancına kapılmıştır. Onlar sevdiklerine inanıyor ancak bu yalnızca onların inancı.

Sevgi nadiren açan bir çiçektir. Arada bir olur. Nadirdir çünkü ancak korkunun olmadığında gerçekleşebilir, daha önce değil. Yani sevgi ancak derin ruhsallığa sahip, dindar birinin başına gelebilir. Seks herkes için mümkündür. Tanışıklık herkes için mümkündür. Sevgi değil.

Korkmadığın zaman saklayacak bir şeyin yoktur; ancak o zaman bütün sınırları kaldırıp açık bir insan olabilirsin. Ancak o zaman bir başka insanı kendi gönlünün derinliklerine ulaşması için davet edebilirsin.
Ve unutma; eğer birinin gönlünün derinliklerine girmesine izin verirsen, o biri de senin kendi gönlünün derinliklerine girmene izin verecektir. Güven yaratılmıştır. Sen korkmadığın zaman diğeri de korkusuz olur.

Senin sevginde her zaman korku vardır. Koca karısından korkar, kadın kocasından korkar. Sevgililer sürekli korkar. O zaman yaşanan sevgi olmaz. Yaşananlar sadece birbirine dayanan iki korku dolu insanın arasında yapılmış olan bir düzenlemedir. Kavga, sömürü, manipülasyon, kontrol, hükmetmek, sahiplenmek vardır ama bu sevgi değildir.

Eğer sevginin oluşmasına izin verirsen duaya ihtiyaç kalmaz, meditasyona ihtiyaç kalmaz; her hangi bir kilise ya da tapınağa ihtiyaç kalmaz. Eğer sevebiliyorsan, Tanrı’yı tamamen unutabilirsin. Çünkü sevgi sayesinde her şeyi yaşamış olacaksın: meditasyonu, duayı, Tanrı’yı. İsa, “Sevgi Tanrı’dır”derken bunu kastediyor.

Ancak sevgi zordur. Korkunun geride bırakılması gerekir. İşin garip tarafı da bu; kaybedecek hiçbir şeyin olmamasına rağmen bu kadar korkuyor olman.

Kabir isimli mistik bir yerde şöyle söylemiştir: “İnsanlara bakıyorum. Çok korkuyorlar, nedenini anlamıyorum çünkü kaybedecek hiçbir şeyleri yok. Onlarınki, tıpkı çıplak olmasına rağmen elbiselerini nerede kurutacağını bilemediği için nehirde yıkanmaktan korkan birisinin durumuna benziyor.” Senin de durumun bu; çıplaksın, hiç elbisen yok ama sürekli elbiseler için endişeleniyorsun.

Kaybedecek neyin var? Hiçbir şey. Ölüm bu bedenini elinden alacak; ölüm onu almadan önce, onu sevgiye ver. Her şeyin elinden alınacak; alınmadan önce neden onları paylaşmıyorsun? Ona sahip olmanın tek yolu bu. Eğer paylaşıp verebiliyorsan, efendi sensin. Zaten elinden alınacak; hiçbir şeyi sonsuza dek elinde tutamazsın. Ölüm her şeyi yok edecektir.

Eğer beni doğru anladıysan mücadelenin ölümle sevgi arasında olduğunu anlarsın. Eğer verebiliyorsan bir ölüm olmayacak. Senden bir şey alınmadan önce sen onu çoktan vermiş, onu hediye etmiş olacaksın. O zaman ölüm olamaz.

Seven birisi için ölüm söz konusu değildir. Sevmeyen biri için her an ölüm demektir çünkü sürekli ondan bir şeyler kopartılmaktadır. Bedeni kayboluyor, her anı kaybediyor. Ve sonra bir de ölüm gelecek ve her şey yok olacak.

Neden korkuyorsun? Neden bu kadar korkuyorsun? Hakkındaki her şey biliniyor olsa bile, açık bir kitap olsan bile neden korkuyorsun? Sana nasıl zarar verebilirler? Bunlar sahte kavramlardır, toplumun neden olduğu şartlandırmalardır. Toplum her şeyi gizlemen gerektiğini, kendini korumak zorunda olduğunu, sürekli mücadele içinde olman gerektiğini, herkesin düşmanın olduğunu ve herkesin sana karşı olduğunu söyleyip durur.

Hiç kimse sana karşı değil! Birinin sana karşı olduğunu hissetsen bile, o bile, sana karşı değildir. Çünkü herkes kendisiyle ilgilenmektedir, seninle değil. Korkacak bir şey yok. Gerçek bir ilişkinin oluşması için önce bunun hayata geçirilmesi gerekiyor. Korkacak hiçbir şey yok.

Bu konu üzerinde iyice bir düşün. Sonra başkalarının sana nüfuz etmesine izin ver, onları içeri davet et. Hiçbir yerde bir engel yaratma. Bir koridor ol; her zaman açık, kilitsiz ve kapısız ol. Üzerinde kapalı bir kapı olmasın. O zaman sevgi mümkün olabilir.

İki gönül buluştuğunda sevgi oradadır. Ve sevgi simyasal bir olgudur; tıpkı hidrojen ve oksijen bir araya geldiğinde su gibi yeni bir şeyin yaratılması gibi. Hidrojenin olabilir, oksijenin olabilir ama eğer susamışsan bunlar hiçbir işine yaramayacak. İstediğin kadar oksijene, istediğin kadar hidrojene sahip olabilirsin ama susuzluğunu gideremezsin.

İki gönül bir araya geldiği zaman yeni bir şey yaratılır. Bu yeni şey sevgidir. Ve tıpkı su gibi, birçok hayatın susuzluğunu giderir. Birden doyarsın. Bu, sevginin görünür işaretidir; sanki her istediğini elde etmiş gibi tatmin olursun. Artık ulaşılacak bir hedef kalmamıştır; amacına ulaşmışsındır. Başka bir hedef yok, yazgını gerçekleştirdin. Tohum bir çiçeğe dönüştü, mutlak olgunluğuna erişti.

Sevginin görünür işareti derin bir tatmin hissidir. Bir insan sevdiği zaman derin bir tatmin yaşar. Sevgi gözle görünmez ancak kişinin çevresindeki o huzur, derin tatmin duygusu görünebilir... her nefesinde, her hareketinde tüm varlığı mutluluğa ulaşmıştır.

Sevginin seni arzusuz yaptığını söylersem şaşırabilirsin ama arzu tatminsizlikten ortaya çıkar. Sahip olmadığın için arzularsın. Arzu edersin çünkü eğer o şeye sahip olursan seni tatmin edeceğini düşünürsün. Arzu, tatminsizlikten ortaya çıkar.

Sevgi olduğu zaman; iki gönül buluşup, kaynaşıp, bütünleştiği zaman yeni bir simyasal nitelik doğar ve tatmin oluşur. Sanki tüm varoluş durmuş gibidir, hareketsiz. O zaman yaşanan an, varolan tek an olur. İşte o zaman “Bu pasta çok lezzetli” dersin. Sevgiyi yaşayan bir insan için ölüm bile herhangi bir şey ifade etmez
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol
Geri
Üst