dini sohbet

Bu Gün Yeniden Ölümü Hatırla

Ölüm...

Aslında çok uzak gibi durmasına rağmen en yakın gerçek...

Hepimiz, her an onunla yüzleşmek durumundayız. O, yani ölüm, işlerinizin yoğun ve bir sürü meşgaleniz ve yapmanız gereken, yetiştirmeniz gereken çok acil, önemli işlerinizin olduğu bir Pazartesi günüde yakanızdan tutabilir. Ya da güzel ve huzurlu bir hafta sonu geçirmeyi düşünür, bekler ve hazırlanırken de...

Belki peşinden koştuğumuz türlü Dünyalıklara ulaşamadan da... Ve özellikle emellerimize de ulaşamadan ecel bizim ensemizden muhakkak tutacak...

İnsanı, ebedi mekanı olan ahiretten ve yaradanı Allah'dan en çok uzaklaştıran, unutturan ve nisyana sürükleyen Dünya hayatının zıddı olan ölümü unutmamak ve onu hatırlayarak nefsimize gem vurmak için; bu başlık altında her gün ölümü hatırlayalım inşallah, her gün saniyelere sıkışmış bir tefekkür ile bile olsa ölümü analım
 
Namaz

Bilmiş ol ki namazda huzur ve huşunun şart olduğunu emreden pek çok deliller vardır. Yüce ALLAH şöyle buyuruyor: “Beni anmak için namaz kıl.”1 Bu emrin zahiri vücuttur. Gaflette bulunmak zikre tes düşer. Bütün namazları gaflet ile geçen bir insan, namaz da ALLAH’ı nasıl hatırlamış olabilir? Yüce ALLAH yine şöyle buyuruyor: “ Ve gafillerden olma.”2 Bu ayeti celile yasaklamadır. Ve gafletin haram olduğunu bildirmektedir. Başka bir ayette şöyle buyurulur: “Ta ki dediğinizi (okuduğunuzu) bilene kadar namaza yaklaşmayın.”3 Bu ayet-i celile, sarhoşun namaza yaklaşmaktan men edilmesinin sebebini bildirmektedir. Tamamen dünya düşünce ve vesvesesiyle namazını kılan kimse de aynı hükümdedir. Çünkü o da bu gaflet içinde olduğu için ne söylediğini, hatta kaç rekât kıldığını bile unutur. Peygamberimiz(sav) şöyle buyurmuştur: ”Namaz ancak zillet ve tevazudur.” Yine Peygamberimiz(sav): “ Nice namaza kılanlar var ki, onların namazdan nasibi, yorgunluk ve zulmetten başka bir şey değildir.”4 Hiç şüphesiz bu ifadeyle gafillerin namazını kastetmiştir. Hadiste bildirildiği gibi namaz kılan kimse, Rabbine münacat etmektedir. Gaflet ile söylenen sözlerin münacat olmayacağı meydandadır. Bunun açıklaması şöyledir: Mesele insan zekâtını gafletle verse de, yerine gelmiş olur. Çünkü o gerçekte isteğe aykırı ve nefse ağır gelen bir ibadettir. Oruç ta bunun gibi, gerçekte ALLAH’ın düşmanı olan şeytanın dostu ve aleti olan nefsin gücünü ve boş arzuları kıran bir ibadettir. Gaflet ile olsa bile yine bu faydayı sağlar. Hac da aynı şekilde ağır ve yorucu bir ibadettir. Haccın gereklerini yaparken, kalp ister hazır olsun ister olmasın, nefse elem veren mücahede kendiliğinden hâsıl olur.

Namaza gelince; namazda ancak zikir, kıraat, kıyam, rükû, sücut ve kuud vardır. Zikir ALLAH’u Teala ile karşı karşıya geliş ve ona münacat gizli bir yalvarış ve anlaşmadır. Çünkü namazın iki amacı vardır: Bu amaçtan biri muhavere, diğeri münacattır. Mide ve şehvet oruç ile, beden hac zahmeti ile, kalp sevdiği maldan ayrılıp zekat vermekle imtihan edildiği gibi, dili de ses ve harf ameliyle imtihan etmektir.

Bu kısımda şüphe yoktur. Zira gafletle söylenen boş laflar dolayısıyla olan imtihan, amel imtihanı değil, belki bunda gözetilen harflerdir. Gönüldeki anlamı kalıba dökmeyen harfler konuşma sayılmaz. Gönüldeki anlamı harflerin ifadelendirmesi de ancak kalp huzuru ile olur. Gafil kişi:
“Bizi doğru yola hidayet et.” Demekle bunun bir yalvarış ve dua olduğunun bilincine varmazsa neyi istemiş olabilir? Hele bunu alışkanlık haline getirdikten sonra, dilini hareket ettirmekte ne güçlük vardır? İşte zikirlerin hükmü budur.

Şüphe yok ki, okuma ve zikirden maksat, hamdetmek, övmek, yalvarmak ve dua etmektir. Burada muhatap olan şüphesiz ki ALLAH’tır. Kalbi gaflet perdesi ile örtülü olduğu halde manen ALLAH’u Teala’yı görüp müşahede etmeden ve muhatabından gafil olarak, dilini yalnızca adet olsun diye hareket ettirmek, kalbi cilalandırmak, ALLAH’u Teala’nın zikrini tazelendirmek ve iman bağını güçlendirmekten çok uzak kalır. İşte zikir ve okumanın hüküm budur. Kısacası, zikir ve kıraatteki bu özelliklerin inkarı mümkün değildir.

Rüku ve sücuda gelince: bunlardan amaç, hiç şüphesiz ALLAH’ı ululamaktır. Eğer gafletle yapılan rüku ve sücudun ta’zim olduğu kabul edilseydi, önünde put olduğunu bilmeden secde eden kimsenin puta ta’zim etmiş sayılması veya duvar ardına secde edenin duvara ta’zim etmiş olması caiz olacaktı. (Bunlar ta’zim sayılmayacağına göre gafletle yapılan secde de ta’zim sayılmaz.) Bunlar ta’zim sayılmayınca da ortada beden hareketinden başka bir şey kalmaz. Kendisiyle imtihan kasdedilen meşakkatten sonra dinin direği sayılan, iman ile küfrü ayıran, hac ve diğer ibadetler üzerin takdim edilen, yalnız bunun terk edilmesiyle öldürülmesi vacip olan namazdan bir şey kalmaz.

Görüşüme göre namazın taşıdığı bu ehemmiyet, yalnız zahiri bir ibadet olması bakımından değil, belki, buna münacat olmasını da eklemek lazımdır. Oruç, zekat, hac ve benzeri ibadetler üzerine takaddüm eden, bu münacattır. Hatta serveti harcamak demek olan kurbanlar üzerine takaddüm eden yine bu takvadır.
Nitekim yüce ALLAH şöyle buyurur:
“Onların (kurbanların) ne kanı ne de eti ALLAH’a ulaşır. ALLAH’a ulaşan ancak sizin takvanızdır.” Yani kalbimizi kaplayıp sizi emre uymaya sevk eden sıfattır. Bizden istenen eğer buysa, hareketlerinde bir ehemmiyet olmayan namazda hüküm nasıl olur? İşte bu anlattıklarımız, mana bakımından namazda kalp huzurunun şart olduğuna delildir.

Ebu Talip Mekke’nin Kut’ül-Kulub’undan geçen ve Süfyan-i Sevri’den naklettiğine göre, Bisr İbn Haris: “Huşu ile kılmayan kimsenin namazı fasiddir.” Demiş v eHasan-ı Basri’den “Huzursuz kılınan namazın, sevaptan çok ukubete sebep olduğu” rivayet edilmiştir. Yine Muaz İbn Cebel: “Kılarken sağında ve solunda olanları bilmeye çalışan kimsenin namazı namaz değildir.” Diye rivayet etmiştir. Peygamber efendimiz:

“Çok kimseler var ki, kıldığı namazın altı da, hatta onda biri de kendisi için yazılmaz. Ancak bilerek huzur ile kıldığı kısım yazılır.” Buyurmuştur. Basralı Abdülvahid b. Zeyd şöyle demiştir: “Kul için, ancak bilerek huzur ile kıldığı namazın sevabının olduğu konusunda alimler birleşti.” Vera’ sahibi olan fakihlerden buna benzer sayılmayacak kadar çok rivayet vardır. Bu hususta doğru olan, şer’i delillere müracaat etmektir. Hâlbuki kalp huzurunun şart oluşundaki deliller ortadadır. Şu kadar var ki, zahiri teklifte fetva, halkın kusurları nispetinde takdir edilir. Fetva makamı için bütün namazda kalp huzuru şart koşmak mümkün değildir. Halkın çoğu tam bir kalp huzurundan acizdir. Buna ancak bazı kimselerin gücü yeter. Bu zaruret nedeniyle, namazın tamamında kalp huzurunu şart koşmak mümkün olmazsa tamamen terk de edilemez. Hiç olmazsa az bir kısmında kalp huzurunun bulunması zarureti vardır. Bununla beraber, gaflet ile kılan, hiç olmazsa zahiri fiile başvurmuş, bir an olsun kalbini hazır kılmıştır. Nasıl böyle olmasın, abdestsiz olduğunu unutup namaz kılan kimsenin abdestsiz olması hasebiyle ALLAH katında namazı batıl iken, kusuru ve özrü nispetinde de olsa amelinin mükâfatını alıyor. Bu ümit ile beraber bir lahza olsun kalbi hazırlayan ile tamamen terk eden elbette bir olamaz. Bununla birlikte fukahanın gafletiyle de olsa sıhhatine fetva verdikleri hükümlere kimse muhalefet edemez. Yukarı da işaret edildiği gibi bu, fetva zaruretindedir. Namazın inceliklerine vakıf olan kimse, gafletin ona zıt olacağını bilir.

Kısacası kalp huzuru, namazın ruhudur. Bunun en az derecesi de tekbir anındaki huzurdur. Artık bundan da azı olursa helak demektir. Ne kadar çoğalırsa namazın cüzleri arasına ruh da o kadar yayılır. Nice hareketsiz diriler var ki, onlar ölü hükmündedirler. Yalnız iftitah tekbirinde huzur olup, diğer bölümleri gaflet ile geçen namazda son nefeslerini yaşayan hasta gibidir. ALLAH’u Teala’dan güzel yardımlar isteriz.
 
Sen Beni Duyuyormusun!


Bir anda uykudan kalktim
çok ilginç bir ışık gördümama odanın ışığı kapalıydı
bir baktım saat 3:30 gece facirvakti
peki gördüğüm bu kadar ışık nerden
-----
birden şaşırıp kaldım baktım ki elimin yarısı duvarın içinde
hemen elimi çıkardım korku içinde oturup elime bakıyordum
tekrar elimi duvara dogru uzattım yine elim duvarın içine giriyordu!!!!!!!!

--
bir gülümseme sesi duydum
Yüzümü kardeşime dogru çevirdim, yatıyordu
korku içinde yatağımdan kalkıp kardeşimi uyandırmaya gittim
ama cevap vermedi
annemin odasına doğru gittim
babamı uyandırmaya çalıştım

birilerinin bana cevap vermesini istiyorum ama kimse cevap vermiyordu
annemi uyandırmak üzereyken, baktım ki annem uykudan uyandı
uykudan uyandı ama benimle konşmuyordu
---
bismillahirrahmanirrahim diyordu ve tekrarlıyordu
babamı uyandırdı, kalk kalk bir bakalım çocoklara dedi annem
şimdi zamanımı bırak uyuyayim yarın ola hayr ola dedi babam
ama annemin israrı üzerine babam kalkıverdi şaşkınlık içerisinde beraber odamıza doğru geldiler

---
başladım bağırmağa, anne, baba ama hiç birisi cevap vermiyordu!!!
annemin elbisesini çekiyor beni dinlemesini istiyordum ama annem beni hissetmiyordu!!!
başladım annemin arkasından yürümeye ta bizim odaya kadar

odamıza girdi ve ışıkları açıverdi
ama benim için fark etmiyordu çünkü benim için her taraf ışıktı

tam o sırada çok ilginç bir şeyle karşılaştım
---
kendi vücüdumu gördim!!!

evet kendi vücüdumu
oturup kendi kendimi seyredıyordum, iki taneydim
kendi kendime soruyordum kimdir bu acaba? Nasılda bana benziyor!!!
başladım kendi kendimi uyandırmaya, bu kabustan kurtulayım diye
ama uyanamadım
---
babam dedi ki bak yatıyorlar işte hadi yerimize gidelim
ama annem sakin olamadı ve benim uyuduğum yatağa doğru gelerek
beni uyandırmaya başladı kalk muhammed kalk bana cevap ver
ama cevap veremiyordu!!!
bir kaç defa uğraştı ama yok. Birden baktım ki babamın gözlerinden yaşlar dökülüyor
o babam ki şimdiye kadar onun göz yaşlarını görememiştim
bağırışmalar başladı oracık yerden .. kardeşim uyandı ve sordu ne oldu?
annem ona bağırarak, abin muhammed olmüş çok acıklı bir şekilde ağlıyordu

---
bağırmalar fazlalaştı
anneme giderek, anne ağlama ben burdayım bak bana!!
ama kimse bana cevap vermiyordu, neden?
oturup bağırmaya başladım, burdayım bakın işte

ama kimse cevap vermiyordu
başladım bağırmaya ya rabbi, ya rabbi ne olur beni bu rüyadan ve olduğum durumdan kurtar
 
Cennetle Müjdelenen On Sahabe

1 – Hz. Ebu Bekir2 – Hz. Ömer
3 – Hz. Osman
4 – Hz. Ali
5 – Hz. Sad Bin Ebi Vakkas
6 – Hz. Zeyd Bin Sabit
7 – Hz. Talha Bin Ubeydullah
8 – Hz. Zübeyr Bin Avvam
9 – Hz. Ebu Ubeyde Bin Cerrah
10-Hz. Abdurrahman B. Avf
 
Kitapsız bir toplum....

KİTABI VE PEYGAMBERİ OLMAYAN BİR TOPLUM: JAPONLAR

Bizde gündeme getirip tartışan yok ama, Batı dünyası, hele de Katrina kasırgasının ardından yaşadıklarını unutmayan Amerikalılar şaşkınlıkla izliyor Japonları.

Aslında en çok bizim üzerinde düşünüp tartışmamız lâzım.
O kadar büyük bir felâket yaşadılar, görüntülerde başı kesik tavuk gibi sağa sola saldırırcasına koşuşan yok.
Salya sümük ağlaşıp "Nerede devlet ? Yardım isteriz, şunu isteriz, bunu isteriz" diye cazgırlık eden yok.
Yardım dağıtım noktalarına saldıran yok.
Raflarında çok sınırlı miktarda mal kalmış olduğunu bilmelerine karşın dükkânlar önündeki kuyrukları bozup da cam çerçeve kırarcasına kapılara saldıran da yok , yağmalamanın görülmemesi ,
Katoliklere ait bir web sitesinde Japonlar Hristiyan olmamasına karşın nasıl bu kadar ahlâklı olabiliyor ? sorusu ortaya atılmış. O soruyu sormak Hristiyanlara mı düşer ? Sorsak biz sorarız.
Gerçekten, peygambersiz ve kitapsız Japon toplumu nasıl bu kadar üst düzey insanî nitelikler gösterebiliyor ?
Bir uzmanın açıklaması şöyle:
Japon ahlâkı, günah ve günah anlayışından kaynaklanan korkuya değil, çevreden utanma temeline dayanır.
Örf ve Ananeye dayalı asla vazgeçmedikleri aile terbiyesi .
Ahlâklı olmak için asgariden bir adet peygamber bir adet de din kitabı gerekmediğini uygulamalı olarak ispatladılar.


Alıntıdır...
 
En Hayırlı Nesil

Sahabi arkadaş/dost olmak anlamına gelen sohbet/suhbet kelimesinden müştak bir kelime. Bunun için muayyen bir ölçü yok, 'sahabi' az ya da çok başkası ile birlikte olan herkese şamil. Bu yüzden; 'falanca ile bir yıl, bir ay, bir gün ve hatta kısa bir an beraber oldum' derken sahibe/beraber oldu fiili kullanılır. Kelimenin sohbet çerçevesinde kazandığı geniş anlam, günün belli bir anında Allah Rasulü (s.a.v.) ile birlikte olan kişiyi de içine almaktadır.

Sahabi olmanın ve de o duruş üzere kalmanın “nasıllığı” ulema indinde farklı mütalalara neden olmuştur. Muhaddislere göre; Allah Rasülü’nü (s.a.v.) müslüman olarak bir defa gören kişi sahabidir. Fakat O’nu (s.a.v.) mümin olarak görenin iman üzere ölmesi şarttır.[1] Sahabi olma şerefine nail olan, ardından irtidat eden sonra tekrar müslüman olan fakat yeni halinde Allah Rasülü’nü (s.a.v.) göremeden ölenler tarifin dışında kalırlar. Bu yüzden Kurre b. Meysere, Eşâ€™as b. Kays gibi bir ara irtidata irtikap edenler Ebu Hanife ve Şafi’ye göre sahabi kabul edilmezler.[2] İrtidat ameliyesi kişinin bütün amellerini iptal ettiği gibi sahabi olma payesini de alır-götürür.[3]

Allah Rasülü’nü (s.a.v.) görmenin nasıllığı ile ilgili mülahazalar şu çerçevededir: Kişi bizatihi O’nu (s.a.v.) görmeyi kast ediyor, ya da başkası vesile oluyor, bizzat O’na (s.a.v.) bakıyor, ya da hedefinde başkasını görmek varken gayri ihtiyari olarak bakışları O’na (s.a.v.) alıyor.[4] Eğer bütün bu bakışların öncesinde iman varsa “gören” kişi sahabi kabul edilir.

Allah Rasulü’nü (s.a.v.) görmek, “O’na (s.a.v.) mülaki olmak” anlamında değerlendirilmelidir. Zira İbn Ümmi Mektum gibi Efendimiz’i (s.a.v.) dünya gözü ile göremeyenler de tereddütsüz sahabidir.[5] Sağını solunu birbirinden ayırabilen veya “sözü anlayıp karşılık verebilecek” derecede bir dirayete malik olan çocuklar da sahabidir.[6]

Ebu Zueyb El-Hüzeli gibi O’nu (s.a.v.) ölümle defn arasında görenler yaşarken görme bahtiyarlığına eremediklerinden sahabi kabul edilmezler.[7]

Ez cümle sahabi; Allah Rasulü’nü (s.a.v.) , risalet vazifesinin başlangıcından Ezeli ve Ebedi dostu olan Allah Teala’ya irtihal edişine kadar devam eden süreç içerisinde mümin olarak gören ve o hal üzere vefat eden kişidir.

Melekler Sahabe midir?

Allah Rasulü’nü (s.a.v.) mümin olarak gören ve o hal üzere ölen “herkes” zarfında insandan başka kimler var? Hz. Cebrail bazen asli suretinde bazen de Dihyet-i Kelbi hüviyetinde O’nunla (s.a.v.) görüşmüştür. Görüşme aşikar olduğuna göre melekler de sahabi midir?

Bütün zamanları ibadete ayarlı olan ve bu yüzden nafile ibadet yapmaya dahi zaman bulamayan meleklere peygamber gönderilip gönderilmediği, gönderildi ise Allah Rasulü’nün (s.a.v.) ashap kadrosuna dahil olup-olmadıkları ihtilaflıdır. Fahruddin Razi “Esraru’t-Tenzil” adlı eserinde risaletin melekleri bağlamadığı noktasında icmanın olduğunu nakletmektedir. Fakat icma olduğuna itiraz edenler de vardır. Takiyyuddin Sübki Allah Rasulü’nün (s.a.v.) meleklere de gönderildiğini söylemektedir.[8] Fakat tercih edilen, risaletin meleklere şamil olmadığı görüşüdür.

Cinlerin Durumu

Peygamberlere vahyedilen hakikatler cinleri de bağlar. Çünkü insanlar gibi mükelleftirler. İrade ve ihtiyarları vardır. İbadet için yaratılmışlardır: “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[9] Öldükten sonra diriltileceklerdir. İsyankar olanları cehennemde cezalandırılacaktır.[10]

Cinlerin varoluş gayeleri Allah Teâla’ya ibadet etmektir: Neye ve nasıl iman ve ibadet edeceklerini ise peygamberlerden öğrenmişlerdir: “Hani cinlerden bir grubu, Kur’an’ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Kur’an’ı dinlemeye hazır olduklarında (birbirlerine) ‘susun’ demişler, Kur’an tamam olunca da uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi. Ey kavmimiz! dediler, doğrusu biz Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, Hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine uyun.”[11] Bu ayetler bir çok açıdan cinlerin mükellef olduklarına işaret etmektedir:

* Allah Teâla cinleri Kur’an’ı dinleyip iman etmeleri, emirlerini uygulayıp yasaklarından sakınmaları için Allah Rasulü’nü (s.a.v.) dinlemeye yöneltmiştir.

* Cinler, Kur’an’ı dinlediklerini, anladıklarını ve O’nun doğruya ulaştıran kitap olduğunu kabul ettiklerini haber vermektedirler. Onların bu beyanı Musa’yı (a.s), O’na indirilen Kitabı, Kur’an’ın Tevrat’ı tasdik ettiğini ve dosdoğru yola ilettiğini bildiklerini göstermektedir.

* Allah Rasulü’nü (s.a.v.) görüp, Kur’an’ı dinleyen cinlerin milletlerine; “Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine uyun.” diye çağrıda bulunmaları, mükellef olduklarına, haber verdiklerini doğrulamak, emrettiklerine de itaat etmek suretiyle Allah Rasulü’nün (s.a.v.) davetine müsbet karşılık vermekle emrolunduklarına delalet etmektedir.[12]

Cinlerin tamamının mükellef olduğu, bir kısmının Allah Rasulü’nü (s.a.v.) dinleyip iman ettiği[13] dikkate alındığında içlerinde sahabi vardır. Çünkü Hz Rasulullah (s.a.v.) insanlara olduğu gibi cinlere de gönderilmiştir: “Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed’e Furkan’ı indiren Allah, yüceler yücesidir.”[14] Bütün müfessirler cinlerin de ayette geçen ‘âlem’ kapsamına girdiği noktasında icma etmişlerdir.[15]

“Kalk uyar.”[16] ayeti mutlak olduğundan akıl sahibi bütün canlıları kapsar. Cinler de bu bağlamda değerlendirilir. Çünkü onlar içerisinde de sefihler, cehenneme girecekler vardır.

İbn Hazm bu noktada şunları söylemektedir: “Allah Teala cinlerden bir grubun iman ettiğini, Hz. Rasulullah’tan (s.a.v.) Kur’an dinlediğini ve içlerinde faziletli sahabilerin yer aldığını bizlere bildirmektedir.”[17]

Ne var ki pozitivizmin gücüyle sarsılan bazı modernistler cin bahsinde bir takım garip te’villere giderek “cin” gerçeğini çarpıtmışlardır. Kainatta olan her şeyde sebep-sonuç prensibinin hakim olduğunu iddia eden Ahmed Han bu noktada pozitivizme öylesine teslim olmuştur ki; beş duyunun algı sahasına girmeyen her şeyi reddetmiştir. Melekleri insandaki sezgisel bilişin, sudaki akışkanlık ve taştaki katılık gibi yaratılmış nesnelerin hususiyetleri olarak te’vil eden Ahmed Han[18] Kur’an’ı Kerim’de geçen “cin” kelimesinin kapsamı hakkında da şunları söylemiştir: “Cin kelimesi beş yerde ‘can’la aynı anlama gelmekte ve bunlar şer, hastalık ve diğer olumsuzlukların yansımaları olarak anlatılmaktadır. Diğer yerlerde geçen “cin” kelimesinden ise çöllerde, tepelerde ve ormanlarda yaşayan yabani insanlar kastedilmektedir.[19]

Modernizmin Mısır ayağında yer alan Muhammed Abduh da cinlerle alakalı Ahmed Han’ınkine benzer mütalalar serdetmiştir. Mücize ve keramet gibi harikulade, melek ve cin gibi de gözlem alanına girmeyen varlıkları te’vil ya da reddeden modernistlerin etkin ve de yeni olanlarından Muhammed el-Behiy “Ahkaf” ve “Cin” sürelerinde geçen cinlerle alakalı şunları söyler: “Bunlardan, Medine’den Mekke’ye gelen ve kimse görmeden Allah Rasülü’ne (s.a.v.) iman eden insan topluluğu kastedilmektedir”[20]

Allah Teâla’nın te’vile imkan vermeyecek bir dille yarattığını ifade ettiği, mükellef olduklarını belirttiği, Hz Rasulullah’ı (s.a.v.) görüp ondan Kur’an dinlediklerini bildirdiği ve bu dinleme neticesinde içlerinde mü’minlerin olduğunu izhar ettiği cinlerin varlığı bedihi bir hakikattir. O halde insanlar arasında olduğu gibi cinler içerisinde de bir çok sahabi vardır.

Sahabinin Kim Olduğunu Tayin Etmede Ölçü

Sünnetin saf haliyle sonraki kuşaklara taşınması mühim meselelerin en üst sırasında yer almıştır. Hadislerin naklinde görev alan ravilerin kim olduğunu tesbitin ehemmiyeti konu ile alakalı hususi bir disiplinin doğmasına sebep olmuştur. Hadis rivayet eden kişinin adalet ve zapt yönü bütün yönleriyle incelemeye alınmıştır. Raviler zincirinin ilk halkasında yer alan sahabenin kim olduğu ve nasıl tesbit edileceği hadisle alakalı diğer meselelerden daha fazla önemsenmiştir. Bu noktada farklı mülahazalar öne çıkmıştır. Neticede bir kişinin sahabe olduğu şu esaslardan biriyle tesbit edilmiştir:

* Tevatür Yolu: Yalan üzerine birleşmeleri adeten mümkün olmayan bir cemaatin kendilerinden önceki bir başka cemaatten yaptığı nakille kişinin sahabi olduğunu rivayet etmesidir. Bu, usuller içerisinde en kamil olanıdır. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali başta olmak üzere cennetle müjdelenen on kişinin (Sa’d b. Ebî Vakkas, Said b. Zeyd, Talha b. Ubeydillah, Zübeyr b. el-Avvâm, Abdurrahman b. Avf ve Ebu Ubeyde b. Cerrah -radıyallahu anhum-) sahabi olduğu tevatür yoluyla sabittir.

* İstifâza Yolu: Kişinin sahabi olduğu tevatür derecesine ulaşmayan bir şöhretle bilinebilir. Dımam b. Sa’lebe ile Ukâşe b. Mıhsan’ın –radiyallahu anhuma- sahabi olduklarının tesbiti gibi.

* Şahadet Yolu: “Şahs-ı vahidin tezkiyesi makbuldür.” Kaidesinden hareketle herhangi bir sahabi veya tabiinin “falancanın Rasulullah (s.a.v.) ile musahabesi vardır” demesi ile de kişinin sahabi olduğu tesbit edilebilir. Mesela Hz Ömer’in devri hilafetinde Ebu Musa el-Eşâ€™ari komutasındaki askerler içerisinde yer alan Hümeme b. Ebi Hümeme ed-Devsi Isfehan’da ishal hastalığından vefat etmişti. Ebu Musa el-Eşâ€™ari Hümeme hakkında; “Vallahi Efendimiz’den (s.a.v.) Humeme’nin şehit olacağını işitmiştim.” dedi. Bu ifadeden Hümeme’nin –radiyallahu anh’ın- sahabi olduğu anlaşılmıştır.

* İkrar Yolu: Kişinin adaletinin sübutu ve Allah Rasulü (s.a.v.) ile aynı zamanda yaşama imkanının mevcudiyeti aşikar olur, sonrada sahabi olduğu tarafından itiraf edilirse ikrarı kabul edilir. Yani bu durumdaki bir kişinin sahabi olduğuna hükmedilir. İkrarın kabül edilebilmesi için kişinin en geç hicri 110 tarihinde vefat etmesi gerekir. Çünkü sahabe asrı hicri 110’da son bulmaktadır. Bu tarihin tesbiti, vefatından bir ay kadar önce Allah Rasulü’nün (s.a.v.); â€œİşte bu geceyi görüyorsunuz ya, bundan sonra geçecek yüz senenin başında bugün yeryüzünde olanlardan hiç kimse kalmayacaktır.”[21] hadisinden hareketle belirlenmiştir.[22]

Kimlerin sahabi olduklarının tesbiti noktasında kudretli allameler tarafından bir çok çalışma yapılmıştır. Bunlar içerisinde en mühim olanı, ashabın isimlerini, terceme-i hallerini ve rivayette tek kaldıkları hadisleri gösterebilmek için müstakil olarak telif edilen “Tabakat” literatürüdür. Bu sahada ilk defa müstakil eser veren kişi ise Muhammed b. İsmail Buhari (ö. 256) dir. Zamanla bu alanda geniş hacimli eserler vucüt bulmuştur. Halef selefin eserlerini ikmal etmiştir. Muahhar muhaddislerden İbn Abdi’l-Berr’in (ö. 463) el-İstiab’ında 3500, İbn Esir’in (ö. 630) “Üsdü’l-Ğabe”sinde 7554, İbn Hacer Askalani’nin (ö. 852) “el-İsabe”sinde ise 12279 sahabi mevcuttur. Ne ki bu rakamlar ashabın yekünuna nisbetle oldukça azdır. Çünkü ashabın yekünü ile alakalı 40 ila 120 bin arasında farklı rakamlar rivayet edilmektedir. Fakat Tabakat müelliflerinin gayretli çalışmalarıyla Allah Rasulü’nden (s.a.v.) tek bir tane de olsa hadis rivayet eden hiçbir sahabinin terceme-i hali ihmal edilmemiştir.

Hadis allameleri bin bir meşakkate göğüs gerip kimin sahabi olduğunu tesbit ettiler ve eserlerinde gösterdiler. Öncelikli gayeleri ise, Retene-i Hindi (ö. 632) gibi yalanda şöhret bulanların hezeyanlarını, sahabi kisvesi altında Allah Rasulü’ne (s.a.v.) isnat etmelerine mani olmaktı.

ASHABIN ÂDALETİ

Hz Osman’ın şehadetiyle başlayıp Cemel, Sıffın muharebeleriyle devam eden olaylar ashabın üç farklı duruş almasına neden oldu: Hz Ali’yle birlikte olanlar, Hz Osman’ın yanında yer alanlar ve uzlete çekilip hadiselere karışmayan büyük çoğunluk. Bir tarafta yer alsın ya da almasın ashabın tamamı Ehl-i Sünnet alimlerinin icmaı ile âdil kabul edilmiştir. Hz Osman ya da Hz. Ali safında olan sahabenin tarafgirliğin verdiği hamasi duygularla birbirlerini cerh edici ifadeler kullanmaları ise, muharebe sürecinde sarf edilen fuzuli sözler bağlamında değerlendirilmelidir.

Taraf Olan Sahabilerin Âdaleti

Sıffın’da yer alan her iki tarafta bir gayeye mebni olarak saf tutmuştu. Hz Ali hadisenin çözümlenmesinin zaman alacağını biraz beklenilmesi gerektiğini söylerken, Hz. Muaviye cenahı suçluların hemen cezalandırılmasını talep ediyordu. Her iki tarafta zahirde birtakım delillere dayanmaktaydı. Farklı mülahazalar hadisenin çözümünde iki müçtehidin birbirine zıt hükümlere ulaşmalarına neden oldu. Fakat, her ikisi de içtihat etmişti. İçtihadında isabet edemeyene de bir sevap verildiğine göre Hz Muaviye ya da onun tarafında yer alan ashabı tenkit etmek, onların rivayet ettiği hadislere itibar etmemek, daha da ileri giderek “Bu hadiseler taraf olan ashabın adalet sıfatını ortadan kaldırmıştır.” demek, insaftan yoksun bir yaklaşım olur.

İctihadı gereği karşısında yer alanları “baği” olarak gören ve bu yüzden onlara karşı güç kullanmak zorunda kalan sahabi ile ictihad zarfı içerisinde Kur’an ve Sünnet’i hevasına göre tevil eden anlayışı bir görmek ve netice itibariyle her ikisine de aynı hükmü vermek uçmadaki müşterekliğinden dolayı kartalla sineği aynileştirmek gibi olur.

Hz. Muaviye ya da Hz. Ali’den hangisinin tarafında yer alırsa alsın Ehl-i Sünnet alimlerinin Kur’an ve Sünnet’in tevsiki ile adil kabul ettikleri ashabı Efendimiz’den (s.a.v.) rivayet ettikleri hadisler üzerinde tahrif, tağyir veya benzeri bir tasarrufta bulunmakla itham etmek en basitinden Kur’an’ı anlamamaktır. Ayrıca Allah ve Rasulü’nün (s.a.v.) kesin bir dille adil olduklarına işaret ettiği ashabın adaletini sorgulamak ne kadar yanlışsa onların bu nevi makalelerle adalet vasfını kazanacaklarını düşünmek de o kadar hata olur. Bu babtaki bütün çalışmalar mevcut doğruyu daha yüksek bir tizden duyurmaktan ibarettir. Bir anlamda büyük bir şöhret içerisinde meçhulu yaşayan hakikatin perdesini kaldırmaktır.

Kur’an “Sahabe Adildir” Diyor

Sahabe kadrosuna dahil herkes mutlak manada adildir. Yalan ya da yanlış onların hayatında ne bin ne de bir şubesiyle vardır. Hayatları Allah Teala’nın rızasına ayarlı ve de o rıza ile çepeçevre kuşatılmıştır. Böyle bir bünyeye harici unsurların girmesi ne mümkün. Hudeybiye’de “Semre” ağacının altında akdedilen “Rıdvan Biatı” Rıza-i İlahi’nin tahakkuk ettiğini bizzat bildirmektedir: “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, mü’minlerden razı olmuştur.”[23] O’nun razı olduklarına yalan isnat edilir mi ya da yalanla hemhal olan birisinden Cenab-ı Hakk’ın razı olması düşünülebilir mi? Kureyşâ€™e karşı ölünceye kadar savaşacaklarına yemin eden nurdan kadronun ilahi beraatıdır bu ayet.

Allah Rasülu (s.a.v.) buyuruyor ki; “Bedir ve Hudeybiye’ye tanıklık edenlerden hiç birisi Cehenneme girmeyecektir.”[24] Şia’nın ta’n ettiği Hz. Ebu Bekir’den Hz. Ömer’e, Hz. Zübeyir’den Hz. Talha’ya tam bin dört yüz sahabi var Hudeybiye’de…

â€œİşte böylece sizin insanlar üzerinde şahitler olmanız, Rasül’ün (s.a.v.) de sizin üzerinizde bir şahit olması için sizi orta (dengeli) bir ümmet kıldı.”[25] Allah Rasülü’nün (s.a.v.) ashabı söz, amel ve iradede milletlerin en hayırlısı ve adilidir. Bu yüzden kıyamet günü peygamberler lehine onların ümmetlerine karşı şahit olmayı hak etmişlerdir.[26] Eğer adil olmasalar, adaleti kuşanmasalardı Cenab-ı Hakk onları diğer ümmetlere karşı şahitler yapmazdı.

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız.”[27] Müminlere ait bu hitaba sahabe herkesten daha çok layıktır. Çünkü iyilikleri emredip kötülüklerden men’ettikleri bedihi bir hakikattir.

“(İslam’a girme hususunda) öne geçen ilk Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikte tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.”[28] Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu ve bu rızanın gereği olarak cenneti hazırladığı Ashab-ı Kiram’ın adaletini sorgulamak, Kur’an’ın beyanına itibar etmemek anlamına gelir. Hangi mümin böyle bir ameliyeye cüret edebilir?! Ya da İslami hassasiyet böyle bir ameliyenin neresinde duracaktır.

“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler; (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.”[29] Cenab-ı Hakk hicret ve dinine yardım ederek imanlarını ispat eden ashabı cennetle müjdeleyerek imanlarını onayladığını belirtmiştir.[30]

“Allah uğrunda O’na yaraşacak şekilde cihad edin. Sizi O seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim’in dininde (olduğu gibi). Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek bundan önceki kitaplarda gerekse bu (Kur’an’da) size müslümanlar adını verdi.”[31]? Allah Teâla ashabı, uğrunda cihad etmek için seçti. Rasullerden sonra insanlık tarihinin en faziletlileri oldular. Allah’ı tek mabud olarak tanıdılar. Dilleri, kalpleri, aşkları, iradeleri hasılı topyekün mevcudiyetleriyle O’na yaklaştılar. Allah Onları kul, dost ve sevgili edindiği gibi onlar da Allah’ı bütün mevcudata tercih ettiler. Aşırı sevgi ve merhametinden dolayı Allah onlara dinde hiçbir zorluk çıkarmadı.[32]

Hakkı yüceltmeleri için seçilen ashabın adaletini tartışmaya açmak -haşa- Cenab-ı Hakk’ın seçimde isabet edemediğini gösterir ki, böyle bir yaklaşımın temelinde Kur’ani bakışa itiraz vardır.

(Rasülüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”[33] Onlar bütün mevcudiyetleriyle Allah Rasülü’ne (s.a.v.) uydular, Onunla hicret ettiler, yan yana durup düşmana karşı savaştılar, Semre ağacının altında O’na (s.a.v.) biat ettiler. Ne, nasıl yapılması gerekiyorsa öyle yaptılar. Hz Rasulullah’a ittiba etmelerinin karşılığında Allah Teâla’nın sevgisiyle mükafatlandırıldılar. Madem mümin Allah’ın sevdiğini sevmek, buğzettiğine de nefret etmekle memurdur peki niçin ashaba ta’n edilir. Allah Rasulü (s.a.v.) buyuruyor ki; “İmanın alemeti Ensar’ı sevmek; nifakın ki ise O’na buğz etmektir.”[34] Bu hadis ashabın ileri gelenleri dahil tamamı hakkında geçerlidir.[35] Buna göre ashabı istisnasız sevmek mahza imandan, buğzetmek ise mahza nifaktan kaynaklanmaktadır.

Ez cümle Kur’an diyor ki ashab adildir. Sonraki kuşakların onları ta’dil etme ameliyelerine muhtaç değillerdir. Bu noktada yapılan bütün çalışmalar bir manada sahih mirasın tekrarından ibarettir. Bununla birlikte söz konusu ayetler nazil olmamış olsaydı yine de onların Allah yolunda yaptıkları cihat, İslam’ın değerlerini yüceltebilmek için can ve mallarını seferber etme hasletleri, anadan yardan geçecek derecede teslimiyetleri, adaletlerine delalet etmeye yeterdi.
 
Hazm meselesi

Hadi biraz düşünelim, şu hayatın yakıcılığından ve monotonluğundan uzaklaşalım…



Ne o ? düşünecek haliniz kalmadı mı ? Canınız mı sıkıldı ? Ne için ?


Son seanstaki düşük endeks mi canınızı sıkan, yoksa kuru toprağa düşen bir şehidin, rüzgarda savrulan kapkara saçları mı ?


Gülüşünüzün yarım kalmasına sebep verdiği için seyrettiğiniz yukarıdaki video mu ?


Oysa; Onlar da yıllardır gülmüyorlar…


Onlar da, yıllardır siz kardeşlerinden gelecek olan desteği bekliyorlar.


Bir ilaç tanesi üzerine sinmiş hali ile beraber gelecek olan sıcacık sevgiyi susuz dudakları ile bekliyorlar…


Gülmeyi değil ama, en azından gözyaşlarının dinmesini, dindirilmesi uğrunda atılacak bir tek taş parçasının sizin eliniz ile atılmasını bekliyorlar…


Zalimin paletleri altında ezilirken, bir tankın ağırlığı ile insan nefsinin kendine yaşattığı ağırlığın paradoksunu çözmeye çalışıyorlar. Son nefesini şehadeti ile teslim ederken, hangisinin ağır olduğunu bilemediğinden olsa gerek, gözleri açık gidiyor…


On aylık bir bebek, babasına; henüz baba dahi diyemeden, şehadeti mırıldanmayı öğreniyor önce bebek dilinde…


Yaşlı nineler ve dedeler gözyaşlarını avuçlarına doldurup amin derken, yüzlerine gözyaşı dolu avuçlarını sürerken, iman edenlerin kardeşliğine olan inancını, gelecek olan yardımın çok yakın olduğuna olan inancını tazelemeye çalışıyor…


İsimleri bazen Cahar, bazen Ahmet Yasin, bazen Rantisi olarak geçiyor gazete sayfalarında. Çokca da şehadet konulu haberlerin 1 gün sonra unutulacak isimsiz kahramanları olarak, örneğin Mustafa olarak…


Yaşadıkları bölge bazen Çeçenya, bazen de Filistin olarak çarpıyor unutkan gözlerimize…


Gelinliklerini ve damatlıklarını kefen yapıyorlar bedenlerini örtmek için, şehadetlerini de ruhlarına örtü için ilmek ilmek işliyorlar iman gergefinde…


Gençler kalem yerine namluyu kavramayı öğreniyor, cılız ellerinin, uzun parmaklarının soğuk çelik karşısında yaşattığı hüznü kavrarken…


Dünyanın dikkatini yaşadıkları zülme çekmek gibi bir dertleri yok, Müslüman kardeşinin göndereceği duanın kabul makamında onay almasını bekliyorlar pür dikkat !...


Ne o ? yoksa dua etmeye de gücünüz kalmadı mı ? Yediğiniz yemek, şöyle tatlı bir tehavet, yarı uykulu bir ağırlık mı verdi eşsiz ve mükemmel bedeninize ?


Bolu’dan Çeçenistan’a giden Mustafa da yediklerinden dolayı tatlı bir rehavete girmiş. Canına yandığımın herifi ! nasıl hazm ettin 17 kaleş mermisini.


Soda tavsiye ediyorum sevgili Müslüman kardeşlerim sizlere ! Aynı zaman da kendime. Hazm için ! Halen yutkunabiliyorsanız, halen yutkunabiliyorsam…



Selam olsun sana Mustafa’m. Şehadetin mübarek olsun dostum. İlk defa, seni düşünürken üzülmedim sana.


“İnned dini andallahil İSLAM !”
 
Vahiy İki Kısımdır

1. Zahir vahiy:

Bu da üçe ayrılır.
a) Melek lisanıyla gelen, kulakla algılanan ve Allah’tan geldiği kesin bilinen vahiy. Bu kısım Kur'an vahyidir.

b) Kelamsız, melek tarafından yapılan işaretle Hz.Peygamber'e (sav) açıklanan vahiydir.

c) İlhamdır. Bu da, Resulullah (sav)’ın kalbinin en ufak bir kuşkuya mahal kalmayacak şekilde ilahi te’yide mazhar olmasıdır. Onun kalbine bir nur doğar, meselenin hükmü açıkça belli olur.

2. Batınî vahiy:

Buna “ma yüşbihu’l-vahy” diyen Serahsi, Resulullah’ın (sav), re’y ve içtihadı sonucu ulaştığı hükümler olduğunu söyler. O’nun hata üzere bırakılmaması, devamlı vahyin kontrolünde olması gibi hususlar, bu kısımdan olan hükümleri de vahiy mesabesinde kılmaktadır. Ümmetten diğerlerinin içtihadı ise, yanılma ihtimallerinin olması ve bu yanılmalarının vahiyle düzeltilme imkanı bulunmaması sebebiyle Hz. Peygamber (sav)'ın içtihadı mesabesinde değildir.

Serahsi’nin bu açıklaması neticede Hz. Peygamber (sav)’ın bütün davranışlarının vahye dayandığı O’nun tashihinden geçtiği anlamına gelmektedir. Zira, Hz. Peygamber (sav)’ın davranışı veya sözü ya doğrudur, ya da yanlıştır. O'nun (sav) hayatı boyunca düzeltilmişse tamam, zaten tashih olur. Aynen kalmışsa onun doğru olduğu ortaya çıkar. Zira yanlışın Allah tarafından devam ettirilmesi mümkün değildir.

Şatıbi ise şöyle der:

Hadis ya saf Allah’tan gelen bir vahiydir, ya da Hz. Peygamber (sav) tarafından yapılmış bir içtihattır. Ancak bu durumda onun içtihadı Kitap ya da sünnetten sahih bir vahye dayandırılmış ve onun kontrolünden geçmiştir. Hz. Peygamber (sav)’in içtihadında hata yapabileceği görüşü benimsense bile, o asla hatası üzerinde bırakılmaz, derhal tashih edilir. Sonunda mutlaka doğruya döner. Dolayısıyla ondan sadır olan hiçbir şeyde hata ihtimali yoktur.

Bu ifadelerden hareketle denilebilinir ki, sünnetin tamamı vahiydir, diyenler ifrat etmiş olmuyorlar. Zira, neticede sünnetin tamamı vahyin kontrolünden geçiyor, ya ibka ediliyor ya da tashih ediliyordu. Yani vahyin kontrolüne girmemiş bir uygulamanın varlığını kabul edemeyeceğimize göre netice olarak hepsinin vahye dayandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak sünnetin tamamının vahye dayandığını söylerken bununla Rasulullah (sav)’ın devrinde tesbiti yapılan ve bize kadar sahih olarak gelen sünnetler olduğu bilinmelidir.

4. Vahyi takriridir

Sünnet’i tarif ederken bir kısmının da takriri sünnet dediğimiz, Hz. Peygamber (sav) huzurunda yapılıp da gördüğü veya duyduğu halde susması veya tasvip buyurmasıdır. Yani Ashabı Kiram gerek önceki Cahiliye döneminden kalma bazı uygulamaları, gerekse kendi anlayış ifadeleri olarak yaptıkları konuşma, davranış gibi hususlardan birini Hz. Peygamber (sav), gördüğünde veya duyduğunda onları bazen düzeltiyor, bazen değiştiriyor, bazen da seslenmiyordu. Ashabı Kiram O’nun bu susmasını tasvip olarak değerlendiriyordu. Zira ümmetin yaptığı bir hatayı aynen bırakması, Hz. Peygamber (sav) adına uygun olmazdı. Bu sebeple O’nun susmaları bile o fiil veya sözün yanlış olmadığı anlamına geliyordu.

Ashab (r.a), Hz. Peygamber (sav)’ın kontrolünde olduğu gibi, Resulullah (sav) da İsmet sıfatının bir gereği olarak, devamlı vahyin kontrolü altındaydı. Dolayısıyla O’nun hatasının düzeltilmeden bırakılmayacağı ve bu uyarının da geciktirilmeden hemen yapılacağı bilinmelidir. Bu özelliğiyle Hz. Peygamber (sav) bütün insanlardan ve içtihada ehil olanlardan ayrılmaktadır.

Daha peygamber olarak görevlendirilmeden önce bile bazı davranışlarından dolayı ikaz edildiği bilinmektedir.

Bir defasında, Kureyş çocukları ile oyun oynarken izarını çıkarıp taş taşımak istemiş, ancak bu durumdan şiddetle menedilmiştir. Yine zemzem kuyusunun tamiri için amcası Ebu Talib’e yardım maksadıyla izarını çıkarıp üzerine taşı koymak istemiş, fakat baygınlık geçirmiştir. Kendine geldiğinde ise, üzerinde beyaz elbise olan birinin örtünmesini istediğini söylemiştir.

Vücudunun görülmesi uygun olmayan hususlar için muhafaza edildiği gibi, o günün toplumunda görülen bazı nahoş uygulamalardan da korunmuştur. Kendi ifadesiyle, düğün gibi yerlerde yapılan oyun ve eğlencelere bakmak istemiş, ancak onları duyamamış ve uyuya kalmış, ondan sonra da peygamberlikle vazifeleninceye kadar kötülüğe bulaşmamıştır.

Henüz peygamber değilken ve ümmetine ve insanlığa örnekliği kesin olarak belirtilmemişken, böyle koruma altında olan bir zatın, bütün yönleriyle ümmetine ve insanlığa nümune olduğu bir dönemde muhafaza edilmemesi, hatalı ve eksik bir durum varsa düzeltilmemesi düşünülemez.

Nitekim Kur'an-ı Kerim’de bunun misallerini görmekteyiz. Hz. Peygamber (sav) vahyi muhafaza için endişe etmiş, ancak Allah Teala, buna mahal olmadığını bildirerek endişesini gidermiştir.

İnsanların hidayete gelmeleri, Allah’ın emrine uymaları hususunda O’nun vazifesinin yalnız tebliğ olduğu, vahyin ancak Allah’ın dilemesiyle olacağı, sonucu Allah’ın dilemesine bağlı olduğu gibi hususlarda uyarılmış; mağfiret dilediği amcası Ebu Talib hakkında, ikaz edilerek dua etmekten men edilmiştir.

Diğer taraftan, Uhud Savaşı'ndan sonra düşmanlarına lanette bulunmaktan ve Hz. Hamza (r.a)’a yapılan muamelelerden sonra müsle yapmak arzusundan da vazgeçirilmiştir.

Ayrıca, Bedir Savaşı'nda elde edilen esirlerle ilgili fidye karşılığı salıverilme fikrinden dolayı uyarılmış, münafıklarla ilgili onları kazanma arzusuyla yaptığı uygulamadan men edilmiş, esirlerin arzusu için Allah’ın helal kıldığı şeyi kendine haram kılması sebebiyle de ikaz edilmiştir.

Bu ve benzeri ayetler Hz. Peygamber (sav)’ın yaptığı bazı tasarruflarının rızayı İlahi’ye muvafık olmadığı durumlarda tashih edildiğinin açk göstergeleridir. Allah Teala, O’nu, önce muhayyer bırakıyor ve içtihat etmesini, ashabıyla istişare eylemesini istiyor. Sonuçta Allah’ın rızasına uygun ise öylece kalıyor, değilse tashih ediliyordu. Nitekim, önce müşrik çocuklarının babaları hükmünde olduğunu beyan edip, sonra cennetlik olduklarını söylemesi, ilk önceleri kelerin, meshe uğramış Yahudiler olduğunu söylemesi sonra bu görüşünden vahyin uyarısıyla vazgeçmesi, kabir azabı hakkındaki görüşün Yahudi fitnesi olduğunu söyledikten sonra, vahyin uyarısıyla kabir azabının varlığını beyan edip, dualarında ondan Allah’a sığınması gibi hususlar, Kur'an vahyi dışında da kendisinin uyarılıp tashih edildiğini göstermektedir.

İşte Resulullah (sav)’ın huzurunda yapılan veya haberdar olduğu bir fiil, hareket veya sözü yanlış olarak devam ettirmesi mümkün olmadığı ve bu tür takriri sünnetin ümmet için örnek olması kesin olduğu gibi, Allah’ın huzurunda Resulullah (sav)’ın yaptığı davranış ve fiillerin de yanlış olarak devam etmesi söz konusu değildir ve bütün hayatı boyunca ondan sudur eden her şey daha da evleviyetle bizim için örnektir.

Şu halde, Alim, Habir, Semi, Basir, Hakim olan Allah (c.c), Peygamber Efendimiz (asv)’den sadır olan her türlü söz, fiil ve davranışı ya tashih etmiştir, ya da aynen devam ettirmiştir. Bu dokunmayıp devam ettiği şeylere ister Hanefi ulamasının dediği gibi batınî vahiy diyelim, isterse takriri vahiy diyelim, neticede Hz. Peygamber (sav)’in sünnetinin vahye dayandığını ifade edebiliriz.

Bundan hareketle, Hz. Peygamber (sav)’in içinde bulunduğu toplumun bazı örf ve adetlerini aynen devam ettirmesi, Allah’ın kontrolünden geçtiği ve bir nevi vahyi takriri olması sebebiyle, onlara sadece birer adet ve gelenek olarak bakmanın doğru olmayacağını düşünüyoruz. Zaten o uygulamaların temelden Hz. İbrahim (a.s) veya başka peygamberlere dayandığını önceden ifade etmiştik.

Şu halde Hz. Peygamber (asv)’in sergilediği davranış ve hareketler, aynıyla Cahiliye de bulunsa bile, yanlış olsaydı, mutlaka vahiy tarafından tashih edilecekti. Tashih edilmeyenler ise tasvip edilmiş demektir denilebilir.
 
Ashabıma Sövenleri Görünce...“Ashabıma sövenleri, görürseniz, Allahın Laneti kötünüz

“Ashabıma sövenleri, görürseniz, Allahın Laneti kötünüz üzerine olsun” deyiniz.
(Tirmizi İbn-i Ömerden) (Râmûzul-Ehâdîs, s. 47. no: 622, Ayrıca bk. Hayâtus-Sahâbe II, 560-561).

Bu hadis-i şerifte de sonradan sahabelere seb ve tahkirde bulunacak, onların ayıplarını araştıracak, onları tenkidvâri bir bakışla değerlendirecek, kusurlarını değil de güzelliklerini görmezlikten gelecek, onları dillerine dolayıp haklarında incitici, rahatsız edici, onları küçük düşüren sözler söyleyecek topluluğun veya toplulukların geleceği söylenir
(Sunenu İbn-i Mâce I, 97 (263. hadis)).
Kavim kelimesi de manası açısından burada önemlidir. Bu hadis-i şerif aynı zamanda gelecekten haber vermektedir. Sahabelere bu tür bir yaklaşım sergileyen onların mümin gönüllerindeki yerini sarsan veya sarsmaya çalışan mezhepler, cemaatler, fikir grupları, her zaman olagelmiştir. Kelâm kitaplarında bunların geniş dökümleri yapılır.

Zaten Rasulüllah (SAV) bir başka hadis-i şerifinde:
“Bu ümmetin sonu, evveline lanet ettiği zaman...” (Bk. Tefsîrul-Kurânil-Azîm II, 305.) onlar arasında cehaletin yaygınlaştığına parmak basılmaktadır. Bu Kurân ve hadisin kitap ve sünnetin ilkelerinin onlardan uzak olduğuna işaret etmektedir.

Yukarıdaki hadis-i şerifte ashaba lanet edenlerin, şerli kimseler olacakları, kötülükleri açıklanmaktadır. Bunlar; umumen adil, asırların en hayırlıları, iyi çığır açan, islamın tesisinde ilk hizmette bulunan kimseleri, onların iyilikleri yanında pek hafif kalan bazı kusurlarını dillerine doladıkları için, onların kötülükleri açığa çıkmaktadır. Sahabeyi diline dolamak, incitmek Allah Velilerine (Tefsîrul-Kurânil-Azîm II, 305.) çamur atmak demektir. Hele onlara lanette bulunmak (Lanet bir kimsenin Allahın rahmetinden uzak olmasını istemektir. Değil sahabelere, hiçbir müslümana yapılmamalıdır. Çünkü müslüman mümin olmakla Allahın rahmetine yakındır. Lanet küfür ve nifak üzere ölmüş kafirlere yapılır.) tamamen haddi aşmaktır. Kelam kitaplarında da, ashaba buğzedenlere buğzetmemiz gerektiği tavsiye edilir (Şerhul-Akîdetit-Tahâviye II, 689 vd. Buğz hubbun (dolu dolu) s
 
İnsanı Aldanmaya Götüren Bir Sebep

Hz. Âdem (as)'dan beri insanlar birbirilerine zıd iki ayrı yolda yürüye gelmişlerdir. Bunlardan birisi hak ve hidayet yolu, diğeri ise küfür ve dalâlet yoludur. Bütün güzellikler, hayırlar, saadetler birinci yolun; bütün çirkinlikler ve şerler ise ikinci yolun meyveleridir.

İnsandaki kalp, akıl ve vicdan onu birinci yola sevkederken, nefis, his ve hevâ da ikinci yola iterler. Bunun sonucu olarak insanın iç dünyası çalkantılara ve çarpışmalara sahne olur.

Bu iç harpler bir taraftan iman, salih amel ve istikameti, diğer taraftan küfür, isyan ve anarşiyi doğururlar.



Peygamberlerin Tebliğ Ve Talim Buyurduğu Gerçekleri Dikkate Almamak Ciddi Hata Sebebidir.

Önemli bir aldanma sebebi de insanın İlâhî ve Rabbanî hakikatları anlamakta kendi fikir ve muhakemesini yeterli görüp, nübüvvet kapısını çalmamasıdır. Halbuki, Allahü Azîmüşşân'a ve O'nun sıfat ve isimlerine nasıl iman edileceği, O Zât-ı Akdes'in bu kâinatı niçin yarattığı, insanları bu âleme hangi gayeler için gönderdiği, onlara ne gibi vazifeler verdiği, bu âlemden sonra nasıl bir âleme gidileceği gibi hakikatlar, bu sınırlı akıl ile kavranamaz. Bunlar ancak vahyin aydınlığı altında görünebilir.

Allahü Teâlâ bu hakikatları bildirmek için peygamberler göndermiş ve kitaplar indirmiştir. Gezegenleri güneşin, elektronları çekirdeğin, arıları bir beyin, karıncaları bir emir'in etrafında toplayan Allah, insanların da nübüvvet merkezi etrafında toplanmalarını irâde etmiştir. Tâ ki, onların kalbleri, ruhları ve vicdanları, Peygamberlerin (sav) eliyle terbiye edilsin ve kemâle ersinler.

Bilindiği gibi, insanların simaları gibi, fikir ve muhakemeleri, arzu ve hissiyatları da birbirinden farklı olduğundan aynı İlâhî ve Rabbani hakikate farklı şekillerde nazar edebilirler. Birisinin doğru gördüğüne diğeri yanlış diyebilir; birinin hak bildiğini diğeri bâtıl görebilir. Sonunda, insanlar sayısınca farklı görüş ve düşünceler, değişik değerlendirme ve hükümler ortaya çıkar.

Ulvî bir hayata aday, ebedî bir saadete aşık olan insan için bu noksan ve sınırlı akıl kâfi bir rehber olamaz. İnsan onunla belli bir noktaya kadar gidebilir. Hakikati bulması, dünyevî ve uhrevî saadete erişmesi ancak peygamberlere tâbi olması ile mümkündür. Bu hakikata binaen Cenâb-ı Hak insanlara peygamberler göndermiştir. Tâ ki, hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, hakikat ile hurafeyi ayırabilsinler.

Peygamberler (aleyhimüsselam), insanlara, Cenâb-ı Hakk’n varlığını ve birliğini bildirmişler, kendilerine tâbi olanları marifet tabakalarında yükseltmiş ve onları küfürden, şirkten ve bâtıl inançlardan kurtarmışlardır. O nuranî zâtlar, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına en mükemmel âyna olmuşlar, O’nu hakkıyla sevip, ümmetlerine de sevdirmişlerdir. Kendilerine inananları ebedî saadete teşvik etmiş, İlâhî azaptan sakındırmışlardır.

Kâinatta tecelli eden İlâhî isimleri onlara okutturmuşlar ve âlemin nasıl seyir ve tefekkür edileceğini öğretmişlerdir. Kâinatın yaratılış sırrını bildirmişler, varlıkların nereden gelip, nereye gittiğini ve vazifelerinin ne olduğunu en güzel şekilde öğretmişlerdir. Kısacası, Allah'ın rızasını nasıl kazanacaklarını, İlâhî azaptan nasıl kurtulacaklarını bildirmişlerdir.

Allahü Teâlâ, Peygamberleri (aleyhimüsselam) en ulvî bir fıtratta yaratmış, onların akıl ve kalblerini bütün meleke ve hissiyatlarını en güzel bir şekilde bizzat terbiye etmiş ve o mümtaz zâtları insanlık âlemine birer yol gösterici ve muallim olarak göndermiştir. Bilhassa, Peygamberler Sultanı olan Peygamber Efendimizi (S.A.V.) en güzel ve mükemmel bir surette terbiye etmiş, ona bütün hakikatlerin güneşi olan Kur'ânı göndermiş, onun bütün hakikatlarına, en ince sırlarına vâkıf kılmış ve insanları en yüksek mertebeye çıkartacak bütün meziyetleri o Habib-i Edîb (asv)'inde toplamıştır. O'nu güzel ahlâkın bütün şubelerinde en ileri dereceye yükseltmiş, iman ve ubudiyette, kemâlat ve fazilette O'nu insanlık alemine en mükemmel bir rehber olarak göndermiştir.

Her biri birer hidayet yıldızı olan sahabeler; İmam-ı A'zam, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Malik ve İbn-i Hanbel gibi büyük müctehidler; Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, Rufaî ve Şazelî gibi kâmil mürşidler, Kur'ân-ı Azîmüşşân'm en ince sırlarına vâkıf olan Fahreddin-i Râzi, Taftazanî ve Seyyid-i Cürcânî gibi allâmeler; Muhyiddin-i Arabî, Mevlânâ, Şems-i Tebrizî gibi mutasavvıflar hep o hidayet güneşinin marifet ve imanından feyz almışlardır.

Asrımızda küfür ve inkârın toplumun manevî bünyesini tahrip etmesi, birçok şüphelerin, hurafe ve safsataların insan zihninde mecra bulması, bu hidayet güneşinin ders ve terbiyesinden, irşad ve feyzinden yeterli ölçüde istifade edilmemesinden dolayıdır.

Hatta fen ve teknolojinin bu gün ulaştığı ileri seviyesine rağmen, fert ve toplum hayatında huzuru temin edememesi, toplum hayatından sevgi, şefkat, merhamet ve adalet gibi ulvî esasların çekilip, yerini zulme, tecavüze ve anarşiye terk etmesi ve hiçbir felsefî doktrinin cemiyetin bu yaralarını teşhis ve tedavi edecek güce sahip olamaması, hatta bazı doktrinlerin bizzat zulüm ve tecavüze sebeb olması, hep nübüvvet mektebinin kapısını çalmamaktan kaynaklanmaktadır.
 
Güzel Bir Ahlak Yaşamanın Sırrı: Kuran .

Kuran ahlakı insanın fıtratına uygun olan tek yaşam şeklidir. İnsanı yoktan var eden Allah, onun nelere ihtiyaç duyacağını, hangi ibadetleri uygulamaya güç yetirebileceğini, nasıl sağlıklı, huzurlu ve mutlu olacağını en iyi bilendir.
Din ahlakını yaşamak, insanların üzerindeki tüm külfeti, kısıtlayıcı ve insanlara zorluk getiren ağırlıkları kaldırır. İnsanın sadece sonsuz merhametli, şefkatli, bağışlayıcı, herşeyi hayırla yaratan, tüm gücün sahibi olan Allah'ın, kendisi için belirlediği kadere teslim olmasını, her şeyde sadece O'nun rızasını arayarak O'na yönelmesini bildirir.Evrendeki her varlığın ve gerçekleşen her olayın sahibi olan Allah'a güvenip dayanmak ve O'nu dost edinmek, bir insanın hayatındaki tüm korkuların, endişelerin, sıkıntıların ve zorlukların da sonu demektir.
Bu gerçeği bilmeyen pek çok insan ise kendilerince din ahlakından uzaklaştıkları takdirde daha rahat yaşayacaklarını, ahlaki değerlere önem vermedikleri zaman özgür olacaklarını düşünürler. Ya da din ahlakının yaşamlarını zorlaştıracak birtakım kısıtlamalar getireceğini zannederler. Halbuki bütün bunlar insanların düştükleri çok büyük yanılgılar ve şeytanın aldatmacalarıdır. Çünkü Allah'ın buyurduğu din ahlakını yaşamak son derece kolaydır. Asıl zor olan, Allah'ın bildirdiği sınırları tanımayan insanlardan oluşan bir toplumda yaşamaktır. Böyle bir yaşantı son derece kötü sonuçları da beraberinde getirir.
Din ahlakından uzak yaşayan toplumlarda veya iman etmeyen insanların hayatlarında genellikle kaos, kargaşa, huzursuzluk, korku, mutsuzluk ve stres vardır.
Bununla beraber, bu topluluk içinde olup Allah'tan gerektiği gibi korkmayan bir insan her türlü ahlaksızlığı yapabilir, hiçbir konuda sınır tanımayabilir ve dejenere bir hayat sürebilir. Böyle bir hayatta insanlar birbirlerine karşı fedakarlık göstermez, sevgi, saygı bilmez, zor anlarında maddi ve manevi destek vermezler. Bu yüzden de böyle bir yaşam hiçbir zaman, hiçbir insana mutluluk getirmez. Din ahlakı yaşanmadığı zaman insanın huzur bulacağı ortamın tam tersi meydana gelir ve daha bu dünyadayken, cehennemin manevi azabı yaşanmaya başlanır.
 
Bir Bilim Adamını Allah’a İnandıran Yedi Sebep

New York Bilim Akademisi eski başkanı A. Cressy Morrison’un “İnsan Tek Başına değildir.” adlı eserinde yer alan “Bir Bilim Adamını Allah’a İnandıran Yedi Sebep” ünvanlı bahsi dikkatlerinize arzedelim:

“Aşağıdaki şu yedi sebep şahsen beni Allah’ın varlığına inandırmaktadır;
1. Cebinize, birden ona kadar numaralanmış on tane bir kuruş koyun ve şöyle bir iyice de karıştırınız. Şimdi, bu kuruşları teker teker birden ona kadar numara sırası ile çekmeye çalışın, her aldığınız kuruşu da tekrar cebinize koyup paraları yeniden bir iyice karıştırın. Matematiksel olarak biliyoruz ki, ilk çekişte bir numaralı kuruşu çekme ihtimaliniz onda birdir. Arka arkaya bir ve iki numaralı kuruşları çekme ihtimaliniz ise yüzde birdir. Bir, iki ve üç numaralıları müteakiben çekmek ihtimaliniz ise binde birdir ve bu, böylece devam eder gider. Bu kuruşların hepsini sırası ile birden ona kadar çekmek ise, inanılmayacak kadar uzak bir ihtimal, milyonda bir (on üzeri on) ihtimal olacaktır.
Aynı şekilde, yeryüzündeki hayat için o kadar çok riyazi(Matematik, geometri vb. bilimlerle ilgili olan.) ve kat’i(kesin) şartlara ihtiyaç vardır ki, bütün bu şartların sırf tesadüfi olarak tam gerektirdiği gibi olmalarına ihtimal yoktur.
Dünya, mihveri(ekseni) etrafında saatte bin mil yapar. Eğer böyle olmayıp da saatte yüz mil yapacak kadar dönseydi, gündüz ve gece şimdi olduğundan daha uzun olacak, öyle olunca da her uzun gün, nebat namına ne varsa hepsini yakıp kavuracak, uzun gecelerde eğer kalırsa kalanını dondurup mahvedecekti.
Aynı şekilde, hayatımızın membaı(kaynağı) olan Güneşâ€™in dış tabakasında hararet on iki bin fahrenheittir. Dünya’mızın Güneşâ€™ten uzaklığı o şekildedir ki, sönmek bilmeyen bu ateş, bizi tam karar ısıtıyor o kadar!. Eğer Güneşâ€™in bu harareti yarı yarıya azalacak olsa, soğuktan donardık, yarısı kadar fazla olsa hepimiz kavrulurduk.
Dünya’mızın 23 derece bir meyil ile eğri durması, mevsimleri meydana getirmektedir. Eğer Dünya’ya böyle bir meyil verilmeseydi, okyanustan yükselen buharlar kuzeye ve güneye akın ederler, kıtaları birer buz parçası yaparlardı.
Ay da Dünya’ya şimdiki mesafede olacağına, mesela sadece elli bin mil ötede olsaydı, yeryüzündeki medd ü cezirler öyle müthiş olurdu ki, bütün kıtalar günde iki defa su altında kalırdı. Dağlar bile kısa bir zamanda aşına aşına ortadan silinirdi.
Eğer Arz’ın kabuğu on kademcik kalın olsaydı, karbondioksitle oksijeni masseder(emer) bitki denen şeyden eser olmazdı. Yahut da dünyanın etrafındaki atmosfer tabakası daha ince olsaydı her gün bizden uzakta yanıp tutuşan milyonlarca meteor, dünya’mızın her tarafına çarpar ve her yeri ateşler, tutuştururdu.
Bütün bunlardan ve daha bir sürü misallerden anlıyoruz ki, Dünya üzerinde hayat tesadüfi değildir. Buna milyonda bir bile ihtimal yoktur.

2. Gayesine ulaşabilmek için hayatın ne yapıp yapıp var kuvveti ile imkanlar araştırması da, her şeyi içine alan o ilahi hikmetin bir tezahürüdür.
Can denen şey nedir? Şimdiye kadar bunu kimse tamamıyla anlayamamıştır. Ne ağırlığı, ne eni, ne boyu var, fakat bir kudret olduğu muhakkak… Büyüyen bir kök, kayayı çatlatır. Bu kuvvet suyu da, toprağı da, havayı da fethetmiştir. Dört hayat unsuru (su, ateş, hava ve toprak) onun emri altındadır. Onların tertiplerini bozar ve tekrar birleştirir.
Hayat denen bu heykeltıraş, bütün yaşayan şeylere vücut verir; bir ressamdır, her ağacın her yaprağına bir şekil verir ve her çiçeği boyar.
Hayat, bir müzisyendir; her kuşa aşk şarkısını nasıl söyleyeceğini, böceklere bin bir ses müziği içinde nasıl anlaşacaklarını öğretmiştir.
Hayat, yüksek bir kimyagerdir; meyvelere, baharata tat, güllere koku verir. Su ile karbonik asitten şeker ve odun yapar, bunu yaparken de mahlukatın teneffüs etmesi için oksijeni serbest bırakır.
Adeta görülmeyecek kadar küçük olan bir protoplazma damlasını düşünün; şeffaf, pelte gibi, hareket kabiliyeti olan ve Güneşâ€™ten kudret alan bir şey… Bu bir tek hücre, bu şeffaf, bulanık damlacık, hayat denen şeyin tohumunu ihtiva etmektedir(içermektedir.) ve bu hayatı küçük küçük her yaşayan şeye geçirmek kudretindendir. Bu damlacıktaki kudret ve kuvvet bütün nebat, hayvan ve insanların sahip olduğu kuvvetten daha fazladır, çünkü bütün hayat ondan çıkmıştır. Bu hayatı yaratan, tabiat değildir. Ateş püsküren dağlarla tuzlu bir deniz böyle bir varlık yaratmaktan çok uzaktır.

3. Hayvanlarda gördüğümüz anlatış, kendilerine yegane destek olarak sevk-i tabii(İç güdü.) denilen şeyi bahşeden iyi bir yaratan olduğunda hiç şüphe bırakmıyor.
Yavru salamon balığı yıllarca denizde kaldıktan sonra kendi öz vatanı olan nehre döner, hem de tam doğduğu ırmağın nehre döküldüğü kıyıya…
Onu, böyle noktası noktasına tam eski yerine getiren şey nedir? Eğer bu balığı alıp da aynı nehre dökülen başka bir ırmağa koyacak olursanız derhal yanlış bir yolda olduğunu anlayacak, tekrar gerisin geri dönerek asıl nehre çıkacak, sonra nehrin istikametin aksine dönerek doğduğu ırmağa doğru yol alacaktır.
Yılan balığının sırrını çözmek ise daha güç… İnsanı hayretten hayrete düşüren bu mahluklar, nesli üretecek hale geldikleri zaman Dünya’nın her tarafındaki göl ve nehirlerinden; Avrupa’dakiler de dâhil olmak üzere binlerce mil, okyanusu aşarak kopup gelirler. Hepsi de Bermuda yakınlarındaki sonsuz derinliklerine gelip, orada yavrular ve ölürler.
Sadece uçsuz bucaksız bir su içinde olduklarından başka bir şey bilmiyorlarmış sanılan mini mini yavrular gerisin geri yola çıkarlar. Sonunda da sadece kendi ana-babalarının geldiği aynı sahile ulaşmakla kalmayıp oradan da ana-babasının yaşadığı nehre, göle yahud gölcüklere giderler, öyle ki, su olan her yerde her zaman sürü sürü yılan balığı vardır. Şimdiye kadar Avrupa’da hiçbir Amerikalı yılan balığına rastlanmamıştır. Hatta Allah, Avrupalı yılan balıklarının ömrünü uzun yolculuklarına göre bir sene kadar yahut da biraz daha fazla uzatmıştır.
Bu kadar kuvvetli bir istikamet hissinin menşei(çıkış yeri) nedir?
Bir eşek arısı; bir çekirgeyi alt eder. Toprakta bir çukur açar. İğnesi ile çekirgeyi öyle bir yerinden sokar ki, böcek ölmez, fakat kendini kaybeder. Artık konserve edilmiş bir et gibidir. Sonra o şekilde yumurtlar ki, yavrular yumurtadan çıktığı zaman gıdalarını temin eden bu böceği öldürmeden ufak ufak koparıp ısırarak yiyecek vaziyettedirler. Ölü bir et yemek, yavrucuklar için ölüm demektir. Sonra ana uzaklara uçar ve ölür. Yavrularını hiç görmez. İlk eşek arısının da aynı şekilde hareket ettiği muhakkaktır. Yoksa şimdi yeryüzünde böyle bir hayvan mevcut olmazdı. Böyle esrarlı hareket ve teknikler, sonradan edinme ve intibak(uyum) kelimeleriyle izah edilemez. Bu, onlara bahşedilmiştir.

4. İnsanda, hayvandaki sevk-i tabiden daha fazla bir şey vardır: Muhakeme kabiliyeti. Başka hiçbir hayvan yoktur ki; ona kadar sayabilsin. Yahut da on adedinin manasını kavrayabilsin. Sevk-i tabii, bir flütten çıkan tek ses gibidir; güzel, fakat mahdud… Halbuki insan kafası, orkestrayı teşkil eden bütün müzik aletlerinden çıkan sesleri ihtiva eder. Bu dördüncü noktayı anlamak için fazla uğraşmaya lüzum yok. Çok şükür ki, bu vaziyette olmamızı alemşümul zekadan bir nebze bize de vermiş olması ihtimali ile izah edecek kadar düşünme kabiliyetimiz var.

5. Hayat için lazım ilk şart, bugün bizim bildiğimiz, fakat Darwin’in bilmediği birtakım hadiselerle kendini göstermektedir. Mesela gen harikası gibi… Bu “gen” denen şeyler o kadar küçüktür ki, yeryüzündeki mevcut bütün canlıları meydana getiren genlerin hepsini bir araya toplasak bir yüksüğü bile doldurmaz. Mikroskopla bile görülemeyen bu genler bu genler ve onların arkadaşları kromozomlar her canlı hücreye yerleşirler, bütün insan, hayvan ve bitkileri hususiyetlendirirler. Bir yüksük, iki milyarı aşan(şimdi altı buçuk milyar) insan nüfusunun ayrı ayrı bütün ferdi hususiyetlerini içine alamayacak kadar küçüktür, ama bu husustaki hakikatler tereddüde mahal bırakmamaktadır.
Pekala, öyle ise “gen” denen bu şey nasıl olup da bir sürü ecdadın hususiyetlerini içinde gizliyor. Nasıl oluyor da bu kadar inanılmayacak kadar küçük bir yerde ayrı ayrı her birinin psikolojisini muhafaza edebiliyor?!

İşte burada, geni ihtiva eden ve nesilden nesile geçiren hücrede asıl neşvünema(gelişme) başlar. Mikroskopla bile görülemeyen küçücük bir gen, içinde hapsedilen birkaç milyon atomun böyle yeryüzündeki bütün hayatı kesin olarak idare edebilmesi keyfiyeti, sadece yaratıcı bir bilginden sadır olabilecek derin bir ilim ve maharetin eseri olabilir, başka hiçbir nazariyeyle izahına imkan yoktur

6. Tabiatın aldığı bazı tedbirler bizi, ileriyi görecek evvelden ona göre hazırlanarak çalışan, her şeyi bu kadar zekice idare edebilen bitip tükenmek bilmez bir zekanın varlığını kabul etmeye mecbur etmektedir.
Seneler evvel Avustralya’da bir nevi Kakitos’tan çit yapmak istediler. Avustralya’da Kakitos düşmanı bir böcek olmadığından bitki dev adımlarıyla büyümeye başladı.
Avustralyaları telaşa düşüren bu gelişme sonunda Kakitoslar enine ve boyuna İngiltere büyüklüğünde bir sahayı kapladılar. Yolu üstüne rastlayan şehir ve kasaba halkını yerlerini bırakıp gitmeye mecbur ettiler, çiftliklerini mahvettiler. Sonunda yalnız Kakitos üzerinde yaşayan ve başka bir şey yemeyen bir böcek buldular. Hem de bol bol ve süratle büyüyen ve Avustralya’da hiç düşmanı olmayan bir böcek. Çok geçmeden böcek bitkiye üstün geldi. Artık bugün Kakitos gayet mahdut(sınırlı) bir sahadadır. Ve bela olmaktan çıkmıştır. O kadar böcekten de ancak Kakitosu bir baskı altında tutmağa yetecek miktarda kalmıştır.

Tabiatta böyle muvazeneler(dengeler) , umumiyetle(genellikle) önceden temin edilmiş bulunmaktadır. Çok çabuk ve süratle gelişen böceklerin Dünya’yı istila etmemeleri nedendir? Çünkü onların insanlar gibi ciğerleri yoktur, teneffüs cihazları boru şeklindedir. Böcekler gelişip büyürlerken nefes boruları aynı şekilde bir gelişme göstermemektedir. Bundan dolayıdır ki, daima küçük kalmaktadırlar. Böylece büyümeleri tahdid(sınırlama) edilerek yolları üstüne bir engel konmuştur. Eğer onların vücutça gelişmelerinin önüne geçilmeseydi, Dünya’da insan denen şey olamazdı. Aslan kadar kocaman bir eşek arısıyla karşılaştığınızı düşünün bir!..

7. İnsanın Allah fikrini kavrayabilmesi bile başlı başına bir delildir.
Allah fikri, insanda mevcud ve Yeryüzü’nde insana mahsus ilahi bir melekenin, “muhayyile” denen melekenin mahsülüdür. Bu melekenin kudret ve kuvveti sayesindedir ki, yalnız insanoğlu, görülmeyen şeylerin varlığına dair deliller bulabilir. Bu kuvvetin, insanın önüne serdiği mazi ve istikbal(geçmiş ve gelecek) bütün zamanları içine alan düşüncelerin ucu bucağı yoktur. Bütün tasavvur ve maksatlardan çıkardığı delillerle “Allah nerededir ve nedir?” büyük hakikatini sezebilir. Allah, her yerdedir ve her şeydedir. Fakat bize en yakın olduğu yer kalbimizdir. Bu, muhayyile zaviyesinden olduğu kdar ilmen ve fennen de doğrudur. Hazret-i Davud’un dediği gibi, “Semavat Tanrı’nın haşmetini ilan eer, gök kubbe de O’nun yaratmakta ki kudretini ispat eder.”
 
Davamızın hususiyetleri

Ey Müslüman Kardeşler!.. Ey insanlar!..
islâm Dinine uygun bir siyaset takip etmek dâvamızın esasından olmasına rağmen, biz bir siyasi parti değiliz.
Hayır-hasenât yapma en büyük maksatlarımızdan olmasına rağmen, biz bir Hayır Cemiyeti değiliz.
Bedenî ve ruhî eğitimler en önemli vasıtalarımızdan olmasına rağmen, biz bir spor kulübü değiliz.
Biz bu teşkilatlardan değiliz. Çünkü bu teşkilatları belirli gayeler, kısa bir müddet için meydana getirir. Hattâ bazan idarecilik unvanlarını alabilmek ve birtakım insanları biraraya getirebilmek gayesiyle kurulurlar.
Ey insanlar!.. Bizler hem düşünce, hem de inanç
sahibiyiz. Hem nizâm, hem de metod sahibiyiz. Bizim
,, dâvamız muayyen bir yere mahsus değil, muayyen bir ırka ait değildir. Coğrafî hudutlar dâvamızın önüne duramaz. Bu dâva, yeryüzüne islâm hâkim oluncaya kadar sürecek olan bir dâvadır.
Çünkü bu, Alemlerin Rabbı olan Allah'ın nizâmıdır. Allah'ın Resulü Muhammed'ül-Emîn (S.A.V.) in yürüdüğü yoldur.
Ey insanlar!.. Biz, Resulullah (S.A.V.) in ashabının vârisleriyiz.Peygamberimiz ve O'nun güzide ashabından sonra islâm bayrağını yükseltenleriz Biz de Sahabe-i Kiram gibi O yüce Resulün (S.A.V.) dâvasını yayan Kur'an-ı Kerim'i ezber eden ve islâm dinini müjdeleyenleriz. «Yakında elbetteki onun haberini öğreneceksiniz.»(¦")
Ey Müslüman Kardeşler!.. Dereceniz budur!.. Kendinizi küçümsemeyin. Kendinizi başkalarıyla ölçmeyin. Dâvanızı yayarken mü'minlerin yolundan başka bir yoldan gitmeyin. Allah'ın nurundan, Resulullah'ın sünnetinden aldığımz bu dâvayı, ihtiyaçların doğurduğu kı-s;ı ömürlü dâvalarla ölçmeyin.
Şimdiye kadar Allah yoluna davet ettiniz. Durmadan oihad ettiniz. Bu mütevazi çalışmanızın meyvesi olarak, Resulullah (S.A.V.) rehberliğini ilan edep,
(31) Sad Sûresi: 88.

Kur'an Nizâmının hâkim olmasını isteyen, çalışmanın gerekli olduğunu ileri süren, gayenin sadece Allah için olmasını candan dileyen seslerin yükseldiğini gördünüz.
Yine yaptığımız bu mütevazi çalışmanın semeresi olarak Allah yolunda gençlerden akan pâk kanları gördünüz. Allah yolunda şehid olmayı candan arzu edenleri duydunuz.
Bunlar beklediğimizden daha üstün başarılardır. Gayretinizi sarfetmekte devam edin, çalışın. Allah (C.C.) sizinle beraberdir. O, yaptıklarınızı zayi etmeyecektir.
Bugün bize katılanlar yarışı kazanacaklardır. Muhlis olup ta bizden geri kalanlar ise yarın bize ek olacaklardır. Her zaman şeref öncülerindir.
Kim dâvamızı alay ederek veya küçümseyerek yahut başarıya kavuşacağından ümitsiz olarak yüz çevirirse: gelecek günler hatasının büyüklüğünü gösterecektir. Allah, hak olan dâvamızı onun güttüğü bâtıl dâvaya çarpıp, onu mahvedecektir!
Ey çalışan' mü'minler!.. Ey ihlâslı mücahitler!.. Bize gelin bize! Doğru yol buradadır. Hakikat buradadır. Bizden ayrılarak kuvvetlerinizi parçalamayın.
«İşte yolum budur!.. Doğrudur!.. Buna uyun. Bâtı lyollara* sapmayın ki, sizi Allah'ın yolundan ayırmasınlar. Allah bunu size tavsiye etmiştir. Umulur ki, sakınırsınız.»!
 
Namaz sonrası yapılan tesbihat (tesbih çekmek)

Namazı bitirdikten sonraki tesbihat şöyle yapılır;





"Allahumme entesselamu ve minkesselam, tebarekte ya zel celali vel ikram." denilir.





"Alâ Rasulina salavat" Anlamı:





"Peygamberimiz üzerine salavat" (getirin) anlamında söylenir.





"Subhanallahi vel hamdu lillahi ve la ilahe illellahu vallahu ekber. Ve la havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim." Anlamı:





"Allahı bütün noksan sıfatlardan tanzih eder, kemal sıfatlarla muttasıf olduğunu kabul ederim. Bütün hamd ve şükürler Allah'adır. Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. İhtiyaçları gideren ve zararları yok eden yalnız yüce ve güçlü olan Allah'tır."





Ayet el Kürsi okunur.





Allahü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm. Lâ te'huzühû sinetün ve lâ nevm. Lehû mâ fis-semâvâti vemâ fil erd. Menzellezî yeşfeu indehû illâ biiznihi. ya'lemü mâ beyne eydîhim vemâ halfehüm velâ yühîtûne bişey'in min ilmihî illâ bimâ şâe vesia kürsiyyühüssemâvâti vel erd. Velâ yeûdühü hıfzuhumâ ve hüvel aliyyül azîm.





Anlamı: "Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyumdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi o'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür."





"Ve hüvel aliyyül aziymizül celali subhanellah." 33 defa Sübhanalah:





Allah noksanlardan uzaktır, kemal sıfatlarla muttasıf (sıfatlanmış) tır.





"Subhanel bagiy daime nil hamdülillah." 33 defa Elhamdülillah: Hamd (şükür) Allah'adır





"Rabbil alemiyne teala şanuhu allahu ekber." 33 defa Allahu ekber: Allah en büyüktür.





"Lâ ilâhe illâllahü vahdehû lâ şerike leh. Lehü`l-mülkü ve lehü`l-hamdü ve hüve alâ külli şey`in kadîr"





"Allah Teala'dan başka ilah yoktur, tek ilah sadece odur, ortağı da yoktur. Bütün mülk ona aittir. Bütün hamdü senalar onadır. Her şeye kadirdir."





"Allahümmehşürna fi zümretis salihin" Anlamı: Bizi mahşerde salihler topluluğu ile yargıla.





Burada dua edilir.





"El Fatiha" denilir ve Fatiha suresi okunur. Böylece tesbihat sonra erer.


(alinti)
 
ON çalışma Prensibi
Şehit Hasan el bennadan bizlere 10 çalışma prensibi

1- Birlik en büyük hedeftir. Kalpler arasındaki bağ güçlü olsun, tek söz üzerine birleşsin.

2- 'Lailahe İllallah' diyen herkes Tevhid çatısı altında beraberimizdedir.

3- Kusuru nefsinde ara, muhalif hakkında iyi şeyler düşün.

4- Tepki verirken bile ahlakı göz ardı etme

5- Tartışma ve Kibir yok

6- Bir meselede doğru birden fazla olabilir

7- İttifak edilen şeylerde yardımlaş, farklı düşüncelere saygılı ol

8- Ortak düşmanı ön planda tut

9- İş ve üretim ufkunu aç. Her kardeş, -özel hayatındaki işlerine ilave olarak- hergün bir miktar Kur'an okumalı, yatmadan önce nefsini muhasebe etmelidir.

10- Yanlış yoldakilere üzülürüz; üzerine çullanıp teşhir etmeyiz.
 
Kaybettiklerimiz

Bir gün insan virgülü kaybetti; o zaman zor cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler kullanmaya başladı. Cümleleri basitleşince, düşünceleri de basitleşti.
Bir başka gün ise, ünlem işaretini kaybetti. Alçak bir sesle ve ses tonunu değiştirmeden konuşmaya başladı.


Artık ne bir şeye kızıyor, ne de bir şeye seviniyordu. Üstelik hiçbir şey onda en ufak bir heyecan uyandırmıyordu.


Bir süre sonra, soru işaretini kaybetti ve soru sormaz oldu. Hiç bir şey ama hiç bir şey onu ilgilendirmiyordu. Ne kainat, ne dünya, ne de kendisi umurundaydı.


Bir kaç sene sonra iki nokta üst üste işaretini kaybetti ve davranış sebeplerini başkalarına açıklamaktan vazgeçti.


Ömrünün sonuna doğru elinde yanlız tırnak işareti kalmıştı. Kendine has tek cümlesi yoktu, yanlız başkalarının düşüncelerini tekrarlıyordu. Son noktaya geldiğinde, düşünmeyi ve okumayı unutmuş vaziyetteydi
 
Vasıtamız

Ey insanlar!.! İşte gayemiz, işte metodumuz!.. Acaba gayemizi gerçekleştirmek için vasıtamız nedir? (İman ve Cihad)
Bizim vasıtamız da ecdadımızın başvurduklarıvasıtalardır. Bizim silahımız da; liderimiz Hz. Muham-med (S.A.V.) ve Ashabının—sayıları ve servetleri az olmasına rağmen— büyük gayretle bütün inkarcılara karşı kullandıkları silahtır.
Evet... Birinci vasıtamız imandır. Yeniden bütün dünyaya karşı cihad etmek için yükleneceğimiz silah «Hakiki iman» ve «Allah'ın yardımına güvenme» silahı olacaktır.
Hz. Muhammed (S.A.V.) ile beraber cihad eden o Sahabe-i Kiram Allah'a, Allah'ın yardım ve desteğine
— 85 —
kalpten iman etmişlerdi. «Eğer Allah size yardım ederse hiçbir kimse size galip gelemez.»(13)
Bu Sahabe-i Kiram, önderleri Hz. Muhammed'-(S.A.V.) e, onun doğruluğuna ve liderliğine iman etmişlerdi: Andolsun ki, sizler için Allah'ın Resulünden güzel numuneler vardır.»(ı(i)
Sahabe-i Kiram islâm metoduna, islâmın üstünlüğüne ve faydalı olduğuna da iman etmişlerdi: «Doğrusu sizlere Allah'dan bir Nûr ve apaçık bir kitap gelmiştir. Allah, rızasına uyanları bu kitap vasıtasıyla kurtuluş yoluna sevkeder.»(1T)
Sahabe-i Kiram islâmî kardeşliğe ve islâmî kardeşliğin icap ettirdiği hak ve hukuka ve bu kardeşliğin kudsiyetine de iman etmişlerdi:«Mü'minler ancak kardeştir.»('«)
Sahabe-i Kiram Allah'ın kendilerine vereceği mü-kâfaatın büyüklüğüne ve çokluğuna da iman etmişlerdi:
«Çünkü onların Allah yolunda karşılaşacakları herhangi bir susuzluk, yorgunluk, açlık; kâfirleri kızdıracak herhangi bir yere ayak basmaları ve düşmana verdikleri herhangi bir zarar mukabilinde kendilerine iyi bir amel yazılır. Doğrusu Allah iyilikte bulunanların mükâfatını zayi etmez.»{'«)
Allah (C.C.) Sahabe-i Kiramı insanlığı kurtarmak için seçmiş ve bunları bu sebeple üstün kılmıştır. Sa habe-i Kiram insanlar için yaratılan en hayırlı ümmet olmuştur, imana davet eden Allah elçisini işitince hemen îman etmişlerdir.
Allah'tan niyazımız odur ki, Allah, îmanı nasıl Sahabe-i Kirama sevdirmişse bizlere de sevdirsin. Kalplerini nasıl îmanla süslemişse bizim kalbimizi de îmanla tezyin etsin.
(19) Tevbe Sûresi: 120.
— 87 —
İKİNCİ VASITAMIZ CİHADDIR
Sahabe-i Kiram dâvalarının ancak cihadla, fedakârlıkla, can ve malı Allah yoluna kurban etmekle zafere kavuşacaklarını çok iyi bilmişler, canlarını ve mallarını Allah yoluna harcamışlar, Allah için hakikî cihadıyapmışlar, kendilerine seslenen şu ilâhî kelâmı dinlemişlerdir:
«De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, hazırladığınız mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz alış-verişiniz ve hoşlandığınız yurtlar, sizin için Allah'tan, Onun Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, o halde; AllaTıemrini gönderinceye kadar bekleyin.»(-°)
Sahabe-i Kiram bu ilâhî nidayı duymuş, can-ü gönülden, kalpden herşeylerini Allah yoluna harcamış, Allah'ın kendileriyle yaptığıalış-verişe istekleriyle ka-
(20) Tevbe Sûresi: 24.
89 ¦-¦â€¢
tılmışlardır. Bunlar ölümü karşılarken şöyle haykmnış-lardır: «Sadece Allah razısı için, Alah'a kavuşuyorum!..»
Bunlardan biri (Ebu-bekr) bütün malını Allah yolunda sarfettikten sonra şöyle der: «Çoluk-çocuğuma Allah'ı ve Resulünü bıraktım.»Yine Sahabe-i Kiramdan biri boynu kılcın altında iken şöyle der:
«Müslüman olarak öldürüldükten sonra, Allah rızası için ölümüm nasıl olursa olsun, benim için önemli değildir.»
Evet... Sahabe-i Kiram böyle idi. Hakikaten cihad ediyorlardı. Büyük fedakârlıklara katlanıyorlardı. Büyük kurbanlar veriyorlardı. Biz de bunlar gibi olmaya çalışıyoruz. Bunların izinden yürümek istiyoruz. Bunların yaptıklarını yapmaya gayret ediyoruz.
Allah'ın bize yardım edeceğine güveniyoruz. Bizi destekleyeceğinden şüphe etmiyoruz: Şüphesiz ki, Allah, dinine yardım edenlere yardım eder. Doğrusu Allah çok kuvvetlidir ve herşeye galiptir. Onlar ki eğer yeryüzünde kendilerini selahiyet sahibi kıisak namazlarını gereği gibi kılar, zekâtlarını verirler. İyiliği emrederler, kötülüğe mani olurlar, işlerin sonu Allah'a va-
(21) Hacc Sûresi: 40-41
 
Ne durumdayız

Ey müslüman Kardeş!. Ey insanlar!..
Allah size lider gönderdi. Kanun koydu. Hükümlerini açıkladı. Kitabını indirdi. İyi ve temiz şeyleri helâl kıldı. Murdar şeyleri de haram kıldı. Bize hayr ve saadet yolunu gösterdi. Doğru yola irşad etti.
Acaba siz gönderdiği Peygamberine uydunuz mu? Kanunlarına hürmet gösterdiniz mi? Hükümlerini tatbik ettiniz mi? Kitabını takdis ettiniz mi? Helâl gördüğü şeyleri helâl, haram kıldığı şeyleri haram saydınız mı?
Açıkça cevap verin, susmayın! Gözünüzü açıp bir bakın ne hale gelmişsiniz!
Tatbik ettiğiniz tüm kanunlar islamla alakası olmayan,İslâmdan alınmayan, İslama dayanmayan ve taklid edilen bir takım kanunlardır.

iç idarede, devletler arası münasebetlerde, adliye teşkilatında, savunmada, fert ve devletin iktisadî sisteminde, eğitim ve kültür siyasetinde, aile hukukunda, hattâ ferdin şahsî harekâtında bile tatbik ettiğimiz kanunlar islâmın ruhuna ters düşmektedir, idarecilere ve idare edilenlere'hâkim olan ruh, islâmdan ve emirlerinden çok uzaktır.
Geriye ne kaldı ki? Söyleyin geriye kalanları.
Sadece fakirlerin ve âcizlerin gittikleri şu muazzam camiler mi? Çok azları hariç, içlerinde huşu ve huzurdan uzak ibâdetler yapılan mescidler mi? Tembellik, ve yeme-içme için bir vasıta haline getirilen Mübarek Ramazan ayı mı? Çok az kişiler bu ayda nefislerini arındırır, ruhlarınıtemizlerler, «iman edip iyi âmel işleyenler hariç, bunlar da çok azdır ya!..»(*)
islâm; riyakâr teşbihler, süslü elbiseler, aldatıcısakallar, çeşitli mevlidler-merasimler, klişeleşmiş ifadelerden mi ibaret?!..
Allah'ın büvük rahmeti ve âlemler için yüce nî-meti olanİslâm bu mudur? Milletlerin hastalıklarını tedavi eden, insanların meselelerine çözüm yolu getiren, her şeyi düzeltmek için en muazzam ve sarsılmaz kaideleri ihtiva eden Kur'an-ı Kerim Nizamı bu mudur?
 
İnsanı iki şey öldürür;

Birincisi; sevmediği insanın silahından gelen mermi
İkincisi; sevdiği insandan gelmeyen ilgi

İki Şey;

İki şey “Kalitesiz İnsan’ın” özelliğidir.
1- Şikâyetçilik
2- Dedikodu

İki şey çözümsüz görünen problemleri bile çözer
1- Bakış açısını değiştirmek
2- Karşısındakinin yerine kendini koymak

İki şey yanlış yapmayı engeller
1- Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgecinden geçirmek
2- Ham yememek

İki şey kişiyi gözden düşürür
1- Demogoji
2- Kendini ağır satmak ( Övmek, vazgeçilmez göstermek)

İki şey insanı “Nitelikli insan “ yapar
1- İradeye hakim olmak
2- Uyumlu olmak

İki şey ilaveten değer katar
1- Hitabet ve diksiyon eğitimi almak
2- Anlayarak hızlı okumayı öğrenmek

İki şey geri bırakır
1- Kararsızlık
2- Cesaretsizlik

İki şey kâşif yapar
1- Nitelikli çevre
2- Biraz delilik

İki şey ömür boyu boşa kürek çekmemeni sağlar
1- Baskın yeteneği bulmak
2- Sevdiğin işi yapmak

İki şey başarının sırrıdır
1- Ustalardan ustalığı öğrenmek
2- Kendini güncellemek

İki şey başarıyı mutlaka beraber yakalama sırrıdır
1- Niyetin saf olması
2- Ruhsal farkındalık

İki şey milyonlarca insandan ayırır
1- Sorunun değil, çözümün parçası olmak
2- Hayat ve her şeye yeni ( çözüm, orijinal farklı) bakış açısıyla yaklaşabilmek

İki şey gelişmeyi engeller
1- Aşırılık ( Mübalağa, abartı, ifrat, tefrit)
2- Felakete odaklanmış olmak

İki şey çözüm getirir
1- Tebessüm (Gülümseme)
2- Sükut (Susmak)

İki şey değeri kaybedilince anlaşılır
1- Anne
2- Baba

İki şey geri alınmaz
1- Geçen zaman
2- Söylenen söz

İki şey gerçek sondur
1- Cennet
2- Cehennem

İki şey ulaşmaya değerdir
1- Sevgi
2- Bilgi

İki şey özgürlüktür
Vatan ve Bayrak

İki şey “Hayatta önemli olan her şey” içindir
1- Nefes alabilmek
2- Nefes verebilmek
 
Hayatin Güneşi Sabir!!!!!!!

Sabretmeyi öğrenmeliyiz.

- Kimden?

- Sabretmeyi en iyi bilenden.

- Sabretmeyi en iyi bilen kimdir?
- Şüphesiz Allah Teâlâ’dır.

Çünkü, kendisine yapılan kötülüklere

Cenâb-ı Hak’tan daha fazla sabreden yoktur.

Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor.

Ve sözüne şöyle devam ediyor:

İnsanlar O’na şirk koşar;

(Allah’a değil de, başkasına tanrı diye tapar;

kimi ‘Îsâ Allah’ın oğlu,

kimi ‘melekler Allah’ın kızı’ diye ona iftira eder);

Ama yine de Cenâb-ı Hak

onlara sağlık, âfiyet ve rızık verir” (Müslim, Münâfikîn 49).

Kendisine yapılan bu zulümlere sabrettiği içindir ki, Kâinatın Rabbi’nin bir adı da Sabûr’dur; çok sabredendir.

Kendisine iftira eden zâlimleri,

“Siz bana hakaret ediyorsunuz” diye

hemen cezalandırmaz.

Çünkü O’nun bir adı da Halîm’dir.

Yani acele ile, kızgınlıkla hareket etmeyendir.

İşte Sabûr ve Halîm olan Yüce Rabbimiz,

Kur'ân-ı Kerîm’de,

tam doksandan fazla yerde sabırdan söz eder.

Bizim de sabırlı olmamızı ister.



Sabredene cennet var

Yüce Rabbimiz bize sabrı şöyle tavsiye eder:

“Müminler! Sabırlı olun;

sabırda düşmanlarınızı geride bırakın” (Âl-i İmrân 3/200).

“Sabredin!

Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir” (Enfâl 8/46).

“Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır” (Nisâ 4/25).

“Sabret,

sana zorluklara dayanma gücünü veren sadece Allah’tır” (Nahl 16/127).

“Sabret;

çünkü sonunda üstün gelecek olanlar, müttakîlerdir" (Hûd 11/49).

“Sabredenlere ödülleri,

hesapsız şekilde verilecektir” (Zümer 39/10).

Ve yine Yüce Rabbimizin haber verdiğine göre,

Cennete giren bahtiyarlara melekler şöyle diyecektir:

“Sabrettiğiniz için selâm olsun size.

Dünya hayatının ne güzel sonucudur bu!” (Ra‘d 13/24).



Bize sabır tavsiye edildi

Peygamber Efendimiz sabretmeyi Sabûr olan Rabbinden öğrendi.

Yaşadığı sürece binlerce sıkıntıya göğüs gerdi.

Bize, hayatın, sıkıntılardan ibaret olduğunu söyledi.

Sıkıntılara tahammül etmenin,

sıkıntısız bir hayat sürmekten daha iyi olduğunu öğretti.

Gözleri görmeyen bir sahâbî birgün Efendimizin huzuruna geldi ve:

“Allah’a dua et de beni iyileştirsin” dedi.

Efendimiz ona:

“İstiyorsan dua edeyim;

ama derdine sabretmen,

senin için daha hayırlıdır” buyurdu.

Fakat adam sabretmek yerine iyileşmeyi tercih etti.

Allah’ın Sevgili Elçisi de ona

iyileşmek için okuyacağı duayı öğretti (Tirmizî, De'avât 119).

Her devirde, bir an önce iyileşmek

veya derdine sabretmek konusunda insanların tutumu birbirinden farklı olmuştur.

Nitekim bir başka gün

iri yarı ve siyah tenli bir hanım

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna geldi ve:

“Beni sar’a tutuyor” diye söze başladı.

“O zaman da üstüm başım açılıyor.

Ne olur iyileşmem için Allah’a dua ediniz” dedi.

Sevgili Efendimiz de ona:

“Eğer sabredeyim dersen,

sana cennet var.

Yok illa da iyileşmek istiyorsan,

sana şifa vermesi için Allah’a dua ederim” buyurdu.

Bunun üzerine o hanım:

“Ben hastalığıma sabredeceğim.

Ancak sar’a tuttuğu zaman üstüm başım açılıyor;

açılmaması için dua buyurunuz” dedi.

Peygamber Efendimiz de

elbisesinin açılmaması için ona dua etti

(Buhârî, Merdâ 6; Müslim, Birr 54).



En hayırlı nimet

Cenâb-ı Hakk’ın bize lütfettiği nimetlerin,

hangisi daha üstündür?

Zenginlik mi?

Güzellik mi?

Güç, kuvvet mi?...

Hiçbiri değil.

Peygamber Efendimiz bunu şöyle ifade etmiştir:

“Hiç kimseye

sabırdan daha hayırlı

ve daha büyük bir nimet verilmemiştir”

(Buhârî, Zekât 50, Rikak 20; Müslim, Zekât 124).

Sevgili Efendimizin belirttiğine göre,

başa gelen dert ve sıkıntılar birer nimettir.

Çünkü “Allah Teâlâ,

Sevdiği kimselerin başına sıkıntı verir”

(Tirmizî, Zühd 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 427-29).

Yine Efendimizin buyurduğuna göre,

en ağır sıkıntılar peygamberlerin başına gelir.

Bir kimse çok dindarsa,

derdi de çok olur.

Az dindarsa, derdi de az olur.

Allah Teâlâ kulunu günahlardan iyice arıtıncaya kadar,

onun başından sıkıntıyı eksik etmez

(Müslim, Fiten 23; Tirmizî, Zühd 57)

Zaten Cenâb-ı Hak,

sabreden kullarını ortaya çıkarıncaya kadar,

onları sıkıntılarla denemeye devam edeceğini söylüyor

(Muhammed 47/31).

Halbuki biz, câhilce bir düşünceyle:

“Allah’ım, benim ne günahım var da

başımdan derdi eksiltmiyorsun?”

diye söylenip dururuz.

Dert ve sıkıntıların günahkârların başına geleceğini zannederiz.

Sabır hakkında bilmemiz gereken önemli bir şey daha var.

Onu Peygamber Efendimiz,

“Sabır ziyâdır” (Müslim, Tahâret 1)

diye ifade buyuruyor.

Yani sabır,

tıpkı güneş gibi ışık kaynağıdır;

ışığını kendisi üretir

ve sabreden insanın yolunu aydınlatır.

Onun hayatını güzelleştirir.



Her işin başı sabır

Sabrın ne olduğunu bilmiyoruz.

Onun, başa gelen sıkıntılara katlanmaktan ibaret olduğunu sanıyoruz.

Halbuki sabır, acılara, felâketlere tahammül etmekten ibaret değildir.

Sabır, bütün hayatı kucaklayan bir şeydir.

Meselâ savaşın zorluklarına katlanarak

düşmanı yenip zafer kazanmak,

ancak sabırla mümkündür.

Ama biz bu yiğitliğe sabır demeyiz; ona

kahramanlık deriz,

şecaat deriz.

Öte yandan nefsimiz zevkü safa içinde yaşamak ister.

Fakat biz bu isteklere karşı direnir, sabrederiz.

Ama biz bu direnişe sabır değil,

zühd adını veririz.

Nefsimiz yasak zevkleri de çok sever.

Fakat din bu zevkleri yasakladığı için ona da direniriz.

Ama bu direnişe de sabır değil iffet deriz.

Bir de öfke vardır;

baldan tatlı olan öfke.

Öfkeye hâkim olmak zor iştir.

Biz öfkesini frenleyen yiğitlerin bu sabrına hilim deriz.

Sabır dediğimiz faziletler bunlardan da ibaret değildir:

Biri bize sırrını emanet eder.

Zaman olur o sırrı saklamak içimizi yakar.

Onu biriyle paylaşmak isteriz.

Ama bize düşen,

kalbini sır kabristanı yaparak o emaneti korumaktır.

Demekki sır saklamak da bir sabır işidir.

Tok gözlü olmak, aza kanaat etmek de gücünü sabırdan alır.

Nefsin daha çok yiyip içme isteğine karşı koymak da bir sabır işidir.

Görüldüğü gibi,

Müslümanca yaşayabilmek için,

Nefsin sayısız isteğini frenlemek,

onlara direnip sabretmek gerekir.

Sabretmeden mükemmele erişmek mümkün değildir.

Ne mutlu sabır sayesinde hedefine ulaşan

yiğitlere…

zâhidlere…

namus ve iffetiyle yaşayanlara…

hilim sahiplerine…

sır saklamasını bilenlere…

aza kanaat edenlere…

Selâm olsun onlara…
 
takipçi satın al
Uwell Elektronik Sigara
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
Geri
Üst