Tebliğler - Mesajlar Yazılar

---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Zihinsizlik - OSHO

Meditasyon zihne karşı bir çaba sarf etmek değildir, o zihni anlamanın bir yoludur. Zihne sevecenlikle tanıklık etmektir ama kişi elbette sabırlı olmak zorundadır. Kafanda taşımakta olduğun bu zihnin ortaya çıkması yüzyıllar, bin yıllar sürdü. Küçücük zihnin tüm insanlığın deneyimini taşıyor. Ve sadece insanlığın da değil — hayvanların, kuşların, bitkilerin, taşların — tüm bu deneyimlerden geçtin. Bu ana kadar olan her şey sende de oldu. Küçücük bir fındık kabuğunda tüm varoluşun deneyimini taşıyorsun. Senin zihnin budur. Aslında ona senin demek doğru değil. O kolektiftir; o hepimize aittir. Modern psikoloji buna yaklaşmaktadır, bilhassa Jungcu psikoloji ona yaklaşmaktadır ve kolektif bilinçaltı gibi bir şeyi hissetmeye başlamışlardır. Zihnin sana ait değil; o hepimize ait. Bedenlerimiz çok ayrı; zihinlerimiz ayrı değil. Bedenlerimiz net bir biçimde ayrı, zihinlerimiz örtüşür ve ruhlarımızsa tektir. Bedenler ayrıdır, zihinler örtüşür ve ruhlarsa tektir. Benim farklı bir ruhum yok ve senin farklı bir ruhun yok. Varoluşun tam merkezinde buluşuruz ve tekiz. Tanrı budur: Her şeyin buluşma noktası. Tanrı ve dünya — “dünya” beden demektir — arasında zihin vardır. Zihin bir köprüdür, bedenle ruh arasında, dünyayla Tanrı arasında bir köprü. Onu yok etmeye çalışma! Pek çokları onu Yoga ile yok etmeye çalıştı. Bu Yoganın yanlış kullanılmasıdır. Pek çokları onu beden hareketleriyle, nefesle yok etmeye çalıştı; bu da bedende zor fark edilen kimyasal değişiklikler yapar. Mesela, eğer kafa üstü,shirhasan’ da durursan zihni kolayca yok edersin: Çünkü kan kafanın içine hücum eder, sel gibi kafanın içine akar … kafanın üzerinde durduğunda yaptığın şey budur. Beyin mekanizması naziktir. Sen onu sel gibi kanla dolduruyorsun, nazik dokular ölecektir. Bu nedenle hiçbir zeki yogiye rastlayamazsın. Hayır; yogiler az ya da çok aptaldır. Bedenleri sağlıklıdır, güçlüdür, bu doğru ama zihinleri ölmüştür. Zekâ parıltıları göremeyeceksin. Çok gürbüz, hayvansı bir beden göreceksin ama bir şekilde insan kaybolmuştur. Kafanın üzerinde durarak kanını yerçekimiyle kafanın içine doğru zorluyorsun. Kafanın kana ihtiyacı var ama az miktarda ve yavaşça, sel gibi değil. Yerçekimine karşı azıcık kan kafaya ulaşır ve bu da dingin bir şekilde olur. Çok fazla kan kafaya giderse tahrip edicidir. Yoga zihni öldürmek için kullanılmıştır. Zihni öldürmek için nefes kullanılabilir; hassas zihin için sert olabilecek nefes ritimleri vardır, ince nefes titreşimleri vardır. Zihin onlarla tahrip edilebilir. Bunlar eski numaralar. Artık yeni numaralar bilim tarafından sağlanıyor: LSD, esrar ve diğerleri; giderek çok daha karmaşık uyuşturucular er ya da geç sunulacak. Ben zihnin durdurulması taraftarı değilim. Ben onun izlenmesi taraftarıyım. O kendiliğinden durur ve o zaman güzeldir. Bir şey hiç şiddet olmadan gerçekleşirse kendine has bir güzelliği vardır; doğal bir gelişimi vardır. Bir çiçeği güç kullanıp açabilirsin; bir goncanın taç yapraklarını çekip zorla açabilirsin ama çiçeğin güzelliğini yok etmiş oldun. Artık neredeyse ölüdür. Senin vahşetine dayanamaz. Taç yaprakları gevşemiş, güçsüzleşmiş, ölüyor. Gonca kendi enerjisiyle açtığında, kendiliğinden açtığındaysa bu taç yapraklar canlıdır. Zihin senin kendi çiçeklenmendir; onu hiçbir şekilde zorlama. Ben her türden zorlamaya ve şiddete karşıyım ve bilhassa da kendine yönelik olana. Sadece izle — derin duada, sevgide, saygıda — ve ne olduğunu göreceksin. Mucizeler kendiliğinden gerçekleşecek. İtip kakmaya gerek yok. Düşünceyi nasıl durdurmalı? Ben sadece uyanık ol ve izle diyorum. Ve bu durdurma fikrini de bir kenara at, yoksa zihnin doğal dönüşümünü durdurur. Bu durdurma fikrini bırak! Sen kim oluyorsun da durduracaksın? En fazla keyfini çıkartabilirsin. Ve yanlış hiçbir şey yok; ahlaksız düşünceler bile, sözde ahlaksız düşünceler bile zihninden geçse, bırak geçsinler. Yanlış bir şey yok. Sen ayrı dur, bir zarar verilmiyor. O yalnızca bir kurgu, içsel bir film izliyorsun. Onu kendi halinde bırak ve o seni zihinsizliğe doğru zamanla götürecek. İzlemek nihai olarak zihinsizlikte son bulur. Zihinsizlik zihnin karşısında değildir; zihinsizlik zihnin ötesindedir. Zihinsizlik zihni öldürerek, yok ederek gelmez; zihni bütünüyle anlayıp artık düşüncelere ihtiyaç duymadığında zihinsizlik gelir. Kavrayışın onun yerine geçmiştir.


alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Alışkanlıklar - OSHO

İnsan geçmişte yaşar. Şimdiki andan geçer ama kökleri geçmişte kalır. Sıradan bilinç için gerçek zaman şimdiki zaman değildir; sıradan zihin için gerçek, geçmiş zamandır. Şimdiki zaman sadece geçmişle gelecek arasındaki geçittir, anlık bir geçit. Geçmiş gerçektir ve gelecek de öyledir ama şimdiki an sıradan bilinç için gerçek değildir. Gelecek sadece genişlemiş geçmiştir. Gelecek tekrar tekrar geçmişin yansıtılmasıdır. Şimdiki zaman yokmuş gibi gelir. Şimdiki anı düşünecek olursan onu bulamayacaksın bile çünkü onu bulduğun an geçmiş olur. Bir an önce, onu bulmamışken, o gelecekteydi. Bir buda-bilinci için, aydınlanmış bir varlık için yalnızca şimdiki an vardır. Sıradan bir bilinç, farkında olmayan, uykudaki bir uyurgezer için geçmiş ve gelecek gerçektir ve şimdiki an gerçek değildir. Sadece kişi uyandığında şimdi gerçektir ve geçmiş ve gelecek gerçek dışı olur. Bu neden böyledir? Neden geçmişte yaşıyorsun? Çünkü zihin biriktirilmiş zihinden başka bir şey değildir. Zihin hafızadır; yaptığın tüm şeyler, rüyasını gördüğün tüm şeyler, yapmayı isteyip yapamadığın tüm şeyler, geçmişte kafanda canlandırdığın her şeydir zihin. Zihin ölü bir mevcudiyettir. Zihnin aracılığıyla bakarsan şimdiyi asla bulamazsın çünkü şimdiki an yaşamdır ve yaşama asla ölü bir şey aracılığıyla yaklaşamazsın. Zihin ölüdür. Zihin bir aynanın üzerini kaplayan toz gibidir. Ne kadar çok tozla kaplanırsa ayna o kadar az ayna gibi olur. Ve eğer senin üzerindeki gibi toz katmanı kalınsa, o zaman ayna yansıtma yapmayacaktır bile. Herkes toz topluyor; sadece toplamıyor, ona yapışıyorsun, onun bir hazine olduğunu düşünüyorsun. Geçmiş bitti, neden ona yapışıyorsun? Onunla hiçbir şey yapamazsın, geçmişe gidemezsin, onu silemezsin; neden ona yapışıyorsun? O bir hazine değil. Ve şayet geçmişe yapışır ve onun bir hazine olduğunu düşünürsen elbette zihnin onu gelecekte tekrar tekrar yaşamak isteyecek. Geleceğin, modifikasyon yapılmış geçmişten başka bir şey olamaz; birazcık yontulmuş, birazcık dekore edilmiş ama aynısı olacak çünkü zihin bilinmeyen bir şeyi düşünemez. Zihin sadece bilineni tasarlayacaktır, bildiğin şeyi. Bir kadını seversin ve kadın ölür. Şimdi nasıl başka bir kadın bulacaksın? Diğer kadın, ölmüş karının modifikasyondan geçmiş bir hali olacaktır; bu senin bildiğin tek yol. Gelecekte yapacağın her ne olursa olsun, geçmişin bir dev******* başka bir şey olmayacak. Biraz değiştirebilirsin; bir yama oraya, bir yama şuraya ama ana kısım olduğu gibi kalır.‘ Ölüm döşeğinde yatarken birisi Nasrettin Hoca’ya sordu: “Sana yeni bir hayat verilse onu nasıl yaşardın Nasrettin? Herhangi bir değişiklik yapar mıydın?” Nasrettin kapalı gözlerle derin derin düşündü, taşındı, evirdi çevirdi, sonra gözlerini açtı ve dedi ki: “Evet, eğer bana yeni bir hayat verilirse saçlarımı ortadan ayıracağım. Bunu hep istemiştim ama babam her zaman yapmamam konusunda ısrar etti. Ve babam öldüğünde de saçlarım artık öyle alışmıştı ki ortadan ayrılmıyordu.”’ Gülme! Yaşamınla ne yapacağın sana sorulursa bunun gibi çok az değişiklik yapacaksın. Burnu birazcık daha değişik bir koca, karından biraz değişik yüzlü bir kadın, biraz daha büyük yahut küçük ev. Ama bunlar saçını ortadan ayırmaktan daha başka bir şey değil, ıvır zıvır, önemsiz. Öz hayatın aynı kalacak. Bunu çok, çok kereler yapmıştın; özde hayatın aynı kaldı. Pek çok kereler sana yaşam verildi. Pek çok kereler yaşadın; sen çok çok eski dönemlerden kalmasın. Bu yeryüzünde yeni değilsin, bu dünyadan daha da eskisin çünkü başka dünyalarda, başka gezegenlerde de yaşadın. Varoluş kadar eskisin; bu böyle olmalı çünkü sen onun bir parçasısın. Çok eskisin ama aynı kalıbı tekrar tekrar yineliyorsun. Bu nedenle Hindular ona yaşam ve ölüm tekerleği derler; kendisini tekrar edip durduğu için tekerlek. Yinelemedir; aynı teller yukarı gelip aşağı iniyor, aşağı inip yukarı çıkıyor. Zihin kendisini yansıtır ve zihin geçmiştir, o halde geleceğin, geçmişten başka bir şey olmayacaktır. Ve nedir geçmiş? Geçmişte ne yaptın? Her ne yaptıysan — iyi, kötü; şu, bu — ne yaparsan yap kendi tekrarını yaratıyor. Karma teorisi budur. Evvelsi gün kızdıysan dün tekrar kızmak için belli bir potansiyel yarattın. Sonra bunu tekrar ettin, kızgınlığa daha çok enerji verdin. Kızgınlık halini daha da kökleştirdin, suladın; bugün artık onu daha büyük bir güçle, daha çok enerjiyle tekrar edeceksin. Ve yarın yine bugünün kurbanı olacaksın. Yaptığın ve hatta düşündüğün her eylemin kendine has tekrar ve tekrar ısrar etme yolları vardır çünkü bu senin varlığında belli bir kanal açar. Senden enerji emmeye başlar. Kızgınsın, sonra bu hal gider ve sen artık kızgın olmadığını düşünürsün; o zaman işin özünü kaçırırsın. Bu ruh hali gittiğinde hiçbir şey olmadı; sadece teker hareket etti ve yukarıda olan teli aşağıya indi. Kızgınlık birkaç dakika önce yüzeydeydi; kızgınlık şimdi bilinçaltının içine, varlığının derinine indi. O zamanın tekrar gelmesini bekleyecek. Eğer ona uygun davrandıysan onu sağlamlaştırdın. Onun yaşaması için tekrar bir ruhsat vermiş oldun. Ona yeniden bir güç, bir enerji verdin. Toprağın altındaki bir tohum gibi zonkluyor, doğru zamanı ve mevsimi bekliyor ve sonra da filizlenecek. Her eylem kendi kendini yaşatır, her düşünce kendi kendini yaşatır. Onunla bir kez işbirliği yaparsan, ona enerji veriyorsundur. Er ya da geç alışkanlığa dönüşecektir. Onu yapacaksın ve bir yapan olmayacaksın; onu sadece alışkanlığın gücüyle yapacaksın. İnsanlar alışkanlık ikinci doğadır derler; bu bir abartı değildir. Aksine o bir azımsamadır! Aslında, alışkanlık birinci doğa olur ve doğa da ikincil hale düşer. Doğa sadece bir kitaptaki bir ek ya da dipnotlara dönüşür ve alışkanlık da kitabın ana gövdesi olur. Alışkanlık yoluyla yaşarsın; bunun anlamı, alışkanlık aslında senin aracılığınla yaşar demektir. Alışkanlığın kendisi ısrar eder, onun kendi enerjisi vardır. Elbette senden enerji alır ama geçmişte sen işbirliği yaptın ve şimdi de işbirliği yapıyorsun. Zamanla alışkanlık efendi, sen de yalnızca bir hizmetkâr, bir gölge olacaksın. Alışkanlık emir, komut verecek ve sen de sadece itaatkâr bir hizmetçi olacaksın. Ona uymak zorunda olacaksın.‘ Bir Hindu mistik olan Eknath, bir kutsal yolculuğa çıkıyordu. Kutsal yolculuk en az bir yıl sürecekti çünkü ülkedeki tüm mukaddes yerleri ziyaret edecekti. Elbette Eknath ile seyahat etmek bir imtiyazdı, o yüzden bin kişi onunla beraber seyahat ediyordu. Kasabanın hırsızı da geldi ve dedi ki: “Biliyorum ki ben bir hırsızım ve senin dinî cemaatinin bir üyesi olmayı hak etmiyorum ama bana da bir şans ver. Ben de bu kutsal yolculuğa çıkmak istiyorum.” Eknath dedi ki: “Bu zor olacak çünkü bir yıl uzun bir süre ve sen insanların şeylerini çalmaya başlayabilirsin. Sorun yaratabilirsin. Lütfen vazgeç bu fikirden.” Ama hırsız ısrarcıydı. “Bir yıllığına çalmaktan vazgeçeceğim ama mutlaka gelmeliyim. Ve sana söz veriyorum, bir yıl boyunca kimseden tek bir şey bile çalmayacağım,” dedi. Eknath kabul etti. Ama bir hafta içinde sorun başladı ve sorun şu ki, insanların eşyalarından bir şeyler kaybolmaya başladı. Hatta daha da fazla kafa karıştırıcıydı çünkü kimse bir şey çalmıyordu; bir şeyler birilerinin çantasından kayboluyor ve birkaç gün sonra başka birisinin çantasından çıkıyordu. Kaybolan şeylerin çantasında bulunduğu adam, “Ben hiçbir şey yapmadım. Gerçekten bu şeylerin nasıl olup da benim çantama geldiğini bilmiyorum,” diyordu Eknath şüphelendi, bir gece uyuyormuş gibi yaptı ama uyanıktı ve izledi. Gece yarısına doğru, gecenin tam ortasında hırsız belirdi ve bir kişinin çantasındakini ötekiyle değiştirmeye başladı. Eknath onu suçüstü yakaladı ve dedi ki: “Ne yapıyorsun? Ve sen söz vermiştin!” Hırsız da, “Ben sözümü tutuyorum. Ben tek bir şey bile çalmadım. Ama bu benim çok eski bir alışkanlığım … gecenin ortasında eğer bir şeytanlık yapmazsam uyumam imkânsız- laşıyor. Ve bir yıl boyunca uyumamak? Sen merhametli bir adamsın. Bana karşı merhametli olmalısın. Ve ben çalmıyorum! Her şey sürekli bulunuyor; bir yere gitmiyorlar da, sadece birisinden diğerine yer değiştiriyor. Ve hepsinden öte bir yıl sonra yeniden çalmaya başlayacağım, o yüzden iyi bir pratik de oluyor.”’ Alışkanlıklar seni belli şeyler yapmaya zorluyor; sen bir kurbansın. Hindular ona karma yasası diyorlar. Yinelediğin her eylem ya da düşünce — çünkü düşünce de zihindeki çok ince bir eylemdir — giderek daha çok güçlenir. Artık onun pençesindesin. O zaman alışkanlıkta hapis olursun. O zaman bir mahkûmun, bir kölenin hayatını yaşarsın. Ve bu hapislik kolay fark edilmez; bu hapishane, alışkanlıklarından, koşullanmalarından ve yapmış olduğun eylemlerden yapılmıştır. Tüm bedenini sarmış durumda ve elin kolun bağlı ama sen hâlâ onu kendin yapıyormuş gibi düşünüyor ve kendini kandırmaya devam ediyorsun. Kızdığında onu kendinin yaptığını düşünüyorsun. Ona bahaneler uydurup koşulların bunu gerektirdiğini söylüyorsun: “Kızmak zorundaydım, yoksa çocuk yanlış yola sapacaktı. Kızmasaydım işler kötüye gidecekti ve ofiste her şey bir kaosa dönecekti. Hizmetkârlar söz dinlemeyecek; işleri idare etmek için kızmak zorundaydım.” Bunlar bahaneler; egon senin hâlâ patron olduğuna inanmayı bu şekilde sürdürebiliyor. Ama değilsin. Kızgınlık eski kalıplardan, geçmişten gelir. Ve kızgınlık geldiğinde ona bahaneler bulmaya çalışırsın. Psikologlar deneyler yapmaktadır ve Doğulu ezoterik psikologlarla aynı sonuca ulaşmışlardır: İnsan bir kurbandır, efendi değil. Psikologlar mümkün olan her türlü konforu sağlayıp insanları tamamen tecrit etmişlerdir. Ne ihtiyaçları varsa temin edilmiş ama diğer insanlarla hiçbir temasta bulunmamışlardır. Klimalı hücrelerde hiç çalışmadan, hiç sorun olmadan, hiç belaya karışmadan yaşadılar ama aynı alışkanlıklar devam etti. Bir sabah artık ortada hiçbir neden yokken — çünkü her türlü konfor sağlanmışken, kaygı yokken, kızmak için bir bahane yokken — adam ansızın kızgınlığın, içinde kabardığını fark ediyor. O senin içinde. Bazen görünürde hiçbir neden yokken aniden üzüntü gelir. Ve bazen kişi mutlu hisseder, bazen kendinden geçecek kadar mutlu hisseder. Tüm sosyal ilişkilerden yoksun bırakılmış, her türlü konfor içerisinde tecrit edilmiş, her türlü gereksinimi karşılanmış bir adam, senin bir ilişkide yaşadığın tüm ruh hallerinin içinden geçiyor. Bu bir takım şeylerin içerden kaynaklandığı anlamına geliyor ve sen onu başkasının boynuna asıyorsun. Bu sadece bir bahane. İyi hissediyorsun, kötü hissediyorsun ve bu hisler kendi bilinçaltından, kendi geçmişinden kabarıp yükseliyor. Senden başka kimse sorumlu değil. Kimse seni kızdıramaz ve kimse seni mutlu edemez. Kendi kendini mutlu ediyorsun, kendi kendini kızdırıyorsun ve kendi kendini üzüyorsun. Bunu fark etmediğin sürece bir köle olarak kalacaksın. “Başıma gelen ne olursa olsun, kesinkes ben sorumluyum. Koşulsuz olarak her ne olursa olsun kesinlikle ben sorumluyum.” Kişi bunu fark edince kendisinin efendisi haline gelir. Başlangıçta bu senin canını sıkıp üzecek çünkü sorumluluğu başkasına atabilirsen, yanlış yapmadığın için kendini iyi hissedebilirsin. Karın saldırgan davranışlarda bulunuyorsa ne yapabilirsin? Kızmak zorundasın. Ama unutma, karın kendi ruhsal mekanizmaları nedeniyle saldırgan davranıyor. O sana karşı saldırgan değil. Sen orada olmasaydın çocuklara saldıracaktı. Çocuklar orada olmasaydı bulaşıklara saldıracaktı; onları yere çarpmış olacaktı. Radyoyu kırmış olacaktı. Bir şey yapması gerekiyordu; saldırganlık geliyordu. Gazete okurken bulunman ve sana karşı saldırması sadece bir rastlantıydı. Yanlış bir zamanda elinin altında bulunman sadece bir rastlantıydı. Kızgınsın, karın saldırganlaştığı için değil; o sadece uygun durumu sana sağladı, hepsi bu. O sana kızman için bir olasılık, kızman için bir bahane vermiş olabilir ama kızgınlık kabarmaktaydı. Karın orada olmasaydı aynı şekilde kızmış olacaktın; başka bir şeye, bir fikre ama kızgınlık orada olmak zorundaydı. O senin kendi bilinçaltından gelmekte olan bir şeydi. Herkes kendi varlığından ve davranışlarından sorumludur, tamamıyla sorumlu. Sorumlu olmaktan başlangıçta çok canın sıkılacak çünkü sen her zaman mutlu olmak istiyor olduğunu düşünmüştün; o halde nasıl olur da kendi mutsuzluğundan sorumlu olabilirsin? Her zaman mutluluktan uçmayı arzuluyorsun, nasıl olur da kendi kendine kızabiliyorsun? Ve bu yüzden sorumluluğu başkalarının üzerine atıyorsun. Eğer sorumluluğu başkalarına atmaya devam edecek olursan şunu unutma ki bir köle olarak kalacaksın çünkü hiç kimse başka birisini değiştiremez. Başka birini nasıl değiştirebilirsin? Hiç, birisi başka birisini değiştirmiş midir? Dünyadaki en az yerine gelmiş dileklerden birisi, başka birisinin değişmesini istemektir. Bunu hiç kimse bugüne kadar yapamadı, bu imkânsızdır çünkü başka bir insan da kendinden menkul bir var oluş sürer; onu değiştiremezsin. Sorumluluğu başkalarının üzerine atmaya devam edersin ama diğerini değiştiremezsin. Ve sorumluluğu başkalarına attığın için de temel sorumluluğun sana ait olduğunu hiç göremezsin. Temel değişiklik kendi içinde gereklidir. Tuzağa şu şekilde düşersin: Şayet tüm eylemlerinden, tüm ruh hallerinden sorumlu olduğunu düşünmeye başlarsan başlangıçta depresyona gireceksin. Ama bu depresyonun içinden geçebilirsen, hemen sonra ışığı hissedeceksin çünkü artık başkalarından özgürleştin. Artık kendi kendine çalışabilirsin. Özgür olabilirsin, mutlu olabilirsin. Bütün dünya özgür ve mutlu olmasa bile fark etmez. Ve ilk özgürlük başkalarına sorumluluğu atmayı bırakmaktır ve ilk özgürlük sorumlu olduğunu bilmektir. O zaman pek çok şey birden mümkün hale gelir. Başkalarına sorumluluğu atmaya devam edersen unutma ki bir esir olarak kalacaksın çünkü kimse bir başkasını değiştiremez. Kimse bir başkasını bugüne kadar değiştirebildi mi? Sana ne olursa olsun — üzgün hissediyorsun, sadece gözlerini kapat ve üzüntünü izle — seni götürdüğü yere kadar izle, onun derinine gir. Sonrasında sebebine varacaksın. Çok uzun yolculuk yapman gerekebilir çünkü tüm hayatın bu işin içinde ve yalnızca bu hayat da değil, pek çok başka hayat da işin içinde. Seni inciten pek çok yara bulacaksın ve bu yaralar nedeniyle üzüleceksin; onlar üzücüdür. Bu yaralar henüz kabuk bağlamadı, kanıyorlar. Kaynağına gitmek, sonuçtan sebebe gitme yöntemi onları iyileştirecek. Nasıl iyileştirir? Neden iyileştirir? Bunda ima edilen olgu nedir? Ne zaman geriye doğru gidersen vazgeçeceğin ilk şey sorumluluğu başkalarının üzerine atmaktır çünkü sorumluluğu başkalarına atıyorsan dışarı doğru gidersin. O zaman tüm süreç yanlıştır, sebebi başka birisinde arıyorsun: “Neden benim karım saldırgan?” O zaman “niçin” sürekli bir biçimde karının davranışına nüfuz eder. İlk adımı tutturamadın ve tüm süreç yanlış olacaktır. “Neden mutsuzum? Neden kızgınım?” Gözlerini kapa ve bunun derin bir meditasyon olmasına izin ver. Yere uzan, gözlerini kapa, bedenini gevşet ve neden kızgın olduğunu hisset. Karını unut gitsin, bu bir bahane; A, B, C, D, her neyse bahaneyi unut. Kendi içinde derine doğru git, kızgınlığa nüfuz et. Kızgınlığın kendisini bir nehir gibi kullan; nehrin içinde ak ve nehir seni içeri doğru götürecek. İçinde çok ince yaralar bulacaksın. Karın sana saldırgan gözüktü çünkü içindeki çok ince bir yaraya, seni inciten bir şeye dokundu. Hep güzel olmadığını düşünmüştün, yüzün çirkin ve içinde bir yara var. Karın saldırganlaştığında yüzünün farkına varmanı sağlayacak. “Git de bir aynaya bak!” diyecek. Bir şey incinir. Karına sadık kalmadın ve o da saldırmak istediğinde onu tekrar gündeme getirecek, “Neden o kadınla gülüşüyordunuz? Neden o kadınla çok mutlu bir şekilde oturuyordunuz?” Bir yaraya dokunuldu. Sadık olmadın, suçlu hissediyorsun; yaran hâlâ taze. Gözlerini kapa, kızgınlığı hisset, onun bütünüyle yükselmesine izin ver ki ne olduğunu tamamıyla görebilesin. Sonra da bırak bu enerji seni geçmişe doğru götürsün çünkü kızgınlık geçmişten geliyor. Gelecekten gelemez elbette. Gelecek henüz var olmadı. Şimdiki andan gelmiyor. Karmanın tüm bakış noktası şudur: Gelecekten gelemez çünkü gelecek henüz yok; şimdiden gelemez çünkü sen şimdinin ne olduğunu bilmiyorsun bile. Şimdi sadece aydınlanmış olanlar tarafından bilinir. Sen sadece geçmişte yaşıyorsun, öyleyse geçmişinden bir yerlerden geliyor olmalı. Yara anılarında bir yerlerde olmalı. Geriye git. Bir tane yara olmayabilir, pek çok olabilir; büyük, küçük. Daha derine in ve ilk yarayı bul, tüm kızgınlıkların orijinal kaynağını. Eğer denersen bulabileceksin çünkü o zaten orada. Orada; tüm geçmişin hâlâ orada. Sarılmış bir film gibi içerde bekliyor. Onu döndür, filme bakmaya başla. Kökteki sebebe doğru, geçmişe gitme süreci budur. Ve sürecin güzelliği şudur: Şayet geriye doğru bilinçli olarak gidersen, şayet bilinçli olarak yarayı hissedersen yara hemen iyileşir. Peki, neden iyileşir? Çünkü bir yara bilinçsizlik, farkında olmamak tarafından yaratılır. Bir yara cahilliğin, uykunun parçasıdır. Bilinçli olarak geçmişe gidip yaraya baktığında bilinç bir iyileştirme gücüdür. Geçmişte yara gerçekleştiğinde bilinçsizliğin içinde gerçekleşti. Kızgındın, kızgınlık tarafından ele geçirilmiştin; bir şey yaptın. Bir adamı öldürdün ve bunu tüm dünyadan saklıyordun. Polisten gizleyebilirsin, mahkemeden ve kanunlardan gizleyebi- lirsin ama kendinden nasıl saklayabilirsin? Biliyorsun, o acıtır. Ve ne zaman birisi sana kızman için bir fırsat verirse korkarsın çünkü yeniden olabilir, karını öldürebilirsin. Geri git çünkü birisini öldürdüğün ya da kızgınca ve çılgınca davrandığın an bilinçsizdin. Bilinçaltında bu yaralar korundu. Artık bilinçlen. Geriye gitmek bilinçsizlik halinde yapmış olduğun şeylere bilinçli olarak gitmek demektir. Geri git; sadece bilincin ışığı iyileştirir. O, iyileştirici bir güçtür. Neyi bilinçli hale getirebilirsen iyileşecek ve artık canını yakmayacak. Geriye giden bir insan geçmişi serbest bırakır. O zaman artık geçmiş işlemiyordur, o zaman artık geçmiş onu pençelerinde tutmuyordur ve geçmiş bitmiştir. Geçmişin onun varlığında yeri yoktur. Ve geçmişin senin varlığında yeri olmadığında sen şimdi için hazır olursun, asla ondan önce değil. Boşluğa ihtiyacın var; içerde çok fazla geçmiş var, ölmüş şeyler için bir hurdalık. Şimdiki anın girebileceği bir boşluk yok. Bu hurdalık devamlı gelecek hakkında rüyalar görüyor, yani bu yerin yarısı artık olmayan şeylerle dolu, diğer yarısı da henüz gerçekleşmemiş şeylerle dolu. Ya şimdiki an? O dışarıda beklemekte. Bu nedenle şimdiki an bir geçitten ibaret, geçmişten geleceğe bir geçit, sadece anlık bir geçit. Geçmişle işini bitir; geçmişle işini bitirmediğin sürece bir hayaletin hayatını yaşıyorsun. Hayatın sahici değil, var olmuyor. Geçmiş senin aracılığınla yaşıyor, sürekli ölüler sana musallat olmaya devam ediyor. Geriye git; ne zaman fırsatın olursa, ne zaman içinde bir şey olursa. Mutluluk, mutsuzluk, üzüntü, kıskançlık; gözlerini kapa ve geriye git. Kısa süre sonra geriye doğru seyahat etmede ehil hale geleceksin. Kısa süre sonra geçmişte geriye gidebileceksin ve pek çok yara açılacak. İçinde bu yaralar açılınca bir şeyler yapmaya başlama. Yapmaya gerek yok. Sadece bak, izle, gözle. Yara orada; izleme enerjini yaraya ver, ona bak. Ona hiçbir yargı olmaksızın bak çünkü eğer yargılarsan; eğer, “Bu kötü, bu böyle olmamalı,” dersen yara yeniden kendisini kapatır. O zaman gizlenmek zorunda kalacak. Ayıpladığın zaman zihin bir takım şeyleri gizlemeye çalışır. Bilinç ve bilinçaltı bu şekilde yaratılır. Yoksa zihin tektir; bölünmek için neden yoktur. Ama sen ayıplarsın; o zaman zihin de bölmek ve bazı şeyleri karanlığa, bodruma koymak zorunda kalır bu sayede onarlı göremezsin ve ayıplanmayı gerektirecek bir şey olmaz. Ayıplama, takdir etme. Yalnızca bir tanık ol, bağımsız bir gözlemci. Reddetme. “Bu iyi değil,” deme çünkü bu bir reddediş ve bastırmaya başladın. Geride dur. Sadece bak ve izle. Şefkatle bak ve iyileşme gerçekleşecek. Bana neden oluyor diye sorma çünkü o doğal bir olay; bu tıpkı yüz santigrat derecede suyun kaynaması gibidir. Hiçbir zaman, “Neden doksan dokuz derecede değil?” diye sormazsın. Bunu kimse yanıtlayamaz. Sadece yüz derecede kaynaması gerçekleşir. Bir soru yoktur ve soru sormak yersizdir. Doksan dokuz derecede kaynasaydı nedenini sorabilirdin. Doksan sekiz derecede kaynasaydı nedenini sorabilirdin. Yüz derecede suyun kaynaması sadece doğaldır. Aynı şey içsel doğa için de geçerlidir. Tarafsız, şefkatli bir bilinç bir yaraya geldiğinde, yara yok olur, buharlaşır. Bunun bir nedeni yok. Bu yalnızca doğaldır, bu böyledir, bu böyle olur. Bunu söylerken deneyimimden söylüyorum. Dene ve bu deneyim senin için de mümkün. Yöntem budur.



alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Sevgi Ender Açan Bir Çiçektir (OSHO)

Sevgi çok nadirdir. Bir insanın gönlüne ulaşmak büyük bir devrim yaşamaktır; çünkü eğer bir insanın gönlüne ulaşmak istiyorsan, o kişiye de senin gönlüne ulaşma olanağını sunman gerekir. O zaman savunmasız olursun, tamamen açılır ve korunmasız kalırsın.

Bu risklidir. Bir başkasının gönlüne ulaşmasına izin vermen riskli ve tehlikelidir çünkü o kişinin sana ne yapacağını bilemezsin. Bütün sırlarını öğrendikten, bütün gizlediklerin açığa çıktıktan, kendini tamamen açığa çıkarttıktan sonra diğer insanın ne yapacağını asla bilemezsin. Korku oradadır. Zaten o yüzden kendimizi hiç açmayız.

Sadece tanışıklık olan bir şeyi sevginin gerçekleşmesi gibi yorumlarız. Çeperler buluşur ve biz tanıştığımızı zannederiz. Sen çeperin değilsin. Aslında çeper senin bittiğin sınırdır, sadece etrafında oluşmuş olan çittir. O sen değilsin! Çeper senin bittiğin ve dünyanın başladığı noktadır.
Yıllarca birlikte yaşamış olan karı kocalar bile sadece tanışıklık yaşamış olabilir. Belki birbirlerini gerçekten tanımamışlardır. Biriyle ne kadar uzun süre birlikte yaşarsan, onun gönlüyle hiç tanışmamış olduğunu o kadar çok unutursun.

O yüzden anlaşılması gereken ilk şey, tanışıklığı sevgi olarak görmemektir. Sevişiyor olabilirsin, cinsel yakınlığın olabilir ama seks de çepere aittir. Gönüller buluşmadığı sürece seks sadece iki bedenin bir araya gelmesinden ibaret olur. Ve iki bedenin bir araya gelmesi sizin buluşmanız demek değildir. Seks de tanışıklık olarak kalır; fiziksel, bedensel ama hâlâ sadece bir tanışıklık. Birinin senin gönlüne girmesine ancak korkmadığın zaman, korku yaşamadığın zaman izin verirsin.

İki tür yaşam vardır: korku yönelimli ve sevgi yönelimli. Korku yönelimli yaşam seni asla derin bir ilişkiye götürmez. Korkmaya devam eder ve diğerine asla izin veremezsin. Onun, senin özüne ulaşmasına asla izin veremezsin. Ona bir ölçüye kadar izin verirsin ve sonra duvar oluşur ve her şey durur.

Sevgi yönelimli insan gelecekten korkmayan insandır. Sonuçlardan ve olası bedellerden korkmaz, şimdi ve burada yaşar. Sonuçları kafana takma; bu, korku yönelimli zihinlere ait bir şeydir. Sonunda neler olacağını düşünme. Burada ol ve tüm benliğinle davran. Hesapçı olma. Korku yönelimli insan sürekli hesap yapar, planlar, düzenler ve koruma duvarları oluşturur. Bu şekilde tüm hayatını heba eder.aşlı bir Zen rahibi hakkında bir hikaye duydum:

Ölüm döşeğindeymiş. Son günü gelmiş ve o akşam artık öleceğini ilan etmiş. O yüzden müritleri, havarileri ve arkadaşları gelmeye başlamış. Onu seven çok insan varmış ve hepsi gelmek istiyormuş. Çok uzaklarda olanlar bile gelmiş.

En eski müritlerinden biri ustasının ölmek üzere olduğunu duyunca hemen pazara koşmuş. Biri sormuş: “Usta kulübesinde ölüyor, sen neden pazara gidiyorsun?” Eski mürit yanıtlamış: “Ustamın özel bir çeşit pastayı çok sevdiğini biliyorum. Gidip ona o pastadan alacağım.”

Pastayı bulmak hiç kolay olmamış ama akşam üstü bir şekilde bulmuş ve elinde pastayla kulübeye koşmuş.

Kulübede herkes endişeliymiş. Sanki Usta birini bekliyor gibiymiş.

Gözlerini açıp etrafı taradıktan sonra tekrar kapatıyormuş. Mürit, kulübeye gelince hemen sormuş: “Tamam, sonunda geldin. Pasta nerede?” Mürit pastayı çıkartmış. Usta pastayı sorduğu için de çok mutlu olmuş.

Ölmek üzere olan Usta pastayı eline almış… ancak eli titremiyormuş. Çok yaşlı olmasına rağmen elleri titremiyormuş. O yüzden biri sormuş: “Bu kadar yaşlısın ve ölmek üzeresin. Yakında son nefesini vereceksin ama ellerin bile titremiyor.”

Usta yanıtlamış: “Ben asla titremem çünkü korkum yok. Bedenim yaşlanmış olabilir ama ben hâlâ gencim ve bedenim geride kaldıktan sonra bile genç olarak kalacağım.”

Sonra pastadan bir lokma alıp çiğnemeye başlamış. O sırada biri sormuş: “Son sözün ne olacak, Usta? Yakında aramızdan ayrılacaksın. Neyi hatırlamamızı istersin?”

Usta gülümsemiş: “Ah, bu pasta çok lezzetli.”

Şu anda, burada yaşayan adam budur: Bu pasta çok lezzetli. Ölüm bile önemsiz. Bir sonraki an anlamsız. Bu anda, bu pasta çok lezzetli. Eğer bu anın içinde olabiliyorsan, şimdiyi bu an içinde her şeyiyle yaşayabiliyorsan ancak o zaman sevebilirsin.

Sevgi nadiren açan bir çiçektir. Sadece arada bir gerçekleşir. Milyonlarca insan sevgili oldukları yanlış inancına kapılmıştır. Onlar sevdiklerine inanıyor ancak bu yalnızca onların inancı.

Sevgi nadiren açan bir çiçektir. Arada bir olur. Nadirdir çünkü ancak korkunun olmadığında gerçekleşebilir, daha önce değil. Yani sevgi ancak derin ruhsallığa sahip, dindar birinin başına gelebilir. Seks herkes için mümkündür. Tanışıklık herkes için mümkündür. Sevgi değil.

Korkmadığın zaman saklayacak bir şeyin yoktur; ancak o zaman bütün sınırları kaldırıp açık bir insan olabilirsin. Ancak o zaman bir başka insanı kendi gönlünün derinliklerine ulaşması için davet edebilirsin.
Ve unutma; eğer birinin gönlünün derinliklerine girmesine izin verirsen, o biri de senin kendi gönlünün derinliklerine girmene izin verecektir. Güven yaratılmıştır. Sen korkmadığın zaman diğeri de korkusuz olur.

Senin sevginde her zaman korku vardır. Koca karısından korkar, kadın kocasından korkar. Sevgililer sürekli korkar. O zaman yaşanan sevgi olmaz. Yaşananlar sadece birbirine dayanan iki korku dolu insanın arasında yapılmış olan bir düzenlemedir. Kavga, sömürü, manipülasyon, kontrol, hükmetmek, sahiplenmek vardır ama bu sevgi değildir.

Eğer sevginin oluşmasına izin verirsen duaya ihtiyaç kalmaz, meditasyona ihtiyaç kalmaz; her hangi bir kilise ya da tapınağa ihtiyaç kalmaz. Eğer sevebiliyorsan, Tanrı’yı tamamen unutabilirsin. Çünkü sevgi sayesinde her şeyi yaşamış olacaksın: meditasyonu, duayı, Tanrı’yı. İsa, “Sevgi Tanrı’dır”derken bunu kastediyor.

Ancak sevgi zordur. Korkunun geride bırakılması gerekir. İşin garip tarafı da bu; kaybedecek hiçbir şeyin olmamasına rağmen bu kadar korkuyor olman.

Kabir isimli mistik bir yerde şöyle söylemiştir: “İnsanlara bakıyorum. Çok korkuyorlar, nedenini anlamıyorum çünkü kaybedecek hiçbir şeyleri yok. Onlarınki, tıpkı çıplak olmasına rağmen elbiselerini nerede kurutacağını bilemediği için nehirde yıkanmaktan korkan birisinin durumuna benziyor.” Senin de durumun bu; çıplaksın, hiç elbisen yok ama sürekli elbiseler için endişeleniyorsun.

Kaybedecek neyin var? Hiçbir şey. Ölüm bu bedenini elinden alacak; ölüm onu almadan önce, onu sevgiye ver. Her şeyin elinden alınacak; alınmadan önce neden onları paylaşmıyorsun? Ona sahip olmanın tek yolu bu. Eğer paylaşıp verebiliyorsan, efendi sensin. Zaten elinden alınacak; hiçbir şeyi sonsuza dek elinde tutamazsın. Ölüm her şeyi yok edecektir.

Eğer beni doğru anladıysan mücadelenin ölümle sevgi arasında olduğunu anlarsın. Eğer verebiliyorsan bir ölüm olmayacak. Senden bir şey alınmadan önce sen onu çoktan vermiş, onu hediye etmiş olacaksın. O zaman ölüm olamaz.

Seven birisi için ölüm söz konusu değildir. Sevmeyen biri için her an ölüm demektir çünkü sürekli ondan bir şeyler kopartılmaktadır. Bedeni kayboluyor, her anı kaybediyor. Ve sonra bir de ölüm gelecek ve her şey yok olacak.

Neden korkuyorsun? Neden bu kadar korkuyorsun? Hakkındaki her şey biliniyor olsa bile, açık bir kitap olsan bile neden korkuyorsun? Sana nasıl zarar verebilirler? Bunlar sahte kavramlardır, toplumun neden olduğu şartlandırmalardır. Toplum her şeyi gizlemen gerektiğini, kendini korumak zorunda olduğunu, sürekli mücadele içinde olman gerektiğini, herkesin düşmanın olduğunu ve herkesin sana karşı olduğunu söyleyip durur.

Hiç kimse sana karşı değil! Birinin sana karşı olduğunu hissetsen bile, o bile, sana karşı değildir. Çünkü herkes kendisiyle ilgilenmektedir, seninle değil. Korkacak bir şey yok. Gerçek bir ilişkinin oluşması için önce bunun hayata geçirilmesi gerekiyor. Korkacak hiçbir şey yok.

Bu konu üzerinde iyice bir düşün. Sonra başkalarının sana nüfuz etmesine izin ver, onları içeri davet et. Hiçbir yerde bir engel yaratma. Bir koridor ol; her zaman açık, kilitsiz ve kapısız ol. Üzerinde kapalı bir kapı olmasın. O zaman sevgi mümkün olabilir.

İki gönül buluştuğunda sevgi oradadır. Ve sevgi simyasal bir olgudur; tıpkı hidrojen ve oksijen bir araya geldiğinde su gibi yeni bir şeyin yaratılması gibi. Hidrojenin olabilir, oksijenin olabilir ama eğer susamışsan bunlar hiçbir işine yaramayacak. İstediğin kadar oksijene, istediğin kadar hidrojene sahip olabilirsin ama susuzluğunu gideremezsin.

İki gönül bir araya geldiği zaman yeni bir şey yaratılır. Bu yeni şey sevgidir. Ve tıpkı su gibi, birçok hayatın susuzluğunu giderir. Birden doyarsın. Bu, sevginin görünür işaretidir; sanki her istediğini elde etmiş gibi tatmin olursun. Artık ulaşılacak bir hedef kalmamıştır; amacına ulaşmışsındır. Başka bir hedef yok, yazgını gerçekleştirdin. Tohum bir çiçeğe dönüştü, mutlak olgunluğuna erişti.

Sevginin görünür işareti derin bir tatmin hissidir. Bir insan sevdiği zaman derin bir tatmin yaşar. Sevgi gözle görünmez ancak kişinin çevresindeki o huzur, derin tatmin duygusu görünebilir... her nefesinde, her hareketinde tüm varlığı mutluluğa ulaşmıştır.

Sevginin seni arzusuz yaptığını söylersem şaşırabilirsin ama arzu tatminsizlikten ortaya çıkar. Sahip olmadığın için arzularsın. Arzu edersin çünkü eğer o şeye sahip olursan seni tatmin edeceğini düşünürsün. Arzu, tatminsizlikten ortaya çıkar.

Sevgi olduğu zaman; iki gönül buluşup, kaynaşıp, bütünleştiği zaman yeni bir simyasal nitelik doğar ve tatmin oluşur. Sanki tüm varoluş durmuş gibidir, hareketsiz. O zaman yaşanan an, varolan tek an olur. İşte o zaman “Bu pasta çok lezzetli” dersin. Sevgiyi yaşayan bir insan için ölüm bile herhangi bir şey ifade etmez


alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Sevgi Ender Açan Bir Çiçektir (OSHO)

Sevgi çok nadirdir. Bir insanın gönlüne ulaşmak büyük bir devrim yaşamaktır; çünkü eğer bir insanın gönlüne ulaşmak istiyorsan, o kişiye de senin gönlüne ulaşma olanağını sunman gerekir. O zaman savunmasız olursun, tamamen açılır ve korunmasız kalırsın.

Bu risklidir. Bir başkasının gönlüne ulaşmasına izin vermen riskli ve tehlikelidir çünkü o kişinin sana ne yapacağını bilemezsin. Bütün sırlarını öğrendikten, bütün gizlediklerin açığa çıktıktan, kendini tamamen açığa çıkarttıktan sonra diğer insanın ne yapacağını asla bilemezsin. Korku oradadır. Zaten o yüzden kendimizi hiç açmayız.

Sadece tanışıklık olan bir şeyi sevginin gerçekleşmesi gibi yorumlarız. Çeperler buluşur ve biz tanıştığımızı zannederiz. Sen çeperin değilsin. Aslında çeper senin bittiğin sınırdır, sadece etrafında oluşmuş olan çittir. O sen değilsin! Çeper senin bittiğin ve dünyanın başladığı noktadır.
Yıllarca birlikte yaşamış olan karı kocalar bile sadece tanışıklık yaşamış olabilir. Belki birbirlerini gerçekten tanımamışlardır. Biriyle ne kadar uzun süre birlikte yaşarsan, onun gönlüyle hiç tanışmamış olduğunu o kadar çok unutursun.

O yüzden anlaşılması gereken ilk şey, tanışıklığı sevgi olarak görmemektir. Sevişiyor olabilirsin, cinsel yakınlığın olabilir ama seks de çepere aittir. Gönüller buluşmadığı sürece seks sadece iki bedenin bir araya gelmesinden ibaret olur. Ve iki bedenin bir araya gelmesi sizin buluşmanız demek değildir. Seks de tanışıklık olarak kalır; fiziksel, bedensel ama hâlâ sadece bir tanışıklık. Birinin senin gönlüne girmesine ancak korkmadığın zaman, korku yaşamadığın zaman izin verirsin.

İki tür yaşam vardır: korku yönelimli ve sevgi yönelimli. Korku yönelimli yaşam seni asla derin bir ilişkiye götürmez. Korkmaya devam eder ve diğerine asla izin veremezsin. Onun, senin özüne ulaşmasına asla izin veremezsin. Ona bir ölçüye kadar izin verirsin ve sonra duvar oluşur ve her şey durur.

Sevgi yönelimli insan gelecekten korkmayan insandır. Sonuçlardan ve olası bedellerden korkmaz, şimdi ve burada yaşar. Sonuçları kafana takma; bu, korku yönelimli zihinlere ait bir şeydir. Sonunda neler olacağını düşünme. Burada ol ve tüm benliğinle davran. Hesapçı olma. Korku yönelimli insan sürekli hesap yapar, planlar, düzenler ve koruma duvarları oluşturur. Bu şekilde tüm hayatını heba eder.aşlı bir Zen rahibi hakkında bir hikaye duydum:

Ölüm döşeğindeymiş. Son günü gelmiş ve o akşam artık öleceğini ilan etmiş. O yüzden müritleri, havarileri ve arkadaşları gelmeye başlamış. Onu seven çok insan varmış ve hepsi gelmek istiyormuş. Çok uzaklarda olanlar bile gelmiş.

En eski müritlerinden biri ustasının ölmek üzere olduğunu duyunca hemen pazara koşmuş. Biri sormuş: “Usta kulübesinde ölüyor, sen neden pazara gidiyorsun?” Eski mürit yanıtlamış: “Ustamın özel bir çeşit pastayı çok sevdiğini biliyorum. Gidip ona o pastadan alacağım.”

Pastayı bulmak hiç kolay olmamış ama akşam üstü bir şekilde bulmuş ve elinde pastayla kulübeye koşmuş.

Kulübede herkes endişeliymiş. Sanki Usta birini bekliyor gibiymiş.

Gözlerini açıp etrafı taradıktan sonra tekrar kapatıyormuş. Mürit, kulübeye gelince hemen sormuş: “Tamam, sonunda geldin. Pasta nerede?” Mürit pastayı çıkartmış. Usta pastayı sorduğu için de çok mutlu olmuş.

Ölmek üzere olan Usta pastayı eline almış… ancak eli titremiyormuş. Çok yaşlı olmasına rağmen elleri titremiyormuş. O yüzden biri sormuş: “Bu kadar yaşlısın ve ölmek üzeresin. Yakında son nefesini vereceksin ama ellerin bile titremiyor.”

Usta yanıtlamış: “Ben asla titremem çünkü korkum yok. Bedenim yaşlanmış olabilir ama ben hâlâ gencim ve bedenim geride kaldıktan sonra bile genç olarak kalacağım.”

Sonra pastadan bir lokma alıp çiğnemeye başlamış. O sırada biri sormuş: “Son sözün ne olacak, Usta? Yakında aramızdan ayrılacaksın. Neyi hatırlamamızı istersin?”

Usta gülümsemiş: “Ah, bu pasta çok lezzetli.”

Şu anda, burada yaşayan adam budur: Bu pasta çok lezzetli. Ölüm bile önemsiz. Bir sonraki an anlamsız. Bu anda, bu pasta çok lezzetli. Eğer bu anın içinde olabiliyorsan, şimdiyi bu an içinde her şeyiyle yaşayabiliyorsan ancak o zaman sevebilirsin.

Sevgi nadiren açan bir çiçektir. Sadece arada bir gerçekleşir. Milyonlarca insan sevgili oldukları yanlış inancına kapılmıştır. Onlar sevdiklerine inanıyor ancak bu yalnızca onların inancı.

Sevgi nadiren açan bir çiçektir. Arada bir olur. Nadirdir çünkü ancak korkunun olmadığında gerçekleşebilir, daha önce değil. Yani sevgi ancak derin ruhsallığa sahip, dindar birinin başına gelebilir. Seks herkes için mümkündür. Tanışıklık herkes için mümkündür. Sevgi değil.

Korkmadığın zaman saklayacak bir şeyin yoktur; ancak o zaman bütün sınırları kaldırıp açık bir insan olabilirsin. Ancak o zaman bir başka insanı kendi gönlünün derinliklerine ulaşması için davet edebilirsin.
Ve unutma; eğer birinin gönlünün derinliklerine girmesine izin verirsen, o biri de senin kendi gönlünün derinliklerine girmene izin verecektir. Güven yaratılmıştır. Sen korkmadığın zaman diğeri de korkusuz olur.

Senin sevginde her zaman korku vardır. Koca karısından korkar, kadın kocasından korkar. Sevgililer sürekli korkar. O zaman yaşanan sevgi olmaz. Yaşananlar sadece birbirine dayanan iki korku dolu insanın arasında yapılmış olan bir düzenlemedir. Kavga, sömürü, manipülasyon, kontrol, hükmetmek, sahiplenmek vardır ama bu sevgi değildir.

Eğer sevginin oluşmasına izin verirsen duaya ihtiyaç kalmaz, meditasyona ihtiyaç kalmaz; her hangi bir kilise ya da tapınağa ihtiyaç kalmaz. Eğer sevebiliyorsan, Tanrı’yı tamamen unutabilirsin. Çünkü sevgi sayesinde her şeyi yaşamış olacaksın: meditasyonu, duayı, Tanrı’yı. İsa, “Sevgi Tanrı’dır”derken bunu kastediyor.

Ancak sevgi zordur. Korkunun geride bırakılması gerekir. İşin garip tarafı da bu; kaybedecek hiçbir şeyin olmamasına rağmen bu kadar korkuyor olman.

Kabir isimli mistik bir yerde şöyle söylemiştir: “İnsanlara bakıyorum. Çok korkuyorlar, nedenini anlamıyorum çünkü kaybedecek hiçbir şeyleri yok. Onlarınki, tıpkı çıplak olmasına rağmen elbiselerini nerede kurutacağını bilemediği için nehirde yıkanmaktan korkan birisinin durumuna benziyor.” Senin de durumun bu; çıplaksın, hiç elbisen yok ama sürekli elbiseler için endişeleniyorsun.

Kaybedecek neyin var? Hiçbir şey. Ölüm bu bedenini elinden alacak; ölüm onu almadan önce, onu sevgiye ver. Her şeyin elinden alınacak; alınmadan önce neden onları paylaşmıyorsun? Ona sahip olmanın tek yolu bu. Eğer paylaşıp verebiliyorsan, efendi sensin. Zaten elinden alınacak; hiçbir şeyi sonsuza dek elinde tutamazsın. Ölüm her şeyi yok edecektir.

Eğer beni doğru anladıysan mücadelenin ölümle sevgi arasında olduğunu anlarsın. Eğer verebiliyorsan bir ölüm olmayacak. Senden bir şey alınmadan önce sen onu çoktan vermiş, onu hediye etmiş olacaksın. O zaman ölüm olamaz.

Seven birisi için ölüm söz konusu değildir. Sevmeyen biri için her an ölüm demektir çünkü sürekli ondan bir şeyler kopartılmaktadır. Bedeni kayboluyor, her anı kaybediyor. Ve sonra bir de ölüm gelecek ve her şey yok olacak.

Neden korkuyorsun? Neden bu kadar korkuyorsun? Hakkındaki her şey biliniyor olsa bile, açık bir kitap olsan bile neden korkuyorsun? Sana nasıl zarar verebilirler? Bunlar sahte kavramlardır, toplumun neden olduğu şartlandırmalardır. Toplum her şeyi gizlemen gerektiğini, kendini korumak zorunda olduğunu, sürekli mücadele içinde olman gerektiğini, herkesin düşmanın olduğunu ve herkesin sana karşı olduğunu söyleyip durur.

Hiç kimse sana karşı değil! Birinin sana karşı olduğunu hissetsen bile, o bile, sana karşı değildir. Çünkü herkes kendisiyle ilgilenmektedir, seninle değil. Korkacak bir şey yok. Gerçek bir ilişkinin oluşması için önce bunun hayata geçirilmesi gerekiyor. Korkacak hiçbir şey yok.

Bu konu üzerinde iyice bir düşün. Sonra başkalarının sana nüfuz etmesine izin ver, onları içeri davet et. Hiçbir yerde bir engel yaratma. Bir koridor ol; her zaman açık, kilitsiz ve kapısız ol. Üzerinde kapalı bir kapı olmasın. O zaman sevgi mümkün olabilir.

İki gönül buluştuğunda sevgi oradadır. Ve sevgi simyasal bir olgudur; tıpkı hidrojen ve oksijen bir araya geldiğinde su gibi yeni bir şeyin yaratılması gibi. Hidrojenin olabilir, oksijenin olabilir ama eğer susamışsan bunlar hiçbir işine yaramayacak. İstediğin kadar oksijene, istediğin kadar hidrojene sahip olabilirsin ama susuzluğunu gideremezsin.

İki gönül bir araya geldiği zaman yeni bir şey yaratılır. Bu yeni şey sevgidir. Ve tıpkı su gibi, birçok hayatın susuzluğunu giderir. Birden doyarsın. Bu, sevginin görünür işaretidir; sanki her istediğini elde etmiş gibi tatmin olursun. Artık ulaşılacak bir hedef kalmamıştır; amacına ulaşmışsındır. Başka bir hedef yok, yazgını gerçekleştirdin. Tohum bir çiçeğe dönüştü, mutlak olgunluğuna erişti.

Sevginin görünür işareti derin bir tatmin hissidir. Bir insan sevdiği zaman derin bir tatmin yaşar. Sevgi gözle görünmez ancak kişinin çevresindeki o huzur, derin tatmin duygusu görünebilir... her nefesinde, her hareketinde tüm varlığı mutluluğa ulaşmıştır.

Sevginin seni arzusuz yaptığını söylersem şaşırabilirsin ama arzu tatminsizlikten ortaya çıkar. Sahip olmadığın için arzularsın. Arzu edersin çünkü eğer o şeye sahip olursan seni tatmin edeceğini düşünürsün. Arzu, tatminsizlikten ortaya çıkar.

Sevgi olduğu zaman; iki gönül buluşup, kaynaşıp, bütünleştiği zaman yeni bir simyasal nitelik doğar ve tatmin oluşur. Sanki tüm varoluş durmuş gibidir, hareketsiz. O zaman yaşanan an, varolan tek an olur. İşte o zaman “Bu pasta çok lezzetli” dersin. Sevgiyi yaşayan bir insan için ölüm bile herhangi bir şey ifade etmez


alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Ruh Celseleri ve Ruh Çağırma

Ruh önceden söylediğimiz gibi bir muamma olduğu gibi öte dünya ve orada olanlar da bir muammadır. Kuran bize bu konuda bilgi vermekte ama konuyu tam manasıyla açıklamamaktadır. Yapılan parapsikolojik ve spiritüalist araştırmalardan çıkan genel kanı ölen insanın biraz daha dünyada kaldığıdır. Bu süre ruhun gelişmişlik seviyesine göre değişir. Gelişmiş bir ruh ölümün farkına varacak ışığı görecek ve ahirete (spatyoma) doğru yol alacaktır. Ama düşük seviyeli bir ruh ise öldüğünün farkına varamayacaktır. Bunlar genellikle doğru yoldan sapmış ruhlardır. Çünkü öldüklerini kabul etmezler. Bunlar dışında normal bir insanda öldüğünde karmaşa yaşayabilir .Yapılan celselerde birçok kişinin yeni hayatını yadırgadığı, gerçekten öldüğünü anlayamadığı bilgileri alınmıştır. Çünkü kendisi başkalarını duyuyor, görüyor, adeta yaşıyordur ama diğerleri onu fark etmiyordur. İşte bu ortamda bazı ruhlar kendini kanıtlamak için ise sürekli rüyalara girmeye çalışır, bir şeyler ispat etmek için çabalar. O zamanda tekinsiz ev fenomeni veya poltergeist olayları denen olaylar vuku bulur. Bunlar o ruhun kendini kanıtlamak için kişilere musallat olması, eşyaları hareket ettirmeleri, görünmeye çalışması ve ses çıkarması gibi olaylardır. Bu karmaşaların sonunda ise rehber varlıkların yardımıyla öldüğünü anlarlar ve ahirete giderler. O zamana kadar çektiği acılar ise gerçekten kötü olur. Çünkü bir ruh için dünyada kalmak azap verici bir şeydir. Oradan oraya istemdışı sürüklenir ve tam olarak ne olduğunu idrak edemez. Kendisini kaybolmuş ve yalnız hisseder. Hiçbir şey net gelmez. Bu karmaşaları normal insanlar ilk başta yaşayıp sonra rehberler yardımıyla atlatırlar. Ama bazı kişilerin bunları atlatması daha zordur. Materyalist insanlar, hayatını boş geçirmiş insanlar, ateistler, katiller, suçlular veya ölüme inanmayanlar bu sınıf içerisinde olduğu gözlemlenmiştir.

Öncelikle ruh çağırmayı inceleyeceksek objektif bakıp, karşıt görüşleri de incelemeliyiz. Celseler sırasında gelen ruhların çoğunluğu dünyada kalmış olan yani seviye olarak düşük, öldüğünü fark etmeyen ruhlar olacaktır. Bu spiritüalizmin araştırmalar sırasında bulduğu kanılardır. Yukarıda anlatılanda spiritüalizmin savunduğu şeylerdir. Ve bunlara dair kanıtlar mevcut. Öbür yandan ise söylenen kanı bu sırada gelen şeylerin ruh değil cinler veya şeytanlar olduğudur. Bu kısımda da işler karışıyor. Cinlerin olma ihtimaline bakarsak cinler de bir bilinmeyen ve şekilleri olmayan varlıklardır. Haliyle kandırmaları o kadar zor olmayacaktır. Şeytani cinlerin insanları kötülüğe ittiği Kuran’da da geçmektedir. Peki celselerde gelenler geri seviyeli ruhlar mıdır cinler midir?

Gerçekten medyum sıfatına layık insanlar görüştükleri varlıkların sorunlarını çözmeye çalışmaktadır. İleri seviyeli medyumların çağırdığı varlıklarda insani özellikler vardır. Gelen varlık öldüğünün bazen farkındadır bazen değildir. Ortada kalmıştır. “Ölmedim ama bedensizim!” benzeri cümle kurarlar. Araştırıldığında gelen varlığın kendi yaşamı ile ölümü ile anlattığı her şey doğru çıkmaktadır. Sorunları, ölüm sonrası çektiği ızdıraplardır. Birini affedememe, kibrinden dolayı acı çekme vb. düşüncelerinden kurtulamamış, feraha ulaşamamıştır. Aslında ahiretin başlangıcı da bu durumdur. Kabir azabı diye geçen olay bu olduğuna dair bazı görüşler vardır. Celselerde bazen ruhun sorunu çözülür, bazıları da o kadar geridir ki olduğu yerde kalır. Ruhların buradaki amacı tekamül edip, gelişip, ahiretin diğer kısımlarına çıkmaktır. Ruh ve Madde dergisi 1962 yılında çıkan 31-32. sayılarda sürekli olarak çağırılan bir ruhun tekamülü gözlemlenmiştir. İlk çağırıldığı zamandan bir bölüm vermek istiyorum:

Celse sırasında Ahmet Kilimcioğlu adlı bir ruh gelir. (Celselerde belli kişiyi çağırmazlar, bir seans düzenlenir ve bir geri seviyeli ruh gelir. Bu gelişmiş medyumların amacı onların sorunlarını anlamak, gerekirse yardım etmektir.) Ahmet arkadaşı Selim ile bir dükkan açmıştır. Ama karaborsa vb. yüzünden araları açılmış, Ahmet Selim’e nefret duymaktadır.

R.K: operatör O.G: medyum A.K: ruh

R.K: Bu ölü Ahmet Bey ne kadar olmuş öleli?

O.G: (Bir sene falan) diyor

R.K: Peki şimdi bizim kendisine herhangi bir hizmetimiz dokunabilir mi?

O.G: (Selime küfretmenizi söyledim)diyor.

(Ahmet daha önceden ne istiyorsun diye sorulduğunda Selim’e küfürümü iletin, küfür edin demişti.)

R.K: Peki, bunu yapacağız. Başka?

A.K: Sahiden yapacak mısınız?

R.K: Sizin küfür ettiğinizi söyleyeceğiz. Fakat bundan sizin kazancınız ne olacak, bunu merak ediyoruz?

A.K: Hıncımı almış olacağım.

R.K: Aldınız hıncınızı size ne faydası dokunacak?

A.K: Rahatlayacağım

R.K: Hınç almakla rahatlanıyor mu?

A.K: Başka nasıl rahatlarım.

R.K: Af etmekle

A.K: Kimi?

R.K: Selimi

A.K: Yaptıklarından sonra mı?

R.K: Evet

O.G: Öyle bir şey düşünülemez bile. Ancak dövülürmüş. Dayan düşman imiş

Ruh burada hala insani duygularından arınamamış. Sürekli bu duygudan huzursuz. Bu ruh geri seviyeli olduğu için öldüğünün farkına varsa da bir kin uğruna acı çekiyor. 1 ay sonra tekrar geldiğinde ki dialogtan bir parça veriyorum:

A.K: Küfrettiniz mi Selim’e?

R.K: Yerini bulamadık, yani kötülük mü yapacaksınız.

A.K: Yooo, eğer söyledikleriniz doğru olsaydı şimdiye kadar çoktan karımı görmüş olmam icap ederdi. Bakın size Selim’e küfretmenizi söylemiştim. Ama bu aslında bir çocukluktu Küfredeceksiniz de ne olacak?

İleriki konuşmalarda hala Selim’i düşündüğü belli oluyor. Ama 1 ay boyunca seviyesinde gelişmişlik var. Eğer ki bu kadar geri seviyede değilse, kısa süre kalıp önce bu tür duygulardan arınıp ,diğer kısımlara çıkıyor.

Bunlar kontrollü yapılan ustaca celseler. Peki herhangi birinin yaptığı celselerin sonu ne olabilir? Onlar bu şekilde kontrol edemeyebilirler gelenler cin olabilir ya da bunun gibi geri seviyeli ruh olabilir. Bu durumda eşyalar hareketlenir, kişiler zarar görebilir. Beklenmedik korkunç olaylar gelişebilir. Bazen de bu varlıklardan kurtulunamayabilinir. Gelen cin ise (ki cin gelmez biz çağırmış oluruz. Bilinçli veya bilinçsiz) deneyimsiz kişiye bulaşır. Bu bizim konumuz dışında. Bu yüzden biz gelen geri seviyeli ruhsa ne olacağına bakalım. Ruhlar geldiği zaman genellikle havada bir soğuma olduğu tespit edilmiştir. Ve yine yaşanan olaylardan anlaşıldığı kadarıyla ışıklar veya elektronik aletlerde açılıp kapanmalar oluşabilir. Perdeler hareketlenebilir. Bazen ruh evde kalabilir ve kendisini göstermek için elinden geleni yapabilir. Bazen de gelen geri seviyeli ruh çağırana dadanıp, musallat olabilir ve iler ki aşamalarda obsesyon yani zihnen ele geçirmesi veya geri seviyeli ruh daha güçlüyse posesyon yani hem zihnen hem bedenen ele geçirme olayı gerçekleşebilir. Bu yüzden ruh celseleri birçok tehlikeleri de barındırmaktadır. Gelen varlık ruh değil de farklı bir geri seviyeli bedensiz varlıksa bu daha da facia bir durum haline gelebilir.

Bir diğer olasılık ise fincanın hareketlenmesini sağlayanın bilinçaltı etkisi olmasıdır. Bu da yapılan bazı araştırmalarda sık gözlemlenmiştir. Kişilerin bilinçaltları istem dışı fincana yön vermekte ve bilinçaltlarında ki bazı şeyleri ortaya çıkarmaktadır. Mesela buna örnek; Bir celsede medyum yarı transa girer ve ibranice konuşmaya başlar. Bunun varlığın etkisi gibi gözükmesine karşın yapılan araştırmada, medyumun dadısının bir Yahudi olduğu ortaya çıkar. Bilinçaltına yerleşen bu ibranice kelimeler yarı trans halinde su üstüne çıkmıştır. Bu şekilde bazı celselerde transa ya da yarı transa giren medyum istemdışı bilinçaltında kalan bilgileri dışa vurmaktadır.

Ruhların gelmelerine dair “Yaşanmış Esrarengiz Olaylar” adlı kitaptan bir alıntı yapalım:

Yer: İstanbul-Maltepe

Tarih: 1995

Olayı yaşayanlar: Selçuk Özer, Vildan Özer, Mehmet Özer

Arşiv No: 06/011

Selçuk Özer, eşi ve akrabalarının bir süredir gerçekleştirdikleri, fincanla ruh çağırma seanslarına kesinlikle inanmıyordu. Bu olayın doğruluğunu ispat etmek için, kendisinin de bulunduğu bir seans düzenlemelerini istedi. Onlar da kabul ettiler.

İşte olaylar böyle başladı…

Selçuk Özel’in de katılacağı seans için her şey hazırlandı.

-Selçuk Özel: Benim böyle bir inancım yoktu . Doğrusunu söylemek gerekirse,ben bu tür olaylarla dalga geçiyordum.

Seans başladı. Her zamanki gibi fincan hareket ediyordu. Selçuk bey bilinçaltı gücünün buna sebebiyet verdiğini düşünerek, fincanın hareketini fazla önemsemedi. Belki de içlerinden biri fincanı hareket ettiriyordur diye düşündü. Gelen varlığa bir takım sorular soruluyor ve varlıktan da bir takım cevaplar alınıyordu. Varlık daha sonra kendisiyle ilgili bazı bilgiler verdi. Nasıl öldüğünü, şu anda nerde gömülü olduğunu kısa kısa anlatmaya başladı.

Bu iletişim, Selçuk Beyi biraz heyecanlandırmıştı. Bunun üzerine cebindeki paranın ne kadar olduğunu varlıktan bilmesini istedi. Varlığın verdiği cevap karşısında Selçuk Bey neye uğradığını şaşırdı.

-Selçuk Özel: Cebimdeki parayı kuruşu kuruşuna bildi. Bu imkansızdı. Cebimdeki parayı eşim bile bilmiyordu. Daha sonra kendimle ilgili çok özel sorular sordum. Hepsini doğru olarak cevapladı. Şaşkına dönmüştüm. O gece seansı daha fazla uzatmak istemedik. Bir gece sonra devam etmek üzere seansı bitirdik.

Herkes evine gitmişti. Selçuk beyin aklı hala varlığın söylediklerine takılıp kalmıştı. Hem böyle bir şey olamaz diyor, hem de yaşadıklarını nasıl yorumlayacağını düşünüyordu. Çelişki içindeydi…

Ertesi gün, iş dönüşü kararlaştırılan celse için hazırlıklar tamamlandı ve herkes celse masasının etrafında yerini aldı.

Önce her şey normal başlamıştı.

-Selçuk Özel: Ertesi gece benzer sorularla seansa devam ediyorduk. Ancak birden bire camda bir ses duyduk. Ama pencerede kimse yoktu. Paniklemiştik ama seansa devam ettik. Sorular soruyor cevaplar alıyorduk. Birden bire televizyon kendiliğinden açıldı.Hepimiz olduğumuz yerde donup kaldık.Gidip televizyonun fişini çektik. Tedirginlik iyice artmıştı. O anda evin içinde birinin dolaştığını hissettik ama kimseyi göremiyorduk. Ses önce mutfaktan geldi. Daha sonra bütün evin odalarından anlamsız sesler gelmeye başladı. Bulunduğumuz odanın kapısı kendi kendine açıldı. Bütün bu anlattıklarım birkaç saniye içinde oluyordu.Hepimiz korkudan ne yapacağımızı bilemiyorduk.

-Vildan Özel: Biz daha önceden de ruh çağırma seansları düzenliyorduk. Ama böyle bir olayla ilk kez karşı karşıya gelmiştik. O anda ne yapacağımızı şaşırdık. Kelimenin tam anlamıyla elimiz ayağımıza karıştı.Masaların altına girerek saklanmaya çalıştık.

Birbiri arkasına gelişen bu korkunç olaylar, kısa bir süre sonra başladığı gibi yine kendiliğinden sona erdi. Böyle bir şeyle karşılaşacaklarını aklına bile getirmeyen Selçuk bey, bir daha asla böyle bir şeye girişmeyeceğini söylerken sözlerini şöyle noktaladı:

-Selçuk Özel: Artık böyle olayların varlığına inanıyorum. Açıklayamadığımız bir şeyler var.

İlginç Olaylar Birbirini İzledi

Bu olayı biz ilk kez Kanal D’de yayınlamıştık. Programdan hemen sonra, son derece ilginç bir telefon geldi. Telefondaki bayan bizi Edirne’den aradığını ve programda söz konusu olan ruhun kendi kocası olduğunu söylüyordu;

-Nefize İşanlar: Televizyonda gösterilen ruh çağırma seansına gelen ruh benim kocamdı. Sizin televizyonda gösterdiğini ruh çağırma seansındaki gelen ruhun benim eşim olduğunu bizi tanıyanlar bile hemen anladılar.

Galiba bu sefer de şaşırma sırası bize gelmişti. Çünkü bu son derecede ilginç, ilginç olduğu kadar da önemli bir gelişmeydi.

Celsede ruhun anlattıklarından bu kanıya ulaştığını bildiren Nefize hanımla daha sonra uzun uzun görüştük. Gerçekten de celsede anlatılanlarla, kocasının yaşamı sırasındaki özellikleri tamamen birbirine uyuyordu. Hatta ölüm şekli ve şu anda gömülü olduğu mezarlık bile.”
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Ruh Celseleri ve Ruh Çağırma

Ruh önceden söylediğimiz gibi bir muamma olduğu gibi öte dünya ve orada olanlar da bir muammadır. Kuran bize bu konuda bilgi vermekte ama konuyu tam manasıyla açıklamamaktadır. Yapılan parapsikolojik ve spiritüalist araştırmalardan çıkan genel kanı ölen insanın biraz daha dünyada kaldığıdır. Bu süre ruhun gelişmişlik seviyesine göre değişir. Gelişmiş bir ruh ölümün farkına varacak ışığı görecek ve ahirete (spatyoma) doğru yol alacaktır. Ama düşük seviyeli bir ruh ise öldüğünün farkına varamayacaktır. Bunlar genellikle doğru yoldan sapmış ruhlardır. Çünkü öldüklerini kabul etmezler. Bunlar dışında normal bir insanda öldüğünde karmaşa yaşayabilir .Yapılan celselerde birçok kişinin yeni hayatını yadırgadığı, gerçekten öldüğünü anlayamadığı bilgileri alınmıştır. Çünkü kendisi başkalarını duyuyor, görüyor, adeta yaşıyordur ama diğerleri onu fark etmiyordur. İşte bu ortamda bazı ruhlar kendini kanıtlamak için ise sürekli rüyalara girmeye çalışır, bir şeyler ispat etmek için çabalar. O zamanda tekinsiz ev fenomeni veya poltergeist olayları denen olaylar vuku bulur. Bunlar o ruhun kendini kanıtlamak için kişilere musallat olması, eşyaları hareket ettirmeleri, görünmeye çalışması ve ses çıkarması gibi olaylardır. Bu karmaşaların sonunda ise rehber varlıkların yardımıyla öldüğünü anlarlar ve ahirete giderler. O zamana kadar çektiği acılar ise gerçekten kötü olur. Çünkü bir ruh için dünyada kalmak azap verici bir şeydir. Oradan oraya istemdışı sürüklenir ve tam olarak ne olduğunu idrak edemez. Kendisini kaybolmuş ve yalnız hisseder. Hiçbir şey net gelmez. Bu karmaşaları normal insanlar ilk başta yaşayıp sonra rehberler yardımıyla atlatırlar. Ama bazı kişilerin bunları atlatması daha zordur. Materyalist insanlar, hayatını boş geçirmiş insanlar, ateistler, katiller, suçlular veya ölüme inanmayanlar bu sınıf içerisinde olduğu gözlemlenmiştir.

Öncelikle ruh çağırmayı inceleyeceksek objektif bakıp, karşıt görüşleri de incelemeliyiz. Celseler sırasında gelen ruhların çoğunluğu dünyada kalmış olan yani seviye olarak düşük, öldüğünü fark etmeyen ruhlar olacaktır. Bu spiritüalizmin araştırmalar sırasında bulduğu kanılardır. Yukarıda anlatılanda spiritüalizmin savunduğu şeylerdir. Ve bunlara dair kanıtlar mevcut. Öbür yandan ise söylenen kanı bu sırada gelen şeylerin ruh değil cinler veya şeytanlar olduğudur. Bu kısımda da işler karışıyor. Cinlerin olma ihtimaline bakarsak cinler de bir bilinmeyen ve şekilleri olmayan varlıklardır. Haliyle kandırmaları o kadar zor olmayacaktır. Şeytani cinlerin insanları kötülüğe ittiği Kuran’da da geçmektedir. Peki celselerde gelenler geri seviyeli ruhlar mıdır cinler midir?

Gerçekten medyum sıfatına layık insanlar görüştükleri varlıkların sorunlarını çözmeye çalışmaktadır. İleri seviyeli medyumların çağırdığı varlıklarda insani özellikler vardır. Gelen varlık öldüğünün bazen farkındadır bazen değildir. Ortada kalmıştır. “Ölmedim ama bedensizim!” benzeri cümle kurarlar. Araştırıldığında gelen varlığın kendi yaşamı ile ölümü ile anlattığı her şey doğru çıkmaktadır. Sorunları, ölüm sonrası çektiği ızdıraplardır. Birini affedememe, kibrinden dolayı acı çekme vb. düşüncelerinden kurtulamamış, feraha ulaşamamıştır. Aslında ahiretin başlangıcı da bu durumdur. Kabir azabı diye geçen olay bu olduğuna dair bazı görüşler vardır. Celselerde bazen ruhun sorunu çözülür, bazıları da o kadar geridir ki olduğu yerde kalır. Ruhların buradaki amacı tekamül edip, gelişip, ahiretin diğer kısımlarına çıkmaktır. Ruh ve Madde dergisi 1962 yılında çıkan 31-32. sayılarda sürekli olarak çağırılan bir ruhun tekamülü gözlemlenmiştir. İlk çağırıldığı zamandan bir bölüm vermek istiyorum:

Celse sırasında Ahmet Kilimcioğlu adlı bir ruh gelir. (Celselerde belli kişiyi çağırmazlar, bir seans düzenlenir ve bir geri seviyeli ruh gelir. Bu gelişmiş medyumların amacı onların sorunlarını anlamak, gerekirse yardım etmektir.) Ahmet arkadaşı Selim ile bir dükkan açmıştır. Ama karaborsa vb. yüzünden araları açılmış, Ahmet Selim’e nefret duymaktadır.

R.K: operatör O.G: medyum A.K: ruh

R.K: Bu ölü Ahmet Bey ne kadar olmuş öleli?

O.G: (Bir sene falan) diyor

R.K: Peki şimdi bizim kendisine herhangi bir hizmetimiz dokunabilir mi?

O.G: (Selime küfretmenizi söyledim)diyor.

(Ahmet daha önceden ne istiyorsun diye sorulduğunda Selim’e küfürümü iletin, küfür edin demişti.)

R.K: Peki, bunu yapacağız. Başka?

A.K: Sahiden yapacak mısınız?

R.K: Sizin küfür ettiğinizi söyleyeceğiz. Fakat bundan sizin kazancınız ne olacak, bunu merak ediyoruz?

A.K: Hıncımı almış olacağım.

R.K: Aldınız hıncınızı size ne faydası dokunacak?

A.K: Rahatlayacağım

R.K: Hınç almakla rahatlanıyor mu?

A.K: Başka nasıl rahatlarım.

R.K: Af etmekle

A.K: Kimi?

R.K: Selimi

A.K: Yaptıklarından sonra mı?

R.K: Evet

O.G: Öyle bir şey düşünülemez bile. Ancak dövülürmüş. Dayan düşman imiş

Ruh burada hala insani duygularından arınamamış. Sürekli bu duygudan huzursuz. Bu ruh geri seviyeli olduğu için öldüğünün farkına varsa da bir kin uğruna acı çekiyor. 1 ay sonra tekrar geldiğinde ki dialogtan bir parça veriyorum:

A.K: Küfrettiniz mi Selim’e?

R.K: Yerini bulamadık, yani kötülük mü yapacaksınız.

A.K: Yooo, eğer söyledikleriniz doğru olsaydı şimdiye kadar çoktan karımı görmüş olmam icap ederdi. Bakın size Selim’e küfretmenizi söylemiştim. Ama bu aslında bir çocukluktu Küfredeceksiniz de ne olacak?

İleriki konuşmalarda hala Selim’i düşündüğü belli oluyor. Ama 1 ay boyunca seviyesinde gelişmişlik var. Eğer ki bu kadar geri seviyede değilse, kısa süre kalıp önce bu tür duygulardan arınıp ,diğer kısımlara çıkıyor.

Bunlar kontrollü yapılan ustaca celseler. Peki herhangi birinin yaptığı celselerin sonu ne olabilir? Onlar bu şekilde kontrol edemeyebilirler gelenler cin olabilir ya da bunun gibi geri seviyeli ruh olabilir. Bu durumda eşyalar hareketlenir, kişiler zarar görebilir. Beklenmedik korkunç olaylar gelişebilir. Bazen de bu varlıklardan kurtulunamayabilinir. Gelen cin ise (ki cin gelmez biz çağırmış oluruz. Bilinçli veya bilinçsiz) deneyimsiz kişiye bulaşır. Bu bizim konumuz dışında. Bu yüzden biz gelen geri seviyeli ruhsa ne olacağına bakalım. Ruhlar geldiği zaman genellikle havada bir soğuma olduğu tespit edilmiştir. Ve yine yaşanan olaylardan anlaşıldığı kadarıyla ışıklar veya elektronik aletlerde açılıp kapanmalar oluşabilir. Perdeler hareketlenebilir. Bazen ruh evde kalabilir ve kendisini göstermek için elinden geleni yapabilir. Bazen de gelen geri seviyeli ruh çağırana dadanıp, musallat olabilir ve iler ki aşamalarda obsesyon yani zihnen ele geçirmesi veya geri seviyeli ruh daha güçlüyse posesyon yani hem zihnen hem bedenen ele geçirme olayı gerçekleşebilir. Bu yüzden ruh celseleri birçok tehlikeleri de barındırmaktadır. Gelen varlık ruh değil de farklı bir geri seviyeli bedensiz varlıksa bu daha da facia bir durum haline gelebilir.

Bir diğer olasılık ise fincanın hareketlenmesini sağlayanın bilinçaltı etkisi olmasıdır. Bu da yapılan bazı araştırmalarda sık gözlemlenmiştir. Kişilerin bilinçaltları istem dışı fincana yön vermekte ve bilinçaltlarında ki bazı şeyleri ortaya çıkarmaktadır. Mesela buna örnek; Bir celsede medyum yarı transa girer ve ibranice konuşmaya başlar. Bunun varlığın etkisi gibi gözükmesine karşın yapılan araştırmada, medyumun dadısının bir Yahudi olduğu ortaya çıkar. Bilinçaltına yerleşen bu ibranice kelimeler yarı trans halinde su üstüne çıkmıştır. Bu şekilde bazı celselerde transa ya da yarı transa giren medyum istemdışı bilinçaltında kalan bilgileri dışa vurmaktadır.

Ruhların gelmelerine dair “Yaşanmış Esrarengiz Olaylar” adlı kitaptan bir alıntı yapalım:

Yer: İstanbul-Maltepe

Tarih: 1995

Olayı yaşayanlar: Selçuk Özer, Vildan Özer, Mehmet Özer

Arşiv No: 06/011

Selçuk Özer, eşi ve akrabalarının bir süredir gerçekleştirdikleri, fincanla ruh çağırma seanslarına kesinlikle inanmıyordu. Bu olayın doğruluğunu ispat etmek için, kendisinin de bulunduğu bir seans düzenlemelerini istedi. Onlar da kabul ettiler.

İşte olaylar böyle başladı…

Selçuk Özel’in de katılacağı seans için her şey hazırlandı.

-Selçuk Özel: Benim böyle bir inancım yoktu . Doğrusunu söylemek gerekirse,ben bu tür olaylarla dalga geçiyordum.

Seans başladı. Her zamanki gibi fincan hareket ediyordu. Selçuk bey bilinçaltı gücünün buna sebebiyet verdiğini düşünerek, fincanın hareketini fazla önemsemedi. Belki de içlerinden biri fincanı hareket ettiriyordur diye düşündü. Gelen varlığa bir takım sorular soruluyor ve varlıktan da bir takım cevaplar alınıyordu. Varlık daha sonra kendisiyle ilgili bazı bilgiler verdi. Nasıl öldüğünü, şu anda nerde gömülü olduğunu kısa kısa anlatmaya başladı.

Bu iletişim, Selçuk Beyi biraz heyecanlandırmıştı. Bunun üzerine cebindeki paranın ne kadar olduğunu varlıktan bilmesini istedi. Varlığın verdiği cevap karşısında Selçuk Bey neye uğradığını şaşırdı.

-Selçuk Özel: Cebimdeki parayı kuruşu kuruşuna bildi. Bu imkansızdı. Cebimdeki parayı eşim bile bilmiyordu. Daha sonra kendimle ilgili çok özel sorular sordum. Hepsini doğru olarak cevapladı. Şaşkına dönmüştüm. O gece seansı daha fazla uzatmak istemedik. Bir gece sonra devam etmek üzere seansı bitirdik.

Herkes evine gitmişti. Selçuk beyin aklı hala varlığın söylediklerine takılıp kalmıştı. Hem böyle bir şey olamaz diyor, hem de yaşadıklarını nasıl yorumlayacağını düşünüyordu. Çelişki içindeydi…

Ertesi gün, iş dönüşü kararlaştırılan celse için hazırlıklar tamamlandı ve herkes celse masasının etrafında yerini aldı.

Önce her şey normal başlamıştı.

-Selçuk Özel: Ertesi gece benzer sorularla seansa devam ediyorduk. Ancak birden bire camda bir ses duyduk. Ama pencerede kimse yoktu. Paniklemiştik ama seansa devam ettik. Sorular soruyor cevaplar alıyorduk. Birden bire televizyon kendiliğinden açıldı.Hepimiz olduğumuz yerde donup kaldık.Gidip televizyonun fişini çektik. Tedirginlik iyice artmıştı. O anda evin içinde birinin dolaştığını hissettik ama kimseyi göremiyorduk. Ses önce mutfaktan geldi. Daha sonra bütün evin odalarından anlamsız sesler gelmeye başladı. Bulunduğumuz odanın kapısı kendi kendine açıldı. Bütün bu anlattıklarım birkaç saniye içinde oluyordu.Hepimiz korkudan ne yapacağımızı bilemiyorduk.

-Vildan Özel: Biz daha önceden de ruh çağırma seansları düzenliyorduk. Ama böyle bir olayla ilk kez karşı karşıya gelmiştik. O anda ne yapacağımızı şaşırdık. Kelimenin tam anlamıyla elimiz ayağımıza karıştı.Masaların altına girerek saklanmaya çalıştık.

Birbiri arkasına gelişen bu korkunç olaylar, kısa bir süre sonra başladığı gibi yine kendiliğinden sona erdi. Böyle bir şeyle karşılaşacaklarını aklına bile getirmeyen Selçuk bey, bir daha asla böyle bir şeye girişmeyeceğini söylerken sözlerini şöyle noktaladı:

-Selçuk Özel: Artık böyle olayların varlığına inanıyorum. Açıklayamadığımız bir şeyler var.

İlginç Olaylar Birbirini İzledi

Bu olayı biz ilk kez Kanal D’de yayınlamıştık. Programdan hemen sonra, son derece ilginç bir telefon geldi. Telefondaki bayan bizi Edirne’den aradığını ve programda söz konusu olan ruhun kendi kocası olduğunu söylüyordu;

-Nefize İşanlar: Televizyonda gösterilen ruh çağırma seansına gelen ruh benim kocamdı. Sizin televizyonda gösterdiğini ruh çağırma seansındaki gelen ruhun benim eşim olduğunu bizi tanıyanlar bile hemen anladılar.

Galiba bu sefer de şaşırma sırası bize gelmişti. Çünkü bu son derecede ilginç, ilginç olduğu kadar da önemli bir gelişmeydi.

Celsede ruhun anlattıklarından bu kanıya ulaştığını bildiren Nefize hanımla daha sonra uzun uzun görüştük. Gerçekten de celsede anlatılanlarla, kocasının yaşamı sırasındaki özellikleri tamamen birbirine uyuyordu. Hatta ölüm şekli ve şu anda gömülü olduğu mezarlık bile.”
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Obsesyon

Obsesyon, bilgisiz geri seviyeli bir ruhun insanı devamlı olarak tesiri altına alması, kendi düşüncelerini ona aşılaması ve kendi isteğine göre onu yönlendirmesidir. Obsede eden varlık karşıdakinin zayıf noktasından vurup onu yavaşça ele geçirir ve kendine bağlar. Ona bağlanan insan onun dediklerine uyar ve yanlış yola saparak berbat bir hayat geçirir ve kurtulamazsa sonu tımarhanede bile bitebilir! Şimdi ruh ve madde dergisi 1960 basımlı 9. sayısından olduğu gibi obsesyon vakasını veriyorum ve yorumu size bırakıyorum:

Bir Obsesyon Vakası

Ahmet Çalışkan

A.H.18 yaşında, lisenin son sınıfında talebe… Bundan bir sene kadar önce, Güney Anadolu’nun büyük bir şehrinde arkadaşlarıyla spiritizma tecrübeleri yapıyorlar. Önceleri bir seyirci olarak katılıyor bu tecrübelere. Bir gün o da medyum oluyor, bir ruhla irtibata geçiyor. Mükemmel. Tabii devam ediyorlar. Her defasında aynı şahıs geliyor ve bu varlığı iyice tanıyorlar. Birinci Cihan Harbi’nden sonra İstanbul’a gelmiş ve bir müddet sonra bir cephaneliğin infilakı neticesinde ölmüş bir İngiliz Subayının ruhu. Fakat, bir müddet sonra İngiliz Subayı, genci tecrübelerden sonra da bırakmıyor ve nihayet istediği anda sağ koluna hakim olabilecek hale geliyor. Artık “Yaz…” dediği anda A.H. hemen eline kalemi alıp onun söylediklerini not etmekten başka bir iş yapamaz hale geliyor. İşte bu durumdayken cemiyetimize gelen A.H. üzerinde Dr.Refet Kayserilioğlu’nun operatörlüğü altında iki tecrübe yapıldı. Önce varlığın dünyadaki durumu hakkında kafi malumat alındı. Varlık, dünyada yaptığı bir takım uygunsuz işlerden dolayı çok ıstırap çektiğini anlattı. Fakat bu durumdan kurtulmak için gayret sarfetmeyi reddediyor. Adeta bunu bir yenilgi olarak kabul ediyor. (R.K. operatörün, V. Gelen varlığın konuşmaları)

<….R.K.-Görüyorsunuz ki içimizde iyi veya kötü yolda olduğumuzu bize gösterecek bir vicdanımız var. V.-Lafı uzatmayın, hakikatlerden ayrılmayın! R.K.-O halde demin ki teklifime dönüyorum. Bir deneyiniz. Birlikte dua edelim. V.-Ne olacak?! R.K.-Sıkıntılardan kurtulmayı isteyiniz benimle beraber. V.-Bu sıkıntıyı denemiştim. (Dua etmeyi sıkıntı olarak kabul ediyor. A.Ç.) R.K.-Kabul ediyor musunuz? V.-Belki. R.K.-O halde deniyoruz şimdi. Lütfen benim sözlerimi tekrar ediniz. Ulu Tanrım, bu dostumuza lütfen yardım ediniz. V.-Olmaz, saçma bir şey!... Bu sıkıntıyı zaten bana o vermiş, nasıl alır? R.K.-Siz de beraber söyleyiniz. “ Ulu Tanrım, sıkıntılarımı azaltınız, karanlıklarıma nur saçınız, aydınlatınız.” deyiniz. V.-Emriniz baş üstüne. R.K.-Biz yalnızca rica ediyoruz. V.-Olur komutanım. R.K.-Dostum, görüyorsunuz, sizin iyiliğiniz için çalışıyoruz. Siz hafife alıyorsunuz. V.-İnsanlardan nefret ediyorum. R.K.-Zararı yok bizden de nefret ediniz. Biran için size ufak bir dostluk beslediğimizi kabul ediniz. V.-Hepiniz birer psikopatsınız, cemiyet bozuntuları!.. R.K.-Olabilir. Yalnız size herhangi kötü bir his beslemediğimizi biliyorsunuz değil mi?>

Dikkat edilirse varlığın hakaret dolu ifadelerine bile operatör sükunetle, kızmadan cevap veriyor. Çünkü obsesyon vak’aları tedavisinde gayemiz medyomu kurtarmak olduğu kadar, obsedör varlığı aydınlatmak ve içinde bulunduğu ıstıraplı durumdan kurtulma yollarını göstermektir. Bu sebepten onun bütün kötü laflarına göz yumup gayemize adım adım yaklaşmalıyız. Şimdi devam edelim:



Konuşma bu minval üzere devam ediyor. Nihayet operatör sözü esas meseleye getiriyor:

<… R.K.-Medyomla ancak kendisi istediği zaman irtibata geçiniz. V.-Olmaz. R.K.-Onun haricinde onunla irtibata geçmek için zorlamanız sizi de onu da müşkül durumda bırakır. V.-Biliyorum. Olmaz. R.K.-Görüyorsunuz ki başkasına zarar verecek hareketler size büyük ıstıraplar vermektedir. V.-Ha biraz az, ha biraz fazla!....>

Celse karşılıklı konuşmalarla uzuyor. Birkaç gün sonra ikinci bir celse daha yapılıyor.

bir mahzur var mı? R.K.-Burada esas olan şekil değil, niyettir. V.-Herkes inandığı şekilde yaşar. İnancımız bu dünyada insanları bir şekil haline getirir. Ben böyle inanmışım. R.K.-Ama sıkıldım diyorsunuz. V.-Evet veya hayır! Fakat hissediyorum bana yanlış anlatmışlar. R.K.-Neyi? V.-İsa’nın Allah olduğunu!... R.K.-Peki, ben size bir şey teklif etsem, biran için medyom ile irtibatı gevşetseniz biz başka bir varlık çağırsak V.-Ben size bir şeyler öğretecek durumdayım. R.K.-Öyleyse devam edelim. Yalnız bir şey soracağım, medyom bu irtibattan memnun mu acaba? V.-Alaycı, bu bakımdan huyumuz bir. R.K.-Siz Dünyada yaşarken bir fukaraya, bir düşküne yardım ettiniz mi hiç? V.-Evet, fakat size ne bunlardan?!.. Uzatıyorsunuz. Ricanın altında menfaat vardır. R.K.-Başkasını sevindirmekten içinize bir huzur gelmedi mi? V.-(Suali duymamazlığa gelerek.) Ne olacak, işte konuşuyoruz: fakat sıkıcı dostlar da olur. Şimdi medyom sıkılıyor. Bana göre hava hoş. Dünyayı görüyorum, fakat onun hayatını bozuyorum. İlk zamanlar farkında değildi. Böyle işlerden hoşlanıyor. Daha doğrusu çekiyor>

Varlığın bu sözleri çok enteresan. Obsesyonun vukuu için temel şart, şahıs ile varlık arasında ruhi sempatizasyonun mevcut olmasıdır. Yukarıdaki ifadeden medyumun bu irtibattan hoşlandığı, arzularının o yönde olduğu anlaşılıyor. Şahsın obsesyondan kurtulabilmesi için bu arzuyu kırması ve varlıktan gelecek bütün cazip teklifleri reddetmesi lazımdır. Bu, bir mücadele ve azim işidir. Spiritizma celseleriyle obsesyon tedavisinde şahsın bu mücadelesine yardım edilir. Aynı zamanda obsedör varlık da aydınlatılıp ikna edilir. Fakat esas rol yine şahsın kendisine düşmektedir. Celseye devam edelim:



Kısa bir tartışmadan sonra söz mukadderat mevzusuna geliyor. Varlık bütün ıstıraplarının mesulü olarak cemiyeti gösteriyor. Her zaman doğru bildiğini söylediğini ve bildiklerinin yarısının doğru olduğunu ve çektiklerinin bu yüzden başına geldiğini ifade ediyor. Konuşma bu tarzda uzuyor. Medyuma tekrar tecrübe yapabileceğimizi bildiriyoruz. Fakat, memleketine gitmesi gerektiğini söylüyor ve ayrılıyor.

Ruh konusu tabi ki bu bilgilerle sınırlı kalamayacak kadar geniş ve gizemli bir konu. Ne kadar araştırıp, bilgi alsak da mutlaka bu konuda söylenenler muammada kalacaktır. Bilgilerimiz ancak gözlemler, kitaplar, celseler ve sezgilerle sınırlı kalacaktır. Belki de bu konuda bilgi verilmemesi hepimizin hayrınadır. Sonuç olarak ruh hakkında hepimizin bildiği ve asıl bizi ilgilendiren kısmı; Ruhun “Tanrısal” olmasıdır. Ruhumuzun, Allah’ın bir parçası olması bu yüzden gerçek özümüzü oluşturmasıdır. Bu gerçeklik dışında belki de diğer gerçeklerin hepsi muammadır. Belki de bir gün bu soruların tüm cevabını –o cevabı almaya hazır olduğumuz vakitte- insanlık olarak alabiliriz.

Kaynak: İndigodergisi.com
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Tebliğler, Ra-Ka Kayıt Programı

TEBLİĞLER
RA-KA KAYIT PROGRAMI
05.03.2008 tarihli RA KA Tebliğinden kısa bir bölüm:

Kendinden gayrı aslı olmayanın, yoğunluğunda ışık, hakikidir. Aslı olmayan bir nesil vardır dünya üzerinde, bu nesil kendi yoğunluğunu alıp dünya planına inmiştir. İşte dağlarım, bu nesil bütün kodlarıyla birlikte bu çalışmayı başlattı. Ve biz, bugün burada olanlar, aslı kendi olanlarla birleşmek üzere geçiş yapıyoruz.
"Öz, Söz, Göz" denilir ya; harı, hakikiyeti olanın, yoğunluğunda ışığı da yanar ya! Allah için biz, Beşir Kaplar-ın hepsi olarak, Dünya Üstü Varlık Katları-ndan, Varlık Boyutları-ndan dünyaya inenleriz.
Evrim, Allah-ın dediği gibidir. "Var OL" denir. Geçiş olur. Allah için olur. Bizler, Dünya Devreleri-ni açıp; Dünya Sistemleri-nden, bütün kürsülere ışık saçarak dünyanıza indik. Değerliler, rükuya eğildikleri zaman; ruhun kantara konduğunu bilenler; o kantarda, kendi katlarının olmadığını görenler, bedeni kadim olanın yüceliğine bakıp, BSUİ-nin gücüyle birleşmeye indiler.
Etki olmazsa, yürekte ışık yanmaz. İşte bu nedenledir ki "evim Allah-ındır" diyenlerin gözü görmeli. Yolu bulmaları için ışık olmalıyız onlara. Aslımız, doğumlarla, değer kayıtladı dünyaya. Biz, aslı kendi olanlarız, yoğunluğu olanlarız ve asıl olarak dünyada bulunanlarız. Övüp yermeyiz kimseyi, onlar BSUİ-nin kayıtlarına ulaştıkları zaman, cevherdeki o güç ışır yarım.

Allah, kendi yüreğinizdedir. Ellerin, ayakların sesleştiği bir dirilikte; bizsiz olmadıkları, bizim yüreğimiz oldukları dinletilir. Asla yanlışım yoktur. Özün sözünü söyleyecek düzeydeysek eğer, yarını bildiğimizdendir. Ömür boyu çalışıp da yanlış bir dönemin ışığını, kendi ışığı diye dilleyeceklerin, Beden Kaynakları-nda ışık yakma imkanları olmayacaktır. Rehin olanlar da Dünya İlmi-ni anlayacak düzeye ulaşamadıklarından; Kutsal Devreler-in, Kutsal Tertipler-in gücünde yücelemeyeceklerdir.

"Evim Allah-ın" diyebilmek için; etki kodlarıyla kendi yoğunluğunu dilliyebilmek gerekir. En önemlisi de dondurulanları n, Kutsal Kaplar-ın ışımasını sağlayacak değerleri taşıyabilmeleri, muktedir olmalarıyla mümkünken; onlar, korunabilmek üzere dondurulmuşlardı . Ve onların, kendi yüreklerini alıp bu çalışmaya dahil edilebilmelerini sağlıyabilmemiz önemliydi. Kollar açıldığında, yürek ışır ve bilgi, Allah için kendi yüreğinizde dillenir. Ortak teknoloji, ortak kürzün ışığıdır. Önemli olan doğrusunu söylemek değil, doğrusunu dillemektir. Sözle dil farklı mıdır? Kendini kendinden ayrı dilleyen, kendinde sesleşenden ayrılır mı? Ayrılır yavrum! Ayrılır! Ayrılır... Eğer ben sesleşirim ama dil benim değilse; benim dilim değilse; o ses bende küçülür. Dava, Kuran-ı Kerim-i dilleme davası değil, Doğum anlarındaki ışığı, bugün burada, Kutsal Günün Gücü-nde bulma davasıdır.

Dağlarım, doğduğunuz öldüğünüz anlar bilinir. Doğan, ölenin gücünü alır, ölümden öte ölümlerden gelir ve yenilenir. Amin... Dağlarım; ölen, yürekteki yücelikteki kayıtlardan gider. Ve görevi, kendi yoğunluğunda BİR için çalışarak, ışımaya kayıtlanmaktır. Artık dünyadayız. Burada, bugün bütün köprülerin açıldığı bir yerdeyiz ki itaat; bütün kötülüklerin aşıldığı bu yerde, bütünlüğün gücüne itaattir.



alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Boyutlar Arası İnsan (Ruhsal Celse)

Lee Carroll
KRYON'un Medyum / Yazar Lee Carroll kanalı ile verdiği bilgiler
Uyarı: Bu yazı, İslâmî içerik taşımaz.

Sevgili dostlarımız, bizim Şimdi Çağ'ı - Yeni Çağ dediğimiz yeni bir boyutun öncüleri olarak, eskileri bırakmayı ve gezegeninizde yeni-yi inşa etmeyi kendi özgür iradeniz ile seçtiniz.Yaşadığınız bu gezegen özgür irade gezegenidir ve rayları siz döşüyorsunuz. Sizler hep birlikte el ele bu eşiği geçmeyi istediniz ve her gün bunu yaratıyorsunuz. Artık, insan ırkının yok olması, kısa ömürler, karmik nitelikler, ve almanız gereken dersler geçmişte kalmıştır. Bu yeni enerji barış ve huzur içinde bir gezegen potansiyelini sunar.

Sizlerin Dünya üzerinde her gün birlikte yaşadığınız, ama göremediğiniz yada anlayamadığınız şeylerden biri de Manyetiklerdir. Gezegenin manyetik alanı, bedenin hücresel yapısına- bir iletişim içinde- bilgi damgalar. Yakında bilim adamlarınız bunun nasıl işlediğini göreceklerdir. Kendi manyetik alanınızı birlikte taşımadan bir gezegenden diğerine gidemeyeceğiniz olgusu da anlaşılacaktır. Çünkü, Dünya'nın magnetik alanı yaşamı destekler. O, tablonun bir parçasıdır, ve biyolojinizin de bir parçasıdır. Artık bilim adamlarınız atomun boyutlar arası olduğunu kabul ettiler, fakat onlar boyutların 11 olduğunu düşünüyorlar ve bir boyutu gözden kaçırıyorlar, 0'ı boyut olarak saymıyorlar.

Yakında gezegendeki tüm maddenin özünde 12 boyut olduğu anlaşılacaktır. Sizler insan genomunun haritasını çıkardınız. Bu, insanın karbon kopyasıdır, en azından kimyasal olarak görebileceğiniz bölümüdür. Yakında sizler, bu karbon kopyanın genel tablosunu ve kodlamayı göreceksiniz ve insan genomunun şifresi çözüldüğünde DNA'nın da 2 boyutlu değil, 12 boyutlu olduğu ortaya çıkacaktır. Bu boyutlar arası kalıplar, karma, yaşam dersleri, eski kimliğinizin damgası, ruhsal kontratınız ve astrolojik manyetik niteliklerinizdir. Doğumunuzun enerjisi, günü, saati, anı, güneş sisteminin o andaki konumu-hepsi DNA'nın kimyasal değil, manyetik bölümünde damgalanmıştır. O, yerçekimi ve zamanın çevresinde sarılıdır ve biliminiz bunu keşfedecektir. Zeki- DNA'nın, bu şifresinin keşfi ile bilim, yalnızca bildiği ve olduğu gibi kabul ettiği evrim sürecinin çerçevesi içinde, kendi kendisini yaratmış olamayacak kadar mükemmel bir şeyi görmekle kalmayacak, bulmacanın kodunu da görecektir. Sevgili İnsan, unutmayın ki madde ve yaşam ayrılmaz bir bütündür ve her ikisi de evrenler gibi boyutsaldır.

Sizler, kendinizi bulmaya daha çok yaklaştıkça, eşiğe de yaklaşıyorsunuz, boyutsallığınızı keşfetme ve gezegeninizde boyutlar arası yeni bir yaşamı kurma yolunda hızla ilerlemektesiniz. Kutunun dışına çıkmaya ve olağanüstü keşiflere hazır olun, mezuniyetiniz çok yakındır.

Kryon Kimdir?
Kryon “yeni çağ”ın yüksek enerjisine girmemize yardımcı olmak için halen dünyada bulunan bilgelik ve sevgi dolu bir varlıktır. Kryon’un sözleri, birçok yaşamı değiştirmiş ve iç varlığımızdaki karanlık köşelere ışık ve sevgi getirmiştir.

Kaynak: Yuvaya Yolculuk - Kryon - Akaşa Yayınları - 2000

"Merhaba! Ben manyetik hizmetten, Kryon’um. Her birinizi yürekten seviyorum! Eğer siz bu iletişimi okuma noktasına getirilmişseniz, doğru zamanda doğru yerdesiniz demektir. Lütfen devam edin. Ben direkt olarak size, tek tek her birinize hitap ediyorum.

Ben manyetik hizmettenim. Bu size iki şey ifade eder, ve ben ikincisi ile başlayacağım: hizmet. Ben bir hizmet varlığıyım. Ben asla insan, ya da Kryon’dan başka bir şey olmadım. Benim tüm amacım, evrenin her yanındaki, sizin gibi varlıkların bulunduğu “okullara” özel ve belirli bir kapasitede hizmet etmektir. Çeşitli düzeylerde birçok okul vardır ki bunların bazıları sizinkinden düşük, bazıları da yüksek okullardır."

Kaynak: Bitiş Zamanı - Kryon - Akaşa Yayınları
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Olduğun Halinle Mükemmelsin - OSHO

Fakat niçin? Niçin Buda haline gelesin? Buda hiçbir zaman sen olmadı. Buda Buda’ydı. İsa İsa’ydı. Krishna Krishna’ydı. Niçin Krishna gibi olasın? Ne yanlış yaptın? Ne günah işledin ki Krishna olasın? Tanrı asla başka bir Krishna daha yaratmadı. O asla başka bir Buda, başka bir İsa yaratmadı, asla! Çünkü o, aynı şeyleri yeniden ve yeniden yaratmayı sevmez. O bir yaratıcı, o bir üretim hattı değil — bir Ford gelir, diğer Ford, diğer Ford — Ford arabaları üretim hattından hepsi birbirinin aynı olarak iner durur. Tanrı bir üretim hattı değildir. Orijinal bir yaratıcıdır: O asla aynı şeyi yaratmaz. Ve aynısı değerli olmayacaktır. İsa’nın yeniden senin içine sığmaya çalıştığını bir düşün. Uymayacaktır! O modası geçmiş olacaktır, o antika olacaktır, o sadece bir müzede yararlı olacaktır, başka bir yerde değil. Tanrı asla tekrar etmez. Fakat sana her zaman için başka birisi olman öğretildi. “Başka birisi ol; komşunun oğlu … komşunun oğlu gibi ol. Bak ne kadar zeki. Bak … şu kız ne kadar zarif şekilde yürüyor. Böyle ol!” Sana her zaman başka birisi gibi olman öğretilmiştir. Hiç kimse sana kendin ol ve varlığına saygı duy; o Tanrı’nın bir armağanıdır dememiştir. Asla taklit etme, sana söylediğim şey budur, asla taklit etme. Kendin ol; bu kadarını Tanrı’ya borçlusun. İçten bir şekilde kendin ol ve o zaman özel olduğunu bileceksin. Tanrı seni çok sevdi, bu yüzden sen varsın. Her şeyden önce bu yüzden sen varsın, aksi takdirde olmazdın. Bu onun sana olan muazzam sevgisinin göstergesidir. Ancak senin özel olman başka birisiyle kıyaslanamaz, bu sen komşularına, arkadaşlarına, karına, kocana kıyasla özelsin demek değildir. Sen basitçe özelsin çünkü sen teksin. Senin gibi olan tek kişi sensin. Bu saygının içinde, bu anlayışın içinde özel olmaya çalışma gayreti kaybolacaktır. Senin tüm özel olma çaban bir yılana bacak takmak gibidir. Yılanı öldüreceksin. Sen düşünürsün ki … yılana olan şefkatin nedeniyle bacak takıyorsun. “Zavallı yılan, bacakları olmadan nasıl yürüyecek?” Sanki yılan bir kırkayağın eline düşmüş gibi. Ve kırkayak yılana büyük bir şefkat duyarak şöyle düşünür, “Zavallı yılan, benim yüz tane bacağım var, onunsa hiç yok. Nasıl yürüyecek? En azından beş tane bacağa ihtiyacı var.” Ve şayet o, ameliyatla yılana birkaç bacak takarsa yılanı öldürecektir. Yılan olduğu haliyle mükemmeldir, onun hiç bacağa ihtiyacı yoktur. Sen olduğun halinle mükemmelsin. Kişinin kendi varlığına saygı duyması diye buna derim. Ve kişinin kendisine saygı duymasının ego ile hiçbir ilgisi yoktur, unutma. Birisine saygı duymak kendi kendine saygı duymak değildir. Bir kimseye saygı duymak Tanrı’ya duyulan saygıdır. O yaratıcıya saygı duymaktır çünkü sen sadece bir resimsin; onun resmi. Resme saygı duyarak sen ressama saygı duyarsın. Saygı duy, kabul et, fark et ve tüm bu aptalca özel olma gayreti kaybolacaktır.


alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Ve Osho der ki;

"Benim tüm çabam, dinsiz bir din yaratmaktır. Tanrı’yı merkez alan dinlere ne olduğunu gördük..."

"Yaşam kısa değil, sonsuzdur. Varoluşun acele içinde olduğunu gördün mü hiç? Mevsimler zamanında gelir, çiçekler zamanı gelince açar, ağaçlar hayat kısa diye hızla büyümek için koşuşturmazlar. Tüm varoluş, yaşamın sonsuzluğunun farkında gibi görünür."

"Benim tüm çabam seni, sen ile varoluş arasında aracı olmadan meditasyonla baş başa bırakmaktır."

"Benim tüm çabam her insan evladının kendisine ait olan — ve önüne gelene dağıtmış olduğu — öz saygısını geri vermektir."

"Öncelik sensin. Köklerine git, kendini bul, bir asi ol, ve mümkün olduğunca çok sayıda asi yarat. Gelecekteki insanlığın altın bir gelecek yaratmasına yardım etmenin tek yolu budur."

"Sakın unutma; ne zaman karşına bir seçenek çıksa, bilinmeyeni, riskli olan, tehlikeli ve güvencesiz olanı seç. Hiçbir zaman zarara uğramazsın."

"Sevgi ancak kendini, diğerini, dünyayı derin bir şekilde kabul ettiğin zaman mümkündür. Kabullenmek, sevginin içinde büyüdüğü alanı, sevginin içinde açtığı toprağı yaratır."

"Sevgide minnettarlık, sevecenlik ve birlik duygusu vardır. Eğer bu üç duyguyu da hissediyorsan, seviyorsun demektir."

"Ne kadar çok düşünürsen, egon o kadar daha ortaya çıkar. Ego, geçmişte birikmiş düşüncelerden başka bir şey değildir. Sen olmadığın zaman Tanrı vardır. İşte yaratıcılık budur."

"Bilgelik kalpten gelir. Akılla ilgisi yoktur. Bilgelik, varlığının en derin noktasından çıkar. Kafaya ait değildir."

"Dünya bir gök kuşağı, zihin bir prizma ve varlık ise beyaz bir ışındır."
"Tantra derindir, hayatın bütünüyle kabul edilmesidir."

"Güçlü rüzgârlar seni oraya buraya sürüklüyorsa, onlara direnme: Onlar, sen direndiğin için güçlü görünüyorlar. Rahatla ve bırak seni götürsünler. Onlarla git, bütün olarak git."

"Neden korkuyorsun? Dünya sana ne yapabilir? İnsanlar sana gülebilir; bu onlara iyi gelir... Gülmek her zaman bir ilaçtır, sağlıklıdır."

"Her zaman ne varsa onu gör. Acele etme. Bir şeyi yanlış anlamaktansa anlamamak daha iyidir."

"Neyi reddedersen et, onu başka bir yere koymak zorunda kalacaksın. Onu başka birisinin üzerine yansıtacaksın. Reddedilen kısım, bir yansımaya dönüşecektir"

"Yaşam kısa değil, sonsuzdur. Varoluşun acele içinde olduğunu gördün mü hiç? Mevsimler zamanında gelir, çiçekler zamanı gelince açar, ağaçlar hayat kısa diye hızla büyümek için koşuşturmazlar. Tüm varoluş, yaşamın sonsuzluğunun farkında gibi görünür. -Osho-"

Alintidir.
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

İntihar Edenler

İlmi yönden bir insanın ölüm ve öldükten sonraki ahvâline ait birçok mâlumat alınmış ve ruhun tekâmülü bakımından bundan çok istifâde edilmiştir.

Bir insan, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine çizmiş olduğu kadere râzı olup nikbin bulunmak, yâni herşeyi iyi görmek. Bedbin olup (fenâ görerek) intihâra kalkışmamak.

Aşağıdaki sunacağımız davette, intihar etmiş bir ruhun ne kadar eziyetlere ve azâba düçâr olduğu görülmektedir. Bu tebliğlere itimat etmekteyiz; çünkü bir ilmi heyet tarafından başta Doktor Bedri Ruhselman olduğu halde tespit olunmuştur.

İntihâr

I.

Bu misâl, intihar etmiş bir zavallının spatyomdaki feci ruh hâlini gösteriyor. Şimdi sözü, bu müşahedeyi takdim ene büyük araştırmacı Allan Kardek'e bırakıyoruz:

1953 senesi, nisanın yedinci günü, akşama doğru 50 yaşlarında bir adam, Paris'te Samaritaine müessesine bir banyo almak üzere girmiş ve bir locaya kapanmıştı. Garson, üzerinden iki saat geçtiği halde bu adamon dışarı çıkmadığını görerek merak etmiş ve rahatsız olup olmadığını anlamak için kamarasına girmişti. İçeri girer girmez korkunç bir manzara ile karşılaştı. Bu bedbaht adam, boğazını ustura ile kesmişti ve banyonun suyu, onun boyundan fışkıran kanla boyanmıştı. Kadavra, morga gönderildi.

Ölümünden altı gün sonra, adamın ruhu Paris spiritizma cemiyeti tarafından davet edildi.

(Davet)

Medyumun rehber ruhu cevap veriyor:

- Biraz bekleyiniz. Şimdi geldi buradadır.

- Şimdi nerede bulunuyorsunuz?

- Bilmiyorum. Siz söyleyin, ben nerdeyim?!

- Siz, spiritizma ile meşgul olan bir insan topluluğu içindesiniz. Onlar, sizin iyiliğinizi arzu eden kimselerdir.

- Ben boğuluyor muyum, söyleyiniz? Tabutumun içinde boğuluyorum.

(Burada Allan Kardec'in şu notları vardır: Bedeninden ayrılmış olmasına rağmen onun ruhu hâlâ cismâni maddenin girdapları içine tamamiyle bömülü bulunmaktadır. Onun fikirleri hâlâ canlı olarak yaşamaktadır. O, öldüğünü bilmiyor.)

- Bizim yanımıza gelmenize kim sebep oldu?

- Sizin yanınızda teselli olduğumu hissediyorum.

- İntiharınızın sebebi nedir?

- Ben öldüm mü? Hayır! Hâlâ bedenimdeyim. Merhametli bir el çıksa da bu işi bitirse!

Bu adam, boğazını keserek kendini öldürdüğü hâlâ boğulma ameliyesinin bitmediğini duyuyor ve bu işi bitirecek bir insanın çıkmasını temenni ediyor. Bu hâl, intihar edenlerin belirli vasıflarından birisidir. Devam edelim...

- Niçin kendinizi tanıtacak bir nişan bırakmadınız?

- Ben, terk edilmiştim. Izdıraptan kaçtım, âzâbı buldum.

- Hâlâ belirsiz olarak mı kalmayı arzu ediyorsunuz?

- Evet... Kanayan bir yaraya kızgın bir demir sokmayın.

- Gelecek bir hayatın mevcudiyeti hakkındaki düşünce, nasıl oldu da intiharınıza mani olamadı?

- Ben istikbalde inanmıyordum. Ümitsizdim. İstikbal, ümit demektir.

- Hayatınızın sönmek üzere olduğunu hissettiğiniz ânda neler düşündünüz?

- Hiçbir şey düşünmedim. Yalnız duydum ki... Hem benim hayatım sönmüş değildir ki. Ruhum, bedenime bağlı ve kurtların ruhumu kemirdiğini duyuyorum. (26/344)

"Ruh ve Kainat" kitabını okuyanlar,bu tablonun hakiki manasını çok iyi takdir etmişlerdir. Buradaki hadise, şuursuzca bir imajinatif faaliyetten doğmus bir sürü imajların ruhu her yerde, her zaman takip etmesinden ileri gelmiştir.

II.

1865 senesi, Mart ayında M.C. Adında bir kadın, Paris civârında, küçük bir şehirde ticâret yapıyordu. 21 yaşındaki oğlu ile birlikte yaşıyordu. Çocuk, çok ağır hastaydı. Birgün, ölmek üzere bulunduğunu hissetti ve annesini çağırdı. Ve ancak annesini kucaklayacak kadar kuvveti kendisinde bulabildi. Kadın, gözyaşları içinde oğluna şu sözleri söylemişti:

- Git oğlum. Benden evvel git. Ben de senin yanına gelmekte gecikmeyeceğim.

Bu sözleri söylerken başını elelri arasında saklayarak oradan dışarı fırlayıp gitti. Bu hazin sahnede hazır olanlar, C.'nin bu sözlerini sadece bir acının alelâde infilâkına atfettiler.

Hasta, öldü. Anneyi evin her tarafında aradılar ve nihayet onu çatıda asılı olarak buldular. Hem annenin, hem de oğlunun cenaze merasimi birlikte yapıldı. Hadiseden birgün sonra, evvela oğlunun ruhu davet edildi:

- Sizin ziyânınızdan ümitsizliğe düşerek intihar eden annenizin ölümünden haberiniz var mı?

-Eğer onun bu uğursuz hareketinin benim üzerimde husule getirdiği elem olmasaydı, bugün çok mesut olacaktım. Zavallı ve hârikulâde anne! O, bu gelip geçici ayrılık tecrübesine dayanamadı. Sevdiği oğluna kavuşmak emeliyle tuttuğu yol, heyhât, onu oğlundan bilakis uzaklaştırdı. Bu ayrılık, artık pek uzun sürecek. Eğer o, Yaratıcı'nın irâdesine uymayı kalbine yerleştirmiş olsaydı ve kendisini tasviye edecek ceza borcunu kabul edip uğradığı bu hâl karşısında tahammül, tevâzu ve nedamet duygularını gösterseydi, birleşmemiz çok kısa bir zamanda vukua gelecekti. Fakat o, bu hareketiyle ne vakit biteceği belli olmayan uzun bir zaman için bu neticeyi geciktirdi. Dua ediniz! Oh, onun için dua ediniz. Bilhassa onun bu hazin ölümünü duyup üzülen anneler, sakın onu taklit etmeyiniz!

İmza: Benjamin C..

Bunu müteakip, intihar eden annenin ruhu, medyumun rehber ruhu yardımı ile çağrıldı:

- Oğlumu istiyorum! Onu bana iade etmeye kudretiniz var mı? Zalimler! Onu nurlu yerlere götürerek elimden aldılar. Ve beni karanlıkta bıraktılar!.. Ben, onu istiyorum! O, benimdir! Anne sevgisinin hiçbir kıymeti yok mudur? Nasıl olur?! Onu dokuz ay taşımak, kendi sütü ile, kendi eti ile, kendi kanı ile beslemek, ilk adımlarına rehber olmak ve mukaddes Rabbin ve annenin isimlerini ona hecelettirmek, onu faal, zeki ve namuslu, doğru, ailesini sever bir insan haline koymak ve nihayet ona bağlanan ümitlerin tahakkuk etmeye başladığı ve onun önünde parlak bir istikbalin açılmaya yüz tuttuğu bir anda onu kaybetmek!!! Hayır, bu olamaz! Allah, adil değil! Bu, annelerin Allah'ı değil! O, annelerin elemlerini ve ümitsizliklerini anlamıyor. Zira ben, oğlumla beraber olmak için kendimi öldürmüştüm... Beni tekrar dirilttiler. Oğlum! Oğlum, nerdesin?...

- Zavallı anne! Sizin acılarınızı paylaşıyoruz. Fakat ne yazık ki siz, oğlunuza kavuşmak için çok hazin bir çareye başvurmuşsunuz. İntihar, Allah'ın nazarında bir cinayettir ve siz düşünmeli idiniz ki onun kanunlarını çiğneyen her insan cezalandırılır. İşte şimdi, sizin oğlunuzu görmekten mahrum kalmanız da sizin cezânızdır.

- Hayır, ben Allah'ı insanlardan iyi tanırdım. Ben, onun cehennemine inanmazdım. Birbirini seven ruhların ebediyyen bir arada yaşayacaklarına inanırdım. Meğer aldanmışım! Allah, iyi ve adil değildir! Çünkü o benim acılarımı ve elemlerimin sonsuzluğunu anlamadı. Oh! Oğlumu kim bana verecek?! Acaba onu ebediyen mi kaybettim? merhamet, merhamet Allah'ım!...

- Sakinleşiniz bakalım, bu ümitsizce taşkınlığınıza nihayet veriniz. Düşününüz ki oğlunuzu tekrar görmek için bir çare arıyorsunuz. Bu, sizin yaptığınız gibi Allah'a küfretmek değildir.

- Bana artık oğlumu görmeyeceğimi söylüyorlar. Onu cennete götürdüler. O halde ben, cehennemde miyim? Annelerin cehenneminde miyim? Böyle bir yer var mı? Ben, ondan daha fenasını görüyorum... Kendinizi ona hoş göstereceğiniz yerde üzerinize daha büyük bir şiddeti çekiyorsunuz.

Yukarıdaki müşahedelerde bizi ilgilendiren şu noktalar, çok şayan-ı dikkattir. Bu noktalar, metinde de tarafımdan işaret edilmiştir.

Bedri Bey, diyor ki;

a) İntihar eden bir kimse, uzun zaman öldüğünü bilmiyor ve buna inanamıyor.

b) Tam intihar edeceği saniyedeki çok acı, çok ızdıraplı ve çok müphem ve korkulu ruh hâlinin ve duygularının gittikçe şiddetini artırarak devam ettiği görülüyor.

c) İntiharına sebeb olan amilin ortadan kalkmadıktan maada, sağlığından daha kötü, daha ağır, baskı ile kendini ezmekte devam ettiğini ve hatta ebedileştiğini zannediyor.

İşte bütün bu haller, bir spiritizma celsesinde teşevvüs gösteren böyle bir ruhun başlıca ızdırap kaynağını teşkil ediyor.

Kaynak: Havas Dua Hazinesi, s.424-429.


alııntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Boyutlar ve farkları

3. boyuttan 4. ve 5. boyutlara doğru ilerlerken hayatımızda ve realitemizde pek çok değişiklikler oluyor. Bu değişiklikler ilk etapta yaşamımıza zorluklar getiriyor.

Bunlardan bir tanesi DOĞRU kavramıdır. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu zihinlerimizle ayırd etmeye alışmış olan bizler, bunun sadece 3. boyutta kaldığını, aslında herkesin farklı bir doğrusu olabileceğini öğreniyoruz. Doğrunun sadece 1 tek olduğunu, ama sonsuz sayıda aynı doğruya varacak yol olabileceğini algılamaya başlıyoruz. Bu, farklı bakış açılarına sahip olanlarımızı yargılayarak ?hatalı? damgası basmamızı engelliyor. Oysa biz, bir başkasını yargılayarak, kendi duruşumuzu ve seviyemizi tespit ediyorduk.

İkinci değişiklik, serbest bırakmaktır. Başka birinin seçimine saygı duyabilmeyi, onu olduğu gibi sevip destek verebilmeyi, yargılamamayı ve kendimize bağımlı hale getirmeye çalışmamayı gerektirir.

Ve üçüncüsü OLMAK tır. Genelde zihin ve egomuz birşeyleri yapmak ile ilgilenir. Bu egomuza tatmin verir. Oysa yeni enerjide, 4. boyutta yapmak yoktur sadece olmak vardır. Kendimizi akışa bırakmak vardır. Akış bize zaten çekim yasasını bilinçaltımızla birlikte harekete geçirterek isteklerimizi oldurur. Ama akışta bizi zorlayan kısır döngüler varsa, onları, ancak bilinçaltımızı temizleyerek, korkuları saf sevgiye dönüştürerek değiştirebiliriz. İşte o zaman birşeyler yapmak yerine sadece OL mak bizi cennete götürür. Çünkü esas olan, bedenli haldeyken, dünyada yaşarken akışa kendimizi bırakarak evrenin bize herkesin en yüksek hayrına olacak şeyleri getirmesine izin veririz. Genişleriz.

3. BOYUTUN ÖZELLİKLERİ

3. Boyutun en belirgin özelliği ?AYRILIK? bilincidir. Yüce Yaradan, kuldan ayrıdır ve kullarının hata yapması durumunda onları cezalandırır. Bilinçaltımızda bunu tutarken, kendimizi başkalarından da ayırırız. Kişiliğimizin ve varlığımızın herkesden farklı ve ayrı olduğunu düşünür ve bundan egomuzu besleriz. Yargılama, suç ve ceza kavramları ile hareket ederiz.

3. boyut deneyimlerinin gerçekleşmesi için ayrılık bilinci zorunluydu. 4. boyuta doğru ilerlerken, 3. boyuttaki kurallar artık geçerli olamayacaktır. Çünkü artık ayrılık değil BİR lik bilinci geçerlidir.

Ayrılık bilincinin yerini birlik bilincine terk etmesi, en çok ikili ilişkilerde bizleri zorlamaktadır. Pek çoğumuz, ilişkilerimizde kendimizi bir çıkmazın içinde bulduk ve kökten bir değişim yaşamak zorunda olduğumuzu hissettik.

3. boyuttan 4. boyuta geçişin başlangıç noktası ve bu işe en uygun deneyim, aşk ve ikili ilişkiler konusunda olacaktır.

AYRILIK BİLİNCİNİN ÖZELLİKLERİ

Gizlilik: Sevdiğiniz kişiden gizli olarak birşeyler yapmak, sadece sizi onunla tam ve bütünlük içinde bir doyum yaşamaktan uzaklaştırmaz, ayrıca kendinizi de kendi Tanrısallığınızdan ve 4. ve 5. boyuttaki bilincinizden ayırır.

Gizlilik, gerçek ve saf sevgiden değil, içimizdeki korkulardan kaynaklanır,

Koşullu Sevgi: Eşinizi ya da hayatınızdaki insanı sadece sizin şahsi ihtiyaçlarınızı karşılıyorsa seversiniz. Bu ihtiyaç sadece maddi anlamda olmak zorunda değildir. Örneğin aklımızdaki ?ilişki? kavramına uygun davranamayan ama sizi gerçekten seven birine sevgi duyamayız. Ya da, kendi değer duygumuzu pohpohlayarak artıracak birini daha çok severiz, eğer karşımızdaki bunu bir şekilde keserse, dengemiz bozulur ve bizi sevmediğini düşünürüz. Ve biz de kendi sevgi ve duygularımızı ona akıtmayı keseriz.

İlişkiyi sadece ayrılık gözlüğünün ardından değerlendirebiliriz.

Beklentiler: Aşık olup ilişkiye başlayabilmemiz için, o kişinin aklımızdaki beklentileri karşılayacak biri olması gerekir. Ve o kişiyi bu beklentileri gerçekleştirmesi için zorlarız.

Manipülasyon: Her insan, karşısındakinden beklediğini alabilmek için onu buna zorlayacak yöntemlere başvurur. Bunlardan bazıları bilinçsizce yapılır.

Kontrolcülük: Bu da aslında evrene güven duymamaktan kaynaklanır. Yüce Yaradanın kendimizden ayrı olduğunu düşündüğümüz için, isteklerimizi bize verip vermeyeceğini bilmemek, emin olamamak, başka bir insanın daha iyi bir ilişki sunabileceğine güvenememek ve sınırlılık içinde elimizdekini kendi alanımızda tutabilmek için onu çeşitli yöntemlerle kontrol etmektir.

Kontrolcülük öylesine ince bir zekayla yaptığımız birşeydir ki, zihnimiz ve egomuz bunu saf sevgi ya da koşulsuz sevgi maskesi arkasına saklar. Bazen çocuğumuza bile aşırı sevgi verip onu manevi baskıyla kendi alanımızda kendimize bağımlı tutmayı isteyebiliriz.

4. BOYUT İLİŞKİLERİ

4. Boyut artık BİR olma temeline dayandığı için, 3. boyutta var olan bir ilişki içindeysek, bilincimiz 4. boyuta genişlediğinde, ilişkimizin de değişmesi gerekecektir. Eğer değişemiyorsa, sıkıntı yaratacak, yollar eninde sonunda ayrılacaktır.

Dürüstlük: Gizlilik yerine dürüstlük ön planda olacaktır. Çünkü artık yargılama yoktur. Maskeler ardına saklanmak yoktur. Duyguları saklama ihtiyacı yoktur. Değersizlik duygusu yoktur. Dolayısıyla korku yoktur.

Bu aynı zamanda kendi kendimize de gerçekten dürüst davranmamızı gerektirir.

Fakat geçiş döneminde her iki boyutun da özellikleri tarafından bombardımana tutulduğunuzu hissedersiniz. Bu neredeyse kaçınılmazdır. Çünkü bir ayağınız 3. boyutta kalmış, diğeri kendini 4. boyuta kondurmuştur bile. Ve çekim hyasası gereği, kendi gelişiminizin hızında, kendi özellikleriniz doğrultusunda, ilişkiniz size AYNAlık görevi yapar.

Bu da size acı verebilir. Eğer zihninizle 4. boyutta olmaya ÇALIŞIRSANIZ, bu size acı verecektir. Ancak 4. boyutu hissedip gerçekten kendi içinizde oturtabilirseniz acı çekmezsiniz. Bu da bilinçaltınızdaki yokluk, sınırlılık bilincinin ve korkularınızın temizlenmesi ile olacaktır.

Bu geçiş dönem

Boyunca birşeyler yapmaya ya da olmaya çalışmayın. Sadece akışta kalın. Zaten evren size doğru deneyimleri getirecektir.

İzin vermek: Eşinizi değiştirmeye çalışmaz, ona kendi istediği gibi özgür olabilme hakkını verirsiniz. Buna izin vermek, ona güvenmeyi, dolayısıyla kendinize ve evrene tam ve koşulsuzca güvenebilmeyi gerektirir.

Koşulsuz Sevgi: Partnerinizi koşulsuzca sevebilmek, onun size yaptığı herşeyi tepkisizce sineye çekmek demek değildir. Bunun üzerine basmak isterim. Çünkü ilişkiler üzerine çalıştığım pek çok hanımda bunu gözlemliyorum. Partnerinizin size söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutmuyorsa, sadece onun mutluluğu ya da istekleri gerçekleşiyorsa, o zman sizin kendinizi sevmeniz engelleniyor demektir. Oysa sizin başka birini sevmeden önce kendinizi koşulsuzca sevebilmeniz gerekmektedir.

Koşulsuz sevgi demek, bir insana bedeninizi ne olursa olsun açmak demek te değildir.

Ama karşınızdakini değiştirmeye çalışmadan, kendi enerji alanınızdan enerji çaldırmadan, yani size kendinizi kötü ya da negatif hissettirmeden, onu olduğu gibi sevebilmektir. Gitmek isterse özgür bırakmaktır. Ama onu öfke yerine sevgiyle uğurlayabilmektir. Bu alanda örnekler çoğaltılabilir.

Son olarak özlü bir sözü aktarmak istiyorum

Gerçek aşkın başlangıcı, sevdiklerimizin olduğu gibi kalmalarına izin verebilmekle olur. Aksi halde, sevdiğimiz kişi, bizim aynadaki kendi yansımamızdan başkası olamaz.

Thomas Merton

DİĞER BOYUTLAR

3. boyutun artık fiziksel bedenlerimizin olduğu ve yaşamımızı sürdürdüğümüz realiteden oluştuğunu artık biliyoruz. İnanç kalıplarımız, duygu ve düşüncelerimiz tarafından yaratılır.

3. ve 4. boyutlar ayrılık bilincinin devam edebildiği yegane boyutlardır. 4. boyutta ayrılık bilinci artık kişiye acı vermeye başlar ve değişim kaçınılmaz olur. Duygularımızın, düşüncelerimizin ve inançlarımızın patronu olduğumuz gün 4. boyutun geçiş kapısını bulduk demektir.

5. boyuta genişleyebildiğimizde, herşey aynı kalacaktır ama bizim bakış açımız ve odak alanımız değişecektir. Kendimiz ve bilincimiz üzerinde masterlik yapmaya başladığımızda, çekim yasası ve enerji üzerinde de masterlik yapabilecek halde olacağız.

6. boyut, DNA kodlarının oluştuğu boyuttur. Sözler değil, renkler ve seslerin enerjisiyle çalışır. Geçmiş şimdi ve gelecek aynı anda var olur. Bilincimizi bu boyuta geçici olarak genişletebiliriz. Bunu derin meditasyon yaparak başarabiliriz. Ve DNA mızı yeniden kodlayabilmek, bedenimizi şifalandırabilmek mümkün olabilir.

7. boyut kendimizi birey olarak algılayabileceğimiz son boyutturç Bundan sonra grup bilinci çalışmaya başlayacaktır. Bu boyutta saf ışık, kutsal geometri ve saf yaratım yasasından oluşuruz.

8. boyutta, dünya üzerinde çalışmakta olduğumuz enerji grubumuza ait oluruz. Gruğ bilinci başlar.

9. boyutta, grup bilinci, gezegenler, yıldız ve güneş sistemleri ile bağlanırlar. Ben bunların hepsiyim b ilinci gelişir.

12. boyut, Tanrısal bilincin olduğu alandır. Bunun ötesinde ne olduğu hakkında bilgi bulunmuyor.
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

EGO'nun kabuğunu kırmak - Aşık olmak (OSHO)

Bana gelip aşktan korktuğunu söyleyen insanların sayısının çokluğu beni her zaman şaşırtmıştır. Aşk korkusu nedir? Bunun nedeni birisini gerçekten sevdiğinde egonun eriyip kaybolmaya başlamasıdır. Ego ile birlikte sevemezsin, ego bir engele dönüşür. Ve sen kendinle diğer kişi arasındaki engeli kaldırmak istediğinde ego, "Bunun sonu ölüm olacak, dikkat et!" der.

Egonun ölümü senin ölümün değildir, egonun ölümü gerçekte senin yaşam olasılığındır. Ego sadece senin etrafındaki ölü bir kabuktur, o kırılıp atılmalıdır. O varlığa doğal bir şekilde erişir; tıpkı bir seyyahın elbiselerinin, bedeninin üzerine tozları toplaması gibidir. Ve o bu tozdan kurtulmak için yıkanmak zorundadır. Biz zaman içerisinde ilerlerken tecrübelerimizin, sahip olduğumuz bilginin, yaşamış olduğumuz hayatın, geçmişin tozunu toplarız. Bu toz egoya dönüşür. O birikir ve kırılıp atılması gereken etrafındaki bir kabuğa dönüşür. Kişi her gün, aslında her an yıkanmak zorundadır. Böylelikle bu kabuk asla bir hapishaneye dönüşmez.

Egonun nereden geldiğini, köklerini anlamak faydalı olacaktır.

Bir çocuk, özellikle insan evladı doğar ve mutlak surette çaresizdir. O başkalarının yardımı olmadan hayatta kalamaz. Hayvanların, ağaçların, kuşların yavrularının pek çoğu anne babası olmaksızın, toplum olmaksızın, aile olmaksızın hayatta kalabilir. Arada bir yardıma ihtiyaç duyulsa da bu çok küçük bir şeydir; birkaç gün en fazla birkaç ay. Ancak insan evladı öylesine çaresizdir ki başkalarına
yıllar boyunca bağımlı kalmak zorundadır. Köklerin aranması gereken yer burasıdır.

Niçin çaresizlik insan egosunu yaratır? Çocuk çaresizdir, başkalarına bağımlıdır ama ancak çocuğun cahil zihni bu bağımlılığı sanki kendisi dünyanın merkeziymiş gibi yorumlar. Çocuk, "Ne zaman ağlarsam annem hemen koşar, ne zaman acıksam sadece bir işaret vermeliyim ve meme bana verilir. Ne zaman altım ıslansa sadece azıcık bağırmak ve birisi gelir ve elbiselerimi değiştirir" diye düşünür. Çocuk bir imparator gibi yaşar. Aslında o kesinlikle çaresizdir ve bağımlıdır ve anne baba, aile ve onun bakıcıları onun hayatta kalmasına hep birlikte yardım ediyorlar. Onlar çocuğa bağımlı değildir, çocuk onlara bağımlıdır. Ancak çocuğun zihni bunu, sanki o dünyanın merkeziymiş gibi algılar. Sanki tüm dünya onun için varmış gibi yorumlar.

Ve çocuğun dünyası elbette başlangıçta çok küçüktür. O anne, bakıcı ve kenarda duran babadan oluşur; çocuğun tüm dünyası budur. Bu insanlar çocuğu sever ve çocuk giderek daha çok ve daha çok egoist hale gelir. O kendisini varoluşun tam merkezinde hisseder ve bu şekilde ego yaratılır. Bağımlılık ve çaresizlik aracılığıyla ego yaratılır. Aslında çocuğun gerçek durumu düşündüğünün tam tersidir, böylesi bir egoyu yaratmak için gerçek bir neden yoktur. Ancak çocuk tamamıyla cahildir, o bu şeyin karmaşıklığını anlayabilecek kapasitede değildir. O çaresiz olduğunu bilemez, o diktatör olduğunu düşünür. Ve sonra tüm hayatı boyunca diktatör olarak kalmaya çalışacaktır. O bir Napolyon, bir İskender, bir Adolf Hitler haline gelecektir; senin başkanlarının, başbakanlarının, diktatörlerinin hepsi çocukturlar. Onlar çocukken tecrübe ettikleri şeyin aynısını elde etmeye çalışıyorlar; onlar tüm
varoluşun merkezi olmak istiyorlar. Onlarla birlikte dünya yaşamalı ve ölmelidir; tüm dünya onların çeperidir ve kendileri de onun merkezidir; yaşamın anlamının ta kendisi onların içinde gizlidir.

Çocuk elbette doğal olarak bu yorumun doğru olduğunu görür çünkü annesi ona baktığında annenin gözlerinde onun hayatının anlamı olduğunu görür. Baba eve geldiğinde çocuk babanın hayatının anlamının kendisi olduğunu hisseder. Bu üç ya da dört yıl sürer. Ve hayatın başlangıcındaki yıllar en önemli yıllardır; bir kimsenin hayatında asla aynı potansiyele sahip bir zaman olmayacaktır.

Psikologlar ilk dört yıldan sonra çocuğun neredeyse tamamlandığını söylüyorlar. Tüm kalıp sabitlenir; hayatın geri kalanının tümünde farklı durumlarda aynı kalıbı tekrarlayacaksın. Ve yedi yaşına doğru çocuk, tüm tavırlarını doğrulamıştır, onun egosu yerleşmiştir. Artık o dünyanın içine girer. Ve o zaman her yerde sorunlarla karşılaşır, milyonlarca problem. Bir kez sen aile çemberinin dışına çıktığında sorunlar ortaya çıkacaktır; çünkü hiç kimse seni annenin babanın umursadığı gibi umursamaz, hiç kimse seni babanın seni düşündüğü kadar düşünmez. Aslında her yerde sen kayıtsızlıkla karşılaşırsın ve ego incinir.

Ancak artık kalıp yerleşmiştir. Bu incitici olsun ya da olmasın çocuk kalıbı değiştiremez; o artık varlığına damga vurmuştur. O diğer çocuklarla oynayacaktır ve onlara hükmetmeye çalışacaktır. O okula gidecektir ve tahakküm etmeye, sınıfında birinci olmaya, en önemli öğrenci olmaya çalışacaktır. O üstün olduğuna inanabilir ama diğer çocukların da aynı şekilde inanca sahip olduğunu görür. Çatışma vardır, egolar vardır, kavga vardır, mücadele vardır.

O zaman bu hayatın tüm hikâyesi halini alır: Etrafında tıpkı senin gibi milyonlarca ego vardır ve herkes zenginlik, iktidar, politika, bilgi, kudret, yalanlar, ikiyüzlülükler, gösteriş aracılığıyla kontrol etmeye, tahakküm etmeye, avantajlı hale gelmeye çalışıyor. Dinde ve ahlakta bile herkes hükmetmeye, tüm dünyanın geri kalanına, "Dünyanın merkezi benim" diye göstermeye çalışıyor.

İnsanlar arasındaki sorunların kökeni budur. Bu kavram yüzünden sen her zaman için biri ya da diğeri ile mücadele ve çatışma halindesin. Başkaları senin düşmanın olduğu için değil; diğer herkes de tıpkı senin gibidir, aynı teknededir. Diğer herkes için durum aynıdır; onlar da aynı şekilde yetiştirilmişlerdir.

Batı'da, çocuklar anneleri ve babaları olmadan yetiştirilmediği sürece dünyanın asla huzur bulamayacağını iddia eden belirli bir psikanaliz okulu vardır. Onlara desteklemiyorum çünkü o zaman çocuklar herhangi bir şekilde asla yetişmeyecektir. Bu psikologların iddialarında doğru olan bir şey vardır ama bu çok tehlikeli bir fikirdir. Çünkü çocuklar bakım evlerinde anne ve babalar olmaksızın, hiç sevgi olmaksızın, mutlak bir kayıtsızlıkla yetiştirilirlerse onların ego ile ilgili problemleri olmayabilir ama onların belki de daha çok zarar verecek, daha tehlikeli olan problemleri olacaktır.

Eğer çocuk tam bir kayıtsızlıkla yetişirse onun bir merkezi olmayacaktır. O kim olduğunu bilmeyen bir karmaşa, şekilsiz bir karmaşa olacaktır. Onun herhangi bir kimliği olmayacaktır. Korkak, ürkek… o korku olmaksızın tek bir adım bile atamayacaktır çünkü onu hiç kimse sevmemiştir. Elbette ego olmayacaktır ama o olmadan onun hiçbir merkezi olmayacaktır. O bir buda haline gelmeyecektir, o sadece sakatlanmış ve donuklaşmış olacak, her zaman korku hissedecektir. Sevgi seni korkusuz hissettirebilmek, kabullenildiğini, faydasız olmadığını, çöplüğe bırakılamayacağını hissettirmek için gereklidir. Eğer çocuklar sevginin eksik olduğu bir durumda yetiştirilirse onların egoları olmayacaktır bu doğru. Onların yaşamında çok fazla mücadele ve kavga olmayacaktır. Ancak onlar kendileri için kendi haklarını savunamayacaklardır. Onlar her zaman uçuş halinde olacak, herkesten kaçacak, kendi varlıklarının içinde gizleneceklerdir. Onlar budalar haline gelmeyecektir, onlar yaşam enerjisi ile ışıldamayacaklardır, onlar merkezlenmiş, huzurlu, yuvalarında olmayacaklardı r. Onlar basitçe egzantrik, merkezin dışında olacaktır. Bu da iyi bir durum olmayacaktır.

Dolayısıyla bu psikologları desteklemiyorum. Onların yaklaşımı insanlar değil, robotlar yaratacaktır. Ve elbette robotların problemleri olmayacaktır. Ya da onlar daha çok hayvanlara benzeyen insanlar yaratabilir. Daha az kaygı, daha az ülser, daha az kanser olacaktır. Ancak bu bilinçte daha yüksek zirvelere doğru gelişememen anlamına geldiği zaman elde etmeye değmez. Tersine sen aşağı doğru
düşeceksin, o bir gerileme olacaktır. Elbette sen bir hayvana dönüşürsen daha az ıstırap olacaktır çünkü daha az bilinç olacaktır. Ve şayet sen bir taş, bir kaya haline gelirsen hiçbir kaygı olmayacaktır çünkü içerde kaygı hissedecek, ıstırap duyacak bir kimse olmayacaktır. Ancak bunu elde etmeye değmez. Kişi bir taş gibi değil bir tanrı gibi olmalıdır. Ve ben bunu derken mutlak bilince sahip
olmayı ve yine de hiçbir kaygı, hiçbir endişe, hiçbir problem olmamasını; hayattan kuşlar gibi keyif almayı, hayatı kuşlar gibi kutlamayı, kuşlar gibi şarkı söylemeyi ifade ediyorum: Gerileme ile değil, bilincin en ideal şekilde gelişmesi aracılığıyla.

Çocuk bir ego edinir; bu doğaldır, bununla ilgili hiçbir şey yapılamaz. Kişi bunu kabul etmek zorundadır. Ancak sonrasında, onu taşımaya devam etmenin bir gereği yoktur. Ego başlangıçta çocuğun kabul edildiğini, sevildiğini, buyur edildiğini —davet edilmiş bir misafir olduğunu, bir kaza olmadığını— hissetmesi için gereklidir.

Baba, anne, aile ve çocuğun etrafındaki sıcaklık onun güçlenmesine, köklenmesine, topraklanmasına yardım eder. Buna ihtiyaç vardır, ego ona korunma sağlar; o iyidir, o tıpkı bir tohumun kabuğu gibidir.
Ancak kabuk nihai şey haline gelmemelidir aksi takdirde tohum ölecektir. Korunma çok uzun sürebilir, o zaman o bir hapishaneye dönüşür. Korunma, korunmaya ihtiyaç duyulduğu sürece kalmalıdır ve tohumun sert kabuğunun toprağın içinde ölme zamanı geldiğinde o doğal bir şekilde ölmelidir. Böylece tohum çiçeklenir ve yaşam doğabilir. Ego sadece koruyucu bir kabuktur; çocuk ona ihtiyaç duyar çünkü o çaresizdir. Çocuk ona ihtiyaç duyar o zayıftır. Çocuk ona ihtiyaç duyar çünkü o korunmasızdır ve etrafında milyonlarca etki vardır. Onun bir korunmaya, bir yuvaya, bir temele ihtiyacı vardır. Tüm dünya kayıtsız olabilir ama o her zaman için yuvasına doğru bakabilir ve oradan önem kazanabilir.

Ancak önemlilikle birlikte ego gelir. Çocuk egoist hale dönüşür ve bu ego ile birlikte yüzleştiğin tüm problemler ortaya çıkar. Bu ego senin âşık olmanı engelleyecektir. Bu ego herkesin sana boyun eğmesini ister; o senin hiç kimseye teslim olmana izin vermeyecektir. Ve aşk sadece sen teslim olduğunda gerçekleşir. Başka birisini teslim olmaya zorladığında bu mahvedici, nefret uyandırıcı bir şeydir. O aşk değildir. Ve şayet aşk yoksa yaşamında sıcaklık olmayacak, onun içinde hiç şiir olmayacaktır. O düzyazı olabilir, matematik, mantık, rasyonellik olabilir. Ancak kişi şiir olmadan nasıl yaşayabilir. Düzyazı iyidir, rasyonalite iyidir, kullanışlıdır, gereklidir. Fakat yalnızca mantık ve sebep-sonuç şeklinde yaşamak asla bir kutlama olamaz, asla bir bayram olamaz. Ve yaşam bir bayram olmadığında sıkıcıdır. Şiire ihtiyaç vardır. Ancak şiir için senin teslim olmana ihtiyaç vardır. Bu egoyu fırlatmana ihtiyaç vardır. Eğer bunu yapabilirsen, eğer onu bir anlığına dahi bir kenara koyabilirsen
yaşamın güzel olanı, ilahi olanı tatmış olacaktır.

Şiir olmadan sen gerçekten yaşayamazsın, sen sadece var olursun. Aşk şiirdir. Ve aşk mümkün değilse sen nasıl dua ile dolup taşacak, meditasyon halinde, farkında olacaksın? Bu neredeyse imkânsız hale gelir. Ve dingin bir farkındalık olmadığında sen yalnızca bir beden olarak kalacaksın; sen asla en derindeki ruhun farkına varamayacaksın. Yalnızca dua ile dolup taşma halinde, derin bir meditasyon halinde ve sessizlikte sen zirvelere ulaşırsın. Bu ibadet halindeki sessizlik, bu meditasyon halindeki farkındalık tecrübelerin en yüksek zirvesidir ancak kapıyı aşk açar. Yaşam boyu süren, binlerce insan —hasta, psikolojik olarak sakatlanmış, ruhsal olarak karmaşa içinde—üzerindeki incelemelerinden sonra Carl Gustav Jung, gerçek problemi manevi olmayan, kırk yaşını aşmış tek bir psikolojik hastaya rastlamadığını söylemiştir.

Yaşamda bir ritim vardır. Ve kırklarına geldiğinde yeni bir boyut, manevi bir boyut ortaya çıkar. Eğer bunu doğru bir şekilde ele alamazsan, eğer ne yapacağını bilmiyorsan hasta olacaksın, huzursuz
olacaksın. İnsanlığın tüm gelişimi bir süreklilik arz eder. Şayet bir adımı kaçırırsan o süreklilik ortadan kalkar. Çocuk egoyu edinir. Ve şayet o hiçbir zaman egoyu kenara bırakmayı öğrenmezse sevemez, hiç kimse ile rahat hissedemez. Ego sürekli olarak savaş içerisinde olacaktır. Sen sessizce oturuyor olabilirsin ama ego sürekli çatışma halindedir. Sadece tahakküm etmenin, diktatör gibi olmanın, dünyanın hâkimi olmanın yollarını araştırıyordur.

Bu her yerde sorunlar yaratır. Arkadaşlıkta, sekste, aşkta, toplumda; sen her yerde çatışma halindesindir. Hatta sana bu egoyu veren ebeveynlerle bile kavga vardır. Bir oğlun babasını affettiği çok nadirdir, bir kadının annesini affettiği çok nadirdir. Bu çok ender gerçekleşir. George Gurdjieff'in insanlarla toplandığı odada duvara asılı bir cümle vardı. Bu cümle şöyleydi: "Şayet sen annen ve babanla henüz rahat hissetmiyorsan o zaman çek git. Sana yardım edemem." Niçin? Çünkü sorun orada ortaya çıkmıştır ve orada çözümlenmelidir. Bu yüzden tüm gelenekler anne babanı sevmeni, anne babana mümkün olduğunca derin bir şekilde saygı duymanı söyler. Çünkü ego orada ortaya çıkar, toprağı odur. Onu orada çöz aksi takdirde o hiçbir yerde peşini bırakmayacaktır.

Psikanalizciler de yaptıkları tek şeyin, seni anne babanla aranda var olan problemlere geri götürüp onu bir şekilde onlarla çözmeye sevk etmek olduğu sonucuna varmışlardır. Şayet anne babanla çatışmanı çözebilirsen pek çok çatışma basitçe ortadan kalkacaktır. Çünkü onlar aynı temeldeki çatışmalara dayanmaktadır.

Örneğin babası ile rahat hissetmeyen bir erkek ofiste patronuyla da rahat hissedemez; asla, çünkü patron bir baba figürüdür. Anne babanla olan küçük çatışma senin tüm ilişkilerine yansımaya devam eder. Eğer annenle rahat değilsen karınla rahat olamazsın çünkü o kadını temsil edecektir; kadınlığın kendisi ile rahat hissedemezsin. Çünkü senin annen ilk kadındır, o ilk kadın modelidir. Nerede bir kadın varsa annen oradadır ve bu zor fark edilen ilişki devam eder.

Ego anne ve baba ile olan ilişkide doğar ve orada ele alınmalıdır. Aksi takdirde sen ağacın dallarını ve yapraklarını kesmeye devam edeceksin ve kök dokunulmadan kalacaktır. Eğer sen anne ve babanla ilişkini dengelemişsen olgunlaşmışsındır. Artık ego yoktur. Artık sen o zamanlar çaresiz olduğunu anlarsın, artık sen o zamanlar başkalarına bağımlı olduğunu, dünyanın merkezi olmadığını anlarsın. Aslında sen bütünüyle bağımlıydın; başka bir şekilde hayatta kalamazdın. Bunu anlayarak ego yavaş yavaş söner ve sen bir kez yaşamla çatışma halinde olmadığında rahat ve doğal ve gevşek hale gelirsin. O zaman yüzersin. O zaman dünya düşmanlarla dolu değildir, o bir ailedir, organik bir bütündür. Dünya sana karşı değildir, sen onunla birlikte akabilirsin. Egonun saçmalık olduğunu bularak, egonun var olmak için bir temeli olmadığını bularak, egonun cehalet içerisindeki bir yanlış anlama olduğunu, çocukça bir hayal olduğunu bularak kişi basitçe egosuz hale gelir.

Bana gelip, "Nasıl âşık olmalı, bir yolu var mı?" diye soran insanlar var. Nasıl âşık olmalı? Onlar bir yol, bir yöntem, belirli bir teknik isterler.

Onlar ne istediklerini anlamıyorlar. Âşık olmak demek artık bir yol, bir teknik, bir yöntem yok demektir. Bu yüzden ona "aşka düşmek" denir; sen artık kontrol eden değilsin, sen basitçe içine düşensin. Bu yüzden kafa merkezli insanlar aşkın gözünün kör olduğunu söyleyecektir. Aşk yegâne gözdür, yegâne görüştür ama onlar aşkın kör olduğunu söyleyecektir ve eğer sen âşıksan senin çıldırmış olduğunu düşüneceklerdir. Kafa merkezli insana bu delice gelir çünkü zihin büyük bir hükümrandır. Kontrolün yitirildiği herhangi bir durum zihin için tehlikeli görülür.

Fakat insan kalbinin bir dünyası vardır, insan varlığının ve bilincinin hiçbir tekniğin mümkün olmadığı bir dünyası vardır. Tüm teknikler madde ile mümkündür; bilinç ile hiçbir teknoloji mümkün değildir ve aslında hiçbir kontrol mümkün değildir. Bir şeyin olmasını sağlamak yahut kontrol etmeye çabalamanın ta kendisi egoistliktir.

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

EGO'nun kabuğunu kırmak - Aşık olmak (OSHO)

Bana gelip aşktan korktuğunu söyleyen insanların sayısının çokluğu beni her zaman şaşırtmıştır. Aşk korkusu nedir? Bunun nedeni birisini gerçekten sevdiğinde egonun eriyip kaybolmaya başlamasıdır. Ego ile birlikte sevemezsin, ego bir engele dönüşür. Ve sen kendinle diğer kişi arasındaki engeli kaldırmak istediğinde ego, "Bunun sonu ölüm olacak, dikkat et!" der.

Egonun ölümü senin ölümün değildir, egonun ölümü gerçekte senin yaşam olasılığındır. Ego sadece senin etrafındaki ölü bir kabuktur, o kırılıp atılmalıdır. O varlığa doğal bir şekilde erişir; tıpkı bir seyyahın elbiselerinin, bedeninin üzerine tozları toplaması gibidir. Ve o bu tozdan kurtulmak için yıkanmak zorundadır. Biz zaman içerisinde ilerlerken tecrübelerimizin, sahip olduğumuz bilginin, yaşamış olduğumuz hayatın, geçmişin tozunu toplarız. Bu toz egoya dönüşür. O birikir ve kırılıp atılması gereken etrafındaki bir kabuğa dönüşür. Kişi her gün, aslında her an yıkanmak zorundadır. Böylelikle bu kabuk asla bir hapishaneye dönüşmez.

Egonun nereden geldiğini, köklerini anlamak faydalı olacaktır.

Bir çocuk, özellikle insan evladı doğar ve mutlak surette çaresizdir. O başkalarının yardımı olmadan hayatta kalamaz. Hayvanların, ağaçların, kuşların yavrularının pek çoğu anne babası olmaksızın, toplum olmaksızın, aile olmaksızın hayatta kalabilir. Arada bir yardıma ihtiyaç duyulsa da bu çok küçük bir şeydir; birkaç gün en fazla birkaç ay. Ancak insan evladı öylesine çaresizdir ki başkalarına
yıllar boyunca bağımlı kalmak zorundadır. Köklerin aranması gereken yer burasıdır.

Niçin çaresizlik insan egosunu yaratır? Çocuk çaresizdir, başkalarına bağımlıdır ama ancak çocuğun cahil zihni bu bağımlılığı sanki kendisi dünyanın merkeziymiş gibi yorumlar. Çocuk, "Ne zaman ağlarsam annem hemen koşar, ne zaman acıksam sadece bir işaret vermeliyim ve meme bana verilir. Ne zaman altım ıslansa sadece azıcık bağırmak ve birisi gelir ve elbiselerimi değiştirir" diye düşünür. Çocuk bir imparator gibi yaşar. Aslında o kesinlikle çaresizdir ve bağımlıdır ve anne baba, aile ve onun bakıcıları onun hayatta kalmasına hep birlikte yardım ediyorlar. Onlar çocuğa bağımlı değildir, çocuk onlara bağımlıdır. Ancak çocuğun zihni bunu, sanki o dünyanın merkeziymiş gibi algılar. Sanki tüm dünya onun için varmış gibi yorumlar.

Ve çocuğun dünyası elbette başlangıçta çok küçüktür. O anne, bakıcı ve kenarda duran babadan oluşur; çocuğun tüm dünyası budur. Bu insanlar çocuğu sever ve çocuk giderek daha çok ve daha çok egoist hale gelir. O kendisini varoluşun tam merkezinde hisseder ve bu şekilde ego yaratılır. Bağımlılık ve çaresizlik aracılığıyla ego yaratılır. Aslında çocuğun gerçek durumu düşündüğünün tam tersidir, böylesi bir egoyu yaratmak için gerçek bir neden yoktur. Ancak çocuk tamamıyla cahildir, o bu şeyin karmaşıklığını anlayabilecek kapasitede değildir. O çaresiz olduğunu bilemez, o diktatör olduğunu düşünür. Ve sonra tüm hayatı boyunca diktatör olarak kalmaya çalışacaktır. O bir Napolyon, bir İskender, bir Adolf Hitler haline gelecektir; senin başkanlarının, başbakanlarının, diktatörlerinin hepsi çocukturlar. Onlar çocukken tecrübe ettikleri şeyin aynısını elde etmeye çalışıyorlar; onlar tüm
varoluşun merkezi olmak istiyorlar. Onlarla birlikte dünya yaşamalı ve ölmelidir; tüm dünya onların çeperidir ve kendileri de onun merkezidir; yaşamın anlamının ta kendisi onların içinde gizlidir.

Çocuk elbette doğal olarak bu yorumun doğru olduğunu görür çünkü annesi ona baktığında annenin gözlerinde onun hayatının anlamı olduğunu görür. Baba eve geldiğinde çocuk babanın hayatının anlamının kendisi olduğunu hisseder. Bu üç ya da dört yıl sürer. Ve hayatın başlangıcındaki yıllar en önemli yıllardır; bir kimsenin hayatında asla aynı potansiyele sahip bir zaman olmayacaktır.

Psikologlar ilk dört yıldan sonra çocuğun neredeyse tamamlandığını söylüyorlar. Tüm kalıp sabitlenir; hayatın geri kalanının tümünde farklı durumlarda aynı kalıbı tekrarlayacaksın. Ve yedi yaşına doğru çocuk, tüm tavırlarını doğrulamıştır, onun egosu yerleşmiştir. Artık o dünyanın içine girer. Ve o zaman her yerde sorunlarla karşılaşır, milyonlarca problem. Bir kez sen aile çemberinin dışına çıktığında sorunlar ortaya çıkacaktır; çünkü hiç kimse seni annenin babanın umursadığı gibi umursamaz, hiç kimse seni babanın seni düşündüğü kadar düşünmez. Aslında her yerde sen kayıtsızlıkla karşılaşırsın ve ego incinir.

Ancak artık kalıp yerleşmiştir. Bu incitici olsun ya da olmasın çocuk kalıbı değiştiremez; o artık varlığına damga vurmuştur. O diğer çocuklarla oynayacaktır ve onlara hükmetmeye çalışacaktır. O okula gidecektir ve tahakküm etmeye, sınıfında birinci olmaya, en önemli öğrenci olmaya çalışacaktır. O üstün olduğuna inanabilir ama diğer çocukların da aynı şekilde inanca sahip olduğunu görür. Çatışma vardır, egolar vardır, kavga vardır, mücadele vardır.

O zaman bu hayatın tüm hikâyesi halini alır: Etrafında tıpkı senin gibi milyonlarca ego vardır ve herkes zenginlik, iktidar, politika, bilgi, kudret, yalanlar, ikiyüzlülükler, gösteriş aracılığıyla kontrol etmeye, tahakküm etmeye, avantajlı hale gelmeye çalışıyor. Dinde ve ahlakta bile herkes hükmetmeye, tüm dünyanın geri kalanına, "Dünyanın merkezi benim" diye göstermeye çalışıyor.

İnsanlar arasındaki sorunların kökeni budur. Bu kavram yüzünden sen her zaman için biri ya da diğeri ile mücadele ve çatışma halindesin. Başkaları senin düşmanın olduğu için değil; diğer herkes de tıpkı senin gibidir, aynı teknededir. Diğer herkes için durum aynıdır; onlar da aynı şekilde yetiştirilmişlerdir.

Batı'da, çocuklar anneleri ve babaları olmadan yetiştirilmediği sürece dünyanın asla huzur bulamayacağını iddia eden belirli bir psikanaliz okulu vardır. Onlara desteklemiyorum çünkü o zaman çocuklar herhangi bir şekilde asla yetişmeyecektir. Bu psikologların iddialarında doğru olan bir şey vardır ama bu çok tehlikeli bir fikirdir. Çünkü çocuklar bakım evlerinde anne ve babalar olmaksızın, hiç sevgi olmaksızın, mutlak bir kayıtsızlıkla yetiştirilirlerse onların ego ile ilgili problemleri olmayabilir ama onların belki de daha çok zarar verecek, daha tehlikeli olan problemleri olacaktır.

Eğer çocuk tam bir kayıtsızlıkla yetişirse onun bir merkezi olmayacaktır. O kim olduğunu bilmeyen bir karmaşa, şekilsiz bir karmaşa olacaktır. Onun herhangi bir kimliği olmayacaktır. Korkak, ürkek… o korku olmaksızın tek bir adım bile atamayacaktır çünkü onu hiç kimse sevmemiştir. Elbette ego olmayacaktır ama o olmadan onun hiçbir merkezi olmayacaktır. O bir buda haline gelmeyecektir, o sadece sakatlanmış ve donuklaşmış olacak, her zaman korku hissedecektir. Sevgi seni korkusuz hissettirebilmek, kabullenildiğini, faydasız olmadığını, çöplüğe bırakılamayacağını hissettirmek için gereklidir. Eğer çocuklar sevginin eksik olduğu bir durumda yetiştirilirse onların egoları olmayacaktır bu doğru. Onların yaşamında çok fazla mücadele ve kavga olmayacaktır. Ancak onlar kendileri için kendi haklarını savunamayacaklardır. Onlar her zaman uçuş halinde olacak, herkesten kaçacak, kendi varlıklarının içinde gizleneceklerdir. Onlar budalar haline gelmeyecektir, onlar yaşam enerjisi ile ışıldamayacaklardır, onlar merkezlenmiş, huzurlu, yuvalarında olmayacaklardı r. Onlar basitçe egzantrik, merkezin dışında olacaktır. Bu da iyi bir durum olmayacaktır.

Dolayısıyla bu psikologları desteklemiyorum. Onların yaklaşımı insanlar değil, robotlar yaratacaktır. Ve elbette robotların problemleri olmayacaktır. Ya da onlar daha çok hayvanlara benzeyen insanlar yaratabilir. Daha az kaygı, daha az ülser, daha az kanser olacaktır. Ancak bu bilinçte daha yüksek zirvelere doğru gelişememen anlamına geldiği zaman elde etmeye değmez. Tersine sen aşağı doğru
düşeceksin, o bir gerileme olacaktır. Elbette sen bir hayvana dönüşürsen daha az ıstırap olacaktır çünkü daha az bilinç olacaktır. Ve şayet sen bir taş, bir kaya haline gelirsen hiçbir kaygı olmayacaktır çünkü içerde kaygı hissedecek, ıstırap duyacak bir kimse olmayacaktır. Ancak bunu elde etmeye değmez. Kişi bir taş gibi değil bir tanrı gibi olmalıdır. Ve ben bunu derken mutlak bilince sahip
olmayı ve yine de hiçbir kaygı, hiçbir endişe, hiçbir problem olmamasını; hayattan kuşlar gibi keyif almayı, hayatı kuşlar gibi kutlamayı, kuşlar gibi şarkı söylemeyi ifade ediyorum: Gerileme ile değil, bilincin en ideal şekilde gelişmesi aracılığıyla.

Çocuk bir ego edinir; bu doğaldır, bununla ilgili hiçbir şey yapılamaz. Kişi bunu kabul etmek zorundadır. Ancak sonrasında, onu taşımaya devam etmenin bir gereği yoktur. Ego başlangıçta çocuğun kabul edildiğini, sevildiğini, buyur edildiğini —davet edilmiş bir misafir olduğunu, bir kaza olmadığını— hissetmesi için gereklidir.

Baba, anne, aile ve çocuğun etrafındaki sıcaklık onun güçlenmesine, köklenmesine, topraklanmasına yardım eder. Buna ihtiyaç vardır, ego ona korunma sağlar; o iyidir, o tıpkı bir tohumun kabuğu gibidir.
Ancak kabuk nihai şey haline gelmemelidir aksi takdirde tohum ölecektir. Korunma çok uzun sürebilir, o zaman o bir hapishaneye dönüşür. Korunma, korunmaya ihtiyaç duyulduğu sürece kalmalıdır ve tohumun sert kabuğunun toprağın içinde ölme zamanı geldiğinde o doğal bir şekilde ölmelidir. Böylece tohum çiçeklenir ve yaşam doğabilir. Ego sadece koruyucu bir kabuktur; çocuk ona ihtiyaç duyar çünkü o çaresizdir. Çocuk ona ihtiyaç duyar o zayıftır. Çocuk ona ihtiyaç duyar çünkü o korunmasızdır ve etrafında milyonlarca etki vardır. Onun bir korunmaya, bir yuvaya, bir temele ihtiyacı vardır. Tüm dünya kayıtsız olabilir ama o her zaman için yuvasına doğru bakabilir ve oradan önem kazanabilir.

Ancak önemlilikle birlikte ego gelir. Çocuk egoist hale dönüşür ve bu ego ile birlikte yüzleştiğin tüm problemler ortaya çıkar. Bu ego senin âşık olmanı engelleyecektir. Bu ego herkesin sana boyun eğmesini ister; o senin hiç kimseye teslim olmana izin vermeyecektir. Ve aşk sadece sen teslim olduğunda gerçekleşir. Başka birisini teslim olmaya zorladığında bu mahvedici, nefret uyandırıcı bir şeydir. O aşk değildir. Ve şayet aşk yoksa yaşamında sıcaklık olmayacak, onun içinde hiç şiir olmayacaktır. O düzyazı olabilir, matematik, mantık, rasyonellik olabilir. Ancak kişi şiir olmadan nasıl yaşayabilir. Düzyazı iyidir, rasyonalite iyidir, kullanışlıdır, gereklidir. Fakat yalnızca mantık ve sebep-sonuç şeklinde yaşamak asla bir kutlama olamaz, asla bir bayram olamaz. Ve yaşam bir bayram olmadığında sıkıcıdır. Şiire ihtiyaç vardır. Ancak şiir için senin teslim olmana ihtiyaç vardır. Bu egoyu fırlatmana ihtiyaç vardır. Eğer bunu yapabilirsen, eğer onu bir anlığına dahi bir kenara koyabilirsen
yaşamın güzel olanı, ilahi olanı tatmış olacaktır.

Şiir olmadan sen gerçekten yaşayamazsın, sen sadece var olursun. Aşk şiirdir. Ve aşk mümkün değilse sen nasıl dua ile dolup taşacak, meditasyon halinde, farkında olacaksın? Bu neredeyse imkânsız hale gelir. Ve dingin bir farkındalık olmadığında sen yalnızca bir beden olarak kalacaksın; sen asla en derindeki ruhun farkına varamayacaksın. Yalnızca dua ile dolup taşma halinde, derin bir meditasyon halinde ve sessizlikte sen zirvelere ulaşırsın. Bu ibadet halindeki sessizlik, bu meditasyon halindeki farkındalık tecrübelerin en yüksek zirvesidir ancak kapıyı aşk açar. Yaşam boyu süren, binlerce insan —hasta, psikolojik olarak sakatlanmış, ruhsal olarak karmaşa içinde—üzerindeki incelemelerinden sonra Carl Gustav Jung, gerçek problemi manevi olmayan, kırk yaşını aşmış tek bir psikolojik hastaya rastlamadığını söylemiştir.

Yaşamda bir ritim vardır. Ve kırklarına geldiğinde yeni bir boyut, manevi bir boyut ortaya çıkar. Eğer bunu doğru bir şekilde ele alamazsan, eğer ne yapacağını bilmiyorsan hasta olacaksın, huzursuz
olacaksın. İnsanlığın tüm gelişimi bir süreklilik arz eder. Şayet bir adımı kaçırırsan o süreklilik ortadan kalkar. Çocuk egoyu edinir. Ve şayet o hiçbir zaman egoyu kenara bırakmayı öğrenmezse sevemez, hiç kimse ile rahat hissedemez. Ego sürekli olarak savaş içerisinde olacaktır. Sen sessizce oturuyor olabilirsin ama ego sürekli çatışma halindedir. Sadece tahakküm etmenin, diktatör gibi olmanın, dünyanın hâkimi olmanın yollarını araştırıyordur.

Bu her yerde sorunlar yaratır. Arkadaşlıkta, sekste, aşkta, toplumda; sen her yerde çatışma halindesindir. Hatta sana bu egoyu veren ebeveynlerle bile kavga vardır. Bir oğlun babasını affettiği çok nadirdir, bir kadının annesini affettiği çok nadirdir. Bu çok ender gerçekleşir. George Gurdjieff'in insanlarla toplandığı odada duvara asılı bir cümle vardı. Bu cümle şöyleydi: "Şayet sen annen ve babanla henüz rahat hissetmiyorsan o zaman çek git. Sana yardım edemem." Niçin? Çünkü sorun orada ortaya çıkmıştır ve orada çözümlenmelidir. Bu yüzden tüm gelenekler anne babanı sevmeni, anne babana mümkün olduğunca derin bir şekilde saygı duymanı söyler. Çünkü ego orada ortaya çıkar, toprağı odur. Onu orada çöz aksi takdirde o hiçbir yerde peşini bırakmayacaktır.

Psikanalizciler de yaptıkları tek şeyin, seni anne babanla aranda var olan problemlere geri götürüp onu bir şekilde onlarla çözmeye sevk etmek olduğu sonucuna varmışlardır. Şayet anne babanla çatışmanı çözebilirsen pek çok çatışma basitçe ortadan kalkacaktır. Çünkü onlar aynı temeldeki çatışmalara dayanmaktadır.

Örneğin babası ile rahat hissetmeyen bir erkek ofiste patronuyla da rahat hissedemez; asla, çünkü patron bir baba figürüdür. Anne babanla olan küçük çatışma senin tüm ilişkilerine yansımaya devam eder. Eğer annenle rahat değilsen karınla rahat olamazsın çünkü o kadını temsil edecektir; kadınlığın kendisi ile rahat hissedemezsin. Çünkü senin annen ilk kadındır, o ilk kadın modelidir. Nerede bir kadın varsa annen oradadır ve bu zor fark edilen ilişki devam eder.

Ego anne ve baba ile olan ilişkide doğar ve orada ele alınmalıdır. Aksi takdirde sen ağacın dallarını ve yapraklarını kesmeye devam edeceksin ve kök dokunulmadan kalacaktır. Eğer sen anne ve babanla ilişkini dengelemişsen olgunlaşmışsındır. Artık ego yoktur. Artık sen o zamanlar çaresiz olduğunu anlarsın, artık sen o zamanlar başkalarına bağımlı olduğunu, dünyanın merkezi olmadığını anlarsın. Aslında sen bütünüyle bağımlıydın; başka bir şekilde hayatta kalamazdın. Bunu anlayarak ego yavaş yavaş söner ve sen bir kez yaşamla çatışma halinde olmadığında rahat ve doğal ve gevşek hale gelirsin. O zaman yüzersin. O zaman dünya düşmanlarla dolu değildir, o bir ailedir, organik bir bütündür. Dünya sana karşı değildir, sen onunla birlikte akabilirsin. Egonun saçmalık olduğunu bularak, egonun var olmak için bir temeli olmadığını bularak, egonun cehalet içerisindeki bir yanlış anlama olduğunu, çocukça bir hayal olduğunu bularak kişi basitçe egosuz hale gelir.

Bana gelip, "Nasıl âşık olmalı, bir yolu var mı?" diye soran insanlar var. Nasıl âşık olmalı? Onlar bir yol, bir yöntem, belirli bir teknik isterler.

Onlar ne istediklerini anlamıyorlar. Âşık olmak demek artık bir yol, bir teknik, bir yöntem yok demektir. Bu yüzden ona "aşka düşmek" denir; sen artık kontrol eden değilsin, sen basitçe içine düşensin. Bu yüzden kafa merkezli insanlar aşkın gözünün kör olduğunu söyleyecektir. Aşk yegâne gözdür, yegâne görüştür ama onlar aşkın kör olduğunu söyleyecektir ve eğer sen âşıksan senin çıldırmış olduğunu düşüneceklerdir. Kafa merkezli insana bu delice gelir çünkü zihin büyük bir hükümrandır. Kontrolün yitirildiği herhangi bir durum zihin için tehlikeli görülür.

Fakat insan kalbinin bir dünyası vardır, insan varlığının ve bilincinin hiçbir tekniğin mümkün olmadığı bir dünyası vardır. Tüm teknikler madde ile mümkündür; bilinç ile hiçbir teknoloji mümkün değildir ve aslında hiçbir kontrol mümkün değildir. Bir şeyin olmasını sağlamak yahut kontrol etmeye çabalamanın ta kendisi egoistliktir.

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Keramet budalalarına ithafen

Hz. İmam Ali'nin keramet sahibi olduğunu duyan bir takım kişiler onun huzuruna geldiler. "Ya Ali bize bir keramet göster de görelim" dediler. Hz.Ali, Kanber'e buyurdu ki " Ya kanber sofra getir!" . Onlar ise "Bizim karnımız toktur senden bir keramet isteriz" dediler. Bunun üzerine Hz. İmam Ali buyurdu ki "Ya Kanber, Zülfikarı getir bunlara bir keramet göstereyim." Keramet isteyen kişiler Hz. İmam Ali'nin heybetini görüp anladılar ki keramet "sofra salmak"tır. Böylece hepsi dağılıp gittiler.

En büyük kerametlerden biri sofra salmaktır, kişinin sofrası konuğa, yolda kalmışa, muhtac olana her zaman açık gerekir.
Böyle bilinmiştir.


alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Kendinle Karşılaşmak - İçimdeki Tanrı

İçindeki okyanusa ulaşmak istiyorsan, önce yapman gereken kendini sevmek.

Herşeyinle kendini kabul etmen… Kuru kuruya bir sevgi değil bu, gerçek saf sevgiyle sevmek.

Kendinle karşılaşmak; bu çok zordur, acı vericidir. Eğer bu karşılaşmada kalbin sızlıyorsa gerçek duygularındır.
Eksik gördüğün tarafını gördüğünde, onu sevgi ile kabullen, sakın bu eksikliğin için bahane bulma. Bu kendine yapacağın iyilik değil kötülük olur.

Gerçek bir karşılaşma yapabilirsen, eksiklik olarak gördüğün şeyin senin gelişiminde ne kadar önemli olduğunu anlarsın. O zaman, o eksikliği içindeki saf sevgi enerjisi ile tamamlarsın…

Eğer gerçek bir karşılaşma yaşadıysan, zaten o eksiklik senin gelişimin için gerekli olan görevi tamamlamıştır.

İyilik ve kötülük diye birşey yoktur. İnsanoğlunun tekamülü vardır. Bunu sakın unutma…



alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

İnsanoğlunun Dikeni Egodur - İçimdeki Tanrı

Bilir misin bir gülün her bir yaprağının oluşumunda öyle büyük bir incelik, öyle büyük bir zariflik vardır ki, hiçbir yaprak birbirine benzemez ama aynı topraktan beslenir. İnsanoğlu da tıpkı güller gibi birbirinden farklı ama kaynak olarak birdir.

Güllerin nasıl dikenleri varsa, insanoğlunun da dikeni egodur.

Gülün dikenleri kendini korumak içindir. İnsanoğlunun dikenleri, kendinden kendini korumak içindir.

Bilmez ki kendine koyduğu bu dikenler nasıl canını yakar. Bir temizlese o dikenleri, kendini bulsa, özü ile buluşsa, o zaman anlayacak hakikat denizinde yüzmeyi. O zaman ruhunu kelepçeleyen bedeninden sıyrılıp içindeki engin okyanusu fark edecek.

Bak insanlara, senin gibi olanlara, başka gözle bak. Kalp gözünle bak. O zaman göreceksin ki hiç birinizin birbirinizden farkı yok. Dıştan farklı gözükseniz de, hepiniz aynı tohumdansınız, aynı topraktan besleniyorsunuz.

Gelecekte olacak olanlar bunu anlamanız içindir. Anlayanların dikenleri temizlenecek, anlamayanların dikenleri artacak.

Son zamanları iyi değerlendirin, bunlar sizin son şanslarınız.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, sona yaklaşıldığında kader diye birşey yok, herkesin özgür iradesi devrede. Kim içindeki okyanusa ulaşırsa cennetini bulmuş olacak. Bu o kadar da zor değil. Yardım insanın içinde, sadece dinlemesini bil. Sakın korkma, neden korkuyorsun ki, korktuğun kimse değil, sensin. Bulmacanın kendisi de çözümü de sensin…

Alıntı: "İçimdeki Tanrı"



alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Güven - Gurdjieff

Dünya planındaki spiritüel gelişim yolu, illüzyonların içinden geçen bir harekettir. Bu kültürde karşılaştığımız en büyük illüzyon ise “güvenlik” peşinden koşmaktır. Tüm “Amerikan Rüyası” bu arayışın üstüne kurulmuştur. Herkes bunu biraz farklı bir yolla tanımlar ama bu genelde meslekler veya geçim derdiyle, ilişkilerle ya da her ikisiyle de ilgilidir. Bizler güvenebileceğimiz, her zaman orada olacağını hissettiğimiz, asla değişmeyecek bir şey ararız.

Bu arayış, hayatta kalma korkusuyla yönlendirilir; kendimizi ölüme, hastalığa ve ıstıraba karşı güvende hissetmek isteriz. Ancak bizler, bu alemde kaldığımız sürece belli bir derece güvensizlik hissedeceğiz. Cevabın para olduğunu düşünebiliriz, öyleyse “Ne kadar para?” Belki de mesele, ilişkilerdir. Söz konusu ilişki ne kadar sürecektir? Belki de bu oyun, statü veya şöhret edinmek ya da kabul edilmek ile ilgilidir. Mesele ne olursa olsun bugün yüksekte, yarın aşağıda ve bir sonraki gün ise belirsiz bir durumda olabileceğimizi fark ederiz. Pozitif ve negatif duygular arasında bir sarkaç gibi sallanmaya başlarız. Gözlem yaptığımızda kesinlik kazanan bir şey olur; bu da, hiçbir şeyin kalıcı olmadığıdır. Kendimize karşı samimi olma kapasitemizi geliştirdiğimizde, peşinden koştuğumuz güvenliğin ufukta titreşen, ele geçmez, ulaşılamaz bir serap gibi kalacağını kabul etmeye zorlanırız.

Öyleyse, her şeyi boşverip kendimizi güvensizliğin içine mi bırakalım? Zaten, bu bir illüzyondur. Peki, güvenliği böylesine çok özlemek meşru mudur? Belki de güvenliği, başka bir yerde aramaya ihtiyacımız vardır. Belki de, dışımızda değildir. Aradığımız şey, muhtemelen içsel bir niteliktir ve belki onu elde etmeye bile ihtiyacımız yoktur, belki de ona zaten sahibiz ama farkında değiliz. Ne şok edici bir düşünce!

Şimdi, bu size aldatıcı bir şekilde basit gelebilir; belki bunu daha önce de duymuşsunuzdur. Aslında bu, yeni bir haber değildir. Kutsal kitap, “Cennetin krallığı içinizdedir.” derken bunu belirtmektedir. Lao Tzu’dan Sokrat’a, Buda’dan Muhammed’e kadar her büyük öğretmen aynı şeyi öğütlemiştir. Sorunumuz, içimizde yatan bilgeliğe erişmeye hazır olmayışımızdır. Bu fikir birçoğumuz için çoğu kez kuramsal veya mitolojiktir. Bunun doğruluğuna inanabiliriz, ama bu bize, inandığımız diğer herhangi bir şeyden daha fazla hizmet etmez, çünkü bizim her şeye inanma kapasitemiz vardır.

Öyleyse bir sonraki adım nedir? Bizi yeni bir yere hangi çaba götürecektir? Fikrin basitliği; içsel bilgiye kolay erişimi etkin bir şekilde engelleyen psikolojik içsel yapımız tarafından karmaşık hale getirilmektedir; bunu kabul etmeliyiz. Bu psikolojik yapı yüzünden bizler, içsel bilgiye destek vermesi için başlattığımız düz mantık yürütme labirentinde kayboluruz. Bizler, “iyi görünmemek” korkusuyla, içimizdeki sesin dürtüklemelerine göre hareket etmekte tereddüt ederiz. Bizler, hayal gücümüzle, kendi kendimizi mağlup eden, ayağımıza prangalar vuran, bizi felç eden muhtemel sonuçları yaratırız.

Internetteki Gurdjieff sayfalarından çeviren:
Burak Erker



alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Engramlar, analitik zihin ve tepkisel zihin

Hastalıkların büyük bir çoğunluğunun psikosomatik rahatsızlıklar olduğunu ve kendi ortaya attığı hipnoz benzeri alternatif bir tedavi yöntemi kullanılarak çoğunun bir uzman gerekmeden kitabı okuyan herkes tarafından tedavi edilebileceğini anlatıyor L.RON HUBBERD. Hatırladığım kadarıyla kitaptaki bilgileri ve bu bilgilerden yararlanarak yaşadığımız birkaç deneyimi sizlerle paylaşmak istedim. Kitabın yazarı insan zihnini 3 bölümde incelemiş. 1 Analitik Zihin 2 Tepkisel zihin 3 Psikosomatik zihin Bizi asıl ilgilendiren ilk ikisi olduğundan ben onlardan bahsedeceğim biraz. Sevgili Haşim in yazısında anlattığı Eskici bizim ANALİTİK ZİHNimiz oluyor.Analitik zihnin işleyişi: Bize daha önce verilen bilgileri birbirleriyle karşılaştırıp belirli bir mantık çerçevesi içerisinde ve istediği zaman arayıp bulabileceği bir sistemle STANDART BELLEK BANKASI (S.B.B.)nda biriktirmek şeklinde oluşuyor. Örneğin okuduğunuz bir kitap hakkındaki tüm bilgiler o kitabı ne zaman okuduğunuz ya da tanıştığınız birisinin isim, telefon, adres vs bilgileri birbiri ile bağlantı kurularak bu bankalarda saklanıyorlar. Buı bilgilere istediğiniz anda zaman kayıtlarıda dahil olmak üzere erişebiliyorsunuz.

İkincisi ise Analitik zihnin devredışı kaldığı (Narkoz, uyku, Acı duygusu yaratan şoklar yada benzeri) durumlarda ortaya çıkan ve bedenin zihnide diyebileceğimiz TEPKİSEL ZİHİN. Tepkisel zihinde bu gibi durumlardaki bilgileri ENGRAM BANKASI (E.B.)diye adlandıracağımız bir depoda biriktirir ancak, buradaki bilgilerin depolanış sistemi S.B.B. na göre farklı bir yöntemle olur. Tepkisel zihin aldığı bilgileri a=b=c=d=e şeklinde depolama eğilimindedir.



Örneğin :
Bir karı koca kavga etmektedir. Adam kadına bir yumruk vurur ve kadın acı duygusuyla birlikte bir baygınlık yaşar. Yere düşerken bir sandalye devrilir, çeşmeden damlayan suyun sesi gelmektedir, dışarıdan bir araba kornası duyulmaktadır ve adam kadına;'' sen işe yaramazın tekisin'' diye bağırmaktadır. Analitik zihin devredışı kalmıştır ve tepkisel zihin tüm bu olayları şu şekilde kaydetmeye başlar. su damlaması=acı=araba kornası=işe yaramazlık=saldalye devrilmesi. Bir müddet sonra kendisine geldiğinde yumruğu yediği ana kadar ki olan herşeyi hatırlar çünkü analitik zihin hepsini kaydetmiştir. Ancak diğer kayıtları hatırlayamaz.Bu kayıtlar ileride bir gün su damladığında, aynı frekanstaki bir araba kornası duyduğunda yada sandalye devrilmesi sesini duyduğunda tepkisel zihnin analitik zihni devreden çıkarması ve nedenini bilmediği bir acı ve işe yaramazlık duygusu hissetmesiyle ortaya çıkar. Tepkisel zihin bu kadarla da kalmaz ve farklı zamanlar da oluşan engramları da birbirlerine eşitlemeye başlar. Bu bedensel (tepkisel) zihnin kayıtları Anne karnında olduğumuz zamanlara kadar uzanır. Engram kayıtları fazla olan kişilerde tepkisel zihnin tamamıyla analitik zihni kapatma ve o kişiyi kendi senaryoları ile yaşatma eğilimi olduğunu anlatıyor L.RON HUBBERD

Bundan kurtulmanın yolunun ise analitik zihni devreden çıkarmadan yapılan, (benim dışarıdan birisinin yardımıyla yaptırılan meditasyona benzettiğim bir hipnoz yöntemi ile) Engramları tekrar yaşatarak tepkisel zihin kayıtlarının analitik zihne kaydedilmesi olduğunu anlatıyor. Bu yöntemin hipnozdan farkı kesinlikle telkin'in yasak olması çünkü her telkininde yeni bir engram yaratma riski taşıması. Kitabı okuduktan sonra bir arkadaşımızda uyguladığımızda gerçekten de etkili bir yöntem olduğunu deneyerek görmüş olduk.

Sürekli birlikte toplanıp sohbet ettiğimiz grup arkadaşlarımızdan birisi medyumik özellikler taşıyordu ve bu toplantılar sırasında zaman zaman transa girip değişik bilgiler aktarıyordu ancak trans halinden çıktığında ayakları tutmaz olup günlerce yatmak durumunda kalıyordu. Bir gün ona Dianetik'i anlatıp,'' denemek istermisin'' diye sorduğumda kabul etti ve uyguladık.

Dianetik in sistemi şöyle; yarım uyku haline giren kişi direk olarak kendiliğinden bir engram a gidiyor ve onun simgelediği bir kelime ya da cümleyi söylemye başlıyor. Yardımcı olan kişinin tek yapacağı şey o kelimeyi yeni birşeyler daha söyleyinceye kadar tekrarlatmak yeni birşeyler ilave edildikçede bu sefer onlarla birlikte baştan yeniden tekrarlatmaktan ibaret. Bu arkadaşımızın olayı şöyle gelişti.
''karanlık çok korkuyorum'' diye başladı birkaç tekrar sonrasında ''kapalı bir yerdeyim karanlık çok korkuyorum'' demeye başladı bir çok kelimenin tekrarı sonrasında bir dolapta olduğu, daha sonra teyze kızı ile bir köprü üzerinde yürüdükleri, o dönemde yaşadıkları yere gelen bir sirk olduğu ve teyze kızının sirkteki cambazlara özenip köprünün kenarında yürümeye kalktığını, dengesini kaybedip aşağı düşmesini, ayaklarının kırılıp sargılar içinde yatmasını ve anne babasından korkusuna düşmesine sebep arkadışımızın olduğunu söylemesi, onun da dayak korkusundan gidip dolaba saklanmasını, bir çok tekrarlar sonucunda bire bir yeniden yaşayarak anlattı. Kendisine geldiğinde de derin uyku halinde olmadığı için hepsini hatırlıyordu. ve Sonuç: o Arkadaşımız bir daha aykalarının tutmaması gibi bir problemi asla yaşamadı.Çünkü tepkisel zihindeki bilgiler analitik zihne kaydedilmişti.

Herkesin Okumasını Tavsiye ederim. Uygulaması ise biraz sabır istemekle birlikte çok zor değil. Hatta kendi kendinize bile meditasyon yöntemi ile başarabilirsiniz diye düşünüyorum. Hepimizin farkında olmadığımız bir sürü engramlarımız var sonuçta.

yanlız iyi okuyun burda demek istiyorki bazi şeyleri beynimizin algıladıkları nesneleri ve hissettiklerimizi değiştirirek farklı olaylar yani bir nesneyi olmadıgı halde oluşturabilmek için adım olarak izleyebiliriz tabi başta olmayan birşeyi yaratmak diye bir konu var forumda başta onu okuyup sonra buranin anlamı daha iyi anlaşılır




alıntıdır
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol
Geri
Üst