Mezbaha Terörü

---> Mezbaha Terörü


Her neyin peşindeyseniz, motivasyonunuzu kaybetmeyin. Yaşayan ölür, yükselen düşer, seven terk eder.


Her şeye rağmen milliyetçilik çok saçma lan.
 
Güzellik yanılgısı

Bu yazı, Kareem Abdul-Jabbar tarafından Temmuz 2015’te TIME için kaleme alındı.

Kadın güzelliği konusundaki anlayışımız üzerine yeniden düşünmeliyiz.

Serena Williams, Wimbledon’da kariyerinin 21. Grand Slam şampiyonluğunu kazandı. Yol üzerinde Maria Sharapova’yı yine yendi. Hem de üst üste tam 17. defa. Ancak tenis tarihinin turnuvalardan en çok para kazanan kadın tenisçisi olan Serena Williams, konu sponsorluk gelirleri olduğunda sayısız kez yendiği rakibinin bir hâyli gerisinde kalıyor. 2013’te Maria Sharapova 23’ü sponsorluk geliri olmak üzere 29 milyon dolar kazandı. Aynı yıl Serena Williams toplamda 20.5 milyon dolar kazanırken, bunun sadece 12 milyonu sponsorlardan geldi. Bu nasıl mümkün olabilir? Sponsorlar her zaman en iyi sporcuyu ödüllendirmez de ondan. Genellikle bu pastanın büyük payını, batı kültürünün güzellik normlarına en uygun kişi alır.

Bir an için bu yazının ırkçılık üzerine yazıldığını düşündünüz. Hayır, değil.

Misty Copeland çok yakın zamanda, Amerikan Bale Tiyatrosu tarihinin ilk Afro-Amerikalı baş dansçısı oldu. Ama 13 yaşındayken, doğru vücut tipine sahip olmadığı gerekçesi ile bir bale akademisi tarafından reddedilmişti. Copeland’in yer aldığı bir reklam filmi, kariyerinin ilk yıllarında aldığı bu olumsuz cevabı bizlere şu şekilde aktardı: “Değerli adayımız, akademimize başvurunuz için çok teşekkür ederiz. Ne yazık ki kabul edilmediğinizi bildirmek isterim. Sağ ayağınız yetersiz, vücut boyu uzunluğunuz ve göğüs ölçüleriniz uygun değil.” 13 yaşında mı? Vücudunun çok kaslı ve ‘olgun’ görünüyor olması söylemi, onu kariyeri boyunca takip etti. Hatta Copeland, “Bu vücudumla dansçı olamayacağımı söyleyen bir dolu insan gördüm. Bacaklarım çok kaslı olduğu için tütü giymemem gerektiğini bile söylediler” demişti.

misty.jpg



Bu iki üst düzey atletin ortak noktaları nedir? Beyaz ve daha az başarılı meslektaşlarına göre çok daha ‘algı dışı’ bir vücuda sahip olmaları.

(Yazının hâlâ ırkçılık ile bir alakası yok.)

Toni Morrison, The Bluest Eye kitabında şöyle yazmıştı: “Aşk ve fiziksel güzellik, belki insanlık düşünce tarihinin en yıkıcı iki fikri.” Morrison’ın fiziksel güzellik hakkındaki sosyal idealleri yıkıcı bulan bu tespiti son derece yerinde. Neredeyse hiç kimsenin içini doldurmayacağı güzellik standartları belirlenmiş durumda. Kadınlar bu toplumsal beklentileri karşılamaya çalışırken büyük zorluklar çekiyor. Zayıf, genç ve seksi görünmeleri beklentisi, onlar için tıpkı bir Victoria dönemi korsesi kadar sıkıcı. Bu güzelliğin idealize edilmiş ve kusursuz örneklerini ise kafamızı çevirdiğimiz her yerde görmek olası. Billboard’larda, dergilerde ve Victoria’s Secret reklamlarında… Tabii burada makyaj, ışıklandırma ve fotoğraf düzenleme teknolojilerinin payı büyük. Oradaki kadınlar, en fazla Avengers filmi için dijital ortamda üretilen Hulk kadar gerçekçi.

Toplumsal güzellik normlarının ne kadar zararlı olduğu konusunda bolca kanıt var. Standart bir Amerikan kadını, hayatı boyunca ortalama 15 bin dolar civarı makyaj harcaması yapmakta (eğer aynı para bir emeklilik sigortasına yatırılsa, 70 yaşında 100 bin dolar alması mümkün olabilir.) Buna rağmen Amerika, dünyanın kozmetiğe en çok para harcanan ülkesi. ‘Yaşamsal tatmin’ listesinde ise sadece 23. sırada. Bu mitik güzelliğin peşinde geçen nafile yolda neler yaşanmıyor ki… Yüksek topuklar içinde ayakların gördüğü eziyetler, cerrahi müdahalelere yol açan gereksiz estetik ameliyatları ve aç kalmak suretiyle bir zombiye dönüşülen kilo verme süreçleri… Hepsi de kendi yaratmadıkları bir hayali fikir uğruna.

vs.jpg


Tamam, biraz yalan söyledim. Bazı siyahi atletlerin vücutları konusunda aldığı negatif tepkiler içinde kesinlikle bir miktar ırkçılık barındırıyor. Bunun sebebiyse geleneksel sporcu ve dansçı ölçülerine uymayan vücut yapıları. Ancak kimse Kerry Washington (Skandal) ve Lupita Nyong’o (12 Yıllık Esaret) gibi siyahi aktrislerin güzelliğini sorgulamıyor çünkü onlar, kadın moda endüstrisinin belirlemiş olduğu standartları fazlaca karşılamakta. Williams ve Copeland’in sorun yaşadığı nokta, idealize edilmiş olan ‘batı kadını’ standartlarına uymayan vücutları. Tabii ayrıca biz erkeklerin ortaya çıkardığı, ‘ideal kadın vücudu’ fikri de buna yol açıyor.

Burada ortaya çıkan asıl sorun, özellikle atletler üzerinde oluşturulan kamuoyu baskısı. Bu hem tüm kadın sporcular, hem de onları idol hâle getirmiş tüm genç kızlar için çok zararlı hem de açıkçası kadın düşmanı bir fikir. Bu standartlara uygun kalma çabası, onların mükemmeliyete uzanan yolda verdikleri bazı ödünler ile sonuçlanabilir. Sahada ve saha dışında…

Bu problem 2014’te iyice gün yüzüne çıkmıştı. Rusya Tenis Federasyonu Başkanı Shamil Tarpischev, Venus ve Serena’dan “erkek kardeşler” diye bahsetmiş ve 25 bin dolarlık bir cezaya çarptırılmıştı. Bu alışılmış ancak saygısız hareket sonrası Serena, kaslı kollarını saklamak için artık uzun kollu giyebileceğini açıklamıştı. Çünkü Savaşçı Prenses Zeyna’nın fantastik dünyası dışında, kaslı kadın ideal bir görüntü değildi.

sv1.jpg


Neden peki? Çünkü erkeklerin ideal kadın fikri buna karşı çıkıyor. Bizlere göre kadın savunmasız ve erkek karşısında kendini korumaktan aciz olmalı. Ayrıca da erkeğin toplumdaki koruyucu ve kollayıcı, kadının ise çocuksu ve zayıf algısı sürmeli. (Neredeyse tüm ‘romantik’ ilişki portrelerinde, kadın erkeğin kolları arasındadır veya onun tarafından yatağa taşınır.)

Öteki taraftan, bu sığ ancak geleneksel görüşü takip etmek istemeyen herkesin cesareti biraz kırılmakta. Aklıma True Detective’in ikinci sezonundan çok güçlü bir sahne geldi. Dedektif Ani Bezzerides (Rachel McAdams) neden o kadar fazla silah taşıdığını açıklıyordu: “Tüm olası düşmanlarınızın sizden güçlü olduğunu bilerek bu işi yapmak kolay olur muydu? Bir an için polisliği unutun. Kafayı yememiş hiçbir adam ortalıkta bu şekilde dolaşmaz. Cinsiyetler arasındaki en temel fark, birinin diğerini çıplak elle bile öldürebilecek olması.” Belki kaslı ve güçlü kadın, fiziksel ve mental yeterliliği sembolize ediyor ve bununla birlikte alışılmış kırılgan kadın imajı da tehdit altında.

Güzellik standartları, kadın sporcuları bir atletten ziyade pazarlanabilecek bir imaj olma zorunluluğuna da itmekte. Bir diğer ünlü tenisçi Agnieszka Radwanska, 1.72 boyunda ve sadece 56 kilo. Bu antrenörünün verdiği bilinçli bir karar. Bunu New York Times’a, “Onu ilk 10 içerisindeki en hafif oyuncu olarak tutma çabasındayız çünkü her şeyden önce o bir kadın ve öyle kalmak istiyor” şeklinde açıklamıştı. İlk 20 içerisinde yer alan bir başka profesyonel tenis oyuncusu Andrea Petkovic ise çift el backhand vururken çekilmiş kaslı fotoğraflarını görmekten nefret ettiğini anlatmıştı: “Pek kadınsı göründüğünü düşünmüyorum. Bilemiyorum, belki insanların söylediklerini çok kafama takıyorum ve belki aptalca ancak bu her kadının yaşadığını düşündüğüm bir kaygı. Vücuduna güvenen bir oyuncu olabilmeyi isterdim. Kadın olarak, fiziksel anlamda çok eleştiriliyoruz ve bu bizi çekingen bir hâle sokuyor.”

sam.jpg


‘Feminen’ imajlarını kaybetme korkusu ile limitlerini çok fazla zorlamayan kadın sporcular, bu sebebten bazen potansiyellerinin tamamına hiçbir zaman ulaşamıyor. Aynı şekilde bu kalıplaşmış ‘hanım’ olma fikri, iş hayatında da kadınların gerektiği kadar rekabetçi olamamalarına sebebiyet veriyor.

1.88 boyunda ve 60 kilo olan Maria Sharapova (Williams 1.75 ve 68 kilo) daha ince olma isteğinden hep bahseder: “Her zaman daha zayıf ve az selülitli olmak istedim ve sanırım bu, tüm kızların isteğidir.” (Öyle mi? Öyle olmalı mı?) Sharapova ağırlık çalışması yapmadığını da ekliyor. “3 kilodan fazlasını kaldırmakta zorlanıyorum. Sinir bozucu ve zorlayıcı bir antrenman ve bunun kendi sporumda gerekli olmadığını düşünüyorum.” Ve bunun sonunda gerekli olduğunu düşünen kişi tarafından tam 17 kez aralıksız olarak yenildi. Acaba en çok kazanan kadın sporcu olmanın mı, yoksa en iyi kadın sporcu olmanın mı peşinde?

“Vücut enerjisi şakıyorum” der Walt Whitman, insan vücudunu bir haz, maneviyat ve başarı kaynağı olarak tasvir ettiği Leaves of Grass şiirinde. Eğer günümüz Amerikalıları da aynı şekilde insan vücudunu yüceltmek isterse, güzellik algıları sorgulanmalı ve bu beyin yıkayıcılıktan ziyade sağlığın tarafında saf tutulmalı. Amaç onlardan bir pazarlama harikası ve maddi bir meta üretmek olmamalı. Güzellik kavramının temsil ettiği şeylerin tarih boyunca devamlı olarak değişmesi, bu sabit fikrin beyinlerimizin yerleşik bir parçası olmadığını zaten söylüyor. Güzellik standartları konusundaki dar fikirlerimizi aşmaya çabalamalı, her yaştan her kadını olabilecekleri en ileri noktaya gitmeleri için cesaretlendirmeliyiz. Yapabiliriz, yapacağız ve başaracağız.
 
Ali Kemal'in torunu Boris

Sayın basınımız koro halinde aynı
haberi veriyor…
Ali Kemal'in torunu Boris Johnson, İngiltere dışişleri bakanı oldu. Dedesi Osmanlı'nın dahiliye nazırıydı, torunu Kraliçe'nin hariciye nazırı oldu.
*
Doğru.
*
Ama eksik.
*
Doğru tarafı şu… Ali Kemal, 1903 yılında İsviçre'de kendisinden 10 yaş küçük Wnifred'e aşık oldu, Wnifred'in annesi İngiliz, babası İsviçreli'ydi, evlendiler, nikahı papaz kıydı, Wnifred müslüman olmadı ama, Ali Kemal eşine “Fitret” adını verdi, ilk çocukları bir aylıkken öldü, sonra Selma, sonra Osman doğdu, 1909'da, Fitret henüz 26 yaşındayken vefat etti, Ali Kemal bunalıma girdi, bir süre İngiltere Wimbledon'da yaşamaya çalıştı, yapamadı, çocuklarını kayınvalidesi Margareth'e emanet etti, şartları uygun hale getirince çocukları yanıma alacağım dedi, İstanbul'a döndü, birinci dünya savaşı patladı, İstanbul işgal edildi, memleket yangın yerine döndü, çocuklarını getiremedi, anneanne Margareth torunlarını İngiliz olarak yetiştirdi, Osman adını değiştirdi, Wilfred oldu, subay oldu, pilot oldu, ikinci dünya savaşında gösterdiği cesaret ve yararlılık nedeniyle İngiliz Üstün Liyakat Madalyası aldı, evlendi, oğlu oldu, oğlu da evlendi, Boris doğdu… Şimdi diyeceksiniz ki, Boris diye İngiliz olur mu, Rus adına benzemiyor mu? Haklısınız… Tam adı, Alexander Boris de Pfeffel Johnson… Annesiyle babası Meksika'da tatildeyken, annesi hamile, doğum belirtileri ufak ufak başlıyor, telaşlanıyorlar, Meksika'da doğum yapmak istemiyorlar, havalimanında fıldır fıldır bilet ararken, Rus bir işadamı iyilik yapıyor, kendisine ait New York biletini hediye ediyor, New York'ta doğum oluyor, iyiliksever Rus'un hatırasına Boris adı ilave ediliyor, Boris büyüyor, gazeteci oluyor, siyasete atılıyor, Muhafazakar Parti'den milletvekili oluyor, Londra belediye başkanı oluyor. Ve, dışişleri bakanı oluyor.
*
Peki ya eksik olan tarafı ne?
*
O da şu…
*
Gazeteciydi Ali Kemal.
İngiliz finosuydu.
Vahdettin'le birlikte İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin kurucusuydu.
Milli mücadeleye düşmandı.
“Avrupa ile başa çıkmayı hangi Asya kavimi başardı ki, biz başarabilelim” diye makaleler döşeniyordu, bugünkü AB'ciler gibi, Avrupalıların illa başımızda bekçi olarak dikilmesini istiyordu.
*
Mustafa Kemal'den nefret ediyordu, milletin başına bela olarak görüyordu, “onunla tokalaşmak, eşkıyaya el uzatmaktır” diyordu. Hatta… “Derme çatma bir ordu, dövüşüp duruyorlar, zırzoplar, tam istiklal isteriz diye tutturmuşlar, halbuki ne demiş Arap, elhekmü limen galebe, galibin dediği olur, işte bu kadar” diyordu.
*
Hızını alamıyor, Mustafa Kemalcileri “sevinçle” şöyle tarif ediyordu: “Çanlarına ot tıkanıyor, moralleri pek düşük, çoğu yalınayak, teçhizatları noksan, gerçi birkaç kamyonları var ama, hepsi kullanılmaz halde, motorları bozuldu mu tamir edilemiyor, benzinleri yok, yedek parçaları yok, taşıma için ancak mandaları var, Mustafa Kemaller faydalı hiçbir işe yaramazlar, hamdolsun sayıları azdır, hastalanmış uzuv gibi kesip atmalı!”
*
Böyle bi haindi.
*
“Berduş” diyordu Mustafa Kemal'e… “Medeniyet dünyasını aleyhimize çevirmek için Anadolu'da havsalaya sığmaz delilikler, cinayetler işliyor” diyordu. “Eyy müslüman kardeşlerimiz, teşkilat-ı milliyeye aldanmayınız, bolşevik kafası taşıyan yurtsuz serserilerdir bunlar” diyordu. “Bu millici mahluklar kadar, başları ezilmek ister yılanlar hayal edilemez, düşmanlar onlardan bin kere iyidir” bile diyordu.
*
Neticede…
Bedelini ağır ödedi.
Linç edildi.
*
Çocuklarını İngiltere'de bırakıp İstanbul'a döndüğünde, ikinci evliliğini yapmıştı. Kendisi 44 yaşındayken, Tophane müşiri Zeki paşa'nın 18 yaşındaki kızı Sabiha'yla nikahlanmıştı. Bir oğlu daha olmuştu.
*
Ali Kemal öldürülünce, Sabiha oğluyla birlikte İsviçre'ye gitti. Oğlu hukuk tahsili yaptı, üniversiteyi bitirince “memlekete döneceğim” diye tutturdu. Aile büyükleri itiraz etti, “seni yaşatmazlar orada” filan diye dil döktüler ama, nafile… Bindi trene, Ankara'ya geldi. İngilizce, Almanca, Fransızca bilen, donanımlı bir gençti. Dışişleri bakanlığının memuriyet sınavına girdi. Kazandı.
*
Cumhurbaşkanımız, İsmet İnönü'ydü. Dışişleri sınavını kazananların dosyalarını getirdiler, masasına bıraktılar. Birinin üzerinde “menfi” notunu gördü. “İşe alınması muvafık değildir” yazıyordu. Sakıncalı'ydı yani, uygun değil'di. Açtı dosyayı, okudu. Kırmızı kalemle belirtilmişti, Ali Kemal'in oğluydu.
*
Çizdi menfi'nin üstünü, müspet yazdı, çizdi muvafık değildir'in üstünü, muvafakat ediyorum yazdı, imzaladı. “Devlete kin yakışmaz, biz bu cumhuriyeti kanla kurduk ama, insanla büyüteceğiz” dedi. Dosyayı uzatırken de ekledi, “ben bunu Gazi'den öğrendim” dedi.
*
Ulusalcılar…
İşte budur.
*
Ali Kemal'ın oğlu Zeki Kuneralp'ti. Paris, Bern, Londra, Madrid büyükelçimiz oldu. Dışişleri bakanlığı müsteşarımız oldu. Ali Kemal, Amerikan fıştıklamasıyla doğu'daki şehirlerimizi altın karşılığında Ermenilere satmamızı öneriyordu… Kadere bakın ki, oğlu Madrid'de Asala'nın saldırısına uğradı, makam otomobiline ateş açıldı, Zeki Kuneralp otomobilde değildi, eşi Necla Kuneralp'le birlikte, bacanağı emekli büyükelçi Beşir Balcıoğlu ve İspanyol makam şoförü Antonio Torres hayatını kaybetti.
*
Bitmedi…
Ali Kemal'in torunu, Zeki Kuneralp'in oğlu Selim Kuneralp, babasına açılan yoldan yürüdü, Stockholm ve Seul büyükelçimiz oldu, AB daimi temsilcimiz oldu, Dünya ticaret örgütü daimi temsilcimiz oldu.
*
Çünkü…
Bu cumhuriyeti kuran ulusalcılar, kendilerine “başı ezilesi yılan, kesilip atılması gereken hastalıklı uzuv” diyen, “idam” edilmelerini isteyen vatan haininin suçunu, evladına çektirmemiş, sahip çıkmış, bağrına basmış, senden-benden diye ayırmamış, ötekileştirmemişti.
*
Ve, hal böyleyken…
“Ali Kemal'in torunu İngiltere dışişleri bakanı oldu” diye ballandıra ballandıra yazan, öbür torununu yazmayan, öbür torunundan hiç bahsetmeyen sayın basınımız, ne diyor hâlâ ulusalcılara?
*
Irkçı, faşist, darbeci, hastalık zihniyet filan diyor.
*
Sizi gidi…
2016 model Ali Kemaller sizi!
 
Geçenden otuz üç akçe, geçmeyenden kırk akçe

YENİ Ulaştırma Bakanımız Ahmet Arslan, Osmangazi Köprüsü için şöyle demiş:
“Köprüden geçen de para verecek, geçmeyen de para verecek”.

*

Ahmet Arslan’ın bu açıklaması...

Benim de aklıma Dede Korkut’un meşhur “Deli Dumrul” destanını getirdi.

*

Dede Korkut’umuz Deli Dumrul’da soy soylayıp, boy boylayıp şöyle demiştir:

*

“Oğuz’da Duha Koca oğlu Deli Dumrul derlerdi bir er var idi... Bir kuru çayın üzerine bir köprü yaptırmıştı. Geçeninden otuz üç akçe alırdı, geçmeyeninden döve döve kırk akçe alırdı. Bunu niçin böyle ederdi? Onun için ki benden deli, benden güçlü er var mıdır ki çıksın benimle savaşsın, benim erliğim, bahadırlığım, kahramanlığım, yiğitliğim Rum’a, Şam’a gitsin, ün salsın der idi.”

*

Dede Korkut destanının bu bölümünü okuyunca...

Siz de Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan’a karşı minnet hissetmediniz mi?

*

Düşünsenize:

Ya Sayın Bakanımız, “Bu bizim tarihimizde, kültürümüzde ve geleneğimizde vardır” diyerek...

Osmangazi Köprüsü için “Geçenden 98 lira, geçmeyenden döve döve 122 lira” diye bir rayiç belirleseydi.

Halimiz nice olurdu?

*

Sadece para alıp dövmediğiniz için...

Çok teşekkürler

Sayın Bakan.

KİRKOR’UN GAYDASI

BAŞBAKAN Binali Yıldırım şöyle dedi:

“Kemal Kılıçdaroğlu, Kirkor’un gaydasını çalıyor”.

*

Hemen kafaya taktım “Kirkor’un gaydası” benzetmesini. Nereden çıkmıştır, hangi yörede kullanılır, ne tür durumlar için söylenir, öyküsü nedir falan...

Hemen araştırdım. Yok. Hiçbir şey bulamadım.

*

Genel Yayın Yönetmenimiz

Sedat Ergin aradı. O da kafayı takmış konuya... Araştırmış, bulamamış bir şey. Sonra gazetenin birbirinden farklı bölümlerinden haber toplantısına katılan yöneticilere sormuş. Onlar da bilmiyorlarmış, duymamışlar, görmemişler.

*


Öğleden sonra Agos gazetesinde Yetvart Danzikyan’ın “İçeride barış ve Kirkor’un gaydası” başlıklı yazısını okudum. Yetvart da konuya yabancı...

“Açıkçası pek duyduğumuz bir laf değil. Herhalde Binali Yıldırım’ın memleketinden filan çıkmış olsa gerek” yazmış.

*

Erzincanlı sekiz dostumu aradım... “Sizin oralarda Kirkor’un gaydası diye bir laf kullanılır mı?” diye sordum. Sekizi de “ilk defa duyuyoruz” dedi.

*

Eğer Binali Bey, “Kirkor’un gaydası” lafının kaynağını açıklamazsa...

Sadece Türk siyasi literatürüne değil, aynı zamanda Türk Atasözleri ve Deyimleri Sözlüğü’ne de esaslı bir madde armağan etmiş olacak.

‘ACİLCİLER’ DİYE BİR ESPRİ ÖRGÜTÜ KURULDU GALİBA

BAŞBAKAN Binali Yıldırım’ın saçma, anlamsız, amaçsız, gereksiz, lüzumsuz, ne demek istediği bile belirsiz “Artık acil servislere kız bakmaya geliyorlar” cümlesi, espri yapma gayretkeşliğindeki herkesi harekete geçirdi.

Neredeyse “Acilciler” kod adlı bir espri örgütü kurulacak.

Değişik WhatsApp gruplarından “acil servis ve kız bakma” konulu laf çakmaya ve mavra yapmaya dayalı çok sayıda özlü söz, fotoğraf, karikatür geliyor bana.

“Yeter artık” diye bağırıyorum, sesimi duyan yok.

*

Hey Efkan Bey!

Şu “Acilciler”e bir şafak operasyonu düşünmez miydiniz?

ETYEN MAHÇUPYAN’IN İKİ TEMEL SORUNU

ETYEN Mahçupyan’ın son yazısında söyledikleri kabaca şunlar:

Erdoğan çok sayıda hata yaptı.

Davutoğlu’nun görevden alınması, AK Parti içinde birçok kişiyi kopuşun eşiğine getirdi.

AK Parti’nin yarısı tam itaat prensibine göre hareket ediyor.

AK Parti’nin diğer yarısı ise rasyonel düşünüyor.

Rasyonel düşünen AK Partililer, “Son çare olarak acaba yeni bir partileşme ile iktidara ulaşılabilir mi?” diye soruyor.

*

Mahçupyan’ın söylediklerinin hiçbirine katılmıyorum.

*

AK Parti tabanının yarısının öyle, yarısının böyle düşündüğüne dair elde hiçbir veri yok.

Davutoğlu’nun görevden alınmasının Davutoğlu dahil kimseyi kopuşun eşiğine falan getirdiği yok.

“Yeni bir parti” fikrini Arınç, Çelik falan düşünüyor olabilir ama onlar için de “AK Parti’nin yarısı” denemez.

*

Kısacası Etyen Mahçupyan’ın sorunu şu iki noktada düğümleniyor:

BİR: Temennilerini siyasal analiz diye kaleme alıyor.

İKİ: AK Parti tabanının en az yarısının kendi gibi hayal kırıklığının pençesinde inlediğini sanıyor.

ARAPÇA TABELA

İSTANBUL’da yollardaki bazı tabelalarda Türkçe ve İngilizcenin yanı sıra Arapça da kullanılmaya başlanmış.

*

İyi ama hani Kürtçe?

*

E hani İstanbul en büyük Kürt şehriydi?

TARKAN’IN YENİ ŞARKISI CUPPA’YA DAİR 7 ŞEY

BİR: Ajdar şarkılarından sekiz tık yukarıda. Serdar Ortaç şarkılarından yarım tık ötede. Ayşe Hatun Önal şarkılarından üç tık yanda.

*

İKİ: Şarkıda “cuppa cuppa” yerine “cukka cukka” ya da “cüppe cüppe” denseydi... Türkiye’nin atmosferine daha uygun kaçardı gibi geliyor bana.

*

ÜÇ: Tam Hadise’nin Bodrum’daki beach’ine göre bir şarkı ama... Turistsiz turizmimize yeni bir ivme kazandıracağı kesin gibi...

*

DÖRT: Tarkan hayranları olarak tek tesellimiz şu: “Abi dinledikçe kulağa fena gelmiyor, dinledikçe açılıyor, dinledikçe saçmalıklarından arınıyor”.

*

BEŞ: Şarkının söz ve müziğinin Sezen Aksu’ya ait olması da insanda ikinci büyük bir yıkıma yol açmıyor değil hani.

*

ALTI: Bizim cool kedi “Sekter”, en süper olağanüstü durumlar karşısında bile istifini bozmazken... “Cuppa” şarkısı çalındığında dolaplara saklanıyor.

*

YEDİ: Size bir şey söyleyeyim mi? “Aşk Bodrum’da yaşanıyor güzelim” şarkısı var ya... Bundan çok daha güzel...
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers haber
vozol puff
Geri
Üst