Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı'da Harem Kültürü
Akad dilinden Arap diline geçmiş bir kelime olan 'harem', "korunan, mukaddes şey ve yer" anlamına gelir. Evlerde kadınların erkeklerle karşılaşmadan günlük hayatlarını sürdüreceği bölüme de 'Harem' denir.

İslamiyet öncesi dönemlerde, Ortadoğu'da kurulmuş devletlerde ve iran'da da 'Harem' kurumuna rastlanır. Harem, Müslüman toplumlara mahsus bir kurum değildir; dünyanın her tarafında değişik din ve medeniyetlerde Harem uygulamalarına rastlanılır. İslamiyet ile birlikte, devlet başkanlarının saraylarında Harem, Emeviler zamanında ortaya çıkar. Abbasiler döneminde saray teşkilatının gelişmesine paralel olarak, Harem de kurumlaşır.




Harem teşkilatı daha sonra Selçuklular, Harizmşahlar, Memlûkler gibi İslam devletlerinde de aynı yapı üzerinde devam ederek Osmanlı İmparatorluğu’na intikal etti. Harem teşkilatının ilk yılları hakkında, fazla bir bilgi yoktur. Orhan Gazi döneminde devletin teşkilatlanmasına paralel olarak Harem teşkilatının ilk çekirdeği de atılmış olmalıdır. Çelebi Sultan Mehmed döneminden (1413-1421) itibaren, Osmanlı sarayında Harem ağaları görülmeye başlanması Harem'in gelişiminde önemli bir noktadır.


Fatih Sultan Mehmed zamanında devlet ve saray teşkilatının oluşmasına paralel olarak Harem-i Hümayûn da teşkilatlandırıldı. III. Murad ile birlikte, Harem halkının sayısı arttı ve Harem büyüdü.

Harem denince, günümüz vasat insanının kafa yapısına göre, akla 'cinsellik' gelir; ancak Harem-i Hümayûn padişahın evi ve bir eğitim kurumudur. Osmanlı sarayı üç bölümden meydana geliyordu: Harem, Birun ve Enderun. Harem-i Hümayûn, Harem ile birlikte Enderun'u da içine alır. Enderun, Osmanlı devletinin erkek yöneticilerinin yetiştiği üst düzey bir okuldu. Harem de, kadın yöneticilerin yetiştiği bir mektepti. Saraya alınan esir kıza 'acemi' denirdi. Acemilik döneminde kızlar, İslamiyet'i, Türk kültürünü, oturup kalkma adabını, el işlerini, dans etmeyi ve bir müzik aleti çalmayı, sohbet etmeyi öğrenirlerdi, iyi bir eğitim alarak yetişen acemi kız, cariyeliğe yükselirdi.

Harem'de padişahlara eş olarak hazırlanan cariyelere çok iyi bir eğitim verilirdi. Harem'deki kadınlar, burada Osmanlı kültürünü öğrenirlerdi. Evlenip Harem'den dışarıya çıkan kadınlar, halk arasında 'Saraylı' olarak, bu kültürü yayarlardı...


Hürrem Sultan'ın yazdığı şiirler Harem'deki dil ve edebiyat öğretiminin kalitesini gösterir. Padişahın hizmetine verilmiş olan cariyeye 'gedikli' denirdi. Padişahın yatağına aldığı gedikli de 'ikbal' ve 'haseki' adını alırdı. Haseki çocuk doğurursa, ayrıcalık kazanırdı. Cariyelerden padişahın gözdesi olamayanlar, zeka, kabiliyet ve sadakatleri ölçüsünde, Harem kethüdalıklarına ve Harem'deki diğer görevlere yükselirlerdi.



Osmanlı sarayındaki kadınlar, 16. Yüzyıl'a kadar, ön planda değillerdi. Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi Hürrem Sultan ve kızı Mihrimah Sultan, öne çıkan ilk saray kadınları oldular.

Hürrem Sultan'ın, Kanuni'nin ilk eşi olan Mahidevran'ı Manisa'ya göndertmesi, Şehzade Mustafa'yı öldürtmesi, Rüstem Paşa'yı veziriazam yaptırtması, Harem'in bu dönemde devlet işlerinde oynadığı aktif role işaret eder. Kanuni'den sonra II. Selim zamanında, Nurbanu Sultan ve III. Murad zamanında Safiye Sultan, devlet yönetiminde aktif rol oynadılar.


Cariyelik kurumu


Cariye, kadın köle demektir. Osmanlı padişahları 16. Yüzyıl'dan itibaren birkaç istisna dışında, Harem'e alınan cariyelerle evlenmişlerdir. Osmanlı sarayının cariye ihtiyacı, Kırım Tatarlarının Ukrayna, Rusya ve Polonya akınları sırasında ele geçirip gönderdikleri esireler, imparatorluğun özellikle kuzey bölgelerindeki yöneticilerin satın alıp saraya hediye etmeleri veya Kuzey Afrika'daki Türk korsanlarının ele geçirip İstanbul’a göndermeleri yoluyla temin
edilirdi.


19. Yüzyıl'da, Çerkez ve Kafkaslar'daki diğer Müslüman toplulukların soylu aileleri de kızlarını saraya gönderirlerdi. Osmanlı sarayındaki cariyelerden güzelliği ve zekasıyla öne çıkanlar padişahın gözüne girip erkek çocuk sahibi olduktan sonra, valide sultanlığa kadar yükselebilirlerdi. Valide Sultan, yani padişah anneleri Harem'in yöneticileriydi.


Osmanlı padişahları II. Bayezid zamanına kadar Bizans'tan, Balkan prensliklerinden, Germiyanlı, Çandarlı, Karamanlı ve Dulkadirli gibi Türk beyliklerinden kız almışlar; köklü Türk ailelerinin kızlarıyla evlenme yoluna gitmemişlerdi. II. Bayezid, Karamanoğullarından Hüsnüşah ve Dulkadiroğullarından Ayşe Sultan'la evlenmişti. Sultan, ayrıca birçok cariye de almıştı. II. Bayezid'den sonra Anadolu'daki Türk beyliklerinin sona ermesi ve Harem-i Hümayûn'un da iyice kurumlaşması ile birlikte, padişah ve şehzadelerin sadece cariyelerle evlenmesi adet haline geldi.

Padişahlar, II. Osman ve Sultan Abdülmecid istisna olmak üzere, Türk kızlarıyla evlenmediler. Bunun bir nedeni de, hanedana dayanan yeni güç odağı yaratmamaktı. II. Bayezid döneminden itibaren, hükümdarların cariyelerle evlenmeleri geleneği oluşmaya başladı.

Cariyelerle evlenme geleneğini ilk defa bozan, II. Osman oldu. Şeyhülislam Esad Efendi ve Pertev Paşa'nın kızları ile evlendi. Ancak padişahın saray dışından, cariye olmayan ve hür doğmuş Türk kızlarıyla evlenmesi devlet adamları tarafından hoş karşılanmadı. II. Osman bu davranışı ile bir geleneği yıkıyordu. II. Osman'ın bu evliliklerine, kızını aldığı Şeyhülislam Esad Efendi dahi karşı çıkmıştır. Esad Efendi, Osmanlı tarihinin önemli simalarından ve bir ulema soyunun da başı Hoca Sadeddin'in oğluydu.


17. Yüzyıl yazarlarından Atai, bu evliliği Osmanlı devletinin kurucusu Osman Gazi'nin, Şeyh Edebali'nin kızı ile evlenmesine benzetir. Genç padişahın bu evlilikleri, hanedanın mevcut geleneğinden şiddetli bir kopuş olmuş, ancak bu uygulama, daha sonraki hükümdarlar tarafından devam ettirilmemiştir.

Padişahların çocuk yaşta tahta çıkmaları, 17. Yüzyıl'da devlet yönetiminde bir boşluk meydana getirdi. Bu dönemde devlet idaresinde Harem ve valide sultanlar ön plana çıktı. Bu durum da devlet yönetiminde, Avrupalılar gibi 'Kraliçe idaresi' geleneği olmayan Osmanlı'da bir sorun haline geldi.

Avrupa'da da birçok ülkede, 18. Yüzyıl'ın ortalarında, Avusturya'da Maria Theresa örneğinde olduğu gibi, kadınların devleti yönetmesi kolay olmamıştır. Kadınların devlet yönetimini üstlenmesine olumsuz yaklaşan dönemin tarihçileri de, Kösem Sultan ve Turhan Sultan'ın devlet idaresindeki rollerini eleştirmişlerdir. Tarihçiler, 17. Yüzyıl'da Osmanlı İmparatorluğu’nun geçirdiği sarsıntının sebepleri arasında, 'Kadınlar Saltanatı'nı da sayarlar.

Osmanlı tarihlerindeki bu bilgilerin eleştiri süzgecinden geçirilmeden kullanılması da, valide sultanları, devamlı entrika çeviren olumsuz kişiler olarak karşımıza çıkarır. Ahmet Refik Altınay'ın 'Kadınlar Saltanatı' adlı kitabı bu konuda en önemli örnektir. Leslie Peirce'ın 'Harem-i Hümayûn' adlı kitabı ise, bu tablonun sanıldığı gibi olumsuz olmadığını ortaya koyar.


31539602ch7.png


'Kadınlar Saltanatı' konusundaki olumsuzlukları sergileyen tabloyu, dikkatle incelemek gerekir: Hükümdar otoritesinin bulunmadığı bir dönemde, Kösem Sultan ve Turhan Sultan'ın devlet yönetimini ele almaları, Osmanlı İmparatorluğu’nu otorite boşluğundan bir ölçüde kurtarmıştır.

Valide sultanların hanedanın devamını her şeyin üstünde tutması, devletin sürekliliğini sağlamıştır. Kösem ve Turhan sultanların devlet yönetimiyle ilgili emirleri incelendiği zaman, valide sultanların devlet işlerinden uzak 'cahil' kişiler olmadıkları anlaşılır.

Turhan Sultan'ın sadrazama yazdığı emirlerden anlıyoruz ki, Valide Sultan; gemilerdeki topların ve kürekçilerin durumundan Mısır Hazinesi'nden gelen vergiye, asker maaşlarından Kırım Hanı tayinine, Eyüp'te çevreye zarar vermemesi için fişek atılmasının yasaklanmasından Üsküdar'ın eşkıyalardan temizlenmesine kadar, birçok devlet işine hakkıyla vakıftır. Turhan Sultan, emirlerinin uygulanmasında aksaklık olduğunda, ilgilileri, "Kılıç ortaya çıkmadan kul taifesi iş yapmaz" diye tehdit dahi etmiştir.


Avrupa'nın Harem'e bakışı

Avrupalılar için, Harem her zaman ilgi uyandıran esrarengiz ve hayalleri süsleyen bir kurum, bir mekan olmuştur. Batılılar, haremle ilgili cinsel hayaller kurmuşlar ve yüzlerce hayali 'harem kitabı' kaleme alınmıştır. Üst düzey devlet görevlilerinin bile girmelerinin mümkün olmadığı Harem'e Avrupalı Hıristiyanların girmeleri ve burada olup bitenleri görmeleri, hayal bile edilemezdi.

Buna rağmen Avrupalılar, Harem'e ilişkin birçok hayali bilgiyi kitaplarında anlatırlar. Örneğin, XVII. Yüzyıl'da İngiliz Elçiliği Katibi Rycaut, padişahın geceyi geçireceği cariyeyi seçmek için, iki sıra halinde dizilmiş cariyelerin arasından geçerken, beğendiği güzelin önüne mendil bıraktığını söyler. Ancak bu bilgi, bir fanteziden ileri gitmez. Avrupalıların Harem'e ilişkin olarak yazdıkları, birkaç ciddiye alınır ilginç çalışma dışında, tamamen uydurmadır.
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Devletinde Son Dönem Fikir Hareketleri
Osmanlıcılık
İslâmcılık
Türkçülük
Garbcılık (Batıcılık)



19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu'nda, yaygın bir kanaata göre Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük, Meslekçilik ve Sosyalizm ana başlıkları altında toplanabilecek fikir akımları görülür. Bu akımların temsilcilerinin ortak noktası; İmparatorluğu içinde bulunduğu durumdan kurtarmak ve eski görkemli günlerdeki durumuna getirmek amacıyla çaba sarfetmiş olmalarıdır. Aynı gaye ile hareket eden bu fikir akımları, yönetim açısından farklılaştıkça birbirlerinden uzaklaşmış ve bazen de çatışma içine girmişlerdir. Buna rağmen bu dönemdeki fikirleri kesin çizgilerle birbirlerinden ayırmak çok zordur. Ancak düşünürlerinin etrafında toplandıkları yayın organları vasıtasıyla bir ayrıma gidilebilmektedir.

Osmanlıcılık

Osmanlıcılık, Osmanlı İmparatorluğu içindeki tüm etnik grupların üzerinde bir "Osmanlılık" duygusunu ve bu duyguya paralel olarak bir "Osmanlı Milletini" ortaya çıkararak Osmanlı Devleti'nin menfaatleri doğrultusunda gayret sarfetmelerini sağlamaya yönelik bir düşünce akımıdır. Bu düşüncenin savunulmaya başlandığı Tanzimat döneminde, İmparatorluk içindeki değişik etnik grupların Batı devletlerinin desteğini alarak bağımsızlığa yöneldikleri göz önüne alınırsa; Osmanlıcılık fikrini ileri süren devlet adamlarının bu yolla iç çekişmeleri yavaşlatmak ve dış baskıları da hafifletmeye çalıştıkları görülecektir.

Bir Osmanlı milleti oluşturma politikası Sultan II. Mahmut'un "Ben tebaamın Müslüman olanını camide, Hristiyan olanını kilisede, Yahudi olanını havrada farkederim. Aralarında başka bir güna fark yoktur. Cümlesi hakkındaki muhabbet ve adaletim kavidir ve hepsi gerçek evladımdır." diyordu. 1839'da ilan edilen "Gülhane Hattı Hümayunu"nda bu fikir prensip olarak da tespit edilmiş oldu. Dolayısıyla Osmanlıcılık fikrinin esas gelişimi dönemi de Tanzimat'tan sonradır. Ancak, Osmanlı devlet adamlarının bu tezlerini sistematik olarak savundukları söylenemez. Bununla birlikte; Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler, pek çok konuda birbirlerinden farklı düşünmelerine karşın; "Osmanlıcılık" fikrinin ana programı şu şekilde özetlenebilir: Bütün Osmanlılar hukuken eşittir. Hukuk ve hürriyetleri teminat altına alınır. Toplum zulümden kurtulup, ezel" ve beşer" olan adalete mazhar edilir. Bütün Osmanlı vatandaşları vatan sevgisi ile birleştirilir. Bu maksadın sağlanması için meşruti idareye getirilecektir. Bu maksatların elde edilmesi için şiddet yoluna baş vurulmaz, fitne çıkarılmaz ve ikna yoluyla çalışılır.

Dikkat çekici olan, İslamcıların ve Batıcılar'ın da Osmanlıcılığı savunuyor olmasıdır. Örneğin; Osmanlıcılığın gerekli bir politika olduğunu savunan İslamcı Süleyman Nazif "Cengiz Hastalığı" adlı makalesinde "Bizim damarlarımızda bugün hususi bir kan vardır ki o da Osmanlı kanıdır" derken; Batıcı Celal Nuri, Osmanlıcılığı eleştirenleri kınarken "...Bunun gibi Osmanlıcılık, yani anasırın müsavatı siyaseti de bırakılamaz. Böyle bir sakim (yanlış) politika milletleri herc-ü merc (altüst) edeceği gibi Avrupa'yı hususuyla bazı akvam-ı Osmaniye'ye hamilik eden düvel-i muazzamayı aleyhimize sevk eder..."der.

Yusuf Akçuraoğlu ise; Üç Tarz-ı Siyaset adındaki eserinde Osmanlıcılık fikrini gerçekçi bulmadığını "...muhtelif cins ve dine mensup olup şimdiye kadar birbirleriyle kavga ve savaştan hali kalmayan unsurların şimdiden sonra kaynaşmalarının mümkün olmadığı..." yolundaki sözleri ile ifade etti. Atatürk de Osmanlıcılık fikrinin uygulanamayacağını şu sözleri ile ortaya koymuştur: "...Osmanlı İmparatorluğu içindeki muhtelif kavimler hep milli akidelere sarılarak, milliyet mefküresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlardan yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık... Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak kendi benliğimize ve milletimize bu hürmeti gösterelim. Bilelim ki milli benliğini bulamayan milletler başka milletlerin şikarıdır. (ganimetidir)".

Osmanlıcılık fikrinin en önemli hedefleri Mithat Paşa ve arkadaşlarının da gayretleriyle 1876'da Kanun-ı Esasî'nin ilanıyla gerçekleşti. Fakat Osmanlıcılığın zaferi olarak görülen bu hareket uzun sürmedi. II. Abdülhamid'in, Osmanlıcılık fikrinin zararlı olduğu kanaatına varması; Meşrutiyet idaresine ara vermesi ve yeniden bütün yetkileri kendisinde toplayarak İslamcılık fikrini ön plana çıkarması ve özellikle toplumun temel nüvesini oluşturan Türklerin Osmanlıcılık fikrine sıcak bakmaması bu fikrin öneminin kaybolmasına sebep olmuştur.

İslâmcılık

İslamiyet, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundan başlamak üzere belirleyici bir etkiye sahip olmuştur. Fakat "İslamcılık" adıyla ortaya çıkan düşünce akımının amacı ve işlevi çok farklıdır.

Bir düşünce akımı kimliğiyle İslamcılığın tam olarak ne zaman başladığını söylemek mümkün değildir. İslamcılık, yoğun olarak II. Abdülhamid döneminde kendisi ve rakipleri tarafından tartışılmaya başlandı. II. Abdülhamid, İslamcılık politikasıyla hem Balkanlardaki "Panislavizm"i etkisiz duruma sokmak, hem de içeride siyasal rakiplerinin halk içindeki gücünü kırmak istiyordu. Fakat, zaman zaman aynı silah kendisine karşı da kullanıldı.

İslamcılara göre, Osmanlı İmparatorluğu'nda bir çöküş durumu vardı. Bunun sebebi, Batıcıların ileri sürdüğü gibi İslamiyet'ten kaynaklanmıyordu. Çünkü aslında İslamiyet bilime ve yeniliklere açık bir dindir. Demokrasi, meşruti rejim ve en geniş özgürlükler İslamiyet'in özünde vardır. Bu yüzden İslamcılar meşrutiyete karşı değillerdir. Ancak, rejimin memleket şartlarına uydurulması taraftarıdırlar.

Said Halim Paşa'ya göre İslamlaşmak demek; İslam'ın, itikad, ahlak, içtimaiyat ve siyaset sistemini daima zaman ve muhitin ihtiyacına en muvafık bir surette tefsir ve bunlara uymaktır.

İslamcılar çoğunlukla "Sırat-el-mustakim", "Sebilürreşat" ve "Beyan-ul hakim" gibi dergilerin etrafında toplandılar ve yazıları ile devletin çöküş sebebini arayıp kurtuluş yollarını önerdiler. Akımın önemli temsilcilerinden M. Şemsettin Günaltay'a göre, çöküşün sebebi Cinci Hoca, Seyyit Mustafa gibi dar görüşlü kafalardaki adamlardır. Bunların yerine ilimli, çağdaş düşünce ile silahlanmış bir İslamcılığın kurtarıcı olabileceğini savunur. Kalkınmanın metot ve bilgi işi de olduğunu belirten Günaltay, "cahil gericilikle cahil ilericilik" arasında zarar bakımından hiçbir fark görmez. Bu nedenle "her şeyden önce küflü kafalar yıkanmalıdır" der.

İslamcılar, Batı'nın Osmanlı Devleti'nden ileride olduğunu kabul etmişlerdi. Bu yüzden Batı'nın teknik ilericiliğinin alınmasının şart olduğunu savundular. Buna karşılık ahlak ve maneviyat bakımından zayıf olduğunu ileri sürüp Batı taklitçiliğine karşı çıktılar. Şemsettin Günaltay, "Avrupa yalnız kendisini düşünür. Amacı başka ülkeleri sömürmektir. Avrupa'dan merhamet beklemek boşunadır. Kendimiz uyanalım" der.

Çareyi millette bulan İslamcılardan biri de Mehmet Akif'tir. O da Batı'nın teknolojik üstünlüğünü kabul eder. Batı tekniğinin alınmasını isterken taklitçiliği reddeder; "...Dini taklit, adetleri taklit, kıyafeti taklit, selamı taklit, kelamı taklit hülasa her şeyi taklit bir milletin fertleri de insan taklidi demektir ki, kabil değil gerçek bir sosyal topluluk vücuda getiremez, binaenaleyh yaşayamaz..."der.

Milletlerarası politika alanında Batı'nın Osmanlı İmparatorluğu ve diğer Müslüman ülkelere uyguladığı zorba politikaları engellemenin tek yolu olarak "İttihad-ı İslam"ı görürler. Ancak böyle bir birleşmenin kısa sürede başarılmasının mümkün olmadığını da bilirler. Diğer düşünce akımlarından Batıcıları, körü körüne bir taklitçilik peşinde olduğu için tenkid ederler. Başlangıçta Osmanlıcılığa olumlu bakmalarına karşın Balkan Savaşı'ndan sonra bu konudaki düşüncelerini değiştirirler

Sonuç olarak, İslamcılık akımı Osmanlı İmparatorluğu'nun, bu metotla önce kendi birliğini ardından bütün İslam dünyasının kurtuluşunu İslamcı rönesans formülüne bağlamıştı. Bu memleketlerin yeniden kalkınmaları ve yükselmeleri ancak ve ancak İslamlaşmakla mümkündü.

Türkçülük

Türkçülük diğer akımlara oranla daha geç ortaya çıkmasına karşılık Milli Mücadele'nin başarıya ulaştırılması ve Cumhuriyetin örgütlenmesinde rol oynayan en önemli akımdır.

Yusuf Akçura, Türkçülük akımının başlangıcını, Mustafa Celaleddin Paşa'nın 1869'da Sultan Abdülaziz'e sunduğu bir kitaba kadar geri götürmektedir. Fakat, ilk defa sosyolojik bir metotla, eksik, çekingen ve dağınık fikirlerin toplanması ve bir sistem haline getirilmesi II. Meşrutiyet döneminde sağlanmıştır. Kasım 1908'de Rusya'dan kaçarak İstanbul'a gelen bazı Türkçülerin kurdukları "Türk Derneği" bu akımın beşiği olmuştur. Türk Derneği'nin kendi kendisini kapatmasından sonra Türkçüler bu kez Ağustos 1911'de kurulan "Türk Yurdu Cemiyet"inde toplanmaya başladılar. Fakat Türkçülüğün asıl örgütlenmesi bu derneğin de kendisini feshederek Asker" Tıbbiyelerin öncülüğünde 3 Temmuz 1911'de kurulan "Türk Ocağı" derneğinde gerçekleşti. Derneğin resmi kurucuları şair Mehmet Emin (Yurdakul), Ağaoğlu Ahmet ve Dr. Fuat Sabit (veznedar) Beylerdir. Balkan Harbi'nden sonra seçilen yönetim kurulunda Hamdullah Suphi Tanrıöver (Reis), Akçuraoğlu Yusuf (İkinci Reis), Halis Turgut, Hüseyin Ragıp, Dr. Akil Muhtar (Özden) ve Dr. Hüseyin Ertuğrul Beylerden oluşmaktadır.

Özellikle Balkan Savaşı'ndan sonra Osmanlıcılık akımının başarısız olmasıyla ortaya çıkan ideal boşluğunu dolduran Türkçülük akımının amacını genel hatları ile şu şekilde özetlemek mümkündür: Osmanlı bayrağı altında bilinçsiz bir şekilde yaşayan Türkleri milli bir duygu ile bilinçlendirmek, milliyetini idrak ettirmek. Türk milletini İslam beynelmilliyetine kuvvetli bir unsur olarak yeniden sokmak. Aynı zamanda sarsılmış olan Osmanlı Saltanatı'nın dayanaklarını yeniden kuvvetlendirmek. Modernleşmek. Ancak körü körüne bir Batı taklitçiliği içine girmemek, özellikle Tanzimat kafasının Türk toplumunu özünden uzaklaştırma hususunda büyük zararları olmuştur. Bu yüzden, Batılılaşmanın ilk şartı olarak millet haline gelmek ilkesi görülmüştür. Bu aşamadan sonra, Türk milletini Batı medeniyeti camiası içinde durmadan ilerleyen, hiçbir milletten geri kalmayan bir seviyeye yükseltmektir. Bu noktada Batı medeniyetine dahil olmak, milletlerarası hayat içinde yaşamaktır. Milli hüviyetinden ve şahsiye-tinden taviz vermek değildir.

Siyasal amaçlara ulaşabilmek için, millî bir iktisadi politikanın izlenmesi ve özellikle kapitülasyonlardan kurtulmak gerekmektedir. Bu yüzden Ziya Gökalp, Tekin Alp gibi yazarlar "Türk Yurdu", "İktisadiyat Mecmuası" gibi dergilerde "Millet Nedir? Millî İktisat Neden İbarettir"; "İktisad-ı Millî; "Milli İktisada Doğru" vb. yazılar yazarak kamuoyunu aydınlatmaya çalıştılar.

Siyasal bağımsızlığın sağlanması için, önce kültürel bağımsızlığın sağlanması gerektiğini ifade ettiler. Dilde sadeleşmeye, tarih bilincini aşılamaya çalıştılar. Bu hususta Mehmet Emin Bey'in "Cenge Giderken" adındaki şiiri;

"Ne mutlu bana ki Türk yaratıldım

Gönlümün en yüksek gururudur bu

Ne esir edildim, ne de satıldım

Türk benliği, Türk şuurudur bu"

Hem kolay anlaşılır bir dilde oluşu, hem de Türklüğü övüşü itibarı ile dikkat çekicidir.

Bütün bunların gerçekleştirilmesinden sonra Türkçülük akımının son amacı; "Asya'da birbirine bitişik olarak yayılmış olan Türk illerini Osmanlı bayrağının gölgesinde toplayarak büyük ve kuvvetli bir "İLHANLIK" teşkil etmektir. Ziya Gökalp "Turan" adındaki şiirinde Türkçülük akımının bu amacını şöyle açıklar.

Vatan ne Türkiye'dir. Türklere, ne Türkistan

Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir; TURAN.

Sonuç olarak Türkçüler için Osmanlı ancak siyasî bir organizasyondur. Sosyal bir gerçeğin adı değildir. Öyleyse bu organizasyonu sağlam bir sisteme oturtmak gerekmektedir. Balkan Savaşları, gayrimüslimlerin ayrılmasını sağlamıştır. Ortadoğu'da Araplar kendi organizasyonları ile meşguldür. O halde devlet ancak Türk milletini bilinçlendirip güçlendirmekle kurtarılabilir. Bu ideal Millî Mücadele ile gerçekleşecektir.

Garbcılık (Batıcılık)

Tanzimat'tan sonra devleti kurtarmak ve modernleştirmek yolunda ortaya çıkan fikir akımlarından biri de Garpçılıktır. Fikrin kökenini ıslahat faaliyetlerinin başlangıcı ile bütünleştirmek mümkündür. Bu yüzden, I. Meşrutiyet'e gelinceye kadar Batılaşma hareketinin önderleri, ya padişahların bizzat kendileri ya da onların desteklediği devlet adamlarıdır. Durum böyle olunca, hareketin kapsamı Gülhane Hatt-ı Hümayunu gibi hükümdarla tebaa arasındaki münasebetlerin yeni hukuk esaslarına göre ayarlanmasından ibaret kaldı. Bunun en önemli sebebi de Osmanlılar ve Avrupalıların karşılıklı siyasî ve sosyal münasebetlerinde, inanç ve kültür farklılığının mevcudiyeti ve Osmanlı Müslüman toplumunun kendisini kültürel bakımdan Avrupalılardan üstün saymasıydı.

I. Meşrutiyet, Batılılaşma hareketlerinde bir dönüm noktasını teşkil eder. Bu akımın etrafında toplananlar, fikirlerini çoğunlukla "İçtihad" dergisinde ortaya atarlar. Ancak, Garpçıların da kendi aralarında tam bir fikir birliği içinde oldukları söylenemez. Gerilemenin bir dizi gerekçeleri arasında "aydınları" baş sorumlu tutmaları ve "kendisine nur verilmeyenden nur istemeye hakkımız yoktur" ifadeleri dikkat çekicidir. Bununla birlikte iyimserdirler. Uçurumun kenarına gelmiş tek İslam Devleti'nin her şeye rağmen kalkınabileceğine inanmışlardır. Bir şartla ki, sosyal inkılap yapılsın. Bu ilmî bir metotla olabilir.

Batıcılara göre Osmanlı Devleti'nin en büyük problemi Batılı olmamaktan kaynaklanmaktadır. Dolayısı ile tek kuruluş yolu vardır o da bu yüzyılın fikir ve ihtiyaçlarına uygun medenî bir devlet ve millet halini almaktır. Yani ilmî manasıyla "Garplılaşmaktır" "Nur ondadır." Ona gitmek mecburidir. "Çünkü ikinci bir medeniyet yoktur." Batıcılar bu noktada ikiye ayrıldılar. Batı'nın bir bütün olduğunu gülü ve dikeni ile benimsenmesini savunan Abdullah Cevdet ve arkadaşları birinci grubu oluşturur. Bu noktada Abdullah Cevdet Batıyla çatışmayı "Bal kabağının Krupp güllesiyle çarpışması" olarak değerlendirir ve tatlı fakat boş bir hayal olduğunu ifade eder.

İkinci grubu oluşturan Celal Nuri ve arkadaşları ise Batının yalnız teknolojisinin alınması gerektiğini, Osmanlı Devleti hakkında düşmanca duygular besleyen Batıya kültürel açıdan karşı çıkılmasının kaçınılmaz olduğunu savunur.

Batıcıların belli başlı tezlerini şu şekilde özetlemek mümkündür.

Batılaşmak, yani Batı devletlerine benzer bir hale gelmek kaçınılmazdır.

İmparatorluğun gelişmesine ve ilerlemesine din, tek başına bir engel değildir. Fakat İslamiyet'in yanlış yorumlanması ve bir dizi batıl itikatların gelişmesi kalkınmaya engel olmaktadır.

Özel teşebbüsün desteklenmesi gerekmektedir.

Batıcılar "İttihad-ı Anasır" yani Osmanlı birliğine taraftardırlar. Bu anlamda Tanzimat ve Tanzimatçılığı savunmaktadırlar.

Bu görüşlerin yanı sıra Batıcılar o dönem için radikal diyebileceğimiz fikirleri de savunmaktadırlar. Bunların arasında padişahın tek eşli olması, fes'in atılarak şapkanın benimsenmesi, kadınların diledikleri tarzda giyinmelerine ve dolaşmalarına izin verilmesi, mevcut alfabenin atılarak Latin harflerinin kabul edilmesi, okuyuculuk, üfürücülük, falcılık vb. davranışların yasaklanması, medreselerin kapatılarak batı kolejleri tipinde okulların açılması, birer tembellik yuvası olan tekke ve zaviyelerin kapatılması.

Batıcılık düşüncesini savunanlar siyasî partilerden doğrudan destek görmediler. Ancak, fikirlerinin önemli bir kısmı Cumhuriyet'in ilanından sonra uygulama alanı buldu.

Osmanlı İmparatorluğu'nda II. Meşrutiyetin ilanından itibaren başlayan özgürlükçü hava içinde çeşitli siyasal düşünce ve eylemlerin yanında "Sosyalizm"düşüncesi de gündeme geldi. Ancak son derece zayıf bir akım olarak kaldı. Parti, 1908 yılı sonundaki grev hareketleri ve 1909 yılında parlamento da uzun tartışmalara sebep olan "işçi sendikaları" tartışmalarından sonra Eylül 1910'da "Osmanlı Sosyalist Fır-kası" adı ile kuruldu. Parti, beyannamesinde "Sosyalizm"in Osmanlı İmparatorluğu'nda uygulamasını istemiştir. Gerek beyanname ve gerekse parti programındaki fikirler sosyalizmin klasik açıklamalarından öteye gitmemiştir.

Osmanlı Sosyalistleri fikirlerini partinin kuruluşundan önce şubat 1910'da Hüseyin Hilmi (Sosyalist Hilmi) tarafından çıkarılmaya başlanan "İştirak" dergisinde açıklamışlardır. Ayrıca çok şikayetçi oldukları "basın hürriyetinin" fena uygulanması yüzünden kısa ömürlü olan günlük gazeteleri de vardı.

Parti, işçi meselelerinin tartışılması üzerinde kurulmasına rağmen; partinin parlamento içinde işçi sorunları, ya da sosyalist düşüncelerin tartışılması gibi konularda hiçbir katkısı olmadı. Bunun belki de en önemli sebebi, partinin milletvekilinin bulunmaması ve parlamentodan da partiye hiçbir katılımın olmamasıdır.

Osmanlı sosyalistleri insicamlı ve devamlı olmayan fikirleri içinde Batılaşma meselesini sosyalizmin gerçekleşmesine bağlamıştır. Bu bakımdan, iki devrelik bir program teklif ettikleri görülmektedir. Birinci devre siyasidir. Diğer devrenin ise sosyalist olması gerekir. Siyasi devre 10 Temmuz 1908'de meşrutiyetle gerçekleşmiştir. Bu devrede kısa açıklamalar yapan sosyalistler ihtilâlci ve savaşçı düşüncelerini ortaya koymaktan çekinmediler. "10 Temmuz hürriyeti gerçi harben...feth olunmadı, alındı." Osmanlı sosyalistlerine göre "Hürriyet ancak harp ve darp ile" büyük fedakarlıklarla, "parça parça feth olunur". Bu bakımdan 10 Temmuz sosyalist bir hareket değildir. O halde yeni bir devrime gerek vardır. Ancak, devrimden sonra nasıl bir uygulamaya geçileceği ya da toplum refahının arttırılacağı konusunda her hangi bir çözüm yolu önermemiştir. çünkü, yeterli bilgi birikimi, kadrosu ve alt yapısı yoktur.
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Padişah Eşleri
I. Osman
1- Mal Hatun; Anadolu Selçuklu Veziri Ömer Abdülaziz Bey'in kızı ve Orhan Gazi'nin Annesi
2- Rabi'a Bala Hatun; Şeyh Edebalı'nın kızı ve Şehzade Alaaddin'in annesi

Orhan
1- Nilüfer Hatun; Yarhisar Tekfurunun kızı ve I. Murad ve Şehzade Kasım'ın Annesi. Eski adı Holofiro
2- Asporça Hatun; Bizans İmparatoru'nun kızı ve Şehzade İbrahim'in Fatma Hatun'un annesi.
3- Theodora Hatun; Şehzade Halil'in annesi ve İmparator kızı.
4- Eftandise Hatun; Mahmud Alp'in kızıdır.

I. Murad
1- Gülçiçek Hatun; Yıldırım Bayezid'in ve Yahşi Bey'in Annesi
2- Marya Thamara Hatun; Bulgar Kralı'nın kızı
3- Paşa Melek Hatun; Kızıl Murad Bey'in kızı
4- Fülane Hatun; Candaroğullarından bir beyin kızı
5- Fülane Hatun; Bulgar Beyinin kızı

I. Bayezid
1- Germiyanoğlu Devlet Şah Hatun; İsa, Mustafa ve Musa'nın annesi
2- Devlet Hatun; Yine Germiyenoğlu olduğu söylenen ve Sultan Mehmed Çelebi'nin annesi ve ilk Valide Sultan
3- Hafsa Hatun; Aydınoğlu İsa Bey'in kızı
4- Sultan Hatun; Dulkadiroğlu Süleyman Şah'ın kızı
5- Marya Olivera Despina Hatun; Sırbistan Kralı Lazar'ın kızı

I. Mehmed
1- Şeh-zade Kumru Hatun; Amasyalı bir Paşa'nın torunu
2- Emine Hatun; Dulkadiroğlu Mehmed Bey'in kızı ve II. Murad'ın annesi

II. Murad
1- Dulkadiroğlu Alime Hatun
2- Yeni Hatun; Amasyalı Mahmud Bey'in kızı
3- Hüma Hatun; Abdullah isimli bir şahsın kızı ve Fatih'in Annesi. Fatih'in annesinin devşirme olduğu nakledilmektedir. Ancak müslüman olduğu kesindir ve hele Ortodoks olan Mara Hatun ile Fatih'in üvey annelik dışında alakası yoktur.
4- Tacünnisa Hatice Halime Hatun; Candaroğlu İsfendiyar Bey'in kızıdır.
5- Mara Hatun; Çocuksuz ve ortodoks olarak ölen ve Fatih'in üvey annesi olan bu kadın Sırbistan Despotu Corc Bronkoviç'in kızı

II. Mehmed
1- Gülbahar Hatun; II. Bayezid ile Gevher Sultan'ın annesi
2- Gülşah Hatun; Karamanoğullarından İbrahim Bey'in kızıdır.
3- Sitti Mükrime Hatun; Dulkadiroğlu Süleyman Bey'in kızıdır.
4- Çiçek Hatun; Türkmen Beyi kızıdır.
5- Helene Hatun; Mora Despotu Demetrus'un kızıdır.
6- Anna Hatun; Trabzon İmparatoru'nun kızıdır; evlilikleri kısa sürmüştür.
7- Alexias Hatun; Bizans Prenseslerindendir.
II. Bayezid
1- Nigar Hatun; Şehzade Korkut ile Fatma Sultan'ın annesi ve Abdullah Vehbi kızı
2- Şirin Hatun; Abdullah kızı ve Şehzade Abdullah'ın annesi
3- Gülruh Hatun; Abdülhayy kızı ve Alemşah ile Kamer Sultan'ın annesi
4- Bülbül Hatun; Abdullah kızı ve Şehzade Ahmed ile Hundi Sultan'ın annesi
5- Hüsnüşah Hatun; Karamanoğlu Nasuh Bey'in kızı
6- Gülbahar Hatun; Abdüssamed kızı ve muhtemelenYavuz'un annesi
7- Ferahşad Hatun; Kefe Sancak Beyi Mehmed'in annesi
8- Ayşe Hatun; Dulkadiroğlu Alaaüddevle Bozkurd Bey'in kızı ve bir görüşe göre Yavuz'un annesi

I. Selim
1- Ayşe Hatun; Mengli Giray I'in kızı ve Beyhan ile Şah Sultan'ın annesi
2- Ayşe Hafsa Hatun; Kanuni, Hatice, Fatma ve Hafsa Sultanların annesi

I. Süleyman
1- Hürrem Haseki Sultan; Kanuni'nin nikah aldığı ve aslen Ukran bir Ortodoks rahibin kızı yahut Fransız veya İtalyan olduğu hususunda iddialar bulunan cariyedir. Şehzade Mehmed ve II. Selim'in annesi
2- Mahidevran Kadın; Abdullah kızı ve Şehzade Mahmud'un annesi
3- Gülfem Hatun; Cariyelerden ve Şehzade Murad'ın annesi
4- Fülane Hatun; Abdullah kızı ve Şehzade Mahmud'un annesi

II. Selim
1- Nurbanu Sultan; III. Murad'ın annesi ve İtalyan asıllı bir cariyedir.

III. Murad
1- Safiye Valide Sultan (Venedikli Baffo); III. Mehmed ile Ayşe Sultan'ın annesi ve cariye. Osmanlı hareminde devlet işlerine en çok müdahale eden Kadın Efendi.
2- Şems-i Ruhsar Haseki; Rukkiyye Sultan'ın annesi. Medine'de vakfı var.
3- Şah-i Huban Haseki
4- Naz-perver Haseki
III. Mehmed
1- Handan Valide Sultan; I. Ahmed'in annesi
2- Fülane Valide Sultan; Abaza asıllı ve I. Mıstafa validesi
3- Fülane Haseki; Şehzade Mahmud annesi
4- Fülane Haseki; Şehzade Selim annesi

I. Ahmed
1- Hatice Mahfiruz Sultan; Genç Osman'ın annesi
2- Kösem Sultan (Mahpeyker Sultan); IV. Murad'ın annesi ve Osmanlı Hareminin en namdar kadını
3- Fatma Haseki; Cariyelerdendir.

II. Osman
1- Akile (Rukiyye) Hanım; Şeyhülislam Esad Efendi'nin kızıdır ve hür kadınlardan nikah ile evlenilen nadir kadınlardandır.
2- Ayşe Hanım; Pertev Paşa'nın torunu

IV. Murad
1- Ayşe Haseki Sultan

İbrahim
1- Hatice Turhan (Tarhan) Valide Sultan; Rus asıllı bir cariyedir ve uzun yıllar naibe-i saltanatlık yapmıştır. IV. Mehmed'in annesidir.
2- Saliha Dil-aşub Valide Sultan; II. Süleyman'in annesi ve cariye. III. Haseki olduğu sanılıyor.
3- Hatice Muazzez Sultan; II. Haseki'dir ve II. Ahmed'in annesidir.
4- Hüma Şah Haseki Sultan (Telli Haseki); Sultan İbrahim'in en çok sevdiği Haseki'si. Nikah ile kadınlığa alındı.
5- Ayşe Sultan; 4. Haseki
6- Mah-i Enver Sultan; 5. Haseki
7- Şivekar Sultan; 6. Veya 7. Haseki

IV. Mehmed
1- Meh-pare Emetüllah Rabi'a Gülnuş Valide Sultan; Gülnuş Sultan diye bilinir. Girit'li bir ailenin kızıdır. II. Mustafa ve III. Ahmed'in annesidir.
2- Afife Kadın
3- Gülnar Kadın
4- Kaniye Haseki
5- Siyavuş Haseki

II. Süleyman
1- Hatice Haseki; Baş Kadın'dır
2- Behzat Haseki
3- İvaz Haseki
4- Sülün Haseki
5- Şeh-süvar Haseki
6- Zeyneb Haseki

II. Ahmed
1- Rabi'a Haseki Sultan; Haseki Sultan diye anılırdı.

II. Mustafa
Kadın Efendileri

1- Ali-cenab; Baş Haseki
2- Şeh-Süvar Valide Sultan; 4 Haseki ve III. Osman'ın annesi
3- Saliha Sebkati Valide Sultan; Cariyelerinden ve I. Mahmud'un annesi
4- Hüma Şah Haseki
5- Afife Haseki
6- Hatice Haseki

İkballeri

7- Hafsa Sultan; Üçüncü Haseki olduğu söyleniyorsa da Kadın Efendi olması kuvvetlemuhtemeldir.
8- Hanife Hatun; İkinci veya Üçüncü İkbaldir.
9- Fatma Şahin Hatun

III. Ahmed
Kadın Efendileri

1- Emetullah Baş Kadın; Baş Haseki
2- Rukıyye İkinci Kadın
3- Emine Mihrişah İkinci Kadın; III. Mustafa'nın annesi
4- Hatice İkinci Kadın
5- Rabi'a Şermi Kadın
6- Zeyneb Kadın
7- Emine Musall Kadın
8- Hanife Kadın
9- Gülşen Kadın
10- Ümmü Gülsüm Kadın
11- Hurrem Kadın
12- Meyli Kadın
13- Fatma Hüma Şah Kadın
14- Nijad Kadın
15- Nazife Kadın

İkballeri

16- Şayeste Sultan
17- Ayşe Hanım; İkinci veya üçüncü İkbaldir.
18- Hatem Hatun

I. Mahmud
Kadın Efendileri

1- Hace Ali-cenab Baş Kadın
2- Hace Ayşe Kadın
3- Hace Verd-i Naz Dördüncü Kadın
4- Hatice Rami Altıncı Haseki
5- Hatem İkinci Kadın
6- Raziye Kadın

İkballeri

7- Meyyase Hanım; Bai İkbal
8- Fehmi Hanım; İkinci İkbaldir.
9- Habbabe Hanım
10- Sırrı Hanım

III. Osman
Kadın Efendileri

1- Leyla Baş Kadın
2- Zevki Üçüncü Kadın
3- Ferhunde Emine Dördüncü Kadın
III. Mustafa
Kadın Efendileri

1- Avn'ül-Hayat Baş Kadın Efendi
2- Mihr-i Şah Valide Sultan; Baş Kadın Efendi ve III. Selim'in annesi
3- Rif'at İkinci Kadın Efendi
4- Ayşe Adil-şah Üçüncü Kadın Efendi
5- Fehmi Üçüncü Kadın Efendi
6- Binnaz Üçüncü Kadın Efendi
I. Abdülhamid
Kadın Efendileri

1- Ayşe Sine-perver Valide Sultan; IV. Mustafa'nın annesi ve IV. Kadınefendi
2- Nakş-ı Dil Valide Sultan; II. Mahmud'un annesi ve önce İkinci İkbal sonra Kadın Efendi
3- Hatice Ruh-şah Baş Kadın Efendi
4- Hüma Şah Baş Kadın Efendi
5- Ayşe Baş Kadın Efendi
6- Binnaz İkinci Kadın Efendi
7- Dilpezir Kadın Efendi
8- Mehtabe Dördüncü Kadın Efendi
9- Misl-i Na-yab Kadın Efendi
10- Mu'teber Kadın Efendi
11- Nevres Üçüncü Kadın Efendi
12- Fatma Şeb-safa Dördüncü Kadın Efendi
13- Mihrban Üçüncü Kadın Efendi

İkballeri

14- Nükhet-seza Hanımefendi; Baş İkbal
15- Ayşe Hanımefendi; İkinci İkbaldir.

III. Selim
Kadın Efendileri
1- Nef-i Zar Baş Kadın Efendi
2- Hüsn-i Mah Baş Kadın Efendi
3- Zib-i Fer İkinci Kadın Efendi
4- Afitab Üçüncü Kadın Efendi
5- Re'fet Dördüncü Kadın Efendi
6- Nur-i Şems Kadın Efendi
7- Gonca-nigar Kadın Efendi
8- Dem-hoş Kadın Efendi
9- Tab-ı Safa Üçüncü Kadın Efendi
10- Ayn-ı Safa Kadın Efendi
11- Mahbube Kadın Efendi

İkballer

12- Meryem Hanımefendi
13- Mihriban Hanımefendi
14- Fatma Fer-i cihan Hanım Efendi
IV. Mustafa
Kadın Efendileri

1- Şevr-i Nur Baş Kadın Efendi
2- Dil-pezir İkinci Kadın Efendi
3- Seyyare Üçüncü Kadın Efendi
4- Peyk-i Dil Dördüncü Kadın Efendi
II. Mahmud
Kadın Efendileri

1- Bezm-i Alem Valide Sultan; I. Abdülmecid'in annesi
2- Pertev-niyal (Nihal) Valide Sultan; Sultan Abdülaziz'in annesi ve Beşinci Kadın Efendi
3- Haciye Pertev-Piyale Nev-fidan Baş Kadın Efendi
4- Ali-cenab Baş Kadın Efendi
5- Fatma Baş Kadın Efendi
6- Aşub-i Can İkinci Kadın Efendi
7- Haciye Hoş-yar İkinci Kadın Efendi
8- Nurtab Dördüncü Kadın Efendi
9- Misl-i Na-yab İkinci Kadın Efendi
10- Perviz-felek Dördüncü Kadın Efendi
11- Vuslat Üçüncü Kadın Efendi
12- Zer-nigar Üçüncü Kadın Efendi
13- Ebr-i Reftar İkinci Kadın Efendi

İkballeri

14- Hüsn-i Melek Hanımefendi; Baş İkbal
15- Zeyn-i Felek Hanımefendi; İkinci İkbaldir.
16- Tiryal Hanımefendi; Üçüncü İkbal
17- Lebriz-Felek Hanımefendi; Dördüncü İkbal

I. Abdülmecid
Kadın Efendileri

1- Servet-seza Baş Kadın Efendi
2- Şevk-efza Valide Sultan; Sultan V. Murad'ın annesi ve İkinci Kadın Efendi
3- Hoş-yar İkinci Kadın Efendi
4- Tir-i Müjgan Valide Sultan; Üçüncü Kadın Efendi ve II. Abdülhamid'in annesi
5- Verd-i Cenan Üçüncü Kadın Efendi
6- Gül-cemal Dördüncü Kadın Efendi
7- Rahime Perestu Valide Sultan; Dördüncü Kadın Efendi ve II. Abdülhamid'in manevi annesi
8- Gülistu (Gülistan) Dördüncü Kadın Efendi
9- Düzd-i Dil Üçüncü Kadın Efendi
10- Bezmi (Bezmara)Altıncı Kadın Efendi
11- Mahitab Beşinci Kadın Efendi

İkballeri

12- Nalan-ı Dil Hanımefendi; Üçüncü İkbal.
13- Ceylan-yar Hanımefendi; İkinci ikbaldir.
14- Ayşe Ser-firaz Hanımefendi; İkinci İkbal. Sarayın adını batıran bir kadındır.
15- Nergis (Nergizu) Hanımefendi; Dördüncü İkbal
16- Navek-misal Hanımefendi; Dördüncü ikbal
17- Nesrin Hanımefendi; İkinci İkbal
18- Şayeste Hanımefendi; Dördüncü İkbal
19- Nükhet-seza Hnımefendi; Baş İkbal

Gözdeler

20- Yıldız Hanımefendi; 2. Gözde
21- Saf-derun Hanımefendi; 4. Gözde
22- Hüsn-i Cenan Hanımefendi; 3. Gözde

Abdülaziz
Kadın Efendileri

1- Dürr-i Nev Baş Kadın Efendi
2- Hayran-ı Dil İkinci Kadın Efendi
3- Eda-Dil İkinci Kadın Efendi
4- Neş'erek (Nesrin) Üçüncü Kadın Efendi
5- Gevheri Dördüncü Kadın Efendi

V. Murad
Kadın Efendileri

1- Elru Mevhibe Baş Kadın Efendi
2- Reftar-ı Dil İkinci Kadın Efendi
3- Şayan Üçüncü Kadın Efendi
4- Meyl-i Servet Dördüncü Kadın Efendi

İkballeri

5- Resan Hanımefendi; Baş İkbal
6- Cevher-riz Hanımefendi; İkinci İkbal
7- Nev-Dürr Hanımefendi; Üçüncü İkbal
8- Remiş-Naz Hanımefendi
9- Filiz-ten Hanımefendi

Gözdeler

10- Visal-i Nur Hanım; Gözde

II. Abdulhamid
Kadın Efendileri

1- Nazik-eda Baş Kadın Efendi
2- Bedr-i Felek Baş Kadın Efendi
3- Safi-naz Nur-efzun İkinci Kadın Efendi
4- Bidar İkinci Kadın Efendi
5- Dilpesend Üçüncü Kadın Efendi
6- Mezide Mestan Üçüncü Kadın Efendi
7- Emsal-i Nur Üçüncü Kadın Efendi
8- Ayşe Dest-i Zer Müşfika (Kayıhan) Dördüncü Kadın Efendi

İkballeri

9- Saz-kar Hanımefendi; Baş İkbal
10- Peyveste Hanımefendi; İkinci İkbal
11- Fatma Pesende Hanımefendi; Üçüncü İkbal
12- Behice (Maan) Hanımefendi; Dördüncü İkbal
13- Saliha Naciye Hanımefendi; Dördüncü İkbal

Gözdeler

14- Dürdane Hanım; Baş Gözde
15- Calibos Hanım; 2. Gözde
16- Nazlıyar Hanım; 3. Gözde

V. Mehmed Reşat
1- Kam-res Baş Kadın Efendi
2- Dürr-i And İkinci Kadın Efendi
3- Mihr-engiz İkinci Kadın Efendi
4- Naz-perver Üçüncü Kadın Efendi
5- Dil-firib Dördüncü Kadın Efendi

VI. Mehmed
Kadın Efendileri

1- Emine Nazik-eda Baş Kadın Efendi
2- Şadiye Meveddet İkinci Kadın Efendi
3- İnşirah Kadın Efendi
4- Nevvare Üçüncü Kadın Efendi
5- Ni'met Nev-zad Hanım Efendi
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanli Mezar Taşlarinin Dili
Başta İstanbul olmak üzere, cadde ve sokakları ile hâlâ Osmanlı kokan hangi şehre uğrasanız, yolların kıyılarında ilginç mezar taşlarına sahip mezarlıklar görürsünüz. Günümüzde olduğu gibi, bu mezarlıklar şehrin dışında değildir, bilâkis şehir ile iç içedir. Bu mezarlıklar birçok yabancı seyyahı şaşırtan hâliyle, şehrin en güzel yerlerine kurulmuştur.

osm_mezar_taslari2.jpg



Ünlü Fransız yazar ve seyyah Gerard de Nerval, İstanbul mezarlıkları hakkında şunları söylüyor: "Boğaz'da son derece güzel ve serin bir yerdeyiz. Buranın bir mezarlık olduğunu söylememe ihtiyaç yok sanırım. İstanbul'un bütün güzel yerleri, gezilecek ve zevk alınacak sahaları mezarlıklardır. Bakıyorsunuz yüksek ağaçların arasında, şuradan buradan güneş ışınlarının sızıp renklendirdiği, sıra sıra beyaz hayâletler var. Bunlar bir insan yüksekliğinde, mermerden yapılmış mezar taşlarıdır. Başları sarıklı, üzerleri yazılı mezar taşlarıdır. Sarığın biçimi, ölünün hayattayken işgal ettiği mevkii, sosyal seviyesini veya mezarın yapılış tarihini belli ediyor. Bazı mezar taşlarının başları koparılmış. Bu koparılmış olanların çoğu Yeniçeri mezarlarına ait. Kadınların mezarlarında da sütun taşlar var. Fakat bunlarda, baş yerinde gül veya demet şeklinde bir süs bulunuyor. Kabartma veya oyma şeklinde çiçeklerle süslenmişler."

Osmanlı mezarlıkları, çevrelerinde yaşayan insanlara sanki bu dünyanın geçiciliğini fısıldamaktadır. Osmanlı toplumunda hayat ölülerle o kadar iç içedir ki, insanlar evlerinin önündeki bahçeye, yahut her gün gittikleri caminin bir köşesine bile gömülebilmektedir. İstanbul Karacaahmet, Eyüp veya Edirnekapı Mezarlıklarının etrafındaki duvarlar, 1950'lerden sonra örülmüştür. Osmanlı genelinde mezarlıkları çevreleyen duvar yoktur. Herkes rahatlıkla bu mezarların arasından geçebilmekte, bilhassa hanımlar, çocukları ve komşuları ile müsait bir mezarlık sahasında, bir ikindi sohbeti yapabilmektedir. Bunlarla Osmanlı insanının hedeflediği şey, dünyanın geçiciliğini hatırlatan nasihati hep göz önünde tutmak ve öldükten sonra kendilerine dua edebilecek insanlara kendilerini daha iyi gösterebilmektir. Bu yüzdendir ki, Osmanlı mezarlıklarında mezar taşı yazıları çoğunlukla yola bakmaktadır. Karacaahmet mezarlığında olduğu şekliyle, eğer bir kişi kendisine, mezarlığın yol kenarına bakan kısmında bir yer bulamamışsa, asıl mezarı içeride olduğu halde, mezar taşının bir nümunesini yol kenarına diktirebiliyordu. Böylece yoldan geçenler, bu mezar taşlarını okuyabiliyor ve bu kişilere ismen dua edebiliyordu.

Osmanlı mezar taşları o kadar sanatlıdır ki, bu mezarlıkları birer açık hava müzesi olarak görebiliriz. Gerard de Nerval'in yukarıda belirttiği gibi, Osmanlı mezar taşlarının başlarındaki serpuşlardan, üzerlerindeki desenlere kadar birçok işaret, o mezarlarda yatanlar hakkında bize bilgi vermektedir.


Mezar taşının başında bir başlık varsa, bu bir erkeğe aittir. Hanımların mezar taşları ise, bir kadının incelik ve letâfetini en güzel şekilde ortaya koyan çiçeklerle süslüdür. Osmanlı hanımları günlük hayatta hotoz taktıkları için, hotoz başlıklı mezar taşları da görmek mümkündür. Bu hotozun altında, hanımların alınlarına yahut boyunlarına taktıkları altın sıralı kolye ve alınlıklar aynen mezar taşlarına işlenmiştir.

Günümüzde bir hanım, evlenmeden önce öldüğünde nasıl tabutunun üzerine duvak konuyorsa, Osmanlı'da da, genç yaşta, evlenemeden ölen bayanların mezar taşları duvak şeklinde yapılmakta, bu mezarların ayak taşına kırılmış bir gül goncası işlenmektedir. Bazı hanımların mezar taşlarında ise; yıldız şeklinde bir arma bulunmaktadır.

Hanımların mezar taşları bu şekilde gruplandırılırken, erkeklerin mezar taşları daha çeşitlidir. Çünkü erkeklerin mezar taşlarında bulunan başlıklar, mezar sahibinin meslek ve meşrebine göre yapılmaktadır. Bu mezar taşı başlıklarını kendi içlerinde en sâde şekliyle; sarıklı, kavuklu, başlıklı ve fesli olarak dörde ayırabiliriz. Erken dönem Osmanlı mezar taşlarında, sarıklı başlık hemen hiç görülmezdi. Sarıklı mezar taşlarının ilk örneklerinde, kalın ve yukarıdan aşağıya dilimli sarıklarda, içerideki başlığın sivri tepesi az da olsa görülürdü. Daha çok 16. yy'da kullanılan bu sarık çeşidini, Eyüp'te Sokullu Mehmet Paşa Türbesi'ndeki birçok mezar taşında görmek mümkündür. Mezar taşlarındaki sarıkların bir başka çeşidi ise, çapraz dilimli sarıklardır. Minyatürlerde, Çelebi Mehmet ve Fatih'in de giydiğini gördüğümüz bu sarık, kalın ve ensiz bir şekilde sarılmaktadır. Sarıklı mezar taşlarının son örneği olan kafes dilimli sarıklarda ise, içerideki başlık daha çok görülmektedir. Bu başlıklarda alttan itibaren yarısına kadar sarık kumaşı kafes oluşturacak şekilde çapraz sarılmaktadır. Bu tarz sarıkları daha çok müderrisler ve defter emini vb. vazifeliler giymektedir.


Osmanlı mezarlıklarında 17. yy sonrasında daha çok gördüğümüz diğer bir başlık çeşidi ise, kavuklardır. Normal hayatta dış yüzü çuhadan, içi bez astar ile kaplı ve arasına pamuk tepilen bu başlıkların üzerine, farklı desenler oluşturacak şekilde dikim yapılmaktadır. Kavukları, sarıklardan ayıran yegâne özellik, sarığın sarıldığı iç başlığın büyük bir kısmının görülebiliyor olmasıdır. Bu sebeple de, iç başlık bir hayli süslü olarak hazırlanmaktadır.

Kavuklu mezar taşlarının tipik örneklerinden biri, çubuk başlıklı olanlardır. İçeride bulunan başlıkta, yukarıdan aşağıya doğru kalın çizgiler bulunur, bunları daha çok orta dereceli memurlar giymekteydi. Bunun diğer çeşidinde ise, içerideki başlık baklava dilimlerine sahiptir.

Kavuklu mezar taşlarında, sarıkları yanlardan şişkinlik yapacak derecede olan bir tür vardır ki, bu tarz kavukları, daha çok saraylılar tercih ediyordu. Bunlar da kendi içlerinde, çubuk başlıklı ve kafes dilimli kavuklar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Surname adlı eser incelendiğinde birçok görevlinin bu tarz başlıklar taktıkları görülecektir
osm_mezar_taslari.jpg


Mezarlıklarda görülen en ihtişamlı kavuk, kallâvi kavuk dediğimiz büyük boyutlu, aşağıdan yukarıya daralan türdür. Kallâvi kavuklar, Osmanlı yönetiminde sadrazam, kubbealtı vezirleri ve kaptanı derya tarafından kullanılmaktaydı. İstanbul Vezneciler'de, Şehzadebaşı Camii yanında, kendi yaptırdığı Daru'l-Hadis'in hâziresinde yatan Nevşehirli Damat İbrahim Paşanın mezar taşı örnek gösterilebilir.

Mezar taşlarındaki başlıkların, kişilerin meslekleri yanında meşrepleri hakkında da bilgi vermesi, cemiyetteki hoşgörü ve inanca saygının bir ifadesiydi. Osmanlı toplumunda insanlar, inanç ve meşreplerine göre farklı başlıklar giyebiliyordu. Bir tekke veya zâviyede vazifeli şahıs, vazifesine uygun başlığı giyerken; farklı bir işle uğraşanlar ise, meşreplerini ortaya koyacak işaretleri mezar taşlarına yansıtıyordu. Meselâ Mevlevilerin uzun külâhları mezar taşlarına da yansırdı. İstanbul'daki Mevlevihânelerde yüzlerce külâhlı mezar taşı görülmektedir. Mevleviliğe bağlı olduğu halde başka bir mesleğe sahip kişiler ise, mezar taşlarında mesleği ile ilgili başlık taşırken, taşın karnına bir Mevlevi sikkesi kazıtabiliyordu.




Birçok tarikatin bu mânâda hususî işareti vardı. Meselâ; Nakşibendilerin mezar taşlarında, Nakşî yıldızı denen süslemeyi çokça görmek mümkündür. Süleymâniye'deki Nakşîlere ait mezar taşları, bunların en güzel örneklerindendir. Bazı meşrepler de vardı ki, kendilerini belli etmezdi. Bunların en meşhurları Melâmilerdir. Bir Melâmi, kendisine "başsız ayaksız" diyerek, mezar taşında kesinlikle başlık bulundurmazdı.

Osmanlı mezar taşlarında en çok görülen başlık türü festir. Kuzey Afrika'da bir hayli yaygın olan fes, İkinci Mahmud'un giyimde yenileşmeye gitmesi üzerine, Osmanlı halkı ve ordusu tarafından da kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönem sonrasında da, mezarlıklarda fesli mezar taşları görülmeye başlanmıştır. Bu taşlar kendi aralarında dörde ayrılır.

Fesli mezar taşlarının en ihtişamlıları, İkinci Mahmud döneminde kullanılan feslerdir ki, bunlara Mahmudî fes denmektedir. Bu feslerin üst kısımları alt kısımlarından daha genişti. Alışılmış fes tarzının dışında, birden fazla püskülü vardı. İkinci Mahmud'un, her yerinden püskül sarkan fes kullandığı bilinir. Feslerdeki püskül fazla olunca, çevrede püskül tarayan çocuklar ortaya çıkmıştı. Bu ilk kullanılan fesler sadece kırmızı değil, mavi de olabiliyordu.

İkinci Mahmud'un küçük oğlu Sultan Abdülaziz döneminde, üst kısmı gâyet dar ve basık, kısa fesler ortaya çıktı. Padişah da bu tarz fesi kullanınca, devrin modası haline geldi. Bu şekildeki feslere Azizî fes denir.

Sultan İkinci Abdülhamid döneminde, üst kısmı alt kısmından daha dar, fakat Azizî fese göre bir hayli yüksek fes çeşidi kullanılmış ve bu tip fese Hamîdî fes denmiştir.

Feslerin son bir çeşidi, üzerlerine yine sarık sarılan ve daha çok câmi hocalarının ve dervişlerin tercih ettiği tarzdır. Bugün de imamlar bu tarz başlıklar giymektedir.

Osmanlı mezar taşlarının en ilginçlerinden biri de lâhana başlı mezar taşlarıdır. Bu mezar taşlarının başlarında ve ayak taşlarında birer lâhana şekli bulunmaktadır. Çünkü burada yatan kişi, Osmanlı'nın meşhur takımlarından lâhanacıların ya bir üyesi veya üyesinin yakınıdır. Lâhanacıların ünü Çelebi Mehmet dönemine kadar gitmektedir. Padişah Amasya'da sancak beyliği yaparken, Amasyalı bir grup ile Merzifonlu bir grubun karşılaştığı cirit müsabakasını seyretmektedir. Amasyalılar lâhanaları meşhur olduğu için takımlarına lâhanacı, Merzifonlular da bamyalarından dolayı kendilerine bamyacı demişlerdir. Bu iki takımın adları unutulmaz, Osmanlı'nın sportif faaliyetlerinde takımlar bamyacı ve lâhanacı adlarını alır. Bu takımlardaki şahıslar öldüklerinde, mezar taşlarına bu amblemlerin konması âdet olmuştur.

osm_mezar_taslari1.jpg


Osmanlı mezarlıklarında yatan kişinin mesleğini, mezar taşının üzerindeki işaretlerden de anlamak mümkündür. Meselâ bir denizcinin mezar taşında; çapa, gemi direği ve yelken bezi; bir kâtibinkinde ise, hokka ve kalem görebilirsiniz.

Bu mezarlıklarda yazısız taşlar da vardır. Bunlar cellâtlara ait mezarlardır. Cellâtlar her ne kadar vazifelerini mahkeme kararına bağlı olarak yapsalar da, birileri tarafından bedduaya uğramamak için, mezar taşlarına isimlerini yazdırmıyorlardı.

Mezar taşları ile ilgili son bir teferruat, taşın yapıldığı dönemde kendisine nakşedilen bir hususiyetle değil; taşa sonradan verilen bir şekille ilgilidir. Osmanlı mezarlıklarında bazı mezar taşlarının başları kırıktır. Bu tarz mezar taşlarının çoğunluğu Yeniçeri mezarlarıdır. Üçüncü Murad döneminden sonra bozulmaya başlayan Yeniçeri Ocağı, İkinci Mahmud döneminde Vakayı Hayriye ile kaldırılmış, Yeniçerileri hatırlatan ne varsa tahrip edilmiştir. Bu tahripten, mezar taşları da nasiplenmiştir. Bugün İstanbul'da, Yeniçerilere ait sağlam mezar taşı görebileceğimiz çok az yer vardır. Bu yerlerden biri Üsküdar'daki Ayazma Camii'nin bahçesidir.

Görüldüğü üzere Osmanlılar, mezar taşlarında da kılı kırk yaran bir sanat örneği göstermiştir. Osmanlı mezar taşları, bir mezar taşı olmasının ötesinde, Osmanlı'nın hayat anlayışını ve mümince duruşunu gösterir. Ki bundan olsa gerek, sadece bu mezar taşlarını görüp İslâm'ı tercih edenler olmuştur. Mezar taşlarındaki incelik ve derinlik, Osmanlı'nın sadece savaşçı bir devlet olduğu iddiasını da çürütüyor.
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Sultanlarının Ölüm Sebebi, Tarihi ve Yeri
Sultan
Ölüm Tarihi ve Yeri
Ölüm Sebebi

Yukarıda Belirtilen Başlık Sırası İle Yazılmıştır!


I. Osman
1324-Söğüt
Felç/Nikris

Orhan
4.1360-?
Depresyon/Nikris

I. Murad
6.1389-Kosova
Suikast

I. Bayezid
10.03.1403-Akşehir
İntihar (Zehir)

I. Mehmed
26.5.1421-Edirne
Dizanteri/Zehir?

II. Murad
3.2.1451-Edirne
Felç

II. Mehmed
3.5.1481-Maltepe
Nikris/Zehir?

II. Bayezid

26.5.1512-Dimetoka
Depresyon/İntihar/Suikast?

I. Selim

22.9.1520-Çorlu
Kanser

I. Süleyman
7.9.1566-Sigetvar
Felç

II. Selim
15.12.1574-İstanbul
Çarpma

III. Murad

16.1.1595-İstanbul
Felç/Taş

III. Mehmed
22.12.1603-İstanbul
Depresyon/Felç

I. Ahmed
22.11.1617-İstanbul
Tifüs

I. Mustafa
20.1.1639-İstanbul
Zihinsel Hastalık

II. Osman
20.5.1622-İstanbul
İdam

IV. Murad
9.2.1640-İstanbul
Siroz

İbrahim
18.8.1648-İstanbul
İdam

IV. Mehmed
6.1.1693-Edirne
Nikris/Depresyon/Zehir?

II. Süleyman
22.6.1691-Edirne
Zayıflık

II. Ahmed
6.2.1695-Edirne
Zayıflık,Depresyon/Felç

II. Mustafa
29.12.1703-İstanbul
Zayıflık

III. Ahmed
1.7.1736-İstanbul
Genel/Zehir?

I
. Mahmud
14.12.1754-İstanbul
Felç

III. Osman
30.10.1757-İstanbul
Felç

III. Mustafa
21.1.1774-İstanbul
Kalp Yetmezliği

I. Abdülhamid
7.4.1789-İstanbul
Felç

III. Selim
28.7.1808-İstanbul
İdam

IV. Mustafa
16.11.1808-İstanbul
İdam

II. Mahmud
1.7.1839-İstanbul
Siroz

I. Abdülmecid
25.6.1861-İstanbul
Tüberküloz

Abdülaziz
4.6.1876-İstanbul
İntihar

V. Murad
29.8.1904-İstanbul
Diyabet

II. Abdülhamid

10.02.1918-İstanbul
Kalp Yetmezliği

V. Mehmed
2.7.1918-İstanbul
Kalp Yetmezliği

VI. Mehmed
15.5.1926-San Remo
Kalp Yetmezliği

II. Abdülmecid
8.1944-Paris
Kalp Yetmezliği
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

İLK OSMANLI KANUNU

Oğlu Orhan'a, "Gönül kerestesiyle bir Yenişehir ve pazar yap" diye vasiyet eden Osman Gazi, Yenişehir'in alınmasından sonra orada kurulan Pazar yerini dolaşıyordu ki, Germiyan taraflarından gelen bir adam yanına gelerek şöyle seslendi:

"- Beyim, beyim! Yenişehir'in pazar bac'ını bana satın!.."

Osman Bey şaşırmıştı; sordu:

"- Bac nedir be adam?"

"- Yani ki beyim, pazara her kim mal getirirse ondan akçe alayım!.."

"- Pazara gelenlerden alacağın mı vardır ki onlardan akçe alacaksın?"

"- Beyim! Bu töredir ki, ezelden beri bütün ülkelerde böyledir. Ben alır size veririm, siz de emeğimin karşılığını bana verirsiniz!"

"- Bir kişinin kazandığı başkasının olur mu be adam? Ben onun malına ne koydum ki akçesini alayım? Var git yanımdan da zararım dokunmasın!"

Adam yardım uman bakışlarla etrafındakileri süzerken onlar durumu Osman Bey'e anlattılar. Günümüzde belediyelerin pazarcılardan "işgaliye bedeli" adıyla aldıkları vergi o zamanlarda da alınıyordu ve Osman Bey'in başına gelen bu olay konuyla ilgili bir kanunun çıkmasına sebep oldu:

"Pazara bir yük getirip satan herkes iki akçe versin. Satamazsa, bir şey vermesin!"

Osmanlılarda, atlı askerlere mülk olarak arazi veriliyordu ve bu araziye "Tımar" deniyordu. Tımar sahipleri belli sayıda asker beslemek ve savaş zamanlarında askerleriyle birlikte orduya katılmak zorundaydılar. Daha sonra, yukarıda sözünü ettiğimiz kanun maddesine, tımarla ilgili olarak şöyle bir hüküm eklendi: "Ve dahi her kimse tımar versem, elinden sebepsiz yere alınmaya. O kişi ölürse, tımarı oğluna sefere gidecek yaşa gelene kadar... Ve her kim bu kanuna uyarsa, Allah ondan razı olsun
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı İmparatorluğu'nun Türkiye Dışındaki Mimari Yapıları
Dış İşleri Bakanlığı'nın "Türkiye Dışındaki Osmanlı Mimari Yapıtları" adlı yayınından faydalanılmıştır.

Arnavutluk - Akçahisar

Kale mahallesinde bir ev
outosmanlimimariarnavutlukakca.jpg


Arnavutluk- Avlonya

Muradiye Camii
outosmanlimimariarnavutlukakca.jpg


Arnavutluk - Belgrad

Bekarlar Camii
outosmanlimimariarnavutlukakca1.jpg


Arnavutluk- Ergiri

Palorto Mahallesi
outosmanlimimariarnavutlukakca1.jpg


Arnavutluk - İskodra

Kir nehri üzerinde köprü
outosmanlimimariarnavutlukakca2.jpg


Arnavutluk - Tiran

Ethem Bey Camii
outosmanlimimariarnavutluktira.jpg


Bosna Hersek- Banya Luka

Yeni Camii
outosmanlimimariyugoslavyabany.jpg


Bosna Hersek - Bılagay

Tekke
outosmanlimimariyugoslavyabany.jpg


Bosna Hersek - Mostar

Köprü
outosmanlimimariyugoslavyabany1.jpg


Evler
outosmanlimimariyugoslavyamost.jpg


Bosna Hersek - Saray Bosna
Gazi Hüsrev Bey Camii
outosmanlimimariyugoslavyasara.jpg


Gazi Hüsrev Bey hanı
outosmanlimimariyugoslavyasara1.jpg


Bulgaristan - Cebel

Cami
outosmanlimimaribulgaristanceb.jpg


Bulgaristan - Ruscuk

Seyyid Mustafa Paşa Camii
outosmanlimimaribulgaristanrus.jpg


Bulgaristan- Silistre

outosmanlimimaribulgaristanrus.jpg


Bulgaristan - Sofya

Seyfullah Efendi Camii
outosmanlimimaribulgaristansof.jpg


Cezayir

Beylerbeyi Sarayı
outosmanlimimaricezayircezayir.jpg


Keçiova Camii
outosmanlimimaricezayircezayir1.jpg


Irak - Bağdat

İmam-ı Azam Külliyesi
outosmanlimimariirakbagdat12fd.jpg


Saray Camii Minaresi
outosmanlimimariirakbagdat24hx.jpg

Saat kulesi
outosmanlimimariirakbagdat68ov.jpg


Kara Ömer Camii
outosmanlimimariirakmusul15bf.jpg


İdadi
outosmanlimimariirakmusul27iw.jpg


İsrail, Kudüs ve çevresi - Akka

El-Umdan Hanı
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Türk çarşısı
outosmanlimimariisgalakka24au.jpg


Müze
outosmanlimimariisgalkudus18be.jpg


Kubbet-ül Sahra
outosmanlimimariisgalkudus17gd.jpg


Altın Kapı
kudusaltinkapi28hq.jpg


Libya - Trablusgarp

Karamanlı Ahmet Paşa Camii
outosmanlimimarilibyatrablursg.jpg


Karamanlı kalesi
outosmanlimimarilibyatrablursg1.jpg


Lübnan - Beyrut

Baabda sarayı
outosmanlimimarilubnanbeyrut15.jpg


Cuniye Sarayı
beyrutcuniye28nd.jpg


Sultan Abdülhamit Çeşmesi


Ceyde Sarayı
beyrutceyde21se.jpg


Lübnan - Trablus

El-Tel saat kulesi
outosmanlimimarilubnantrablus1.jpg


Büyük Mansuri Camii
trablusbmansuri27fj.jpg


Macaristan - Budin

Gül Baba Türbesi
outosmanlimimarimacaristanbudi.jpg



Macaristan- Peçevi

Yakovalı Hasan Paşa Camii
peceviyhasancami21ik.jpg


Makedonya Cumhuriyeti - Debre

Tekke Camii
outosmanlimimariyugoslavyadebr.jpg


Keçi köprüsü
outosmanlimimariyugoslavyakalk.jpg

Alaca Camii
outosmanlimimariyugoslavyakalk.jpg


Makedonya Cumhuriyeti - Ohri

outosmanlimimariyugoslavyaohri.jpg


Yahya Paşa Camii
outosmanlimimariyugoslavyausku.jpg


Mısır - Kahire

Mahmut Paşa Camii
outosmanlimimarimisirkahire19h.jpg


Melike Safiye Camii
outosmanlimimarimisirkahire29v.jpg


Bab el Azap
outosmanlimimarimisirkahire58j.jpg


Mehmed Ali Camii
outosmanlimimarimisirkahire61j.jpg


Sinan Paşa Camii
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Romanya

Küçük Tatlıcak Camii
outosmanlimimariromanyadulcest.jpg


Mestan Ağa Camii
outosmanlimimariromanyamacin16.jpg

Suriye-Şam
sırasıyla...
Şeyh Muhiddin el Arabi Camii
Hamidiye çarşısı
Hamidiye kışlası
Merce Anıtı
Esad Paşa Camii

outosmanlimimarisudansam15el.jpg
outosmanlimimarisudansam25tt.jpg
outosmanlimimarisudansam32jl.jpg
outosmanlimimarisudansam44hh.jpg
samepasahan23ow.jpg


Guraba Hastanesi
samguraba27xh.jpg

Hukuk Mektebi
samhmektep26vc.jpg

Suudi Arabistan - Medine

sırasıyla...
Harem-i Şerif
Mimar Mescidi
Anberiya Tren İstasyonu
Anberiye Mescidi

outosmanlimimarisuidimedine18d.jpg

outosmanlimimarisuidimedine24o.jpg

outosmanlimimarisuidimedine36z.jpg

medineanberiye24ik.jpg


Tunus

Dayı Yusuf Camii
outosmanlimimaritunustunus11mm.jpg

Hammuda Paşa Camii
outosmanlimimaritunustunus38th.jpg

Sidi Mahrez Camii
outosmanlimimaritunustunus42ff.jpg


Ürdün

El Cize kalesi
outosmanlimimariurdunurdun13mx.jpg


Zarka kalesi
outosmanlimimariurdunurdun33nf.jpg


Yemen - San'a

Surlar
a14vn.jpg

Bekir Camii
a28ye.jpg


Kışla Camii

a46sj.jpg


Yugoslavya Federal Cumhuriyeti - Belgrad

belgrad kalesi
outosmanlimimariyugoslavyabelg.jpg


Bağ evi
outosmanlimimariyugoslavyaipek.jpg


Yunanistan

Atina

Fethiye Camii
outosmanlimimariyunanistanatin.jpg


Mustafa Ağa Camii
outosmanlimimariyunanistanatin1.jpg
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Girit

Türk mahallesi
outosmanlimimariyunanistangiri.jpg


Rodos

Muhip Bey'in Mezarı
outosmanlimimariyunanistanrodo.jpg


Süleymaniye Camii
rodossuleymaniye20wp.jpg


Yeni Kapı Camii
rodosykapicami20ku.jpg




Yunanistan - Selanik

Atatürk'ün doğduğu ev

outosmanlimimariyunanistansela.jpg


Beyaz Kule
outosmanlimimariyunanistansela.jpg


Bedesten
selanikbedesten23gr.jpg


Yeni Camii
selanikyenicami21gg.jpg
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Döneminde Eğitim : Okul, Öğreci Fotoğrafları
Abdulhamit II. Devri Başlarında Eğitim Kurumlarının Durumu

Abdulhamit II. devrine intikal eden devlet eğitim sisteminin görünüşü şöyledir: Devletin, bir genel eğitim politikası vardır. Bu, hükümette bir Maarif nazırının bulunması ve bütçeden eğitim için bir paranın tahsilinden anlaşılmaktadır. Bu politikanın amacı da : Kız ve erkek çocuklara mahsus olmak üzere ilk, orta ve yüksek kademelerini ihtiva eden bir eğitim sistemini geliştirmek; orta ve yüksek dereceden meslek ve teknik okullar kurmaktır.

Abdülaziz devrinde mevcut olan , kurulan veya kurulması prensibe bağlanmış öğretim kademeleri şunlardı.

İlk Öğretim: Sibyan okulları ve onların üstünde Rüştiye okulları
Orta Öğretim: İdadiler ve onların üstünde Sultaniler(Liseler)
Yüksek Öğretim: Darülfünun(Üniversite)
Meslek Okullları: Mahreci Eklam, Darülmuallim(Erkek Öğretmen Okulu) , Darülmuallimat(Kız Öğretmen Okulu),Mektebi Mülkiye(Siyasal Bilgiler Okulu), Mülki Tıbbiye ,Teknik Öğretim , Kız ve sanat Okulları.

Bu teşkilata göre, öğretim kademelerinin temelini Sibyan mektepleri teşkil etmektedir. Çok eskiden beri bulunan bu okullara mahalle mektebi de denilmektedir. Yalnız Müslüman çocukların devam ettiği bu mekteplerle onlara devam eden öğrenci sayısının 1877'de Anadolu'da yüksek olduğu halde , Rumeli'de ve Arap yarımadası memleketlerinde az olduğu görülmektedir.

Nitekim Konya vilayetinde 1188, Kastamonu vilayetinde 1979, Erzurum'da 1200 Okul bulunduğu halde, Edirne vilayetinde Müslüman olan ve olmayan halkın bu kabil mektepleri 165, Selanik'te 112, Halep'te 95 , Suriye'de 125, Bağdat'ta ise 100 kadardır. Genel olarak bir tek odadan ibaret olan bu okullarda Müslüman çocuklarına Kur'an okumayı öğretmek başlıca hedef idi. Hiç şüphe yok ki , bu bilgi ile çocuklar hayat için herhangi ciddi hazırlık yapmış sayılmazlardı. İlk öğretimin ikinci kademesini oluşturan Rüştiye okullarına gelince, bunlarda imparatorluğun genişliği dikkate alınırsa , devede kulak kabilinden kalmakta idi: 1877'de İstanbulda ancak 21 erkek Rüştiyesi vardı. Bunların öğretmen sayısı 167 Öğrenci sayısı da 1797 idi. Kız Rüştiyeleri ise 9 olup 38 öğretmen ve 309 öğrencisi vardı. Aynı tarihte, Konya vilayetinin bütün kazalarında mevcut Rüştiyelerin toplamı 16, öğretmen sayısı 16, öğrenci sayısı ise 954 idi. En kalabalık Rüştiye 200 mevcudu ile Isparta idi. Konya Rüştiyesinde 130 öğrenci vardı. En az mevcut ise 20 öğrencisi ile Yalvaç idi. Rumeli vilayetlerinde Rüştiye okulları sayısı daha fazla olmakla beraber öğrenci sayısı 20 ile 30 arasında idi.

Rüştiyelerin üstünde , Sultanilere (Liselere) öğrenci yetiştirmek için kurulması kararlaşmış olan İdadiler henüz kurulamamıştı. Sulatnilere gelince , Müslüman olan ve olmayan çocuklara mahsus olmak üzere Galatasaray Sultanisi ile özel bir cemiyet tarafından kurulan ve Lise dengi tahsil veren Darüşşefaka'dan ibaretti. Galatasaray'ın yatılı ve yatısız öğrenci sayısı 560, Darüşşefaka'nın da 200 kadardı.

Galatasaray'da , hukuk ,edebiyat ve turuku muabir şubalerinden ibaret olamak üzere , faaliyette bulunan Darülfünun da(Üniversite) öğrenci itibariyle fakirdi. Öğrencilerden hukuka devam edenlerin sayısı 61 , Edebiyata devam edenlerin 25 ,turuku muabire devam edenler de 43 idi.

Erkek Öğretmen Okulu öğrenci sayısı 160, Kız Öğretmen Okulu Öğrenci sayısı da 50 idi.

Koca imparatorluğun bazı kazalarında ancak bir öğretmenli bir ilk okul bulunduğu ve bunun da talebelerinin 20 ile otuz arasında olduğu, Konya gibi bir merkezde ise 130 mevcutlu modern bir ilk okulun bulunduğu düşünülüse bu dönemde eğitim davasının ancak alfabesinde bulunulduğu anlaşılır. Kaldı ki bu okulların bina malzeme ve pedagojik yönden pek çok noksan ve kusuru vardı.

Kaynak:
Ord.Prof. Enver Ziya Karal
Osmanlı Tarihi 10. cilt s.377,378,379.




 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Döneminde "Eğitimde İlk Basamak"
Osmanlı döneminde çocukların okula başlaması büyük törenlerle olur, bütün mahalle eğlenerek coşku içinde çocuklarını okula gönderirdi Osmanlı döneminde çocuklar, dört ile altı yaş arasında okula başlarlardı. İlkokul eğitimi veren okullara sıbyan mektebi, mahalle mektebi veya taş mektep denirdi. Çoğu taştan camilere bitişik inşa edilen mektepler, büyük bir odadan ibaret olurdu. Mekteplerin caminin yakınında olması çocukların dini eğitim almaları içindi.

Törene Bed-i Besmele denirdi
Çocukların okula başlaması gelenek haline gelmiş törenlerle olurdu. Çocuğu okula başlayacak bir aile ziyafetler düzenler, mektebin hocasına hediyeler verilirdi. Okuldaki diğer öğrencilere de şeker, simit vs. dağıtılırdı.

Aileler çocuklarının mektebe başlama gününü kandillere denk getirmeye çalışırlardı. Eğer kandile denk gelmezse çocuklar pazartesi veya perşembe günleri okula başlarlardı. Okula başlayacak çocuğu olan aile evlerini baştan aşağı temizler, ailenin kadınları temizlikten sonra okula gidecek öğrenci adayıyla birlikte hamama giderek eğlenirlerdi.
Çocuğun okula başlayacağı gün, bütün aile hava aydınlanmadan kalkardı. Yeni elbiseler giydirilen çocuğun boynuna işlemeli bir Kur'an cüz kesesi asılırdı. Fesin giyildiği dönemde çocuğun başındaki püskül mavi olur ve fese bir nazarlık takılırdı. Evden hazırlıklar bittikten sonra Eyüp Sultan ve Fatih türbeleri ziyaret edilirdi.

Aile türbe ziyaretinden döndükten sonra mektebin diğer çocukları okula başlayacak arkadaşlarını evinden alarak ilahi ve aminlerle götürmek için eve gelirlerdi. Çocukların okula törenle başlamalarına "amin alayı" veya "bed-i besmele" denirdi.

Mektebe başlayacak çocuk evin önünde kendisini bekleyen süslenmiş ata bindikten sonra tören başlardı. İlahicilerin dualarını amincilerin "Amin, amin" sözleri takip ederdi.

Çocuk ata bindirildikten sonra amin alayı yürümeye başlardı. Alayın en önünde atlas yastık üzerinde sırmalı cüz kesesiyle elifba taşınırdı. Arkasından da başının üzerinde çocuğun okulda oturacağı minder ve elifbayı koyacağı rahleyi taşıyan birisi giderdi. Bu iki kişiyi ata binmiş çocuk takip eder, arkasından da mektep hocası, hocanın yardımcıları, ilahiciler ve aminciler gelirdi.

Törende çocuğun akrabaları ve davetliler de bulunurdu. Çocukların anneleri ve mahallenin kadınları da okula başlayan çocuğa eşlik ederlerdi. Ayrıca töreni seyretmek isteyenler yol boyunca dizilirlerdi.

Okullar tek odadan ibaretti
Amin alayı ilahiler eşliğinde okulun önüne gelince, okul hocasının yardımcılarından biri öğrenciyi elinden tutarak okula götürürdü. Okuldan içeri giren çocuk hocasının elini öptükten sonra arşısında bulunan minderine otururdu. Besmele çeken hoca cüzde Arap alfabesinin ilk harfi olan "Elif" i göstererek adını yüksek sesle söylerdi. Ardından da "Bugünlük dersin bu kadar, unutursan kulaklarını çekerim" derdi.

Okullar çoğunlukla tek bir odadan oluştuğu için eğitim bir hoca tarafından yürütülürdü. Mektep hocası da genellikle caminin imamı olurdu. Öğrenciler arasında sınıf ayrımı yoktu. Hoca seviyelerine göre öğrencilerle gruplar halinde çalışırdı. Hocanın kendileriyle ilgilenmediği zaman öğrenciler ya yazı yazar, ya da istirahat ederlerdi. Eğitim kesintisiz olarak devam ederdi ve tatil diye bir kavram yoktu. Öğrenciler de senenin istedikleri ayında eğitime başlarlardı. Okula kız erkek karışık giderdi.

Okulun masrafları mahalle halkı tarafından çekilirdi. Okulda çocuğu olan aile mektebin hocasına gücüne göre para veya kumaş, koyun, yiyecek, ayakkabı gibi şeyler verirlerdi. Ayrıca okulun ısınma ve diğer giderlerini de aileler karşılardı. Fakir çocuklar ile öksüz ve yetimler için kurulmuş vakıflar vardı.

Mektepte eğitim Osmanlı döneminde kullanılan alfabenin öğrenilmesiyle, yani "elifba" ile başlardı. Alfabe bazen tekerlemelerle öğrenilirdi. Sıbyan mekteplerinde Kur'an, ilmihal bilgileri, namaz sureleri ve matematik öğretilirdi.

Okullarda eğitim öğlende yemek ve namaz arası haricinde kesintisiz devam ederdi. Teneffüs yoktu. Okullar mahalle mektebi olduğu için öğrenciler evlerine giderek yemeklerini yiyip, tekrar okullarına dönerlerdi. Okullarda öğretimin yanında terbiyeye de önem verilir, suç işleyen veya yanlış bir davranışta bulunan çocuk falakaya yatırılarak cezalandırılırdı.
Öğrenci Kur'an'da belli bir yere geldiğinde hocasının elini öpüp, hocanın yardımcılarından biriyle evine giderdi. Evde büyüklerinin elini öperek eğitiminin belli bir seviyeye geldiğini gösterirdi. Öğrencinin ailesi durumlarına göre hocanın yardımcısına bir hediye verirdi. Sıbyan mekteplerini bir öğrencinin bitirmesi, hatim indirmesi, yani Kur'an'ın tamamını okumasıyla olurdu. Eğitim iki üç yıl sürerdi. Öğrencilerin hatim indirmelerinde tören yapılırdı. Öğrencinin ailesi ziyafet hazırlar, hocaya hediyeler verirdi. Mahalle mektebini bitiren okumaya kabiliyetli ise medreseye gider, yeteneği veya durumu uygun olmayan da bir sanat öğrenirdi.

 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Dönemi (1873) : Kadın , Erkek Kıyafetleri...






 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı'nın Esnafı Denetlenmesi
Her Ramazan'da yiyecek fiyatları yükselir, ancak işin ilginci fiyatları kimin yükselttiği belli olmaz. Bunun en önemli sebebi de ülkemizde denetimin düzgün yapılamayışıdır. Peki Osmanlı bu sorunu nasıl hallederdi?

Osmanlı yönetimi Ramazan gelmeden halkın 11 ayın sultanında sıkıntı çekmeden huzur içinde Ramazan'ını geçirmesi için birçok tedbir alırdı. Ramazan'da halkın sıkıntıya uğramaması için devletin üzerinde durduğu en önemli mesele yiyecek sıkıntısı çekilmemesi ve gıda fiyatlarının artmamasıydı. Ramazan ayı dolayısıyla gıdaların satılacağı fiyatlar devlet tarafından belirlenir ve bu fiyatların üzerinde satış yapılmaması için görevliler teftişlerde bulunurlardı. Devlet tarafından tespit edilmiş gıda fiyatları bir liste hâlinde bastırılarak dağıtılırdı.

Üzerinde en çok durulan iki yiyecek vardı: Ekmek ve et. Nitekim 1774 ile 1789 yılları arasında Osmanlı tahtında bulunan Birinci Abdülhamid, devlet adamlarına hitaben kendi eliyle kaleme aldığı bir hatt-ı hümayunda, yani emirde, "Her şeyden önemli olan et ve ekmektir" demekteydi.

Ramazan dolayısıyla çıkarılacak ekmek, simit ve çöreğin ne şekilde ve içine neler konularak pişirileceği devlet tarafından kararlaştırılarak fırıncılara duyurulurdu.

Ramazan'da satılacak ekmek numunesi padişaha gösterilerek onayı alınır, daha sonra fırıncılardan ekmeğin belirlenen numuneye göre hazırlanması istenirdi. Aynı zamanda satılacağı fiyat da Şaban ayının son günlerinde fırıncılara ilan edilirdi. Halkın ucuz ve iyi buğdaydan yapılmış ekmek yiyebilmesi için sıkı bir denetim mekanizması geliştirilmişti. Ekmek halkın ana gıdası olduğu için başta padişah olmak üzere bütün devlet görevlileri fırınları sıkı bir denetim altında tutarlardı.

Ekmeğin içerisinde başka bir madde bulunursa veya çiğ pişmişse fırıncı falakaya yatırılırdı. Eğer ekmek kanunnamede belirtilen gramajın altındaysa fırıncının kafasına suçlu olduğunu belirten tahta bir külah geçirilir veya para cezası verilirdi. Fırıncılar un gelmemesi ihtimaline karşı bir aylık kullandıkları miktarı depolarında bulundurmak zorundaydılar. Osmanlı İmparatorluğu'nda Tanzimat döneminden sonra Avrupa tarzı yeme, içme başlayana kadar en revaçta olan et, koyun etiydi.

Tavuk eti de sofraların bir başka çeşidiyken, dana eti lezzetsiz olduğu için hemen hemen hiç kullanılmazdı. Et mevsimine ve ayına göre fiyatlandırılır, kışın pahalı yaz aylarında ucuz olurdu. Mayıs-Haziran ile Eylül- Ekim ve Kasım'da 1 kilosu bir akçe, Temmuz-Ağustos aylarında 1 kilo 200 gramı 1 akçe, Aralık'tan Mayıs ayının sonuna kadar ise 850 gramı 1 akçeye satılırdı. Keçi eti koyun etinden ucuz olurken, en pahalısı kuzu etiydi.

Keçi ve koyun etleri ayrı ayrı satılır, karıştıran olursa kadı tarafından cezalandırılırdı. Devletin tayin ettiği fiyattan yüksek satanlar ile eksik tartanlar sattıkları etin her 5 gramına 1 akçe ceza verirlerdi. Halkın Ramazan'da artan et ihtiyacının karşılanması ve et sıkıntısı çekilmemesi için özellikle Trakya'dan İstanbul'a koyun getirtilirdi. Yiyeceklerle ilgili zam yapılması gereken bir durum varsa, uygulanmaz, zam Ramazan ayından sonraya ertelenirdi.

Osmanlı yönetimi kanunlara ağır para cezalarının yanı sıra dayağı da koymuşlardı. Müşteriye kalitesiz veya eksik mal veren, devletin belirlediği fiyattan daha pahalı satan esnaf herkese ibret olması için çarşının ortasında falakaya yatırılırdı. Suçu ağır olanlarsa kulaklarından dükkânlarının kapısına çivilenirdi.

Osmanlı İmparatorluğu'ndaki esnaf devlet hizmetinde bulunanlar ve serbest çalışanlar olmak üzere ikiye ayrılırdı. Osmanlı sarayının ve kapıkulu askerlerinin ihtiyaçlarını karşılayan devlet esnafı "ehl-i hıref-i hassa" adıyla anılırdı. Sayıları 2 bini bulan bu grubun içerisinde ekmekçi, helvacı, kazancı, kürkçü, kâğıtçı, kuyumcu, çilingir, terzi, aşçı gibi değişik birçok meslekten esnaf bulunurdu.

Serbest çalışan esnaf ise loncalara bağlı olarak mal üretir ve satarlardı. Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren her esnaf birliğinin bir piri vardı. Hazreti Muhammed tüccarların, Hazreti İdris terzilerin, Hazreti Yusuf saatçilerin, Hazreti Davud demirci ve zırhçıların, Hazreti Adem çiftçilerin, Hazreti Lokman eczacı ve doktorların, Selman-ı Farisi berberlerin, Ahi Evren derici esnafının piri sayılırdı. Savaş zamanlarında orduda ihtiyaç duyulan esnaf devlet hizmetine alınırdı. Orducu esnafı diye isimlendirilen bu grup devletin ihtiyaç duyduğu gıdaların temin edilmesinden, imalathanelerde savaş malzemesi yapımına kadar değişik birçok alanda Osmanlı ordusunun ihtiyaçlarının temininde çalışırdı.

Osmanlı idaresi halkın mağdur olmaması için esnaf teşkilatını, hammadde temininden başlayarak imalat, pazarlama, malları fiyatlandırma ve satış aşamalarının tamamını denetim altında tutardı. Hiçbir esnaf malını devletin belirlediği narhın, yani fiyatın üzerinde satamazdı.
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Mimarisinden Örnekler
pic82qc3.jpg


İstanbul- Süleymaniye Camii



pic84st9.jpg


İstanbul-Sultan Ahmed Camii



pic85mk3.jpg


İstanbul-Topkapı Sarayı-III. Ahmed-Yemiş Odası
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Kayıkları
Ulaşım kayıkları

İstanbul kayıkları ölçüleri, şekilleri ve tezyinatları itibarile diğer Akdeniz teknelerinden ayrı bir hususiyet taşırlardı. Kayıklar Haliç ve Boğaziçi güzelliklerini seyredebilecek bir endazede yapılmışlardı. Süslerini nakışlar ve oymalar teşkil ederdi. Renkleri Türk kırmızısı, yeşil son devirlerde beyaz ve vernik sürülmüş tahtadan açık, koyu sarı idi. Vernikli piyadelerin kenarlarına 1-2 sıra koyu lacivert, mor, siyah, yeşil veya som yaldızdan şeritler çekilirdi.

Kayıklar gördükleri hizmetlere göre kırlangıç, preme, Pazar kayığı, piyade, mumhane sandalı, ateş kayığı, yangın kayığı, alet kayığı, safra kayığı, mezbele kayığı gibi isimler alıyordu.

Saray ve devlet ricaline aid kayıklar tersanede yapılırdı. Bu resmi vasıtalar makama mahsustu ve binilmeyen günlerde kayıkhanelerde dururdu. Paşaların kayıkları, yalılarının kayıkhanelerine çekilirdi.

Her sene yeniden yapılan veya tamirlerden geçirilen kayıklar devlet bütçesine büyük bir yük teşkil ediyordu. İnşaaları en ala kumaşlardan tefrişleri, Nakkaşhanede elvan boyalarla yapılan yaldızları pahalıya mal olurdu.

O devirlerde İstanbulda kayıkçılık mühim bir sanattı. Piyadelere ince endazeyi veren ustalar, maharetli nakkaşlar, yaldızcılar ve kürekçiler vardı.

En muhteşem kayıklar saraya aid olanlardı. Bunlar padişaha, valide sultana, hükümdar mahiyetindekilere ve harem takımına mahsus muhtelif büyüklükte teknelerdi.

Devlet ve ilmiye ricalininde rütbelerine, sınıflarına göre ayrı ayrı kürek adedinde kayıkları olurdu. İki çifte, üç çifte, dört çifte, beş çiftelere binmek bir teşrifat meselesiydi.

Padişahlar köşklü saltanat kayıklarına, ya da köşksüz yedi, beş, dört çiftelere binerlerdi. Bunlardan bazılarına tebdil kayığı denir ve bunlara binildiği vakit merasim yapılmazdı.

Bilhassa donanmaya giderken (filikalara süvar) olurlardı. Filikaların kürekleri bahriye neferlerinden seçilirdi. Bunlar ayrı bir kıyafet taşırlardı.

Padişahların deniz seferlerine iştirakte bindikleri teknelere (baştarde) derlerdi. 15. Asırda bu kadırgalar Sultan Beyazıd köşkü yanındakitersanede yapılırdı. 1585 senesine kadar padişahların burada binmelerine mahsus yaptırdıkları teknelere (yeşil kadırga) ismi verilmişti.

Bu kadırgaların bilhassa oturulan köşkü çok müzeyyen olurdu. Devrin en usta sanatkarları bu kayık tahtının tezyininde çalışırlardı.

18. asırda kayık köşklerinin direkleri ve baş tarafındaki kartallar gümüşten yapılırken 19. Asırda altın yaldızlı tahtadan imal edilmeye başlanmıştı.

II. Mahmud 1832 yılında kayıkların şeklinde değişiklik yaptırmış ve bugün muhafaza edilen şekil ve endazedeki kayıklar tipinde tekneler inşa ettirmişti.

19. asırda Osmanlı hükümdarlarının saltanat kayıkları 13 çifte köşklü ve kuşluydu. Valide sultanların kayıklarıda muhteşemdi. Köşklü ve köşksüz kayıkları mevcuttu.

Sarayda haremin en nüfuzlu kadın siması olan ve büyük bir rütbe sahibi bulunan hazinedar ustaya(devletlu, ismetlu) denilir ve kendilerine bir beş veya iki de üç çifte kayık tahsis edilirdi.

Padişah kızları ve kadınlarıda beşer çifte kayığa binerlerdi. Şehzadelerin beşer, dörder çifte kayıkları olur, mahiyetindekilere mahsus kayıklarda bulunurdu.

Abdülmecid ve Abdülaziz devirlerinde şehzadelerin müteaddid çifte kayıkları, kikleri ve filikaları vardı. Sultan aziz, veliaht murad efendiye süreyya vapurunu ihsan etmişti. Şehzadeler arasında yalnız veliaht bu vapurla gezintiler yapardı.

Saray kadınlarının bindiği kayıklar kırlangıç adını alırdı. Bunlar hafif yelkenli ve seri yollu teknelerdi.

1823 senesinde padişahın Hazinedar Ağasının 11 oturak sandalı ve yedi çifte piyadesi vardı. Baş mirahur yedi çifteye, ikinci mirahur beş çifteye binerlerdi. Çuhadar ağa ile Bebablar büyük kethudasınada yedişer çifte kayıklar tahsis olunmuştu.

Darüsseade ağalarının bir beş ve üç tanede üç çifte kayıkları mevcuttu. Kaptan paşalar kara kancabaş, yeşil kancabaş denilen yedi çifte kayıklara süvar olurlardı. Karadeniz boğazı Nazırı Devletlülere mahsus teknelere (kabanarin) denilir ve bunlar beş çifte kürekle çekilirdi.

Donanmada bugünkü motorların, eski istimbotların yerinde filikalar vardı. 1795`te tersanede bulunan frenk mimarlar, kaptan paşaya kendi tarzlarında yeni bir filika inşa etmişler ve bu tekne çok beğenilmişti.

Bu vasıtalarda bahriye erleri büyük bir maharetle kürek çekerlerdi. Bu intizam ticaret gemileri filikalarında görülmez. Muntazam kürek çekmeleri için daima emirler çıkarılırdı.

Kayık sandal tipleri zamanla değişiyor, bu teknelere yeni ilaveler yapılıyordu. 1873`de dağıstanlı Yusuf efendi çarhlı bir kayık inşa etmiş ve bunun köprüler arasında işlemeisne müsaade istemişti.

Sonraları makinalı kayıklar bir hayli ilerledi. 1881`de sünger avcılığında bu tip kayıklar kullanılmaya başladı. O tarihlerde devlet sünger ve balık avcıları hakkında tedbirler alıyordu. Bilhassa marmarada ecnebilerin (pranga denilen yirmibeşer tonilatoluk güverteli kayıklarla ve yelken açarak) dolaşıp balık tutmaları men ediliyordu.

Kayıkların, filikaların kürekçileride devir devir muhtelif elbiseler giyerlerdi. 1795`de tersanedki bu kayıkçılara eskisi gibi (siyah aba, beyaz aba, beyaz keçe) veriliyordu.

19. asrın ikinci yarısında saray kayıkçıları kışları çuha şalvar, perdahlı galoş, çuha setre, balıkesir abasından başlıklı yağmurluk ve yazları patiskadan şalvar, kolları geniş bürümcek gömlek, kırmızı, kahverengi veya mavi sırmalı cepken giyerlerdi.

Pazar kayıkları

İstanbulun fethinden bir müddet sonra şehirle, sahil köyleri arasında mutazam kayık seferleri tesis edilmiş ve bu seferler hakkında muhtelif devirlerde nizamlar konulmuştu.

1677 senesinde Marmara, Haliç ve Boğaziçinde 17 kayıkçı iskelesi vardı. Bu iskelelere bağlı kayıkların mecmuu 1458 adetti.

Haliç ve Boğaziçindeki kayıkçıların Türk olmasına mukabil Kumkapı, Yenikapı, Samatya gibi iskelelere bağlı kayıkçıların çoğunu Rumlar teşkil ediyordu.

İstanbul kayıkçıları her sene 110 nefer kürekçi verirlerdi. Bu kürekçileri, kayıkçıların kethüdası, yiğitbaşıları ve ihtiyarları seçerdi. İstanbul sularında hususi binek vasıtası olan piyade ve sandallardan sonra halkı taşıyan ve eşya nakleden kayıklar muhtelif isimler alırlardı. Pazar kayıkları, mumhane sandalları, at kayığı, ateş kayığı, mavna, çektirme, preme ve kuritalardır.

17. asırda İstanbul kıyıları arasındaki münakale premelerle yapılıyordu. Premeler iki, dört ve altı kürekli olurlardı. Yelkende kullanılırdı.

Genç kadınların erkeklerle premelere binmemeleri hususunda da premeciler kethüdasına (şer-i şerife mualif taze avratlar levend tayfasile premeye girip gezmekten hazer edesen) diye hüküm gönderiliyordu.

İstanbulun toplu insan deniz vasıtaları Pazar kayıkları oldu. İskeleler arasında insan ve eşya nakleden kayıkların herbiri 50-60 kişi taşırdı. Ve günde birer ikişer nöbet sefer yaparlardı.

Pazar kayıkları üç, dört çifte olur, her küreği ayakta olmak üzere bir adam çekerdi. Bazı şahıslar, iskelelere Pazar kayıkları vakfederlerdi. Boğaziçi iskelelerinden bir çoğunda bu şekilde vakfedilmiş Pazar kayıkları çalışırdı.

Kavak iskelesinde sultan Mecid`in Yeniköyde Çavuş zade Elhaç Mustafa Efendinin, Beykozda Cezayirli Ahmed Paşanın, Bebekte Şeyhülislam Çelebi zade İsmail Asım Efendinin, Kanlıcadan İskender Paşanın vakfettikleri Pazar kayıkları vardı. Boğaziçinin Mirgün, Beylerbeyi, Kuzguncuk, Üsküdar, Beşiktaş, Ortaköy, Arnavutköy, İskelelerinde I. Abdulhamidin vakfından pazar kayıkları çalışırdı.

1806 senesinde I. Abdulhamid vakfından olan 10 Pazar kayığının inşasına 28 bin 591, 5 kuruş sarfedilmişti.

Pazar kayıkları içlerinde oturmak için birer kilim bulunur ve yolcuların su içmelerine mahsus maşrapalar bulunurdu. Pazar kayıkları için ayrıca köylerde kayıkhaneler ve iskeleler yapılırdı.

1826 senesinde Üsküdarda büyük iskele ve Balaban iskelelerinde 3, Ortaköyde 2, İstavrozda, Hasköyde, Balatta birer Pazar kayığı çalışıyordu. Diğer iskelelerinde kalabalığına göre muhtelif adette kayıkları vardı.

1841 senesinde bir Pazar kayığı ayda 300 kuruş kadar irat getirir ve bütün takım ile beraber 12000 kuruşa satılabilirdi. Halkı ve eşyasını taşıyan bu kayıklarda saray içinde yapılır. Saray mızıkası,göçlerde bazı eşya ve hassa atları bu kayıklarla taşınırdı.

Boğaziçinde sert havalarda bazı Pazar kayığı kazalaırna tesadüf edilirdi. 1843 tarihli bir gazete böyle bir kazayı haber vermektedir: (fırtınalı geçen Perşembe günü Beykozdan İstanbula müşteri ile dolu bir Pazar kayığı, gelirken fırtına sebebile Sarayburnu açığında su fıçıları ile yüklü olan bir kayığa çatıp Pazar kayığı içindeki 3 hatunun suya düştüğü zatı şahane tarafından görülmüş ve derhal tahlis kayığı gidip çıkarmış ve Saray-ı Mülükaneye götürülüp hamama vas ve herbirine birer takım libas ve atiyeler ihsan edilmişti.)

Boğaziçi ile Haliçte işlemek üzere Evkaf Nezaretinin muhtelif iskelelerde yaptırdığı Pazar kayıkları çoğalınca bunların idaresi 1837 senesinde Evkafta 750 kuruş maaşla bir kayıkçılar kitabetine bağlanmış ve 10 yerdede kayıkçılar kethüdası kurulmuştu.

Şirket-i Hayriyenin tesisinden sonra da Pazar kayıkları faaliyetine devam etmişti. Vapurlardan daha ucuza insan ve eşya taşıyan bu kayıklara fakir halkın rabeti eksilmemişti.

(o zamanlar Boğaziçinin her köyünde bulunan Pazar kayıkları fakir ahalinin işine yaradığından köyün o vakitki tabirile eşrafının himayeleri altında olmasıda Boğaziçi ananelerinden biriydi. Mehtabı tertib eden kimsenin saz takımı için kendi bulunduğu köydeki Pazar kayığını kiralamasıda bu anane iktizasındandı


Saltanat kayıkları

İstanbulun fethinden sonra Boğaziçi ve Marmara sularında Osmanlı hükümdarlarının bindikleri tenezzüh teknelerine (saltanat kayığı) denilmişti. Deniz yoluile sefere çıkan hükümdarlar büyük denizlere dayanıklı ve diğer donanma gemilerinden süslü baştardelere rakip olurlardı.

Gemi inşa sanatımızın pek muvaffakiyetli örneği olan saltanat kayıklarında güzellik ve ihtişam en sade bir üslupla ifade edilmişti. Köşklü, kuşlu gibi isimlerler anılan saltanat kayıklarına muhtelif boyda olanları vardı. 13 çifte kürekle hareket ederler 31-32 metre uzunluğunda, 2, 35 metre genişliğinde ve 3, 10 metre yüksekliğinde inşa edilirdi.

Saltanat kayıklarının kıç tarafında hükümdarların oturmasına mahsus köşk bulunur, başları uzun ya da kıvrık olurdu. Kıç ve baş tezyinatını üzerleri altın yaldızlı oymalar teşkil ederdi. Baş taraflarında tahtadan yahud gümüşten yapılmış kartallar ve deniz kuşları bulunurdu. Kayıklara çekilen fenerlerde gümüşten mamüldü.

16. asrın ilk yarısında akyıklara yapılan köşkler teknenin kıçından biraz daha başa doğru orta kıt`ada bulunur. baş tarafla kıç arasında uzun ve yayvan bir şekilde inşa olunuyordu. Bu tip köşklerin pencerelerle kapalı olduğu görülmektedir.

Kıç tarafa doğru ve daha küçük olanlar yüksek bulunmaktadır. Bunların sadece üstleri örtülüdür. Yanları açık olup üst kenarlarına tenteler konulmuştur. Köşkün üstüne ve köşelerine filandiralar çekilmiştir. Bu kayıklar çift yelkenlidir. Kapalı köşklü olanları yelkenle beraber baş taraflarında üç çifte kürekleri bulunmaktadır. 16. Asrın sonlarında ve 17. Asırda kayık köşklerinin tezyinatı göz alıcı bir güzelliğe erişmiş, altın, gümüş, bağa, sedef ve kıymetli taşlar kullanılmıştır.

1585 yılında İstanbulu ziyaret eden İngiliz seyyah John Sanderson, padişahın kayığını şöyle anlatmaktadır: (bu kayıklar çok süslü ve görülmeye değerdi. Kıç, baştan başa fildişi abanoz denizaygırı dişindendir. Seksen tane seçme kürekçisi vardır. Her kürekte ikşer kişi bulunur. kürekçiler hep beyaz mintan ve kırmızı serpuş giyerlerdi. Padişahın yanına aldığı vükelası müstesna, maiyetindeki dilsizlerler cüceler daima başka bir kayıkta takip ederler)

III. Murad zamanında saltanat kayıklarının köşkleri çini ile tezyin olunuyordu. Padişahın iznik kadısına göderdiği fermanda (...hala hassai hümayunum için müceddeden bina olunmak fermanım olan kayığın kıçı zeyn olunmak için İznikte 2300 kıta çini piruze renk küre lazım ve mühimdir...)

Evliya çelebi hünkar saltanat kayığını tarif ederken (kızıltegaç kayığının kıçında cevahir kubbe altında mücevher taht üzerinde sade cura, zurna ve çifte nara faslı ederek Haliçin tarafeynde olan kat kat yalıları bağ ve bahçeleri, tersaneleri temaşa ederek giderlerdi...) demektedir.

Geçen asırda saltanat kayıklarının tezyinatında avrupa tesirleri görülmeye başlanmıştı. II. Mahmudun ve haleflerinin kayıklarının köşkleri altın yaldızlarla süslü direkler üzerinde tutturulmuş zarif kubbeler halinde yapılırdı. Direklerin arasına ipekli kumaştan perdeler asılır, sedir bulunan köşk içine sonradan kanepeler konuldu.

19. asırda memleketimizde bulunmuş Amerikan elçisi, İstanbul kayıklarına hayran olmuş ve Osmanlı hükümdarlarının saltanat kayıklarile, Venedik doçlarının saltanat kayıklarını, Kleopatrayı Nil üstünde gezdiren süslü tekneyi mukayese ederek, üstünlüğü bizim kayıklarımıza vermişti.

(...Selimlerin, Muradların ve Mehmedlerin boğazı geçişlerindeki şahane hal hiçbir saltanat kadırgasında yoktu. Padişahın kayığı bir yaldız ve parıltı kütlesiydi. Güneşte büsbütün ışıldıyordu. Edalı iniş çıkışlarile suya vuran nefis pırıltıları adeta ruhlandırılmış şairane bir varlık halindeydi.)

Osmanlı hükümdarları, saltanay kayıklarile İstanbul sularında merasimle tenezzühe çıkarlardı. III. Selim zamanında İstanbulda bulunan bir yabancı sanatkar, hükümdarın saltanat kayığı ile boğaziçine çıkışını şöyle nakletmektedir...sandalye namında altı büyük sandal mevkibi hümayuna yol açar, bunlara 150`ye varan hademerl biner, sağ ve solunda giden iki sadalada haseki ağalar rakip olurlar. Ellerinde tuttukları değneklerle vasıtalara emirler verirler.

Hademerlin sandallarından sonra (sarık sandalya) denilenbir sandal gelirki buna (destanı hümayunu) nakle memur olan kimse biner, sarık sandalyanın arkasında altı kayık yürür. Bu kayıkların herbirinde (mabeyinci) bulunur.

Padişaha mahsus olan kayıklar iki tanedir. İkisindede üç fenerli, som gümüşten parmaklıklarla çevrilmiş dört sütun üzerine oturtulmuş bir köşk vardır. Bu köşkler, uçları gayet mükellef sırma işlemeli ve ince, halis incilerle süslü fistonlardan müteşekkil saçaklı kırmızı çuhadan yapılmıştır.

Padişah bu kayıklardan birinde oturmuş, görünür. Köşkün haricinde bostancıbaşı bulunurki, dümen tutar. Köşkün içerisi som gümüşten biş parmaklıkla bölünmüştür burayı huzrda olan üç zat işgal ederler.

Hünkar kayığında bostancıların teşkil ettikleri iki sıradan her birinin ortasında iki (başçuhadar) bulunur, bunlardan biri bir iskemle tutarlarki, padişah karaya çıkışında ata binmek için buna basar. İkinci hünkar kayığıda fevkalade müzeyyendir. Baş ve kıçlarından tefrik olunur. Bu kayıkta padişahın kılıcın nakle memur olan silahtarağa bulunur. padişah dönüşünde arkadan gelen bu kayığa biner. Karadan denize her intikalinde kayık değiştirir.

Kafileye dahil olan diğer kayıklara harem ağaları binerler,bunların başında kızlarağası bulunur. ağa kayıkta gurur ve rehavetle yaslanarak oturur.

Padişahın geçtiğini kızkulesinden atılan toplar ilan eyler,bu geçiş esnasında kulenin zemininde bostancılar dizilerek ve iki kat iğilerek hükümdarı selamlar...)

Hükümdarların kayıkları, tersanede inşa edilir, Sarayburnu kayıkhanesinde Dolmabahçede muhafaza edilirdi.

Hükümdarların köşklü saltanat kayıklarından madaa muhtelif kürek adedinde piyadeleri filikalarıda olurdu.

Bu kayıklardan köşksüz olanlarında yaz günleri üstü al canfes şemsiye kullanılırdı. Sultanların, saray kadınlarının, saray mensublarınında rütbelerine göre kürek adetleri bulunan piyadeleri bulunurdu.

Bugün deniz müzemizde gerek inşa tarzları, gerek devirleri ve taşıdıkları tarihi hatıralar bakımından dünyanın en güzel ve enteresan kayıkları mevcut bulunmaktadır.

Üzeri fildişi, bağa, gümüş, sedef tezyinatlı muhteşem köşk ile saltanat kadırgası dünyanın en muhteşem teknesidir. 19. Asırda Osmanlı hükümdarları köşklü saltanat kayıklarile, muhtelif tipteki piyadeleriyle deniz müzemiz dünyanın en zengin kayık koleksiyonuna maliktir...

1b.jpg


2b.jpg


3b.jpg


4b.jpg


5b.jpg


6b.jpg


7b.jpg


8b.jpg



10b.jpg


11b.jpg


12b.jpg
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Armasının Bölümleri
osmanlc4b1armasc4b1cy7.jpg



Topkapı Sarayı Harem girişinde köşeye yerleştirilmiş bir arma.
Tuğra II. Abdülhamid Han'a ait. Bu da eserin 1876-1909 yılları arasında yapıldığını göstermektedir.
Osmanlı Arması 18. asır sonlarında meydana gelmeye başlayıp, karakteristik özelliklerini II. Abdülhamit Han devrinde kazanmıştır. Bu devirde devletin unsurlarını armaya yerleştirme fikri ön plana çıkmıştı.
Arma çok farklı fonlarda olabiliyor. Ama temel özellikleri hemen hemen aynıdır.
Saltanat ve orduyu temsil eden motifler kullanılmıştır.
Şimdi fotoğrafı inceleyelim:

1- Tuğranın etrafınaki bu güneş motifi, padişahın güneşe benzetilmesinden ileri gelir.
2- II. Abdülhamit'in tuğrası.
3- Sorguçlu serpuş: Osman gaziyi ve tahtı temsil eder.
4- Kalkan: Ortasında stilize edilmiş bir güneş motifi var. 12 yıldız: Rivayete göre bu 12 yıldız 12 burcu temsil eder. Güneş bu burçlar üzerinde hareket eder. Böylece Osmanlı kainatın merkezi addedilmiştir.
Başka bir rivayete göre Osmanlı'nın 12 eyaletini temsil eder.
5- Osmanlı sancağı.
6- Mızrak: Son dönem mızraklı süvari alaylarını remzeder.
7- Tek taraflı teber (balta): tören silahıdır.
8- Çift taraflı teber: Orduda üst düzey görevliler tarafından üstünlük sembolü olarak kullanılmıştır.
9- Mızrak.
10- El siperlikli tören kılıcı: bu kılıç klasik türk kılıcı olmayıp, o devirdeki subaylar tarafından kullanılırdı.
11- Top: topçu ocaklarını temsil eder.
12- Kılıç: geleneksel türk kılıcı.
13- Top gülleleri.
14- Borazan: modern mızıka takımının kullandığı çalgı aletidir.
15- Yay.
16- Çapa: Osmanlı denizciliğini temsil eder.
17- Bereket boynuzu: bu boynuzun Osmanlı kültürüyle alakası yoktu. Armayı tasarlayan kişi azınlıklardan biri veya bir Avrupalı olsa gerek. Osmanlı topraklarını temsil ettiği rivayet edilir.
18- Hilafet sancağı (yeşille remzedilmiş).
19- (Üstte) Kuran-ı Kerim. (Altta) Kanunnameler (böylece devletin adaletinin osmanlı yazılı kanunları ve şeriat ile sağlandığı remzediliyor).
20- Terazi: şeşper ve asaya asılıdır. adaleti temsil eder.
21- Asa ve şeşper(altı dilimli topuz) şeşper: asalet ve üstünlüğü remzeder. asa: Hz. Musa'nın asasını remzeder.
22- Toplu tabanca: 1840'dan itibaren bütün subayların kullandığı silahtı. Osmanlı ordusunun modernize edildiğini remzeden bir motif.
23- Kılıç.
24- Çift taraflı teber.
25- Süngülü tüfek: Nizam-ı Ceditle birlikte Osmanlı ordusunun asıl silahı olmuştur.
26- Şefkat nışanı: 1878'de II. Abdülhamit Han tarafından ihdas edilmiş olup; savaş zamanında, büyük afetlerde devlete, millete hizmet eden kadınlara verilirdi.
27- Mecidi nişanı: Beş ayrı derecesi vardır ki kişinin başarıları arttıkça bir üst derecesi verilirdi. Üst derece verilince alt derece geri alınırdı. Savaşlarda üstün başarı gösteren askerlere verilirdi.
28- Nışan-ı iftahar: Sultan Abdülmecid döneminde ihdas edilmiştir. Üst düzey devlet hizmetlileri ve askerlere verilirdi.
29- Nışan-ı osmani: Sultan Abdülaziz Han tarafından 1862'de ihdas edilmiş olup, devlet hizmetinde üstün başarı sağlayanlara verilirdi.
30- Nışan-ı al-i imtiyaz: Devlet adına faydalı işlerde bulunmuş ilim adamları, idareci ve askerlere verilmek üzere 1876'da II. Abdülhamit Han tarafından ihdas edilmiştir.
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı İmparatorluğunda Kültürel Hayat

Asya Türk Toplumlarında, kültürel hayat, Türk düşüncesi ve hayat tarzına bağlı olarak gelişti, ileri, yüksek ve etkin bir düzeye ve konuma ulaştı. Tüm kültür unsurlarında yapıcı ve kalıcı değerler oluştu. Bu toplumlar siyasi, iktisadi ve askeri varlıklarını ve güçlerini kültür değerleri üzerine kurdular. Kurdukları devletlerin varoluş nedenlerini ve devamlarını kültür unsurlarını korumada ve geliştirmede gösterdikleri özen oranında sağlayabildiler. Yaşadıkları coğrafi alanlarda, inaçları, dilleri, tarihi yakınlıkları ortak olan, kültür çevreleri meydana getirdiler. (Hun-Göktürk-Uygur-Oğuz. kültür çevreleri) Yaşadığımız zaman kesitinde görülen ve etkinliği giderek artan kültür toplumları çoğunlukla tek bir tanrıya inanıyor ve O'nu yaradılışın sahibi olarak düşünüyorlardı. Doğayı ve insanı yaratan büyük bir güç vardı. Bu güç aynı zamanda doğanın ve toplumun düzeninin de kurucusu idi. Göktürkler "Tengri" değimiyle tanrıyı algılıyor, anlıyor ve anlatıyorlardı. "Tengri", Türklerin tanrısı idi. Tengri, insanları ve toplumları yönetsin diye onların başına Kağan gönderiyordu. Türk devletleride bu yolla kuruluyordu. Yaradılış düşüncesine ve "Tengri" (Tanrı) tarafından görevlendirilme inancına dayanarak Kağan ve bazı yöneticiler ile siyasi, sosyal yapı ve kurumlar, toprak ve su gibi temel iktisadi kaynaklar kutsal sayılıyordu. Dil, Türk toplumlarının kurucu ve devam ettirici unsuruydu. Türk düşüncesinde ve şuurlaşmasında en önemli etmendi. "Dilini kaybeden, Türklüğünü kaybederdi." Türkçe çeşitli lehçeleri, ağızları kapsamına alıyordu. Herbiri aynı kökten gelen lehçeler çeşitli adlar altında tanımlanıyordu. (Oğuzca, Uygurca, Kırgızca... gibi) Yazı dili, binlerce senelik tarihi süreci içerisinde gelişti. Taşlara, kayalara, duvarlara, çeşitli kullanım araçlarına ve silahlara çizilen ender olarak renklerle süslenen şekillerle başlamışdı. M.Ö. yazı dili harflere dönüşdü. Göktürkler döneminde ilk Türk alfabesi tarihi varlık alanına çıktı. "Göktürk Alfabesi"ni "Uygur Alfabesi" izledi. Tarihi yazıtlar bu alfabelerle yazıldı. Türk toplumları "Atın ehlileştirilmesinden ve ulaşım aracı olarak kullanılmasından" başlayarak her alanda ileri bir medeniyet yarattılar. Musikide, sanatta, estetikte, mimaride, folklörde kendine özgü ve birçok toplumu etkisi altına alan kültürün temsilcileri oldular. Töreleri binlerce yıl devam etti. Sosyal ve iktisadi hayatlarında, ticari ilişkilerinde, ulaştırma, bayındırlık, haberleşme, güvenlik hizmetlerinde, eğitim ve öğretimde insanlık dünyasına büyük katkılar sağladılar. Yüzbinlerce askerden oluşan ordularını sevk ve idarede gösterdikleri yetenekleri ve güvenlik stratejilerinin uygulanmasındaki diplomasi, propaganda ve harp araçlarını kullanma üstünlükleri büyük ve ileri bir kültür toplumu olmalarının sonucuydu.

Türk İslam Toplumlarında, kültürel hayat, islam kültür çevresinin etkisi altında gelişti. Türklerin bu çevreye girmeleri onların her alanda ilerlemesine ve yükselmesine sebep oldu. Türk düşüncesi, bir yandan tarihi gelişimini devam ettirirken diğer yandan İslam düşüncesi ve felsefesiyle bütünleşti. Bu toplumların hayat tarzlarında islamın yüce ve ebedi ilkelerine, esaslarına ve kurallarına uyum sağlayacak değişmeler meydana geldi. Hukuk düzenleri "Şerri" esaslara ve "Törelere" göre yeniden kuruldu, düzenlendi. Arap ve Fars dil ve kültürlerinin baskısına rağmen, Türk dili korundu. Karamanoğullarının başlattıkları resmi dilin türkçe olması hareketi, bazı olumsuz dönemler dışında devam etti. İslamın koruyuculuğunu üstlenen Türkler, Türk tasavvuf düşünce ve eylemleriyle müslümanlığın çağlar boyu gelişmesini ve yönlendiriciliğini sağladılar. Anadolu Türk toplumu oluşturduğu kültür çevresinde, manevi ve maddi kültür hayatını sürekli şekilde güçlendirdi. Kurduğu imparatorluklar o çağların siyasette, sosyal düzen ve sosyal adalette, iktisadi alanda, özellikle bilimde, eğitim ve öğretimde, hukuk hayatında, en medeni ve en ileri devletleri oldular. Osmanlı imparatorluğu kuruluşundan başlayarak, tarihi varlık alanından çekilişine kadar altıyüz yıl boyunca İslam Dünyasının, Türk İslam kültür çevresinin tek temsilcisi oldu. Bir dünya devleti niteliğini koruyarak, kültür hayatını inançlarda, adalette, dilde, musikide, sanat ve estetikte, mimaride, folklörde, eğitim ve öğretimde, sosyal ilişkilerde, diplomasi de özenle güçlendirdi. İnsanlık tarihine sayısız örnekler verdi. Kültür varlığımızın zenginleşmesini sağladı.
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Devleti'nin Kuruluşunda Türk Nüfusu
ÖZET

Türkler, Anadolu Selçuklu yerleşim yapılması için Batı Anadolu sınırlarına kadar gelip yerleşmişlerdir. Osmanlı devleti ve diğer Anadolu Türk Beylikleri, bu yaşam bölgesinin sınırları Adalar Denizi’ne kadar genişletmiş. Osmanlı Devleti, XII. Yüzyılı başında Moğol tahakkümünün de etkisi ile Batı Anadolu’yu dolduran Türk nüfusunun dinanizmi üzerine kurulmuştur. Bu dinanizmin içinde Türk Devlet düzeni oluşmasına Türklerle birlikte gayr-i müslim Hırıstiyanlarda katılmıştır. Türk yöneticilerinin yaşama biçimi olarak göçebe olmaları, kurulacak ekonomik düzenin yerleşik yapı öngörmesini engellemiştir. Türkler dini hoşgörü ile gayr-i müslimleri de bu düzen içinde adapte etmeyi başarmışlardır.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı Türk nüfusu, Gibbons, Osmanlı Medeniyeti, Rum Sultanı, İhtida, Kayı Damgası, abdallar- Rum, Bilecik tekfuru.

Giriş
Tarihte altı asır sürecek Türk Medeniyetini Osmanlı Devleti adı ile Anadolu’da örgütleyen ve on ikinci asırdan itibaren Anadolu’da yerleşik Türk kültürel yapısını oluşturan Türklerin bu medeni eseri tam olarak vurgulanamamıştır. Türklerin göçebe gelenekten gelmeleri sebebiyle Batı Anadolu’daki Osmanlı oluşumu, Türk mirası dışında Bizans geleneği olarak değerlendirilme gibi zorlamalara gidilmiştir. Daha önce bu konuda Osmanlı-Bizans medeni ilişkileri çerçevesinde doğru bilimsel tespitleri ortaya konmuştur. Bu çalışmaların Osmanlı medeniyetinin aktif unsurları olan Türk nüfusunun demografik yapısına yönelik genişletilmesi gereğinden yola çıkarak Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında Türk nüfus yapısını ve Bizans-Rum halkıyla olan bağlantı ve ilişkilerini burada tespit etmek istiyoruz;
Bizans geleneğine bağlanan Osmanlı Medeniyeti, Anadolu yerleşik Türk halkı ile nasıl temsil edilebilecektir? Osmanlı Devleti’nin bu kültürel tekamülünü sağlayan Batı Anadolu halk tabakasının Türk menşeini ve sosyo-ekonomik durumunu tespit etmek ayrıcalıklı bir konu durumundadır.
Osmanlı Devleti’nin temelini oluşturan halk tabakasının menşei Bizans’a bağlama yolunda yanlış değerlendirmeleri belirleyerek konuyu açmak istiyoruz;
-Paul Wittek, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda yer alan kişilerin sadece dil bakımından Türk olan başlangıçta İslam dini ile bağlantıları zayıf olup ihtida edip gaziler halinde örgütlenen küçük bir Türk kitlesi olduğunu belirtir.
Roma tarihçisi Bibbons, bu görüşe yakın bir şekilde dört yüz çadırlık aşiret halinde Batı Anadolu’ya gelen Osman Bey ve arkadaşlarının burada ihtida etmesi ve Bizans tesirinde Bizans halkına dayalı bir devlet kurduklarını belirtir.
Gibbons’un bu görüşlerine Rambaud ve R.Sola da benzer değerlendirmelerle katılmışlardır .Yukarıdaki kısaca bahsettiğimiz yanlış değerlendirmelere topluca bakacak olursak;

1-Osmanlı aşireti Bizans sınırında diğer Türk unsurlarından kopuk Türkçe konuşan göçebe bir unsurdur.
2-Bu aşiret İslam Dinini bu bölgede Hıristiyan halk ile birlikte kabul etmiş, ihtida sürecinde Bizanslaşmış Rum halkı ile karışık muhtelit bir yapı olmuştur.
3-Gaziler teşkilatı, kendi içinde Bizans kültürünün korunmasını amaçlayan muhtedileri de bulundurur.
4-Göçebe Osmanlı Beyliği’nin ihtida ettikten sonra kurdukları ilk Asya tarzı devlet teşkilatı, şehirli Hıristiyan ve yerleşik tarımsal kültürünün ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Türkiye Selçuklu sosyo-ekonomik yapısının rolünü öngörmeyen bütün değerlendirmelerin yanlışlığı gibi Osmanlı etnik oluşumundaki bu tespitler de Türkiye Selçuklu şehirleşmesinin bölgeye tesirini ortaya koymaktan çok uzaktır. Türkiye Selçuklu devrinde Sivas şehri konusunda yaptığımız bir çalışma ile on üçüncü yüzyılda Türklerin Anadolu’da şehirleşmenin bütün unsurlarını oluşturmuş olduklarını tespit etmiş durumdayız. Burada ilk olarak hangi siyasi ve sosyo-ekonomik gelişmelerin Osmanlı ve uç beyliklerini Batı Anadolu’ya göçe ittiğini ve Batı Anadolu’da Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda yer alan dinamik Türk unsurunu tespit etmek durumundayız;
XIII. yüzyılın ikinci yarısında Batı Anadolu’ya Moğol istilası ve Türkiye Selçuklu sultanlığının çöküşü nedeniyle Anadolu’ya Müslüman olarak geldiğini bildiğimiz Türkmenler göç etmeye başlamışlar ve XIV. Yüzyıl başında Anadolu’nun sosyo-iktisadi ağırlığı Batı Anadolu’ya kaymıştır.


I.OSMANLI ÜLKESİNDE TÜRK NÜFUSUN YERLEŞTİRİLMESİ

Moğolların Orta Anadolu’yu istila etmeleri ve Selçuklu ülkesini tahakküm altına alması üzerine Türkmen taifeleri başlangıçta göçmen olarak, XIII. Yüzyıl sonunda da yerleşik yapıda olmak üzere Moğol tahakkümünü kabul etmeyerek cemiyet yapıları içinde Batı Anadolu’ ya kaymışlar ve Batı Anadolu’da Rum memleketinin her tarafını doldurmuşlardır ve bölgede Selçuklu düzeninin devamını temin temin etmişlerdir. Osmanlılar da bu etrak taifelerin göç dalgası içinde başlangıçta Eskişehir bölgesine daha sonra ise Domaniç, Bozüyük, Söğüt bölgesine gelip göçebe tarzına yerleşmişler daha sonra yerleşik Türkler bu topraklara gelmişlerdir. Bu sürecin en az iki nesil boyunca devam ettiğini görüyoruz.
Osmanlı Devleti’nin göçebe Türkleri Batı Anadolu’ya yerleştirilmesi Selçuklu devrindeki Türkleşmeye benzer koşullarda bir süreci ifade etmektir. Yenişehir’in fethi örneğinde olduğu gibi Türkler hızla yeni şehirlerin ve köylerin tesisini sağlıyor göçer evli Türkmenler de diğer yerleşik Türklere ilave olarak yerleşik kültür yaşamına giriyorlardı.
Aşık paşa oğlu tarihinde Yenişehir’in kurulmasını ve bu bölgenin fethiyle ilgili şu ifadelere yer verilir:

“Osman Gazi, Yenişehir’e gelince etrafın etrafın kafirleri geldiler. Osman Gazi hepsinin ülkesini zaptetti. Adalet ve iyilikle mamur etti.
Gaziler ferah oldular. Her birisine köyler verdi, yerler verdi. Her kişiye değerine göre riayet etti. Osman Gazi dedi ki: “Mihal’i çağıralım. Onu Müslüman edelim. Eğer Müslüman olmazsa önce onun ilini vuralım.” Bu kayıtlardan anlaşıldığı üzere Osmanlı Beyliği göçebe devlet yapısında iken yerleşik İslam fetih anlayışına göre Mihal ile savaşmadan onu İslam’a çağırma geleneğine uymuş, ayrıca göçebe devlet yapısı içinde Türkleri yerleşik toplumsal sürece sokma iradesini göstermştir.
Osmanlılarda önceki süreçte de Oğuzlar Batı Anadolu sınır boylarına gelmişler, buralarda Bizans idaresindeki Türk unsurlarıyla karşılaşmışlardır. Moğol istilasıyla birlikte Hazar, Kıpçak, Harezm, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleri Oğuz kitleleriyle kaynaşmak suretiyle Batı Anadolu Türklerinin etnik teşekkülü üzerinde etkili oldular.
Bu gelişmeler çevresinde XIV. Yüzyılda Batı Anadolu’da keşif Türk nüfusu birikmiş durumda bulunuyordu. Osmanlı Devleti Kuruluş açısından hinterlandında nüfus sıkıntısıyla karşılaşmamış, Orhan Bey zamanında yaya ve müsellem olarak bölgedeki Türklerden ordu oluşturabilmiştir.
XIV. yüzyıl başında Batı Anadolu’ya seyahat eden El Ömer’in eserindeki nüfus verilerine bakacak olursak Batı Anadolu’da teşekkül eden beyliklerin toplam olarak barındığı Türk aile sayısı 400.000 çadıra ulaşmaktadır.
Bu çevrede Osmanlı Beyliği’nde Orhan Bey emrinde atlı olarak savaşa giden ve askerlik yapan hane (çadır) sahibi Türklerin sayısı 25.000 asker-25.000 çadır.
Karasioğuları’nın emrinde 20.000 asker-20.000 çadır.
Germiyanoğulları’nın emrinde 40.000 asker-40.000 çadır.
Bu sayıya Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan sonra XIV. Yüzyıl boyunca Batı Anadolu’ya göç eden Türkler dahil değildir. El Ömer’deki bu kayıtlar Osmanlı Devleti’nin 400 çadırlık bir Türk aşireti üzerinde kurulmadığını göstermektedir.
Batı Anadolu’daki diğer Türk beylikleri gibi Türk unsuruna dayanan ve göçebe Türkler için yerleşik yaşam bölgeleri oluşturan Osmanlı Devleti, Selçuklu imar faaliyetlerini devam ettiriyordu. Orta Anadolu’da Selçuklular’ın başlatmış olduğu kültür ve imar faaliyetlerinin küçük çaptada olsa Batı Anadolu’daki Türk beylikleri tarafından devam ettirilmesi, Selçuklu Türkleri’nin bu alanda attıkları tohumların filizlenmeye devam ettiğini göstermesi açısından son derece önemlidir.
Bu kültürel yapının Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda şehirlerde Türk hakimiyetini sağlayan ana etken olduğunu belirtmek zorundayız.

 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol
Geri
Üst