Tebliğler - Mesajlar Yazılar

---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

SEVGİNİN ALTINCI OKTAVI

Eylemdeki koşulsuz sevgi
(Soluk Gümüşden Soluk Gümüş-Beyaza)

Eylem halindeki koşulsuz sevgi, yükseliş için tohumlanmış varlıklara koşulsuz sevginin düzeltilmiş ana-modelini demirleyecektir. Koşulsuz sevgi öyle bir sevgidir ki sevginin insan deneyimindeki tüm bağımlılık kalıplarının ötesine geçer.Koşulsuz sevgi, bu vibrasyonu almak isteyen her ruha uzanan bir sevgi vibrasyonudur.Böyle bir vibrasyon varlığın yükselme yoluna engel olan ruhla ilişikli her türlü karmasını dönüştürmek için bu vibrasyonu almayı arzulayan ruhlara yardımcı olur.

Ruhla ilgili karma, genetik karmalardan farklıdır. Ruhun yaradılışın diğer sektörleri ve hatta diğer yaratılışların tümü ile ilgili deneyimleri ile ilişkilidir. Ruh karması ile genetik karma arasında genelde bir ilişki vardır ve bu ilişki ruhun belli bir form içinde enkarne olmasına ya da belirli bir forma girmesine neden olur.

Eylem halindeki koşulsuz sevginin demir atması ile birlikte Bodhisattva diğerlerinin de bir Bodhisattva olmak için gereken yolu açmalarını sağlar. Genellikle ruhsal karmalar bir ruhu onların da yeni bir farkındalık düzeyine yükselebileceklerini bilmekten alıkoyar. Bu tip ruhsal düşünce formlarının serbest bırakılmasıyla yer yaratarak, koşulsuz sevgiyi eyleme koyan Bodhisattva başkalarının da şahsi yükselişleri sırasında bir Bodhisattva olmak için gerekli mekanı açar..

Yükseliş içinde olanlar içinse altıncı oktav çağrıldığında kişinin başkaları ile olan ancak süregelen kendi yükseliş yoluna hizmet etmeyen bağlarının çözülmesine yardımcı olur. Bodhisattva haline ulaşmak genellikle yükselmeyi arzu etmeyen insanların geride bırakılmasını gerektirir. Bu en basit haliyle rezonansın bir yansımasıdır. (Yankılama, yansımanın aksetmesi) Kişi uyum içine girdikçe uyumsuz olarak yaşamına devam edenlerle yolları ayrılır. Bu belli bir uyumu kazanan varlıkların, karmadan dolayı belirli bir amacı yerine getirmek için bir araya gelmek yerine, yaptıkları ruh anlaşmaları nedeniyle bir araya gelmelerine yol açar. Altıncı oktavı demirleme armağanı alanlar başkalarını bir araya getirerek gelecekteki yükselişe temel olacak yeni tip topluluklar kuracaklardır.

SEVGİNİN YEDİNCİ OKTAVI

Eylem halindeki Özgürlük
(Soluk Altından Soluk Altın Beyazına)

Eylemdeki özgürlük Bodhisattvanın içinden akarak özgürlüğü hatırlatır ve yükselişe hazırlanan diğerlerini yıkar. Sizin dünyadaki yaradılışınız insan deneyimi içinde bir tür hapishane gibidir. Özgürlüğün hatırlanmasıyla ve sadece böyle bir hatırlayışla bir inisiye yükselişi hatırlayabilir. Özgürlüğün bu içten gelen talebi karşısında varlık içindeki tüm karanlıklarla bir savaşa girer ve kendini dünya üstünde hapse mahkum eden tüm düşünce formlarını yaratan varlıklarla yaptığı tüm anlaşmaları fesh eder.

Yükseliş kişinin tüm yaşam deneyimlerinin tüm sahalarında özgürlük oluşturur. Her Bodhisattva işinin bir sonraki fazına doğru ilerledikçe ve sevginin yedinci oktavını bedenledikçe onlar da kendilerini kendi yaşam deneyimleri içinde hapseden tüm düşünce formlarından özgür kılacaklardır. Bu ise inisiyenin halen devam eden insanlık deneyimlerinden çok daha farklı bir yaşam tarzını getirecektir. Bazıları için bu her şeyi vermek ve ruhun kendilerine yaptıkları rehberlik peşinde seyahat etmektir. Başkaları içinse bu yeni bir topluluk yaratmak amacıyla birilerini toplamaktır. Bu özgürlüğıün inisiyenin yaşam deneyimi içindeki rolu önemli olmasa da inisiyeye içinde olduğu an içinde neşe ve mutluluk verecektir.

Özgürlük, Bodhisattva için acı verici dahi gözükse, tüm diğer varlıklara istedikleri tercihlerini tüzahür ettirmelerine izin vermesi demektir. Derin bir anlayışla bakacak olursak özgürlük, tüm gerçeklerin kişinin kendi içinde ve tüm diğer realite düzlemlerinde ki başkalarında ifade bulduğu haliyle tezahür etmelerine izin vermektir. Başkalarını bu vibrasyonda yıkadığınız zaman başkalarına o an içinde kim iseler o olmalarına, ve yegane gerçeklerini ifade etmelerine tamamen izin verir. Başkalarına bu şekilde izin verdiğiniz zaman, inisiyelerin koşulsuz olarak etraflarında yer alan gerçeklerin tüm diğer tezahürlerini koşulsuz kabul etmelerini hatırlamalarına yardımcı olur.

Yükselenler için ise, kişi yedinci oktavı çağırdığında, kişiyi yükselişten alıkoyan tüm birey ve ortamlarıla olan bağlarını çözmesine yardımcı olur. Bu vibrasyonlarla inisiyeler aynı zamanda kendi ifade özgürlüklerine kavuşarak, Dünya üzerindeki amaçlarını yerine getirebilirler.

SEVGİNİN SEKİZİNCİ OKTAVI

Eylemdeki İlahi Birlik
(Violet, Beyaz dan Gümüşe violet-Beyaz)

Eylemdeki İlahi Birlik Bodhisattva ile birlikte olanları ilahi birliğin vibrasyonları içinde yıkar böylece ilahi birliğin anımsanması ortaya çıkabilir. İlahi birliğin hatırlanması ile varlık Tanrı/Tanrıça/Her Şey Olan'a sedece kendi BEN varlıkları ve Üst Ruhları ile ulaşabileceğini hatırlar. Tanrı/Tanrıça ve BEN kendisini asla bir bedenliye zorlamaz. Bedenli, BEN ile bağlantı kurmayı ve BEN varlığını yaşam deneyiminin içine çekmeyi bilinçli olarak kendi seçmelidir. İşte Sevginin sekizinci oktavı inisiyelere bunu hatırlatmak için tanzim edilmiştir.

Eylem halindeki ilahi birlik inisiyeleri öyle bir vibrasyonla yıkar ki, içte bulunan dişi ve erkeğin birbirleri ile çelişmesine neden olan tüm kalıplar serbest kalmaya başlar. Varlık ilahi birliği bedenlemeden önce içindeki dişi ve erkek bir diğeri ile savaş içinde olmayı bir yana bırakmalıdır. Bu değişiklikler aynı zamanda inisiyenin yaşam deneyimi içindeki kadın erkek rekabetini de sona erdirecektir.

Bir grup içinde, ilahi birlik vibrasyonu orda bulunan birçok bireyin ruh ve bedenlerinin arasında ilahi bir birliğin doğmasına neden olacaktır. İlahi birlik hali her bir grup üyesinin kendi içinde ilahi birliğe ulaşmasını ve bu birliği dışarıya genişleterek kendi inisiyasyon süreci içinde aynısını başarabilmiş diğerlerini de bu birliğin içine alabilmeyi gerektirir.

İlahi birliğin vibrasyonunu kullanma armağınına sahip olanlar kendilerinin etrafında toplanan gruplara ilahi birliğin içinde olmaktan gelen bir vecd hali yaşatırlar. Böyle yaparak yükseliş için tohumlanmış bir çok gruba birliğin kinestetik bilgisini transfer edeceklerdir. Böylesi bir bilgi transferi insanlığın geleceğinde doğacak olan ilahi birlik temeli üzerine kurulacak yeni bir medeniyete hazırlık temin edecektir.

Yükselenler için, sekizinci oktavı çağırmak halihazırda süregelen yaşam deneyiminiz içindeki uyumsuz kalıpları tedavi etmenize özellikle dişi ve erkek arasındaki çelişkilerin çözülmesine yardımcı olacaktır. Sekizinci oktav hasta olanlar tarafındanda çağrılabilir, zira hastalık ta bir uyumsuzluktur. Bu uyumsuzluk dişi ve erkek arasındaki çelişkilerden doğacağı gibi, beden ve ruh arasındaki çelişkiden de doğmuş olabilir. Bu tip akortsuzluklar şifa buldukça, tedavi imkanları da ortaya çıkabilir.

SEVGİNİN DOKUZUNCU OKTAVI

Eylemdeki Birlik Bilinci
(Gümüş-pembe-Beyaz dan Parlak gümüş Pembe Beyaza)

Bodhisattvaya ulaşanlar ve birlik bilincini eyleme dökenler karşılaştıkları herkesi koşulsuz sevgi temeli üzerine kurulmuş bir medeniyeti hatırlatacaklardır. İnsanlık ancak başka tip bir medeniyetin de mümkün olabildiğini hatırladığı zaman o medeniyet ortaya çıkmaya başlayacaktır.

Eylemdeki Birlik Bilinci ile yıkananlar ve ruhları yükseliş ile uyumlu olanlar Dünya üzerinde kurulacak yeni bir medeniyetin yeni ana-modelini alacaklardır. Bu ana-model koşulsuz sevgi üzerine kurulu toplumların tüm detaylarını hatırlamak üzere uyananlara bu yolda imkan vermek üzere hazırlanmıştır. Bu bilgi ile uyananlar Dünya ve insanlığın yönetimi için yeni bir form oluşturacak çalışma bilgisini ortaya koyacaklardır.

Birlik Bilinci vibrasyonları bireylerin şahsi yükselişlerini etkilemez ancak birlikte yükselmeye karar vermiş birey guruplarını etkiler. Bu vibrasyonun kullanımı bir arada yükselmek üzere anlaşmış ruhları bir araya çekecektir.

SEVGİNİN ONUNCU OKTAVI

Eylem halindeki Koşulsuz Yönetim
(Parlak gümüş beyazından Parlak Altın Beyazına)

Sevginin Onuncu oktavı ya da Eylem Halindeki Koşulsuz Yönetim Mahavishnunun bedeninde kalp merkezindeki 1000 yapraklı lotüs şefkat merkezini bedenlemesi ile birlikte demirlenir. Bu sevginin dokuz oktavının bir araya gelmesi ile oluşur ve ortaya sevginin 9 prensibi üzerine kurulmuş yeni tip bir yönetim şekli çıkarır.

9 oktavın demirlenmesi ile birlikte, böyle bir birey ile karşılaşan ya da onunla birlikte çalışan tüm grupların derhal 9 oktavı uygulamaya geçirmelerine imkan tanır. Yarının liderleri olmak için ruhsal anlaşmaları olanların uyanması için bu 9 oktavın alınması ile birlikte onun lütufları da başlar.

Bu liderlikler Şamballa ve Dünya hükümranlıkları içindeki tüm fiziksel ve fiziksel olmayan planları kapsar. Bu ilkeler uygulandıklarında bu bireyleri çevreleyen her türlü diğer gücün yıkılmasına yol açar. Daha derin bir anlayışla bakacak olursak Şamballanın bu son yeniden yapılanmasını ortaya çıkartabilecek bu duruma ulaşabilmek belli sayıda bireyin bu düzeye gelmesine gerek duyulmaktadır. Söylemekten mutluyuz ki bu geçte olsa başarılmıştır ve Dünyanın geleceği açısından yeni potansiyeller ve yeni ümitler doğmuştur.

ÖZET

İniyiseleri yükseliş süreci içinde Sevginin On Oktavını çağırmaya davet ediyoruz. Bu vibrasyonlar Zihnin bilinçli arzusu ile ya Kundalini ile ya da suptil bedenlerin meridyenleri ile harekete geçecektir.Böyle yaparak kişinin formunda depolanan karma ile birlikte çürümeye, yaşlanmaya, hastalığa sebep veren hücresel çarpıklıklar çözülmeye başlayabilir.

Bu bilgiyi yararlı bulduğunuza ve onu kişisel yükseliş yolunda kullanacağınıza inanıyoruz. Seyahatiniz sırasında yanınızda olacağız. Lütfen sizi sevdiğimizi ve her adımınızda sizi desteklediğimizi unutmayın

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Deneysel Ruhçuluk

Deneysel Ruhçuluk esas itibariyle bir araştırma, inceleme ve gözlemleme bilimidir. Araştırmalarında, olaydan yani sonuçtan sebebe doğru uzanması da bir metod olarak deneyselliğinin en iyi göstergelerinden biridir. Bir bilim dalı olarak deneysel araştırmalardan parapasikolojye uzanan tarihsel süreci boyunca temelinde var olan bilimsellik asla gözardı edilemez. Deneysel Ruhçuluk felsefi olarak kozmoloji (evrenbilim), ontoloji (varlıkbilim) ve etikle (ahlak) ilgilenir. Bilimsel ve deneysel yönüyle de; trans ve medyomluğun her çeşidini, parapsikloji, ipnoz, telkin ve manyetizm gibi konuları içerir. Parapsikolojik çalışmalar, Duyular Dışı algılamalarla ilgilidir. Bu araştırmalara, telepati, durugörü, prekognisyon ve psikokinezinin dışında, psikometri, teleportasyon, radyestezi, dedublüman, ekminezi, şifacılık gibi daha pek çok psişik çalışma dahildir.

Deneysel Ruhçulukta parapsikolojinin ve olağanüstü olayların yorum ve araştırması önemlidir. Zira bunlar insanın, aslında büyük kudretlere sahip bir ruh varlığı olduğunu, ölümden sonra şuurluluğun devam ettiğini anlamaya yarar. Çeşitli zamanlarda, dünyanın çeşitli ülkelerinde, çeşitli araştırmacılar tarafından ruhsal fenomenlerle ilgili olarak yapılan deneysel çalışmalar daima birbirini doğrulamış ve desteklemiştir. Pek çok ülkenin üniversitelerinde kurulan kürsülerde, çeşitli dernek, enstitü ve vakıflarda yapılan ruhsal araştırmalar ve deneyler de bilimsel bir anlayışla sürdürülmektedir. Birçok ciddi bilim adamı, ruhçuluğun deneysel yanını şiddetle reddederken, ruhsal fenomenleri gözlemledikten sonra tekrar eden deney ve gözlem sonuçları karşısında, ateşli bir savunucu olmuşlardır. Deneylere dayanan ruhçuluk evrensel bir niteliğe sahiptir. Evrenselliği kapsadığı bilgi ve prensiplerin ilkesel birliğinden oluşur. Bu geniş yelpazede her görüş kendine bir yer bulabilir, her soruya yanıt bulunabilir. Tüm dünya üzerinde, deneysel araştırmalarla ruhsallığın iç içe geçerek incelendiği bu metodoloji, özünde iki ana temel unsuru barındırır. Bunlardan birincisi, 'yaşamakta olan varlığın amacı nedir' sorusuna yanıt aramak; ikincisi ise,' beden ötesi ya da ölüm sonrası yaşamın şartlarını araştırmak ve bunların nelerden ibaret olduğunu saptamaya çalışmaktır.' Deneysel ruhçuluk bir inanç sistemi değil bir bilgi sistemidir. İnanç subjektiftir; kişiden kişiye, toplumdan topluma, devirden devire değişir.

Oysa bilgi objektiftir; kişilerin ya da toplumların arzu ve isteklerine göre değişmez. Herkes için, her yerde ve her zaman aynıdır. İnançları değil de bilgiyi temel alan tüm öğretiler ayırıcı değil birleştiricidir; dogmaları yoktur, düşünmeden ve anlamadan inanmak tarzında kimseye bir baskı yapmaz. Tüm inançlar ve manevi eğitim sistemleri ancak böylesine bir evrensel görüşün şemsiyesi altında bir araya gelebilir. Her ekolün kendine ait bir tarihçesi vardır. Her ne kadar Ruhçuluğun başlangıcı insanlık tarihi kadar eski ise de kurumlaşması 1850'lere rastlar. Tarih boyunca yaşayanlarla ruhsal dünyalar arasında bir iletişim olabileceği hep bilinmiştir. Mitolojilerde, efsanelerde ve dinsel inançlarda bu konuya ait sayısız örnek de vardır ama New York eyaletinin Hydesville kasabasında yaşayan Fox Ailesi, yaşayanlarla ruhsal dünya arasında özel metodlarla ikili bir iletişim yapılacağını ispatlayan ilk ailedir. Fox kardeşlerin başından geçen hayli ilginç olaylar konuyla ilgilenen birçok bilim adamı ve uzman tarafından ölüm ötesinde başka bir yaşamın olduğuna dair bir kanıt olarak kabul edildi. Böylece Fox ailesi bugün dünya üzerinde milyonlarca hatta milyarlarca kişinin benimsediği Ruhçuluğun ilk temellerini atmış oldular.

Deneysel Ruhçuluğun çağımızda yeniden oraya çıkışı, bu küllenmiş ateşin yeniden tutuşması; dünyanın dört bir yanında kurulan ruhsal irtibatlar ve alınan tebliğler sayesinde olmuştur. Ruhçuluğun gelişmesi ise bu tebliğlerin derlenmesi ve ruhsal fenomenlerin bilimsel kuruluşlar tarafından incelenmesi ve deneye tabi tutulmasıyla gerçekleşmiş olup, bu süreç aynı hızıyla hatta artarak devam etmektedir. Şimdiye kadar ya materyalist ya da idealist düşünceler tek yanlı olarak ele alındı; ruh ile madde birbirinden ayrı değerlendirildi. İnsanlık ya tamamen maddeye, ya da tamamen ruha yönelerek, her ikisini bağdaştıran bir bilgi sistemi kuramadı. Ama Deneysel Ruhçuluk bu gezegende yaşayan her insanın hem ruhsal, hem maddesel yönünü bir araya getirerek bir bilgi sistemi oluşturdu. Günümüz insanının, kendini ve yaşamı bir bütün halinde kavramasını sağlayacak olan bu metodoloji; ruhsallık ile bilimi birleştiren bir sistematiktir.

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

%100 Düşünce


1. HERŞEY DÜŞÜNCEDE BAŞLAR :

Kendimiz için yarattığımız dünyadan hoşlanmıyorsak, hoşlanabileceğimiz yeni olaylar başlatabilecek bir dünya yaratma hakkı bize verilmiştir. Düşünce hem yönetici hem üreticidir. Hayatın erkek boyutu, hepimizin içindeki bilinçli ve yönetici düşüncedir. Dişi boyutu ise bilinçaltından gelen alıcı ve yaratıcı yollardır.

2. KENDİNİ YÖNETMENİN YOLU :

Bilinçaltı, bedenin yapıcısı olarak bilinir. Bedenin fonksiyonlarının otomatik olarak yürümesini sağlar. Bilinç emirleri verir, bilinçaltı da uygular. Bilinç; bilinçaltına direktifler verir. Bilinçaltı yalnızca emirler alıp bunları mantıki kıyaslamayla ( kurala dayalı çıkarımla ) yargılayarak yerine getirdiği için gönüllü hizmetkar adını alır. İnsanlar, gereksiz sınırlamaları kabul ederek kendilerini hipnotize ederler. İnsanlar kendileri için kurallar, yasalar koyuyorlar, sonrada bunların esiri olup mutsuz oluyorlar.

3. İSTE VE SAHİP OL :

Aklımızdan geçen şeyler ergeç ortaya çıkar. Bilinçli olarak düşünülen her düşünce, bilinçaltını etkiler ve bu etki, düşüncedeki güç ve arzunun derecesine bağlı olarak eyleme dönüşür. Bilinçli olarak yeni bir hayata başlamaya karar versek de bilinçaltına yeni düşünce biçimimizi işlemedikçe o, bir hafta, bir ay, bir yıl önce verdiğimiz emirleri yerine getirmeyi sürdürür.

4. KENDİNİZ OLMA CESARETİNİ GÖSTERİN :

İnsan kendisini küçümser ve sürekli başkalarıyla karşılaştırır.Yalnız bir insan dünyada ne yapabilir.? Çok şey. Büyük işler başarabilir. İnsan bilinçli olarak düşünebildiği, güvenle beklediği ve mümkün olduğuna inandığı her şeyi yapabilir. Evren sınır koymaz; biz inançlarımızla sınırlarız kendimizi. Bir insan kendini arıyorsa kaybettiği yere bakmalıdır. Acaba hiç tanımış mıdır kendisini? Hayatımıza hakim olmanın yolu bilincimizi kullanmaktan geçer. Yönetimi yürüten bilinçtir. Deneyimlemek istediğimiz şeylerin kalıbını hazırlayarak düşünce çeşitlerini seçiyoruz. Bilinç, hayatla nasıl ilişki kuracağımıza karar verir, ifade yollarını seçer.

5. AMAÇLARA ULAŞMAK İÇİN BEŞ İLKE :

İnançla başlayıp başarıyla son bulan beş basamak şöyle sıralanabilir:
1. Kendiniz için ideal zihinsel imajı belirleyin.
2. Çaba göstermeden, yalnızca inanmak hiçbir işe yaramaz.
3. Düşüncelerinizi kendinize saklayın.
4. Esnek olun; gerekirse plan değişikliği yapın.
5. Gözlerinizi hedeften ayırmayın, işi yarı yolda bırakmayın.

6. SINIRSIZ FİKİR KAYNAĞINI KULLANMA :

Hepimizin içinde, derinlerde yüzyılların bilgeliği yatar. Asla tüketilemeyecek, sonsuz bir yaratıcı fikirler kaynağı saklıdır içimizde. Yaratıcılığı geliştirmek için dört kural :
1. Düşüncelerinizi bir noktada yoğunlaştırın.
2. Derinlemesine düşünmek aceleye gelmez.
3. Fikirler geldiğinde hazır olun .
4. Şimdi fikirlerinizi kullanmaya hazırsınız.

7. YARATICI İMGELEMENİN GÜCÜ :

Yaratıcı imgelemeyi anlayarak ve uygulayarak tüm hayatınızı yeniden düzenleyebilirsiniz. Yaratıcı imgeleme sayesinde kişinin kendisiyle ve yaşadığı dünya ile ilgili inancını, dolayısıyla bu inancın ürünlerini değiştirmek mümkündür. Yaratıcı imgeleme ısrarla kullanılırsa, fikrin olduğu her yerde başarı da vardır. Hepimiz mucit olamayız. Fakat yaratıcı imgeleme bir çok yerde, hayatın basit şeylerinde de kullanılabilir.

8. KENDİNE GÜVEN NASIL OLUŞTURULUR :

Hepimiz kendine güvenin gerekliliğini biliyoruz. Bugün bir çok kulüp, dernek, birlik faaliyet göstermekte. Bunların hepsi bireyin güven duygusunu geliştirmek ihtiyacından kaynaklanıyor. Kişinin kendine güvenini yitirmesine neden olan korkulardan biri başarısızlık korkusudur. Her insan başarılı olmak ister. Onaylanmama korkusu ise yalnızca çocuklara ait bir sorun değildir; her yaşta insan bu korkuyu yaşayabilir. İşte, evde, okulda, nerede olursa olsun yaptığımız her şeyde hayatı, ifade ettiğimizi ve bu hayatın sonsuz ve mükemmel olduğunu anlamalıyız. İfade ettiğimiz bu hayat tüm hayatla birdir; bundan dolayı insanla Tanrı arasında veya insanla insan arasında ayrım yoktur.

9. İLK ADIM KARAR VERMEK :

Bilinçaltı sürekli olarak bilinçten gelen emirleri yerine getirir. Bilinçaltı, bilinç tarafından inanılan her emre yanıt verir. Kararsızlık olursa, her dakika fikir değiştirilirse, bilinçaltı karmaşaya düşer. Kesin kararlar vermeyi öğrenmeliyiz. İnsana seçme hakkı verilmiştir. Kullanıp kullanmamak kendisine bağlıdır. Unuttuğumuz bir ismi hatırlamak için kendimizi zorladıkça işimiz daha da güçleşir; bir an için rahatlayıp gevşersek birden hatırlayıveririz. Karar verirken de aynı şey geçerlidir.

10. KENDİNİ YÖNETME REFAH GETİRİR :

Her insanın kendine has bir refah, zenginlik ölçüsü vardır. Bu yüzden, para kazanmak refah bilincinin yan ürünlerinden biri olmasına rağmen, refah sahibi olmak ilahi büyük bir servete sahip olmak demek değildir. Gerçek refah içsel hakimiyetle başlar ki bu yaşamın har alanında zenginlik getirir. Para pis bir sözcük değildir. Kötü olan para değildir. Para zenginliğin kanıtıdır, takas için kullandığımız semboldür. İhtiyaç duyduğumuz şeyleri takas etmek yerine para kullanıyoruz. Demek ki para kötü dersek giyecekler, yiyecekler, yaşadığımız ev de kötü demektir. Kötü olan parayı çok fazla sevmek onu tüm iyiliklerin kaynağından önde tutmaktır. Ekonomik sistemi yermek kimseyi bir yere ulaştırmaz. Neye direnirseniz o da size direnir. Fikir birliğine varırsak hayata uyum sağlarız. Sevgi ve zenginlik birbirini tamamlar.

11. İŞLER KÖTÜ GİTTİĞİNDE NE YAPMALI

Hepimizin hayatında her şeyin kötüye gittiği zamanlar vardır; planlar ters gider, umutla beklenen kararlar gerçekleşmez, hastalık ve kazalar günlük hayatın akışını aksatır. Böyle zamanlarda hepimiz dayanacak bir şeyler ararız, güvenebileceğimiz iç kaynaklar bulmaya çalışırız. İşler ters gittiğinde gerçeği kanıtlama ve hayatımızdaki gücü gösterme fırsatına sahip oluruz. Var olan koşullara neyin neden olduğu gerçekten önemli değil. Samanlık yanıyorsa yangını neyin başlattığının ne önemi var. Sorulması gereken soru “Yangını söndürmek için ne yapmalıyım” olmalı. İnandığımız, kabullendiğimiz ve güvenle beklediğimiz her şeye sahip oluruz. Bu hayat tarafından doldurulmak üzere elimizde tuttuğumuz kalıptır. Bu büyük yaşam yasasını açıklamanın bir çok yolu var. Bu ektiğini biçmek, neden-sonuç ve benzer benzerini çeker yasaları olarak da adlandırılabilir.

12. ZAMANIN EFENDİSİ OLUN :

Zaman insanların sonsuzluk ölçüsüdür. Şimdiye kadar zamanla ilgili doğal olarak kabul ettiğimiz her şey insan düşüncesinin ürünüdür; görecelidir. Bilinçaltının düşündüğümüz gibi bir zaman kavramı yoktur. Hayatımızı yönetmesine izin verdiğimiz zaman programları kendi düşüncemizin ürünüdür. Evrensel bilinçaltında zaman ve yer yoktur. Bilinçaltı geçmiş veya gelecek diye bir şey bilmez. Hep şimdiki zamanda çalışır. Özne zihin denen bilinçaltı tamamıyla bilince bağlıdır. Tek akıl vardır; o da Düşüncenin evrensel havuzunun bireysel kullanımıdır. Bilinçaltına emirler verirken, onun zaman ve yerden habersiz olduğunu hatırlayalım. Onu koşullandıran bizleriz.


13. İYİ BİR BELLEK İÇİN DÖRT İLKE :

1) Dur-Bak-Dinle
2) Öğrenme süreci fikirlerin birleştirilmesine bağlıdır.
3) Sizin için çalışmasını istiyorsanız belleğinize güvenin.
4) Kendini yönetme, kesin sonuçlar getiren kesin bir eylemdir.

Net bir belleğe yaklaşımımızda dikkatsiz hiçbir şey olmamalı. Bizi etkileyen şeyler kolayca hatırlanır. Dikkat edersek, bilinçaltına kesin direktif verirsek, hatırlamak istediğimiz her şeyi hatırlarız. İyi bellek denen, çağırılmayı bekleyen bilgiyi hatırlama yeteneğine her yaşta sahip olunabilir.
14. SAKİNLEŞTİRİCİ HAPLAR ALMADAN RAHATLAMA :

Bugün çoğu televizyon reklamı, rahatlama veya gerilimden kurtulma ile ilgilidir. İnsan reklamlara inansa, gerilimden kaynaklanan başağrılarının ancak ilaçlarla yok edilebilecek kaçınılmaz bir dert olduğu sonucuna varırdı. İşyerinde yoğun bir günden sonra kendini tükenmiş hisseden bir çok insan bir bara koşturur ya da birkaç kadeh içki içmek için aceleyle eve gider; bunun kendilerini rahatlatacağını düşünürler. Fakat içki uyarıcıdır. Önce uyarır sonra aptallaştırır. Hepimiz hayatın dış kenarında çok hızlı hareket etmenin sonucu olan karmaşanın esaretine düşeriz sonra içimize dönmek, sakinleşmek ve asla karmaşaya düşmeyen, acele içinde olamayan ve rahatsız olmayan iç huzurunu yaşamak isteriz. Bu var oluşumuzun gerçeğidir. Onu anlamamızı bekler yalnızca.

15. ENDİŞELENMEYİ BIRAK, YAŞAMAYA BAK :

Endişe, zihinden dolaşan ince bir korku akıntısıdır, ne kadar uzun süre akarsa o kadar derin izler bırakır. Endişe her bakımdan bir sorun yaratıcıdır. Endişenin üstesinden gelmenin ilk adımı,endişenin hiçbir şey kazandırmadığını, sahibine zarar verdiğini en büyük arzularımızın gerçekleşmesine engel olduğunu, uzun vadede hayatımıza olumsuz etkileri olacağını kabul etmektir. Bu gerçekleri kabul ettik mi endişe alışkanlığından kurtulmanın gerekliliğini anlamaya başlarız.

16. KORKU SİZİ YENMESİN, SİZ KORKUYU YENİN ! :

Korku insanlığın bir numaralı düşmanıdır. Korku bir duygudur. Makul veya akılcı değildir. Her zaman için korkulacak bir şey vardır ve bu şey hakkında gerçek olmayan duygular geliştiririz. Düşmanınızın kim ya da ne olduğu hiç önemli değil, onun en güçlü silahı sizin korkunuzdur. Bu düşmandan korkmaya başladığınız an sizden güçlü duruma geçer. “Korkaklar bin kez ölür” derler. Her korku küçük bir ölümdür. Temelde her korku bir ölüm korkusudur. Ölümden korkmaktan kurtulursak hayatla korkusuzca yüz yüze gelebiliriz. Ölüme “son düşman” denir; aslında o yenmemiz gereken ilk düşmandır.

17. EVET, SİGARAYI BIRAKABİLİRSİNİZ ! :

Yapıcı ve yıkıcı alışkanlıklar vardır. Bilinçaltı ince eleyip sık dokumaz. Asla yargıda bulunmaz. Verdiğimiz emirleri harfi harfine yerine getirir. Biz emirleri veririz, bilinçaltı yerine getirmek için çalışır. Evet sigarayı bırakabilirsiniz; diğer herhangi bir alışkanlığınızı da yenebilirsiniz. Bu tamamen bilinçaltına verdiğiniz direktiflere bağlıdır. Kişi sigaradan kurtulmak istediğinde, bunun gerçekleşmesi için gerekli her şey yapılacaktır.

18. UYKUSUZLUK HASTALIĞINI YENEBİLİRSİNİZ ! :

Herhangi bir şeye dikkati yöneltmenin zihni uyanık tuttuğu bulunmuş; çoğu zaman uykun içinde geçerli bu. Uykunun mutlaka gerekli olmadığına, bedenimizin uyumadan da ihtiyacı olan dinlenmeyi sağlayabileceğine ikna olursak bizi uyumaktan alıkoyan endişenin hakkından gelebiliriz. Aklın kendini yönetme gücü sayesinde, sonuç olarak bilinçaltının uyku fonksiyonuyla ilgilenmesini sağlayan emirleri zihninize verebilirsiniz. Bir daha uyanık olarak yatakta yattığınızda kendi kendinize şunları söyleyin. “Şimdi uyuyacağım-Tüm bedenim gevşemiş durumda. Aklım dingin. Ben huzurluyum. Şimdi uykuya hazırım.”

19. CESARETSİZLİĞİN ÇARESİ :

Hepimiz ara sıra cesaretimizi yitiririz. Hayatın gerekli bir parçası olmamasına rağmen kimse ona karşı bağışıklı değildir. Cesaretini yitiren insan yalnız olmadığını, herkesin şu yada bu şekilde düş kırıklığına uğradığını anlamalıdır. Cesaretinizi yitirdiğinizi hissettiğiniz an, oturun ve önünüze bir parça kağıt koyun. Özel bir probleminiz varsa tüm ayrıntılarıyla kağıdın bir yüzüne yazın. Sonra, öbür yüzüne mümkün olan tüm çözümleri yazın. Sonra, başka bir kağıt alın ve hayatınızdaki cesaret verici her şeyi yazın. Kazançlarınız, arkadaşlarınız, yetenekleriniz v.s. Artık bitti deyinceye kadar yazın bunları kağıda. Hayatınızdaki cesaret kırıcı şeylerin tümünü de kağıdın öbür yüzüne yazın. Hepsini boşaltın. Bunu yaptıktan sonra, cesaret kırıcı şeyleri sıraladığınız taraftakileri birer birer çizin ve “Bununla işim bitti. Hakkımdaki gerçek bu değil” deyin. Şimdi tüm dikkatinizi hayatınızdaki cesaret verici şeylere yoğunlaştırın. Dikkatimizi verdiğimiz şeyler gelişir, büyür. Dikkatimizi iyiye, olumluya ve doğruya yöneltirsek yaşadıklarımız bunlar olur.

20. KENDİNİ İYİ YÖNETME, SÜREKLİ HUZURDUR :

Her erkeğin ve kadının amacı olan gerçek huzur bir sükunet halidir; rahatsızlık endişe, sıkıntı ve heyecanlardan sıyrılmaktır; hayat ve çevremizdekilerle uyum içinde olmaktır. Yaratıcı olmak için hayatla uzlaşmak gerekir. Her durumda dayanabileceğimiz iyi bir şey bulalım. Eski düşman direnci saf dışı etmenin en iyi yoludur bu. Her durumda olumlu karşılık vermeye çalışın. İyiyi bulun. Eleştiri veya suçlamada bulunmayın Bu yöntemi bir hafta kadar deneyin; sonunda yaratıcılığa giden yolu bulduğunuzu göreceksiniz.

SONUÇ :

Evrenin en büyük gücüne sahibiz. Bu güç düşüncedir. Yaşamımızı yöneten şey aslında düşünme biçimimizdir. Psikojenez (düşünce+başlangıç) “her şey düşüncede başlar” demektir. Her birimiz evrensel zeka’nın birer fikri ürünüyüz. İster hoşlanalım ister hoşlanmayalım yaşadığımız dünya zihinsel bir dünyadır. Düşünce sonsuzdur. Düşüncenin insan beyniyle sınırlı olduğunu düşünmek bizi yanıltır. İnsan evrensel akılla birlikte kendi hayatını yaratır.

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

%100 Düşünce


1. HERŞEY DÜŞÜNCEDE BAŞLAR :

Kendimiz için yarattığımız dünyadan hoşlanmıyorsak, hoşlanabileceğimiz yeni olaylar başlatabilecek bir dünya yaratma hakkı bize verilmiştir. Düşünce hem yönetici hem üreticidir. Hayatın erkek boyutu, hepimizin içindeki bilinçli ve yönetici düşüncedir. Dişi boyutu ise bilinçaltından gelen alıcı ve yaratıcı yollardır.

2. KENDİNİ YÖNETMENİN YOLU :

Bilinçaltı, bedenin yapıcısı olarak bilinir. Bedenin fonksiyonlarının otomatik olarak yürümesini sağlar. Bilinç emirleri verir, bilinçaltı da uygular. Bilinç; bilinçaltına direktifler verir. Bilinçaltı yalnızca emirler alıp bunları mantıki kıyaslamayla ( kurala dayalı çıkarımla ) yargılayarak yerine getirdiği için gönüllü hizmetkar adını alır. İnsanlar, gereksiz sınırlamaları kabul ederek kendilerini hipnotize ederler. İnsanlar kendileri için kurallar, yasalar koyuyorlar, sonrada bunların esiri olup mutsuz oluyorlar.

3. İSTE VE SAHİP OL :

Aklımızdan geçen şeyler ergeç ortaya çıkar. Bilinçli olarak düşünülen her düşünce, bilinçaltını etkiler ve bu etki, düşüncedeki güç ve arzunun derecesine bağlı olarak eyleme dönüşür. Bilinçli olarak yeni bir hayata başlamaya karar versek de bilinçaltına yeni düşünce biçimimizi işlemedikçe o, bir hafta, bir ay, bir yıl önce verdiğimiz emirleri yerine getirmeyi sürdürür.

4. KENDİNİZ OLMA CESARETİNİ GÖSTERİN :

İnsan kendisini küçümser ve sürekli başkalarıyla karşılaştırır.Yalnız bir insan dünyada ne yapabilir.? Çok şey. Büyük işler başarabilir. İnsan bilinçli olarak düşünebildiği, güvenle beklediği ve mümkün olduğuna inandığı her şeyi yapabilir. Evren sınır koymaz; biz inançlarımızla sınırlarız kendimizi. Bir insan kendini arıyorsa kaybettiği yere bakmalıdır. Acaba hiç tanımış mıdır kendisini? Hayatımıza hakim olmanın yolu bilincimizi kullanmaktan geçer. Yönetimi yürüten bilinçtir. Deneyimlemek istediğimiz şeylerin kalıbını hazırlayarak düşünce çeşitlerini seçiyoruz. Bilinç, hayatla nasıl ilişki kuracağımıza karar verir, ifade yollarını seçer.

5. AMAÇLARA ULAŞMAK İÇİN BEŞ İLKE :

İnançla başlayıp başarıyla son bulan beş basamak şöyle sıralanabilir:
1. Kendiniz için ideal zihinsel imajı belirleyin.
2. Çaba göstermeden, yalnızca inanmak hiçbir işe yaramaz.
3. Düşüncelerinizi kendinize saklayın.
4. Esnek olun; gerekirse plan değişikliği yapın.
5. Gözlerinizi hedeften ayırmayın, işi yarı yolda bırakmayın.

6. SINIRSIZ FİKİR KAYNAĞINI KULLANMA :

Hepimizin içinde, derinlerde yüzyılların bilgeliği yatar. Asla tüketilemeyecek, sonsuz bir yaratıcı fikirler kaynağı saklıdır içimizde. Yaratıcılığı geliştirmek için dört kural :
1. Düşüncelerinizi bir noktada yoğunlaştırın.
2. Derinlemesine düşünmek aceleye gelmez.
3. Fikirler geldiğinde hazır olun .
4. Şimdi fikirlerinizi kullanmaya hazırsınız.

7. YARATICI İMGELEMENİN GÜCÜ :

Yaratıcı imgelemeyi anlayarak ve uygulayarak tüm hayatınızı yeniden düzenleyebilirsiniz. Yaratıcı imgeleme sayesinde kişinin kendisiyle ve yaşadığı dünya ile ilgili inancını, dolayısıyla bu inancın ürünlerini değiştirmek mümkündür. Yaratıcı imgeleme ısrarla kullanılırsa, fikrin olduğu her yerde başarı da vardır. Hepimiz mucit olamayız. Fakat yaratıcı imgeleme bir çok yerde, hayatın basit şeylerinde de kullanılabilir.

8. KENDİNE GÜVEN NASIL OLUŞTURULUR :

Hepimiz kendine güvenin gerekliliğini biliyoruz. Bugün bir çok kulüp, dernek, birlik faaliyet göstermekte. Bunların hepsi bireyin güven duygusunu geliştirmek ihtiyacından kaynaklanıyor. Kişinin kendine güvenini yitirmesine neden olan korkulardan biri başarısızlık korkusudur. Her insan başarılı olmak ister. Onaylanmama korkusu ise yalnızca çocuklara ait bir sorun değildir; her yaşta insan bu korkuyu yaşayabilir. İşte, evde, okulda, nerede olursa olsun yaptığımız her şeyde hayatı, ifade ettiğimizi ve bu hayatın sonsuz ve mükemmel olduğunu anlamalıyız. İfade ettiğimiz bu hayat tüm hayatla birdir; bundan dolayı insanla Tanrı arasında veya insanla insan arasında ayrım yoktur.

9. İLK ADIM KARAR VERMEK :

Bilinçaltı sürekli olarak bilinçten gelen emirleri yerine getirir. Bilinçaltı, bilinç tarafından inanılan her emre yanıt verir. Kararsızlık olursa, her dakika fikir değiştirilirse, bilinçaltı karmaşaya düşer. Kesin kararlar vermeyi öğrenmeliyiz. İnsana seçme hakkı verilmiştir. Kullanıp kullanmamak kendisine bağlıdır. Unuttuğumuz bir ismi hatırlamak için kendimizi zorladıkça işimiz daha da güçleşir; bir an için rahatlayıp gevşersek birden hatırlayıveririz. Karar verirken de aynı şey geçerlidir.

10. KENDİNİ YÖNETME REFAH GETİRİR :

Her insanın kendine has bir refah, zenginlik ölçüsü vardır. Bu yüzden, para kazanmak refah bilincinin yan ürünlerinden biri olmasına rağmen, refah sahibi olmak ilahi büyük bir servete sahip olmak demek değildir. Gerçek refah içsel hakimiyetle başlar ki bu yaşamın har alanında zenginlik getirir. Para pis bir sözcük değildir. Kötü olan para değildir. Para zenginliğin kanıtıdır, takas için kullandığımız semboldür. İhtiyaç duyduğumuz şeyleri takas etmek yerine para kullanıyoruz. Demek ki para kötü dersek giyecekler, yiyecekler, yaşadığımız ev de kötü demektir. Kötü olan parayı çok fazla sevmek onu tüm iyiliklerin kaynağından önde tutmaktır. Ekonomik sistemi yermek kimseyi bir yere ulaştırmaz. Neye direnirseniz o da size direnir. Fikir birliğine varırsak hayata uyum sağlarız. Sevgi ve zenginlik birbirini tamamlar.

11. İŞLER KÖTÜ GİTTİĞİNDE NE YAPMALI

Hepimizin hayatında her şeyin kötüye gittiği zamanlar vardır; planlar ters gider, umutla beklenen kararlar gerçekleşmez, hastalık ve kazalar günlük hayatın akışını aksatır. Böyle zamanlarda hepimiz dayanacak bir şeyler ararız, güvenebileceğimiz iç kaynaklar bulmaya çalışırız. İşler ters gittiğinde gerçeği kanıtlama ve hayatımızdaki gücü gösterme fırsatına sahip oluruz. Var olan koşullara neyin neden olduğu gerçekten önemli değil. Samanlık yanıyorsa yangını neyin başlattığının ne önemi var. Sorulması gereken soru “Yangını söndürmek için ne yapmalıyım” olmalı. İnandığımız, kabullendiğimiz ve güvenle beklediğimiz her şeye sahip oluruz. Bu hayat tarafından doldurulmak üzere elimizde tuttuğumuz kalıptır. Bu büyük yaşam yasasını açıklamanın bir çok yolu var. Bu ektiğini biçmek, neden-sonuç ve benzer benzerini çeker yasaları olarak da adlandırılabilir.

12. ZAMANIN EFENDİSİ OLUN :

Zaman insanların sonsuzluk ölçüsüdür. Şimdiye kadar zamanla ilgili doğal olarak kabul ettiğimiz her şey insan düşüncesinin ürünüdür; görecelidir. Bilinçaltının düşündüğümüz gibi bir zaman kavramı yoktur. Hayatımızı yönetmesine izin verdiğimiz zaman programları kendi düşüncemizin ürünüdür. Evrensel bilinçaltında zaman ve yer yoktur. Bilinçaltı geçmiş veya gelecek diye bir şey bilmez. Hep şimdiki zamanda çalışır. Özne zihin denen bilinçaltı tamamıyla bilince bağlıdır. Tek akıl vardır; o da Düşüncenin evrensel havuzunun bireysel kullanımıdır. Bilinçaltına emirler verirken, onun zaman ve yerden habersiz olduğunu hatırlayalım. Onu koşullandıran bizleriz.


13. İYİ BİR BELLEK İÇİN DÖRT İLKE :

1) Dur-Bak-Dinle
2) Öğrenme süreci fikirlerin birleştirilmesine bağlıdır.
3) Sizin için çalışmasını istiyorsanız belleğinize güvenin.
4) Kendini yönetme, kesin sonuçlar getiren kesin bir eylemdir.

Net bir belleğe yaklaşımımızda dikkatsiz hiçbir şey olmamalı. Bizi etkileyen şeyler kolayca hatırlanır. Dikkat edersek, bilinçaltına kesin direktif verirsek, hatırlamak istediğimiz her şeyi hatırlarız. İyi bellek denen, çağırılmayı bekleyen bilgiyi hatırlama yeteneğine her yaşta sahip olunabilir.
14. SAKİNLEŞTİRİCİ HAPLAR ALMADAN RAHATLAMA :

Bugün çoğu televizyon reklamı, rahatlama veya gerilimden kurtulma ile ilgilidir. İnsan reklamlara inansa, gerilimden kaynaklanan başağrılarının ancak ilaçlarla yok edilebilecek kaçınılmaz bir dert olduğu sonucuna varırdı. İşyerinde yoğun bir günden sonra kendini tükenmiş hisseden bir çok insan bir bara koşturur ya da birkaç kadeh içki içmek için aceleyle eve gider; bunun kendilerini rahatlatacağını düşünürler. Fakat içki uyarıcıdır. Önce uyarır sonra aptallaştırır. Hepimiz hayatın dış kenarında çok hızlı hareket etmenin sonucu olan karmaşanın esaretine düşeriz sonra içimize dönmek, sakinleşmek ve asla karmaşaya düşmeyen, acele içinde olamayan ve rahatsız olmayan iç huzurunu yaşamak isteriz. Bu var oluşumuzun gerçeğidir. Onu anlamamızı bekler yalnızca.

15. ENDİŞELENMEYİ BIRAK, YAŞAMAYA BAK :

Endişe, zihinden dolaşan ince bir korku akıntısıdır, ne kadar uzun süre akarsa o kadar derin izler bırakır. Endişe her bakımdan bir sorun yaratıcıdır. Endişenin üstesinden gelmenin ilk adımı,endişenin hiçbir şey kazandırmadığını, sahibine zarar verdiğini en büyük arzularımızın gerçekleşmesine engel olduğunu, uzun vadede hayatımıza olumsuz etkileri olacağını kabul etmektir. Bu gerçekleri kabul ettik mi endişe alışkanlığından kurtulmanın gerekliliğini anlamaya başlarız.

16. KORKU SİZİ YENMESİN, SİZ KORKUYU YENİN ! :

Korku insanlığın bir numaralı düşmanıdır. Korku bir duygudur. Makul veya akılcı değildir. Her zaman için korkulacak bir şey vardır ve bu şey hakkında gerçek olmayan duygular geliştiririz. Düşmanınızın kim ya da ne olduğu hiç önemli değil, onun en güçlü silahı sizin korkunuzdur. Bu düşmandan korkmaya başladığınız an sizden güçlü duruma geçer. “Korkaklar bin kez ölür” derler. Her korku küçük bir ölümdür. Temelde her korku bir ölüm korkusudur. Ölümden korkmaktan kurtulursak hayatla korkusuzca yüz yüze gelebiliriz. Ölüme “son düşman” denir; aslında o yenmemiz gereken ilk düşmandır.

17. EVET, SİGARAYI BIRAKABİLİRSİNİZ ! :

Yapıcı ve yıkıcı alışkanlıklar vardır. Bilinçaltı ince eleyip sık dokumaz. Asla yargıda bulunmaz. Verdiğimiz emirleri harfi harfine yerine getirir. Biz emirleri veririz, bilinçaltı yerine getirmek için çalışır. Evet sigarayı bırakabilirsiniz; diğer herhangi bir alışkanlığınızı da yenebilirsiniz. Bu tamamen bilinçaltına verdiğiniz direktiflere bağlıdır. Kişi sigaradan kurtulmak istediğinde, bunun gerçekleşmesi için gerekli her şey yapılacaktır.

18. UYKUSUZLUK HASTALIĞINI YENEBİLİRSİNİZ ! :

Herhangi bir şeye dikkati yöneltmenin zihni uyanık tuttuğu bulunmuş; çoğu zaman uykun içinde geçerli bu. Uykunun mutlaka gerekli olmadığına, bedenimizin uyumadan da ihtiyacı olan dinlenmeyi sağlayabileceğine ikna olursak bizi uyumaktan alıkoyan endişenin hakkından gelebiliriz. Aklın kendini yönetme gücü sayesinde, sonuç olarak bilinçaltının uyku fonksiyonuyla ilgilenmesini sağlayan emirleri zihninize verebilirsiniz. Bir daha uyanık olarak yatakta yattığınızda kendi kendinize şunları söyleyin. “Şimdi uyuyacağım-Tüm bedenim gevşemiş durumda. Aklım dingin. Ben huzurluyum. Şimdi uykuya hazırım.”

19. CESARETSİZLİĞİN ÇARESİ :

Hepimiz ara sıra cesaretimizi yitiririz. Hayatın gerekli bir parçası olmamasına rağmen kimse ona karşı bağışıklı değildir. Cesaretini yitiren insan yalnız olmadığını, herkesin şu yada bu şekilde düş kırıklığına uğradığını anlamalıdır. Cesaretinizi yitirdiğinizi hissettiğiniz an, oturun ve önünüze bir parça kağıt koyun. Özel bir probleminiz varsa tüm ayrıntılarıyla kağıdın bir yüzüne yazın. Sonra, öbür yüzüne mümkün olan tüm çözümleri yazın. Sonra, başka bir kağıt alın ve hayatınızdaki cesaret verici her şeyi yazın. Kazançlarınız, arkadaşlarınız, yetenekleriniz v.s. Artık bitti deyinceye kadar yazın bunları kağıda. Hayatınızdaki cesaret kırıcı şeylerin tümünü de kağıdın öbür yüzüne yazın. Hepsini boşaltın. Bunu yaptıktan sonra, cesaret kırıcı şeyleri sıraladığınız taraftakileri birer birer çizin ve “Bununla işim bitti. Hakkımdaki gerçek bu değil” deyin. Şimdi tüm dikkatinizi hayatınızdaki cesaret verici şeylere yoğunlaştırın. Dikkatimizi verdiğimiz şeyler gelişir, büyür. Dikkatimizi iyiye, olumluya ve doğruya yöneltirsek yaşadıklarımız bunlar olur.

20. KENDİNİ İYİ YÖNETME, SÜREKLİ HUZURDUR :

Her erkeğin ve kadının amacı olan gerçek huzur bir sükunet halidir; rahatsızlık endişe, sıkıntı ve heyecanlardan sıyrılmaktır; hayat ve çevremizdekilerle uyum içinde olmaktır. Yaratıcı olmak için hayatla uzlaşmak gerekir. Her durumda dayanabileceğimiz iyi bir şey bulalım. Eski düşman direnci saf dışı etmenin en iyi yoludur bu. Her durumda olumlu karşılık vermeye çalışın. İyiyi bulun. Eleştiri veya suçlamada bulunmayın Bu yöntemi bir hafta kadar deneyin; sonunda yaratıcılığa giden yolu bulduğunuzu göreceksiniz.

SONUÇ :

Evrenin en büyük gücüne sahibiz. Bu güç düşüncedir. Yaşamımızı yöneten şey aslında düşünme biçimimizdir. Psikojenez (düşünce+başlangıç) “her şey düşüncede başlar” demektir. Her birimiz evrensel zeka’nın birer fikri ürünüyüz. İster hoşlanalım ister hoşlanmayalım yaşadığımız dünya zihinsel bir dünyadır. Düşünce sonsuzdur. Düşüncenin insan beyniyle sınırlı olduğunu düşünmek bizi yanıltır. İnsan evrensel akılla birlikte kendi hayatını yaratır.

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Sen Olmasan..


Kendine güvenmeyi dene, bu en temel ders, ilk ders. Kendini sevmeye başla. Sen kendini sevmezsen, seni kim sevebilir? Ama unutma, eğer sadece kendini seversen, sevgin çok yoksul olur.

Sen kendi yanında olmazsan, başka kim senin yanında olsun? Ve ayrıca: Sadece kendi yanında olursan, hayatının ne anlamı olabilir?

Sen olmasan bu varoluşun aynı olmayacağı, sen olmasan bu varoluşta bir boşluk olacağı hiç söylenmedi. Sen olmasan, bu evrenin şiirinde, güzelliğinde bir şeyler eksik kalır. Bir şarkı, bir nota eksik kalır; bir boşluk olur...

Benim burda yaptığım da işte bu: Kendine karşı içinde yaratılan güvensizliği parçalamak, içinde yaratılan bütün suçluluğu parçalamak, onu senden almak ve sana sevildiğinin, saygı duyulduğunun, varoluş tarafından sevildiğinin duygusunu vermek. Tanrı seni sevdiği için yarattı. Seni öyle çok seviyordu ki, seni yaratma arzusuna karşı koyamadı.

Osho

Hiç doğmadı, hiç ölmedi. Sadece dünya denen bu gezegeni; 1931-1990 yılları arasında ziyaret etti.

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

İstediğiniz Şeylerin Peşinde Koşmaktan Artık Vazgeçin



İÇİNDEKİLER

A. GİRİŞ
B. YAŞAM AMACINIZA ULAŞMADA DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİN 28 İLKESİ
C. ESİN KÖŞESİ
D. EYLEM PLANI

A. GİRİŞ

Merhaba,Bu sayımızda verimli bir yaşam stratejisi oluşturmada ilginç bir konu olan çekicilik" üzerinde odaklanacağız. "Dayanılmaz Çekicilik" ilkeleri 1997 yılında kişisel danışmanlık uzmanı Thomas J. Leonard'ın 200'e yakın meslektaşıyla yaptığı bir çalışmanın ürünü. Leonard'ın halen eğitimlerinde kullandığı ve dünyada pek çok danışman tarafından müşterilerine farklı bir bakış açısı kazandırmak için kullanılan bu 28 "çekicilik" ilkesini siz okurlarımızla paylaşmak istedik.Leonard, sitesinde bu programı bakın nasıl tanıtıyor:

"İstediğiniz şeylerin peşinde koşmaktan artık vazgeçin!
Kulağa irkiltici, garip, hatta belki komik geliyor, değil mi? Haklısınız, öyle! Yaşamda sahip olmayı çok istediğiniz şeyler için "ölesiye" mi çalışıyorsunuz? Çekicilik ilkelerini öğrenip uygulamaya başladığınızda, en çok istediğiniz şeyler kendiliğinden ve kolaylıkla size gelecektir."

İnsan ister istemez merak ediyor, değil mi? Diğer pek çok kültürde olduğu gibi, bizim kültürümüzde de başarıya, belli bir hedefe ya da istenilen bir şeye ulaşmak için insanın kendisini zorlaması gerektiği inancı yaygındır. Yaşamın büyük ödülüne giden yol elbette zahmetli ve hatta eziyetli olmalı, türlü çeşitli sıkıntılara göğüs gerilmelidir! Oraya bir biçimde ulaşmış o "şanslı" insanlar da, "epik" bir kıvama ulaşana dek abartarak anlattıkları başarı öyküleriyle bu yerleşik inancı pekiştirmek için ellerinden geleni esirgemezler. Televizyondaki reklamda, "Çook çalışmam gerek anne, çoook,"diyerek yakınan ufaklığı izlerken anlayışla başımızı sallamamızın nedeni belki de budur. Sorun, zaten çalışmaktan çok, başarmak ve elde etmek için kendini (hatta başkalarını) zorlamayı, itelemeyi, sürüklemeyi bir tür zorunluluk olarak görmekte. Toplumumuzda, kişisel gelişim rehberlerinin en çok zorlandığı konulardan biridir bu aynı zamanda: Bir şeyler yapması için sürekli zorlanan bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplumda, bireysel gelişimi destekleme girişimlerinin olumsuz algılanma oranı da yüksektir. İşte itmek, zorlamak, sürüklemek yerine bireylerin belli ilkelere dayalı anlamlı edimler aracılığıyla açığa çıkaracakları "gerçek" yaşam amaçlarını eksiksiz ifade ederek kendilerini "çekici" kılmaları fikri, zihinsel bir yenilenmeye yol açabilir. Umarız, okurlarımız bireysel gelişim stratejilerini yeniden gözden geçirerek, bu ilk bakışta aykırı gelebilecek bakış açısından yararlanabilecekleri içgörüler elde ederler.

B. YAŞAM AMACINIZA ULAŞMADA DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİN 28 İLKESİ

1. Biraz da kendinizi düşünün: Siz yoksanız, başka hiçbir şey de yoktur ve çekicilik olanaklı değildir. Günlerinizi yaşam amacınızı tam olarak ifade eden etkinliklerle geçirin; bunun dışındakileri, kendi yaşam amaçlarına uygun bulacak kişilere devredin.

2. Kendinizi geleceğin kıskacından kurtarın: Çekicilik şimdi iş görür, gelecekte değil. Amacınızın yaşamınızı bugün biçimlendirmesini sağlayın. Sakın erteleyip, "Günün birinde yaparım,"sendromuna kapılmayın. Yaşam amacınızı hemen bugün ifade edin; şu da olsun, bu da gerçekleşsin diye beklemeyin.

3. Her olaya fazlasıyla karşılık verin: Aşırı tepki göstermek yerine, fazlasıyla karşılık vererek gelişirsiniz; bu da çok çekicidir. Her durumda yaşam amacınızı dolu dolu ifade edin; kendinizi tutmayın. Burada fazla karşılıktan kasıt, yarattığınız yaşam amacınızdan hareketle kendinizi tam olarak ortaya koymanızdır. Öte yandan, reaksiyon göstermek yarattığınız değil, size benimsetilmiş bir amacın ürünüdür.

4. Her alanda sonsuz bir potansiyel oluşturun:Karşı konulamaz ölçüde çekici olmak için asla yeter demeyin. Temel gereksinimleriniz karşılanmıyorsa, yaşamınızı yaşam amacınızı ifade etmeye adamanız güçtür. Sonsuz reservler oluşturarak varoluşunuzdan kaynaklanan temel fiziksel ve ruhsal gereksinimlerinizin baskısını azaltın. İşte sizeasla yeter dememeniz gereken alanlardan bazıları: sevgi, dostluk, dinginlik/sükunet, amaç dolu projeler, enerji/sağlık.

5. Sadece haz almak uğruna değer katın:Zevk aldığınız için değer kattığınızda, insanlar doğal olarak sizi çekici bulur. Sadece haz almak için değer katmak, yaşam amacınızın doğal biçimde ifade edilişinden kaynaklanır. Hayatta kalma gereksiniminin baskısından kurtulun; bizler doğal olarak kendisini tanımlayan varlıklarız.

6. Digerlerini derinden etkileyin: İnsanlarla ne kadar çok temasa geçerseniz, o denli çekici olursunuz. Diğer insanlarla iletişim kurduğunuz ölçüde çekici olursunuz. Yaşam amacınızı ifade ettiğinizde, zaten diğer insanlara dokunup, onlar üzerinde etki yaratmış olursunuz.

7. Yeteneklerinizi utanmadan sergileyin: İyi yaptığınız bir şey konusunda utangaç davranırsanız, çekicilikten yoksun biri olacaksınız. Yetenekleriniz yaşam amacınızı tam olarak ifade edebilmeniz için Tanrı tarafından size verilmiş hediyelerdir. Bu yetenekleri pazarlamak sizi çekici kılacak ve yaşam amacınızı tümüyle ifade edebilmenizi sağlayacaktır.

8. Kendinize karşı dayanılmaz ölçüde çekici olun: Kendinizi dayanılmaz biçimde çekici bulmuyorsanız, başkalarını kendinize nasıl çekebilirsiniz? Yaşam amacınıza uygun biçimde yaşamak sizi kendinize karşı git gide daha çok çekici kılacaktır. Siz kendinizi çekici bulursanız, diğerleri de bulur.

9. Etkileyici bir yaşam tarzıyla yetinmeyin; doyurucu bir yaşamınız da olsun: Harika bir yaşam çekicidir; oysa yaşam tarzı genellikle baştan çıkarıcıdır. Doyurucu bir yaşam... evet doğru tahmin ettiniz, yaşam amacınızı bilmekten ve buna uygun yaşamaktan geçer. Görkemli bir yaşam tarzı kuşkusuz arzu edilir ve hatta eğlenceli bir şeydir; yeter ki yaşam amacınızı engellemesin. Böyle yaklaşıldığında, parıltılı yaşam tarzlarının önemi de azalır zaten.

10. Söz verdiğiniz şeyin iki katını verin: Sürekli sizden beklenenden fazlasını sunarsanız, yeni müşteriler size doğru çekilecektir. Bu konunun iki yönü vardır. Öncelikle, olmayacak vaadlerde bulunmayın. Aşırı vaat kendine güvensizliğin ve şişkin bir egonun işaretidir. Kim olduğunuzu bildiğinizde ve her gün kendinize karşı dürüst yaşama deneyimini edindiğinizde aşırı vaat zaten gereksizleşir. İkinci olarak, amacınızı doğal biçimde ifade ettiğinizde, insanların sizden beklediğinin iki katını sunmak oldukça kolaydır.

11. Sizi ileriye doğru çekecek çekim alanları yaratın: İleriye doğru çekilmek çekicidir, itilmek ise hiç hoş değildir. Yapamayacağınız, daha doğrusu yapamayacağınızı düşündüğünüz ölçüde amaç projeleri yaratın ve bu tür bir projenin yaratacağı çekim alanının sizi zorunlu olarak bu yeni kişiye dönüştürmesini bekleyin. Bir başka deyişle, boyunuzdan büyük işlere kalkışın!

12. Ertelemekten vazgeçin: Zaman pahalıdır; bu yüzden de gecikme hiç çekici değildir. Amacınızı ifade etmeyi ertelemeyi neden isteyesiniz ki? Yaşamınız amacınızı daha çok sergiler hale geldikçe, kendinizi ifade etmeyi ertelemekten vazgeçmek daha anlamlı hale gelecektir.

13. Kişisel gereksinimlerinizin karşılanmasını sağlayın: Karşılanmamış gereksinimleriniz varsa, aynı konumdaki diğer insanları kendinize çekersiniz. Bu konu sonsuz reserv oluşturmakla ilgilidir; karşılanmamış gereksinimler karşılanmamış benzer gereksinimleri olan insanları çeker. Gereksinimlerin çoğu hayatta kalma ile ilgilidir. Bunların ne kadarını hallederseniz, yaşam amacınızı ifade etmek için o kadar yer açılır.

14. Ayrıntılarda zenginleşin: Ayrıntılar, açık seçik ortada olanlardan daha çekicidirler. Yaşam amacı bağlamında, sizi zenginleştirecek ayrıntılar yaşam amacınızı an be an ifade edebilmektir. Zenginlik anın farkında olmaktan ve yaşanan her an için minnet duymaktan geçer. Tüm ayrıntılara asla hakim olamazsınız, ama amaçlı bir yaşam sürmenin "an" ile ilişkisini kavradığınızda, ayrıntılarla oynamak çok daha eğlenceli hale gelir.

15. Hiçbirşeyi sineye çekmeyinir şeyi sineye çekerseniz, bedelini ödersiniz. Bedeller pahalı olduğundan çekici değildir. Bunun amaçlı bir yaşam sürmekle çelişen bir yönü yoktur.Bunu yapmak için önce şu anda neleri tolere etmek zorunda kaldığınızı belirlemeniz, ardında da sistemli biçimde bunları birer birer yaşamınızdan çıkarmanız gerekecektir.

16. İnsanlara sizi nasıl memnun edeceklerini gösterin: İnsanları tahmin yürütmek zorunda bırakmayın. Yaşam amacınıza uygun bir yaşam sürdürdüğünüzde hoşnut olacağınız açıktır; öyleyse, insanlara sizi nasıl memnun edeceklerini göstermenin yolu, kim ve neyin peşinde olduğunuz bilgisini onlarla paylaşmaktan geçer. Bu durumda, amacınızı ifade etmenize yardımcı olmak için bir şey yapabilecekleri konularda katkıda bulunmalarını sağlamanız doğal bir adımdır.

17. En kötü zayıflıklarınızı kabullenin: Kendinizin en kötü yönünü kabullenirseniz, başkalarını daha kolay kabullenirsiniz. Bunun anlamı, doğuştan gelen, yani devralınmış amacınızı kimliğinizin ayrılmaz bir parçası olarak görmeniz gerektiğidir. Unutmayın, doğuştan gelen, yani devr alınmış amacınızdan kurtulmaya çalışmıyoruz. Bildiğimiz kadarıyla, bu amaçtan kurtulmak söz konusu değildir; öyleyse benimsemek daha uygun bir davranış olacaktır. Böyle yapmakla, arka plandan ön plana çekerek devralınmış amacınızı daha belirgin hale getirirsiniz. Bu da amacınızı sahiplenmeniz, onu insanlarla daha doğal biçimde paylaşmanızı sağlar ve gerçek amacınıza ulaşmada size yardımcı olur.

18. Kendinizi duyarlı kılın: Duyarlılığınız arttıkça, şimdi varolan çok sayıdaki fırsatı daha iyi fark edip değerlendirirsiniz. Amacınızla ilişkiniz ne denli sıkıysa, yaşama ve yaşam amacınızı eksiksiz ifade etmeniz için sizi çevreleyen ve tarafınızdan kullanılmayı bekleyen zengin kaynaklara karşı o ölçüde duyarlı olursunuz.

19. Çevrenizi kusursuzlaştırın: Çekicilik, birinci sınıf bir çevreyi zorunlu kılan karmaşık bir sistemdir. Çevreniz, oluşumunuzun önemli bir yönüdür. Sizi devralınmış ya da gerçek amacınıza doğru yöneltir. Çevrenizin ayrılmaz parçası da yaşamınızdaki insanlardır. Sizi yaşam amacınıza uygun biçimde tanıyan ve ve bunu ifade etmede sizi destekleyen insanlarla çevrili olmalısınız.

20. Yeter demeden karakterinizi sürekli geliştirin: Dürüstlük, karşı konulamaz ölçüde çekici olmak için yeterli değildir; karakterli olmak da gerekir. Sefiller romanı, karakterin ne olduğunu sergilemede iyi bir örnek olarak görülebilir. Bu romanda, Jean Valjean, tutarlı ya da bütünlüklü bir yaşam sürmeyi bir sonraki düzeye taşır: karakterli bir yaşam sürme düzeyine.

21. Şimdinin ne kadar kusursuz olduğunu kavrayın: Özellikle de hiç öyle olmadığı zamanlarda. İçinde bulunduğunuz zamanın kusursuz görünmediği anlar, aslında fırsatlarla ve fark edilmeyen kaynaklarla doludur. "hiçbir şeyin rastlantısal olmadığı bir Evrende" bu eksiklik duygusunu hissettiğimiz anların kusursuzluğunu keşfetmek görevimizdir.

22. Koşulsuz şartsız yapıcı olun:Yüksek düzeyde yapıcılık her zaman çok çekicidir. Hiçbir şeyi güçleştirmeden, olabilirliğe dayalı bir yaşam amacı kayıtsız şartsız yapıcı olmayı kolaylaştırır.

23. Kararlılıkla değerlerinize yönelin: Gününüzü sizi tatmin eden şeyleri yaparak geçirdiğinizde, çekici olursunuz. Değerleriniz amacınızın ayrılmaz parçası olduğundan, amacınıza da yönelmiş olursunuz. Değerlerinize ve dolayısıyla yaşam amacınıza uygun olan ve olmayan etkinlikleri listelediğinizde, neye yönelip nelerden vazgeçeceğiniz açıkça ortaya çıkacaktır.

24. Herşeyi yalınlaştırın: Zorunlu olmayan şeylerden kurtulmak, size çekici olmanız için daha çok yer açacaktır. Odaklanma ve yalınlık, yaşam amacınızı bilmenizin doğal yan ürünleridir. Amacınıza uygun yaşamanızı sağlayacakları koruyup diğerlerinden kurtulun.

25. İşinizde ustalaşın: Yaptığınız işte en iyi olmak, başarılı olmanın en kolay yoludur. Yaşam amacınızı tam olarak ifade etmenizi sağlayan Tanrı vergisi beceri ve yeteneklerinizi en üst düzeye getirin.

26. Farkında olun ve doğruyu söyleyin:Gerçek en çekici şeydir, ama beceri ve farkındalık gerektirir. Doğruyu duyulur biçimde söyleme becerinizi geliştirin. Kendinizi doğruları söylemeye alıştırmanız, diğerlerinin de kendi doğrularına ve amaçlarına ulaşmalarınısağlayacaktır.

27. Vizyon sahibi olun:Ne olacağını görebildiğinizde, geleceği oluşturmak için uğraşmanız gerekmez. Kendinizi aşmanızı sağlayan bir yaşam amacı, aslında dünyayı ilgilendiren bir vizyondur.

28. Daha insancıl olunamimiyet sizi çekici kılar. Kendiniz gibi olmayı becerdiğinizde daha çekici olursunuz. Yaşam amacınızı ifade ettiğinizde kendiniz gibi olursunuz.

C. ESİN KÖŞESİ

Bilge Kadının Taşı
Dağlarda yolculuk eden bilge bir kadın bir derede değerli bir taş bulur.Ertesi gün, karnı aç olan bir başka yolcuyla karşılaşır ve yiyeceğini paylaşmak için heybesini açar. Aç yolcu değerli taşı görür ve kadından kendisine vermesini ister. Kadın hiç duraksamadan isteği yerine getirir. Aç yolcu, ne kadar talihli olduğunu düşünerek oradan neşe içinde ayrılır. Taşın kendisine yaşam boyu güvence sağlayacak kadar değerli olduğunu bilmektedir. Ne var ki, birkaç gün geçmeden geri gelip taşı kadına iade etmek ister. "Düşünüp durdum," der, "Ben taşın ne kadar değerli olduğunu biliyorum, ama bana çok daha değerli bir şey verebileceğin umuduyla sana geri getirdim. Lütfen bu taşı bana verebilmeni sağlayan şeyi ver." -Anonim

D. EYLEM PLANI

Artık yaşam amacınızı keşfetmeniz gerektiğini ve yaşamınızda doyum sağlamanın daha iyi, daha doğal bir yolu olabileceği konusunda bilgi sahibisiniz. Peki, şimdi ne yapmalı?

1. Lütfen "28 Çekicilik İlkesi"ni bir kere daha okuyun. Size özellikle hitap eden 3 ya da 4 ilke var mı?
2. Sizi gerçekten heyecanlandıran ya da düşündüren bir ilkeyi seçin.
3. Bu ilkeye göre yaşamaya başlayın ve kendinize neler olduğunu gözlemeye çalışın.
4. Çevrenizde bir değişme oluyor mu?
5. Bir başka ilke seçip aynı işlemi tekrarlayın.
6. Unutmayın; bu hızlı bir süreç olmayacaktır. Çekiciliğin yaratacağı olumlu sonuçları görmek bilinçli bir tutarlılık ve farkındalık çabasıyla geçecek aylara malolabilir.
7. Çekicilik İlkelerini öğrendikçe ve uyguladıkça doğal olarak ve kendiliğinden öz niteliklerinizi güçlendireceksiniz. Bu gelişimi yaşarken, başarı ve mutluluğa uzanan yoldaki engelleri belirleyip kaldırmanız kolaylaşacaktır.

alıntı
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Tasavvuf ve Konsantrasyon

Tasavvur kuvvetini en iyi şekilde gerçekleştiren ve düşüncelerini de nasıl kontrol edeceğini öğrenmiş olan kişi yaşamında büyük bir denge unsuruna sahip olur.Bu durum nasıl elde edilir? Konsantrasyon vasıtasıyla. Hindistanda kralın iki çocuğuyla ilgili olduğu anlatılan bir kutsal Hindu destanı vardır. Bu destanda bu iki çocuk anneleriyle birlikte, babalarının sultan olarak yaşadıkları ülkeden kovularak, sürgüne başka bir ülkeye giderler. Bu ülkede yolda bir atla karşılaşırlar. O ülkenin serbest bırakmış bir atıdır ve kim ona binebilirse, ülkenin kralı olacaktır. Genç çocuk attan çok etkilenir. Onun onu yakalayabilmek için peşinde koşmaya başlar. Fakat bir türlü onu yakalayamaz. Çünkü at bazen yavaşlar ama tam çocuk ona yaklaştığı anda tekrar hızlanıp elinden kaçar. Annesi bu durumdan çok üzülür. Çocuğunu da göremediğinden yaşlı kardeşine, gidip onu bulmasını ister. Ağabey genci arayıp bulduğunda kardeşinin hala atın peşinde koştuğunu görür. Ve kardeşine ;bu yaptığın uyguladığın yanlış bir metot. Bu şekilde atı hiçbir zaman yakalayamazsın. En iyisi onun peşinde koşmak değil onunla karşılaşmaktır;der. Gençde atın peşinde koşacağına onunla karşı karşıya gelir ve bu şekilde onu yakalar. Annesi deçok sevinir ve oğlunun atı yakaladığından dolayı gurur duyar. Genç ise o ülkenin kralı olup babasının tacını tekrar giyer.Bu hikayede at insanın zihin ve his dünyasıdır. Eğer zihin ve his dünyası kontrol edilirse, ondan sonra ustalık kazanılır ve Tanrının hükümdarlığına varılır. Hikayede genç kardeş talebeyi, yaşlı ağabeyde hocayı temsil etmektedir.Zihin ve his dünyasını kontrol etme yolu da onun peşinden koşma değil, odaklamadır ve konsantre olmadır. Konsantre olarak kişi onunla karşılaşır, karşı karşıya gelir. Anlatımlara göre bir sufinin talebesi bir gün şöyle bir soru sorar : ;Hocam bir türlü bir konu üzerine konsantre olamıyorum. Bir obje üzerine konsantre olmaya çalıştığımda, diğer başka bir obje gözümün önüne geliyor ve daha sonra onların hepsi birbirine karışıyor. Ve neyin ne olduğunu bilemiyorum. Bir konuda, bir obje üzerine zihin ve hislerimi odaklamak benim için çok zor oluyor. Öğretmen : Senin zorluğun ve problemin tedirgin olmanda yatıyor. Konsantre olmaya başladığın anda sen tekrar zihin ve hislerinin bir konudan diğer konuya atlayarak dolaşacağından korkarak tedirgin olmaya başlıyorsun. Eğer tedirgin olmassan, senin zihin ve hislerin dengelenecek. Ama senin endişen hislerinin daha fazla hareket etmesi aktive olmasına sebep olmakta. Şayet onun sana verdiklerini olduğu gibi kabul edebilirsen ve artık onun peşinde koşmayıp onun nereye gittiğinle ilgilenmezsen, ve eğer şimdiye kadar bu sahip olduğun tutumu değiştirirsen ve kendi zihin ve hislerinle yüz yüze gelebilirsen, ancak o taktirde düşüncelerin nerden ve neyle sana geldiğini görebilir ve daha iyi konsantre olabilirsin.Bu hikayeden öğrenilebilecek çok büyük bir ders vardır. Bu aslında herkesin başına gelen bir olaydır. Kişi konsantre olmak için oturduğu andan itibaren onun zihin ve hisleri ritmini değiştirir. Çünkü o kişinin kendisini kontrol altında tutmasından zihin ve hisleri korkar. Zihin ve hisler böyle bir şeyi istemez. O hep özgür kalmak arzusundadır. Nasıl sen kendi haklarını korumak istersen zihin ve hisler de haklarına sahip çıkıp onları korumak ister. En iyi yol zihin ve his dünyasını geldiği gibi kabullenip karşılamaktır. O ne getiriyorsa onları kabul et, zihin ve his dünyanla yüzyüze gel ve onun getirdiklerinden dolayı canını sıkma, kızma. Olduğu gibi kabullen. Ancak bundan sonra sen zihin ve hislerini kontrol edebilirsin. Çünkü o anda artık o sana gelmiştir ve daha başka bir yere gitmeyecektir. Bırak ne getirirse getirsin. Bu yolla sen zihin ve hislerinle bağlantıya geçebilirsin ve ona bakmaya başladığın, göz göze geldiğin andan itibaren zihin ve his dünyanı elinde tutabilirsin.Bir fotoğraf çeken, çekmek istediği konuyu ancak kamerasını o konu üzerine odakladığı anda elinde tutar. Aynısı insanın zihin ve his dünyasıyla ilgili de geçerlidir. Kendisini zihin ve his dünyası üzerine odaklayan kişi artık onu kontrol altında tutuyor demektir.Konsantrasyonu evrimin farklı basamakları olarakta kabul edebiliriz. Konsantrasyonun birinci basamağında konsantre olmak istenen belirli bir obje vardır. Bu iki hareketten oluşur. Birinci hareket objeyi oluşturmak, ikincisi ise yapılan objeyi zihin ve his dünyasının önünde tutmaktır. Bu tıpkı odun parçaları, otlar ve benzeri şeyler getiren, yuva yapmak isteyen bir kuşa benzer. Kuş farklı farklı şeylerden kendisi için ufak bir ev yapar. Birinci hareket evi yapmadır. İkincisi ise ona bakmaktır. Bu bir çeşit konsantrasyondur. Diğer bir çeşitte ise obje mevcuttur. Zihin ve hislerin bu objeye odaklanarak onu dışa yansıtması gerekir.Konsantrasyonun diğer basamağında odaklanan objeyle ilgili improvızasyon yapılır. Örneğin bir kaplan tasavvur edilir ve ondan sonra da kişi kaplanın arkasında bulunan diğer manzara ve nesneler tahayyül edilmeye başlanır: Arkadaki kayalar veya bir dağ, ağaçlar, orman, nehir improvize edilir. Bu ilerleme ve gelişmedir : Aynı anda arka yapıyı, arkada olanları da göz önünde tutmak, onlara da odaklanma ve zihin ve hislerin aktivitesine göre de hareket etme ya da yön değiştirmek. Hatta eğer kaplan değişse bile bunun artık önemi yoktur. Kişi burada bir çeşit konsantrasyonu başarmış, sağlamıştır.Üçüncü konsantrasyon basamağı ise bir fikre konsantre olma, odaklanmadır. Fikirin ifade edilemeyen belirli bir formu vardır, ama zihin ve his dünyası onu yaratır.Şimdi ise hislerin sakinleştirilmesi konusuna gelelim. Hisler yaşantımızda çok önemli bir mevzuyu teşkil ederler ve bütün yaşantımız buna bağlıdır. Eğer kişi bir kere ümidini kaybetti mi, bazen o tüm yaşamı boyunca hayata olan herşeyini kaybeder. İnsan bir kere hayal kırıklığına uğradı mı yaşamı boyunca itimatını, güvenini kaybeder. Ve yine kişinin kalbi kırıldı mı, hayatı boyunca kendine olan güvenini gider. Kişi bir kere korktu mu, bu korku daimi olarak kalbinde saplanıp kalır. İnsan bir kere başarısız oldu mu, yaşamı boyunca bu başarısızlık intibası onunla beraber kalır. Doğuda insanlar kuşları birbirleriyle kavga ettirmeyi çok severler. İki kişi kuşlarını bir araya getirir, birbiriyle kavga ettirir. Bu adamlardan biri kendi kuşunun diğer kuşa en sonunda, yenileceğini farkettimi hemen daha kavga bitmeden, kuş daha yenilgiye uğramadan onu kavgadan çeker. Kuş sahibi iki kuş kavga ederken yenilgiyi görür ve kabullenir. Ama kendi kuşunun yenilginin getirdiği bir tecrübeyi yaşamasını istemez ve bunu önler. Çünkü kuş bunu bir kere tecrübe etti mi, yenilgi intibasını yaşadı mı artık bir daha asla kavga etmez. Bu bizim zihin ve his dünyamızın, gönlümüzün içinde yatan bir sırrıdır. Bir kere biz gönlümüzü yani zihin ve his dünyamızı nasıl korumamız gerektiğini, ona nasıl dikkat etmemiz gerektiğini öğrenirsek aynı kuş sahibinin dikkatli oluşu, kuşunun başına bir şey gelmesini önlemeye çalışması gibi biz de zihin ve hislerimize ve gönlümüzün kötü bir intibaya sahip olmasını önleyecek her türlü çareye başvurur ve her türlü feragatte bulunuruz. Bu şekilde yaşantımızı en iyi şekilde yönlendiririz.Büyük kahramanlar ve kişiliklerin yaşantılarından bildiğimiz gibi, onlar her türlü zorluk, üzüntü ve güçlükle karşılaştıkları halde yine de kalplerini aşağılanmaktan daima korumuşlardır. Bu onlara sahip olduğu gücü kuvveti getirmiştir. Onlar daima aşağılanmaktan kaçınmışlardır. Ölüme bile razı olmuşlardır. Savaşmaya, acı çekmeye, fakirliğe ama aşağılanmaya asla.Size yaşantımla ilgili ilgi çekici hoş bir anektot anlatmak istiyorum. Nepal’de Himalaya dağlarının yakınlarında bulunurken bir hizmetçiye ihtiyaç hissettim ve bir hizmetçi aradım. Şatriya zümresine ait olan dağlarda yaşayan bir savaşçıyla karşılaştım. O bana hizmet etmeği kabul etti. Ne iş yapabileceğini ona sorduğumda sizin istediğiniz her işi yapabilirim dedi. Peki ne ödemem gerekiyor dediğimde de ne verirseniz kabul ederim diye cevapladı. Vereceğim herhangi bir ücreti baştan kabul etmesi ve istediğim herhangi bir işi yapmaya hazır olması benim hoşuma gitti. “Peki istediğin herhangi bir şart yok mu?” cevabına “tek şartım var, bana aşağılayıcı kötü bir kelime söylememeniz” demek oldu. Tahayyül ediniz, o herhangi bir ücreti almaya hazırdı, her işi yapmaya da razıydı. Ama aşağılanmaya razı değildi. İşte bu savaşçının ruh haliyetini çok taktir ettim. Bunu kelimelerle anlatmak mümkün değildir. İşte bu ruh haleti onu savaşçı yapmıştır.Bizim başarısızlığımız veya başarılarımızın hepsi zihin ve his dünyamızın yani gönlümüzün içinde bulunduğu, haleti ruhiyeye, duruma bağlıdır. Eğer zihin ve his dünyamız başarısızlığa uğrarsa, bizim içinde başarısızlık kesindir. Ama o başarılıysa dış dünyada şartlar ne olursa olsun en sonunda başarı gelecektir.


www.sufizm.net'ten alıntı.
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Ra Bilgileri

Ra nedir/kimdir?

Ra kendi anlattığı dizgeye göre 6. yoğunluk derecesinin sonlarındaki gelişmişlik seviyesinde bir varlık. Hatta bir varlık değil, bir 'varlıklar toğluluğu', kendi deyimiyle 'toplumsal bellek bileşimi'. Aynı amaç ve niyette oldukları için bellek/deneyim bankalarını birleştirmiş bir grup varlık yani.

Daha önce birkaç kez Mısır'a yardım/hizmet amacıyla gelmiş ancak çabaları saptırıldığı için geri çekilmiş.

Kitap Türkçe'de "Ra bilgileri" ismiyle 4 cilt olarak yayınlandı. Orjinali ise önce "Ra Material" (Ra bilgileri) sonra "Law of One" (Birin yasası) ismiyle 4+1 cilt olarak yayınlandı. Son 5. cilt kişisel olduğu gerekçesiyle celselerden çıkarılarak ilk 4 cilte konmayan bilgileri kapsıyor ve Türkçe'de henüz yayınlanmadı.

Bilgilerin ortaya çıkış şekli ve temasın özellikleri

Öncelikle yazdıklarımın, bilgilerden benim anlayışım ve bakışım doğrultusunda özetlenmesi olduğunu belirtmeliyim.

Benim "Ra bilgileri" ile tanışmam oldukça ilginçtir. Öncelikle bana ismi komik ve basit gelmişti. Ve bu yüzden uzunca bir süre kitapçılarda görsem de pek elime alıp bakmaya gereksinmedim. Daha sonra farklı zamanlarda 4 kez birinci cildi elime alıp şöyle bir göz gezdirdim. Ve sonunda "ya şu birinci cildi alsam ne kaybederim ki" deyip ilk cildi aldım.

Eve gidip okumaya başladığımda da şimdiye kadar karşılaştığım en net/dolaysız, en açık/sade ve en çok bilgi verici eserle karşı karşıya olduğumu birkaç saatte anladım. Ve hemen otobüse atlayıp kitapçıya diğer ciltlerini almaya gittim. Sanki ben gidene kadar da biterse diye bir korkuyla. Ama tam tersi bu ciltler hiçbirzaman bitmedi, ve hakettiği ilgiyi göremedi. Zaten Ra da "çok fazla kişiye hitap eden bir felsefemiz yok" da diyordu içinde. Birkaç defa kitapçıların pek satmayan indirimdeki kitaplar kısmında da gördüm. Belki de bu nedenle 5. cilt de yayınlanmadı Türkçe'de.

Celseleri yapanlar ise ilginç. Medyum Carla Rueckert daha önce bir kütüphaneci imiş. Olayı başlatan Don Elkins ise 4 fakülte bitirdikten sonra (ve hatta kaptan pilotluk da yapmış) Ufolara merak salmış bir bilim adamı. Elkins birçok araştırmadan sonra yaşam/anlam ve varoluş gizemini en doğrudan çözecek şeyin, daha önce bizim geçtiğimiz yoldan geçmiş olan, bizden ileri varlıklardan bilgi almak, onlarla iletişim kurmak olduğuna karar veriyor. Ve bir grup gönüllü öğrenciyle telepatik temas girişimlerine başlıyor. Bunlar temas kurma meditasyonları olarak da düşünülebilir.

Uzunca bir süre birşey olmuyor. Grup yavaş yavaş azalıyor. Ve sonra grubun başlangıçta en geride kalmış olanlarından Carla transa girerek (kendi bilincini kaybederek) bir temas kuruyor. (Bunda o sıralarda bir yakınını kaybeden bir arkadaşına yardım etmek üzere ölen yakınıyla temas kurmaya çalışırken gene transa girme deneyimleri geçirmesi de etken oluyor. Bu trans deneyimlerini sevmese de birkaç kez arkadaşı için katlanıyor.)

Bu bağlamda ortaya çıkan bilgiler medyumun bilinçli zihni tümüyle devredışı iken (ve kendisi de bedeninde değilken) alınıyor. Böylece gelen bilgiler bizim insan bilincimizin filtresinden geçerek sapmaya uğramıyor. Bu sayede diğer kanal bilgilerinde rastlanmayacak netliğe/kesinliğe/bütünlüğe sahip.

Ra temas boyunca kendi kendine bir bilgi sunmayıp sadece sorulara cevap verme şeklinde iletişim kuruyor. Bunu da bizim özgür irademize müdahale etmek istemediği için bu şekilde yaptığını söylüyor. (Henüz öğrenmek istemediğimiz veya öğrenmeye hazır olmadığımız şeyleri bize söylemiyor.) Bazan soru sorulsa bile cevabın gene özgür irademizi etkileyeceği sebebiyle cevap verilmiyor.

Ra'nın amacı, temasların nedeni

İlk temasta neden 'orada' olduğu ve neden iletişim kurmaya çalıştığı, amacının ne olduğu sorusuna Bir'in Yasası'nı bildirmek üzere orada olduğunu söyleyerek cevap veriyor Ra.

Daha sonradan gelişmek için iki yol olduğunu öğreniyoruz; 'pozitif-Başkalarına hizmet' ve 'negatif-Kendine hizmet' yolları. Ra'da pozitif olduğu için bu bilgileri bize/gelişimimize hizmet etmek amacıyla getirdiğini anlıyoruz. Yani bize hizmet etmek Ra'nın da kendi yolunda ilerlemesine vesile oluyor.

"Bir'in Yasası"

Ra tüm varoluşta sadece tek bir yasa olduğunu söylüyor; bu da "Bir'in Yasası".
Bu yasa basitçe şöyle; "Herşey birdir"

Diğer tüm yasalar, yasa gibi görünenler aslında bu yasadan birer sapma.
Örneğin özgür irade yasası, BİR'in yasasının birinci sapması.
Sevgi ikinci sapması ve ışık da üçüncü sapması.

Neden herşey sapma?
Çünkü asıl yasa tek bir şeye/varlığa/kimliğe izin veriyor.
Yani Bir'in yasasına göre aslında çokluk/sonluluğun kendisi sapma.

Zaten BİR kavramının kökeni sonsuza dayanıyor.
Sonsuz olan sınırsız olduğu için tek ve başka da birşey yok.
Aslında evren/varlık/olay/kavram/duygu/düşünce diye ayrımsadığımız ve farklı farklı şeyler olarak gördüğümüz şeyler aynı/tek/BİR sonsuzluğun sonlu yüzleri sadece.

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Duyguların Kontrolü




Duyguların kontrolü ve değişim kolay değildir. Herhangi bir stresten veya depresif hâlden anîden kurtulup, bir aydınlanma süreci içine girmek hepimiz için zaman zaman zordur. Aksine çözmeye çalıştıkça karmaşık olaylar zinciri birbiri ardına eklenir. Oysa bastırılmış, su üstüne çıkmasına dayanamadığımız, yüzleşmekten korktuğumuz bir duyguyu didiklemenin getireceği huzursuzluğu yaşamadan, korkusuzca onunla yüzleşmeden değişim gerçekleşemiyor. Bastırmış olduğumuz herhangi bir duygu ve beraberindeki içgüdüsel dürtülerin bize ait olduğunu, onlardan korkmak ya da kaçmakla bir yere varamayacağımızı, aslında kendi üzerinde ciddî bir çalışma yapmamış bütün insanların benzer duygu ve dürtüleri taşıdığını fark ettikçe huzursuzluğumuz azalabilir, azalmalıdır da… Birbirimizden sandığımız kadar da farklı değiliz ki! Sorunlar belli, ihtiyaçlar belli aslında yapılması gerekenler de belli de…

Önce bir iç sıkıntısı, huzursuzluk tarzında ortaya çıkan, kendi varlığımızın tanımak istemediğimiz yanları; daha sonra onların da bizim bir hâlimiz olduğu ön kabulüyle biraz yatışır ve bir tür kendini olduğu gibi kabulleniş devri başlar. Bunun ardından da gerçek değişimi başlatacak olan karar alma ve uygulamayla ilgili olan dinamik dönemle karşılaşırız.

Demek ki değişimin aşağı yukarı üç zorlu evresi vardır ve bu evreler tamamlanmadan “değiştim” demek yeni bir kandırmaca ve oyalamaca dönemini başlatmaktan ibarettir. Doğal olarak bir savunma mekanizması tarzında dinlenebilmek ve yeni bir dengeye adapte olabilmek için ara devrelere de ihtiyacımız olduğu da bir gerçek…Burada önemli olan husus kendimizi kandırmamaktır. “Henüz şu yanımı değiştirebilecek gücü kendimde bulamıyorum ama ben bu noktayı gördüm.” diyebilmek değişim sürecini başlatmak demektir. Modern terapinin tüm yöntemleri bu sade ve basit gibi görünen sözcüğü esas alır. Görmek cesareti ardından değişim arzusunu da getirir. Önemli olan kendimize yalan söylemekten vazgeçmek, kendimizle yüzleşmekten korkmamak…
DUYGULARIMIZI TANIYOR MUYUZ ?




İnsan duyuları ve duyguları ile yaşayan bir varlık. Duyu ve duyguları önce tanımak sonra da kontrol etmek yaşantımızın en önemli yönlerinden biri. Bizlerse çeşitli olayların üzerimizdeki yoğun baskısını çözmeye çalışmaktansa genellikle savunma mekanizmaları kullanırız. Eğer savunmaları çok fazla kullanıyorsanız yaşamınızdaki önemli konulardan kaçıyorsunuz demektir.

Duyguları iyi tanımak için savunma mekanizmalarımızı iyi tanımak gerekir. Savunmalara dayanarak yaşamak, acı dolu anılar ve yaşama küskün olmak duygularla başa çıkmanın tek yolu değildir. Kendimizi suçlu, kızgın veya kırgın hissettiğimiz gerçeğinden kaçmak yerine bu anıları ve duyguları su yüzüne çıkarıp tartmak, neyin bizi niye üzdüğünü anlamak ve neleri değiştirebileceğimizi görmeye çalışmakla bu sorunların yarattığı ve acıları azaltabiliriz.

Newage Psikolojik Değişim Testi

Savunma mekanizmalarını ne kadar kullandığımızı ölçmek için kendimize bazı testler uygulayabiliriz. Önemli kabul ettiğiniz bir olayınızı bir kâğıda yazın, tepkinizi düşünün, onu da yazın. Daha sonra tepkinizi şu üç soruyla ölçün.
1- Anlattığınız duruma tepki gösterirken neler hissettiniz? Tepkiniz bir duyguyu anlatmak tarzında mıydı?
2- Duruma karşı tepkiniz kızgınlık veya üzüntüyse, bu duygunun ne kadar yeterli olduğunu tartmaya çalışın.
3- Kızgınlığınız veya üzüntünüz kabul edilebilir bir ölçüde mi, yoksa karşılaşmak istemediğiniz daha derin ve daha gerçek bir duyguyu engellemek için mi bunları kullandınız?

Duygusal savunmaları saptayabilmek için ciddî bir özeleştiri gerekir. Tepkinizin ilk yüzeyini aşıp daha derinlere inmeye çalışın ve buralarda hangi duygular olduğunu keşfedin. Objektif olmak içinse bir başka insanın aynı durumdaki tepkisinin makul olup olmadığını veya bir başka duygunun işe karışmış olup olmadığını düşünün.

Duygusal savunmalar, altındaki acıyı gizlemek için yanlış bir biçimde ya da saptırarak kullanılan duygulardır. Çoğu insanın başvurduğu sulu gözlülük daha çok aşırı kızgınlığı gizlemek ya da suçluluk duygusunu kapatmak için kullanılır. Öfke ve kızgınlık da aynı biçimde devreye girer.

Bu psikolojik testler ve kendi iç uzayını araştırma çalışmaları kapsamlı ve derin çalışmalardır. Her zaman tek başına yapılması da mümkün değildir. Çünkü en ufak bir hatamızı kabul etmemek için hiç farkında olmadan çeşitli savunma mekanizmaları devreye sokabilir, bu savunmaları biz bile fark etmeyebiliriz. Tam bir konuyu düşünecekken çalan telefonun sizden önemli olduğunu sanmak ya da yapılacak işlerin çokluğundan şikayet edip, daha dışsal işlere konsantre olup iç çalışmalardan kaçmak gibi…




Güvendiğiniz bir uzman eşliğinde bu düğümleri çözmek, takıntıları ve eski gereksiz kabulleri aşmak hem daha kolay hem de daha eğlencelidir…


Öncelikle terapi, bireysel gelişim, bireysel danışmanlık gibi olguların gerekliliğini ve önemini fark etmeye daha doğrusu hissetmeye başlayarak, yola çıkabiliriz…

New Age adını verdiğimiz yeni çağ anlayışına yakışan bir uygulama…
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Doğu Felsefesinde Kadın (Osho)

Kalbin yolu güzeldir ama tehlikelidir. Zihnin yolu sıradandır ama güvenlidir. Erkek en güvenli ve en kestirme yaşam tarzını seçmiştir. Kadın duyguların, hislerin, ruh hallerinin en güzel ama en sarp, en tehlikeli yolunu seçmiştir. Ve bugüne kadar dünya erkekler tarafından yönetildiği için kadınlar muazzam şekilde azap çekmiştir. O, erkeğin yaratmış olduğu topluma uyamamıştır çünkü toplum mantığa ve nedenlere uygun olarak yaratılmıştır. Kadın kalpten bir dünya ister. Erkek tarafından yaratılan toplumda ise kalbe yer yoktur.

Ben kadınların gerçekten bir kadın olmasını isterdim çünkü bu büyük oranda kendilerine bağlıdır. Kadın erkekten çok daha önemlidir. Çünkü o rahminde hem erkeği hem kadını taşır. O, kıza ve oğlana, her ikisine de annelik eder; her ikisini de besler. Eğer o zehirliyse, o zaman sütü zehirlidir, o zaman çocukları yetiştirme tarzı zehirlidir.
Erkekle yarışıyorsun ve yarışmana gerek yok; sen zaten üstünsün. Şiir yazmana gerek yok, şiir sensin. Sevgin senin müziğindir. Sevgilinle birlikte çarpan kalbin senin dansındır!

Kitaptan;

“Albert Einstein ile bilim tarihi farklı bir rotaya girdi. Einstein maddeyi derinlemesine inceledikçe hayretler içinde kaldı; tüm mantık geride kalmıştı. Varoluşa dayatma yapamazsın çünkü o senin mantığını dinlemez. Mantık insan işidir. Albert Einstein hayatının bir döneminde rasyonellikte ısrarcı olup olmama konusunda epey tereddüt etti.... ama bunda ısrar etseydi bu aptalca olurdu. İnsani olurdu ama bilgece değil. Mantık veya rasyonellik adına ne kadar ısrarcı olursan ol, kozmos senin mantığına göre değişmez; mantığın kozmosa göre kendini değiştirmek zorunda kalacaktır.”

“Her şey gizemlidir. En iyisi, anlamaktan ziyade onun keyfini çıkarmaktır. Yaşamı anlamaya çalışan insanın sonunda bir aptal olduğu kanıtlanır; yaşamın keyfini süren adam ise giderek bilgeleşir ve hayatın keyfini çıkarmaya devam eder çünkü o etrafını saran gizemin giderek daha çok farkına varır.”

“Evlilik insan tarafından icat edilmiş olan en çirkin kurumdur. O doğal değildir. Evlilik doğaya aykırıdır. Sen sadece senin elinde olan şu an hakkında emin olabilirsin. Yarınla ilgili tüm sözler yalandır; ve evlilik ise tüm hayatınız boyunca birlikte kalmak, birbirinizi sevmek, son nefesinize kadar birbirinize saygı duymak için verdiğiniz bir sözdür... Sadece çok nadiren evlilikler başarısız değildir. Ve Tanrı’dan sizi başarısız olmayan evliliklerden korumasını dilerim çünkü onlar psikolojik olarak hastadır.”

“İlişki tamamıyla farklı bir olgudur; ilişki sabitlenmiş, ölü bir şeydir. Noktalanmıştır. Bir kadınla evlenirsin; noktalanmıştır. Artık her şey sadece inişe geçebilir; limite ulaşmışsındır, artık hiçbir şey ilerlemiyor. Nehir durmuştur ve bir göle dönüşür. İlişki artık bir nesnedir, tamamlanmıştır.

İlişki kurmak, bir süreçtir. İlişkilerden uzak dur ve ilişki kurmanın içine derinlemesine ve daha derinlemesine gir. Ben isimleri değil fiilleri vurguluyorum; isimlerden mümkün olduğunca uzak dur. Dilde bundan kaçınamazsın biliyorum; ancak hayatta uzak dur. Çünkü hayat bir fiildir. Hayat bir isim değildir, o gerçekten ‘ yaşamaktır ’, ‘ yaşam ’ değil. O ‘ sevgi ’ değil, ‘ sevmektir ’. O ilişki değil, ilişki kurmaktır. O şarkı değil, şarkı söylemektir. O bir dans değil, dans etmektir. Farkı gör, farkı tat. Bir dans, tamamlanmış bir şeydir; son şekli verilmiştir, artık yapılacak bir şey yoktur.”

“İlişki senin tarafından yaratılır ama sonrasında sırası geldiğinde ilişki seni yaratır. İki insan buluşur ve bunun anlamı iki dünyanın buluşmasıdır. Bu basit bir şey değildir. Çok karmaşıktır, en karmaşığıdır. Her insan kendi başına bir dünyadır, uzun bir geçmişi sonsuz bir geleceği olan karmaşık bir gizemdir.

Başlangıçta yalnızca çeperler buluşur. Ancak eğer ilişki mahrem bir hal alırsa, yakınlaşırsa, derinleşirse o zaman merkezler buluşmaya başlar. Merkezler buluştuğunda buna ‘aşk’ denir. Çeperler buluştuğunda bu bir tanışıklıktır. Diğer kişiye dışarıdan, sınırdan değersin, o zaman bu bir tanışıklıktır. Çoğunlukla sen tanışıklığını aşk olarak adlandırmaya başlarsın. O zaman yanılgı içindesindir. Tanışıklık aşk değildir.

Aşk çok enderdir. Bir insanın merkezinde onunla buluşmak kendi içinde devrim yapmaktır çünkü bir insanla merkezinde buluşmak istersen, o insanın da senin merkezine ulaşmasına izin vermek zorunda kalacaksın. Tehlikelere açık hale gelmen gerekecek.”

“Sonuç seni düşündürmesin. Bu korku merkezli zihindir. Sonunda ne çıkacağını düşünme. Sadece burada ol ve bütün bir şekilde davran. Hesap yapma. Korku merkezli bir insan her zaman hesapçıdır. Plan yapar, düzenler, önlem alır. Onun tüm hayatı bu şekilde kaybolur.”

“Birisini seversen yavaş yavaş önce kişinin çeperi yokolur, kişinin şekli yokolur. Şekilsiz, içsel olanla giderek daha çok temas kurarsın. Şekil giderek belirsizleşir ve kaybolur. Ve daha derine gidersen, o zaman bu şekilsiz birey dahi kaybolmaya ve erimeye başlar. O, zaman ötesi açılır. O zaman bu belirli kişi sadece bir kapı, bir açılış oldu. Ve sevgilin aracılığıyla, ilahi olanı bulursun.”

“Ben tamamen yaratıcılığın yanındayım ancak unutma üremek yaratıcılık değildir; onlar eşanlamlı değildir. Yaratıcılık bilinçli bir şeydir, üremek bilinçsizdir. Yaratıcılık meditasyon halidir, üremenin meditasyonla hiçbir alakası yoktur. Ancak erkek kadını neredeyse bir sığır gibi kullanmaktadır. O kadını kendi çocuklarını yetiştirmesi için kullanmaktadır; o kadını bir çiftlik gibi kullanmaktadır. Koca ( husband ) sözcüğünün tam olarak anlamı budur: Koca
( husband ) ‘ çiftçi ‘ ( farmer ) demektir. Tarım ( agriculture ), çiftçilik ( husbandry ) demektir: Kadın tarladır ve koca da çiftçidir ve kadının tek işlevi her yıl iyi bir ürün vermektir.”

“Şu anlaşılmadan kadın asla özgürleşemez: Bu eski kalıbı durdurmak zorundadır ve erkekler ona, ‘Sen muhteşemsin çünkü çocuk doğuruyorsun!’ demektedir. Bu, mantıksal nedenler bulmaktır. Bu, teselli etmektir. Böyle kandırmacaların farkında ol. Erkek kadını mümkün olan her şeyde sömürmüştür ve bu sömürüyü bitirme zamanı gelmiştir.”

“Bilim erkektir, din dişidir. Bilim doğayı ele geçirme çabasıdır; din akışa bırakmaktır, kişinin doğanın içinde erimesidir. Kadın nasıl eriyeceğini, nasıl ‘bir’ olunacağını bilir. Ve hakikati arayan herkes doğanın içinde kaybolmayı, doğayla bir olmayı, direnmeden, kavga etmeden akışla birlikte hareket etmeyi bilmelidir.”

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Yazıtlara Kulak Asma!..


Yazıtlara kulak asma. Kendi kalbine kulak ver. Benim tavsiye edeceğim tek yazıt budur: Çok dikkatli dinle. Kalbini tüm varlığınla dinlersen, asla yanlış yapmazsın. Ve kalbini dinlediğin zaman, asla bölünmezsin. Kalbini dinlediğin zaman, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu düşünmeden doğru yola adım atmaya başlarsın.

Yeni insanlığın sanatı, kalbinin sesini, bilinçle, dikkatle ve her şeyinle dinleme sırrından oluşacaktır. Seni nereye götürürse onu takip et. Evet, bazen seni tehlikelere götürecek...ama unutma, seni olgunlaştırmak için o tehlikeler gereklidir. Bazen seni yanlış yola sıkacaktır. Ama yine unutma, o yanlış yollar, büyümenin bir parçası olacak. Birçok kere düşecek, tekrar kalkacaksın. Çünkü insan böyle güç toplar. Düşüp tekrar kalkarak. İnsan böyle bir bütün olur.

Ama dışardan dayatılmış kuralları takip etme. Dayatılmış hiçbir kural doğru olamaz. Çünkü kurallar, sana hükmetmek isteyen insanlar tarafından icat edilmiştir. Evet, bazen bu dünyada, aydınlanmış büyük insanlar da yaşadı; bir Buda, bir İsa, bir Krishna, bir Muhammet. Onlar dünyaya kural koymadı. Sadece sevgilerini verdi. Ama bir süre sonra müritleri bir araya gelip, davranış kuralları oluşturmaya başladı. Usta gittikten sonra, ışık söndükten sonra, hepsi karanlıkta kalıyor ve takip etmek için, el yordamıyla bazı kurallar koyuyorlar. Çünkü görmelerine olanak sağlayan ışık artık yok. O yüzden artık kurallara bel bağlamak zorundalar.

İsa, kendi kalbinin fısıldadıklarını yaptı ama Hıristiyanların yapa geldikleri şey, kendi kalplerinin söyledikleri değil. Onlar taklitçi...ve taklit etmeye başladığın an, kendi insanlığına hakaret ediyorsun; kendi Tanrına hakaret ediyorsun.

Asla taklitçi olma, her zaman özgün ol. Bir karbon kopya olma. Ama dünyada olan tamamen bu: karbon kopyalar ve karbon kopyalar.

Eğer özgün olursan, hayat gerçek bir danstır. Ve sen özgün olmak için yaratıldın. Krishna’nın, Buda’dan ne kadar farklı olduğunu düşün. Eğer Krishna, Buda’nın izinden gitseydi, bu dünyaya gelmiş olan en güzel insanlardan birini kaçırmış olurduk. Yada eğer Buda, Krishna’yı izleseydi, sadece zavallı bir varlık olurdu. Buda’nın flüt çaldığını bir düşünsene! Birçok insanın uykusunu kaçırırdı: O bir flütçü değildi. Buda’yı dans ederken bir düşün; çok komik, çok saçma görünürdü.

Aynı şey Krishna için de geçerli. Elinde flüt olmadan, kafasında tavus kuşu tüylerinden taç olmadan, üzerinde güzel kıyafetler olmadan bir ağacın altında oturuyor olsa, bir dilenci gibi gözlerini kapatıp ağacın altında otursa, etrafında dans eden kimse olmasa, ne bir dans, ne bir şarkı olsa, Krishna çok fakir, çok zavallı görünürdü. Buda bir Buda’dır, Krishna bir Krishna’dır ve sen de sensin. Sen hiçbir şekilde başkalarından daha düşük değilsin. Kendine, iç sesine saygı duy ve onun izinden git.

Ve unutma, ben sana her zaman doğru yola gideceğin garantisi vermiyorum. Birçok kere seni yanlış yola yönlendirecek çünkü doğru kapıya gelmek için, insanın önce birçok yanlış kapıyı çalması gerekir. Hayat böyle. Eğer birden doğru kapıya rastlarsan, onun doğru olduğunu anlayamazsın. O yüzden unutma, son tahlilde hiçbir çaba boşuna değildir: Her çaba, senin gelişmenin doruk noktasına ulaşmana katkı yapar.

Kararsız olma. Yanlış yola sapman endişe yaratmasın. Sorunlardan biri bu: İnsanlar asla yanlış bir şey yapmamaları öğretiliyor, onlar da yanlış yapmaktan o kadar korkmaya başlıyorlar ki, hiçbir şey yapmıyorlar. Hareket edemiyorlar. Yanlış bir şey olabilir. O zaman bir kayaya dönüşüyorlar, hareket kabiliyetlerini yitiriyorlar.

Mümkün olduğunca çok sayıda hata yap ama bir şeyi unutma: aynı hatayı tekrarlama. O zaman gelişirsin.

Sana söylenmiş olan her şeyi unut: “Bu doğru ve bu yanlış!” Hayat o kadar kesin değil. Bugün doğru olan bir şey, yarın yanlış olabilir; şu an yanlış olan bir şey, bir sonraki an doğru olabilir. Hayat o kadar kolay istiflenemez, onu bu kadar kolay etiketleyemezsin: “Bu doğru ve bu yanlış.” Hayat her şişenin etiketli olduğu ve neyin ne olduğunu bildiğin bir eczane dükkanı değil. Hayat bir gizemdir: Bir an, bir şey uygundur ve o yüzden doğrudur; bir sonraki an, köprünün altından o kadar çok su akmıştır ki, artık uymaz olur ve yanlıştır.

Osho

Hiç doğmadı, hiç ölmedi. Sadece dünya denen bu gezegeni; 1931-1990 yılları arasında ziyaret etti.

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Ruhsal Hakimiyet

Ben Saint-Germain.

Ruh'unuzu insan olan sizle daha büyük bir ilişkiye davet ettiğiniz zaman, O size hakimiyetten bahsedecektir. Hakimiyet Yeni Sizin en başta gelen niteliğidir.

Hakimiyet çok farklı şekillerde deneyimlenebilir. Bazıları için, hakim olmak yaşamlarında statükodan ve dış otoritelerin etkisinden özgür olmak anlamına gelebilir. Diğer bireyler için, paraya, güce sahip olmak veya ihtiyaç ve arzularını tatmin edecek bir konum olabilir. Buna rağmen diğer bazıları için, hakimiyet onların seçim özgürlüğünü desteklemektedir. Aslında bu insanlar için en önemli mesele yaşamlarıyla ilgili ne yapacaklarına (veya yapmayacaklarına) dair karar verme hakkıdır.

Ruhsal Hakimiyet

Yeni Sizi yaşamınıza kattığınızda, aynı zamanda hakim olduğunuz bir yaşamı da seçiyor olacaksınız. Ancak deneyimleyecek olduğunuz hakimiyetin politik veya ekonomik durumunuzla hiçbir ilgisi olmayacaktır. Bu tarz bir hakimiyet, doğası gereği ruhsaldır.

Ruhsal olarak hakim konumda olmak ne anlama gelir?

Bilinç düzeyiniz diğerlerinden daha gelişkin olduğu için onlardan üstün olduğunuz anlamına mı gelir? Daha güçlü, daha yaratıcı veya bilirkişi olduğunuz anlamına mı? Tanrı sizin seçimlerinizi aydınlatır ama diğerlerininkini kaale almaz, veya sizin dualarınız ve ricalarınızı sonuç veren bir ayrıcalığa mı tabi tutar?

Hayır, bunların hiçbirisi o anlama gelmez.

Ruhsal Hakimiyet tek bir anlama gelir, olmadığınız birşey olduğunuz yanılsamasından özgürleşmiş olduğunuz anlamına gelir.

Ruhsal olarak hakim konumda olduğunuz zaman, egonuz tarafından üretilmiş sahte benliklerin bir koleksiyonu olmadığınızı, Sizin de Tanrı olduğunuzu hatırlarsınız. Tanrı'nın en özdeki Siz olduğunu ve size kalbiniz kadar yakın olduğunu bilirsiniz. Böylelikle, kendinizin bunun tersine inanmasına izin vermezsiniz. Burada, yeryüzünde bulunuş nedeninizin Ruh'unuzun yaşamını bedenlemek, Tanrı'nın zihnindeki eşsiz bir bilinc odağı olarak O'na yaratıcı bir ifade ve ses vermek olduğunu onaylarsınız.


Ruhsal olarak hakim konumda olduğunuz zaman,
Olmadığınız birşey olduğunuz yanılsamasından özgürleşirsiniz.


Hakim Olmak Ne Anlama Gelir

Yaşamınızı Yeni Siz olarak geçirmeye başladığınız zaman, Ruh'unuzun egemen olduğu birçok veçheyi ifade etmeyi öğreneceksiniz. Bunların en dikkate değer bazıları, ihtişam, özerklik, kaynağın iradesine sahip olmak, güç ve özgürlüktür.

İhtişam - Yeni Siz olarak, ihtişamınızla daha önce mümkün olmayan derin bir iletişime geçeceksiniz. İhtişam, Ruh'unuzun sürekli olarak deneyimlediği görkemlilik ve mükemmellik halidir. Kim Olduğunuzun kesin farkındalığına sahip olduğunuz zaman- zihninizde doğuştan hakkınız olan sevgi ve esenliğe dair en ufak bir şüphe olmadığında, görkemli bir şekilde yaşadığınızı hissedeceksiniz.

Özerklik - Özerk olmak Yeni Siz'in yaşamının bir başka veçhesidir. Ruhsal olarak özerk olduğunuz zaman, Tanrı'dan bağımsız olmazsınız, fakat kendi kendini yönetir olursunuz. Ruhsal özerklik, özünüzdeki Siz olarak eyleme geçmiş olan Tanrı'nın, yaşamınızı arzu ettiğiniz şekilde yaşama yetkisini size vermiş olması demektir. Tanrı yaşamınızdaki nihai otorite olduğu içindir ki, diğerlerinin sizi kontrol etmesine izin vermeyeceksiniz ve bu sizi yaşamı seçmiş olduğunuz herhangi bir şekilde deneyimlemeniz için özgürleştirir.

Tanrı kim olduğunuzu tam anlamıyla deneyimleyebilmeniz için seçimlerinizi böyle destekler. Ruh'unuz bunu kesin olarak bilir ve mest olur - Ve Yeni Siz olarak, siz de.

Kaynağın İradesine Sahip Olmak - Yeni Siz olarak, kendi yaşamınızın yaratıcısı olduğunuzu farkedeceksiniz. Tanrı, size zihninizde barındırmış olduğunuz düşünce ve inançlara bağlı olarak yaşam deneyimlerinizi yaratmanız için tam bir yetki vermiştir. Tanrı'nın talep etmiş olduğunuz deneyimleri size sunarken etrafınızdaki evreni şekillendirerek sizi desteklediğini göreceksiniz.

Düşüncelerinizin sahip olduğu potansiyelin farkında olduğunuz için, gerçekliğe dair sürekli uyanıksınızdır. Kim olduğunuza ve dünyadaki yerinize dair herhangi bir şüphenin veya yanlış inancın zihninize girmesine izin vermezsiniz. Hakkınızdaki asıl gerçeği deneyimlemeyi seçersiniz, başka bir şeyi değil. Bilirsiniz ki bu gerçeği yaşayarak, varlığınızın tamlığını ve neşesini deneyimleyecek büyük bir fırsata sahip olacaksınızdır.

Güç - Güç Ruh'ta merkezlenmiş olan Sizin bir başka niteliğidir. Ancak bu güç, dünyanın bildiği anlamdaki güç değildir. Yeni Siz kendisini dünyaya nüfuz ettirmekle ilgilenmez, çünkü bu güç diğerlerini manipüle etmekle, onlara hükmetmekle ilgili değildir. Gerçek güç yaratma yetisidir. Bu kadar basittir.

Yeni Siz, zihninizin yaratıcı gücünü kullanarak özü tezahür ettirmenin, en harika oyun olduğunu bilir. Bu oyun oynamak için doğmuş olduğunuz oyundur. O yeteneklerinizi başka niyetle kullanmanın sizi bıkkınlığa ve atalete sürükleyeceğini de bilir.

Özgürlük - Hakimiyet size hayatınızı şu anda yaşama özgürlüğünü verir. Burada ve şimdi, ruhsal bir varlık olarak muhteşem bir insan deneyimi yaşamakta olduğunuzun tadını çıkarabilirsiniz. Yeni Siz bu farkındalıkta demirlemiştir. Yeni Siz olarak, sizi daha önceleri sarsmış olan durumların içine rahatlıkla girebilir, sükunetinizi ve soğukkanlılığınızı bozmayabilirsiniz. Korkusuzsunuzdur, ve her anın uygunluğunda varolan sevgiye karşı duyarlı ve özgürsünüzdür.

Hakimiyeti İşler Kılan Bütünlüktür

Hakimiyetinizin sizi diğerlerinden ayrı bir yere koymadığını hatırlamak önemlidir. Bu zaten mümkün değildir. Her birey Tanrı'nın Hayatını sizinle paylaşır ve seçtikleri sekilde özgürce yaşar, aynen sizin gibi.

Seçiminizde bağımsız, ancak yaşamda birbirinize bağlısınızdır. Bunu anladığınız zaman, hakimiyetinizin sadece Tanrısal Bütünlüğü kucakladığınız zaman işler olduğunu farkeder ve kendiniz için bir sürü sorun yaratmayı bırakırsınız.

Nasıl olurda bağımsızca seçim yapan bu kadar çok insan herhangi bir konuda hemfikir olabilir? Bundaki uyum nerede? Hatırlanması gereken en önemli şey, hepinizin eşitçe sevildiği Tek Yaşamın - Tanrı'nın Yaşamının olduğudur. Diğerlerini etkileyecek bir seçim yapma ihtiyacınız doğduğunda, bu farkındalığı devreye sokmayı hatırlayın. Bireysel arzularınızın Tanrı'nın tüm yaşama duyduğu sevgi ile hizalanmasını, ve arzunuzla ilintili olan herkes için mümkün olan en iyi sonucun açığa çıkmasını isteyin. Bu sonucun ne olduğunu bilmek önemli değildir. Öyle olacağını bilin yeter.

Arzularınızı netleştirerek, ve onları ilintili olan herkesin hayrı için serbest bırakarak, Yaratıcınızın sizin üzerinizdeki tek yükümlülüğü olan şeyi "Birbirinizi sevin, ve arzuladığınız gibi yaşayın" yerine getirmiş olursunuz. Bunu hatırladıkça, ruhsal hakimiyetinizin anahtarını elinizde tutuyor olacaksınız.

yukarıdaki mesaj Yeni Bir Dünya Uyanıyor: Bir Saint Germain Kitabı isimli kitaptan bir bölümdür. Kitap hakkında web sayfasından bilgilenmek için bu linki takip edebilirsiniz: Joy and Clarity Store

(Nevermore)

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Osho’dan Olgunluk Üzerine

"Tadımız yok, çünkü olmamız gerektiği gibi değiliz."

Herkes burukluk hissediyor, çünkü herkes olması gereken hayatın bu olmadığını hissediyor; şayet hepsi buysa o zaman o bir hiçtir. Onda daha fazlası olmak zorunda ve bu fazla olan şey bulunmadığı müddetçe kişi bu acı tattan kurtulamayacak. Bu tatsızlık yüzünden öfke, kıskançlık, şiddet, nefret; her türden olumsuzluk gelir. Kişi sürekli olarak şikâyet eder ama gerçek memnuniyetsizlik başka bir yerde, derindedir. Bu, varoluşa karşı yapılan bir şikâyettir: “Burada ne yapıyorum? Neden buradayım? Hiçbir şey olmuyor. Niçin zorla canlı olmak zorundayım çünkü hiçbir şey olmuyor.” Zaman akıp gidiyor ve hayat hiçbir mutluluk olmadan, olduğu gibi kalıyor. Acı tatlar yaratıyor.


Yaşlı insanların tatsızlaşması rastlantısal değildir. Kendi anne babanız bile olsa yaşlı insanlarla yaşamak çok zordur. Onların tüm hayatları çöpe gittiği ve çok tatsız hissediyor oldukları basit gerçeği yüzünden o çok zordur. Olumsuzluklarını kusmak için herhangi bir bahanenin üzerine atlarlar; herhangi bir şey üzerine çıldırırlar ve bağırıp çağırırlar. Çocukların mutlu olmasına, dans etmesine, şarkı söylemesine, zevkten bağırmasına müsamaha göstermezler; buna katlanamazlar. Bu onlar için bir sıkıntı kaynağıdır, çünkü onlar hayatlarını boşa harcadılar. Ve esasında onlar “bize sıkıntı verme” derken, aslında en basitinden, “Nasıl bu kadar keyifli olmaya cüret edersin!” diyorlar. Onlar genç insanlara karşıdır ve gençler ne yaparsa yapsın, yaşlı insan onların yanlış yaptığını düşünür.

Aslen onlar yaşam denilen şeyin kendisi hakkında tatsız hissediyorlar ve bahaneler uydurmaya devam ediyorlar. Tatsız olmayan yaşlı bir insan bulmak çok ender bir şeydir; bu onun gerçekten güzel bir şekilde yaşadığı, gerçekten bir yetişkin olduğu anlamına gelir. Yaşlı insanların, genç insanların hiç sahip olamayacağı inanılmaz bir güzelliği vardır. Onların belli bir olgunluğu, olgunlaşmışlığı vardır; onların mevsimi gelmiştir. Onlar o kadar çok görmüş ve o kadar çok yaşamışlardır ki Tanrıya sonsuz derecede minnettarlardır.

Ama bu türden bir yaşlı insanı bulmak çok zordur; çünkü bunun anlamı, bu adamın bir Buda, bir İsa olduğudur. Yalnızca uyanmış bir kişi yaşlılığında tatsız olmaz; çünkü ölüm geliyordur, hayat gitmiştir, kişinin mutlu olması için ne kalmıştır? Kişi yalnızca öfkelidir.

Kızgın genç adamlar duymuşsundur ama gerçekte hiçbir genç adam yaşlı insanlar kadar öfkeli olamaz. Kimse öfkeli yaşlı adamlardan söz etmez ama benim kendi deneyimim - genç insanları, yaşlı insanları izledim - hiç kimsenin yaşlı birisi kadar öfkeli olmayacağıdır.

Tatsızlık bir cahillik halidir. Onun ötesine geçmelisin, seni ötesine geçirecek bir köprüye dönüştürecek olan farkındalığı öğrenmek zorundasın. Ve bu geçmenin ta kendisi bir devrimdir. Tüm şikâyetlerin, tüm hayırların ötesine gerçekten geçtiğin anda, muhteşem bir evet - sadece evet, evet, evet - muhteşem güzellikte bir koku ortaya çıkar. Tatsızlık olan enerjinin kendisi güzel bir kokuya dönüşür


alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Ego: Sahte Merkez

Ego: Sahte merkez

En önce anlaşılması gereken şey egonun ne olduğudur. Bir çocuk doğar. Doğduğunda kendisi hakkında hiçbir bilinci, bilgisi yoktur. Ve bir çocuk doğduğunda ilk olarak farkına vardığı şey kendisi değil diğeridir. Bu doğaldır çünkü gözler dışa doğru açıktır, eller diğerlerine dokunur, kulaklar başkalarını duyar, damak yiyecekleri tadar ve burun dışarıyı koklar. Tüm bu duyular dışa doğru açıktır. Doğmanın anlamı da budur. Doğumun anlamı, bu dünyaya gelmektir, dışarının dünyasına. Dolayısıyla da bir çocuk doğduğunda, bu dünyanın içine doğar. Gözlerini açar ve diğerlerini görür. Diğer siz demeksiniz. Çocuk ilk önce annesinin farkına varır. Daha sonra da yavaş yavaş kendi bedeninin farkına varmaya başlar. Bu da aslında diğerdir ve de bu dünyaya aittir. Acıkır ve bedenini hisseder; ihtiyacını giderdiğinde de bedenini unutur.

Bir çocuk şöyle yetişir: Önce sizin, ötekinin farkına varır ve sonraysa sizinle, ötekiyle kıyaslayarak yavaş yavaş kendisinin farkına varır. Bu farkındalık yansıtılmış bir farkındalıktır. O kendisinin kim olduğunun bilincinde değildir. O yalnızca annenin ve de onun kendisi hakkında ne düşündüğünün farkındadır. Eğer annesi ona gülümserse, onu takdir ederse, "Sen çok güzelsin" derse, onu kucaklayıp öperse çocuk kendisi hakkında iyi şeyler hisseder. İşte şimdi bir ego doğmuştur. Takdir,sevgi, ilgi aracılığıyla iyi olduğunu, değerli olduğunu ve bir önemi olduğunu hisseder. Bir merkez doğar.

Yalnız bu merkez yansıtılmış bir merkezdir. Onun gerçek varlığı değildir. Kendisinin kim olduğunu bilmez; yalnızca başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğünü bilir. Ve bu bir egodur; yansıma,, başkalarının ne düşündüğüdür. Şayet herkes onun bir işe yaramaz olduğunu düşünürse, kimse onu takdir etmez, gülümsemez. Böyle bir durumda da bir ego doğar: hastalıklı bir ego; üzgün, reddedilmiş, değersiz ve diğerlerinden aşağıda hissederken kendisini incinmiş. Bu da bir egodur. Bu da bir yansımadır.

Önce anne - ve anne başlangıçta tüm dünya demektir. Sonradan anneye başkaları katılır ve dünya büyümeye başlar.Ve bu dünya büyüdükçe de ego daha karmaşıklaşır çünkü birçok başka insanın daha görüşleri yansır. Ego biriktirilmiş bir olgudur, başkalarıyla yaşıyor olmanın bir yan ürünüdür. Eğer bir çocuk tamamıyla yalnız yaşarsa, hiçbir zaman ego geliştirmeyecektir. Ama bunun bir yararı olmaz. Bir hayvan gibi kalacaktır. Hayır, böyle bir şey onun gerçek kendi benliğini bileceği anlamına gelmez.

Ego bir zorunluluktur çünkü gerçek olan ancak sahtesi aracılığıyla anlaşılır. Kişi onun içerisinden geçip gitmelidir. Bu bir öğretidir. Gerçek yalnızca yanılsama sayesinde anlaşılır. Gerçek olanı doğrudan bilemezsiniz. Öncelikle gerçek olmayanın ne olduğunu bilmek zorundasınızdır. Önce gerçek olmayanı tanımak zorundasınız. Bu tanışıklık vasıtasıyla gerçeğin ne olduğunu bilmek için yeterli hale gelirsiniz. Şayet siz sahteyi sahte olarak bilirseniz, gerçek üzerinize gün gibi doğar.

Ego bir ihtiyaçtır; o toplumsal bir ihtiyaç, toplumsal bir yan üründür. Toplum sizin çevrenizdeki her şeydir - siz değil ama etrafınızdaki tüm şeylerdir. Her şeyden sizi çıkarttığınızdaki şeydir toplum. Ve herkes yansıtır. Okula gidersiniz ve öğretmen sizin kim olduğunuzu yansıtacaktır. Diğer çocuklarla arkadaşlıklarınız olacak ve onlar sizin kim olduğunuzu yansıtacaklar. Adım adım herkes sizin egonuza bir şeyler katar ve herkes egonuzu topluma problem oluşturmayacak hale getirmeye çalışır.

Onların derdi siz değilsinizdir.

Onlar toplumla ilgilenmektedirler

Toplum kendisini düşünür ve bu böyle de olmalıdır.

Onların önemsediği şey sizin 'kendini bilen' insanlar haline gelmeniz değildir. Onlar için önemli olan sizin toplum denen mekanizmanın yararlı bir parçası olmanızdır. Resmi bozmamalısınız. Dolayısıyla da size toplumla uyumlu bir ego verirler. Size ahlak öğretirler. Ahlak, size topluma uyacağınız bir ego vermek anlamına gelir. Eğer siz ahlaklı değilseniz, şurada ya da burada uyumsuz olursunuz. Bu sebeple suçluları hapishanelere koyarız - hayır,yanlış birşey yaptıkları için ya da onları hapse atmakla onların iyileşeceği için falan değil! Sadece onlar uyumsuzdur. Onlar sorun üretirler. Onların sahip oldukları türden egoları toplum onaylamaz. Şayet toplum onaylarsa her şey iyidir.

Bir adam birisini öldürür - o bir katildir.

Ve aynı adam savaş zamanında binlercesini öldürür - o muhteşem bir kahraman haline gelir. Toplum cinayetten rahatsız olmaz ama cinayetin toplum için işlenmesi gerekir.O zaman sorun kalmaz.

Toplum ahlakı önemsemez.

Ahlak yalnızca sizin topluma uymanız demektir.

Toplum savaştayken ahlak değişir.

Barış dönemindeyken toplumun başka ahlakı vardır

Ahlak toplumsal bir politikadır. Diplomatiktir. Tüm çocukların toplumla uyumlu halde yetiştirilmesi şarttır ve her şey bu kadar basittir. Çünkü toplumun ilgilendiği tek şey yararlı üyelerdir. Toplum sizin kendinizi bilmeniz gerekliliğiyle ilgili değildir.

Toplum bir ego yaratır çünkü ego istenilen yönde kullanılabilir ve kontrol altında tutulabilir. Kişinin öz benliğiyse hiçbir zaman kontrol edilip kullanılamaz. Toplumun bir insanın öz benliğini kontrol altında tuttuğu duyulmuş bir şey değildir

Çocuğun bir merkeze ihtiyacı vardır ve çocuk kendi merkezinin tamamıyla farkında değildir. Toplum ona bir merkez verir ve çocuk ta azar azar toplumun kendisine verdiği egonun kendi merkezi olduğuna ikna olur.

Bir çocuk eve döner - şayet sınıfta birinci olduysa tüm aile mutludur. Onu kucaklayıp öper, omzunuza alır dans edersiniz ve, "Ne güzel bir çocuk! Sen bizim için gurur kaynağısın" dersiniz. Ona ayırt edilmesi güç bir ego verirsiniz. Eğer çocuk eve utanç içinde, başarısız becerememiş, sınıfta kalmış olarak gelirse ya da alt sıralarda kalmışsa - o zaman kimse onu takdir etmez ve o da kendisini dışlanmış hisseder. Bir dahaki sefere daha sıkı çalışacaktır çocuk çünkü merkezi sarsıntı hisseder.

Ego her zaman sarsıntıdadır, her zaman beslenmenin peşindedir, yani birisinin takdir etmesi gerekir. Bu nedenledir ki sürekli ilgi talep edersiniz.

Kim olduğunuz hakkında başkalarından fikir alırsınız. Bu doğrudan bir deneyim değildir.

Sizin kim olduğunuz hakkında edindiğiniz fikirler başkalarından gelir. Onlar sizin merkezinizi biçimlendirir. Bu merkez sahtedir çünkü siz kendinize ait gerçek merkezinizi taşımaktasınız. O kimsenin karışamayacağı bir şeydir. Kimse ona şekil veremez.

Siz onunla beraber gelirsiniz

Siz onunla doğarsınız.

Bu demektir ki, sizin iki merkeziniz vardır. Birisi varoluşun size vermiş olduğu, sizin beraber geldiğiniz merkezdir. Bu gerçek öz benliğinizdir. Ve diğeri, toplum tarafından yaratılmış olan merkez ise egodur. O sahte bir şeydir - ve çok büyük bir kandırmacadır. Ego aracılığıyla toplum sizi kontrol etmektedir. Siz belli bir şekilde davranmak zorundasınızdır, çünkü sadece o zaman toplum sizi takdir eder. Belli bir tarzda yürümek, belli bir şekilde kahkaha atmak; belli bir tarzı, ahlakı, formülü takip etmek zorundasınız. Ancak o zaman toplum sizi takdir eder, ve etmezse de egonuz sarsılır. Ve egonuz sarsıldığında, kim olduğunuzu, nerede olduğunuzu bilmezsiniz.

Başkaları size fikri verdi.

Bu fikir egodur.

Onu mümkün olduğunca derinden anlamaya çalışın, çünkü ondan kurtulmak durumundasınız. Ve ondan kurtulamazsanız hiçbir zaman öz benliğinize ulaşamazsınız. Çünkü siz merkeze bağımlı haldesiniz, hareket edemezsiniz ve öz benliğinize bakamazsınız.

Ve, egonun parçalanacağı, kim olduğunuzu bilmeyeceğiniz, nereye gidiyor olduğunuzu bilemeyeceğiniz, tüm sınırların eriyip gittiği geçici bir zaman dilimi, bir aralık olacağını anımsayınız.

En basitinden aklınız karışacak, bir kaos olacak.

Bu kaos nedeniyle egonuzu kaybetmekten korkarsınız. Fakat bu böyle olmak zorundadır. Kişi kendi gerçek merkezine varmadan önce bu kaosun içerisinden geçmek zorundadır.

Ve şayet cesursanız, bu dönem kısa olacaktır.

Eğer korkarsanız ve tekrar egonun kucağına düşerseniz, ve yeniden onu ayarlamaya başlarsanız, işte o zaman çok, çok uzun sürebilir; bir çok hayat ziyan edilebilir.

Şöyle bir öykü duymuştum: Küçük bir çocuk büyükannesini ziyaret etmekteymiş. Sadece dört yaşındaymış çocuk. Geceleyin büyükannesi onu uyuturken, çocuk aniden bağırmaya ve ağlamaya başlamış ve "Eve gitmek istiyorum. Karanlıktan korkuyorum" demiş. Fakat büyükanne de, "Çok iyi biliyorum ki, evde de karanlıkta uyuyorsun; hiç bir zaman ışığının yandığını görmedim. Öyleyse burada neden korkuyorsun?" diye sormuş. Çocuk, "Evet, bu doğru - ama o BENİM karanlığımdı" demiş. Bu tamamıyla bilinmeyen bir karanlık.

Karanlık ile birlikte bile, "Bu BENİM" diye hissediyorsunuz. Dışarıdayken bilinmeyen bir karanlıktır. Egoyla birlikte ise "Bu BENİM" diye hissediyorsunuz.

Sorunlu olabilir, belki de bir çok can sıkıntısı yaratır ama hala o benim. Tutunacağınız, yapışacağınız, ayaklarınızın altında olan bir şey; boşlukta, vakumda değilsiniz. Berbat bir durumdasınız, ama en azından VARSINIZ. Kötü hissetmek bile size 'ben varım' hissi verir. Ondan uzaklaşınca korku her yanı sarar; bilinmeyen karanlıktan ve kaostan korkmaya başlarsınız - çünkü toplum sizden bir parçayı silmeyi başarmıştır.

Aynen ormana gitmek gibidir bu. Biraz temizlik yaparsınız, zemini biraz temizlersiniz; çit örer, küçük bir kulübe yaparsınız; küçük bir bahçe yaparsınız, çim bir alan, ve iyisinizdir. Çitinizin ötesi ormandır, vahşidir. Burada (alanınızda) her şey yolundadır, her şeyi planladınız. Nasıl olduğu böyledir işte.

Toplum sizin bilincinizde bir miktar temizlik yapmıştır. Küçük bir kısmını tamamen silmiştir, çitle çevirmiştir. Orada her şey yolundadır. İşte tüm üniversitelerinizin yaptığı da budur. Bütün kültürün ve şartlandırmanın temeli kendinizi evinizde hissettirecek bir kısmı temizlemektedir.

Ve siz o zaman korkarsınız.

Çitin ötesinde tehlike vardır.

Çitin ötesindeki de, çitin içindeki gibi sizsiniz - ve bilinçli zihniniz sadece bir bölümüdür, tüm varlığınızın onda biridir. Onda dokuz karanlıkta bekliyor. Ve bu onda dokuzun içinde sizin gerçek merkeziniz saklıdır.

Korkusuz, cesur olmak zorundasınız.

Bilinmeyene adım atmalısınız.

Bir süre tüm sınırlar kaybolacaktır.

Bir süre başınız dönecek.

Bir an için deprem olmuşçasına çok korkacak ve sarsılacaksınız. Ama eğer cesur olur, geri çekilmezseniz, sürekli bir şekilde egonuzun kucağına düşmezseniz, bir çok hayatlarınız boyunca taşımakta olduğunuz gizli bir merkeziniz vardır orada.

Bu sizin ruhunuz, benliğinizdir.

Bir kez ona yakınlaştığınızda, her şey değişir, her şey yerine oturur. Fakat bu yerleştirme toplum tarafından yapılmaz. Artık her şey bir kaos değil kozmos'a dönüşür; yeni bir düzen ortaya çıkar. Fakat bu artık toplumun düzeni değildir - o tam olarak varoluşun kendi düzenidir.

O, Buddha'nın Dharma, Lao Tzu'nun Tao, Heraclitus'un Logos dediği şeydir. İnsan yapımı değildir. O TAM OLARAK varoluşun kendi düzenidir. O zaman aniden her şey tekrar güzelleşir ve ilk olarak gerçekten güzeldir, çünkü insan yapısı şeyler güzel olamazlar.

Yapabileceğiniz en iyi şey onların çirkinliklerini gizlemektir hepsi bu. Onları süsleyebilirsiniz ama hiçbir zaman güzel olamazlar. Aradaki fark aynen gerçek bir çiçekle plastik ya da kağıt çiçekler arasındaki gibidir. Ego plastik bir çiçektir - ölüdür. O çiçek gibi gözükür, çiçek değildir. Onu bir çiçek olarak adlandıramazsınız. Hatta onu çiçek olarak adlandırmak dilbilimi açısından da yanlıştır, çünkü çiçek, açan şeydir. Ve bu plastik şey sadece bir nesnedir, çiçek açmanın kendisi değil. O ölüdür. İçinde yaşam yoktur.

İçinizde çiçek açan bir merkeze sahipsiniz. Bu yüzden Hindular onu bir lotus çiçeği olarak adlandırırlar - o çiçek açmanın kendisidir. Bin yapraklı lotus çiçeği derler ona. Bin tane demek sınırsız yaprak demektir. Ve çiçek, açmaya devam eder, hiçbir zaman durmaz, ve hiçbir zaman ölmez.

Ama siz plastik bir egoyla yetiniyorsunuz.

Neden yetiniyor olduğunuzun sebepleri vardır. Ölü bir şeyde çok uygun şeyler vardır. Bir tanesi, ölü bir şeyin hiç ölmeyeceğidir. Ölemez - hiç yaşamadı ki! Dolayısıyla plastik çiçeklere sahip olabilirsiniz, bir yönden iyidirler. Kalıcıdırlar; ölümsüz değil, süreklidirler

Bahçenin dışındaki gerçek çiçek ölümsüzdür, ama kalıcı değildir. Ve ölümsüz olanın kendisine özgü ölümsüz olma yolu vardır. Ölümsüz olmanın yolu tekrar tekrar doğup ölmektir. Ölüm yoluyla kendisini tazeler, gençleştirir.

Bize göre çiçek ölmüş gibi görünür - hiç ölmez.

Sadece bedenleri değiştirir, böylece her dem tazedir.

Eski bedeni bırakıp yenisine girer. Başka bir yerde açar; açmaya devam eder. Yalnız, biz bu sürekliliği göremeyiz çünkü o görünmezdir. Biz yalnızca bir çiçeği, başka bir tanesini görürüz, hiç bir zaman sürekliliği görmeyiz.

Dün açan çiçekle aynı çiçektir o.

Aynı güneştir, ama ayrı bir elbisede.

Egonun belli bir niteliği vardır - o canlı değildir. O plastikten yapılma bir şeydir. Ve onu elde etmek çok kolaydır, çünkü onu birileri verir. Sizin aramanıza gerek yoktur, arayışla bir ilginiz yoktur. Bilinmeyenin peşinde bir arayan haline gelmezseniz, bir birey olamamışsınız demektir bu. Sadece kalabalığın bir bileşenisinizdir. Sadece bir kütlesiniz.

Gerçek bir merkeze sahip değilken nasıl bir birey olursunuz?

Ego birey değildir. Ego toplumsal bir olgudur - o toplumdur, siz değilsiniz. Fakat o size toplumda bir işlev verir, toplumda bir yer verir. Ve eğer siz onunla yetinmeye devam ederseniz, kendi benliğinizi bulma fırsatını temelden yitirmiş olursunuz.

İşte bu yüzden son derece mutsuzsunuz.

Plastik bir hayatla nasıl mutlu olabilirsiniz ki?

Sahte bir yaşamla nasıl zevkli, huzurlu ve mutluluk içerisinde olabilirsiniz? İşte o zaman da ego bir çok can sıkıntısı yaratır, milyonlarcasını.

Siz onu göremezsiniz çünkü o sizin kendi karanlığınız. Ona göre ayarlandınız.

Tüm mutsuzlukların ego aracılığıyla hayatınıza girdiğini fark ettiniz mi? O sizi mutlu kılmaz; sadece mutsuz yapar.

Ego cehennemdir.

Acı çektiğiniz zaman izleyip analiz etmeye çalışın ve göreceksiniz ki, bir yerlerde neden egodur. Ve ego acı çekmek için sebepler bulmaya devam eder.

Siz de herkes gibi bir egoistsiniz. Bazıları yüzeydedir, çok belirgindir ve onlar çok ta zor değildir. Bazılarıysa çok derinlerde ve zor fark edilirler ve onlardır esas problem.

Bu ego sürekli olarak başkalarıyla çatışma halinde belirir çünkü her ego kendinden hiç emin değildir. Öyle olmak ta zorundadır - çünkü sahtedir. Elinizde hiç bir şey olmadığı halde var olduğunu düşünüyorsanız, sorun çıkacaktır.

Biri çıkar da "Sende hiç bir şey yok" derse, kavga başlar, çünkü siz de bir şey olmadığını hissediyorsunuzdur. Diğerleri gerçeği fark etmenizi sağlar.

Ego sahtedir, o hiç bir şeydir.

Bunu siz de biliyorsunuz.

Bunu nasıl olur da bilemezsiniz? Mümkün değil! Bilinçli bir varlık - nasıl olur da bu egonun sahte bir şey olduğunu bilemez? Ve birileri diyor ki, hiç bir şey yok - ve birileri hiç bir şey yok dediğinde gerçeği söylerler onlar; darbe yersiniz - ve hiç bir şey doğrular kadar çarpıcı olamaz.

Savunmak zorundasınızdır, çünkü savunmazsanız, savunmaya çekilmezseniz, o zaman nereye gideceksiniz?

Kayıplara karışacaksınız.

Kimliğiniz dağılacak.

Dolayısıyla savunacak ve savaşacaksınız - çatışma budur işte.

Kendi benliğini bulmuş bir insan hiç bir zaman çatışmaz. Birileri onunla çatışmaya gelse de, o kimseyle çatışma halinde değildir.

Bir Zen üstadı sokak boyunca yürürken başına böyle bir şey gelmiş. Bir adam koşarak gelmiş ve sert bir şekilde ona vurmuş. Üstad yere düşmüş. Ayağa kalkmış ve önceden yürüdüğü yönde, geriye bile dönüp bakmadan tekrar yürümeye başlamış.

Yanında bir öğrencisi varmış. Şoka uğramış. "Bu adam da kim? Bu nedir? Böyle birileri yaşıyorken, herhangi birisi gelip sizi öldürebilir. Ve siz adamın kim olduğunu, bunu neden yaptığını merak edip dönüp bakmadınız bile" demiş.

Üstad da, "Bu onun sorunu, benim değil" demiş.

Ego sürekli problem peşinde koşar. Neden? Çünkü kimse size ilgi göstermezse, ego acıkmış hisseder.

O ilgi ile yaşar.

Dolayısıyla, birisi size kızgın ve sizinle kavga ediyorsa, bu bile iyidir, çünkü en azından ilgisi üzerinizdedir. Eğer birisi severse, iyidir. Eğer kimse sizi sevmiyorsa, o zaman kızgınlık bile iyi olacaktır. En azında ilgi üzerinizde olacaktır. Fakat, kimse size hiç bir ilgi göstermezse, kimse sizin önemli birisi olduğunuzu düşünmezse, o zaman egonuzu nasıl besleyeceksiniz?

Diğerlerinin ilgisine ihtiyaç vardır.

Milyonlarca şekilde insanların ilgisini çekersiniz; belli bir tarzda giyinirsiniz, güzel görünmeye çalışırsınız, çok kibar olursunuz, roller edinirsiniz, değişirsiniz. Ne tür koşulların geçerli olduğunu sezinlediğinizde , hemen insanların size ilgi göstereceği yönde değişiverirsiniz.

Bu çok derinden bir dilenciliktir

Gerçek bir dilenci ilgi arayan ve talep eden kişidir. Ve gerçek imparator da kendi içinde yaşayandır; onun kendi merkezi vardır, başka kimseye bağımlı değildir.

Buddha bodhi ağacının altında oturuyor. o an dünya yok oluverse, Buddha için bir şey fark edecek midir? Hiç bir şey. Hiç bir şey fark etmemiş olacaktır. Tüm dünya kaybolsa bir fark yaratmayacak çünkü o merkezine ulaşmıştır.

Ya siz; şayet eşiniz kaçar, sizi boşar, başka birisine giderse tamamıyla dağılırsınız - çünkü o size ilgi gösteriyordu, özen gösteriyor, seviyor, etrafınızda dolaşıyor, sizin kendinizi birisi olarak hissetmenize yardım ediyordu. Tüm imparatorluğunuz kayboldu, siz dağılıverdiniz. İntihar etmeyi bile düşünmeye başlarsınız. Neden? Neden karınız sizi terk edince intihar edesiniz? Neden kocanız sizi terk edince intihar edesiniz? Çünkü kendinize ait bir merkeziniz yok. Karınız size merkezi veriyordu; kocanız size merkezi veriyordu.

İnsanlar bu şekilde varolurlar. Böylelikle insanlar başkalarına bağımlı hale gelir. O çok derinden bir köleliktir. Ego bir köle olmak ZORUNDADIR. O başkalarına bağımlıdır. Ve sadece egosu olmayan kişi ilk defa olarak efendidir; artık o bir köle değildir. Bunu anlamaya çalışın.

Ve egoyu kendi içinizde aramaya başlayın - başkalarında değil, bu sizin işiniz değildir.

Kendinizin ne zaman mutsuz hissedecek olursanız hemen gözlerinizi kapayın bu mutsuzluğun nereden gelmekte olduğunu bulmaya çalışın ve her seferinde göreceksiniz ki, sahte merkeziniz başka biriyle çatışmakta.

Siz bir şey umdunuz ve gerçekleşmedi.

Siz bir şey beklediniz ve tam tersi oldu - egonuz sarsıldı, mutsuzsunuz. Yalnızca bakın; ne zaman mutsuz olursanız, neden olduğunu bulmaya çalışın.

Sebepler sizin dışınızda değil. Temel neden içinizdedir - ama siz her zaman dışarı bakarsınız, her zaman sorarsınız:

Beni kim mutsuz ediyor?

Benim kızgınlığımın sebebi kim?

Beni kim hayata küstürüyor?

Ve dışarı bakarsanız göremezsiniz.

Sadece gözlerinizi kapayın ve her seferinde içe bakın.

Tüm mutsuzluğunuzun, kızgınlığınızın, can sıkıntınızın kaynağı sizde, egonuzda gizli.

Ve kaynağı bulursanız, onun ötesine geçmeniz kolaylaşacaktır. Eğer sizin başınıza dert açan şeyin kendi egonuz olduğunu görebilirseniz, ondan kurtulmayı tercih edersiniz - çünkü hiç kimse mutsuzluğunun kaynağını anlayacak olduktan sonra onu taşıyamaz.

Ve şunu unutmayın ki, egodan vazgeçmeniz için bir neden yoktur.

Ondan vazgeçemezsiniz. Ondan kurtulmaya çalışırsanız, "Alçak gönüllü oldum" diyen, daha zor fark edilen türden bir egonuz olacaktır.

Alçak gönüllü olmaya çalışmayın. Bu kendini gizleyen bir egodur - ama ölü değildir.

Alçak gönüllü olmaya çalışmayın. Alçak gönüllü olmayı kimse deneyemez, ve kimse kendi çabasıyla alçak gönüllülüğü yaratamaz, asla! Ego ortadan kaybolunca, alçak gönüllülük size gelir. O yaratılan bir şey değildir. O gerçek merkezin gölgesidir.

Ve gerçekten alçak gönüllü bir adam ne alçak gönüllüdür ne de bencil.

O sadece basittir.

Hatta alçak gönüllü olduğunun bile farkında değildir.

Eğer alçak gönüllü olduğunuzun farkındaysanız, orada ego vardır.

Alçak gönüllü kimselere bakın.Kendilerinin gerçekten alçak gönüllü olduğunu düşünen milyonlarca insan vardır. Yerlere kadar eğilirler, ama izleyin onları - en sofistike egoistlerdir onlar. Artık onların besinlerinin kaynağı alçak gönüllüktür. "Ben alçak gönüllüyüm" derler ve sonra da size bakıp sizin onları takdir etmenizi beklerler.

Sizin onlara "Sen gerçekten alçak gönüllüsün" demenizi isterler. "Aslında sen dünyanın en alçak gönüllü kişisisin; hiç kimse senin kadar alçak gönüllü değil". Sonra da yüzlerine gelen gülümsemeye bakın. Ego nedir? Ego "Kimse benim gibi değil" diyen bir hiyerarşidir. Alçak gönüllülükle kendisini besleyebilir - "Kimse benim gibi değil, ben en alçak gönüllü kişiyim"

Zamanın birinde: Sabahleyin hava henüz aydınlanmamışken fakir bir dilenci caminin birinde dua etmekteydi. Kutsal bir gündü ve o dua edip şöyle diyordu, "Ben bir hiçim. Ben fakirlerin en fakiriyim, günahkarların en büyüğüyüm"

Birden bir başka kişinin daha dua etmekte olduğunu fark etti. Adam ülkenin imparatoruydu ve bir başka kişinin daha dua etmekte olduğunun farkında değildi - karanlıktı, ve imparator da, "Ben bir hiçim. Kimse değilim. Sadece kapındaki bir dilenciyim" diyordu. Başka birisinin daha aynı şeyleri söylediğini duyduğunda imparator dedi ki, "Durun! Beni geçmeye çalışan da kim? Sen kimsin? Bir imparator 'bir hiç olduğunu' söylerken, onun önünde aynı şeyi söylemeye nasıl cesaret edersin?"

İşte ego böyle çalışır. Çok zor fark edilir. Onun çalışması çok kurnazca ve derindendir, çok çok uyanık olmalısınız, ancak o zaman onu görebilirsiniz. Alçak gönüllü olmaya çalışmayın. Yalnızca tüm mutsuzlukların, acıların ego yoluyla geldiğini görmeye çalışın.

Sadece izleyin. Vazgeçmenize gerek yok.

Ondan vazgeçemezsiniz. Kim vazgeçecek ondan? O zaman da vazgeçenin kendisi egoya dönüşecektir. Her zaman geri dönecektir.

Her ne yapıyorsanız yapın, dışında kalın ve bakın, izleyin.

Ne yaparsanız yapın - alçak gönüllülük, mütavazilik, basitlik - hiç birisi yardımcı olmaz. Mümkün olan sadece bir şey vardır, o da tüm mutsuzluğunuzun kaynağının ego olduğunu izlemektir. Onu söylemeyin. Tekrar etmeyin - İZLEYİN. Çünkü ben onun tüm mutsuzluklarınızın kaynağı olduğunu söylersem ve siz de bunu tekrar ederseniz yararsız olur bu. SİZ bu anlayışa gelmek zorundasınız. Her mutsuz olduğunuzda yalnızca gözlerinizi kapayın ve dışardan nedenler aramayın. Bu mutsuzluğun nereden kaynaklandığını görmeye çalışın. O sizin kendi egonuzdur.

Eğer sürekli olarak egonun esas kaynak olduğunu anlar ve hissedecek olursanız, bu derinlerde kök salar ve egonun bir gün onun ortadan kayboluverdiğini görürsünüz. Kimse ondan kurtulmaz - kimse ondan kurtulamaz. Onu öylece görürsünüz; ortadan kayboluverir çünkü her şeyin kaynağının ego olmasının anlaşılması demek ondan kurtulmak demektir. BUNU ANLAMAK DEMEK EGONUN KAYBOLMASI DEMEKTİR.

Nihai olana, tanrısal olana giden yolun tümü, egonun bu zorlu arazisinden geçmek zorundadır. Sahte olanın sahteliği anlaşılmak zorundadır. Mutsuzluğun kaynağı olan, mutsuzluğun kaynağı olarak anlaşılmalı - o zaman ortadan kalkıverir.

Onun zehir olduğunu bildiğiniz zaman kaybolur. Onun ateş olduğunu bildiğinizde kaybolur. Bunun cehennem olduğunu anladığınızda yok olur.

Ve işte o zamandır ki, bir daha hiç "Egodan vazgeçtim" demezsiniz. O zaman her şeye, tüm mutsuzluklarınızın yaratıcısının kendiniz olduğu şakasına gülmek dışında hiç bir şey yapamazsınız.

Charlie Brown'ın bazı karikatürlerine bakıyordum. Bir tanesinde logolarla bir ev yapıyordu. Duvarları yaptığı logoların ortasında oturuyordu. Duvarlarla çevrelendiği bir an geliyor; her tarafını duvarlarla kapattığı bir an. Sonra da "İmdat, imdat" diye bağırıyor.

Her şeyi kendisi yaptı! Şimdi de onlarla çevrelendi, hapsoldu. Bu çok çocukça, ama sizin de tüm yaptığınız bu işte. Kendi çevrenize bir ev inşa ettiniz ve şimdi de "İmdat, imdat" diye bağırıyorsunuz. Ve mutsuzluğunuz milyonlarca kez çoğaldı - çünkü sizinle aynı teknede olan yardımcılarınız var.

Çok güzel bir kadın hayatında ilk kez bir psikiyatriste gider. Psikiyatrist kadına, "Lütfen biraz yaklaşın" der. Kadın yaklaştığında hemen kadının üzerine atlayıp sarılır ve onu öper. Kadın şok olur. Sonra da adam "Şimdi oturabilirsiniz. Bu benim sorunumu halleder, şimdi sizin sorununuz nedir?" diye sorar.

Problem katmerlenir, çünkü aynı teknede olan yardımcılar var. Ve onlar yardım etmek isterler, çünkü birisine yardım ettiğinizde egonuz çok çok iyi hisseder - çünkü siz binlerce insana yardım eden büyük bir yardımcı, büyük bir guru, efendisiniz.

Ne kadar çok insan sizi izlerse, kendinizi o kadar iyi hissedersiniz.

Fakat siz de aynı teknedesiniz, yardım edemezsiniz.

Daha çok, zararınız dokunur.

Hala kendi sorunları olan birisinin başkalarına pek yararı dokunamaz.Yalnızca kendi sorunları olmayan birisinin size yararı dokunabilir. Ancak o zaman sizin içinizi görebilecek netlik vardır. Hiçbir soruna sahip olmayan bir zihin sizi görebilir; siz saydamlaşırsınız.

Sorunları olmayan bir zihin kendi içinden görebilir; bu nedenledir ki, başkalarının içini görebilme yeteneğine ulaşır.

Batı'da çok, birçok sayıda psikanaliz okulu vardır ama insanlara hiç bir yardımı dokunmadığı gibi, çoğunlukla da zarar verirler. Çünkü başkalarına yardım eden kişiler ya da yardım etmeye çalışan veya yardım ediyormuş gibi yapanlar da aynı teknenin içindeler. .Kişinin kendi egosunu görmesi zordur.

Siz kendi egonuzu görmeye çalışın.

Sadece izleyin.

Ondan kurtulmak için aceleci olmayın, sadece izleyin. Ne kadar izlerseniz, o kadar yeterli hale gelirsiniz. Bir gün aniden görüverirsiniz ki, kendiliğinden kaybolmuş. Ve aslında sadece kendiliğinden olduğunda kaybolmuş olur. Başka bir yolu yoktur. Olgunluğuna erişmeden ondan kurtulamazsınız.

Kuru bir yaprak gibi düşer.

Ağaç hiç bir şey yapmaz - hafif bir meltem, bir şeyler olur ve ölü yaprak öylece düşer. Hatta ağaç yaprağın düştüğünün farkına bile varmaz. O ses çıkarmaz, bir şey iddia etmez, hiçbir şey yapmaz.

Kurumuş yaprak öylece yere düşer ve dağılır hepsi bu.

Bilinç ve anlayış yoluyla olgunlaştığınızda ve egonun tüm mutsuzluklarınızın nedeni olduğunu derinden hissettiğinizde, bir gün aniden, kurumuş yaprağın düşmekte olduğunu göreceksiniz.

O yere ulaşır ve kendi kendine ölür. Siz hiç bir şey yapmadınız dolayısıyla ondan kendinizin kurtulduğunu iddia edemezsiniz. Onun kayboluverdiğini görürsünüz ve gerçek merkez ortaya çıkar.

Ve gerçek merkez ruhtur, Tanrıdır, benliğinizdir, gerçekliktir ya da onu nasıl adlandırmak isterseniz odur.

Onun adı yoktur, o nedenle de tüm adlar uygundur.

Ona canınızın çektiği her ismi verebilirsiniz.


(Osho'nun, Zihnin Sınırının Ötesi adlı kitabından. )

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Ego: Sahte Merkez

Ego: Sahte merkez

En önce anlaşılması gereken şey egonun ne olduğudur. Bir çocuk doğar. Doğduğunda kendisi hakkında hiçbir bilinci, bilgisi yoktur. Ve bir çocuk doğduğunda ilk olarak farkına vardığı şey kendisi değil diğeridir. Bu doğaldır çünkü gözler dışa doğru açıktır, eller diğerlerine dokunur, kulaklar başkalarını duyar, damak yiyecekleri tadar ve burun dışarıyı koklar. Tüm bu duyular dışa doğru açıktır. Doğmanın anlamı da budur. Doğumun anlamı, bu dünyaya gelmektir, dışarının dünyasına. Dolayısıyla da bir çocuk doğduğunda, bu dünyanın içine doğar. Gözlerini açar ve diğerlerini görür. Diğer siz demeksiniz. Çocuk ilk önce annesinin farkına varır. Daha sonra da yavaş yavaş kendi bedeninin farkına varmaya başlar. Bu da aslında diğerdir ve de bu dünyaya aittir. Acıkır ve bedenini hisseder; ihtiyacını giderdiğinde de bedenini unutur.

Bir çocuk şöyle yetişir: Önce sizin, ötekinin farkına varır ve sonraysa sizinle, ötekiyle kıyaslayarak yavaş yavaş kendisinin farkına varır. Bu farkındalık yansıtılmış bir farkındalıktır. O kendisinin kim olduğunun bilincinde değildir. O yalnızca annenin ve de onun kendisi hakkında ne düşündüğünün farkındadır. Eğer annesi ona gülümserse, onu takdir ederse, "Sen çok güzelsin" derse, onu kucaklayıp öperse çocuk kendisi hakkında iyi şeyler hisseder. İşte şimdi bir ego doğmuştur. Takdir,sevgi, ilgi aracılığıyla iyi olduğunu, değerli olduğunu ve bir önemi olduğunu hisseder. Bir merkez doğar.

Yalnız bu merkez yansıtılmış bir merkezdir. Onun gerçek varlığı değildir. Kendisinin kim olduğunu bilmez; yalnızca başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğünü bilir. Ve bu bir egodur; yansıma,, başkalarının ne düşündüğüdür. Şayet herkes onun bir işe yaramaz olduğunu düşünürse, kimse onu takdir etmez, gülümsemez. Böyle bir durumda da bir ego doğar: hastalıklı bir ego; üzgün, reddedilmiş, değersiz ve diğerlerinden aşağıda hissederken kendisini incinmiş. Bu da bir egodur. Bu da bir yansımadır.

Önce anne - ve anne başlangıçta tüm dünya demektir. Sonradan anneye başkaları katılır ve dünya büyümeye başlar.Ve bu dünya büyüdükçe de ego daha karmaşıklaşır çünkü birçok başka insanın daha görüşleri yansır. Ego biriktirilmiş bir olgudur, başkalarıyla yaşıyor olmanın bir yan ürünüdür. Eğer bir çocuk tamamıyla yalnız yaşarsa, hiçbir zaman ego geliştirmeyecektir. Ama bunun bir yararı olmaz. Bir hayvan gibi kalacaktır. Hayır, böyle bir şey onun gerçek kendi benliğini bileceği anlamına gelmez.

Ego bir zorunluluktur çünkü gerçek olan ancak sahtesi aracılığıyla anlaşılır. Kişi onun içerisinden geçip gitmelidir. Bu bir öğretidir. Gerçek yalnızca yanılsama sayesinde anlaşılır. Gerçek olanı doğrudan bilemezsiniz. Öncelikle gerçek olmayanın ne olduğunu bilmek zorundasınızdır. Önce gerçek olmayanı tanımak zorundasınız. Bu tanışıklık vasıtasıyla gerçeğin ne olduğunu bilmek için yeterli hale gelirsiniz. Şayet siz sahteyi sahte olarak bilirseniz, gerçek üzerinize gün gibi doğar.

Ego bir ihtiyaçtır; o toplumsal bir ihtiyaç, toplumsal bir yan üründür. Toplum sizin çevrenizdeki her şeydir - siz değil ama etrafınızdaki tüm şeylerdir. Her şeyden sizi çıkarttığınızdaki şeydir toplum. Ve herkes yansıtır. Okula gidersiniz ve öğretmen sizin kim olduğunuzu yansıtacaktır. Diğer çocuklarla arkadaşlıklarınız olacak ve onlar sizin kim olduğunuzu yansıtacaklar. Adım adım herkes sizin egonuza bir şeyler katar ve herkes egonuzu topluma problem oluşturmayacak hale getirmeye çalışır.

Onların derdi siz değilsinizdir.

Onlar toplumla ilgilenmektedirler

Toplum kendisini düşünür ve bu böyle de olmalıdır.

Onların önemsediği şey sizin 'kendini bilen' insanlar haline gelmeniz değildir. Onlar için önemli olan sizin toplum denen mekanizmanın yararlı bir parçası olmanızdır. Resmi bozmamalısınız. Dolayısıyla da size toplumla uyumlu bir ego verirler. Size ahlak öğretirler. Ahlak, size topluma uyacağınız bir ego vermek anlamına gelir. Eğer siz ahlaklı değilseniz, şurada ya da burada uyumsuz olursunuz. Bu sebeple suçluları hapishanelere koyarız - hayır,yanlış birşey yaptıkları için ya da onları hapse atmakla onların iyileşeceği için falan değil! Sadece onlar uyumsuzdur. Onlar sorun üretirler. Onların sahip oldukları türden egoları toplum onaylamaz. Şayet toplum onaylarsa her şey iyidir.

Bir adam birisini öldürür - o bir katildir.

Ve aynı adam savaş zamanında binlercesini öldürür - o muhteşem bir kahraman haline gelir. Toplum cinayetten rahatsız olmaz ama cinayetin toplum için işlenmesi gerekir.O zaman sorun kalmaz.

Toplum ahlakı önemsemez.

Ahlak yalnızca sizin topluma uymanız demektir.

Toplum savaştayken ahlak değişir.

Barış dönemindeyken toplumun başka ahlakı vardır

Ahlak toplumsal bir politikadır. Diplomatiktir. Tüm çocukların toplumla uyumlu halde yetiştirilmesi şarttır ve her şey bu kadar basittir. Çünkü toplumun ilgilendiği tek şey yararlı üyelerdir. Toplum sizin kendinizi bilmeniz gerekliliğiyle ilgili değildir.

Toplum bir ego yaratır çünkü ego istenilen yönde kullanılabilir ve kontrol altında tutulabilir. Kişinin öz benliğiyse hiçbir zaman kontrol edilip kullanılamaz. Toplumun bir insanın öz benliğini kontrol altında tuttuğu duyulmuş bir şey değildir

Çocuğun bir merkeze ihtiyacı vardır ve çocuk kendi merkezinin tamamıyla farkında değildir. Toplum ona bir merkez verir ve çocuk ta azar azar toplumun kendisine verdiği egonun kendi merkezi olduğuna ikna olur.

Bir çocuk eve döner - şayet sınıfta birinci olduysa tüm aile mutludur. Onu kucaklayıp öper, omzunuza alır dans edersiniz ve, "Ne güzel bir çocuk! Sen bizim için gurur kaynağısın" dersiniz. Ona ayırt edilmesi güç bir ego verirsiniz. Eğer çocuk eve utanç içinde, başarısız becerememiş, sınıfta kalmış olarak gelirse ya da alt sıralarda kalmışsa - o zaman kimse onu takdir etmez ve o da kendisini dışlanmış hisseder. Bir dahaki sefere daha sıkı çalışacaktır çocuk çünkü merkezi sarsıntı hisseder.

Ego her zaman sarsıntıdadır, her zaman beslenmenin peşindedir, yani birisinin takdir etmesi gerekir. Bu nedenledir ki sürekli ilgi talep edersiniz.

Kim olduğunuz hakkında başkalarından fikir alırsınız. Bu doğrudan bir deneyim değildir.

Sizin kim olduğunuz hakkında edindiğiniz fikirler başkalarından gelir. Onlar sizin merkezinizi biçimlendirir. Bu merkez sahtedir çünkü siz kendinize ait gerçek merkezinizi taşımaktasınız. O kimsenin karışamayacağı bir şeydir. Kimse ona şekil veremez.

Siz onunla beraber gelirsiniz

Siz onunla doğarsınız.

Bu demektir ki, sizin iki merkeziniz vardır. Birisi varoluşun size vermiş olduğu, sizin beraber geldiğiniz merkezdir. Bu gerçek öz benliğinizdir. Ve diğeri, toplum tarafından yaratılmış olan merkez ise egodur. O sahte bir şeydir - ve çok büyük bir kandırmacadır. Ego aracılığıyla toplum sizi kontrol etmektedir. Siz belli bir şekilde davranmak zorundasınızdır, çünkü sadece o zaman toplum sizi takdir eder. Belli bir tarzda yürümek, belli bir şekilde kahkaha atmak; belli bir tarzı, ahlakı, formülü takip etmek zorundasınız. Ancak o zaman toplum sizi takdir eder, ve etmezse de egonuz sarsılır. Ve egonuz sarsıldığında, kim olduğunuzu, nerede olduğunuzu bilmezsiniz.

Başkaları size fikri verdi.

Bu fikir egodur.

Onu mümkün olduğunca derinden anlamaya çalışın, çünkü ondan kurtulmak durumundasınız. Ve ondan kurtulamazsanız hiçbir zaman öz benliğinize ulaşamazsınız. Çünkü siz merkeze bağımlı haldesiniz, hareket edemezsiniz ve öz benliğinize bakamazsınız.

Ve, egonun parçalanacağı, kim olduğunuzu bilmeyeceğiniz, nereye gidiyor olduğunuzu bilemeyeceğiniz, tüm sınırların eriyip gittiği geçici bir zaman dilimi, bir aralık olacağını anımsayınız.

En basitinden aklınız karışacak, bir kaos olacak.

Bu kaos nedeniyle egonuzu kaybetmekten korkarsınız. Fakat bu böyle olmak zorundadır. Kişi kendi gerçek merkezine varmadan önce bu kaosun içerisinden geçmek zorundadır.

Ve şayet cesursanız, bu dönem kısa olacaktır.

Eğer korkarsanız ve tekrar egonun kucağına düşerseniz, ve yeniden onu ayarlamaya başlarsanız, işte o zaman çok, çok uzun sürebilir; bir çok hayat ziyan edilebilir.

Şöyle bir öykü duymuştum: Küçük bir çocuk büyükannesini ziyaret etmekteymiş. Sadece dört yaşındaymış çocuk. Geceleyin büyükannesi onu uyuturken, çocuk aniden bağırmaya ve ağlamaya başlamış ve "Eve gitmek istiyorum. Karanlıktan korkuyorum" demiş. Fakat büyükanne de, "Çok iyi biliyorum ki, evde de karanlıkta uyuyorsun; hiç bir zaman ışığının yandığını görmedim. Öyleyse burada neden korkuyorsun?" diye sormuş. Çocuk, "Evet, bu doğru - ama o BENİM karanlığımdı" demiş. Bu tamamıyla bilinmeyen bir karanlık.

Karanlık ile birlikte bile, "Bu BENİM" diye hissediyorsunuz. Dışarıdayken bilinmeyen bir karanlıktır. Egoyla birlikte ise "Bu BENİM" diye hissediyorsunuz.

Sorunlu olabilir, belki de bir çok can sıkıntısı yaratır ama hala o benim. Tutunacağınız, yapışacağınız, ayaklarınızın altında olan bir şey; boşlukta, vakumda değilsiniz. Berbat bir durumdasınız, ama en azından VARSINIZ. Kötü hissetmek bile size 'ben varım' hissi verir. Ondan uzaklaşınca korku her yanı sarar; bilinmeyen karanlıktan ve kaostan korkmaya başlarsınız - çünkü toplum sizden bir parçayı silmeyi başarmıştır.

Aynen ormana gitmek gibidir bu. Biraz temizlik yaparsınız, zemini biraz temizlersiniz; çit örer, küçük bir kulübe yaparsınız; küçük bir bahçe yaparsınız, çim bir alan, ve iyisinizdir. Çitinizin ötesi ormandır, vahşidir. Burada (alanınızda) her şey yolundadır, her şeyi planladınız. Nasıl olduğu böyledir işte.

Toplum sizin bilincinizde bir miktar temizlik yapmıştır. Küçük bir kısmını tamamen silmiştir, çitle çevirmiştir. Orada her şey yolundadır. İşte tüm üniversitelerinizin yaptığı da budur. Bütün kültürün ve şartlandırmanın temeli kendinizi evinizde hissettirecek bir kısmı temizlemektedir.

Ve siz o zaman korkarsınız.

Çitin ötesinde tehlike vardır.

Çitin ötesindeki de, çitin içindeki gibi sizsiniz - ve bilinçli zihniniz sadece bir bölümüdür, tüm varlığınızın onda biridir. Onda dokuz karanlıkta bekliyor. Ve bu onda dokuzun içinde sizin gerçek merkeziniz saklıdır.

Korkusuz, cesur olmak zorundasınız.

Bilinmeyene adım atmalısınız.

Bir süre tüm sınırlar kaybolacaktır.

Bir süre başınız dönecek.

Bir an için deprem olmuşçasına çok korkacak ve sarsılacaksınız. Ama eğer cesur olur, geri çekilmezseniz, sürekli bir şekilde egonuzun kucağına düşmezseniz, bir çok hayatlarınız boyunca taşımakta olduğunuz gizli bir merkeziniz vardır orada.

Bu sizin ruhunuz, benliğinizdir.

Bir kez ona yakınlaştığınızda, her şey değişir, her şey yerine oturur. Fakat bu yerleştirme toplum tarafından yapılmaz. Artık her şey bir kaos değil kozmos'a dönüşür; yeni bir düzen ortaya çıkar. Fakat bu artık toplumun düzeni değildir - o tam olarak varoluşun kendi düzenidir.

O, Buddha'nın Dharma, Lao Tzu'nun Tao, Heraclitus'un Logos dediği şeydir. İnsan yapımı değildir. O TAM OLARAK varoluşun kendi düzenidir. O zaman aniden her şey tekrar güzelleşir ve ilk olarak gerçekten güzeldir, çünkü insan yapısı şeyler güzel olamazlar.

Yapabileceğiniz en iyi şey onların çirkinliklerini gizlemektir hepsi bu. Onları süsleyebilirsiniz ama hiçbir zaman güzel olamazlar. Aradaki fark aynen gerçek bir çiçekle plastik ya da kağıt çiçekler arasındaki gibidir. Ego plastik bir çiçektir - ölüdür. O çiçek gibi gözükür, çiçek değildir. Onu bir çiçek olarak adlandıramazsınız. Hatta onu çiçek olarak adlandırmak dilbilimi açısından da yanlıştır, çünkü çiçek, açan şeydir. Ve bu plastik şey sadece bir nesnedir, çiçek açmanın kendisi değil. O ölüdür. İçinde yaşam yoktur.

İçinizde çiçek açan bir merkeze sahipsiniz. Bu yüzden Hindular onu bir lotus çiçeği olarak adlandırırlar - o çiçek açmanın kendisidir. Bin yapraklı lotus çiçeği derler ona. Bin tane demek sınırsız yaprak demektir. Ve çiçek, açmaya devam eder, hiçbir zaman durmaz, ve hiçbir zaman ölmez.

Ama siz plastik bir egoyla yetiniyorsunuz.

Neden yetiniyor olduğunuzun sebepleri vardır. Ölü bir şeyde çok uygun şeyler vardır. Bir tanesi, ölü bir şeyin hiç ölmeyeceğidir. Ölemez - hiç yaşamadı ki! Dolayısıyla plastik çiçeklere sahip olabilirsiniz, bir yönden iyidirler. Kalıcıdırlar; ölümsüz değil, süreklidirler

Bahçenin dışındaki gerçek çiçek ölümsüzdür, ama kalıcı değildir. Ve ölümsüz olanın kendisine özgü ölümsüz olma yolu vardır. Ölümsüz olmanın yolu tekrar tekrar doğup ölmektir. Ölüm yoluyla kendisini tazeler, gençleştirir.

Bize göre çiçek ölmüş gibi görünür - hiç ölmez.

Sadece bedenleri değiştirir, böylece her dem tazedir.

Eski bedeni bırakıp yenisine girer. Başka bir yerde açar; açmaya devam eder. Yalnız, biz bu sürekliliği göremeyiz çünkü o görünmezdir. Biz yalnızca bir çiçeği, başka bir tanesini görürüz, hiç bir zaman sürekliliği görmeyiz.

Dün açan çiçekle aynı çiçektir o.

Aynı güneştir, ama ayrı bir elbisede.

Egonun belli bir niteliği vardır - o canlı değildir. O plastikten yapılma bir şeydir. Ve onu elde etmek çok kolaydır, çünkü onu birileri verir. Sizin aramanıza gerek yoktur, arayışla bir ilginiz yoktur. Bilinmeyenin peşinde bir arayan haline gelmezseniz, bir birey olamamışsınız demektir bu. Sadece kalabalığın bir bileşenisinizdir. Sadece bir kütlesiniz.

Gerçek bir merkeze sahip değilken nasıl bir birey olursunuz?

Ego birey değildir. Ego toplumsal bir olgudur - o toplumdur, siz değilsiniz. Fakat o size toplumda bir işlev verir, toplumda bir yer verir. Ve eğer siz onunla yetinmeye devam ederseniz, kendi benliğinizi bulma fırsatını temelden yitirmiş olursunuz.

İşte bu yüzden son derece mutsuzsunuz.

Plastik bir hayatla nasıl mutlu olabilirsiniz ki?

Sahte bir yaşamla nasıl zevkli, huzurlu ve mutluluk içerisinde olabilirsiniz? İşte o zaman da ego bir çok can sıkıntısı yaratır, milyonlarcasını.

Siz onu göremezsiniz çünkü o sizin kendi karanlığınız. Ona göre ayarlandınız.

Tüm mutsuzlukların ego aracılığıyla hayatınıza girdiğini fark ettiniz mi? O sizi mutlu kılmaz; sadece mutsuz yapar.

Ego cehennemdir.

Acı çektiğiniz zaman izleyip analiz etmeye çalışın ve göreceksiniz ki, bir yerlerde neden egodur. Ve ego acı çekmek için sebepler bulmaya devam eder.

Siz de herkes gibi bir egoistsiniz. Bazıları yüzeydedir, çok belirgindir ve onlar çok ta zor değildir. Bazılarıysa çok derinlerde ve zor fark edilirler ve onlardır esas problem.

Bu ego sürekli olarak başkalarıyla çatışma halinde belirir çünkü her ego kendinden hiç emin değildir. Öyle olmak ta zorundadır - çünkü sahtedir. Elinizde hiç bir şey olmadığı halde var olduğunu düşünüyorsanız, sorun çıkacaktır.

Biri çıkar da "Sende hiç bir şey yok" derse, kavga başlar, çünkü siz de bir şey olmadığını hissediyorsunuzdur. Diğerleri gerçeği fark etmenizi sağlar.

Ego sahtedir, o hiç bir şeydir.

Bunu siz de biliyorsunuz.

Bunu nasıl olur da bilemezsiniz? Mümkün değil! Bilinçli bir varlık - nasıl olur da bu egonun sahte bir şey olduğunu bilemez? Ve birileri diyor ki, hiç bir şey yok - ve birileri hiç bir şey yok dediğinde gerçeği söylerler onlar; darbe yersiniz - ve hiç bir şey doğrular kadar çarpıcı olamaz.

Savunmak zorundasınızdır, çünkü savunmazsanız, savunmaya çekilmezseniz, o zaman nereye gideceksiniz?

Kayıplara karışacaksınız.

Kimliğiniz dağılacak.

Dolayısıyla savunacak ve savaşacaksınız - çatışma budur işte.

Kendi benliğini bulmuş bir insan hiç bir zaman çatışmaz. Birileri onunla çatışmaya gelse de, o kimseyle çatışma halinde değildir.

Bir Zen üstadı sokak boyunca yürürken başına böyle bir şey gelmiş. Bir adam koşarak gelmiş ve sert bir şekilde ona vurmuş. Üstad yere düşmüş. Ayağa kalkmış ve önceden yürüdüğü yönde, geriye bile dönüp bakmadan tekrar yürümeye başlamış.

Yanında bir öğrencisi varmış. Şoka uğramış. "Bu adam da kim? Bu nedir? Böyle birileri yaşıyorken, herhangi birisi gelip sizi öldürebilir. Ve siz adamın kim olduğunu, bunu neden yaptığını merak edip dönüp bakmadınız bile" demiş.

Üstad da, "Bu onun sorunu, benim değil" demiş.

Ego sürekli problem peşinde koşar. Neden? Çünkü kimse size ilgi göstermezse, ego acıkmış hisseder.

O ilgi ile yaşar.

Dolayısıyla, birisi size kızgın ve sizinle kavga ediyorsa, bu bile iyidir, çünkü en azından ilgisi üzerinizdedir. Eğer birisi severse, iyidir. Eğer kimse sizi sevmiyorsa, o zaman kızgınlık bile iyi olacaktır. En azında ilgi üzerinizde olacaktır. Fakat, kimse size hiç bir ilgi göstermezse, kimse sizin önemli birisi olduğunuzu düşünmezse, o zaman egonuzu nasıl besleyeceksiniz?

Diğerlerinin ilgisine ihtiyaç vardır.

Milyonlarca şekilde insanların ilgisini çekersiniz; belli bir tarzda giyinirsiniz, güzel görünmeye çalışırsınız, çok kibar olursunuz, roller edinirsiniz, değişirsiniz. Ne tür koşulların geçerli olduğunu sezinlediğinizde , hemen insanların size ilgi göstereceği yönde değişiverirsiniz.

Bu çok derinden bir dilenciliktir

Gerçek bir dilenci ilgi arayan ve talep eden kişidir. Ve gerçek imparator da kendi içinde yaşayandır; onun kendi merkezi vardır, başka kimseye bağımlı değildir.

Buddha bodhi ağacının altında oturuyor. o an dünya yok oluverse, Buddha için bir şey fark edecek midir? Hiç bir şey. Hiç bir şey fark etmemiş olacaktır. Tüm dünya kaybolsa bir fark yaratmayacak çünkü o merkezine ulaşmıştır.

Ya siz; şayet eşiniz kaçar, sizi boşar, başka birisine giderse tamamıyla dağılırsınız - çünkü o size ilgi gösteriyordu, özen gösteriyor, seviyor, etrafınızda dolaşıyor, sizin kendinizi birisi olarak hissetmenize yardım ediyordu. Tüm imparatorluğunuz kayboldu, siz dağılıverdiniz. İntihar etmeyi bile düşünmeye başlarsınız. Neden? Neden karınız sizi terk edince intihar edesiniz? Neden kocanız sizi terk edince intihar edesiniz? Çünkü kendinize ait bir merkeziniz yok. Karınız size merkezi veriyordu; kocanız size merkezi veriyordu.

İnsanlar bu şekilde varolurlar. Böylelikle insanlar başkalarına bağımlı hale gelir. O çok derinden bir köleliktir. Ego bir köle olmak ZORUNDADIR. O başkalarına bağımlıdır. Ve sadece egosu olmayan kişi ilk defa olarak efendidir; artık o bir köle değildir. Bunu anlamaya çalışın.

Ve egoyu kendi içinizde aramaya başlayın - başkalarında değil, bu sizin işiniz değildir.

Kendinizin ne zaman mutsuz hissedecek olursanız hemen gözlerinizi kapayın bu mutsuzluğun nereden gelmekte olduğunu bulmaya çalışın ve her seferinde göreceksiniz ki, sahte merkeziniz başka biriyle çatışmakta.

Siz bir şey umdunuz ve gerçekleşmedi.

Siz bir şey beklediniz ve tam tersi oldu - egonuz sarsıldı, mutsuzsunuz. Yalnızca bakın; ne zaman mutsuz olursanız, neden olduğunu bulmaya çalışın.

Sebepler sizin dışınızda değil. Temel neden içinizdedir - ama siz her zaman dışarı bakarsınız, her zaman sorarsınız:

Beni kim mutsuz ediyor?

Benim kızgınlığımın sebebi kim?

Beni kim hayata küstürüyor?

Ve dışarı bakarsanız göremezsiniz.

Sadece gözlerinizi kapayın ve her seferinde içe bakın.

Tüm mutsuzluğunuzun, kızgınlığınızın, can sıkıntınızın kaynağı sizde, egonuzda gizli.

Ve kaynağı bulursanız, onun ötesine geçmeniz kolaylaşacaktır. Eğer sizin başınıza dert açan şeyin kendi egonuz olduğunu görebilirseniz, ondan kurtulmayı tercih edersiniz - çünkü hiç kimse mutsuzluğunun kaynağını anlayacak olduktan sonra onu taşıyamaz.

Ve şunu unutmayın ki, egodan vazgeçmeniz için bir neden yoktur.

Ondan vazgeçemezsiniz. Ondan kurtulmaya çalışırsanız, "Alçak gönüllü oldum" diyen, daha zor fark edilen türden bir egonuz olacaktır.

Alçak gönüllü olmaya çalışmayın. Bu kendini gizleyen bir egodur - ama ölü değildir.

Alçak gönüllü olmaya çalışmayın. Alçak gönüllü olmayı kimse deneyemez, ve kimse kendi çabasıyla alçak gönüllülüğü yaratamaz, asla! Ego ortadan kaybolunca, alçak gönüllülük size gelir. O yaratılan bir şey değildir. O gerçek merkezin gölgesidir.

Ve gerçekten alçak gönüllü bir adam ne alçak gönüllüdür ne de bencil.

O sadece basittir.

Hatta alçak gönüllü olduğunun bile farkında değildir.

Eğer alçak gönüllü olduğunuzun farkındaysanız, orada ego vardır.

Alçak gönüllü kimselere bakın.Kendilerinin gerçekten alçak gönüllü olduğunu düşünen milyonlarca insan vardır. Yerlere kadar eğilirler, ama izleyin onları - en sofistike egoistlerdir onlar. Artık onların besinlerinin kaynağı alçak gönüllüktür. "Ben alçak gönüllüyüm" derler ve sonra da size bakıp sizin onları takdir etmenizi beklerler.

Sizin onlara "Sen gerçekten alçak gönüllüsün" demenizi isterler. "Aslında sen dünyanın en alçak gönüllü kişisisin; hiç kimse senin kadar alçak gönüllü değil". Sonra da yüzlerine gelen gülümsemeye bakın. Ego nedir? Ego "Kimse benim gibi değil" diyen bir hiyerarşidir. Alçak gönüllülükle kendisini besleyebilir - "Kimse benim gibi değil, ben en alçak gönüllü kişiyim"

Zamanın birinde: Sabahleyin hava henüz aydınlanmamışken fakir bir dilenci caminin birinde dua etmekteydi. Kutsal bir gündü ve o dua edip şöyle diyordu, "Ben bir hiçim. Ben fakirlerin en fakiriyim, günahkarların en büyüğüyüm"

Birden bir başka kişinin daha dua etmekte olduğunu fark etti. Adam ülkenin imparatoruydu ve bir başka kişinin daha dua etmekte olduğunun farkında değildi - karanlıktı, ve imparator da, "Ben bir hiçim. Kimse değilim. Sadece kapındaki bir dilenciyim" diyordu. Başka birisinin daha aynı şeyleri söylediğini duyduğunda imparator dedi ki, "Durun! Beni geçmeye çalışan da kim? Sen kimsin? Bir imparator 'bir hiç olduğunu' söylerken, onun önünde aynı şeyi söylemeye nasıl cesaret edersin?"

İşte ego böyle çalışır. Çok zor fark edilir. Onun çalışması çok kurnazca ve derindendir, çok çok uyanık olmalısınız, ancak o zaman onu görebilirsiniz. Alçak gönüllü olmaya çalışmayın. Yalnızca tüm mutsuzlukların, acıların ego yoluyla geldiğini görmeye çalışın.

Sadece izleyin. Vazgeçmenize gerek yok.

Ondan vazgeçemezsiniz. Kim vazgeçecek ondan? O zaman da vazgeçenin kendisi egoya dönüşecektir. Her zaman geri dönecektir.

Her ne yapıyorsanız yapın, dışında kalın ve bakın, izleyin.

Ne yaparsanız yapın - alçak gönüllülük, mütavazilik, basitlik - hiç birisi yardımcı olmaz. Mümkün olan sadece bir şey vardır, o da tüm mutsuzluğunuzun kaynağının ego olduğunu izlemektir. Onu söylemeyin. Tekrar etmeyin - İZLEYİN. Çünkü ben onun tüm mutsuzluklarınızın kaynağı olduğunu söylersem ve siz de bunu tekrar ederseniz yararsız olur bu. SİZ bu anlayışa gelmek zorundasınız. Her mutsuz olduğunuzda yalnızca gözlerinizi kapayın ve dışardan nedenler aramayın. Bu mutsuzluğun nereden kaynaklandığını görmeye çalışın. O sizin kendi egonuzdur.

Eğer sürekli olarak egonun esas kaynak olduğunu anlar ve hissedecek olursanız, bu derinlerde kök salar ve egonun bir gün onun ortadan kayboluverdiğini görürsünüz. Kimse ondan kurtulmaz - kimse ondan kurtulamaz. Onu öylece görürsünüz; ortadan kayboluverir çünkü her şeyin kaynağının ego olmasının anlaşılması demek ondan kurtulmak demektir. BUNU ANLAMAK DEMEK EGONUN KAYBOLMASI DEMEKTİR.

Nihai olana, tanrısal olana giden yolun tümü, egonun bu zorlu arazisinden geçmek zorundadır. Sahte olanın sahteliği anlaşılmak zorundadır. Mutsuzluğun kaynağı olan, mutsuzluğun kaynağı olarak anlaşılmalı - o zaman ortadan kalkıverir.

Onun zehir olduğunu bildiğiniz zaman kaybolur. Onun ateş olduğunu bildiğinizde kaybolur. Bunun cehennem olduğunu anladığınızda yok olur.

Ve işte o zamandır ki, bir daha hiç "Egodan vazgeçtim" demezsiniz. O zaman her şeye, tüm mutsuzluklarınızın yaratıcısının kendiniz olduğu şakasına gülmek dışında hiç bir şey yapamazsınız.

Charlie Brown'ın bazı karikatürlerine bakıyordum. Bir tanesinde logolarla bir ev yapıyordu. Duvarları yaptığı logoların ortasında oturuyordu. Duvarlarla çevrelendiği bir an geliyor; her tarafını duvarlarla kapattığı bir an. Sonra da "İmdat, imdat" diye bağırıyor.

Her şeyi kendisi yaptı! Şimdi de onlarla çevrelendi, hapsoldu. Bu çok çocukça, ama sizin de tüm yaptığınız bu işte. Kendi çevrenize bir ev inşa ettiniz ve şimdi de "İmdat, imdat" diye bağırıyorsunuz. Ve mutsuzluğunuz milyonlarca kez çoğaldı - çünkü sizinle aynı teknede olan yardımcılarınız var.

Çok güzel bir kadın hayatında ilk kez bir psikiyatriste gider. Psikiyatrist kadına, "Lütfen biraz yaklaşın" der. Kadın yaklaştığında hemen kadının üzerine atlayıp sarılır ve onu öper. Kadın şok olur. Sonra da adam "Şimdi oturabilirsiniz. Bu benim sorunumu halleder, şimdi sizin sorununuz nedir?" diye sorar.

Problem katmerlenir, çünkü aynı teknede olan yardımcılar var. Ve onlar yardım etmek isterler, çünkü birisine yardım ettiğinizde egonuz çok çok iyi hisseder - çünkü siz binlerce insana yardım eden büyük bir yardımcı, büyük bir guru, efendisiniz.

Ne kadar çok insan sizi izlerse, kendinizi o kadar iyi hissedersiniz.

Fakat siz de aynı teknedesiniz, yardım edemezsiniz.

Daha çok, zararınız dokunur.

Hala kendi sorunları olan birisinin başkalarına pek yararı dokunamaz.Yalnızca kendi sorunları olmayan birisinin size yararı dokunabilir. Ancak o zaman sizin içinizi görebilecek netlik vardır. Hiçbir soruna sahip olmayan bir zihin sizi görebilir; siz saydamlaşırsınız.

Sorunları olmayan bir zihin kendi içinden görebilir; bu nedenledir ki, başkalarının içini görebilme yeteneğine ulaşır.

Batı'da çok, birçok sayıda psikanaliz okulu vardır ama insanlara hiç bir yardımı dokunmadığı gibi, çoğunlukla da zarar verirler. Çünkü başkalarına yardım eden kişiler ya da yardım etmeye çalışan veya yardım ediyormuş gibi yapanlar da aynı teknenin içindeler. .Kişinin kendi egosunu görmesi zordur.

Siz kendi egonuzu görmeye çalışın.

Sadece izleyin.

Ondan kurtulmak için aceleci olmayın, sadece izleyin. Ne kadar izlerseniz, o kadar yeterli hale gelirsiniz. Bir gün aniden görüverirsiniz ki, kendiliğinden kaybolmuş. Ve aslında sadece kendiliğinden olduğunda kaybolmuş olur. Başka bir yolu yoktur. Olgunluğuna erişmeden ondan kurtulamazsınız.

Kuru bir yaprak gibi düşer.

Ağaç hiç bir şey yapmaz - hafif bir meltem, bir şeyler olur ve ölü yaprak öylece düşer. Hatta ağaç yaprağın düştüğünün farkına bile varmaz. O ses çıkarmaz, bir şey iddia etmez, hiçbir şey yapmaz.

Kurumuş yaprak öylece yere düşer ve dağılır hepsi bu.

Bilinç ve anlayış yoluyla olgunlaştığınızda ve egonun tüm mutsuzluklarınızın nedeni olduğunu derinden hissettiğinizde, bir gün aniden, kurumuş yaprağın düşmekte olduğunu göreceksiniz.

O yere ulaşır ve kendi kendine ölür. Siz hiç bir şey yapmadınız dolayısıyla ondan kendinizin kurtulduğunu iddia edemezsiniz. Onun kayboluverdiğini görürsünüz ve gerçek merkez ortaya çıkar.

Ve gerçek merkez ruhtur, Tanrıdır, benliğinizdir, gerçekliktir ya da onu nasıl adlandırmak isterseniz odur.

Onun adı yoktur, o nedenle de tüm adlar uygundur.

Ona canınızın çektiği her ismi verebilirsiniz.


(Osho'nun, Zihnin Sınırının Ötesi adlı kitabından. )

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Ego Hep Yüksek Dağları İster - OSHO


Ego hep yüksek dağları ister, küçük tepelerde rahat etmez… ‘Ego hep yüksek dağları ister, küçük tepelerde rahat etmez.

Hatta, bu bir eziyet olsa dahi, o bir tepecik değil Everest olmalıdır. Mutsuzluk, perişanlık sıradan olmamalıdır. Ego, sefaletinizin de olağanüstü olmasını arzular!

İnsanlar sebepsiz yere büyük problemler yaratmaya devam ediyorlar. Bugüne kadar binlerce insanla onların problemleri üzerine konuştum ve gerçek bir sorunla henüz karşılaşmadım. Tüm problemler yapmacık, uydurma -onlar olmadan kendini bomboş hissettiğinden, onları sen yaratıyorsun. Onlarsız yapacak bir şeyin yok, kavga edecek biri, gidecek bir yer yok. Bir gurudan diğerine, bir ustadan diğerine, bir psikiyatristten diğerine, bir gruptan diğerine… Aksi halde kendini boşlukta hisseder aniden hayatın anlamsızlaştıgını görürsün.

Hayatın nasıl zor birşey olduğunu, büyüdüğünü hissetmek için sürekli problemler yaratır ve onlarla ölesiye mücadeleye girişirsin.

Ego sadece mücadelenin olduğu yerde vardır -bunu hatırla; sadece kavga ederken. Şayet sana “Gidip üç sinek öldür, aydınlanacaksın” desem, bana asla inanmazsın: “Üç sinek!’’ Bu kadar kolay olmamalı. Bu akılcı görünmüyor… Halbuki “yedi yüz aslan öldürün” demiş olsam, bundan çok daha fazla hoşlanırdın. Daha büyük problem, daha büyük mücadele… ki bu mücadele yoluyla egon büyür, yükseklere süzülür…

Sen problemleri yaratırsın. Problemler mevcut değildir. Din adamları ve psikanalistler ve gurular -onlar çok mutlular, çünkü tüm ticaretleri sadece sana bağlı. Sen bir hiçten tepeler yaratıp, sonrada bu tepeleri yüksek dağlara dönüştürmesen, sana yardım edecek olan gurunun işlevi ne olacaktı? Önce yardım alabilecek bir şekle gelmelisin!
Gerçek ustalar ise başka bir şey söylüyorlar. Onlar “Lütfen ne yaptığına bir bak, yaptıklarının anlamsızlığına bir bak. Önce bir problem yaratıyor, sonra ona çözüm arayışlarına girişiyorsun. Sadece neden bu problemleri yarattığına bak, işin en başı; problemi oluşturmaya başladığın nokta çözümün ta kendisidir – yani onu hiç yaratmamak” diyorlar. Ancak bu sana hiç hitap etmeyecektir. Yapacak bir şey, mücadele yoksa aydınlanma da yok ! Satori ? Samadhi? Hiç biri yok! Çok derin bir huzursuzluk ve boşluk… Bunu artık ne ile dolduracaksın?

Senin hiçbir sorunun yok; sadece bu anlaşılmalıdır. Çünkü bunu anladığın anda yaratıcısı olduğun tüm problemlerinden sıyrılabilirsin. Onlara başka bir şekilde bak, daha derinden bir bakış onları küçültecektir. Bakmaya devam et, onlar da azar azar yok olmaya başlayacaklardır.Gözünü dikip bakmaya devam edersen ansızın orada hiçbir şey olmadığını göreceksin. Sadece boşluk… seni saran hoş bir boşluk. Yapacak bir şey yok, olacak bir şey yok çünkü zaten sen o’sun.

Aydınlanma başarılması gereken bir şey değildir, o sadece yaşanılacak bir şeydir. Ben sana “aydınlanmayı başardım” dediğimde kastettiğim şey onu yasamaya karar vermiş olduğumdur. Artık tamam! Ve o andan itibaren onu yaşamaya başlarım. O, artık problem yaratmakla ilgilenmemeye karar vermektir, hepsi bu kadar! O artık anlamsız problemler ve çözümleriyle uğraşmaya son vermektir. Tüm bu anlamsız isler senin kendinle oynadığın bir oyundur. Sen kendin saklanıyor ve sen kendin arıyorsun, her iki taraf da sensin. Ve bunu bil! Bunu söylediğimde gülme, bu gülünç bir şey değil, onu anla! Bu senin kendi oyunun, kendin saklanıyor ve yine kendinden, kendini arayıp bulmasını bekliyorsun. Kendinizi hemen şimdi bulabilirsin çünkü saklanan sensin. Ne zaman birisi gelip de “ben bir Buda olmak istiyorum” derse bu son derece anlamsızdır: O bir Buda. Bir Buda gelip “ben nasıl Buda olurum” diyorsa benim ne yapmamı bekliyorsun. ” Sen kimi kandırıyorsun, sen Budasın! derim…

Kendine gereksiz sorunlar yaratma. Onları nasıl büyüttüğünü, onları topaç gibi nasıl daha hızlı, daha hızlı çevirdiğini anlamak seni aydınlatacaktır. Ve ansızın tüm mutsuzluklarının üstüne çıkacaksın. Dünyanın tüm şefkatiyle birlikte… Ego problemler ister. Şayet bunu bir anlarsan, bir kez derinden kavrarsan dağlar önce tepeciklere dönüşüp sonra da tamamen yok olacaklardır. Ve aniden bir boşluk oluşur; her yandan katıksız bir boşluk. Bu aydınlanmanın ne olduğudur – hiçbir problem olmadığının derinden anlaşılması. Çözülecek bir problem olmadan ne yapacaksın? Hemen yaşamaya başlarsın. Yiyeceksin, uyuyacaksın, seveceksin, sohbet edeceksin, şarkı söyleyeceksin, dans edeceksin. Yapacak başka ne var ki? Bir tanrı oldun ve yasamaya başladın!
Şayet insanlar biraz dans edebilseler, biraz daha şarkı söyleyebilseler, biraz daha çılgın olabilseler, enerjileri daha fazla akacak ve problemleri azar azar yok olacak. Bundan dolayı dans etmenin üzerinde bu kadar duruyorum. Sonuna kadar dans et, bırak tüm enerjin dans haline gelsin ve göreceksin ki başın yok !

Başındaki tüm sıkışıp kalmış enerjiler; hoş resimler ve figürler olarak etrafında hareket ediyor. Ve dans ederken öyle bir an gelir ki, vücudun artık kati bir madde değildir, elastik akışkan bir hale dönüşmüştür. Ve dans ederken öyle bir an gelir ki, sınırların artık belirgin değildir, eriyip kosmosla birleşmekte ve tüm sınırlar birbiriyle karışmaktadır. Artık herhangi bir problem yaratamazsın. Yasa, dans et, ye. Uyu ve bunları mümkün olan tüm bütünlüğünle yap. Ve tekrar tekrar hatırla ki, her ne zaman kendini bir problem yaratırken yakalarsan, onu bırak. Hemen!

alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Egonun Yolu - OSHO

Ne kadar büyük bir ego istediğin, kabul ettiğin meydan okuma ve hırsın aracılığıyla bilinebilir; o ölçülemez. Ancak, basit olan ego için cazip değildir, basit olan egonun ölümü demektir. Ve insan hiç karmaşıklığa ihtiyaç dahi olmayan yerlerde, onun sayesinde egosunu büyütmeye ve güçlendirmeye devam edebileceği gibi basit bir neden yüzünden karmaşıklığı seçmiştir. O politikada, dinde, toplumda — her yerde — giderek daha çok ve daha çok önemli hale gelmeye devam eder. Psikolojinin tümü egonun nasıl daha güçlendirileceği üzerine kurulmuştur. Şu aptallar, psikologlar bile insanın güçlü bir egoya sahip olması gerektiğini vurgularlar. Bu yüzden eğitim sana ceza ve ödül aracılığıyla hırs vermek, seni belli bir doğrultuya sürüklemek için bir programdır. Ebeveynlerin en başından itibaren senin için çok fazla şey umut ediyor. Belki de onlar kendilerine Büyük İskender’in geldiğini ya da kızlarının Kleopatra’nın reenkarnasyonu olduğunu düşünüyorlar. Anne babalar en başından itibaren kendini kanıtlamadığın sürece hiçbir işe yaramayacağın konusunda seni şartlandırır. Basit bir insanın ahmak olduğu düşünülür. Basit insan şu ana kadar insan toplumunun hedefi olmamıştır. Ve basit insan hedef olamaz çünkü sen basit doğdun! Her çocuk basittir, sadece temiz beyaz bir sayfadır. Sonradan anne babalar onun üzerine — onun ne olması gerektiğini — yazmaya başlarlar. Ondan sonra öğretmenler, din adamları, liderler; onların tümü senin bir şey olman gerektiğini sürekli hatırlatırlar. Aksi takdirde hayatını boşa harcamışsındır. Gerçek olan bunun tam tersidir. Sen bir varlıksın. Senin başka bir kimse olmana ihtiyaç yoktur. Basitlikten kastedilen şey budur: Kişinin varlığı ile huzur içinde kalması ve hiç bitmeyen bir şey olma yoluna girmemesi. “Artık yolculuğum tamamlandı. Arzu ettiğim en yüksek noktaya ulaştım,” diye hissedeceğin bir yer yoktur. Tüm insanlık tarihinde hiç kimse bunu yapamamıştır. Bunun basit nedeni insanın bir çember içinde hareket etmesidir. Bu yüzden birisi her zaman için şu ya da bu şeyde senin önünden gider. Sen Amerikan Başkanı olabilirsin fakat Muhammed Ali’nin önünde aşağılık kompleksine kapılacaksın. Sende bu hayvansı kuvvet yoktur. Muhammed Ali Ronald Reagan’ın burnuna okkalı bir yumruk atabilir ve Ronald Reagan yere sırt üstü yapışır. Sen bir ülkenin başbakanı olabilirsin ama Albert Einstein ile karşılaştırıldığında sen bir pigme gibi görüneceksin; bir başbakan değil, bir pigme. Hayat çok boyutludur. Tüm yönlere ulaşmak ve tüm yönlerde en önde olmak imkânsızdır. Bu sadece imkânsızdır; varoluş bu şekilde işlemez. Ego insanın hastalığıdır. Menfaat grupları senin hasta olarak kalmanı ister. Onlar senin sağlıklı ve sağlam olmanı istemez. Çünkü senin sağlıklı ve sağlam olman menfaat grupları için bir tehlikedir. Bu yüzden hiç kimse basit olmak istemez, hiç kimse bir şey olmamak istemez. Ve benim tüm yaklaşımım senin kendinle barışık olman, varlığını kabul etmendir. Bir şey haline gelmek hastalıktır, olmak sağlıktır. Ancak sen basitliği, bütünlüğü, sağlıklı olmayı, mutluluğu tatmadın. Senin toplumun sana tek bir an dahi izin vermedi. Bu yüzden sen sadece tek bir yol biliyorsun: Egonun yolu. Sana İsa Mesih olman söylendi. Herkesin bir Tanrı olmasını amaçlayan toplumlar vardır. Şu çılgın dünya! Tüm bu programlamaların dışına çıkmalısın. Şayet varoluşun güzelliğini ve huzuru hissetmek, rahatlamak, keyif almak istiyorsan bu sahte egodan vazgeçmek gerekiyor. Senden, başka hiçbir şey almak istemiyorum. Senden yalnızca zaten bir hayal ürünü olan egoyu almak istiyorum. O bir gerçeklik değil bu yüzden senden gerçekte hiçbir şey almıyorum. Ve sana kendi varlığını vermek istiyorum. Elbette onu sana vermeme gerek yok: Ona zaten sahipsin! Senin sadece masumiyetin muazzam güzelliği için sarsılman ve uyandırılman gerekiyor. Riske edilen hiçbir şey yok. Ve sen dünyaya beraberinde getirmiş olduğun tüm hazineleri unutarak asla yakalayamayacağın gölgelerin peşinden koşup duruyorsun. Egon tatmin edilmeden önce ölüm seni yok edecek. Hayat çok kısa, o ego gibi aptalca oyunlarla mahvedilmemelidir. Ve bu sadece bir anlayış meselesidir.


alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Bir Hayatta Kalma Aracı — Ego - OSHO

Bu, egomu bastırdığım ve onu gerçekten kaybetmeden evvel yeniden bulmam gerektiği anlamına mı geliyor? En büyük sorunlardan birisi… Çok paradoksalmış gibi görünür ama bu doğrudur: Onu kaybetmeden önce ona sahip olman gerekir. Sadece olgun bir meyve yere düşer. Olgunluk her şeydir. Olgunlaşmamış bir ego fırlatılıp atılamaz, yok edilemez. Ve şayet olgunlaşmamış bir egoyu yok etmek ve çözmek için mücadele edersen tüm çaba başarısızlığa uğrayacaktır. Onu yok etmektense daha zor fark edilir yollardan onun daha da güçlendiğini göreceksin. Bu anlaşılması gereken temel şeydir: Ego bir zirveye ulaşmak zorundadır, güçlü olmak zorundadır, onun bütünlüğe erişmiş olması gerekir; o sadece o zaman çözülebilir. Zayıf bir ego çözülemez ve bu bir sorun halini alır. Doğu’da tüm dinler egosuzluğu öğütler. Bu yüzden Doğu’da herkes en başından beri egonun karşısındadır. Bu karşıt tavır yüzünden ego asla güçlenemez, asla fırlatılıp atılacağı bütünlük noktasına ulaşamaz. O asla olgun değildir. Bu yüzden Doğu’da egoyu çözmek çok zordur, neredeyse imkânsızdır. Batı’da, tüm Batı din ve psikoloji geleneği insanları güçlü egolara sahip olmaları için ikna eder, öğütler, tavsiye eder. Çünkü güçlü bir egoya sahip olmadığın sürece nasıl hayatta kalabilirsin? Hayat bir mücadeledir; eğer egosuz olursan mahvolacaksın. O zaman kim direnecek? Kim kavga edecek? Kim rekabet edecek? Ve hayat ise sürekli bir yarışmadır. Batı psikolojisi der ki: Egoya sahip ol, onda güçlü ol. Ancak Batı’da egoyu çözmek çok kolaydır. Bu nedenle ne zaman Batılı bir arayan, sorunun ego olduğu anlayışına erişirse onu kolaylıkla, Doğulu bir arayandan daha kolaylıkla çözebilir. Paradoks budur: Batı’da ego öğretilir; Doğu’da egosuzluk öğretilir. Fakat Batı’da egoyu çözmek kolaydır; Doğu’da çok zordur. Bu senin için zor bir görev olacak, önce elde et ve sonra kaybet. Çünkü sen sadece sahip olduğun bir şeyi kaybedebilirsin. Ona sahip değilsen nasıl kaybedeceksin? Sadece zenginsen fakir olabilirsin. Zengin değilsen, yoksulluğun İsa’nın vaaz ettiği güzelliğine — ruhta fakir ol — sahip olamazsın. Senin yoksulluğun, Gautam Buda’nın bir dilenci haline geldiğinde sahip olduğu ağırlığa sahip olamaz. Sadece zengin bir insan fakir olabilir. Çünkü sadece sahip olduğun şeyi kaybede- bilirsin. Hiç zengin olmadıysan nasıl fakir olacaksın? Senin yoksulluğun sadece yüzeyde kalacaktır; o asla ruhta olamaz. Yüzeyde sen fakir olacaksın ve derinde zenginliğin peşinden yanıp tutuşacaksın. Senin ruhun zenginliğe doğru çekilecek, o bir hırs olacaktır, o zenginliğe erişmek için sürekli bir arzu olacaktır. Sadece yüzeyde fakir olacaksın. Ve hatta sen yoksulluk iyidir diyerek kendini avutabilirsin. Fakat yoksul olamazsın; sadece zengin bir adam, gerçekten zengin bir adam fakir olabilir. Sadece zenginliğe sahip olmak gerçekten zengin olmak için yeterli değildir. Yine fakir olabilirsin. Şayet hırs hâlâ varsa fakirsin. Neye sahip olduğun önemli değildir. Şayet yeterince sahipsen arzu yok olur. Yeterince zenginliğe sahip olduğun zaman arzu kaybolur. Arzunun yok olması yeterli olmanın kriteridir. O zaman sen zenginsin; onu bırakabilirsin, fakir olabilirsin. Buda gibi bir dilenci haline gelebilirsin. Ve o zaman senin yoksulluğun zengindir; o zaman senin yoksulluğunun kendine ait bir krallığı vardır. Ve aynı şey her şeyde olur. Upanishad’lar ya da Lao Tzu ya da İsa ya da Buda; onların hepsi bilginin işe yaramadığını öğretir. Sadece daha çok ve daha çok bilgili hale gelmenin pek bir yardımı olmaz. Çok faydası olmamakla kalmaz, bir engel halini alabilir. Bilgiye ihtiyaç yoktur ama bu cahil kalmalısın demek değildir. Cehaletin gerçek olmayacaktır. Yeterince bilgi edindiğinde ve onu attığında o zaman cehalete erişilmiştir. O zaman sen gerçekten cahil olursun; Sokrat gibi birisinin söyleyebildiği gibi: “Sadece bir şey biliyorum bu da hiçbir şey bilmediğimdir.” Bu bilgi yahut bu cahillik — ona istediğin ismi verebilirsin — bütünüyle farklıdır, niteliği farklıdır, boyutu değişmiştir. Hiçbir zaman herhangi bir bilgiye sahip olmadıysan sadece basitçe cahilsen, cehaletin bilge olamaz. O bilgelik olamaz; o sadece bilginin yokluğudur. Ve özlem içeride olacaktır: Nasıl daha çok bilgi edinmeli? Nasıl daha çok bilgiye sahip olmalı? Çok fazla bildiğinde — kutsal kitapları bildiğinde, geçmişi, geleneği bildiğinde, bilinebilecek her şeyi bildiğinde — o zaman birden hepsinin gereksizliğini fark edersin, ansızın bunun bilgi olmadığını fark edersin. Bu ödünç alınmıştır. Bu senin kendi varoluşsal deneyimin değildir, bu senin bilmek için geldiğin şey değildir. Başkaları onu bilmiş olabilir, sen basitçe onu elde et. Senin elde edişin mekaniktir. O senin içinden çıkmamıştır, o bir gelişim değildir. O sadece başka kapılardan edinilmiş çöplüktür, ödünç alınmış, ölüdür. Unutma, bilmek sadece sen bildiğinde, o senin doğrudan, dolaysız deneyimin olduğunda canlıdır. Fakat sen başkalarından bildiğinde bu sadece hafızadır, bilgi değil. Hafıza ölüdür. Çok topladığında — etrafındaki tüm kutsal kitaplar, bilgi zenginliği, kütüphaneler zihninde sıkışmıştır ve birden sen başkalarına ait bir ağırlığı taşıdığını fark edersin, hiçbir şey sana ait değildir, bilmiyorsundur — o zaman onu bırakabilirsin, tüm bu bilgiyi bırakabilirsin. Bu bırakma ile içinde yeni türden bir cahillik ortaya çıkar. Bu cehalet cahile ait olan cehalet değildir. Bu bilge bir adam, bilgelik böyledir. Sadece bilge bir adam, “bilmiyorum” diyebilir. Ancak “bilmiyorum” derken o, bilgi için yanıp tutuşmuyordur, o sadece bir gerçeği dile getiriyordur. Ve sen tüm kalbinle, “bilmiyorum” diyebildiğinde, tam o anda gözlerin açık hale gelir, bilmenin kapıları açılır. Bütünüyle “bilmiyorum” diyebildiğin an bilmeye muktedir hale gelmişsindir. Bu cehalet güzeldir ama o bilgi aracılığıyla edinilir. O zenginlik aracılığıyla edinilen fakirliktir. Ve aynı şey egoyla olur: Onu sadece ona sahipsen kaybedebilirsin. Buda tahtından indiğinde bir dilenci olur… Buda için bu niye gerekliydi? O bir kraldı, tahtta idi, egosunun zirvesindeydi, niçin bu uca savrulsun; sarayından sokaklara inip bir dilenci olsun? Fakat Buda’nın dilenmesinde bir güzellik vardır. Dünya hiçbir zaman böylesine güzel bir dilenci, böylesine zengin bir dilenci, böylesine saltanat sahibi dilenci, böylesine bir imparator tanımamıştır. O tahtından aşağıya adım atınca ne olmuştur? Egosundan aşağıya inmiştir. Tahtlar sembollerden, ego, iktidar, prestij, statü sembollerinden başka bir şey değildir. O aşağı inmiştir ve egosuzluk gerçekleşmiştir. Egosuzluk alçakgönüllülük değildir. Bu egosuzluk tevazu değildir. Pek çok alçakgönüllü insan bulabilirsin fakat tevazularının altında ince bir ego işlemektedir. Diyojen’in bir sefer Sokrat’ı ziyaret ettiği söylenir. O bir dilenci gibi yaşamıştı; o her zaman pek çok delikleri ve yamaları olan kirli elbiseler giyerdi. Ona yeni bir elbise bile sunsan kullanmazdı; önce onu kirletir, eskitir, yırtardı ve sonra kullanırdı. O Sokrat’ı ziyaret etmeye geldi ve egosuzluk hakkında konuşmaya başladı. Ancak Sokrat’ın nüfuz eden gözleri bu adamın egosuz bir insan olmadığını fark etmiş olmalı. Onun tevazu hakkındaki konuşması son derece egoistçeydi. Sokrat’ın şöyle dediği aktarılır: “Kirli elbise- lerinle, elbiselerindeki deliklerle egodan başka bir şey göremiyorum. Sen mütevazılıktan bahsediyorsun ama konuşma derindeki bir ego merkezinden geliyor.” Bu olacaktır, ikiyüzlülük bu şekilde gerçekleşir. Egoya sahipsin, onu tam zıddı aracılığıyla gizlersin; yüzeyde alçakgönüllü olursun. Yüzeydeki bu tevazu hiç kimseyi kandıramaz. O seni kandırabilir ama başka kimseyi kandıramaz. Kirli elbisenin deliklerinin içinden egon gözetlemeye devam eder. O her zaman oradadır. Bu bir kendini kandırmadır ve daha fazla bir şey değildir. Başka kimse kanmaz. Bu sen olgunlaşmamış egoyu atmaya başlarsan olur. Öğrettiğim şey çelişkili gözükebilir fakat o hayat için gerçektir. Çelişki hayatın doğal bir parçasıdır. Ben sana egoist olmanı öğretiyorum böylelikle sen egosuz hale gelebilirsin. Ben sana mükemmel bir egoist olmayı öğretiyorum. Aksi takdirde ikiyüzlülük doğacaktır. Ve olgunlaşmamış bir olayla mücadeleye girme. Bırak olgunlaşsın ve ona yardım et. Onu zirveye çıkar. Korkma; korkulacak hiçbir şey yok. Böylelikle egonun ıstırabını anlayabileceksin. O zirveye ulaştığında, o zaman benim ya da bir Buda’nın egonun cehennem olduğunu söylemesine ihtiyaç duymazsın. Onu bileceksin çünkü egonun zirvesi cehennemsel tecrübelerinin zirvesi olacaktır. O bir kâbus olacaktır. Ve o zaman hiç kimsenin sana onu bırak demesinin bir gereği yoktur. Onu taşımak zor olacaktır. Kişi bilgiye sadece ıstırap aracılığıyla ulaşır. Herhangi bir şeyi sadece mantıksal tartışmalarla atamazsın. Bir şeyi sadece artık daha fazla taşıyamayacak kadar acı verici hale geldiğinde atabilirsin. Senin egon henüz bu kadar acı verici hale gelmemiştir; bu yüzden onu taşıyorsun. O doğal- dır! Onu bırakmaya seni ikna edemem. İkna olmuş hissetsen bile onu gizleyeceksin, hepsi bu. Olgunlaşmamış hiçbir şey atılamaz. Olgunlaşmamış meyve ağaca tutunur ve ağaç da olgunlaşmamış meyveye tutunur. Onu ayrılmaya zorlarsan geride bir yara kalır. Bu yara devam edecektir, yara her zaman yeşil kalacak ve her zaman acı hissedecektir. Her şeyin gelişmek için olgunlaşmak için toprağa düşüp kaybolmak için bir zamanı olduğunu unutma. Senin egonun da bir zamanı var. Onun olgunlaşmaya ihtiyacı vardır. Bu nedenle egoist olmaktan korkma. Öylesin, aksi takdirde çoktan kaybolup giderdin. Hayatın mekanizması budur: Egoist olmak zorundasın, kendi yolunda kavga etmek zorun- dasın, etrafındaki milyonlarca arzu için savaşmak zorundasın, mücadele etmek zorundasın, hayatta kalmak zorundasın. Ego bir hayatta kalma aracıdır. Şayet bir çocuk egosuz doğarsa ölecektir. O hayatta kalamaz bu mümkün değildir çünkü eğer acıkmış hissederse ben acıktım diye hissetmeyecektir. Bir açlık olduğunu hissedecektir ama kendisi ile ilişkili değildir. Açlık hissedildiği an, çocuk, “açım” diye hisseder ve ağlamaya ve doyurulmak için gayret sarf etmeye başlar. Çocuk egosunun gayretleriyle gelişir. Bu nedenle bana göre ego, doğal gelişimin bir parçasıdır. Ancak bu onunla sonsuza dek kalman gerektiği anlamına gelmez. O doğal bir gelişimdir ve onun bırakılması gereken ikinci bir adım vardır. Bu da doğaldır. Ancak ikinci adım sadece ilki doruğuna, zirvesine erişmiş olduğunda, en üst noktasına ulaştığında atılabilir. O nedenle ben her ikisini de öğretiyorum: Egoluluğu ve egosuzluğu öğretiyorum. İlk önce egoist ol, sanki tüm varoluş senin için varmış ve sen merkeziymişsin gibi mükemmel egoist, mutlak egoist ol. Tüm yıldızlar senin etrafında dönüyor ve güneş senin için doğuyor; her şey sadece sen burada olasın diye, senin için var oluyor. Merkez ol ve korkma çünkü şayet korkarsan asla olgunlaşmayacaksın. Onu kabul et. O gelişimin bir parçasıdır. Onun tadını çıkar ve zirveye götür. O zirveye ulaştığında ansızın merkez olmadığını fark edeceksin. Bu bir yanılsamaydı, bu çocukça bir tavırdı. Fakat sen bir çocuktun, bu nedenle onda yanlış hiçbir şey yok. Artık olgunlaştın ve şimdi merkez olmadığını görüyorsun. Gerçekten merkez olmadığını gördüğünde aynı zamanda varoluşta merkez olmadığını ya da her yerin merkez olduğunu görürsün. Ya merkez yoktur ve varoluş bir bütün olarak var olur: Bir kontrol noktası olmayan bir bütünlük ya da her atom bir merkezdir. Jakob Boehme tüm dünyanın merkezlerle dolu, her atomun bir merkez ve çeper diye bir şeyinin olmadığını; her yerin merkez ve hiçbir yerin çeper olmadığını söylemiştir. Bunlar iki olasılıktır. Her ikisi de aynı anlama gelir; sadece sözcükler farklıdır. Ve çelişkilidir. Fakat ilk olarak bir merkez haline gel. Bu şunun gibidir: Bir rüyadasın; şayet rüya en üst noktasına gelirse bozulacaktır. Her zaman bu olur; ne zaman bir rüya en üst noktaya gelirse bozulur. Ve bir rüyanın zirvesi nedir? Bir rüyanın zirvesi “bu gerçektir” duygusudur. Bu, rüya değil gerçek diye hissedersin. Ve sen sürekli olarak ve sürekli olarak ve sürekli olarak daha yüksek bir zirveye gidersin. Ve rüya neredeyse bir gerçek halini alır. O asla gerçek olmaz; o neredeyse gerçek olur. O gerçekliğe o kadar yakınlaşır ki artık daha ileri gidemez çünkü bir adım daha ve rüya gerçek olacaktır. Ve o gerçek olamaz çünkü o bir rüya. O gerçeğe çok yaklaştığında uyku bozulur, rüya parçalanır. Sen tam olarak uyanırsın. Aynı şey her tür yanılsamada da olur. Ego en büyük rüyadır. Onun kendi güzelliği, kendi ıstırabı vardır. Onun kendi sonsuz mutluluğu ve kendi acısı vardır. Onun cennetleri ve cehennemleri vardır, her ikisi de oradadır. Rüyalar bazen güzeldir ve bazen de kâbustur ama her ikisi de rüyadır. Bu yüzden zamanı gelmeden önce rüyandan çıkmanı söylemiyorum. Hayır, asla zamanından önce bir şey yapma. Şeylerin gelişmesine izin ver, şeylerin kendi zamanlarına sahip olma- sına izin ver, böylelikle her şey doğal olarak gerçekleşir. Ego ortadan kalkar. Ve o kendiliğinden ortadan kalkar. Şayet onun gelişmesine basitçe izin verirsen ve onun gelişmesine yardım edersen ondan vazgeçmek zorunda kalmayacaksın. Bu çok derindir. Eğer onu bırakırsan ego içeride kalmıştır. Onu kim bırakacak? Şayet onu senin bırakacağını zannediyorsan, ego sensin. Bu yüzden neyden vazgeçersen geç, gerçek şey olmayacaktır. Gerçek şey korunacak ve sen başka bir şey atmış olacaksın. Sen kendini egosuzlaştıramazsın. Bunu kim yapacak? O olur, o bir eylem değildir. Egonun içinde gelişirsin ve bütün her şeyin cehennem haline dönüştüğü öyle bir nokta olur ki rüya bozulur. Birden görürsün: Kaz dışarıdadır; o asla içeride olmamıştır. Sen asla bir ego olmadın. O sadece senin etrafındaki bir rüyaydı. Gerekli bir rüyaydı diyorum. Bu nedenle onu, geli- şimin gerekli bir parçasını kötüleme. Hayattaki her şey gereklidir. Hiçbir şey gereksiz değildir, hiçbir şey gereksiz olamaz. Olmuş olan her şeyin olması gerekiyordu. Olan her ne ise belli derin nedenler yüzünden olur. Ona ihtiyacın var, böylelikle sen yanılsamanın içinde kalabilirsin. Bu sana yardımcı olan, seni koruyan, hayatta kalmana yardım eden bir kozadan ibarettir. Kişinin sonsuza dek kozanın içinde kalmasına gerek yoktur. Hazır olduğunda kozayı kır, dışına çık. Ego yumurtanın kabuğudur, seni korur. Fakat ne zaman hazır olursan kabuğu kır, yumur- tanın dışına çık. Ego kabuktur. Ama bekle. Telaşın pek bir faydası olmayacaktır. Engel olabilir. Zaman tanı ve onu kötüleme çünkü onu kim kötüleyecek? Sözde azizlere git — onlar alçakgönüllülükten, tevazudan bahseder — ve onların gözlerinin içine bak. Başka hiçbir yerde bu kadar sofistike egolar göremeyeceksin. Artık onların egoları din, yoga, azizlik kılığına girmiştir ama ego oradadır. Onlar zenginlik toplamıyor olabilir, onlar mürit topluyor olabilirler; paralar değişmiştir ve onlar kaç tane müritleri olduğunu sayıp dururlar. Onlar bu dünyaya ait şeylerin peşinde olmayabilirler. Onlar şu dünyanın şeylerinin peşin- dedir. Ama şu ya da bu her ikisi de dünyadır. Ve onlar belki de daha çok açgözlüdür. Çünkü onlar, bunlar geçici şeyler, bu dünyanın anlık şeyleridir, anlık şeylerden oluşurlar der. Ve onlar sonsuz zevkleri isterler. Onların açgözlülüğü üstündür. Onlar anlık zevklerle tatmin olamazlar, onlar zevk isterler. Bir şey sonsuz olmadığında, memnun olmazlar. Onların hırsı derindir, onların hırsı mutlaktır ve hırs egoya aittir. Hırs egonun açlığıdır. Bu nedenle bazen azizlerin günahkârlardan daha egoist olduğu görülür. O zaman onlar ilahi olandan çok uzaktadır. Ve bazen günahkârlar Tanrı’ya bu sözde azizlerden çok daha kolay erişebilirler çünkü ego engeldir. Günahkârların azizlerden daha kolay egolarını bırakabildiğini tecrübe etmişimdir çünkü günahkârlar asla egoya karşı olmamıştır. Onlar onu beslemektedir, onun tadını çıkarmaktadır, onu bütünüyle yaşamışlardır. Ve azizler her zaman için egoyla savaşmaktadır, böylece onlar asla olgunlaşmaya izin vermezler. Bu yüzden benim tavrım şudur: Ego bırakılmak zorundadır fakat bu uzun bir bekleyiş gerektirebilir. Ve sadece onu yetiştirirsen ondan vazgeçebilirsin. Tüm bu olgunun zorluğu budur. Çünkü zihin der ki: Eğer bırakacaksak niçin yetiştiriyoruz? Zihin der ki: Onu yok etmemiz gerekiyorsa o zaman niçin yaratıyoruz. Eğer zihni dinlersen başın derde girecektir. Zihin her zaman mantıklıdır ve hayat her zaman mantıksızdır. Bu yüzden onlar asla buluşmazlar. Bu basit mantıktır, sıradan matematiktir: Eğer bu evi yok edeceksen niçin inşa edesin? Bu zahmet niye? Bu çaba ve zaman ve enerji kaybı niye? Ev yok o halde niçin inşa edilip sonra da yok edilsin? Gerçekten önemli olan ev değil, önemli olan sensin. Evi inşa ederken değişeceksin ve sonra evi yok ederken bütünüyle değişeceksin, aynı olmayacaksın. Çünkü evi yaratmak, onun tüm süreçleri sende bir gelişimi garanti edecektir. Sonra ev hazır olduğunda, onu yıkacaksın. Bu bir mutasyon olacak. Zihin mantıklıdır ve hayatsa diyalektiktir. Zihin basit bir çizgide hareket eder ve hayat her zaman bir kutuptan diğerine, bir şeyden tam zıddına sıçrar. Hayat diyalektiktir. Yarat ve sonra hayat der ki: Yok et. Dünyaya gel ve sonra hayat der ki: Öl. Elde et ve sonra hayat der ki: Kaybet. Zengin ol ve sonra hayat der ki: Fakir ol. Bir zirve ol, egonun Everest’i ol ve sonra bir egosuzluk uçurumu ol. O zaman her ikisini de bilmiş olursun; hayal ve gerçek,maya ve brahma.



alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Bir Hayatta Kalma Aracı — Ego - OSHO

Bu, egomu bastırdığım ve onu gerçekten kaybetmeden evvel yeniden bulmam gerektiği anlamına mı geliyor? En büyük sorunlardan birisi… Çok paradoksalmış gibi görünür ama bu doğrudur: Onu kaybetmeden önce ona sahip olman gerekir. Sadece olgun bir meyve yere düşer. Olgunluk her şeydir. Olgunlaşmamış bir ego fırlatılıp atılamaz, yok edilemez. Ve şayet olgunlaşmamış bir egoyu yok etmek ve çözmek için mücadele edersen tüm çaba başarısızlığa uğrayacaktır. Onu yok etmektense daha zor fark edilir yollardan onun daha da güçlendiğini göreceksin. Bu anlaşılması gereken temel şeydir: Ego bir zirveye ulaşmak zorundadır, güçlü olmak zorundadır, onun bütünlüğe erişmiş olması gerekir; o sadece o zaman çözülebilir. Zayıf bir ego çözülemez ve bu bir sorun halini alır. Doğu’da tüm dinler egosuzluğu öğütler. Bu yüzden Doğu’da herkes en başından beri egonun karşısındadır. Bu karşıt tavır yüzünden ego asla güçlenemez, asla fırlatılıp atılacağı bütünlük noktasına ulaşamaz. O asla olgun değildir. Bu yüzden Doğu’da egoyu çözmek çok zordur, neredeyse imkânsızdır. Batı’da, tüm Batı din ve psikoloji geleneği insanları güçlü egolara sahip olmaları için ikna eder, öğütler, tavsiye eder. Çünkü güçlü bir egoya sahip olmadığın sürece nasıl hayatta kalabilirsin? Hayat bir mücadeledir; eğer egosuz olursan mahvolacaksın. O zaman kim direnecek? Kim kavga edecek? Kim rekabet edecek? Ve hayat ise sürekli bir yarışmadır. Batı psikolojisi der ki: Egoya sahip ol, onda güçlü ol. Ancak Batı’da egoyu çözmek çok kolaydır. Bu nedenle ne zaman Batılı bir arayan, sorunun ego olduğu anlayışına erişirse onu kolaylıkla, Doğulu bir arayandan daha kolaylıkla çözebilir. Paradoks budur: Batı’da ego öğretilir; Doğu’da egosuzluk öğretilir. Fakat Batı’da egoyu çözmek kolaydır; Doğu’da çok zordur. Bu senin için zor bir görev olacak, önce elde et ve sonra kaybet. Çünkü sen sadece sahip olduğun bir şeyi kaybedebilirsin. Ona sahip değilsen nasıl kaybedeceksin? Sadece zenginsen fakir olabilirsin. Zengin değilsen, yoksulluğun İsa’nın vaaz ettiği güzelliğine — ruhta fakir ol — sahip olamazsın. Senin yoksulluğun, Gautam Buda’nın bir dilenci haline geldiğinde sahip olduğu ağırlığa sahip olamaz. Sadece zengin bir insan fakir olabilir. Çünkü sadece sahip olduğun şeyi kaybede- bilirsin. Hiç zengin olmadıysan nasıl fakir olacaksın? Senin yoksulluğun sadece yüzeyde kalacaktır; o asla ruhta olamaz. Yüzeyde sen fakir olacaksın ve derinde zenginliğin peşinden yanıp tutuşacaksın. Senin ruhun zenginliğe doğru çekilecek, o bir hırs olacaktır, o zenginliğe erişmek için sürekli bir arzu olacaktır. Sadece yüzeyde fakir olacaksın. Ve hatta sen yoksulluk iyidir diyerek kendini avutabilirsin. Fakat yoksul olamazsın; sadece zengin bir adam, gerçekten zengin bir adam fakir olabilir. Sadece zenginliğe sahip olmak gerçekten zengin olmak için yeterli değildir. Yine fakir olabilirsin. Şayet hırs hâlâ varsa fakirsin. Neye sahip olduğun önemli değildir. Şayet yeterince sahipsen arzu yok olur. Yeterince zenginliğe sahip olduğun zaman arzu kaybolur. Arzunun yok olması yeterli olmanın kriteridir. O zaman sen zenginsin; onu bırakabilirsin, fakir olabilirsin. Buda gibi bir dilenci haline gelebilirsin. Ve o zaman senin yoksulluğun zengindir; o zaman senin yoksulluğunun kendine ait bir krallığı vardır. Ve aynı şey her şeyde olur. Upanishad’lar ya da Lao Tzu ya da İsa ya da Buda; onların hepsi bilginin işe yaramadığını öğretir. Sadece daha çok ve daha çok bilgili hale gelmenin pek bir yardımı olmaz. Çok faydası olmamakla kalmaz, bir engel halini alabilir. Bilgiye ihtiyaç yoktur ama bu cahil kalmalısın demek değildir. Cehaletin gerçek olmayacaktır. Yeterince bilgi edindiğinde ve onu attığında o zaman cehalete erişilmiştir. O zaman sen gerçekten cahil olursun; Sokrat gibi birisinin söyleyebildiği gibi: “Sadece bir şey biliyorum bu da hiçbir şey bilmediğimdir.” Bu bilgi yahut bu cahillik — ona istediğin ismi verebilirsin — bütünüyle farklıdır, niteliği farklıdır, boyutu değişmiştir. Hiçbir zaman herhangi bir bilgiye sahip olmadıysan sadece basitçe cahilsen, cehaletin bilge olamaz. O bilgelik olamaz; o sadece bilginin yokluğudur. Ve özlem içeride olacaktır: Nasıl daha çok bilgi edinmeli? Nasıl daha çok bilgiye sahip olmalı? Çok fazla bildiğinde — kutsal kitapları bildiğinde, geçmişi, geleneği bildiğinde, bilinebilecek her şeyi bildiğinde — o zaman birden hepsinin gereksizliğini fark edersin, ansızın bunun bilgi olmadığını fark edersin. Bu ödünç alınmıştır. Bu senin kendi varoluşsal deneyimin değildir, bu senin bilmek için geldiğin şey değildir. Başkaları onu bilmiş olabilir, sen basitçe onu elde et. Senin elde edişin mekaniktir. O senin içinden çıkmamıştır, o bir gelişim değildir. O sadece başka kapılardan edinilmiş çöplüktür, ödünç alınmış, ölüdür. Unutma, bilmek sadece sen bildiğinde, o senin doğrudan, dolaysız deneyimin olduğunda canlıdır. Fakat sen başkalarından bildiğinde bu sadece hafızadır, bilgi değil. Hafıza ölüdür. Çok topladığında — etrafındaki tüm kutsal kitaplar, bilgi zenginliği, kütüphaneler zihninde sıkışmıştır ve birden sen başkalarına ait bir ağırlığı taşıdığını fark edersin, hiçbir şey sana ait değildir, bilmiyorsundur — o zaman onu bırakabilirsin, tüm bu bilgiyi bırakabilirsin. Bu bırakma ile içinde yeni türden bir cahillik ortaya çıkar. Bu cehalet cahile ait olan cehalet değildir. Bu bilge bir adam, bilgelik böyledir. Sadece bilge bir adam, “bilmiyorum” diyebilir. Ancak “bilmiyorum” derken o, bilgi için yanıp tutuşmuyordur, o sadece bir gerçeği dile getiriyordur. Ve sen tüm kalbinle, “bilmiyorum” diyebildiğinde, tam o anda gözlerin açık hale gelir, bilmenin kapıları açılır. Bütünüyle “bilmiyorum” diyebildiğin an bilmeye muktedir hale gelmişsindir. Bu cehalet güzeldir ama o bilgi aracılığıyla edinilir. O zenginlik aracılığıyla edinilen fakirliktir. Ve aynı şey egoyla olur: Onu sadece ona sahipsen kaybedebilirsin. Buda tahtından indiğinde bir dilenci olur… Buda için bu niye gerekliydi? O bir kraldı, tahtta idi, egosunun zirvesindeydi, niçin bu uca savrulsun; sarayından sokaklara inip bir dilenci olsun? Fakat Buda’nın dilenmesinde bir güzellik vardır. Dünya hiçbir zaman böylesine güzel bir dilenci, böylesine zengin bir dilenci, böylesine saltanat sahibi dilenci, böylesine bir imparator tanımamıştır. O tahtından aşağıya adım atınca ne olmuştur? Egosundan aşağıya inmiştir. Tahtlar sembollerden, ego, iktidar, prestij, statü sembollerinden başka bir şey değildir. O aşağı inmiştir ve egosuzluk gerçekleşmiştir. Egosuzluk alçakgönüllülük değildir. Bu egosuzluk tevazu değildir. Pek çok alçakgönüllü insan bulabilirsin fakat tevazularının altında ince bir ego işlemektedir. Diyojen’in bir sefer Sokrat’ı ziyaret ettiği söylenir. O bir dilenci gibi yaşamıştı; o her zaman pek çok delikleri ve yamaları olan kirli elbiseler giyerdi. Ona yeni bir elbise bile sunsan kullanmazdı; önce onu kirletir, eskitir, yırtardı ve sonra kullanırdı. O Sokrat’ı ziyaret etmeye geldi ve egosuzluk hakkında konuşmaya başladı. Ancak Sokrat’ın nüfuz eden gözleri bu adamın egosuz bir insan olmadığını fark etmiş olmalı. Onun tevazu hakkındaki konuşması son derece egoistçeydi. Sokrat’ın şöyle dediği aktarılır: “Kirli elbise- lerinle, elbiselerindeki deliklerle egodan başka bir şey göremiyorum. Sen mütevazılıktan bahsediyorsun ama konuşma derindeki bir ego merkezinden geliyor.” Bu olacaktır, ikiyüzlülük bu şekilde gerçekleşir. Egoya sahipsin, onu tam zıddı aracılığıyla gizlersin; yüzeyde alçakgönüllü olursun. Yüzeydeki bu tevazu hiç kimseyi kandıramaz. O seni kandırabilir ama başka kimseyi kandıramaz. Kirli elbisenin deliklerinin içinden egon gözetlemeye devam eder. O her zaman oradadır. Bu bir kendini kandırmadır ve daha fazla bir şey değildir. Başka kimse kanmaz. Bu sen olgunlaşmamış egoyu atmaya başlarsan olur. Öğrettiğim şey çelişkili gözükebilir fakat o hayat için gerçektir. Çelişki hayatın doğal bir parçasıdır. Ben sana egoist olmanı öğretiyorum böylelikle sen egosuz hale gelebilirsin. Ben sana mükemmel bir egoist olmayı öğretiyorum. Aksi takdirde ikiyüzlülük doğacaktır. Ve olgunlaşmamış bir olayla mücadeleye girme. Bırak olgunlaşsın ve ona yardım et. Onu zirveye çıkar. Korkma; korkulacak hiçbir şey yok. Böylelikle egonun ıstırabını anlayabileceksin. O zirveye ulaştığında, o zaman benim ya da bir Buda’nın egonun cehennem olduğunu söylemesine ihtiyaç duymazsın. Onu bileceksin çünkü egonun zirvesi cehennemsel tecrübelerinin zirvesi olacaktır. O bir kâbus olacaktır. Ve o zaman hiç kimsenin sana onu bırak demesinin bir gereği yoktur. Onu taşımak zor olacaktır. Kişi bilgiye sadece ıstırap aracılığıyla ulaşır. Herhangi bir şeyi sadece mantıksal tartışmalarla atamazsın. Bir şeyi sadece artık daha fazla taşıyamayacak kadar acı verici hale geldiğinde atabilirsin. Senin egon henüz bu kadar acı verici hale gelmemiştir; bu yüzden onu taşıyorsun. O doğal- dır! Onu bırakmaya seni ikna edemem. İkna olmuş hissetsen bile onu gizleyeceksin, hepsi bu. Olgunlaşmamış hiçbir şey atılamaz. Olgunlaşmamış meyve ağaca tutunur ve ağaç da olgunlaşmamış meyveye tutunur. Onu ayrılmaya zorlarsan geride bir yara kalır. Bu yara devam edecektir, yara her zaman yeşil kalacak ve her zaman acı hissedecektir. Her şeyin gelişmek için olgunlaşmak için toprağa düşüp kaybolmak için bir zamanı olduğunu unutma. Senin egonun da bir zamanı var. Onun olgunlaşmaya ihtiyacı vardır. Bu nedenle egoist olmaktan korkma. Öylesin, aksi takdirde çoktan kaybolup giderdin. Hayatın mekanizması budur: Egoist olmak zorundasın, kendi yolunda kavga etmek zorun- dasın, etrafındaki milyonlarca arzu için savaşmak zorundasın, mücadele etmek zorundasın, hayatta kalmak zorundasın. Ego bir hayatta kalma aracıdır. Şayet bir çocuk egosuz doğarsa ölecektir. O hayatta kalamaz bu mümkün değildir çünkü eğer acıkmış hissederse ben acıktım diye hissetmeyecektir. Bir açlık olduğunu hissedecektir ama kendisi ile ilişkili değildir. Açlık hissedildiği an, çocuk, “açım” diye hisseder ve ağlamaya ve doyurulmak için gayret sarf etmeye başlar. Çocuk egosunun gayretleriyle gelişir. Bu nedenle bana göre ego, doğal gelişimin bir parçasıdır. Ancak bu onunla sonsuza dek kalman gerektiği anlamına gelmez. O doğal bir gelişimdir ve onun bırakılması gereken ikinci bir adım vardır. Bu da doğaldır. Ancak ikinci adım sadece ilki doruğuna, zirvesine erişmiş olduğunda, en üst noktasına ulaştığında atılabilir. O nedenle ben her ikisini de öğretiyorum: Egoluluğu ve egosuzluğu öğretiyorum. İlk önce egoist ol, sanki tüm varoluş senin için varmış ve sen merkeziymişsin gibi mükemmel egoist, mutlak egoist ol. Tüm yıldızlar senin etrafında dönüyor ve güneş senin için doğuyor; her şey sadece sen burada olasın diye, senin için var oluyor. Merkez ol ve korkma çünkü şayet korkarsan asla olgunlaşmayacaksın. Onu kabul et. O gelişimin bir parçasıdır. Onun tadını çıkar ve zirveye götür. O zirveye ulaştığında ansızın merkez olmadığını fark edeceksin. Bu bir yanılsamaydı, bu çocukça bir tavırdı. Fakat sen bir çocuktun, bu nedenle onda yanlış hiçbir şey yok. Artık olgunlaştın ve şimdi merkez olmadığını görüyorsun. Gerçekten merkez olmadığını gördüğünde aynı zamanda varoluşta merkez olmadığını ya da her yerin merkez olduğunu görürsün. Ya merkez yoktur ve varoluş bir bütün olarak var olur: Bir kontrol noktası olmayan bir bütünlük ya da her atom bir merkezdir. Jakob Boehme tüm dünyanın merkezlerle dolu, her atomun bir merkez ve çeper diye bir şeyinin olmadığını; her yerin merkez ve hiçbir yerin çeper olmadığını söylemiştir. Bunlar iki olasılıktır. Her ikisi de aynı anlama gelir; sadece sözcükler farklıdır. Ve çelişkilidir. Fakat ilk olarak bir merkez haline gel. Bu şunun gibidir: Bir rüyadasın; şayet rüya en üst noktasına gelirse bozulacaktır. Her zaman bu olur; ne zaman bir rüya en üst noktaya gelirse bozulur. Ve bir rüyanın zirvesi nedir? Bir rüyanın zirvesi “bu gerçektir” duygusudur. Bu, rüya değil gerçek diye hissedersin. Ve sen sürekli olarak ve sürekli olarak ve sürekli olarak daha yüksek bir zirveye gidersin. Ve rüya neredeyse bir gerçek halini alır. O asla gerçek olmaz; o neredeyse gerçek olur. O gerçekliğe o kadar yakınlaşır ki artık daha ileri gidemez çünkü bir adım daha ve rüya gerçek olacaktır. Ve o gerçek olamaz çünkü o bir rüya. O gerçeğe çok yaklaştığında uyku bozulur, rüya parçalanır. Sen tam olarak uyanırsın. Aynı şey her tür yanılsamada da olur. Ego en büyük rüyadır. Onun kendi güzelliği, kendi ıstırabı vardır. Onun kendi sonsuz mutluluğu ve kendi acısı vardır. Onun cennetleri ve cehennemleri vardır, her ikisi de oradadır. Rüyalar bazen güzeldir ve bazen de kâbustur ama her ikisi de rüyadır. Bu yüzden zamanı gelmeden önce rüyandan çıkmanı söylemiyorum. Hayır, asla zamanından önce bir şey yapma. Şeylerin gelişmesine izin ver, şeylerin kendi zamanlarına sahip olma- sına izin ver, böylelikle her şey doğal olarak gerçekleşir. Ego ortadan kalkar. Ve o kendiliğinden ortadan kalkar. Şayet onun gelişmesine basitçe izin verirsen ve onun gelişmesine yardım edersen ondan vazgeçmek zorunda kalmayacaksın. Bu çok derindir. Eğer onu bırakırsan ego içeride kalmıştır. Onu kim bırakacak? Şayet onu senin bırakacağını zannediyorsan, ego sensin. Bu yüzden neyden vazgeçersen geç, gerçek şey olmayacaktır. Gerçek şey korunacak ve sen başka bir şey atmış olacaksın. Sen kendini egosuzlaştıramazsın. Bunu kim yapacak? O olur, o bir eylem değildir. Egonun içinde gelişirsin ve bütün her şeyin cehennem haline dönüştüğü öyle bir nokta olur ki rüya bozulur. Birden görürsün: Kaz dışarıdadır; o asla içeride olmamıştır. Sen asla bir ego olmadın. O sadece senin etrafındaki bir rüyaydı. Gerekli bir rüyaydı diyorum. Bu nedenle onu, geli- şimin gerekli bir parçasını kötüleme. Hayattaki her şey gereklidir. Hiçbir şey gereksiz değildir, hiçbir şey gereksiz olamaz. Olmuş olan her şeyin olması gerekiyordu. Olan her ne ise belli derin nedenler yüzünden olur. Ona ihtiyacın var, böylelikle sen yanılsamanın içinde kalabilirsin. Bu sana yardımcı olan, seni koruyan, hayatta kalmana yardım eden bir kozadan ibarettir. Kişinin sonsuza dek kozanın içinde kalmasına gerek yoktur. Hazır olduğunda kozayı kır, dışına çık. Ego yumurtanın kabuğudur, seni korur. Fakat ne zaman hazır olursan kabuğu kır, yumur- tanın dışına çık. Ego kabuktur. Ama bekle. Telaşın pek bir faydası olmayacaktır. Engel olabilir. Zaman tanı ve onu kötüleme çünkü onu kim kötüleyecek? Sözde azizlere git — onlar alçakgönüllülükten, tevazudan bahseder — ve onların gözlerinin içine bak. Başka hiçbir yerde bu kadar sofistike egolar göremeyeceksin. Artık onların egoları din, yoga, azizlik kılığına girmiştir ama ego oradadır. Onlar zenginlik toplamıyor olabilir, onlar mürit topluyor olabilirler; paralar değişmiştir ve onlar kaç tane müritleri olduğunu sayıp dururlar. Onlar bu dünyaya ait şeylerin peşinde olmayabilirler. Onlar şu dünyanın şeylerinin peşin- dedir. Ama şu ya da bu her ikisi de dünyadır. Ve onlar belki de daha çok açgözlüdür. Çünkü onlar, bunlar geçici şeyler, bu dünyanın anlık şeyleridir, anlık şeylerden oluşurlar der. Ve onlar sonsuz zevkleri isterler. Onların açgözlülüğü üstündür. Onlar anlık zevklerle tatmin olamazlar, onlar zevk isterler. Bir şey sonsuz olmadığında, memnun olmazlar. Onların hırsı derindir, onların hırsı mutlaktır ve hırs egoya aittir. Hırs egonun açlığıdır. Bu nedenle bazen azizlerin günahkârlardan daha egoist olduğu görülür. O zaman onlar ilahi olandan çok uzaktadır. Ve bazen günahkârlar Tanrı’ya bu sözde azizlerden çok daha kolay erişebilirler çünkü ego engeldir. Günahkârların azizlerden daha kolay egolarını bırakabildiğini tecrübe etmişimdir çünkü günahkârlar asla egoya karşı olmamıştır. Onlar onu beslemektedir, onun tadını çıkarmaktadır, onu bütünüyle yaşamışlardır. Ve azizler her zaman için egoyla savaşmaktadır, böylece onlar asla olgunlaşmaya izin vermezler. Bu yüzden benim tavrım şudur: Ego bırakılmak zorundadır fakat bu uzun bir bekleyiş gerektirebilir. Ve sadece onu yetiştirirsen ondan vazgeçebilirsin. Tüm bu olgunun zorluğu budur. Çünkü zihin der ki: Eğer bırakacaksak niçin yetiştiriyoruz? Zihin der ki: Onu yok etmemiz gerekiyorsa o zaman niçin yaratıyoruz. Eğer zihni dinlersen başın derde girecektir. Zihin her zaman mantıklıdır ve hayat her zaman mantıksızdır. Bu yüzden onlar asla buluşmazlar. Bu basit mantıktır, sıradan matematiktir: Eğer bu evi yok edeceksen niçin inşa edesin? Bu zahmet niye? Bu çaba ve zaman ve enerji kaybı niye? Ev yok o halde niçin inşa edilip sonra da yok edilsin? Gerçekten önemli olan ev değil, önemli olan sensin. Evi inşa ederken değişeceksin ve sonra evi yok ederken bütünüyle değişeceksin, aynı olmayacaksın. Çünkü evi yaratmak, onun tüm süreçleri sende bir gelişimi garanti edecektir. Sonra ev hazır olduğunda, onu yıkacaksın. Bu bir mutasyon olacak. Zihin mantıklıdır ve hayatsa diyalektiktir. Zihin basit bir çizgide hareket eder ve hayat her zaman bir kutuptan diğerine, bir şeyden tam zıddına sıçrar. Hayat diyalektiktir. Yarat ve sonra hayat der ki: Yok et. Dünyaya gel ve sonra hayat der ki: Öl. Elde et ve sonra hayat der ki: Kaybet. Zengin ol ve sonra hayat der ki: Fakir ol. Bir zirve ol, egonun Everest’i ol ve sonra bir egosuzluk uçurumu ol. O zaman her ikisini de bilmiş olursun; hayal ve gerçek,maya ve brahma.



alıntıdır
 
---> Tebliğler - Mesajlar Yazılar

Hac Mekânlarının Simyası - OSHO

Bir tekneyi yürütebilmenin iki yolu vardır. Bunlardan biri yelkenleri doğru zamanda, rüzgar doğrultusunda açmak ve kürekleri kullanmak; diğeri ise yelkenleri kapalı tutup küreklerden faydalanmaktır. Hac mekânları bilinç ırmaklarının kendiliğinden aktığı yerlerdir: Senin yapman gereken tek şey bilinç yelkenlerini açarak bu akımın ortasında durmak ve ileri doğru yolculuğuna başlamaktır.

Böyle yerlerde diğer yerlere ve kendi başına kat edeceğine oranla çok daha kolay ve çabuk yol alman mümkün olacaktır. Başka bir yerde fark etmeden negatif bir yere ulaşabilir ve yelkenlerini yanlış yöne doğru açarak varmak istediğin noktadan daha da uzak düşebilir ve kaybolabilirsin. Örneğin olumsuz duygularla dolu — söz gelişi kasapların bütün gün hayvan kestiği — bir yerde oturmuş meditasyon yapıyorsan zihninde büyük bir mücadele ve çatışma oluşabilir. Meditasyon yaparken oldukça alıcı, açık ve savunmasız bir hale gelirsin; bu yüzden o sırada etrafında olup bitmekte olan ne varsa sana geçebilir. Bu nedenle meditasyon yaparken her zaman seni yanlış bir yere götürmeyecek bir yer seçmen gerekir.

Meditasyon sırasında rahatsız edici duygular hissettiğinde veya sükûneti yakalamakta zorlandığında bulunduğun yeri değiştir. Kişi hapishanede bile meditasyon yapabilir ancak bunun için çok sağlam bir kişilik gerekir. Hapishanede meditasyon yapmana yardımcı olacak farklı yöntemler vardır; negatif güçlerin giremeyeceği bir sınır çizgisi yaratman gerekir. Ama birtirtha, yani kutsal hac mekânında, böyle bir çizgiye gerek duyulmaz. Öyle bir yerde tüm direncini bırakıp, tüm kapı ve pencerelerini tüm yönlerden açmana yardımcı olacak bir tekniğe ihtiyaç duyarsın. Orada pozitif enerji bolluk içinde akmaktadır.

Yüzlerce insan bilinmeyenin içinden buralara gelmiş ve bir yol yaratmıştır. Evet, bunu bir yol olarak adlandırmak gerekir. Yaptıkları gerçekten de yolu tıkayan ağaçları kesip, çalıları temizleyerek kendi arkalarından gelenler daha kolayca ilerleyebilsin diye bir yol açmaktır. Dini yolda daha zayıf insanlara her konuda yardım etmek için gösterilen çaba daha yüksek ve daha güçlü bir bilinçten kaynaklanmaktadır. Hac mekânı da böylesine büyük bir deneydir. Hac mekânı bedenden ruha doğru bir akışın gerçekleştiği, tüm atmosferin enerji yüklendiği, insanlarınsamadhi ’ye ulaşmış olduğu, yüzyıllar boyunca birçok kimsenin aydınlamayı yaşadığı yerdir. Böyle yerler gerçekten fazlasıyla enerji yüklüdür. Böyle bir yerde yalnızca yelkenlerini açman, yolculuğunun başlaması için yeterlidir. Bu yüzden tüm dinler kendi hac mekânlarını oluşturmuştur. Tapınaklara karşı olan insanlar bile bunu yapmıştır. Putlara tapınmaya ve tapınaklara karşı olan dinlerin bile hac mekânları oluşturmuş olması ilgi çekicidir. Heykelsiz yapmak kolaydı ama hac mekânsız yapmak zordu çünkü hiç bir dinin karşı gelemeyeceği ya da yadsıyamıyacağı enginlikte bir değere sahiptiler. Jainalar da, Müslümanlar da, Sihler de, hatta Budistler de — Budistler başlangıçta put kullanmıyordu — putlara tapmazlar. Ancak hepsi kendi kutsal hac mekânını oluşturmuştur. Buna mecburdular. Böyle yerler olmaksızın dinin de bir önemi yoktur.

Böyle yerler olmasaydı her şey bireye düşecekti ve dini bir topluluğun ne amacı ne de anlamı kalmayacaktı.Tirtha sözcüğü, kişinin sonsuz okyanusa atlayabileceği bir nevi tramplen anlamındadır. Jaina sözcüğü tirthankara ise böyle bir tirtha’nın; bir hac mekânın yaratıcısı anlamına gelir. Bir insanın tirthankara olarak adlandırılması için sıradan insanların girebileceği, kendini açıp içsel arayışına başlayabileceği bir enerji alanı yaratmış olması gerekir. Jainalar bu kimseleri ilahî varlıklar değiltirthankara’lar olarak adlandırır. Tirthankara ilahî varliktan daha büyük bir olgudur çünkü ilahî varlık iyi bir insan kılığına girmiştir, oysa bir insanın diğerlerinin ilahî olana ulaşabileceği bir yol açması çok daha yüce bir durumdur.

Jainizm bir Tanrı’ya değil, insanın içindeki potansiyele inanır. Jainalar’ıntirtha ve tirthankara lardan diğer dinlerin mensuplarından daha derinlemesine faydalanabilmiş olması da bundandır. Jaina dininde Tanrı’nın rahmeti veya Tanrı’nın merhameti kavramları yer almaz. Jainalar Tanrı’nın yardım edebileceğine inanmazlar; arayan tek başınadır ve kendi çaba ve enerjisiyle yol almalıdır. Ancak, bu yolculuğu sürdürebileceği iki yol vardır. İlk yolda her insan kendi teknesiyle, kendi kol kuvvetiyle, kürek çekerek yol almalıdır. Birçok insanın içinden belki bir tanesi bunu başarabilir. Oysa ikinci yolda rüzgarın yardımına başvurabilir ve yelkenlerini açarak, çok daha hızlı ve kolayca gidebilirsin.


alıntıdır
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol
Geri
Üst