Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Kültür tarihi ve sılahatlar
XIV. ve XVI. Yüzyıl Osmanlı Kültür ve Uygarlığı

Devlet Yönetimi

Padişah

Osmanlı Devleti'nin yönetimine Al-i Osman diye adlandırılan Osmanlı ailesi dışında başka bir sülaleden hükümdar getirilmemiştir. Devletin ve milletin devamı ilkesine uyularak, bir isyan çıkmasının önüne geçmek amacıyla diğer şehzadeler öldürülürdü. Bu nedenle yıkılışına kadar, Osmanlı Devleti'nde Roma ve Bizans'ta olduğu gibi bir çok sülale iş başına geçmemiştir. I. Ahmet Dönemi'nden itibaren, kardeş katli kaldırılarak, oda hapsi uygulaması başlamıştır. Padişah, törelere göre, bütün güç ve kudreti elinde bulunduran ve memleketin sahibi sayılırdı. Padişah, şer'i hukuka aykırı olmamak şartıyla, birtakım hükümler verir, bunlar örf olarak adlandırılırdı.

Padişahlar aynı zamanda ordunun başkomutanı idi. XVI. yüzyıla kadar padişahlar, şehzadelikleri döneminde savaşlara katılır, ülke idaresi ve savaş teknikleri konusunda tecrübe kazanırlardı. Padişahlar, dini anlamda yetkilere de sahiptiler. Bu yetki Yavuz Sultan Selim'in, Mısır'ı alması ile Halife-i Müslimin, yani Müslümanların halifesi sanı ile belirtilmişti.

Padişah çocuklarına, çelebi veya şehzade denir, şehzadeler, babalarının sağlığında büyük bir sancağa tayin edilirdi. Buralarda, başlarında da "Lala" denilen devlet adamları olmak üzere, devlet yönetimi konusunda yetiştirilirlerdi. Her şehzade hükümdar olma hakkına sahipti. Tahta çıkma konusunda herhangi bir veraset sistemi yoktu. Osman Bey ve Orhan Bey döneminde padişahlık hakkı hanedanın bütün erkek üyelerine aitti.

Ancak, I. Murat döneminden itibaren padişahlık, padişah ve oğullarına bırakılmış, bu durum şehzadeler arasında zaman zaman taht kavgalarına sebep olmuştu. Fatih Kanunnamesi'nde bu durum; "şehzadelerin hangisine saltanat nasip olursa onun tahta geçeceği" şeklinde belirtilmiş, böylece bu kanunname ile kardeş katli yasallaşmıştır. I. Ahmet dönemi ile birlikte, ekber ve erşad yani en akıllı ve en yaşlı kişinin tahta geçmesi kuralı getirilerek veraset sistemi belirgin bir duruma gelmişti.

Osmanlı padişahları Halifelik yetkilerini ilk defa 1774'te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması'nda Kırım Müslümanlarını dini açıdan kendilerine bağlıyarak kullanmışlardır.

Merkez Yönetimi

Saray

XV. yüzyılla birlikte Osmanlı Devleti giderek gelişmiş ve büyümüş, buna paralel padişahların oturduğu saraylar da büyümüş ve ihtişamı artmıştı. Bursa'nın başkent olduğu dönemlerde, burada bir saray yapılmış, ardından Edirne'nin alınması ile buraya da saraylar yapılmaya başlanmıştı. Fatih'in İstanbul'u fethi ile, önce bugünkü İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu alana, Saray-ı Amire yani "büyük saray" diye bilinen bir saray yapılmış, zamanla bu sarayın yetersiz kaldığına inanılarak, yine Fatih döneminde Topkapı Sarayı'nın yapımına başlanmıştı. Dört tarafı duvarlarla çevrili olan bu saray,değirmenleriyle, fırını ve bostanıyla, silah depolarıyla, ahırlarıyla, mescidleriyle adeta bir kasabayı andırmaktaydı. Bu dönemde saray, padişahın ailelerine ayrılan harem, devşirmelerden ve savaşlarda esir alınıp yetiştirilen gençler ve gönüllülerden oluşan Enderun ile sarayın dış hizmetlerine bakanlar için ayrılan Birun olmak üzere üç ana bölümden oluşurdu.

Birun

Osmanlı Devleti'nin zamanla gelişip büyümesi sonucu, başlangıçta basit ve sade olan saray teşkilatı yetersiz kalmış, sınırların hızla büyümesi ile devlet memurlarının sayısı artmıştı. Bu durum saraya da yansımış, saray görevlilerinin sayıları da artmıştı. Bu durumda iki terim ortaya çıkmıştı; Enderun ve Birun. Farsça bir kelime olan ve "dış" analamına gelen Birun, Osmanlı sarayında dış hizmetlere bakan, sarayda yatıp kalkmak zorunda olmayan padişah hocası, hekimbaşı, cerrahbaşı, hünkar imamı gibi kişilerin bağlı olduğu kısımdı. Bu insanlara "Birun Halkı" ya da "Dış Halkı" denirdi. Birun Halkı, Enderun Halkı'na göre daha üst seviyede idi. Birun terimi Tanzimat'ın ilanı ile kullanılmamaya başlanmıştı.

Enderun

Farsça bir kelime olan Enderun "iç" anlamına gelir. Enderun ve Enderun'a mensup halk, devşirme denilen hristiyan çocukları ile savaşlarda esir alınıp yetiştirilen gençler ve gönüllülerden oluşurdu. Devşirme kanununa göre sekiz ve on sekiz yaşları arasında toplanan ve daha sonra boy, gösteriş, ahlak ve zeka olarak seçilen bu bu gençler, önce Edirne Sarayı, Galat Sarayı ve İbrahim Paşa Sarayı gibi saraylarda Türk-İslam adet ve geleneklerine göre yetiştirilir, ardından Enderun'daki ihtiyaca göre buraya alınıp, kendilerine birer oda tahsis edilir, saray adabını öğrendikten sonra, yeteneklerine göre devlet memurluklarına atanırlardı. Bu odaların en önemlisine Hasoda denirdi. Kısaca Enderun, Osmanlı Devleti'ne, devlet memuru yetiştiren bir okuldu.

Harem

Arapça'da girilmesi yasak ve kutsal olan yer anlamına gelen harem, Osmanlı saray yapısında önemli bir yer tutar. Harem-i Humayun veya Harem Dairesi adı verilen bu kısım da tamamen padişah kadınlarına ayrılmıştı. Haremde bulunan kadınlar, Harem Ağası denilen, erkekliği yok edilmiş kişilerin kontrolündeydiler. Hareme alınacak kadınlar itina ile seçilir, bunlar ya değişik ırklardan seçme güzel kadınlar, ya da padişaha bazı devlet adamlarının göndermiş olduğu kadınlardan oluşurdu. Bununla birlikte bir takım cariyeler, yani savaşlarda esir alınan kadınlar da, Harem Ağası'nın seçimi ile hareme girebilirlerdi.

Harem-i Humayun aynı zamanda bilinenin aksine, padişahın giyim ve kuşamı dahil tüm özel işlerinin düzenlendiği bir kurumdu.

İstanbul Yönetimi

İstanbul, Osmanlı Devleti için kuruluş yıllarından itibaren hem siyasi hem de ticari açıdan önemini korumuştu. 1453 yılında İstanbul'un fethi ile, Osmanlı Devleti'ne başkentlik yapmaya başlayan şehir, Osmanlı tarihinde "payı taht-ı saltanat", yani "saltanatın başkenti" olarak anılmıştır.

İstanbul, ülke yönetiminde özel bir yere sahipti. Bütün merkez teşkilatının bulunduğu İstanbul'a özel memurluklar vardı. Bunlardan bazıları; İstanbul Ağası, İstanbul Kadısı, Şehremini idi.

Yeniçeri Ağası'nın bir gmrevi de İstanbul'un güvenliğini sağlamaktı. İstanbul Kadısı, şehirdeki şer'iyye mahkemelerinin başında bulunan, yani adalet işleri ile uğraşan kişi idi. Bu arada şehirde bulunan saray ve hükümete ait binaların onarım ve tamir işlerine bakan kişiye "Şehremini" denirdi.

Divan-ı Hümayun

Osmanlı Devleti'nde bugünkü anlamda Bakanlar Kurulu, Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi gibi devlet kurumlarının görevlerini yerine getiren ve bizzat padişahın başkanlık yaptığı, birinci derecede devlet işlerinin görüşüldüğü divana Divan-ı Hümayun denir. Selçuklu, İlhanlı gibi Türk Devletlerinden örnek alarak oluşturulan Divan Teşkilatı ilk defa Orhan Bey zamanında kurulmuştu. Fatih Sultan Mehmet'e kadar divana padişahlar başkanlık ederken, Fatih'ten sonra divana sadrazamlar başkanlık etmeye başlamıştı. Divan, padişah nerde ise orda kurulurdu. Fatih devrine kadar Divana padişahlar başkanlık ederken, bu tarihten itibaren Vezir-i Azamlar başkanlık yapmış, padişah divan toplantılarını kafes arkasından dinlemişti.

Divan toplantılarında, birinci veya ikinci derecede siyasi, idari, askeri, örfi, şer'i, adli, mali işlerle birlikte, halkın şikayetleri ve davaları görüşülüp karara bağlanırdı. Divan hangi din ve mezhepten olursa olsun herkese açıktı. Divan üyelerinin başında, asli üye olarak kabul edilen; Vezir-i Azam, Vezirler, Kadıaskerler, Defterdarlar ve Nişancı sayılabilir. Bunlardan başka, Rei'sü'l Küttab, Kaptan-ı Derya, Yeniçeri Ağası da toplantılara katılırdı. Şeyhülislam Divan üyesi değildi.

Seyfiyye

Divanda padişaha ait yetkileri kullanmak üzere görevlendirilen sınıflardan biri olan Seyfiyye (ehl-i Örf), yürütme gücünü elinde bulunduran sınıftı. Seyfiyye; Sadrazamdan, en alt rütbedeki kapıkulu ve tımarlı sipahiye kadar uzunan bir sınıftı. Bu sınıfın Divan-ı Hümayun'daki temsilcileri vezirlerdi.

Sadrazam

Bugünkü anlamda başbakana eş olan Vezir-i Azam, Osmanlı Devleti'nin başlangıçta sayısı bir olan vezirlerin giderek sayısının artması üzerine, birinci vezire verilen addır. Vezir-i Azam, diğer Vezirler ve devlet ileri gelenlerinin başı ve hepsinin en ulusu sayılırdı. Vezir-i Azam, padişahın da mutlak vekiliydi. Vekilliğin işareti ise padişah tarafından kendisine verilen mühü, yani Mühr-ü Hümayun idi. Fatih devri ile birlikte divana başkanlık etmeye başlayan Vezir-i Azamlar, padişah savaşa gitmediği zamanlarda da ordu komutanı olarak sefere çıkar ve Serdar-ı Ekrem ünvanı alırdı. Vezir-i Azamlar XVI. yüzyılla birlikte, en büyük vezir anlamına gelen Sadr-ı Azam diye anılmaya başlanmış, sadrazamların yönetimdeki ağırlığı XVII. yüzyılla birlikte giderek artmıştı. Bu dönemde sadrazamlar devlet işlerini kendi saraylarında yönetir olmuş, bu nedenle sadrazam sarayı, "yüksek kapı" anlamında olan "Bab-ı Ali" denmeye başlanmıştı.

Vezirler

Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında vezir sayısı birdi. Zamanla vezirlerin sayıları artarak, Orhan Bey döneminde iki, Fatih döneminde dört, Kanuni döneminde yedi olmuştur. Vezir sayısının çoğalması ile birinci vezire Vezir-i Azam denmiştir. Kaynaklara göre ilk Vezir-i Azam, Çandarlı Halil Hayrettin Paşa'dır. Vezirler Divan-ı Hümayun'da Kubbe Altı'nda toplanıp kendilerine verilen görevlerle uğraştıkları için, Kubbe Veziri veya Kubbenişin diye de adlandırılmışlardır. Divanın doğal üyeleri olan Vezirler, üç tuğ taşır, maaş yerine kendisine tahsis edilen Has gelirlerinden faydalanırlardı.

Kaptan-ı Derya

Osmanlı Devleti'nde donanmanın başında bulunan kişiye Kaptan-ı Derya denirdi. Kaptan-ı Derya, divan üyesi olmakla birlikte, sadece İstanbul'da olduğu zamanlarda toplantılara katılırdı. Osmanlı Devleti, kuruluş yıllarında sınırları denizlere ulaşıp, denzi ötesi fetihlere başlanınca, gemiler yapmak ihtiyacı doğmuş, yapılan gemilerin her birine de "reis" ünvanı ile birer kaptan atanmıştı. Bu resilerin başındaki kişiye de "Derya Beyi" denmişti. Donanma büyüdükçe, donanmanın başında bulunan komutana Kapan-ı Derya denmeye başlanmıştı. Osmanlı Devleti'nde ilk Kaptan-ı Derya, Orhan Bey zamanında atanmış, bu göreve ilk gelen kişi de Karasioğulları kökenli, "Karamürsel Paşa" olmuştu. Tanzimat'ın ilanı ile birlikte Kaptan-ı Derya, Bahriye Nazırı olarak anılmaya başlandı.

Yeniçeri Ağası

Divan üyelerinden biri olan Yeniçeri Ağası, Yeniçeri Ocağı'nın en üst kademedeki komutanıydı. Yeniçeri Ağası, hem Yeniçeri Ocağı hem de Acemi Ocağı işlerinden sorumluydu. Ayrıca İstanbul'un asayişinden de sorumlu olan Yeniçeri Ağası, padişahın Cuma Selamlığı'na çıkışında, emrindeki Yeniçeriler ile namaz çıkışında selamlıkta bulunurlardı. Savaşlarda padişahın koruyucusu ve en yakın askeri olan Yeniçeri Ağası, Yeniçeri Ocağı'nın komutanı olması ve padiaşhın tahtta kalmasının çoğu zaman Yeniçerilerin elinde olması nedeniyle, padişahın bir numaralı adamı idi. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması ile Yeniçeri Ağalığı da tarihe karışmıştır.

İlmiyye

Divanda padişaha ait yetkileri kullanmak üzere görevlendirilen diğer bir sınıftı. Ehl-i Şer olarak da bilinen İlmiyye sınıfı, medrese eğitimi almış alimlerden oluşurdu. Bu sınıfın devlet içindeki görevleri; tedris (bilgi aktarma), kaza (İslam hukukuna göre hüküm verme) ve ifta (yapılan işlerin şeriata uygun olup olmadığını kontrol etme) idi. İlmiyye sınıfının Divan-ı Hümayun'daki temsilcisi Şeyhülislam yani müftüydü.

Şeyhülislam

Şeyhülislam; kendisine sorulan genel veya özel konulardaki şeriata veya hukuka ait noktalara, Hanefi Mezhebi'ne göre cevap veren kişiydi. Verdiği bu cevaba da "feta" denirdi. Şeyhülislam'ın ilk defa ne zaman görevlendirildiği bilinmemektedir. Bazı kaynaklara göre şeyhülislam veya müftü tabiri ilk defa II. Murat zamanında kullanılmaya başlanmıştır. Yine kaynaklarda geçen ilk şeyhülislam, II. Murat dönemindeki Molla Şemseddin Fenari'dir. Osmanlı Devleti'nde, 1920'de bu göreve getirilen son Şeyhülislam, Medeni Mehmet Nuri Efendi'ye kadar toplam 129 kişi bu makama geçmiştir. Osmanlı tarihinde birçok Şeyhülislamın padişaha ters düştüğü veya ona sert söz söylediği görülmüştür.

Örneğin, Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi, kendisine görüşme teklif eden II. Bayezit'in teklifini reddetmişti. XVIII. yüzyıl ile birlikte bir ülkeye savaş ilan edilip edilmemesi Şeyhülislam'ın fetvasına göre belli olmaya başlamıştı. Önceleri Divan üyesi olmayan Şeyhülislamlar, XVI. yüzyıl ile birlikte Divan'a katılmaya başlamışlar, protokolde Kazaskerlerden sonra gelmişlerdi.

Kazasker

Kaynaklara göre, Osmanlı Devleti'nde, 1362'de I. Murat zamanında kurulan Kazaskerlik makamı, ilk defa Abbasiler döneminde görülmüştür. Anadolu Selçuklu Devleti'nde de benzer bir makam göze çarpar. Yine kaynaklara göre Osmanlı Devleti'nde Kazaskerlik makamına ilk kez Bursa kadısı Çandarlı Kara Halil getirilmiştir. Kazasker'in anlamı; asker kadısı, ordu kadısıdır. 1480'e kadar Kazasker sayısı birken, bu tarihden itibaren Anadolu ve Rumeli Kazaskeri olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Rumeli Kazaskeri, derece ve rütbe olarak Anadolu Kazaskerinden daha üstündü. Bu arada Kazasker, rütbe ve protokol bakımından vezirlerden hemen sonra gelirdi. Divan üyelerinden olan Kazasker, Divan'da büyük davalara bakarlardı.

Kazasker aynı zamanda, padişah sefere çıktığında onunla birlikte sefere çıkmaya mecburdurlar.

İlmiye sınıfından olan Kazasker, XIX. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti'nin en önemli memurlarındandı.
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Kalemiyye

Ehl-i Kalem olarak da adlandırılan bu sınıf, Osmanlı Devleti'nin idari ve mali bürokrasisini oluşturur. Kalemiyye sınıfının Divan-ı Hümayun'daki temsilcisi Reis-ül Küttap'tır.


Nişancı

Türklerde hükğmdar ferman ve beratlarına "nişan", bu işle sorumlu kişiye de Nişancı denirdi. Divan-ı Hümayun üyelerinden olan Nişancı, derece ve protokole göre vezirlerden sonra gelirdi. Osmanlı Devleti'nde ilk Nişancı'nın ne zaman görevlendirildiği bilinmemektedir. İlmiyye sınıfından seçilen Nişancı, birinci dereceden memur sınıfına girerdi. Nişancı'nın asıl görevi, padişah adına yazılan fermanlara, beratlara ve namelere, padiaşhın imzası demek olan tuğra çekmekti.

Padişah mektuplarının yazım işi XVI. yüzyılla birlikte Reis'ül Küttablar'a devredilince, Nişancılar sadece tuğra çekmekle görevlendirilmişlerdi. Nişancının bir başka görevi de Tahrir Defterleri'ni düzenlemek, yani fethedilen toprakları Has, Zeamet ve Tımar olmak üzere gelirlerine göre ayırarak defterlere kaydedip, bu toprakların dağıtımını yapmaktı.

Reis-ül Küttap

Katiplerin reisi anlamına gelen Reis-ül Küttap, XVII. yüzyıla kadar, Divan-ı Hümayun Katipleri'nin şefi pozisyonunda olmasına rağmen, Divan'ın asıl üyesi değildi. Bu dönemde Nişancı'ya bağlı bir memur olarak çalışırlardı. XVI. yüzyılda Divan üyesi olarak kabul edilmiş ve dış işlerinden sorumlu hale gelmişlerdi. Reis-ül Küttap'ın görevleri kanunnamelerde şu şekilde tanımlanmıştı; Padişah tarafından verilen hüküm ve kararları düzeltmek ve tamamlamak, fermana uygun olarak emirler yazmak ve padişah ve Vezir-i Azam'a gelen mektupları tercüme ederek cevap yazmak idi.

Defterdar

Osmanlı Devleti'nde mali işlerin başında bulunan, bugünkü anlamda Maliye Bakanı görevini yerine getiren kişiye Defterdar denirdi. Kaynaklara göre Osmanlı Devleti'nde ilk Defterdar, I. Murat'ın son zamanlarında veya I. Bayezit'ın ilk yıllarında göreve getirilmiştir. Diğer devlet memurluklarında da olduğu gibi, Osmanlı Devleti'nin büyümesine paralel olarak, başlangıçta bir olan Defterdar sayısı, Fatih devrinde Anadolu ve Rumeli Defterdatı olmak üzere ikiye çıkarılmıştı.

Divandaki yerleri Kazaskerler'den sonra gelen Defterdarlar, devletin gelir ve giderlerini yani bütçesini hazırlarlardı.

Taşra Yönetimi

Taşra yönetiminin temeli tımar sistemi denilen, bir kısım asker ve devlet görevlilerine belli bölgelerde vergi kaynaklarının tahsis edilmesi, ve buna karşılık onlardan devlet için hizmet beklenmesi sistemine dayanırdı. Tımar sistemi sayesinde devlet, hem tahsis ettiği, miktarı belirlenmiş vergileri toplamak gibi ikinci bir iş yapmıyor, hem de çağrıldığında askere gelecek hazır bir kuvvet oluşturuyordu. Taşra Teşkilatı, küçükten büyüğe; köy (karye), nahiye, kaza, sancak (liva) ve eyaletlerden oluşmakta idi. Nahiyelerin köylerle birleşmesinden kazalar, kazaların birleşmesinden sancaklar, sancakların birleşmesi ile de eyaletler ortaya çıkmıştı. Bunlar arasında en fazla toprağa sahip birim kazalar ve sancaklardı. Kzalarda yönetici olarak, kadı, alaybeyi ve subaşı bulunurdu. Kadılar adli işlere, subaşılar ise asayişle ilgili işlere bakarlardı.

Sancakları ise Sancak Beyi denen kişi yönetir, bu kişi askeri ve idari işlerin tümünden sorumlu olurdu. Sancakların birlşemesi ile oluşan eyaletlerde ise başta Beylerbeyi denilen yönetici birisi bulunurdu.

Beylerbeyi bulunduğu bölgede, padişahın temsilcisi olarak bütün yönetimden sorumlu idi. Bunlar Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi olarak ikiye ayrılmıştı.

Özel Yönetimli (Saliyaneli) Eyaletler

Tımar sisteminde, devlet tarafından tahsis edilmiş ve miktarı belirlenmiş olan vergiye dirlik denirdi. Saliyaneli eyaletlerde tımar sistemi uygulanmadığı için, buralardan yıllık vergi alınır, bu vergiye de yıllık anlamına gelen "saliyane" denirdi. İl kez Kanuni Sultan Süleyman zamanında oluşturulan bu birimlerin toprakları kesinlikle dirliklere ayrılmaz, yıllık gelirleri, iltizam denilen, verginin peşin olarak alınması , şeklinde toplanırdı. Bu vergileri toplayan kişilere de "mültezim" denirdi. Saliyaneli eyaletlerin başında; Trablusgarp, Tunus, Cezayir, Mısır, Bağdat, Basra, Yemen ve Habeşistan geliyordu.

Merkeze Bağlı (Saliyanesiz) Eyaletler

Osmanlı Devleti'nde taşra teşkilatı üç bölümden oluşmuştu. Bunlar; Merkez bağlı Eyaletler, Bağlı Beylik ve Hükümetler ile Özel yönetimi olan eyaletlerdi.

Tımar sistemi üzerine kurulmuş Osmanlı taşra teşkilatında, XVI. yüzyılla birlikte sınırların genişlemesi ile, ülkenin her yanında tımar sistemi uygulanamamış, bazı bölgeler bu uygulamanın dışında tutulmuştu. Tımar sisteminin uygulandığı eyaletlere, "saliyanesiz", tımar sisteminin uygulanmadığı yerlerede "saliyaneli" eyalet denirdi. Saliyane, yıllık demektir. Tımar sisteminin uygulanmadığı eyaletlerden alınan yıllık vergiye de bu ad verilir. Saliyanesiz eyaletlerin bazıları; Rumeli, Bosna, Temeşvar, Budin, Eğri, Anadolu, Zülkadinye, Trabzon, Şam, Halep, Raka, Diyarbakır, Van, Kars ve Kefe idi.

Eyalet

Osmanlı Devleti'nde şimdiki anlamda "il" olarak bilinen idari birimdi.

Eyaletlerin başındaki yöneticiye "beylerbeyi" denirdi. Fakat beylerbeyi, bugünkü validen daha fazla yetkilere sahipti. Eyalet valileri, sadece idari memur olmayıp aynı zamanda savaş durumunda mahiyetindeki adamları ve askerleri ile savaşa katılırdı. Eyaletler sancaklara ayrılmıştı.

Sancakların başında da "sancak beyi" bulunurdu.

Sancak

Osmanlı Devleti'nde idari bir birim olan sancak, kazaların birleşmesi ile oluşurdu. Sancak, liva olarak da isimlendirilirdi. Sancakların başında "sancak beyi" yani "mutasarrıf" bulunurdu. Sancakların bir araya gelmesi ile eyaletler oluşurdu.

Kaza

Osmanlı mülki yapılanmasındaki kaymakam idaresinde bulunan idari birime verilen addır. Klasik dönemde taşra yönetiminde önemli bir yer tutan kazalar, kadıların idari yargı fonksiyonunun azalmasından dolayı XVIII. yüzyılda önemini yitirmiştir.

Nahiye

Osmanlı taşra yönetiminde, en alt birimdir. Daha çok bir kaç köyden oluşurdu. Günümüzde "bucak" olarak bilinen bu idari birimin başında "nahiye müdürü" bulunurdu.

Bağlı Beylik ve Hükümetler

Osmanlı Devleti idari teşkilatında, eyalet teşkilatı dışında kalan ve iç işlerinde serbest ancak Osmanlı Devleti'nin hakimiyetini kabul etmiş, imtiyazlı, yani özel statülü beylik ve hükümetler de vardı. Bunların başlıcaları Kırım Hanlığı, Sırbistan, Eflak, Boğdan, Erdel ve Hicaz Emirliği idi. Bunların kralları veya beyleri kendi asilzadeleri arasından, Osmanlı Devleti tarafından seçilmekte ve gördükleri himayeye karşı, Osmanlı Devleti'ne belirli miktarda vergi ve asker göndermek zorundaydılar. Ancak Kırım Hanlığı ve Hicaz yanş Mekke-i Mükerreme Emirliği bu statünün dışındaydı. Bu yapılanma ilk kez Fatih Sultan Mehmet zamanında oluşturulmuştu.

Toprak Yönetimi

Miri Arazi

Bu topraklar her türlü işletim hakkı devlete ait olan topraklardı. Bu topraklar, topraktan alınan verginin büyüklüğü ve hizmete göre çeşitli bölümlere ayrılmıştı. Miri toprak üzerinde yaşayan kişiler, bu toprakların asıl sahibi olmayıp, kiracı konumundaydılar.

Osmanlı Devleti'nde Miri toprağın kullanım şekli şu şekilde idi : Tımar sisteminde; bir kısım asker ve ya devlet görevlilerine belirli bölgelerde vergi kaynakları tahsis edilir, karşılık olarak da onlardan devlet görevlilerine belirli bölgelerde vergi kaynakları tahsis edilir, karşılık olarak da onlardan devlet için bir takım hizmetler beklenirdi. Miri Arazi de de; Osmanlı Devleti, bir toprağı fethettiğinde, ki bu toprağın hıristiyan toprağı veya Müslüman toprağı olması önemli değildi, toprak boş bırakılmayıp ekilmek şartıyla eski sahiplerine verilir, bu topraklarda ziraat yoluyla elde edilne vergiler, direkt devlete değil de, o yerin geliri hizmet karşılığı kime verilmişse ona verilirdi.

Toprağı boş bırakan, yani üretim yapmayan köylüden "çift bozan" vergisi alınır, eğer köylü toprağı üç yıl işlemeden bırakırsa, toprak elinden alınırdı. Miri toprakların en önemli bölümünü savaşlarda yararlılık gösteren kişilere verilen Zeamet ve tımarlar oluştururdu. Dirlik ismi verilen ve Osmanlı toprak yönetiminde genel adıyla tımar olarak bilinen bu topraklar, gelir açısından çoktan aza doğru; Has, Zeamet ve Tımar olarak sıralanırdı.

Ocaklık

Ocaklık arazi, Geliri kale koruyucualrı ve tersane giderleri için ayrılan topraklardı.

Dirlik

Dirlik; terim olarak, tımar sistemi ile devletin bazı hizmetler karşılığında, bir takım asker ve memurlara verdiği miktarı belirli gelir kaynaklarının genel adıdır.

Dirlik sistemi ile devlet, daha çok ürün olarak alınan vergileri toplayıp hazineye aktarmak gibi bir yükten kurtuluyor, bu işi vergileri kaynağından toplayabilecek görevlilere bırakıyordu. Bu görevliler hem kendilerine vergileri bırakılmış dirlik alanını yönetiyor, hem de çağrıldığı anda beslediği askerlerle savaşlara katılabiliyordu. Miri arazinin en önemli bölümünü oluşturan bu dirlik sistemi ile devlet ordusunun büyük bir bölümünü oluşturan atlı eyalet askerlerini meydana getiriyordu. Dirlik arazide toprak dirlik sahibinin mülkü değildi, yani Miri arazinin, devlete ait arazi olmasından dolayı, bu toprakların asıl sahibi devlettir. Dirlik sahibi, torağın sahibi değildi ama dirlik bölgesini koruma, kollama ve gözetme hakkına sahipti. Bu yönetim hakkını hiçbir zaman keyfi olarak kullanamaz, kadı denetiminde dirliğini yönetirdi.

Has

Has ; yıllık geliri 100 bin akçe ve üzerinde olan topraklara verilen isimdi. Haslar genelde, birinci derecedeki , padişah, vezirler, beylerbeyi, sancak beyi gibi devlet memurları ile hanedan üyelerine verilirdi. Padişah hasları dışındaki devlet memurlarına verilen haslar, bu kişilerin görevde bulundukları sürece kendilerine ait olur, görevden ayrılmaları veya ölmeleri halinde bu şahıslar dirliklerini kaybederlerdi. Devlet memurları içinde yıllık geliri en fazla olan Vezir-i Azam hassıdı. Has olarak ayrılan toprakların yönetimine bizzat padişah veya birinci derece devlet memurları karışmaz, onun yerine voyvoda denilen kişiler yönetirdi. Ancak bu toprakların öşür ve diğer vergileri has sahibine ait olur, bölgede yaşayan köylü üretim yapmazsa toprak elinden alınarak bir başkasına verilirdi. Burda önemli olan nokta, Has sahibinin gelirinin her beşbin akçesi için, devlete cebelu denilen askerlerden bir asker beslemesidir.

Zeamet

Zeamet; yıllık geliri 20 bin akçeden 100 bin akçeye kadar olan dirliklere verilen isimdir. Zeametler genelde, eyaletlerde bulunan hazine ve tımar deftardarlarına, sancaklardaki alay beylerine, divan katiplerine, kadılara, subaşılarına kısaca ikinci derece devlet memurlarına verilirdi. Bu kişiler çok önemli bir suç işlemedikçe Zeametleri ellerinden alınmazdı. Zaim adı verilen Zeamet sahipları, tıpkı Haslarda olduğu gibi gelirinin ilk beşbin akçesi hariç, sonraki her beş bin akçe için bir cebelu beslemek zorunda idi. Zaim öldüğü zaman, Zeamet başka bir kişiye verilirdi.

Tımar

Dirlik arazinin en önemli bölümünü oluşturan tımar; yıllık geliri 3.000 ile 20.000 akçe arasında olan topraklara verilen isimdi. Tımar sistemi, Osmanlı Devleti'nde hem askeri gücü, hem de ekonomik ve sosyal yapıyı doğrudan etkilemişti. Şöyle ki devlet, tımar sistemi ile bir kısım asker ve devlet görevlilerine belli bölgelerdeki gelir kaynaklarını verir, buna karşılık, bu insanlardan devlet için hizmet beklerdi. Bu gelir kaynaklarına da dirlik denirdi.

Tımar sistemi, yapı olarak, Dört Halife Devri'ndeki, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve İlhanlılardaki ikta sistemine benzemekte idi. Osmanlı Devleti'nde tımarla ilgili ilk kayda I. Murat devrinde rastlanmaktadır.

Tımar sisteminin uygulanış bakımından Avrupa'daki feodal sistemin aynısı olduğu iddia edilse de, araalarında önemli farklar vardır. Birincisi, Feodal derebeyleri, toprağın gelirini almakla kalmaz, toprak üzerindeki her şeyin sahibi sayılırlardı. Feodallerin toprağı istedikleri gibi kullanım hakları vardı. Kralın bunları azletme yetkisi yoktu. Halbuki, tımar sahipleri, tamamen merkezi idareye bağlı olmakla beraber, toprak üzerinde bir kiracı durumunda idiler. Toprakları her an ellerinden alınabildiği gibi, yetkileri kanunlarla sınırlı idi. Yani, Sahib-i Arz denilen tımar sahipleri, ellerindeki arazinin değil, bu topraklardan elde edilen üründen devlet adına topladığı verginin sahibiydiler. Bunu da belli sorumluluklar ve yükümlülükler karşılığında yaparlardı. Tımar sahibi, kanunlara aykırı hareket ederse elindeki toprak alınırdı. Ayrıca bu topraklarda yaşayan köylüler, feodalizmde olduğu gibi köle değildi.

Tımar sahipleri, elinde bulundurduğu tımarın gelirine göre savaşa asker götürmekle yükümlü idi. Örneğin, 9.000 akçelik geliri olan tımar sahibi ilk 3.000 akçeyi kendisine ayırır, kalan 6.000 akçeyle de iki cebelu beslerdi. Tımarlar, tımar sahiplerinin görevlerine göre isimlendirilirdi.

Bunlardan ilki olan Hizmet Tımarı, bazı cami imam ve hatipleri ile saray hizmetlerine verilirdi. Mustahfız denilen ikinci grup tımar, kale komutanları ve askerlere bulundukları kaleyi korumaları için verilen tımardı. Üçüncü grup tımar ise Eşkinci Tımarı idi. Savaşlarda yararlılık gösterenlere verilen bu tımar en çok görülen tımardı. Tımar sistemi XVI. yüzyıl sonlarına doğru bozulmaya başlamış, tımar dağıtımında, kanunların aksine, tımar gerekli kişilere verilmeyip, rüşvet yoluyla askerlikle ilgisi olmayan kişilere verilmeye başlanmış ve giderek eski önemini kaybetmişti.

Yurtluk

Miri arazi çeşitlerinden olan Yurtluk arazi, sınır boylarına yerleştirilen Türkmenlere bırakılır, kendisine bu şekilde bir arazinin geliri verilen kişi, resmen o yerin sahibi sayılmaz, araziyi satamaz, bağışlayamaz veya vakıf olarak değerlendiremezdi. Tımardan farkı ise, hizmet karşılığı verilmemesiydi.

Mukata'a

Dört Halife devrinde, Büyük Selçuklular'da daha sonra Anadolu Selçuklularında ve İlhanlılardaki görülen ikta sisteminin devamı olan Mukata'a arazi, devlete ait olan toprakların, gelirleri doğrudan devlet hazinesine aktarılarak kiraya verildiği topraklardı. Bu toprakların gelirleri iltizam yoluyla toplanırdı.

Vakıf Arazi

Vakıf Arazi ; gelirleri ya cami gibi dini kuruluşlara, ya medrese gibi eğitim kuruluşlarına ve ya köprü, hastane gibi sosyal kurumlara aktarılan topraklardı. Bu topraktan sorumlu kişi, toprak hangi vakfa bağışlanmışsa vergisini o vakfın harcamaları için kullanılmak üzere vakfa öderdi.

Mulki Arazi

Arazi-i Memlüke de denilen mülk arazi, işletim hakkı tamamen sahiplerine ait olan topraklardır. Kişilere özel diğer bütün mallar gibi, mülk arazi de sahipleri tarafından miras bırakılabilir, satılabilir, hibe edilebilir, rehin bırakılabilir veya vakıf araziye çevrilebilirdi. Mülk arazi toprakları Öşri Arazi ve Haraci Arazi olmak üzere ikiye ayrılıyordu.

Öşri Arazi

Arazi-i Öşriyye olarak da bilinen Öşri Arazi, ya fetihten önce Müslümanların elinde bulunan arazi ya da fethedildiği zaman Müslümanlara verilmiş olan topraklardı. Bu topraklar sahiplerinin mülkü olup mülk sahipleri yaptıkları ziraat oranında elde ettikleri ürünün onda birinden, beşte birine kadar devlete vergi vermekle yükümlüydüler.

Haraci Arazi

Arazi-i Haraciyye olarak bilinir. Mülki arazinin bir çeşidi olan Haraci arazi, hristiyan halka ait topraklardı. Bu topraklar tıpku öşri topraklar gibi, sahiplerinin elde ettikleri ürünün onda birinden beşte birine kadar toprak vergisi vermekle yükümlü oldukları topraklardı.

Ordu Yönetimi

Kara Kuvvetleri

Osmanlı Devleti askeri teşkilatı daha çok, Anadolu Selçuklu Devleti'nin, İlhanlılar ve Memlükluların askeri teşkilatlarına benzerlik göstermektedir. Kuruluş yıllarında merkeze bağlı beyler, kendilerine bağlı aşiret kuvvetleri ile merkez emrinde savaşa katılmışlar, bu birliklerin tamamının atlı olması nedeniyle, sürekli savaşa hazır bir kara kuvvetine ihtiyaç duymuşlardı. Oluşturulan bu kara ordusunun atsız askerlerine "yay", atlı askerlere de "müsellem" denmişti. Onlu sistem denilen ve askerlerin onar ve yüzer kişilik mangalar ve bölüklere ayrıldığı, on kişilik grupların "onbaşı", yüz kişilik grupların "yüzbaşı", bin kişilik birliklerin de "binbaşı" denilen subayların emrine verildiği bu ordu teşkilatı, Kapıkulu Ocakları'nın kuruluşuna kadar savaşlara katılmıştı. Osmanlı Devleti'nde kara ordusu temelde üç bölüme ayrılırdı: Kapıkulu Askerleri, Eyalet Askerleri ve Yardımcı Kuvvetler.

Kapıkulu Askeri

Kapıkulu Piyadeleri

Osmanlı Devleti, Rumeli yönünde gelişmeye başlayınca sürekli bir orduya ihtiyaç duyulmuştu. Bu amaçla kullanılmaya başlanan Devşirme sistemi ile savaşlarda esir alınan hristiyan gençlerden veya Osmanlı egemenliğindeki hristiyan erkek çocuklarından, en gözde ve en yetenekli olanlar seçilir, bunlar önce Anadolu'da sekiz yıl Türk köylülerinin yanında Müslüman adet ve gelenekleri ile yetiştirilir, ardından Acemi Ocağı'na alınırdı. Bu kurum Kapıkulu Ocağı'nın çekirdeğini oluştururdu. Acemi Ocağı'nda sekiz yıl eğitim alan bu gençler daha sonra Yeniçeri Ocağı'na kaydedilirlerdi. Kapıkulu Ocağı toplam altı bölümden oluşurdu.

Bunlar, Yeniçeri Ocağı'na eleman yetiştiren Acemi Ocağı, Yeniçeri Ocağı, ordunun silah ve cephanesinin bakım ve onarım işini yapan Cebeciler, ordudaki top kullanımı ve top dökümü ile görevli Topçu Ocağı, bu topları savaş alanına götürmekle görevli Top Arabacılar, havan topuna benzer toplar kullanan Humbaracılar, kale kuşatmaları sırasında düşman surları altına tünel kazarak, surları yıkmakla görevli Lağımcılar ve son olarak, ordunun savaş sırasında su ihtiyacını karşılayan Sakalar'dır.

Yeniçeri Ocağı

Osmanlı Devleti'nde bizzat padişah hizmetine ait yaya kuvvetlerine Yeniçeriler, bunların bağlı olduğu kuruma da Yeniçeri Ocağı denirdi. Yeniçeri Ocağı'nın temelleri, ilk defa 1362 yılında I. Murat zamanında atılmıştı. Yeniçeriler, padişahın emri altında ve bizzat ona bağlı oldukları için "kapı kulu" diye de bilinirler. Yeniçeri Ocağı'nın başında bulunan kişiye Yeniçeri Ağası denirdi. Yeniçeriler, Acemi Ocağı denilen, Yeniçeri Ocağı'na asker yetiştirmek için kurulmuş ocaktan yetişirlerdi. Acemi Ocağı'na alınan gençler, ya savaşlarda elde edilen erkek hristiyan esirler, ya da Osmanlı egemenliğindeki hristiyan halkın erkek çocuklarıydı. Devşirme sistemi denilen sistemle en gözde ve en yetenekli çocuklar önce Anadolu'da sekiz yıl Türk köylülerinin yanında Müslüman adet ve gelenekleri ile yetiştikten sonra Acemi Ocağı'na alınır, burda da sekiz yıl eğitim alanlar Yeniçeri Ocağına kaydedilirlerdi.

Yeniçeri Ocağı, orta denilen 196 bölükten oluşurdu. Yeniçeriler, askerlik dışında hiç bir işle uğraşmazlardı ve XVI. yüzyıl başlarına kadar evlenmeleri yasakdı. Yeniçeri Ocağı, XVI. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı ordusunun en güçlü yaya kuvveti iken, bu tarihten sonra bozulmaya başlamış, devşirme kanununa aykırı ocağa alımların apılması ile talimsiz başıboş kimseler ocağa girer olmuştu. Böylece Ocak, devlet adamlarını tayin ettiren ve görevden alan, padişahları tahttan indiren veya tahta çıkaran bir kuvvet haline gelmişdi. Zaman zaman ocak için yapılan düzeltme çalışmaları da bir sonuç vermemiş ve sonunda 15 Haziran 1826 tarihinde II. Mahmut tarafından kaldırılmıştı. Bu olay Osmanlı tarihinde "Vaka-yı Hayriye" olarak bilinir.

Acemi Ocağı

Acemi Ocağı, Yeniçeri Ocağı'na asker yetiştirmek için kurulmuştu. Acemi Ocağı'na alınacak gençler; ya savaşlarda elde edilen erkek Hristiyan esirlerden, ya da Osmanlı egemenliğindeki hristiyan halkın erkek çocuklarından seçilirdi. Devşirme sistemi denilen bu sistemle en gözde ve en yetenekli çocuklar önce Anadolu'da sekiz yıl Türk köylülerinin yanında Müslüman adet ve gelenekleri ile yetiştikten sonra Acemi Ocağı'na alınır, burda da sekiz yıl eğitim alanlar Yeniçeri Ocağı'na kaydedilirlerdi.

Devşirme işinden Yeniçeri Ağası sorumluydu.

Cebeciler

Cebeci Ocağı, Yeniçerilere ok, yay, kılıç, tüfek, barut, zırh, tolga gibi savaş aletlerini sağlardı. Cebeciler denilen bu sınıf, savaş zamanı Yeniçerilere silahlarını dağıtır, savaştan sonra da toplayarak bozukları tamir ederlerdi. Acemi Ocağı'ndan meydana getirilen bu sınıfın komutanına Cebeci Başı denirdi.

Topçular

Savaş topu dökmek, top mermisi yapmak ve top kullanmak için kurulan bu sınıf, Kapıkulu Ocağı'nın piyadeler denilen yaya kısmına dahildi. Kaynaklara göre, Osmanlı ordusunda ilk top I. Murat zamanında meydana gelen 1389'da yapılan Kosova Savaşı'nda kullanılmıştı.

Topçu Ocağı, asıl Fatih Sultan Mehmet zamanında geliştirilmişti. Savaşlarda kullanılan toplar sadece devlet merkezinde dökülmez, kuşatılan kalenin hemen yanında da dökülürdü.

Top Arabacılar

Osmanlı Devleti'nin ilk devirlerinde kullanılan toplar çok basit ve hafif olduğu için deve, katır ve atlarla nakledilebilirdi. XV. yüzyılla birlikte topçuluğun gelişmesi üzerine, dökülen büyük topların taşınması amacıyla Top arabacıları Ocağı kuruldu. Bu ocağa da gerekli eleman Acemi Ocağı'ndan sağlanırdı. Top Arabacıları Ocağı'nın başında bulunan kişiye "Arabacıbaşı" denirdi.

Humbaracılar

Humbara, Osmanlı ordusunda kullanılan demirden yuvarlak, içi boş, barut, demir ve kurşun parçaları doldurulmak suretiyle havan topu olarak kullanılan bir aletti. Humbaracı da bu aleti kullananlara verilen isimdi. Humbaracıların komutanınan "Humbaracı Başı" denirdi. Humbaracı Ocağı, Kapıkulu Ocağı'nın piyade sınıfına mensuptu.

Lağımcılar

Lağım, Osmanlı askeri terminolojisinde; Kale kuşatmalarında, surlarda gedik açmak ve ya düşman ordugahına zarar vermek amacıyla açılan tünellere denirdi. Bu işi yapanlara da "lağımcı" olarak isimlendirilirdi. Lağımcıların bir diğer görevi de; ordu ağırlıklarının geçirilmesi için, köprü yapmak ve düşamn lağımlarını yok etmekti. Lağımcıların başında bulunan kişiye "Lağımcı Başı" denirdi.

Sakalar

Arapça, su taşıyan, su getiren anlamındaki "sakka" kelimesinden türetilmiş bir sözcük olan Saka, savaşlarda Yeniçerilerin su ihtiyacını karşılamakla görevli kişilere verilen isimdi.

Kapıkulu Süvarileri

Kapıkulu Süvarileri; padişaha yani saraya bağlı atlı birliklerdi. Bütünüyle Yeniçeri Ocağı'ndan terfi edenlerden oluşturulan bu sınıf, Türk olan tımarlı sipahilerle karıştırılmasın diye Kapıkulu Süvarileri ismiyle anılmıştı. Bunlara sadece sipah da denirdi. Kapıkulu Süvarileri, I. Murat zamanında sipah ve silahtar isimleriyle iki bölük halinde oluşturulmuş, daha sonra bunlara, Sağ ulufeciler ve Sol Ulufeciler ile Sağ Garipler ve Sol Garipler eklenmişti. Sipah ve Silahtarlar savaş sırasında padişahın çadırını, Sağ Ulufeciler ve Sol Ulufeciler saltanat sancaklarını, Sağ Garipler ve Sol Garipler ise ordunun ağırlıkları ile hazineyi korumakla görevliydiler. Kapıkulu Süvarileri'nin tamamı atlı oldukları için, İstanbul'da bulunmaz, Edirne ve Bursa'da yaşarlar, savaş öncesinde orduya katılırlardı.

Ulufeciler

Sağ Ulufeciler

Sol Ulufeciler

Garipler

Sağ Garipler

Sol Garipler

Tımarlı Sipahiler

Osmanlı Devleti'nin en önemli askeri kuvveti sayılan Tımarlı Sipahiler, tımar olarak adlandırılan topraktan aldıkları gelir karşılığı savaş zamanında, kendi hayvanları ve yetiştirdikleri Cebelu ile savaşa katılan atlı süvari askerlerine verilen isimdi. Yani devlet köylüden her sene alacağı vergiyi bizzat kendisi almayarak bu vergiyi askeri hizmet kaşılığı Tımarlı Sipahiye devretmişti. Tımarlı Sipahiler daha çok sınır boylarında, akıncılık, çapulculuk ve karakol görevlerini yerine getirir, aynı zamanda savaşlarda piyadelerin korumasını da üstlenirlerdi. Bazı kaynaklara göre Tımarlı Sipajhiler ilk defa Orhan Gazi zamanında kullanılmıştı.

Yardımcı Güçler

Öncü birlikler de denilen bu kuvvetler, genellikle sınır boylarında yaşayan Türklerden oluşmaktaydı. Bunlar Akıncılar ve Azaplar denilen kuvvetlerdi ki, tamamı atlı birliklerden oluşurdu. Akıncıların görevi, ordunun geçeceği yerlerin keşfini yapmak, düşman arazisini tanımak, orduya yolaçmak ve düşmanın gözünü korkutmak, ordunun geçeceği yerlerdeki tarım ürünlerini korumak ve elde edilen esirlerden düşamın durumunu öğrenmekti. Mükemmel bir yapıya sahip olan Akıncılar, düşman topraklarına yaptıkları akınlarda, düşmanın yiyecek, içecek ve cephanesini tahrip ederek, düşmanın moralini bozarlardı. Osmanlı Devleti'nde en meşhur akıncı komutanları, Evranosoğlu, Mihaloğlu, Malkoçoğlu idi.

Azaplar ise, Akıncılar'ın aksine piyade yani yaya birliklerdi. Azap kelime olarak, evli olmayan bekar anlamına gelmektedir. Anadolu'dan toplanan güçlü ve kuvvetli erkeklerden oluşturulan bu sınıf, savaş esnasında Yeniçerilerin önünde bulunur ve düşmana ilkonlar saldırırdı.

Akıncılar

Azaplar

Deniz Kuvvetleri

Osmanlı Devleti, kuruluş yıllarında gittilkçe genişleyince, donanmaya olan ihtiyaç artmış, bu dönemde gemi ihtiyacı Karesioğulları Beyliği'nden sağlanmıştı. 1390 yılında Gelibolu'nun alınması ile ilk tersane burada kurularak, denizcilik yolunda ilk adım atılmıştı.

Zamanla donanmaya sahip bir takım Türk beyliklerinin de Osmanlı topraklarına katılması ile yavaş yavaş ilerde kurulacak olan büyük donanmanın çekirdeği oluşturulmuştur. Osmanlı donanması özellikler Yıldırım Bayezit zamanında gelişme göstermiş, İstanbul'un fethi sırasında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan 400 parçalık donanma ile Osmanlı Devleti'nin o dönemde denizlerdeki rakipleri; Cenevizliler ve Venediklilerle boy ölçüşebilecek düzeye gelmişti.

Fatih döneminde donanma güçlenmesine rağmen Venediklilere karşı denizlerde önemli bir başarı sağlanamamıştı. Osmanlı donanmasının en mükemmel olduğu yıllar Kanuni Sulatn Süleyman dönemiydi. Bu dönemde, Piri Reis gibi ünlü denizcilerin yanında Barbaros Hayreddin Paşa, Turgut Reis, Seydi Ali Reis, Oruç Reis gibi kişilerin Osmanlı Devleti'ne katılması ile donanma Akdeniz'de Avrupa donanmalarından üstün bir hale gelinmişti. Bu üstünlük 1539'deki Preveze Deniz Savaşı ile perçinlenmişti. Osmanlı donanması Kanuni döneminin hemen sonra Kıbrıs'ın fethini takiben, 1571 yılında İnebahtı'da bozguna uğramışsa da, kısa sürede 250 parça donanmayı denize indirebilmişti. Donanmanın başındaki kişiye Kaptan-ı Derya denirdi.

Osmanlı Ekonomisi

İlk Osmanlı bütçesi, I. Murat zamanında Çandarlı Kara Halil Paşa'nın tavsiyesi üzerine hazırlandı.

Osmanlı DEvleti'nde en önemli gelir kaynağı halkın ödediği vergilerdi.

Ödenilen vergiye göre halk re'aya ve askeri ol*** üzere iki sınıfa ayrılırdı.

Osmanlı Devleti'nin diğer gelir kaynakları; gümrük vergisi, avarız vergisi, ganimetlerin beşte biri, savaş tazminatları, maden, tuzla ve ormanlardan elde edilen gelirler ve ağnam vergisidir.

Osmanlı Devleti'nin giderleri; ordu, donanma ve asker maaşları, cülüs bahşişleri, bayındırlık hizmetleri ve ulemanın maaşlarıydı.

Osmanlı Devleti'nin duraklama ve gerilemesinde rol oynayan en önemli etken; gelir ve giderlerdeki dengesizlikti.

Vergiler

Vergiler, şer'i ve örfi vergiler olmak üzere ikiye ayrılırdı.

Şer'i vergiler, şeriatın yani İslam hukukunun emrettiği vergilerdi.

Öşür vergisi : Üreticiden ürünün onda biri oranında ayni olarak, alınan vergidir.

Harac vergisi : Osmanlı topraklarında yaşayan gayrimüslimlerden, ellerindeki topraklara karşılık alınan vergidir.

Cizye vergisi : Baş vergisi tabiriyle, gayrimüslimlerden her haneden yetişkin erkek başına alınan vergidir.

Zekat : Zengin müslümanlardan malı oranında alınan vergidir.

Örfi Vergiler

Çift Bozan : Toprağının belirli bir süre boş bırakan köylüden alınan vergidir.

Çift vergisi : Toprak sahiplerinden mülkü oranında alınan arazi vergisidir.

Mücerred vergisi : Re'ayanın yetişkin bekar ve erkeklerinden, tarım yapacak herhangi bir yere sahip olmadıkları takdirde alınan vergidir.

Bennak vergisi : Mücerred'in evlenmesi durumunda alınan vergidir.

İspenç : Çift vergisi gibi, Hristiyanlardan alınan arazi vergisidir.

Osmanlı Devleti'nde Para ve Fiat Hareketleri

Sikke: Osmanlı Devleti'nde genel kullanımdaki madeni paraya denir.

Akçe : Gümüş sikke demektir. Akçe'nin altından olanınaysa sikke-i hasene denir.

Osmanlı Devleti’nde ilk bakır akçe Osman Bey zamanında bastırıldı.

Orhan Bey zamanında akçe gümüş olarak bastırıldı.

Darphane : Sikke basılan yere verilen addır.

XVIII. Yüzyılda sikke ile birlikte altın ve kuruş kullanılmaya başlandı.

Abdülmecit zamanında ilk kağıt para (Kaime) bastırıldı.

1848 yılında yirmi kuruş değerinde Mecidiye bastırıldı.

Osmanlı Toplumu

Toplumun en üst makamı ve otorite sahibi padişahtı.

Halk askeri ve reaya olmak üzere iki ana gruba ayrılırdı.

Askeri : Görevleri gereği vergi vermeyen, devlet memurları, saray halkı, seyfiyye, ilmiyye kalemiye gibi gruplardı.

Re'aya : Vergi vermekle yükümlü, şehirli, köylü ve göçebe halktı.

Seyfiyye : Askeri sınıftı. Sadrazam, vezir, subaşı, tımarlı sipahi bu sınıftandı.

İlmiyye : İlimle uğraşan sınıf olup, kadı, imam ve medrese hocası gibi adlar alırlardı.

Kalemiye : Üst seviyedeki bürokratlara verilen isimdi.

Osmanlı Devleti'nde toplum ırk esaslarına göre değil, düşünce ve inanç temellerine göre sınıflandırılmıştı.

Re'aya sınıfının en önemli kuruluşu esaf teşkilatı olan "Loncalar" dı.

Eğitim ve Öğretim

Eğitim ve öğretim "nakli" ve "akli" ilimler olmak üzere ikiye ayrılırdı.

Nakli ilimler : İslam dinine dayanan ve temeli Kur'an-ı Kerim olan, tefsir, hadis, kelam ve fıkıh gibi bilimler.

Akli bilimler : Matematik, tıp, kimya, felsefe, tarih ve astronomi gibi bilimler.

Enderun : İlk defa II. Murat zamanında kuruldu.

Enderun'a başlangıçta hristiyan teb'adan devşirme sistemi ile toplanan gençler alınırdı.

Enderun'a daha sonra Müslüman çocuklarda alındı.

Medrese : Osmanlı Devleti'nde eğitim ve öğretimin bel kemiğini oluşturan kuruluştur. Osmanlı Devleti'nde ilk medrese İznik'de Orhan Bey zamanında kuruldu.

Medrese eğitiminin ilk aşaması Sıbyan (Mahalle) Mektebiydi.

Medreseler, 1924 yılında çıkartılan bir kanunla kapatıldı.

Sanat

Güzel sanatlar alanında çinicilik, minyatür, hat, seramik, mimari ve müzik ilerlemişti.

UYARI : Osmanlı Devleti'nde resim ve heykel dini açıdan yasaklandığı için bu sanatlar gelişme göstermemiştir. Bu nedenle mimariye ağırlık verilmiştir. Resim ve heykel İslamiye öncesi putlara tapınmayı hatırlatabileceği düşüncesiyle yasaklanmıştı.

Çinicilik Osmanlı Devleti'nin en ileri olduğu güzel sanat dalıydı.

Osmanlı Devleti'nde resim yerine minyatür sanatı gelişmiştir.

Hat sanatı da Osmanlı Devleti ile birlikte zirveye ulaştı.

Osmanlı Devleti'nde mimari denince de akla Mimar Sinan ve onun eserleri gelir.

XVII. ve XVIII Yüzyıl Osmanlı Kültür ve Uygarlığındaki Değişmeler

Merkez Teşkilatındaki Değişmeler

XVI. yüzyılda Osmanlı Devleti'nde padiah otoritesi ve merkezi yönetim zayıflamıştı.

Hükümet otoritesinin zayıflamasından faydalanan bazı kimseler, tımar ve zeametleri kendi tasarruflarına geçirip, sipahileri dirliksiz bıraktığı için sipahi ordusunun önemi kaybolmuştu.

Avrupa'da silah teknolojisinin gelişmesi üzerine, tımarlı sipahiler, savaşlarda yetersiz kaldı, bu nedenle tüfekli kapıkulu askerlerinin sayısı artırıldı.

Tımarlı sipahiler ikinci dereceye düştü.

XVII. ve XVIII. yüzyılda Osmanlı Devleti'nde tımar sistemi çöktü.

Kapıkulu askerlerinin sayısının artması üzerine devlet bu askerlere ulufe yetiştirmekte zorlandı. Sayısı giderek artan Kapıkulu askerleri devlete hükmeder hale geldi.

Yönetimde padişah otoritesi azaldığı için sadrazamlar güçlendi.

XVIII. yüzyıldan itibaren Divan, Bab-ı Ali (Sadrazam Kapısı) denilen yerde toplanmaya başladı.


Taşra Teşkilatındaki Değişmeler

XVII. ve XVIII. yüzyılda taşra teşkilatında uygulamada bir takım değişiklikler yaşandı.

Tımar sisteminin bozulması ile taşra teşkilatı önemini kaybetti.

Eyaletler ve sancaklarda, arpalık usulü denilen bir yolla yüksek dereceli memurlar görevlendirilmeye başlandı.

Eşraf ve Ayanlar taşra teşkilatı yönetiminde söz sahibi olmaya başladılar.

Devletin önemli gelir kaynağı olan tımar sisteminin önemini yitirmesi üzerine, yeni yeni vergi türleri uygulamaya konulmuş, eski vergiler artırılmıştı.

Toplumdaki Değişmeler

XVI. yüzyılda dünyada yaşanan nüfus artışı Osmanlı Devleti'nde de görüldü.

1554'ten itibaren dirlikler, Kapıkulu Askerleri'nin eline geçmeye başladı.

Böylece; bir takım köy zenginleri ortaya çıktı.

Coğrafi Keşifler ile Avrupa'da değerli maden birikimi oldu. Avrupa parasının Osmanlı pazarlarına sürülmesi ile yıpranmış olan Osmanlı ekonomisi iyice sarsıldı.

XVI. ve XVII. yüzyıllarda Osmanlı Devleti'nde fiyat artışları görüldü.

Anadolu'da yer yer büyük Celali İsyanları başladı.

Yönetim Kadrosundaki Değişmeler

Kalemiyye sınıfı diğer askeri zümrelerin önüne geçti.

ReisülKütaplık sadrazamlığa giden yol haline geldi.

XVIII. yüzyılda Osmanlı devlet adamları, devleti çağa uydurmak amacıyla yani reform yapmak amacıyla yabancı uzmanlardan yararlanmaya başladı.

XVIII. yüzyıl ile birlikte Osmanlı Devlet yöneticileri devşirme sistemi ile iş başına gelmemeye başladı.

Ayan ve eşraf, Celali isyanlarında, kiracı ya da tahsildar olarak tımar sahiplerinin yerini aldı.

XVII. yüzyıldan itibaren tımarların iltizama verilemsi ve yeni vergi türlerinin getirilmesi ile ayan ve eşrafın yönetimdeki gücü arttı.

Ayan ve eşrafların güçlenmesi ile XVII. ve XVIII. yüzyılda merkezi otoritenin zayıflaması yüzünden devlet, güç kazanan ayanlarla işbirliği yapmak zorunda kaldı ve ayanların iktidardaki etkisi arttı.

Ekonomideki Değişmeler

Osmanlı Devleti'nde Kuruluş ve Yükselme döneminde etkili olan tımar sisteminin XVI. yüzyılda bozulması ile tarımsal üretim azaldı.

Avrupa'da meydana gelen Sanayi Devrimi ile üretim arttı ve ürünler ucuzladı. Osmanlı pazarına giren ucuz mallar, küçük atölyelerin kapanmasına yol açtı.

Kanuni döneminde Fransa'ya verilen kapitülasyonlar, 1740 yılında daha da genişletildi, bu nedenle iç ve dış ticaret Avrupalıların eline geçti.

Osmanlı ekonomisinin bozulmasında, gelir ve gider dengelerinin bozulması, tımar sisteminin önemini kaybetmesi, miri toprakların mukata'aya çevrilmesi etkili oldu.

1775'te mukata'aların yıllık karlarının paylara ayrılarak bu payların satılması demek olan Esham Usülü uygulanmaya başlandı.

XVIII. yüzyılda tek hazine uygulaması bırakılarak, İrad-ı Cedit, Tersane, Darphane Hazinesi gibi yeni hazineler kuruldu.

Kültür Alanındaki Değişmeler

XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı kurumları Batı örneklerine göre düzenlenmeye başlandı.

Değişim, 1718-1730 Lale Devri'nde iyice arttı.

Lale Devri'nde, Avrupa'ya gönderilen geçici elçiler sayesinde, Avrupa Uygarlığı hakkında bilgi toplandı.

Matbaanın kullanılmaya başlanması ile düşünce hayatında canlılık belirdi.

Edebiyatta, yerli söyleyiş olgunlaştı, halk anlatımlarına önem verilmeye başlandı.

Eğitim ve Öğretim Alanındaki Değişmeler

XVI. yüzyılda medreselerde, pozitif bilimlere ikinci derecede önem verildi.

Din eğitimi ön plana çıkarıldı.

Mederese ile ilgisi olmayan kişilere müderrislik ünvanı verilmeye başlandı.

Bu şekilde işbaşına geçen ulemanın, kendi çocuklarına müderrislik ünvanı vermeye başlaması ile beşik uleması denilen sınıf ortaya çıktı.

Lale Devri ile matbaa kullanılmaya başlandı.

1734'te Hendesehane, 1773'te Mühendishane açıldı.

1773 yılında Mühendishane-i Bahr-i Hümayun açıldı.

1795'te Mühendishane-i Berr-i Hümayun'un kuruldu

XVII. Yüzyıl Islahatları

I. Ahmet Islahatları

Şehzadelerin sebep olduğu ayaklanmaları önlemek için şehzadelerin sancağa gönderilmesi geleneğini kaldırdı. "Kafes Hayatı" uygulamasını başlattı.

"Ekber ve erşet" (en yaşlı ve en olgun) olan haneden üyesinin başa geçmesi kuralını getirdi.

Kuyucu Murat Paşa Islahatları

I. Ahmet dönemi sadrazamlarındandır.

Ülkede asayişi yeniden sağlamak ve Anadolu'da devlet otoritesini kurmak amacıyla askeri yöntemlerle düzeltmeler yaptı.

Anadolu Celali İsyanları'nı bastırmada, isyanın nedenlerini aramadan, korku ve şiddet yayarak, düzen sağlamaya çalıştı.

Celali İsyanları'nı bastrmışsa da, isyanın nedenlerini ortadan kaldırmadığı için başarılı olamadı ve ölümü üzerine isyanlar yeniden başladı.

II. Osman Islahatları

Fatih Dönemi'nden beri devam eden padişahların saray dışından bir kızla evlenmemesi geleneğini yıkarak, saray dışından evlendi.

1620 yılında yapılan Lehistan Seferi'nde aksaklıklar gördüğü için Yeniçeri Ocağı'nı kaldırmak istedi.

1622 yılında Yeniçeriler, ulemanın da desteğini alarak isyan çıkardı.

Genç Osman, Yeniçeriler tarafından Yedikule zindanlarında boğularak öldürüldü.

Kemankeş Mustafa Paşa Islahatları

Padişah İbrahim döneminde vezirlik yaptı.

İlleri yeniden kaydettirerek gelirlerini tespit etti.

Piyasada bulunan ayarı düşük paraları kaldırarak, sikkenin yeniden değer kazanmasını sağladı.

Uzun süredir dağıtılmayan Yeniçeri ulufelerinin dağıtılmasını sağladı.

IV. Murat Islahatları

1623 yılında 11 yaşında padişah oldu.

Başlangıçta devlet yönetimi Yeniçeri Ağaları ve valide sultanların elindeydi.

Develet yönetimini eline alan IV. Murat, şiddete dayalı bir yönetim uyguladı.

Yeniçeri ve sipah ağalarını ortadan kaldırdı.

İçki ve tütünü yasakladı, meyhaneleri kapattı, gece sokağa çıkılmasını engelledi.

Yönetim ve askeri yapıdaki bozulmalarının nedenini anlayabilmek için, Koçi Bey'e bir rapor hazırlattı.

Tarhuncu Ahmet Paşa Islahatları

IV. Mehmet dönemi sadrazamıdır.

Devlet bütçesini düzeltti.

Bütçe açığının saray masraflarından kaynaklandığını ortaya çıkararak, ilk defa saray masraflarında kısıtlamaya gidildi.

Sokullu Mehmet Paşa'dan sonra denk bütçeyi hazırlayan ikinci kişi oldu.

 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Köprülüler Dönemi

Köprülü Mehmet Paşa Islahatları

IV. Mehmet dönemi sadrazamıdır.

Sadrazamlığa şu şartlarla gelmişti;

- Saray, devlet işlerine karışmayacak,

-Devlet işleriyle ilgili alacağı kararlar saray tarafından kabul edilecek,

- Devlet memurları ile ilgili atamalar ve azletmeler kendi kontrolünde olacak,

- Hakkında şikayet olursa savunması alınacak, daha sonra karar verilecek.

İlk önce iç işlerini ele alarak huzur ve asayişi sağladı.

XVII. yüzyıl Osmanlı-Venedik savaşları sırasında ablukaya alınan Çanakkale Boğazı'nı kurtardı.

Erdel Beyi Rakoçi ve Abaza Hasan Paşa isyanlarını bastırdı.

Devlet otoritesini sağlarken şiddet ve zora başvurdu.

Köprülü Fazıl Ahmet Paşa Islahatları

IV. Mehmet dönemi sadrazamı ve Köprülü Mehmet Paşa'nın oğludur.

İlk olarak Erdel yüzünden Avusturya'ya savaş açtı.

1669 yılında Girit alındı.

1672 yılında Bucaş Antlaşması imzalandı.

Osmanlı Devleti'neSokullu Devri'ni bir ölçüde yaşatan Fazıl Ahmet Paşa da, devlet otoritesini sağlamada şiddete başvurmadı.

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Islahatları

IV. Mehmet dönemi sadrazamı Köprülü Mehmet Paşa'nın evlatlığı ve damadıdır.

1683 yılında Viyana'yı kuşattı fakat bu II. Viyana Kuşatması başarısızlıkla sonuçlandı.

II. Viyana Kuşatması'nda başarısızlığı görüldüğü için idam edildi.

Bu dönemden sonra Osmanlı Devleti Gerileme Dönemi'ne girdi.

Köprülü Fazıl Mustafa Paşa Islahatları

1683 yılında II. Viyana yenilgisinin ardından Avrupa devletleri ile birleşerek Osmanlı Devleti'ne karşı harekete geçti.

II. Süleyman dönemi sadrazamıdır.

Fazıl Mustafa Paşa, yönetim, askeri ve mali alanda ıslahat yaparak devletin iç işlerini halletti.

1691 yılında Avusturya üzerine sefere çıktı fakat sefer sırasında vurularak öldü.

Amcazade Hüseyin Paşa Islahatları

1697 yılında Osmanlı Devleti Zenta'da Avusturya'ya yenildi.

II. Süleyman dönemi sadrazamı ve Köprülü Mehmet Paşa'nın yeğenidir.

1699 yılında imzalanan Karlofça ve 1700 yılında imzalanan İstanbul Antlaşmaları ile Osmanlı Devleti ilk defa toprak kaybetti.

Köprülü Sülalesi'nin iş başında olduğu dönem, Osmanlı Devleti'nin Duraklama içinde Yükselme Dönemi'ni yaşadığı yıllar oldu.

XVII. Yüzyıl Islahatlarının Özellikleri

1. Baskı ve şiddet kullanılarak merkezi otoritenin yeniden sağlanmasına çalışıldı.

2. Devleti gerilemeye götüren sorunların kökenine inilmediği için başarısız olundu.

3. Avrupa'nın etkisi görülmedi.

4. Yükselme Dönemi yeniden canlandırmaya çalışıldı.

5. Islahatlar devlet politikası haline gelmediği için, ıslahatcıların kişiliğine bağlı kaldı, onların ölümü ile devlet düzeni eski halini aldı.

XVII. Yüzyıl İç İsyanları

İsyanların Genel Nedenleri

1. XVII. yüzyıl ile birlikte idari, askeri ve mali yapının bozulması

2. Merkez ve taşra yönetiminin bozulması ile devlet otoritesinin zayıflaması

3. Eyaletlerde yaşanan denetim güçlüğü

4. Beylerbeyi ve sancak beylerinin bu yüzyılda yapılan savaşların uzun sürmesi ile yönetmek zorunda kaldıkları topraklarda bulunması

5. Tımar sisteminin dejenere olması nedeniyle üretimin azalması, fiyatların artması, dolayısı ile ekonominin bozulması.

6. Ordu ve memurların disiplinsizliği yüzünden halkın devlete karşı güveninin zedelenmesi.

İstanbul İsyanları

Özellikleri

1. XVII. yüzyılda meydan gelen İstanbul isyanlarının elebaşları Yneiçeriler ve sipahilerdi.

2. İsyanların çıkmasında bazı devlet adamları ve saray kadınlarının rolü de vardı.

3. Bazı isyanlar ulema sınıfı ve halk tarafından da desteklendi.

4. İsyanların temel nedeni, kapıkulu askerlerine verilen ulufelerin gecikmesi ya da değeri düşük akçe ile ödenmesi, cülus bahşişinin kimi zaman dağıtılmamasıdır.

5. Ordudaki bozulmanın temel nedeni Kapıkulu ocaklarına kural dışı asker alınması.

6. İsyancılar zamanla her isyanda istediklerini elde etmeye başladılar. "Ocak devlet içindir." anlayışının yerini "Devlet ocak içindir." anlayışı aldı.

Önemli İsyanlar

1589 yılında, III. Murat zamanında yeniçeri ulufelerinin düşük ayardan ödenmesi üzerine isyan çıktı. Sarayı basan yeniçeriler defterdarı öldürdüler.

1620 yılında, Hotin seferi sonunda disiplinsiz davranışlarından rahatsız olduğu için yeniçeri ocağını kaldırmayı planlayan Genç Osman'a karşı isyan eden yeniçeriler sarayı basıp II. Osman'ı tahttan indirerek Yedikule Zindanları'nda boğdular.

IV. Mehmet döneminde, ulufelerin zamanıda ödenmediğini ve saray adamlarının devlet işlerine karıtığını öne süre sipahiler isyan ettiler.

Padişahtan sarayda bulunan otuz devlet adamının idamını istediler. İdam edilen bu kişilerin cesetleri Sultanahmet Meydanı'nda bir çınara asıldı. 1656 tarihinde meydana gelen bu olay "Vaka-yı Vakvakiye" olarak bilinir.

Her isyanda istediklerini yaptıran askerler, önemli bir güç durumuna geldiler.

İstanbul'da huzur ve güvenlik bozuldu.

Anadolu (Celali) İsyanları

Özellikleri

1. Miri topraklarının iltizama çevrilmesi sonucu daha önce sipahilerin elindeki dirlik gelirlerinin hazineye aktarılması.

2. Taşradaki yöneticilerin halka zulmetmesi ve devlet gelirlerinin artırılması için vergilerin yükseltilmesi

3. Rüşvetin yaygınlaşması ile taşra yönetimine alakasız kişilerin atanması

4. Savaşların uzun sürmesi ile taşrada görevli yöneticilerin görev yerlerine dönememesi

5. Avarız vergisinin toplanamaması

6. Hakkı yenen devlet adamları ve işsiz kalan medrese öğrencileri ile leventlerin isyanlara katılması


Önemli İsyanlar

Karayazıcı İsyanı : Haçova Savaşı'ndan kaçarak Anadolu'ya gelen Karayazıcı, ortamın elverişli olmasıyal Urfa dolaylarında isyan etti. İsyanı Sokullu Mehmet Paşa bastırdı.

Deli Hasan isyanı : XVII. y.y'da Osmanlı Devleti'nin Avusturya savaşları ile uğraşmasını fırsat bilerek isyan etti. İsyan bastırıldı.

Canbolatoğlu, Kalenderoğlu ve TavilAhmet de isyan ettiler fakat isyanları bastırıldı.

1622 yılında Genç Osman'ın öldürülmesiyle kanını dava eden Erzurum valisi Abaza Mehmet Paşa ve Sivas Valisi Vardar Ali Paşa isyan etti. Bu isyanlar da bastırıldı.

Anadolu'da çıkan Celali isyanları, Anadolu'nun yakılıp yıkılmasına sebep oldu.

Ekonomik hayat durgunlaştı, üretim azaldı, köyden kente göç başladı.

Eyalet İsyanları

Eyalet isyanlarının öncülüğünü, bu eyaletlerin başındaki hanedena üyeleri, ya da bu beyliklerin başında bulunan beyler yaptı. Osmanlı Devleti'nden ayrılıp bağımsız olma ve ya yeniçerilerin halktan keyfi vergiler toplaması nedeniyle isyan ettiler.

XVII. yüzyıl eyalet isyanlarının en önemlileri; Kırım, Eflak, Boğdan, Erdel gibi bağlı eyaletlerle, Yemen ve Bağdat gibi Arap eyaletlerinde çıkan isyanlardır.

Bu isyanlar sonunda devletin eyaletlerdeki etkisi azaldı.

Vergilerin toplanması imkansızlaştı. İsyanların bastırılmasında şiddet ve kullanılması, eyalet halkında Osmanlı yönetimine karşı güvensizlik başlamasına neden oldu.

XVIII. Yüzyıl Islahatları

XVIII. Yüzyıl Islahatlarının Genel Niteliği

XVIII. Yüzyıl ıslahatlarında Osmanlı Devlet adamları, gerilemenin nedenlerini araştırıp, bunlara çareler bulma yoluna gitti.

Bu yüzyıl ıslahatları, XVII. yüzyıl ıslahatlarına göre daha köklü, sonuç bakımından daha olumludur.

Yapılan ıslahatlarda, ilk defa neden-sonuç ilişkisi kuruldu.

XVIII. yüzyıl ıslahatarı, daha öncekilerde olduğu gibi kişilerle sabit kalmayıp devlet politikası haline getirildi.

Avrupa'nın teknik ve askeri üstünlüğü kabul edildi.

Yapılan ıslahatlar genelde, askeri alana yönelikti.

XVII. yüzyılın aksine Batı'daki gelişmelerden yararlanıldı.

Lale Devri Islahatları (1718-1730)

Lale Devri; 1718'de imzalanan Pasarofça Antlaşması ile başlayan ve 1730'da çıkan Patrona Halil İsyanı ile son bulan dönemin adıdır.

Lale Devri ıslahatlarının en önemlisi, 1727 yılında Osmanlı Devleti'nde kullanılmaya başlanan matbaadır.

Matbaanın kullanılmaya başlamasından sonra, Üsküdar'da Dar-üt Tıbat-ül Amire adıyla devlet matbaası kuruldu.

Çeşitli semtlerde kütüphaneler, Yalova'da kağıt imalathanesi açıldı.

Avrupa'yı yakından tanımak amacıyla Avrupa'ya ilk elçiler bu dönemde gönderildi.

Kumaş imalathaneleri açıldı.

Yeniçeri Ocağı'ndan Tulumbacı Ocağı adıyla ilk defa bir itfaiye bölüğü kuruldu.

Çiçek aşısı ilk kez kullanıldı.

Patrona Halil İsyanı

Lale Devri'nde yapılan ıslahatlar, ulemanın ve yeniçerilerin çıkarlarına ters düşmüştü.

Lale Devri ile birlikte artan lüks yaşantı, halkın tepkisine yol açmıştı.

Sadrazam Damat İbrahim Paşa, İran seferine gitmek istememişti.

Patrona Halil ve Muslu Beşe ismindeki iki Arnavut önderliğindeki bir grup 1730'da isyanı başlattılar.

Vergilerden şikayetçi halk ve İran Seferi'ne katılmak istemeyen yeniçeriler de isyana katıldı.

Saraya giden asiler, padişah III. Ahmet'ten Damat İbrahim Paşa'nın kafasını istediler.

Sadrazam kendilerine teslim edilince onu idam ettiler.

Asiler, padişah III. Ahmet'i tahttan indirerek yerine I. Mahmut'u geçirdiler.

Patrona Halil İsyanı ile Lale Devri sona erdi.

I. Mahmut Dönemi Islahatları

Yabancı uzmanlardan yararlanarak askeri alanda ıslahatlar yaptı.

Aslen Fransız olan Humabaracı Ahmet Paşa'nın yardımıyla Osmanlı ordusunun Topçu ve Humbaracı sınıflarında düzeltme yaptı.

Humbaracı Ahmet Paşa orduyu, takım, bölük, tabur ve alay gibi birimlere ayırdı.

Subay yetiştirmek amacıyla ilk defa Kara Mühendishanesi açıldı.

III. Mustafa Dönemi Islahatları

İlk önce maliyeye düzen verdi. Lüzumsuz devlet masraflarını keserek hazineyi rahatlattı.

Sadrazam Koca Ragıp Paşa'nın tavsiyesi üzerine, Topçu Ocağı'nın başına Baron de Tot isminde bir Macar getirildi.

Baron de Tot, topçu ocağı ve tophaneyi düzenledi.

Osmanlı ordusunda sürat topçuları ismiyle yeni bir sınıf oluşturdu.

III. Mustafa, maliyeyi düzletmek için "Esham-ı Tahvilat" ismiyle borçlanma senetleri çıkardı.

Deniz Mühendishanesi açıldı.

I. Abdulhamit Dönemi Islahatları

Sadrazam Halil Hamid Paşa'nın yardımları ile orduda ıslahatlar yaptı.

Topçu, humbaracı ve lağımcı ocaklarında yeni düzenlemeler yapıldı.

Yeniçeri sayımı yapılarak ulufe sahteciliği önlenmek istendi.

1773 yılında Mühendishane-i Bahr-i Hümayun açıldı.

III. Selim Dönemi Islahatları

Dönemin ünlü devlet adamlarına yapılacak ıslahatlar konusunda rapor hazırlattı.

Ordu ve maliye işlerine öncelik vererek ıslahatlara başladı.

Yeniçeri Ocağı'na el sürmeden Nizam-ı Cedid Ocağı'nı kurdu.

1795 yılında Mühendishane-i Berr-i Hümayun açıldı.

Nizam-ı Cedid ordusunun masraflarını karşılamak amacıyla İrad-ı Cedid hazinesi oluşturuldu.

Avrupa'ya sürekli elçiler gönderildi.

Nizam-ı Cedid ıslahatlarına karşı olanlar, Yeniçerilerin de desteğini alarak, 1807 yılında Kabakçı Mustafa İsyanı'nı çıkardılar.

XIX. ve XX. Yüzyıl Islahatları

Genel Özellikler

XVIII. ve XIX. yüzyıl ıslahatlarının genelinde 1789 Fransız İhtilali ve onun getirdiği ulusçuluk akımının izleri görülür.

Sorunların çözümünde Avrupa'ya yakınlaşmanın gerekli olduğu görüldü.

Osmanlı Devleti'nin Avrupa'ya yaklaşması ile, Avrupalılar azınlıkları kullanarak Osmanlı Devleti'nin içişlerine karışma fırsatı buldu.

Sanayi Devrimi sonucunda hammadde ve pazar ihtiyacı artan bazı Avrupa devletleri kapitülasyonları kullanarak Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmaya başaldı.

Alemdar Mustafa Paşa Islahatları

IV. Mustafa dönemi sadrazamıdır. Kabakçı İsyanı'ndan sonra İstanbul'a geldi. Kabakçı Mustafa'yı yakalayarak öldürttü. Saraya giderek III. Selim'i tahta çıkarmak istedi fakat IV. Mustafa tarafından öldürülen III. Selim'in cesedi ile karşılaştı.

IV. Mustafa'yı tahttan indirerek II. Mahmud'u tahta çıkardı.

Ülkedeki bütün ayanları İstanbul'a toplayıp, Sened-i İttifak'ın imzalanmasını sağladı.

Nizam-ı Cedid ordusuna benzer Sekban-ı Cedid ordusunu kurdu.

Sened-i İttifak

II. Mahmut ile ayanlar arasında imzalanan bu belgeye göre :

a) Ayanlar devlet otoritesini tanıyacak ve yapılacak ıslahatlara karşı çıkmayacaktır.

b) Buna karşılık ayanlar, bulundukları yerlerde devlet adına asker ve vergi toplayabilecekler.

Sened-i İttifak ile ilk defa devlet, ayanların varlığını tanıdı. Bu durum devletin ayanlara bile söz geçiremeyecek durumda olduğunu gösterir. İlk defa Osmanlı padişahının yetkileri sınırlandırıldı.

II. Mahmut Dönemi

Askeri Alandaki Islahatlar

Alemdar Mustafa Paşa'nın Kabakçı Mustafa'yı ortadan kaldırmasıyla tahta geçti.

Osmanlı padişahları içinde askeri alanla birlikte diğer alanlarda da geniş boyutlu ıslahat yapan ilk Osmanlı padişahı oldu.

Alemdar Mustafa Paşa'nın yardımları ile Sekban-ı Cedid ordusu yeniçerilerden tepki alınca, Eşkinci Ocağı'nı kurdu.

1826'da Vaka-yi Hayriye olayı ile Yeniçeri Ocağı'nı kaldırdı.

Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması üzerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye adında yeni bir ordu kurdu.

UYARI : II. Mahmut, Osmanlı Devleti'nde Yeniçeri Ocağı'nı kaldırmaya cesaret eden ilk Osmanlı padişahı oldu. II. Mahmut ıslahatları Atatürk devrimlerine en yakın ıslahatlar olarak bilinmektedir. Atatürk'ün mezun olduğu İstanbul'daki Kara Harp Okulu onun zamanında yapılmıştır.

Yönetim Alanındaki Islahatlar

Divan-ı Hümayun'u kaldırarak yerine, Nazırlık sistemi kuruldu.

Sadrazam ve Şeyhülislam'ın yetkileri sınırlandırıldı.

Müsadere sistemi kaldırıldı.

Taşra yönetiminde eyalet, liva ve kaza örgütlenmesine gidilerek, köy ve mahalle muhtarları atandı. Böylece ülke yönetiminin tek elden yürütülmesi amaçlandı.

Müsadere : Osmanlı Devleti'nde devlet adamlarının veyaz zengilerin ya eceliyle ölmeleri ya da idam edilmeleri halinde, sahip oldukları mallara devlet tarafından el konulmasına "müsadere" denir. İlk defa Fatih Sultan Mehmet zamanında uygulanan bu yöntem, II. Mahmut tarafından kaldırılmıştır. Müsadere sisteminde kişilerin miras hakkı bulunmazdı. Sistemin kaldırılması ile miras bırakabilme hakkı doğmuş oldu.

Hukuk Alanındaki Islahatlar

Meclis-i Vaka-tı Ahkam-ı Adliye kuruldu.

Dar 'uş Şura-yı Bab-ı ali oluşturuldu.

Müsadere sistemine son verildi.

Toplumsal Alandaki Islahatlar

İlk defa askeri amaçlı nüfus sayımı yapıldı.

İlk defa posta ve karantina teşkilatları kuruldu.

Sivil kılık kıyafet değişikliği yapıldı.

Memurlara fes ve pantolon giyme zorunluluğu getirildi, maaş bağlandı.

İlk resmi gazete olan Takvim-i Vakayi çıkarıldı.

Padişah resimlerinin devlet dairelerine asılması geleneği başlatıldı.

Eğitim Alanındaki Islahatlar

İlköğretim, zorunlu hale getirildi.

Avrupa'ya ilk defa öğrenci gönderildi.

Yüksek öğrenime öğrenci yetiştirmek amacıyla Rüştiye ve Mekteb-i Ulum-u Edebiye açıldı.

Devlet memuru yetiştirmek için Mekteb-i Harbiye, askeri doktor yetiştirmek için Mekteb-i Tıbbiye açıldı.

Bando okulu olarak Mızıka-yı Hümayun açıldı.

Mekteb-i Maarif-i Adliye'nin açılması ile sarayda bulunan ve devlet memuru yetiştiren Enderun dönemi sona erdi.

Tanzimat Dönemi Islahatları

Tanzimat Fermanı

Dönemin padişahı Abdülmecid, Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa'dır.

Mustafa Reşit Paşa, memleketi kurtarmak için Avrupalı devletleri kazanmak gerektiğini, şimdiye kadar yapılmamış çapta bir ıslahat yapılarak Avrupa kanun ve düzeninin kabul edilmesi gerektiğini düşünüyordu.

Abdülmecid, Mustafa Reşit Paşa'yı bu işle görevlendirdi.

Mustafa Reşit Paşa, Tanzimat-ı Hayriye Fermanı adıyla yapılacak işleri sıralayan bir Ferman hazırladı.

Ferman, 3 Kasım 1839'da Topkapı Sarayı'nın Gülhane Bahçesi'nde okundu.

Tanzimat Fermanı olarak bilinen bu fermanın yayınlanmasından, 1876 yılında ilan edilen I. Meşrutiyet'e kadar uzanan döneme Tanzimat Dönemi denir.

Tanzimat Fermanı'nın maddeleri :

1. Osmanlı tab'asının din, dil, milliyet farkı gözetilmeksizin can, mal, namus güvenliği sağlanacaktır.

2. Herkesten gelirine göre vergi alınacaktır.

3. Askerlik işleri düzene konulacaktır.

4. İnsanlar mahkeme edilmeden idam cezasına çarptırılamayacaktır.

5. Padişah'ın gücününde üzerinde kanun gücü kabul edilecektir.

6. Rüşvet ve iltimas yasaklanacaktır.

7. Müsadere sistemi kaldırılacak insanlar mal, mülk, sahibi olabilecektir.

Özellikleri :

1. Osmanlı padişahının yetkileri sınırlandırılmıştır.

2. İnsan hakları alanında önemli bir adım atılmış ve Osmanlı toplumuna ilk defa eşitlik getirilmiştir.

3. İngiltere'de yayınlanan (1215) Magna Carta belgesiyle benzerlik göstermektedir.

4. Bu fermanla birlikte askerlik, eğitim, yönetim, ekonomi ve hukuk alanında yenilikler yapılmış en çok da hukuk üzerinde durulmuştur.

Islahat Fermanı

Tanzimat Fermanı ile beklediklerini bulamayan Avrupa ülkeleri, Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmaya başladı. Osmanlı Devleti, 1856 yılında katılacağı Paris Antlaşması'nda Avrupalı devletlerinin herhangi bir sorun çıkarmaması için Islahat Fermanı'nı ilan etti.

Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı'nı tamamlayan bir fermandı.

Islahat Fermanı'ndaki asıl amaç Tanzimat Fermanı'nın eksiklerini gidermek ve Osmanlı Devleti'ni çöküşten kurtarmaktı.

Islahat Fermanı'nın Maddeleri :

1. Gayrimüslimler din ve mezheplerinde serbest olacaklardı.

2. Gayrimüslimler okul, kilise, hastane yaptırabilecek ve onartabilecekti.

3. Gayrimüslimler bedelli askerlik yapabilecekti.

4. Mahkemeler açık yapılacak, gayrimüslimler kendi dinlerinde yemin edebilecek ve bir Müslümanın şahitliğine karşı bir gayrimüslimin şahitliği denk kabul edilecekti.

5. Gayrimüslimler devlet memuru olabilecekti.

6. Gayrimüslimler il genel meclislerine üye olabilecekti.

7. Gayrimüslimler vergisini ödedikleri taktirde mal mülk edinebileceklerdi.

8. Şirket ve banka kurma hakları getirilmişti.

Yönetim Alanındaki Islahatlar

Padişah yetkileri yasalar ile sınırlandırıldı.

İl yönetimleri düzenlenerek, valilere yardımcı olmak üzere il genel meclisleri oluşturuldu.

Belediye örgütleri kuruldu.

Askeri Alandaki Islahatlar

Askerlik görevi vatan görevi haline getirildi.

Cizye vergisini toplama yetkisi önce patrikhaneye bırakıldı, ardından bu vergi tamamen kaldırıldı.

Azınlıkların askere alınması konusunda, Bedel-i Nakdi uygulaması getirildi.

Ekonomi Alanındaki Islahatlar

Azınlıklara banka kurma, mülk sahibi olma, devlet memuru olam, şirket açma gibi haklar verildi.

Vergilerin toplanmasında herkesin gelirini dikkate almak gerektiği kararlaştırıldı.

Müsadere sistemi kaldırıldı.

Maliye bakanlığı, Ticaret Mahkemeleri ve Adli Mahkemeler gibi kurumlar açıldı.

İlk kağıt para basıldı.

İlk defa dış borç bu dönemde İngiltere'den 1854 yılında alındı.

Eğitim Alanındaki Islahatlar

İlk kez kız öğrenciler için sanat ve öğretmen okulları açıldı.

Darü'l Fünun, Darü'l Muallimin, Darü'l Muallimat, Mekteb-i Sultani ve Mekteb-i Mülkiye açıldı.

Batı dillerinden çeviriler yapıldı.

İlk özel gazete olan Tercüman-ı Ahval çıkartıldı.
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı'da İç Oğlan Meselesi..
Evvelâ, iç oğlan kelimesini tarif etmek gerekmektedir. İçoğlanı, Enderûn denilen İç Saray’da çalışan özenle ve dikkatle seçilmiş saray görevlilerine denmektedir. Osmanlı tarihinde, Topkapı, Galata, İbrahim Paşa ve Edirne Saraylarında yetiştirilen ve zamanla muhtelif devlet hizmetlerine çıkan devşirmeler olarak tarif edilmektedir. Bunlara Saray Acemi Oğlanları veya Celeb de denmektedir. Bir de Yeniçeri Ocağının acemileri vardır; aslında bunlara iç oğlanı dense de, bunları Saraydakilerden ayırmak için Şadi adı verilmektedir.

O halde iç oğlanı, bir terimdir. Oğlan kelimesi, illa da kötü niyetle seçilmiş genç çocuk manasına gelmez. Belki Enderun denilen İç Saray’da istihdâm edilmek üzere seçilen devşirmelere de denmektedir. İç oğlan denmesi, İç Saray’da istihdâm edilmelerinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca burada istihdâm edilecek devşirmeler, Enderûn Mektebinde yetişmektedirler. Yani Enderûn aynı zamanda devlet adamı yetiştiren bir fakülte durumundadır. Nitekim buradan yetişen devlet adamları arasından pek çok beylerbeyiler ve sancakbeğleri çıkmıştır.

İkinci olarak, bazı yabancı seyyâhların ve bir kısım İslâm düşmanı tarihçilerin anlattıkları gibi, Enderun yani İç Saray’da çalışmak üzere yetiştirilen İç Oğlanlarının yakışıklı olması, Padişahların gayr-i meşru arzularını tatmin için değildir. Belki İç Saray yani Osmanlı Devleti’nin en geniş sınırlara ulaştığı dönemlerde toprak alanı 24 milyon km2yi bulan bu muhteşem devletin Devlet Başkanlığı sarayı demek olan bu mahalde çalışacak personel dikkatle seçilmeliydi. Bugün bile başbakanlık ile cumhurbaşkanlığı Köşkünde çalışan personel ile normal bir devlet dairesinde çalışan personelin aynı özelliklere sahip olmadığını, aslında bu iftiraları kitaplarına alanlar da bilirler. Gerçekten İç Saray’da çalışacak personel, sır tutmalı, eli ayağı düzgün olmalı, yalancı ve hâin insanlar olmamalıydı. İşte bütün bu özelliklere sahip devşirmeleri iç oğlanı adıyla tesbit edebilmek için bugün Kriminoloji veya benzeri ilimlerin yerine Osmanlı döneminde de İlm-i Sîmâ veya İlm-i Kıyâfet denilen bir ilim dalı vardı. Elinin, ayağının, gözünün ve kulağının özelliklerine göre, bir insanın ahlaki yapısı az çok tesbit edilmekteydi. İşte Enderûn denilen İç Saray’da çalışacak iç oğlan denilen personel, bu konuda uzman olan kişilerce seçilmekteydi. Gılmân veya İç oğlan denilmesinin bir sebebi de, burada bugünkü gibi kadın personel çalıştırılmamasındandır. Bunu, Osmanlı’da Harem isimli eserimizde ayrıntılı olarak anlattık.

Üçüncü Olarak, İç Saray’da çalışan iç oğlanları yakışıklı gençlerden oluşması sebebiyle, Padişah açısından değil, kendi aralarında muhtemel bir gayr-i meşru durumdan sakınmak için çok dikkat çekenlerin yüzlerine peçe örtmesinin emredilmesi doğru olabilir. Ancak bu Padişahın onları başkalarından kıskanmalarından dolayı değil, bu konudaki şer‘î bir hükmün tatbikinden ileri gelmektedir. Gerçekten İslâm hukukunda bir hüküm vardır: “Genç bir hoca veya terbiyeci, genç ve bıyığı bitmemiş çocuklarla, fazla yalnız kalmasın; zira nefis insanı kötülüklere sevkedebilir. Hatta bu tür gençler, yüzlerine peçe bile örtebilirler. Bu tür gençlere şâbb-ı emred denilir”. Fevkalade bir edeb kaidesi olan bu hükme, bazı Osmanlı Padişahları uymuşlar ve bir kısım İç saray görevlisi iç oğlanlarına yüzlerini peçe ile örtmelerini emretmişlerdir. Şimdi soruyoruz, Kur’ân’ın emrine uymak için gösterilen bu hassasiyet nerede? Bunu Hammer gibi bir Hıristiyan tarihçinin iftirasına uyarak tamamen edeb dışı yorumlara gitmek nerede?

Dördüncü olarak bir hususa daha dikkat çekmek istiyoruz: iç oğlanlar, değişik hizmetleri görmektedirler. Bu hizmetlerden biri de Has Oda’nın hizmetlerini görmektir. Has Oda, Padişahın iç oğlanlar ile beraber olduğu ve gayr-i meşru hayat yaşadığı bir mekân değildir. Biraz sonra Has Oda’nın mahiyetini öğrenince böyle bir iddiadan titrememek mümkün değildir.

Gerçek Has Oda, Enderun odalarının birincisi ve en itibarlısı olup Fâtih tarafından personel mevcudu otuz kişi olmak üzere kurulmuştur. Daha sonra diğer Padişahlar tarafından genişletilmiştir. Harem’de değil Enderun’da yer almaktadır. Has Oda’da Hırka-ı Sa‘âdet ve diğer mukaddes emânetler bulunmaktadır. Has Odalıların asıl vazifeleri de Hırka-ı Sa‘âdet Dâiresini süpürmek, tozunu almak, mübârek gecelerde güzel kokularla donatmak ve gül suyu serpmek, Kur’ân-ı Kerim okumak, Padişaha ait hizmetleri görmek yani Saray içinde Padişahın hususî personeli olmaktır.

Özellikle Fâtih Sultân Mehmed ile alakalı olarak Notaras’ın ve Franzes’in oğlu ve Erico’nun kızı ile ilgili isnatlar ise, Bizans tarihçilerinden bazılarının, İstanbul’u fethetmesinden dolayı duydukları kızgınlığın yalancı bir sonucu olmaktan öteye gitmemektedir ve hiç bir delile dayanmamaktadır.

Bütün bu bilimsel açıklamalara rağmen, hâlâ İslâmcı Gay’ler diye haber yapanların durumunu ilimden anlayanlar daha iyi takdir edebileceklerdir. Bunlar, Gelibolulu Mustafa Âlî’nin tıpkı Kâbusnâme’de olduğu gibi, erkek ve kadın hizmetkârlar ve câriyelerle ilgili verdiği bilgileri ve özellikle de genç kız ve erkek manasında kullanılan gulâm ve bunun çoğulu olan gılmân kelimesini dillerine dolayarak, Osmanlı devlet adamlarını ve hatta Şeyhülislâm ve kazaskerlerini bile, gay’likle itham etmektedirler. Halbuki aynı yazar, tıpkı Kabusnâmenin yaptığı gibi, hizmetkârlar hakkında bilgi verdikten sonra, toplumdaki ahlaksızlar hakkında da bazı açıklamalarda bulunmaktadır. Zaten, Osmanlı toplumunda tümüyle bu ahlaksızlıklar yok idi denilemez. Karşı çıkılan, bu ahlaksızlıkların Padişahlara ve âlimlere de isnad edilmesidir.

Büyük Osmanlı Tarihçisi Âlî, bu rezillere ayırdığı kısa bahiste, gay tabir edilen cinsî sapıkların dinimize göre suçlular olduğunu, haram helal demeden kadınlarla beraber olanların ise, nefislerine mağlup olan reziller grubunu teşkil ettiğini; lezbiyenlerin ve homoseksüellerin de bunlar gibi reziller grubunda yer aldığını, toplumdaki grupları sayarken gayet açık beyan eylemektedir. Aynı eserde, meyhânelere ayrılan bir bölüm de vardır. Acaba böyle bir bölümde gayr-i müslimlerin meyhaneleri anlatıldığı ortada olduğu halde, bu başlığı okudukdan sonra, Osmanlı Devleti’nde herkes meyhâneye giderdi mi diyeceğiz?
....
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Haremindeki Erkek Personel
Osmanlı haremine alınan hadım erkek hizmetçiler (tavaşiler) iki gruba ayrılmaktaydı:

Birincisi; Ak Hadımlardır. İslâm hukukunda erkeklerin hadım edilmesi yasaklandığından dolayı, Osmanlı Devleti’nin genişleme yıllarında, İstanbul’a çok sayıda Macarlar’dan, Almanlar’dan ve Slavlar’dan esir getiriliyordu. İlk ak hadımlar bunlar arasından temin ediliyordu. Daha sonraları Gürcü, Ermeni ve Çerkezler’den hadım olanlar satın alınarak temin edilmeye başlandı. Osmanlı hareminde istihdam edilen bu ak hadımlara ak ağalar adı verilmekteydi. III. Murad’ın 1582 tarihinde Bab’üs-Sa‘âde Ağalığını yani kızlar ağalığını zenci Habeşi Mehmed Ağa’ya teslim edişine kadar, kızlar ağası ak ağalardan seçilirdi. Ak ağaların en önemli görevi, Padişahın mâbeyn dâireleri ile harem dairesini korumak ve gerekli hizmetleri görmekti. Dış göreve atandıklarında vezâret payesi verilir ve genellikle Mısır Valiliğine gönderilirlerdi.

İkincisi; Siyah Hadımlardır. Hem fitneye daha çok yol açma ihtimali, hem teminindeki güçlük ve hem de hadım edilmelerinin zorluğu ve dayanıksız olmaları sebebiyle, özellikle III. Murad zamanında Osmanlı Hareminde ak hadımların yerini zenci olan siyah hadımlar alınmaya başlandı. Bunun üzerine esir tüccarları, Mısır, Habeşistan ve Orta Afrika’ya kadar giderler, türlü yollarla elde ettikleri zenci çocuklarını hadım ettirdikten sonra başta Mısır ve Beyrut olmak üzere Akdeniz limanlarında satarlardı.

Bu yollarla Harem’e alınan zenci hadımlardan bir ocak kuruldu ve adına da ağalar ocağı dendi. Ağalar ocağına alınan zenci çocukları, kendilerinden daha büyük hadım ağalarınca yetiştirilirdi. Bunlara Türkçe öğretilir ve güzel isimler takılırdı. Sarayın ve haremin âdâbı hem nazarî ve tatbiki olarak öğretilirdi. Enderun okulunda olduğu gibi, harem de bir okuldu. Belli bir yaşa kadar eğitilen ve eğitimlerini tamamlayan hadımlar, daha sonra Harem’deki hizmetlere tevzi edilirlerdi.

Harem’in Medhalinde görev yapan hadımağaları veya bir diğer adla harem ağalarının sayıları, Fâtih zamanında 20’yi, 1517 tarihinde 40’ı, 1537 tarihinde 20’yi ve nihâyet 100’ü geçmemesine rağmen, batılı kaynaklar, bu sayıyı 500, 600 ve hatta 800 olarak ifade etmişler ve karalamak istemişlerdir. Bu hususta Batılı yazar ve seyyâhların verdikleri rakamlar, tamamen hayale ve özellikle Müslüman bir devlet olan Osmanlı Devleti’ni karalamaya yöneliktir. Bu iddiaları ileri sürenlerin ellerinde ciddi bir tarih kaynağı da bulunmamaktadır[1].

-----
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Para ve Finans Sisteminin Esasları
Osmanlı Para ve Finansman sisteminin esasları nedir?


Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyıla gelinceye kadar çağdaşı bulunan pek çok Avrupa ülkelerinde olduğu gibi madeni para sistemi uygulanıyordu. Sistemde altın, gümüş ve ufaklık ihtiyacını gidermeye matuf olarak her iki madenin dışında genelde bakırdan mamul paralar kullanılıyordu. Kağıt paranın kullanımı batılı ülkelere paralel olarak 19. yüzyıl içerisinde başlar.

Sistem esasta altın ve gümüşe dayandığından her iki madenin mümkün olduğunca mübadelede kullanılması ve eşya olarak kullanılmamasını öngörüyordu. Bu sebeple ülke içine kıymetli maden girişi teşvik ediliyor, çıkışı ise yasaklanıyordu. Şahısların ellerinde ve sarayda bulunan altın ve gümüşten mamul eşyalar darphanelere getirilerek para basımında kullanılıyordu.

Ulaşım imkanlarının yetersizliği ve ulaşımın risk taşıması çeşitli bölgelerde darphane açılmasını zorunlu kılıyordu. Dolayısıyla darphaneler başta İstanbul olmak üzere ülkenin muhtelif yerlerine dağılmıştı. Bir darphane açılırken bölgede maden bulunmasına ve bölgenin ihtiyacına cevap vermesi gözetilirdi. Bazı darphaneler sadece belli bir parayı basardı. Mesela 16. yüzyılda Urfa'da faaliyet gösteren darphanede sadece bakır para basılıyordu. Darphanelerin idaresi genelde emanet yöntemi ile emin adı verilen görevli şahıslar tarafından yürütülüyordu. Darphanelere para basımı için getirilen altın ve gümüş maden ve eşya üzerinden darp hakkı adıyla alınan bir kesinti darphaneyi işleten kişinin gelirini oluşturuyordu. Altın ve gümüşü cari paraya çevirmek isteyen kişiler serbestçe gelerek darphanede para bastırabilirlerdi. Serbest darp hakkı darphane gelirlerini sürekli kılıyordu. Paranın ayarından sahib-i ayar sorumlu idi Kalb para basan sahibi ayar şiddetli cezaya çarptırılıyordu. Bir keresinde (1564 yılı) Üsküp darphanesinde basılan altın ve gümüş paraların ekseri kalb çıkmaya başlayınca sahibi ayar işten el çektirilerek İstanbul’a mücazat için gönderilmişti. Paranın ayarı denildiğinde gümüş ve altın para içerisindeki bakır oranı anlaşılıyordu. Darphaneye gelen gümüş ve eski akçeleri sahib-i ayar ve üstad, emin gözetiminde akçe haline getirirlerdi. Yeni akçelerin kesilmesinden sonra ülkede eski akçe ve külçe ile alış veriş yasaklanırdı. Herkes elinde bulunan eski akçeleri ve avani dışındaki gümüşleri darphaneye getirerek yeni akçe bastırmaları zorunlu idi.

Osmanlı devleti kıymetli maden hareketlerinin yaşandığı bir coğrafyada bulunuyordu. Gresham kanunu işliyor, kötü para iyi parayı kovuyordu. Doğuda altın ve gümüş fiyatlarının yüksek seyredişi daimi bir şekilde İran ve Hindistan'a kaçışa sebep oluyordu. Alınan zecri tedbirlere rağmen altın ve gümüş kaçakçılığının önü alınamıyordu. Ülkenin siyasi sınırları içerisinde de hareketlilik yaşanıyordu. Mesela Mısır'da basılan altın paraların İstanbul'da basılan altın paraların ayarında olmayışı sebebiyle İstanbul'da altın para piyasadan çekilerek yerine Mısır altınları tedavül ediyordu. Önlem olarak Mısır'da İstanbul ayarında altın para darbı isteniyordu.

16. yüzyılda Amerika ve Güney Afrika kıymetli maden yataklarının keşfi ile birlikte Avrupa ülkelerinde kıymetli maden hacmindeki yükseliş ve gümüşün altın karşısında değer kaybetmesi yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı dünyasını etkisi altına alacak ve Osmanlı yöneticilerini yeni arayışlara ve acil önlemlere itecektir. Dış dünyadan gelen bu baskıya paralel olarak, artan nüfus oranında iç güvensizliğin de etkisiyle üretimde artışın gerçekleşmemesi, fiyat yükselişleri, artan bürokratik harcamalar ve hazine için kaynak anlamına gelen yeni fetihlerin olmaması gibi bir kısım olumsuz gelişmeler ve yüzyılın sonuna doğru Avusturya ve İran savaşları dolayısıyla da artan savaş harcamaları birbiri arkasını izleyen devalüasyonları getirmiştir. Sikke tashihleri adı verilen bu operasyonda paranın ayarı değiştiriliyor, sikkeler küçültülüyordu. 16. yüzyılda en önemli para operasyonu sayılan ve daha sonra da devam edecek ayarlamaların başlangıcı olan 1584 yılında yapılan düzenlemeye göre 100 dirhem gümüşten kesilen akçenin miktarı 450 den 800'e, 1600 yılında yapılan bir ayarlama ile de 950'ye çıkmıştır. Osmanlı paralarının değer kaybına uğraması sadece bu yüzyılın ikinci yarısında görülen bir olgu değildir. Fakat bu zamana gelinceye kadar paradaki değer kaybı uzun zaman içerisinde oldukça az oranda gerçekleşmiş idi. Mesela Orhan Bey'den Fâtih'e gelinceye kadar akçenin vezni odukça sabit tutulmuştur. 1327 yılında 100 dirhem gümüşten 270 adet olarak kestirilen Osmanlı akçesi 1451 yılında 293 adet kestirilmiştir. 1500 yılında 100 dirhemden 420 akçe kesilirken 1580'lerin başında 450 akçe kesilmekteydi. Yine da yapılan hesaplamalara bakılırsa 1326 yılından 1740 yılına gelinceye kadar ki 414 yıllık sürede yıllık ortalama değer kaybı % 0.24 gibi düşük bir oranda kalmaktadır.

Osmanlı Devleti’nde Osman Gâzî'den Fâtih'e gelinceye kadar sadece gümüş paralar basılmıştır. Altın para olarak ülkede revaç bulan Venedik dükası (filori, filorin) tedavül ediyordu. Fâtih 1479 yılında sultani adlı ilk Osmanlı altın parasını basmıştır. Fiilî olarak iki değerli madene dayanan bir para sistemi işliyordu. Dolayısıyla altın ve gümüş fiyatları değiştikçe tedavülde bulunan sikkelerin fiyatları ya da kur farkları da değişiyordu. Ufaklık ihtiyacını karşılamak üzere I. Murad'dan (1360-1389) 17. yüzyıl ortalarına kadar mankur veya pul adı verilen bakır paralar da basıla gelmiştir. 1688 yılında ise para arzındaki yetersizlik dolayısıyla akçeyi ikame ve likidite ihtiyacını gidermek için mankur basılmış, 1 mankurun 1 akçe üzerinden sonsuz ibra hakkı tanınması kalpazanlık faaliyetlerini hızlandırmış ve piyasaları alt üst etmiştir. Bu tecrübeye 1691 yılında son verilerek mankur tedavülden kaldırılmıştır.

Ülke içerisinde muhtelif yabancı altın ve gümüş paralar yerli paralar ile birlikte tedavül ediyordu. 17. yüzyılda osmani, şahi, pare, mangır, peniz, sikke-i hasene/şerifi adlı yerli paraların yanında sümün, zolata, babka, rub, yaldız/filori/efrenci, engürüs, esedi ve riyal adında yabancı paralar tedavül ediyordu. Ülkede paraların tedavül ettiği bölgeler ortaya çıkmıştı. Mısır pare, Doğu Anadolu şahi, Macaristan penz bölgesi idi.

Osmanlı Devleti’nde paradan bir finansman aracı olarak değişik yöntemler kullanılarak istifade ediliyordu. Darphanelerde kıymetli madenlerden ve eski sikkelerden para basılarak hem para arzı artırılıyor hem de darb hakkı adıyla alınan para darphanelere gelir temin ediyordu. Tahta yeni çıkan padişah eski paraları tedavülden kaldırarak kendi adına ve yeni değerler ile para bastırıyordu. Elinde eski para olan kişiler paralarını darphaneye getirerek yenisiyle değiştirirler, bu değişimden para sahibi bir miktar zarar eder, hazine ise kazanırdı. Ayrıca paranın ayarında oynamaya gidilerek sikkeler küçültülüyor, aradaki değer kaybını devlet bir finansman yöntemi kabul ediyordu. Tağşiş işlemi bütçe açıklarını kapatmak için devletin ek para basması anlamına da geliyordu. Çünkü yapılan yeni ayarlama ile hem tedavüle sürülecek para miktarı artıyor hem de devletin kullanabileceği yeni bir fon oluşuyordu. Yine hazine giriş çıkışlarını farklı raiclerde tutarak aradaki farkı (tefavüt-i hasene ve guruş) hazineye gelir kaydediyordu.

1775 yılında pay ve gelir ortaklığı senetleri anlamına gelen esham uygulaması başlatılır. Bu uygulama temsili paraya geçişin ilk habercisi sayılır. Senetlerin vergiye tabi olmak üzere tedavülü serbestti. İlk kağıt para 1840 yılında tedavüle çıkarılır. Piyasaya sürülen banknotların değeri hızla aşınır. Esnaf ve taşrada halk madeni para kullanmayı tercih eder. Kaime denilen kağıt para ile madeni para arasında fiyat farkı oluşur. Osmanlı para biriminin dış paralar karşısında değeri düşer.

Kaime denemesi 1862 yılında son bulur. Sultân Abdulhamid dönemine gelinceye kadar kaime basımına gidilmez. Osmanlı- Rus savaşının finansmanı dolayısıyla ikinci defa 1876-7'de kaime basılarak piyasaya sürülür. Bu kaimeler de kısa bir süre sonra tedavülden kaldırılır. Kağıt para basma yetkisi kendisine bırakılan Osmanlı Bankası I. Dünya Savaşı'na gelinceye kadar sınırlı miktarda kağıt para basımına gider. 1915 yılında kaime üçünçü kez çıkarılır. Bu kaimeler temsili para niteliğinde idi. Çünkü altın karşılığı vardı ve ne zaman tedavülden kaldırılacağı belliydi. Bu kaimeler Cumhuriyet devrine kadar devam etmiştir.

Ülkede istikrarlı bir para sistemi oluşturmak amacıyla 1844 yılında çıkarılan Kararnâmeye göre temel para birimleri olarak kuruş, 20 kuruş değerinde gümüş mecidiye ve 100 kuruş değerinde altın lira kabul edilir. Osmanlı parası ile yabancı paraların kur değerlerinde ise uzun bir dönem değişiklik görülmemektedir. Mesela bu tarihten I. Dünya Savaşı'na kadar İngiliz sterlini ile Osmanlı parası arasındaki parite 1 İngiliz sterlini =110 Osmanlı kuruşu düzeyinde kalmıştır.

1873 yılından itibaren gümüşün dünya piyasalarında değer kaybetmeye başlaması Osmanlı Devleti'nde 1/16 altın-gümüş paritesini geçersiz hale getirir. Devlet gelirlerinin gümüş para ile, giderlerin altın üzerinden yapılması hazine kayıplarına yol açar. Bunun üzerine mecidiye basımına son verilir. 1881 yılında para birimi olarak Osmanlı altın lirası kabul edilir. Ancak gümüş fiyatlarının düşüklüğü sebebiyle tedavüldeki gümüş paralar gerçek değerinin altında işleme tabi tutulur. 20 kuruş değerindeki mecidiyeler Hazinece 19 kuruştan işleme tabi tutulur. Sarraflarda ise daha düşük düzeyden işlem görür. 20. yüzyılda kuruşun Osmanlı lirasına oranla üç değişik değeri ortaya çıkar.

Diğer taraftan değişik para birimlerinde çekilen darlık nedeniyle ufak paralar altın lira ve mecidiyeye oranlarından farklı olarak işlem görüyordu. Piyasaya yeterince ufaklık sürülememesi ve mahalli bazı darlıkların ortaya çıkışı da ufaklıkların değerini yükseltiyordu. Ticâret erbabı daima müşterilerine büyük para veriyor, halk ise alış veriş yapabilmek için elindeki parayı belli bir komisyonla sarraflara bozdurmak zorunda kalıyordu. İktisadi faaliyetlere, yöreye ve mevsimlere göre de ufaklık ihtiyacı değişiklik gösteriyordu. Mesela Bursa'da yumurta ticâreti bu tür paraların değerini yükseltiyordu. Yine İzmir'den İstanbul'a sürekli mecidiye, karşılığında İstanbul'dan İzmir'e ufaklık gönderiliyordu. Hazinenin bir soruşturmasına göre ülkenin değişik yörelerinde altın ve gümüşün 88 çeşit raici bulunuyordu.

Yörelere göre de halkın rağbet ettikleri paralar değişiklik gösteriyordu. Yabancı paralar da ülke içerisinde serbestçe alım satımda kullanılıyordu. Para sisteminin karmaşıklığı sebebiyle sarraflık kurumu iyice revac bulmuştu.

Para düzenine çeki düzen vermek maksadıyla 1909 yılında kurulan komisyonun önerisi doğrultusunda savaşın etkisiyle biraz da geç olarak 1916 yılında Tevhid-i Meskukat Kanunu çıkarılarak 1 lira = 100 kuruş paritesi benimsenir ve değer ölçüsü altın, para birimi kuruş kabul edilir. Ülkenin değişik yörelerindeki farklı para raiçleri kaldırlır. Ancak çıkarılan yasanın başarısı sınırlı kalır. Çünkü savaşla birlikte artan giderleri karşılamak için piyasaya sürülen kağıt paralar madeni ve ufaklık paraların piyasadan çekilmesine yol açar. 5 ve 20 kuruşluk olarak basılan kağıt paralar da ufaklık sorununu çözmez. Aynı fonksiyonu görmesi için kısa bir süre sonra 1 ve 2.5 kuruşluk kağıt ve aynı işlevi görecek 5 ve 10 paralık posta pulları çıkarılır. Bu durumda madeni paradan tamamen arınmış kağıt para sistemine geçilmiş olur. Cumhuriyet idaresi aynı sistemi devam ettirir[1].

------
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Sıbyan Mektebinde Okutulan Dersler
Osmanlı maarif tarihi hakkında bilinenler,özellikle klasik dönemi aydınlatma konusunda yetersizdir. Eğitim-öğretim tarihimizin medrese boyutuna dair bilgiler,ilgili dönem söz konusu olunca, çok sınırlı kaldığı gibi, medreselerin bir alt birimini oluşturan sıbyan mektepleri konusunda ise yerli ve yabancı kaynaklarda yer alan bilgiler son derece yüzeysel ve geneldir .Bu konuda ortaya çıkan boşluk ve kaynaklarda bu müesseselere dair pek bilgi verilmemesi, maalesef bu kurumlarla ilgili yanlış bazı değerlendirmeleri de beraberinde getirmektedir. Hatta bazı bilim adamlarından, örgün tarzda mekteplerin bulunmadığını ve dolayısıyla çocuklara Osmanlı klasik döneminde eğitim-xöğretim verilmediğini iddia edebilecek bilgi yoksunluğunu zaman zaman işitmek veya okumak mümkün olabilmektedir.1

Osmanlılar , daha ilk dönemlerden itibaren birçok müessesede olduğu gibi, eğitim-öğretim konusunda da dikkat çeken bir çaba sergilemişlerdir. On beşinci yüzyılın ilk çeyreğinde Çelebi Sultan Mehmed'in yaptırdığı gerçekten muhteşem külliyenin önemli bir birimini oluşturan Bursa Sultaniye Medresesi, dönemin İslam dünyasının en değer verilen bir üniversitesi olarak telakki ediliyordu. Elbette medreseler, Osmanlı Devleti'nin hemen her şehrinde Hatta -birçok yerleşim biriminde, çevreyi kültürel yönden zenginleştirirken, bu kurumların bir alt basamağını oluşturan mekteplerde de belli bir disiplin içinde tedrisat gerçekleştiriliyordu. Belki de medreselerde elde edilen başarıların arka planında, mekteplerde kazanılan temel bilgi, görgü ve tecrübe bulunuyordu. Alelade bilgilerin verilmediği anlaşılan mekteplerde -bazı dayanaksız iddialarda yer aldığı gibix sadece Müslümanlar'ın kutsal kitabı Kur'an-ı Kerim'in öğretilmesi gerçekleştirilmiyordu. Belli bir müfredat ve ders programının takip edildiği, bazı mekteplerde küçük birtakım değişiklikler olsa dahi, genel anlamda ders muhtevalarının büyük benzerlikler taşıdığı görülmektedir. İşte bu tebliğimizde, tesbit edebildiğimiz kadarıyla, sıbyan mekteplerinde klasik dönem boyunca verilen dersler ile ilgili bilgi aktarmaya çalışacağız.

Değerlendirmeye esas aldığımız Bursa mekteplerinde görülmekte olan derslerle ilgili uygulamanın, aynı zamanda Osmanlı coğrafyasının hemen tamamı için bir izdüşüm oluşturduğunu zannediyoruz. Bu çalışmada, Osmanlı sıbyan mekteplerinde okutulan dersler , klasik dönem baz alınarak irdelenmeye çalışılacaktır. Bu konunun sağlıklı bir şekilde araştırılabilmesi için söz konusu dönemde eğitim-öğretim veren mekteplerin vakfiyelerinin tespit edilmesi öncelikli bir gereksinimdir.Bursa'da ilgili dönemde kurulduğu kesinlik kazanan 134 adet sıbyan mektebinden günümüze sadece ikisinin 2 gelebilmiş olması dikkate alındığında, vakfiyelerinin tesbitindeki zorluk bir kez daha kendini göstermektedir. Bu durumda, sözkonusu vakfiyelerin tescil edilmiş birer suretlerinin bulunabileceği mahkeme sicillerinin taranması kaçınılmaz olmaktadır. Vakfiye suretlerini tesbit edebildiğimiz mekteplerde okutulan derslerle ilgili -şimdilik kaydıyla-x şu bilgilere sahip bulunuyoruz.

MEKTEPLERDE OKUTULAN DERSLER

Kur'an-ı Kerim: Sıbyan mektepleriyle ilgili bilinen en temel ders olan Kur' an 3, İslam dininin de ana kaynağıdır. Bu nedenle, müiminler tarafından bu kutsal kitabın öğretilmesi, velilerce, çocukları için yerine getirdikleri son derece mukaddes bir görev olarak addedilir. Kur'an-ı Kerim'in öğrenilmesi, öğretilmesi ve ezberlenmesi konusunda Hz. Peygamber'in sözleri 4, bu hususun ehemmiyetine dikkat çekmekte ve müslümanlara gerekli motivasyonu sağlamaya yetmektedir.

Çocukların derslerinde Kur'an öğretiminin öncelikli yer alması ve mekteplerde bu dersin vazgeçilmez bir ders olarak telakki edilmesi, yüzyıllarca İslam aleminde vazgeçilmez bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. ünlü İslam tarihçi ve sosyologu İbn Haldun (ö.1406), Mukaddime adlı eserinde bu konuyu şöyle değerlendirir:

''Bilinmelidir ki, çocuklara Kur'an talim edilmesi dinin şiarlarında bir şiardır .O yüzden Müslümanlar bunu esas alarak, bütün beldelerinde tatbik etmişlerdir. Çünkü Kur'an'da ki ayetlere ve bazı hadis metinlerine istinad eden İslam imanının ve imanı akidelerin kalplerde kökleşmesi her şeyden evvel bu şiara bağlıdır. Onun için Kur'an, talimin esası haline gelmiş olup daha sonra hasıl olan melekeler bu esas üzerine bina kılınmıştır.'' 5

Osmanlı klasik döneminde mektep vakfiyelerinin tamamında Kur'an-ı Kerim'in öğretimi değişik ibarelerle yer alır. Ancak daha önce, birçok araştırmanın kaynak olarak ele aldığı bilgileri özetle aktaralım.

Fatih Sultan Mehmed'in oğlu II. Bayezid'in (1481-1512), mektep için düzenlediği vakfiyesinde, ''. ..ve muallimhaneyi dahi ta'lim-i eytam ve evlad-ı fukara içün vakfetdi ki, onlara mektebhanede muallim ve halife olanlar ta'lim-i Kelam-ı Kadim ve Kur'an-ı 'Azim edeler'' ifadelerinin yanı sıra, muallimin, Cuma günleri dışındaki günlerde 30 çocuğa gereği gibi Kur'an öğretmesi, eski derslerini dinlemesi, namazla alakalı hususları okutup öğretmesi, te'dib edilmesi gerekenleri terbiye etmesi gibi konular yer almaktadır. 6

Süleymaniye Vakfiyesi'nde aynı konuya çok kısa bir şekilde ''ta'allüm-i Kur'an-ı ' Azim eden eytam'' ibaresiyle değinilmektedir. 7

Osmanlı eğitim-öğretim tarihine ilişkin eserlerin önemli bir bölümünün esas aldıkları malumat maalesef, zikrettiğimiz bu iki vakfiyedeki bilgilerden pek ileriye gidememektedir. Bu konuya, mahkeme sicillerinde yer alan vakfiye suretlerindeki ifadeler açıklık kazandırmaktadır .

Mahkeme sicillerine yansıyan bilgilerden hareketle, Kur'an öğretiminde öncelikle Arapça harflerin tanıtımının yapıldığını, bunun okuma-yazma konusunda da elzem olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Osmanlılar'ın son dönemlerine kadar uygulana gelen bir metodla, çocuklar elifba cüzünün akabinde amme cüzü okumakta, daha sonra Tebareke diye bilinen Mülk suresi ve diğer bazı cüzlerden sonra, daha çok ''Mushaf' adıyla halk arasında tanınan Kur'an'ın öğretimine geçmekteydi. 8

Bu dersle amaçlanan nihai hedefin, kutsal kitabın, mümkün olabildiğince tecvid (Kur'an'ın usulüne uygun ve ahenkli bir şekilde okunması) ve meharic-i huruf ( özelliği bulunan Arap harflerinden bazılarının ağızdan çıkışında gösterilmesi gereken özen) kurallarına göre belletilmesi ve Kur'an'ın “tertil” üzere okunmasının sağlanması olduğu anlaşılmaktadır. 9

Kur'an okumasını öğrenen talebelerin, yine muallim ve onun yardımcısı durumundaki ''halife''nin nezaretinde ''mushaf'ı sonuna kadar okuyarak ''hatim'' indirdikleri ve bu okuma sürecinin, yapılan bir hatim cemiyeti ile taçlandırıldığı, yüzyıllar boyu süren gelenekten kolayca çıkartılabilir. 10

Kur' an-ı Kerim derslerinde ayrıca namaz ve diğer ibadetlerde okumak zorunda oldukları sure ve dualarla ilgili öğretimin yapıldığını tahmin etmek zor olmasa gerektir .Bu arada, mektep öğrencilerine, özellikle namazlarda okunan sure ve duaların ezberletildiği kuvvetle muhtemeldir 11 .Yine kesin olmamakla birlikte, öğrencilerden hafız olmak isteyenlerin, hıfzını tamamlayıncaya kadar mektebe devam edebildiklerini tahmin ediyoruz. 12

Öte yandan, mekteplerdeki muallimlerin ve onların yardımcıları pozisyonundaki halifelerin (kalfa), vakfiyelerdeki ''meşrutiyet''(=şarta bağlama) sebebiyle, görev yaptıkları vakfın kurucusu ya da yakınlarının ruhu için Kur-an-ı Kerim'den ''cüz''ler okuduğu bilinmektedir 13. Bu da, mekteplerde öğrencilerle diğer görevlilerin Kur'an'la ne kadar içiçe olduklarının bir göstergesi olarak da kabul edilebilir.

Öteden beri, Osmanlı mekteplerinde sadece Kur'an'ın öğretildiği ve bunun ötesinde herhangi bir şeyin verilmediği tarzındaki yaklaşıma da cevap olacak tarzda klasik dönem mekteplerin ders programlarındaki diğer derslerle ilgili bilgilere geçebiliriz.

Yazı (kaligrafi): Mekteplerde verildiğine şüphe olmayan derslerden biri de yazının öğretimiydi.Yazının öğretimi olmaksızın düzenli bir eğitim-öğretim faaliyetinin gerçekleşmesinin imkansız olduğu açıktır .Söz konusu dönemde Bursa mekteplerinde, yazının sadece basit bir şekilde öğretimiyle kalınmamakta, yazılabilecek en güzel biçimiyle (hüsn-i hat) öğretimine de dikkat edilmekteydi 14.

Fıkıh (ilmihal): Ders programları arasında önemli bir yeri fıkıh tutmaktaydı 15. Kişinin sadece ibadetlerini değil, hayatının her alanını ihtiva eden ve ''muamelat'' denilen uygulamaların ilköğretim seviyesindeki çocuklara öğretilmesinin faydalı olacağında şüphe yoktur. ''Helal'' ve ''Haram” anlayışının en iyi bir biçimde öğretilebilecek, özümsenebilecek ve zihinlere en net bir şekilde nakşedilebilecek çağın ilköğretim devresi olduğu dikkate alınırsa, böyle bir ders seçiminin isabetli olduğu söylenebilir. Bu derste temel fıkhi bilgilerin, çocuklara basitleştirilerek ve örneklendirilerek verilmeye çalışıldığını düşünüyoruz 16.

1542 yılında Laklakzade (Leylekzade) Derviş Ali Mektebi'nde 4 akçe yevmiye ödenen ve kendisinden ''fıkh ders'' ya da ''ta'lim-i fıkhı'' yapması İstenen kişi, aynı zamanda İbrahim Paşa Mescidi'nde imamet görevini yürütmekteydi 17. Bu görev kendisine ''meşrut'' idi. Bu uygulamanın, öğrencilere verilmekte olan fıkıh ile ilgili konuları ihtiva eden fıkıh dersinin, mektep muallimi dışında bir kişi tarafından verildiği şeklinde anlamak da mümkün görünmektedir.

Vakfiyelerde, fıkıh dersinin usul ve furuu (ana konular ve teferruat hususlar) ile birlikte verilmesi konusunda ifadeler yer almaktadır 18.

Dinler Tarihi: Her mektep vakfiyesinde rastlanmamakla birlikte, bazı mekteplerde dinler ile alakalı bilgilerin (ilmü'l-edyan) verilmesinin istendiğine tanık olmaktayız 19. Bu dersin, diğer dersler arasında çocuklara öğretilmeye çalışılmasının son derece manidar olduğunu düşünüyoruz.

Müslüman çocuklarına, dünya üzerindeki diğer dinler hakkında genel bilgiler verilerek, İslam 'ın bu dinler arasındaki yerini tesbit etmelerinin sağlanması, bu dersin muhtemel amaçlarından biri olmalıdır .Yine ihtimal ki, bu derste, İslam'ın öğretisine göre, ilk insan ve ilk peygamber kabul edilen Hz. Adem'den başlayarak, son peygamber Hz. Muhammned (as)'e kadar olan peygamberler pedagojik bir biçimde çocuklara aktarılıyordu. Ayrıca bu derste, İlahi dinler ile batıl dinler hakkındaki bilgilerin yanısıra, İlahi dinler arasındaki benzerliklere ya da farklılıklara da temas edilmesi mu1ıtemeldir. Bunu, bir İslam Tarihi dersi olarak algılamak da mümkün görünmektedir.

Sarf-nahiv: Mekteplerde, vakfiyelere nazaran verildiği görülen derslerden biri de sarf ve nahiv idi 20. Osmanlıca dilbilgisinin aktarıldığı anlaşılan sarf dersinde, dilin çekim şekilleri, yapımı ve kullanımı konuları üzerinde durulmaktaydı (morfoloji). Bu dersin nahiv bölümünde ise, kelimelerin birbirine bağlanmasıyla oluşturulan söz ve cümlelere yer veriliyordu (sentax).

Mektep öğrencilerinden önemli bir kısmının, bir üst eğitim-öğretim kurumu olan medreselere devam edecekleri düşünülürse, sarf ve nahiv dersinin önemi kendiliğinden ortaya çıkar.
Yazmayı öğrenen medrese öğrencileri, kitapların tab' edilemediği ve elyazısıyla çoğaltılmış eserleri bulamadıkları veya alamadıkları bu klasik dönemde, sorumlu tutuldukları eserleri istinsah etmek zorunda kalıyordu 21. Dolayısıyla bu da, belli bir dilbilgisi ve kompozisyon tecrübesini gerekli kılıyordu. Bu dersi, Kur'an okumaya başlamazdan önce öğretilen elifbanın bir devamı olarak düşünmek de mümkündür.

Ahlak (edeb): Mekteplerde ihmal edilmediği anlaşılan bu dersin muhtemel amacının, kişiliğin teşekkül ettiği bu dönemde, çocukların İslam'ın yüce değerleri doğrultusunda yönlendirilmesi, aileye, topluma ve millete daha faydalı hale getirilmesi olduğunda şüphe yoktur 22.

Vakfiyelerde, çocuklara ders verecek kişilerin tespitinde bu tür vasıfların aranması 23, velilerin duyarlığının vakıflara tesiriyle de açıklanabilir. Mektepte görev yapan muallimlerin, ''mucib-i 'azl ef'al-i şeni'ası zahir'' 24 ya da ''enva '- ı hıyaneti, şer'a muhalif şena'ati şer'an zahir'' 25 olduğunda, hemen ''izalesi'' cihetine gidiliyor ve görevlerinden el çektiriliyordu. Bütün bunlar, çoğu zaman velilerin şikayeti veya doğrudan doğruya vakıf yönetiminin istekleri doğrultusunda gerçekleştiriliyordu 26.

Aritmetik: Mekteplerde verildiğini tahmin ettiğimiz, ancak ilgili dönem kaynaklarında bilgi bulamadığımız derslerden biri de aritmetik olmalıdır. Mektepte kaldıkları süre içerisinde, belki ilk bir-iki yıl verilmese de, ilerleyen dönemlerde böyle bir dersin çocuklara öğretildiğini düşünüyoruz. Basit aritmetik kuralların ve özellikle dört işlemin yer aldığı bir aritmetik dersinin, gündelik hayatın önemli unsurlarından ve vazgeçilmez ihtiyaçlarından biri olduğunda şüphe yoktur.

Klasik dönemde Bursa mahkeme sicillerine intikal etmiş vakfiye ve arşiv belgelerinde, yukarıda aktarılan derslerin dışında mektep öğrencilerine verilen herhangi bir derse -şimdilikx rastlanmamaktadır.

DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

Osmanlı klasik dönemi Bursa sıbyan mekteplerinde verilen derslerle ilgili aktarılan biçimde bir panoramayla karşılaşılmaktadır. Ancak, bütün bu derslerin, her mektepte verildiğini iddia etmek son derece güçtür. Bununla birlikte, bu derslerin önemli bir bölümünün mekteplerde ortak dersler olarak öğretildiği söylenebilir. Bu ortak derslerin başında da, müslümanların kutsal kitabı Kur'an-ı Kerım'in belletilmesi gelmektedir. Başlangıçta elifbanın öğretiminin gerçekleştirildiği bu dersin, ilerleyen bölümlerinde bazı kısa surelerin ezberletilmesi sözkonusuydu.

Kur'an dersinin yanısıra günlük yaşamda karşılaşılabilecek birtakım dini sorunların çözümünün öğretildiği fıkıh ile kullanılan dilin daha iyi öğrenilebilmesi için sarf-nahiv dersleri de vardı. Öğrencilere ahlak/edeb dersi verilerek kişiliklerin oluşumuna özen gösteriliyordu. Bazı mekteplerde verilen dinler tarihi dersi ise oldukça enteresan bir durum arzetmektedir. İslam'ın dışındaki diğer dinler hakkında bazı bilgilerin verildiği çağın, yaklaşık 6-10 yaş arası olması dikkate şayandır. Böyle bir müfredat içinde, hayatta en çok ihtiyaç hissedilen aritmetik gibi bir dersin verildiğini de kuvvetle tahmin ediyoruz.

Mekteplerde okutulmakta olan derslerin yıllara göre dağılımı ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak, yukarıda bahsedilen derslerin önemli bir kısmının üst sınıflarda da okutulduğu ve belki de bu derslere birtakım ilavelerin yapıldığı söylenebilir. Klasik dönemin sosyo-kültürel şartları dikkate alındığında, çocukların ilköğrenimleri sırasında gördükleri bu derslerin, belli bir sistem dahilinde ve örgün bir eğitim-öğretim yaklaşımıyla okutulduğu anlaşılmaktadır .

-------------
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Medreselerinde Mantık Eğitimi
Osmanlı Medreselerinde Mantık Eğitimi Üzerine
Dr. Ahmet KAYACIK

Giriş:

Bu yazının amacı Osmanlı Medreselerinden bahsetmek değildir. Yine bu medreselerin müfredat programlarından bahsetmek de değildir. Tersine müfredat programlarında yer alan ve mantık derslerinde okutulan eserleri temel alarak bazı sonuç ve neticelere ulaşmaya çalışmaktır. Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü yüzyıllar boyunca eğitim kurumları olan medreselerin çeşitli devrelerinde mantıkla ilgili bir çok müellifin eserleri okutulmuştur. İşte bu eserler çalışmamızın odak noktasıdır. Bu konunun incelenmesinde takip edeceğimiz metot; mantık ilminin İslam Dünyasındaki tarihi sürecine farklı bir açıdan değindikten sonra, medreselerde okutulan mantıkla ilgili eserlerin tesbiti, ardından bu eserlerle ilgili çeşitli bilgilerin sunulması ve son olarak bu verilerden yola çıkılarak konunun bir değerlendirilmesidir.

A-Tarihi Süreç İçerisinde İslam Dünyasında Mantık İlmine Farklı Bir Yaklaşım

Mantık ilmi İslam Alemine geçişi sırasında bazı ilimlerle yakın temasta olmuştur. Arap-İslam mantığının gelişiminde açık bir hat belirlemek istediğimiz zaman, tıp ilmiyle başlayan ve Kelam ilmiyle sona eren hattı yakalayabiliriz. Başka bir açıdan Arap mantığının tarihi ve gelişimini tek bir cümlede özetleyebiliriz: Mantık tıpla bitişik olarak başladı ve Kelam ilmiyle bağlantılı olarak sona erdi.

Mantık tıbbî araştırmaların öğretim metodundan ayrılmaz bir unsur idi. İskenderiye Okulunda Galinos’un tavsiye ettiği aynı metot üzere mantık başta yer alıyordu. Galinos, kesin bir şekilde tıp kitaplarının iyi bir şekilde anlaşılması için matematik ve mantık öğretimini ön şart koşmuştur. Daha sonraları Nesturi Akademilerinin eğitim programındaki astronomi, tıp ve ilahiyat konularındaki ihtisas alanlarında mantık hazırlık programında temel konu idi. Böylelikle mantık öğretimin çeşitli daları arasında ortak köprü özelliğiyle önemli bir rol oynamıştır.

Bu kültür, temelde Süryanice yoluyla Araplara geçtiğinde, bununla birlikte bu tıbbî-mantıkî gelenek de geçmiştir. Mantık tıpla bağlantılı kalmış ve uzun süre doktorların eğitiminde birinci derecede rol oynamıştır. Bunun böyle olmasının sebebi, tabiplerin Aristoteles ve mantığın şarihleri olmasında yatar... Mantık metinlerinin tercümesiyle ve şerh veya tefsirlerini yapan Arap mantıkçılarına göz attığımız zaman onların büyük bir kısmının tıp öğreten veya onunla uğraşan kimseler olduğunun görürüz. Razi, İbn Sina, İbn Meymun, Kindi bunlar arasında yer alır.[1]

Durum Osmanlılarda da benzerlik arz etmektedir. Ancak burada tıbbî-mantıkî bir gelenekten değil de, mantık tarihindeki daha sonra meydana gelen gelişmeler müvacehesinde, onun ilimlerin reisi (ilimlerin başı) telakkisinden hareketle, mantığın bütün ilimler için bir hazırlık, giriş olmak üzere okutulduğunu görürüz. Nitekim suhtelerin (öğrencilerin) eğitiminde daha yukarı bir dereceye geçmeleriyle ilgili olarak şöyle denilir: “Bunlar Haşiye-i Tecrid medreselerinde mukaddimat-ı ulûm veya mebâni-i ulûm denen sarf, nahiv, mantık ve adabu’l-bahs gibi muhtasarat dersleri gördükten sonra müstaidd, yani danışmend olurlardı”.[2] Yine öğrencilerin Nahiv ilminden sonra mantık ilminden neleri okuduğu hakkında da şu şöyle denilir: “Nahivden sonra mantık ilminde, medrese öğrencileri arasında meşhur olan adıyla, İsagoci, Hüsam-ı Kati, Muhyiddin, Fenari, Şemsiyye, Tehzib, Kutbüddin-i Şirazi, Seyyid, Kara Davud, Sadüddin (bu kitap mihenk taşıdır; öğrenci bu kitabı okurken mübahaseye isti’dadının olup olmadığı açığa çıkar) ve Şerh-i Metali okur”[3] Buradan da anlaşılıyor ki, mantık nahiv ve sarf gibi, temel bir ders niteliğindedir. Hatta mantık ve nahiv arasında bir benzetme yapılır ve nahiv ilmine göre dil ve lafızların nisbeti ne ise, akıl ve makulatın mantık ilmine nisbetinin bu şekilde olduğu söylenir. Başka bir deyişle, nahiv (gramer) nasıl dilin düzgün ve hatasız kullanılmasına yardımcı oluyorsa, mantık da aklın düşünce faaliyetlerinde bir düzenleyicidir.

B - Medreselerin Müfredat Programlarında Yer Alan Mantık Eserleri

Osmanlı Medreseleri hakkında yapılan sınırlı sayıdaki çalışmalar incelendiğinde görülür ki, bu çalışmalar konuya ya belirli bir açıdan yaklaşmıştır, ya da belirli bir dönemi ele almıştır.[4] Son zamanlarda telif edilmiş ve doğrudan bu konuları ele alan bir çalışma ise, Cevat İZGİ’nin Osmanlı Medreselerinde İlim[5] adlı eseridir. İzgi, iki ciltlik bu eserinin birinci cildinde medreseler hakkında çeşitli bilgileri sunduktan sonra, bu yerlerdeki müfredat programları ve okutulan dersler hakkında birinci el kaynaklardan aktararak okuyucuya bilgiler verir. Osmanlı döneminde gerek bilim tarihi ve ilimler sınıflaması türü gerekse biyografik tarzdaki eserlerden faydalanılarak verilen bilgilerden 15 müfredat programı çıkarılmıştır.[6].

Osmanlı Medreselerinde yıllarca (aynı zamanda diğer İslam ülkeleri medreseleri için de geçerlidir) okutulan ve birer el kitabı olan mantık eserlerinden bahseden başka kaynaklar da mevcuttur.[7] Ancak bu eserlerde verilen bilgiler isimlerden ibarettir.

Söz konusu müfredat programlarında yer alan mantıkla ilgili eserler şöyledir:

1- Kevakib-i Seb’a’ya (1155/1741) göre:

Aşağı İktisar: Îsâgôcî (şerh ve haşiyesi)

Yukarı İktisar: Hüsâm-ı Kâtî ve haşiyesi Muhyiddîn risalesi, Fenârî ve Haşiyesi.

Orta İktisad: Şemsiyye, ta’lik ve şerhleri ile Tehzîb.

Yukarı İktisad: Kutbüddin-i Şirazi (Şemsiyye şerhi), haşiyeleri Seyyid ve Kara Davud, Sadüddin

İstiska: Şerh-i Metâli [8]

2- İshak b. Hasan et-Tokadi’nin (ö. 1100/1689) Nazmu’l-Ulum’una göre:

Tehzîbü’l-Mantık ve’l-Kelam [9]

3- Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın (ö. 1154/1780) Terkîb-i Ulûm’una göre:

Şemsiyye, Kutb, Davud, Seyyid.

Tehzib, Celal, Mir.[10]

4- Nebi Efendi-zâde (ç.1200/1785-6)’ nin İlimlerin Tertibi ile ilgili bir kasidesine göre:

Îsâgôcî, Kul Ahmed, Fenari, Kara Davud, Seyyid, İmad, Tehzib-i Mîr, Mirza-cân.[11]

5- Taşkörprülü-zade’nin (ö. 968/1561) Aldığı Derslere Göre:

Îsâgôcî, Hüsâmeddin el-Kâtî şerhi ile, Şerhu’ş-Şemsiyye (Kutbuddin er-Razi’nin), es-Seyyid haşiyesi ile, Şerhu’l-Metali.[12]

6- XI/XVII. Yüz yılda Yaşayan ve Adı Bilinmeyen bir Alimin Aldığı Derslere Göre:

Şerh-u Îsâgôcî (Fenari’nin), Kul Ahmed Haşiyesi ile; Şerhu’t-Tehzib, Şerhu’t-Tehzib li’t-Taftazani (Devvani’nin) Mîr Ebu’l-Feth’in haşiyesi ile; Şerhu’t-Tasavvurati’ş-Şemsiyye (Kutbeddin e-Şirazi’nin haşiyeleri ile)[13]

7- Katip Çelebi (ö. 1067/1658)’nin Aldığı Derslere Göre:

Şerh-i Tehzib, şemsiyye, Fenari.[14]

8- Katip Çelebi’nin Verdiği Derslere Göre:

Fenari, Şerh-i Şemsiyye, Cami [15]
9- Şeyhülislam Feyzullah Efendi (ö. 1115/1703)’nin Aldığı Derslere Göre:

Şerhu Tehzibü’l-Mantık ve haşiyesi.[16]

10- Ziyaüddin Ebu Muhammed Abdullah b. Muhammed el-Ahıskavî (ö. 1218/1803)’nin Aldığı Derslere Göre:

Şerh-u Îsâgôcî li- H. Kâtî ve Fenari ve öbür ünlü haşiyeler; Şerhu’ş-Şemsiyye (K.Razi)[17]

Bu verilen bilgilerden sonra eserlerle ilgili bazı tasnifler yapabiliriz. Şöyleki:

A - Müstakil Eserler:

I-Îsâgôcî, yahut er-Risaletü’l-Esiriyye fi’l-Mantık
Yazarının tam adı Esirüddin el-Mufaddal b. Ömer es-Semerkandi el-Ebheri (1200-1265) olan Îsâgôcî adlı eser, mantığın bütün konularını kapsamakla birlikte son derece muhtasar bir eser olup medreselerde mantık alanında okutulan ilk kitap olması bakımından önemlidir. Îsâgôcî, mantıkçılar nezdinde en çok değer verilen, yine aynı derecede bir çok mühim şerh ve haşiyelere konu olan başlıca mantık kitaplarındandır. Batı dünyasında da ilgi duyulmuş, Latince başta olmak üzere bazı Batı dillerine tercüme edilmiştir. Yazarın mantık ve felsefe ile ilgili diğer meşhur eseri ise Hidayetü’l-Hikme’dir. Bu eser klasik İslam Felsefesi problemleri üzerinde bir çalışma olup mantık, tabiiyyat ve ilahiyyat şeklinde üç kısma ayrılmıştır. Eserin başta İstanbul olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde yazma nüshaları vardır. [18] Bu esere dair yazıda zikredilen şerhlerin dışındaki bazı önemli şerhlerin bazıları şunlardır:

1- Taftazani’nin, Şerh-i İsagoci’si (Süleymaniye/Ayasofya: 2536 vr. 128-190)

2- Cürcani’nin, Şerh-i İsagoci’si, (Mîr İsagoci, Mısır 1321, Müeyyed Matbaası)

3- Ensari’nin, el-Matla fi Şerh-i İsagoci (Mısır 1283, Bulak Seniyye Matbaası)

II- Şemsiyye, yahut er-Risaletü’ş-Şemsiyye fi Kavaidi’l-Mantıkiyye
XIII. yüz yılda Kazvini (1220/1276 veya 92) tarafından yazılan ve döneminde büyük şöhrete sahip olan Şemsiyye de muhtasar türde bir eserdir ve İsagoci gibi, XIX. Yüz yılın başlarına kadar medreselerde okutulmuştur. Doğuda hayli etkili olan bu eser, çok sayıda şerh ve şerhlerin şerhine konu olmuştur. Çeşitli şerhlerle birlikte bir çok baskısı vardır. Yazarın diğer meşhur bir eseri ise Kitabu Hikmetü’l-Ayn’dır. Tıpkı Hidaye gibi üç bölümden oluşur.[19]

Şemsiyye’nin burada yer almayan bazı şerhleri şunlardır:

1- Şerhu’ş-Şemsiyye, el-Hıllî (1250-1325) [Brockellmann, GAL, I, p. 466 (no.2)]

2- Şerh ala Risaletü’ş-Şemsiyye, Taftazani (ö.1389) (Süleymaniye/Yazma Bğş: 1797)

3- Şerh ala Risaletü’ş-Şemsiyye, Meybudi (ö.1480) (Süleymaniye/İ.İ.Hakkı: 1694)

III- Tehzîb, yahut Tehzîbü’l-Mantık ve’l-Kelam

Taftazani’nin 1386’da yazdığı bu eser çok büyük bir şöhrete sahiptir. Kitabın ilk kısmı mantık ve ikinci kısmı ise Kelamla ilgilidir. Çok sayıda şerhlere konu olmuş ve bir çok defa da basılmıştır. (Örnek olarak, Mısır 1912, Mat. Saade) Bu eserin diğer şerhlerinden birkaç örnek:

1- Kafiyeci, Şerh-u Tehzibü’l-Mantık. [20]

2- Hafid et-Taftazani, Şerh-u Tehzibü’l-Mantık.[21]

VI- (Metâli), yahut Metâliu’l-Envâr
Metaliu’l-Envar fi’l-Mantık. Urmevi (1198-1283)[22]’nin mantıkla ilgili meşhur eseridir. Bu eserde muhtasarat kategorisinde incelenir. Ancak daha önceki iki eserden içerik olarak daha kapsamlıdır. Gerek yazar ve gerekse eserle ilgili çalışmalar mevcut değildir. Yazar bu eseri üçlü tarzdaki eserler tarzında meydana getirmek istemiş, mantıkla ilgili kısmı yazdıktan sonra diğer kısımları zamana bırakmıştır. (Bu eserin yazma bir nüshası Süleymaniye/Mihri Şah Sultan, 332 no.da mevcuttur.)

V- Velediyye, yahut er-Risaletü’l-Velediyye fi’l-Mantık
Seyyid Şerif Cürcani (1340-1413)’nin mantıkla ilgili diğer bir eseridir. Ancak diğerleri gibi muhtasar sınıfından değildir. Bu eser aslında Farsça iken, yazarın oğlu Nureddin Cürcani (1370-1434) tarafından Arapça’ya çevrilmiştir.[23]

B- Şerhler:
1- Hüsam-ı Kâtî, yahut Kâle-Ekûlu (AI)[24]

2- Fenari, yahut el-Fevaidü’l-Fenariyye (AI)[25]

3- Kutbüddin-i Şirazi, (AII) [26]

4- Şerh-i Metali (Tahtani) (AIV)[27]

5- Celal (Devvani) (AIII)[28]

C- Haşiyeler:

1- Muhyiddin (Talişi), (B1)[29]

2- Kul Ahmed (İbn Hızır), (B2)[30]

3- Seyyid (Ş.Cürcani) (Küçük ya da Küçek) (B3)[31]

4- Kara Davud (B3) Küçük’e haşiye[32]

5- Sadüddin (Taftazani) (B3)[33]

6- Davud (Kara), (B3)[34]

7- Seyyid (Ş.Cürcani), (B4)[35]

8- Îmâd (Farisi) (B3)[36]

9- Mîr (Ebu’l-Feth), (B5)[37]

10- Mirza-cân , (AIII) ve (B7)[38]

Yukarıda sınıflandırışmış olarak verilen bir listenin benzerini Rescher’in eserinde de bulmak mümkündür. Rescher Metali ve Şemsiyye’nin şerhleri ve bunların haşiyelerini zikrettikten sonra mantık öğretimine dahil edilen temel metinlerden bahseder ki, onlar şöyledir:

1- Kitabu’l-Mucez - Huncî

2- Kitabu’l- Cümel – Huncî

3- Metaliu’l-envar – Urmevî

4- Şemsiyye- Kazvinî

5- Kitabu Hikmetü’l-Ayn – Kazvinî

6- Kitabu’l-İsagoci - Ebherî

7- Kitabu Hidayetü’l-Hikme - Ebherî

Yaklaşık olarak 14. Yüzyıldan sonra 3,4,5 ve 6. kitaplar bu alana hakim hale gelmiş ve genelde bunlar üzerine yapılmış Tahtani’nin (Cürcani’nin haşiyeleriyle birlikte), Cürcani’nin ve İbn Mübarekşah’ın[39] yapmış olduğu herkesçe bilinen şerhlerle bağlantılı olarak ders verilmiştir. Veyahut ta sırasıyla ya Kâtî’nin ya da Fenari’nin şerhleriyle birlikte okutulmuştur.[40] Burada verilen bilgiler ışığında yeni liste oluşur ki, o da bizim daha önce Müstakil Eserler başlığı altında zikrettiğimiz eserlere hemen hemen mutabıktır. Ancak burada genel Arap (İslam) mantığının gelişimi hakkında bilgi verilirken, bizim kullandığımız kaynak ve konuştuğumuz bölge bunların bir kısmıdır. Sık sık adı geçen Rescher’in mantık tarihi ile ilgili eserlerinin ikincisi olan The Development of Arabic Logic adlı eser ana başlıklarıyla mantık ilminin Arap (İslam) Dünyasındaki gelişimini şöyle özetler:

1- Tercüme Devri, (900’e kadar)

2- Mantığın İlk Çiçek Açışı (Gelişimi), (900-1000)

3- İbn Sina Dönemi, (1000-1100)

4- İbn Rüşd Dönemi, (1100-1200)

5- Medreselerin (Okulların) Çatışması, (1200-1300)

6- Uzlaştırma Dönemi, (1300-1400) ve Öğreticiler Dönemi (1400-1550)[41]

Bu tasnif içerisine Osmanlıları koymak istediğimiz zaman, ilk Osmanlı medresesinin 1331’de yaptırıldığı dikkate alınırsa, Uzlaştırma Döneminin ortalarına rastlamaktadır ki, bu dönemlerde daha yeni teşkilatlanma başlamaktaydı. Bu takdirde daha çok mantık öğreticilerinin dönemine katabiliriz. Bu tarihler ve daha sonraki dönemlerde bilindiği üzere bir çok alanda, bazı orijinal çalışmalar hariç, şerh, haşiye, şerhlerin şerhi ve haşiyelerin haşiyelerinin yapıldığı dönemlerdir. Bunun için kütüphanelerdeki eserler ve bunların yazar ve istinsah tarihine bakmak yeterlidir.

C - Eserlerin Muhtevaları

Eserlerin muhtevası incelenirken okutulan eserlerin hepsi değil de, müstakil eserlerin içerikleri incelenecektir ve bunlar İsagoci, Şemsiyye, Tehzib ve Metali’nin içerikleri olacaktır. İsagoci bu eserler içerisinde hacim olarak en küçüğüdür. Tehzib de hemen hemen aynı boyuttadır. Daha sonra Şemsiyye ve Metali gelir.

İsagoci’nin İçerik Açısından Ana Hatları:

1- Delalet: Mutabakat, Tazammun ve İltizam

2- Lafızlar (Kavramlar): Müfret ve Mürekkeb (basit be bileşik)

2.1- Müfret, küllî ve cüz’î

2.1.1- Küllî, zati ve arazi (beş tümel konusu)

a- Zati, cins, tür ve ayrım.

b- Arazi, hassa ve araz-ı amm (ilinti)

3- Tanım: Had ve resm.

3.1- had, tam ve eksik

3.2- resm, tam ve eksik

4- Önermeler: Yüklemli, şartlı ve unsurları

4.1- Yüklemli önermenin çeşitleri

4.1.1- Olumlu ve olumsuz önermeler

4.1.2- Mahsûre önermeler

4.2- Şartlı önermeler, bitişik ve ayrık şartlı

4.2.1-Bitişik şartlı, gerekli ve raslantılı

4.2.2- Ayrık şartlı, hakikiyye, maniatü’l-cemi ve maniatü’l-hulû

4.3- Tenakuz (Çelişik önermeler)

4.4- Döndürme

5- Kıyas: Kesin ve seçmeli

5.1- Kesin kıyas, beş bölümü

5.2- Seçmeli kıyas

5.3- Kıyasın şekilleri

6- Burhan, (yakiniyyatın bölümleri), cedel, hitabet, safsata ve şiir.

Şemsiyye ise ana hat olarak bir giriş, üç makale ve bir sonuçtan oluşur. Girişte mantığın mahiyeti ve ona duyulan ihtiyacın belirtilmesinden sonra mantığın konusuna değinilir. Birinci makalede tanımda dahil olmak üzere lafızlar ve ona müteallik konular incelenir. Bu bölüm Ebheri’nin eserinde 1,2 ve 3 nolu başlıkları içerir. İkinci makalede önermeler ve hükümleri ele alınır. Üçüncü makalede ise kıyas incelenir. Sonuçta ise, ilk olarak kıyasın maddeleri son olarak ta ilimlerim unsurları adlı bir konuya değinilir.

Makalelerin ilki olan Müfret kelimelerin incelenmesinde, artı olarak mütevati, müşekkek, müşterek, müradif (ya da müteradif) ve mübayin lafızlarını görürüz. Yine bu bölümde külli’nin dış dünyadaki durumu ve kavramlar arası ilişkiler anlatılır ve gerçek ve izafi türden bahsedilir.

İkinci makalede, önermenin muhassala ve ma’dule durumu ve özellikle modal önermelerden bahsedilir. Döndürme konusunda ayrıca ters döndürme de zikredilir.

Üçüncü makalede kıyasın ekleri başlığı altında bileşik, hulfi kıyaslara yer verilir ve ardından akıl yürütmenin diğer iki türü olan Tümevarım ve Analoji’den bahsedilir.

Tehzib’de isim durum ilk bölümleme olarak adsal bir farklılık gösterir. İlk bölüme direkt olarak Tasavvurat adını vermez ama, ikinci bölüme Tasdikat diye başlar. Birinci bölümde lafızlar ve çeşitli konuları ve tanım ele alınır. Bütününde daha kısa anlatımlar içermekle beraber Şemsiyye’ye benzer. Ancak burada kıyasın ekleri adı altında incelenen konulardan tümevarım ve analoji hariç diğerleri yer almaz.

Metali ise içerik açısından aynı konuları kapsamakla beraber konuların anlatımını daha geniş olarak ele alır. Eserin mantık kısmı kendi arasında iki bölüme ayrılır. Tasavvurların elde edilmesi ve Tasdiklerin elde edilmesi. Birinci bölümde iki alt bölüme ayrılır. İlkinde girişte mantık ve delalet konusuna değinilir. İkincisinde altı başlık altında külli ve cüz’i konusu incelenir ve tanım bahsi buraya dahil edilir.

Tasdikat veya bunların elde edilmesi başlığı altında ise üç konuya değinilir. Birincisi, önermelerin bölümleri ve unsurları. Bu başlık altında 11 alt başlık yer alır. Burada genel konuların dışında farklı olarak şu konulara değinir:

1- Yüklemin niceliği (Kazayay-ı münharife)

2- Modal önermelerin daha geniş anlatılması.

3- Şartlı önermelerle ilgii değişik değerlendirmeler.

İkinci bölümde kıyasa yer verilir. Burada farklın olarak Modal Kıyasları inceler. Üçüncü bölümde kesin şartlı kıyaslar incelenir. Seçmeli kıyasın ardından ekler bölümünde bileşik kıyaslardan ayrıca tümevarım ve temsilden söz edilir. Son olarak ta Burhan ve diğerleri yer alır.



D - DEĞERLENDİRME

1- Osmanlı Devletinin kuruluşu ve medreselerin teşekkülü mantık tarihi açısından mantıkla ilgili eserlerin artık eski şaşaalı dönemini yitirdiği bir döneme rastlar. Bu sebeple yüzyıllar boyunca birkaç tane orijinal çalışmanın dışında hep daha önceki eserler üzerinde yapılan çalışmalardan ibarettir. Osmanlı’ya gelmeden önce artık kendisini göstermeye başlamış olan bu devirde oluşan muhtasar ve eğitim amaçlı eserler Osmanlı medreselerinde de revaç görmüş ve bu tür eserler medrese talebelerinin vazgeçemediği temel kaynaklar haline gelmiştir. Ancak bu temel kaynaklar özet tarzında olduğu için, tekrar bunları açıklayan eserlere ihtiyaç duyulmuştur ki, bunlar da şerhler ve haşiyeler şeklinde kendisini göstermiştir.

2- Bu çalışmada da verildiği gibi, mantık eğitiminde öğrencilere okutulan kitaplar, müstakil eserlerden ziyade, daha çok şerh ve haşiye türündendir. Zaman geçtikçe haşiyelere haşiyeler yazılmış ve neredeyse asıl eserlere ulaşılamaz olmuştur. Örnek olarak, Taftazani’nin Tahtani’nin şerhi üzerine olan haşiyesi okutulurken, Cürcani’nin aynı esere olan haşiyesi onun yerine geçmiştir. Bir haşiye gitmiş bir haşiye gelmiştir. Şerh değil. Tabi ki, biz burada geçmişi tenkit etmek istemiyoruz. Burada şerh ve şerhçiliğe değinmek istiyoruz. Şerh faaliyetleri sadece bu alanda değil, diğer bir çok alanda da yaygın şekilde mevcuttur. Bu çalışmanın eserler listesinde A kısmında yer alan eserlere oldukça fazla sayıda şerhler yapılmıştır. Nitekim, İsagoci ile ilgili olarak İzgi’nin eserinde 30 haşiyesi ile birlikte okutulduğu zikredilir. Bir çoğu sadece mantıkçı olanlar tarafından yapılan bu şerhlerin yanında, ansiklopedist yazarların şerhleri de vardır. Birincisine Kâtî ve Tahtanî’yi, ikincisine de Taftazani ve Cürcani’yi örnek verebiliriz. “Şerh, şarkiyatçılarının büyük bir bölümünün söylediği gibi her hangi bir ibareyi inşâî sigalarla veya benzeşen lafızlarla (paraprhase) ifade etmeye çalışıp, doğrudan çok hata eden, güzel anlaşılmadan daha çok yanlış anlayan, ayrıştırmadan çok karıştıran ve açıklık kazandırmadan çok muğlaklaştıran bir ameliye değildir. Aksine şerh, tarihten bağımsız bir anlamın kazandırılması gayesiyle metnin yeniden canlandırılması ve özümsenmesidir. Şerh, aklî faraziyenin, felsefî maksadın, mantıkî ahengin ve mutlak hikmetin beyanını hedefler. Aynı zamanda şerh, nakıs için bir ikmal, cüz’ün küll’e bağlanması ve felsefî tasavvura dengenin kazandırılmasıdır... ”[42]

3- Mantığın diğer ilimlerle olan ilişkisi ve onlar arasındaki yeri açısından Osmanlı Medreselerindeki durum, onun genel kabulü olan ve diğer ilimler için bir hazırlık devresi ve diğer ilimlere giriş olan aynı anlayıştır veya bir bakıma bütün medrese eğitiminin hazırlık derslerindendir. Bu ilimdeki başarısı, onun daha yukarı safhalara geçişi için bir ölçüdür. Ayrıca mantık dersleri medreselerin hikmet-i tabiiyye adı altında okutulan felsefe dersleri için vazgeçilmez bir unsurdur. Bu derslerde okutulan eserler de yine mantık muhtevasından yoksun değildir, hatta ilk bölümleri mantık konularını içerir. Mantık ilmi medreselerde mezkur özelliklerini hep devam ettirmiştir.




KAYNAKÇA

BİNGÖL, Abdülkuddûs, T.D. V.İ.A. Ebheri Maddesi, c.X. İst. 1994

EBHERÎ, Esirüddin Mufaddal b.Ömer, Îsâgocî, İst. 1994.

İZGİ, Cevat, Osmanlı Medreselerinde İlim, Riyazi İlimler-ı, İst. 1997

KAZVÎNÎ, Necmeddin Ali b. Ömer el-Katibî, er-Risaltü’ş-Şemsiyye fi Kavaidi’l-Mantıkiyye, t.s.

RESCHER, Nicholas, The Development of Arabic Logic, Pittsburg 1964

_________, Tatavvuru’l-Mantıki’l-Arabi (Çev. Muhammed Mehran), Kahire 1985

TAFTAZANÎ, Sadettin Mesud b. Ömer, Tehzîbü’l-Mantık ve’l-Kelam, Mısır, 1320.H.

URMEVÎ, Siracüddin Ebu’s-Sena Mahmud b. Ebu Bekir, Metaliu’l-Envâr, Süleymaniye/ M.Şah Sul. /332

--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Mehran, Muhammed, Tatavvuru’l-Mantıki’l-Arabi, Kahire 1985, s.93-94

[2] - İzgi, Cevat, Osmanlı Medreselerinde İlim, c.I., İstanbul 1997 s. 51

[3] - İzgi, aynı yer.

[4] - Cahit BALTACI’NIN, Osmanlı Medreseleri ve H. ATAY’ın, Osmanlı’larda Yüksek Din Eğitimi bunlardan bazılarıdır.

[5] - Cevat İZGİ, Osmanlı Medreselerinde İlim II, İz Yayınları İstanbul 1997

[6] - İzgi, a.g.e., c.I., s. 163-83 Bu cedvellerden birinde Risalelerin adı verilmezken (11. Cedvel), Cevdet Paşa kimlerden ders okuduğunu söyleyerek eser adı zikretmez (13. Cedvel), 6. Cedvelde de Katip Çelebi’nin verdiği dersler içerisinde mantık yer almaz

[7] - Bunlardan bazıları, A.A. ADIVAR’ın Osmanlı Türklerinde İlim ve Necati ÖNER’in Klasik Mantık adlı eserleridir.

[8] - İzgi, O.M.İ. c. I, s. 164.

[9] - A.g.e., c. I, s. 167

[10] - A.g.e., c. I, s. 168

[11] - A.g.e, c. I., s. 169

[12] - A.g.e, c. I., s. 170

[13] - A.g.e, c. I., s. 171

[14] - A.g.e, c. I., s. 173

[15] - A.g.e, c. I., s. 174

[16] - A.g.e, c. I., s. 174

[17] - A.g.e, c. I., s. 176

[18] - Yazar hakkında çok az bilgiye sahip olunmakla birlikte, nisbesinde de geçtiği üzere Musul’da 1200 yılında doğmuş, ilk tahsilini burada yaptıktan sonra Horasan ve Bağdat’a giderek öğrenimini tamamlar. O dönemin önemli bilgilerinden olan Kemalleddin b. Yunus’un Talebesi ve İbn Hallikan’ın hocası oldu. Bir süre Musul sarayında himaye gördü, 625’te (1228) Erbil’e geçerek oraya yerleşti ve nihayet 1263 veya 1265’te vefat etti. Bkz. Rescher, N. The Development of Arabic Logic, Pittsburg 1964, s. 196.; Bingöl. A.K., T.D.V.İ.A., Ebheri Maddesi,; Kayacık, A. Ebheri’nin İsagoci’sinin İlk Şerhleri, Kayseri 1996 (Basılmamış Doktora tezi), s. 1

[19]- Rescher, N. The Development of Arabic Logic, s. 203. Asıl adı Necmeddin Ali b. Ömer el-Kazvini el-Katibi 1220 yılında İran’da doğdu. Nasreddin Tusi (1201-1274)’nin yakın ve parlak öğrencisi olarak ondan felsefe ve bilim öğrendi. Kendisini kısmen astronomiye vermekle beraber, daha çok mantığa yöneldi. Bu alandaki eserleri büyük şöhrete ulaşmıştır. Bkz. Brockellman, GAL, S I, s. 845; Rescher, a.g.e., s.203; Zirikli, A’lam, 4/315; Kehhale, Mu’cemü’l-Müellifin. 7/159.

[20] - Ebu Bekir Abdullah b. Süleyman el-Mahyivi el-Kafiyeci el-Bergamî (1388-1474) (Rescher, a.g.e., s.228)

[21]- Seyfüddin b. Yahya b. Muhammed b. Sadettin el-Hanefi et-Taftazani (1450-1510), Sadettin Taftazani’nin torunu. 1510 yılında siyasi bir sebebpten dolayı idam edilidi. (Rescher, a.g.e., s. 241)

[22] - Siracüddin Ebu’s-Sena Mahmud b. Ebu Bekir el-Urmevî. 1198 yılında İran’da doğdu. Musul’da felsefe öğrendi. Esas olarak mantıkçı olmakla beraber, tabiat, ilahiyat ve ahlak konusunda da eserler verdi. Geç yaşta 1283’te Konya’da vefat etti. Mantıkla ilgili diğer eserleri ise şunlardır:

1- Şerhu’l-İşarat, İbn Sina’nın İşarat’ına şerh.

2- Şerhu’l-Mucez, Hunci’nin Mucez adlı eserine şerh.

3- Beyanu’l-Hakk, Felsefi bir risale olup, bir kısmında mantığı ele alır. (Rescher, a.g.e., s. 195)



[23] - Rescher, a.g.e, s. 222, 227.

[24] - Hüsamüddin (Hüsameddin) Hasan el-Kâtî (1290-1359). Hüsam veya Hüsam-ı Kâtî diye de bilinen ve İsagoci’nin ilk şarihi olan yazar hakkında çok az bilgiye sahibiz. Eseri kadar kendisi şöhret bulmamıştır. Onunla ilgili olarak 1359’da vefat eden bir alim olduğu, mantığa katkısının ise bir mantık öğreticisi olmaktan fazla bir şey olmadığı şeklinde bilgiler çeşitli eserlerde yer alır. Bu eser isagoci’nin ilk şerhi olması sebebiyle öneme haizdir.(Bkz. Rescher, a.g.e., s. 215; Brockellman, GAL I, 464; Kehhale, a.g.e., III/272;

Diğer adı Kâle-Ekûlu olan şerhine böyle denmesinin sebebi, eserde kullanılan bir şerh tekniği sebebiyledir. Çeşitli yerlerde bir çok yazması bulunan bu eserin bir nüshası da Nuru Osmaniye-4982/6’da yer almaktadır.

[25]- Şemsüddin Muhammed b. Hamza el-Fenarî (1350-1431) tarafından telif edilen ve aynı zamanda kendisinin Osmanlı Devleti’nin ilk Şeyhülislamı olması sebebiyle çok büyük bir şöhrete sahip olan bu eser, muhtasar türünden olmamakla beraber medreselerde en az onlar kadar hatta daha fazla rağbet görmüştür. Bu eser aynı zamanda el-Fevâidü’l-Fenariyye olarak da bilinir. Fenari, Bursa veya Maveraünnehir’de olduğu konusunda ihtilaf edilen Fenar kasabasında doğmuş, ilk tahsilini Anadolu’da yapmıştır. Daha sonra tahsilini Mısırda tamamlayıp döndükten sonra 1424 yılında II. Murad onu Şeyhülislamlık görevine tayin etmiştir. Çok sayıda eser veren yazarın bu eserleri görevlerinin çokluğu sebebiyle müsvedde halinde kalmıştır. 15 Mart 1431’de vefat etmiş ve Bursa’da yaptırdığı caminin ön tarafına defnedilmiştir.(Bu konuya dair bkz. GAL, I/465, II/234; I2/609...; Rescher, a.g.e., s. 225-6 ve diğer İslami Kaynaklar.)

[26] - Kutbeddin Muhammed b. Muhammed er-Razi et-Tahtani (1290-1365). Yaklaşık 1290 yılında İran’da doğdu. 1362 yılında orada vefat etti. Kendisi felsefe öğreticisi idi ve eserlerinin geniş bir çevrede etkisi vardı. Daha sonraları (özellikle Hindistan’da) şerhlere konu olmuştu. Tahtani’nin mantıkla ilgili eserlerinden biri Şemsiyye şerhi ki, bu Tahrirü Kavaidi’l-Mantıkiyye fi Şerhi’ş-Şemsiyye olarak da bilinir. Adından da anlaşılacağı üzere Kazvini’nin Şemsiyyesi’nin şerhidir. Diğeri de bu çalışmada şerhlerin dördüncü sırasında yer alan eserdir. Bu da Metali şerhidir ve Levamiu’l-Esrar fi Şerh-i Metaliu’l-Envar olarak bilinir. Bu iki eser de çeşitli yerlerde basılmıştır.

[27] - 23. Dipnotta bu konuda bilgi verilmiştir.

[28] -Celaleddin Muhammed b. Esad ed-Devvânî es-Sıddiki (1427-1501) Ansiklobedist İran’lı bir yazardır. Hayatını asıl olarak fıkıh ve kelami konulara adamıştı. Eserlerinin büyük bir etkisi olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir şöhrete sahipti. Devvani mantıkla ilgili olarak sadece şerhlerin şarihidir. Böyle olmakla beraber bir öğretici olarak önemli bir rol oynamıştır ve Meybudi onun önemli talebelerindendir. Tehzib’e yazdığı şerhin dışında mantıkla ilgili eserleri ise şunlardır:

1- el-Mülahazat ve’l-Mugalatat.

2- Şerhu şerhi’ş-Şemsiyye, Cürcani’nin Küçek adlı eserine şerh.

3- Şerhu şerhi’l- Metali’l-Envar, Cürcani’nin Metali şerhine şerh. (Bkz. Rescher, a.g.e., s. 236)

[29]- Muhyiddin Muhammed b. Musa at-Talişi (1440-1500). Muhtemelen 1480 civarında kendisini göstermiştir. Hakkında az şey bilinir. Kâtî’nin İsagoci şerhine haşiyesi vardır ve bu eser çok yaygın olarak bilinir. (Rescher, a.g.e., s. 239)

[30] - Ahmed b. Muhammed b.Hızır (1500-1560), 1540 civarında kendisini gösteren bir araştırmacı idi. Eseri Kul Ahmed olarak şöhret bulmuştur. Kavl-i Ahmed olarak da geçer. Fenari’nin Ebheri’nin isagoci’sine yazdığı şerhe haşiyedir ve çok meşhurdur ve yaklaşık 1543’te yazılmıştır. Bu eser genelde Fenari’nin şerhinin devamında yer alır. (Rescher, s.253)

[31] -Ali b. Muhammed el-Cürcani (Seyyid Şerif) (1340-1413) tarafından kaleme alınan bu eser Haşiye ala Şerhi’ş-Şemsiyye olarak geçer. “Küçek” (Küçük) adıyla da bilinen bu eser, Kazvini’nin Şemsiyesi’ne Tahtani’nin yazmış olduğu şerhe haşiyedir. Çok meşhur olan bu eserin oldukça fazla baskıları vardır. (Rescher, s.222-23) Ayrıca kütüphanelerde çok sayıda nüshaları vardır.

[32] -Kara Davud el-Kocevi (veya el-İzmiti) (1475-1541). Mantıkta etkisi olan bir öğretici idi. 1515 yılında parlamış ve 1541’de vefat etmiştir. Eseri ise yukarıda geçtiği üzere Küçek üzerine yapılmış haşiyedir. (Rescher, s. 248)

[33] - Sadettin Mesud b. Ömer et-Taftazani (1322-1390)’nin, Tahtani’nin şerhine haşiyesidir. Bu haşiye ilk başta çok popüler idi, daha sonra Cürcani’nin haşiyesi onun yerini almıştır. (Rescher, s. 218)

[34] - Davud ile Kara Davud aynı kişidir ve aynı eserdir.

[35] - Cürcani’nin Tahtani’nin Urmevi’nin Metali adlı eserine yazdığı şerh üzerine haşiyesidir.

[36] - Îmadüddin b. Muhammed b. Yahya b. Ali el-Farisî (1440-1494) 15. Yüzyılın ortalarında parlayan İranlı bir alimdir. Kısaca İmad, yahut Farisi de denilir. Eserinin adı “Kara Haşiye” adını taşır. Bu eser de yine, Cürcani’nin Küçek adlı eserine yazılan bir eserdir.(Rescher, s. 237)

[37] - Mîr Ebu’l-Feth Muhammed b.Mahdum es-Saidi el-Huseyni (1475-1543). 1543 yılında vefat eden İran’lı bir alimdir. Kendisini felsefe ve kelama vermiştir. Eseri yukarıda da geçtiği üzere Devvani’nin Tehzib şerhi üzerine haşiyedir. Ayrıca Küçek üzerine bir haşiyesi de vardır. (Rescher, s. 248-49)

[38] - Habibullah Mirzacan es-Seyyid eş-Şirazi el-Bagındi el-Muhakik (1470-1530) Devvani’nin öğrencisi idi. (Brockellman onun vefat tarihinin 1586 olduğunu söyler. Ancak Devvani’nin 1501 yılında vefat ettiği bilindiğinden dolayı, onun öğrencisinin bu kadar geç bir tarihte yaşaması neredeyse zordur.) Mantıkla ilgili eserleri Taftazani’nin Tehzib’ine haşiye ve Cürcani’nin Tahtani’nin Metali şerhine yazmış olduğu haşiyesine haşiyedir. (Rescher, s. 245-46)

[39] - Şemseddin Mirek Muhammed Ali b. Mübaraekşah el-Buhari (1340-1400) Hikmetü’l-Ayn ve Hidayetü’l-Hikme’ye şerhleri var.

[40] - Rescher, The Development of Arabic Logic, s. 74-75.

[41] - Rescher, a.g.e, Bu başlıklar eserin bölümlerini oluşturur.

[42]- Hanefi, Hasan, İslami Araştırmalar, (Çev. İbrahim Aydın, Ali Durusoy), İst. 1994, s. 19-20


---------------
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı'da Akli İlimlerin İhmali Meselesi
Akli İlimlerin İhmali Meselesi Üzerine Bazı Mülahazalar

Yaşar SARIKAYA*

Medreselerle ilgili tartışmalar, bu kurumlar üzerine yapılan değerlendirme ve tenkitler içersinde en çok göze çarpan hususlardan birisi, aklı ilimler olarak tanımlanan derslerin bu okullarda özellikle 16. yüzyılın sonlarından itibaren ihmal edildikleri, hatta programdan çıkarıldıkları ve bu durumun, medreselerin inkırazına sebep olduğu şeklindeki görüşlerdir .Biz bu makalemizde medreseleri, işte bu açıdan, okutulan dersler bakımından ele alacak, özellikle de aklı ilimler olarak nitelendirilen derslerinx klişeleşmiş ifadeylex medreselerde ihmali meselesini inceleyeceğiz. Hangi ilim dalları ulum-i akliye kategorisine girer? Bu ilimler , medreselerde okutulmuşlar mıdır? Yoksa ihmal mi edilmişlerdir? Medreselerin gerilemesiyle, aklı ilimlerin bir alakası var mıdır? Bu soruların cevaplarını bulmaya çalışacağız.

Ulum-i Akliye

Osmanlı medreselerinde okutulan dersler , ait oldukları ilmi disipline göre çeşitli isimler altında tasnif edilmişlerdir. İlimlerin tasnifinde en yaygın kullanılan tanımlama, ulum-i nakliye ve ulum-i akliye ifadeleridir. Ulum-i nakliye, '.şeriatı vaz' edenden nakil ve rivayet edilen haberlere'' dayanan ilimler olarak tarif edilmektedir ki bunlar, Esas olarak Kur'an ve Hadis ilimleri dediğimiz, Tefsir, Kıraat, Hadis, Fıkıh ve Kelamdır. Nakli ilimler için ''ulum-i diniye'' veya, ''ulum-i şer 'iye'' tabirleri de sıklıkla kullanılagelmiştir.

İslam alimlerinin ilimlerin ta'rif ve tasnifinde kullandıkları ikinci terim '' Ulum-i akliye'' dir ki bunlar , dini ilimlerin dışında kalan ve antik devire ait oldukları için ulum el-avail ve ulum el-kudama adıyla da anılan bilim dallarıdır. Daha ziyade insan aklına dayanan, akıl ve fikir yürütme yoluyla elde edilen ve öğrenilen aklı ilimler, felsefe'nin yanında riyazı ve tabii ilimleri de kapsar.

Gazali ve daha sonra İbn Haldun gibi İslam alimlerinin ilimler hakkında kullandıkları bu terminoloji, günümüz modern tarih, eğitim ve bilim tarihi araştırmacıları tarafından da genel kabul görmüştür. Nitekim, Emin Beğ ''Tarihçe-i Tarik-i Tedris'' adlı makalesinde, okutulan dersleri, ulum-i şer'iye ve ulum-i akliye olarak iki ana grupta incelemektedir, Emin Beğ'in ulum-i akliye kategorisine aldığı dersler tab'iyyat, riyaziyat ve tababettir.1 Emin Beğ'in aklı ilimler içinde gösterdiği dersler, Uzunçarşılı'nın tasnifinde ulum-i aliye kategorisinde inceleniyor. Uzunçarşılı, bu kategoriyi daha geniş tutuyor ve buna, Emin Beğ'den farklı olarak kelam, mantık, belagat gibi dersleri de ekliyor. Uzunçarşılı'nın kullandığı ulum-i aliye tabiri ve buna dahil ettiği dersler, aynen Ş.Tekindağ'da da karşımıza çıkıyor, Mustafa Bilge, ''İlk Osmanlı Medreseleri''nde okutulan dersler için ulum-i nakliye ve ulum-i akliye tasnifi yapıyor. M. Bilge'nin aklı ilimler sınıfına aldığı dersler kelam, mantık, belagat ve hey'ettir. Akyüz ise, felsefe, matematik ve hey'et derslerini ''ulum-i akliye'' olarak değerlendiriyor.

Şu halde, Osmanlı medreseleri ve ders programları hakkında makale veya kitap şeklinde çalışması olan yazar ve araştırmacılar, Hikmet, Mantık, Hey'et, Hesap ve Hendese gibi direkt nassa dayanmayan disiplinleri, akli ilimler olarak değerlendirmektedirler, Ulum-i akliyeden yukarda zikredilen ilim dalları anlaşıldığına göre şimdi şu soruları sorabiliriz, Bu derslerin, Osmanlı medrese sistemindeki yeri nedir'? Bunlar , medrese ders programlarında yer almışlar mıdır?

Akli İlimlerin İhmal Edilmeleri Meselesi

Bu soruların yanıtlarına geçmeden önce genel geçer hükmü burada hatırlatmakta yarar olduğu kanısındayım. -Bir kısmı yukarda zikredilenx pek çok araştırmacıya göre akli ilimler kategorisinde gösterilen ilmi disiplinler, 16. y.yılın başlarına kadar nakli ilimlerle büyük bir ahenk içersinde okutulurken, nasıl olduysa daha sonra bu ahenk akli ilimler aleyhine bozulmuş ve bunlar , giderek tedrisat progr******* bile tamamen çıkarılmışlar ve nihayet bu durum, ilmi sahada büyük bir duraklama ve gerilemeye zemin hazırlamış ve hatta medreselerin bozulmasının başlıca nedeni olmuştur.

Nitekim Emin Beğ, Fatih'in kurduğu ve kendi ismiyle anılan medreselerde, Haşiye-i tecrid ve Şerh-i mevakıf' gibi aklı derslerin okutulmasının tensib edildiğini, ancak Kanuni'den sonra bu dersler ''bunlar felsefiyattır'' denerek kaldırılıp, yerlerine Hidaye ve Ekmel gibi dini-fıkhı derslerin konduğunu, bu durumun medrese tedrisatının inkırazına sebep olduğunu ifade etmektedir. Uzunçarşılı ise, İlmiye Teşkilatı'nda şunları yazmaktadır. ''Medreselerin bozulmasında tefekkürü faaliyete getirecek olan matematik, kelam ve felsefe (hikemiyat) gibi akli ilimlerin terk edilerek bunların yerine tamamen nakli İlimlerin kaim olması birinci derecede amil olmuştur''. Aynı görüşler Ş. Tekindağ tarafından da dile getirilmektedir ''. ..Medreselerin bozulmasında Matematik, Kelam ve Hikmet (felsefe) gibi aklı ilimlerin terk edilerek bunların yerlerine tamamen nakli ilimlerin konması birinci derecede rol oynadığı anlaşılmaktadır...''.

Aklı ilimler hakkında ileri sürülen bu tür ifadeler, H. Atay tarafından da dile getirilmektedir. Atay, medreselerin gerileyiş sebeplerini açıklarken ''Medreselerin gerilemesinde rol oynayan başlıca sebeplerden biri de tecrübi ve akli ilimlere karşı çıkılmasıdır'' görüşünü savunmuştur .Parmaksızoğlu da Matematik, Hendese, Astronomi ve Felsefe'nin 16. asrın sonlarına doğru kaldırıldığı görüşünü paylaşmaktadır .Konuyla ilgili benzer görüşler , Pakalın , Akyüz ve Akgündüz tarafından da tekrar edilmektedir.

Görüldüğü gibi, değerli araştırmacılarımız, birbirine benzer ifadelerle, medreselerde aklı ilimlerin l6. y.yıldan sonra yavaş yavaş terk edildikleri; bu durumun ilmin inkırazına ve medreselerin gerilemesine neden olduğu konusunda adeta hemfikirdirler. Peki neye dayanarak böylesine büyük iddialar ileri sürülmektedir?

Medreselerin gerilemesini akli ilimlerin terk edilmesine bağlayan görüşler , şüphesiz, Katip Çelebi (öl. 1656)'nin iki değişik eserinde yer verdiği eleştiri ve rivayetleri referans olarak almaktadırlar. K.Çelebi, Keşfü'z-zünan adlı eserinde şunları söyler:

''Derim ki, Felsefe ve Hikmet Rum'da (Anadolu) fetihten sonra, Osmanlı Devleti (tarihinin) ortalarına kadar revaç buldu. (Bu devirde) bir kimse, aklı ve nakli ilimleri tahsili ve ihatası ölçüsünde şeref ve i'tibara sahip olurdu. ...Gerileme devri ile birlikte ilimler de duraklama devrine girdi. Bu sırada Şeyhü'l-İslamlardan biri hikmetin okutulmasını menetti... Pek azı dışında felsefi ilimler söndü.''

Katip Çelebi, benzer eleştirilerini Mizanü'l-fiak'da da dile getirmektedir. Burada, Kanuni devrine kadar hikmet ile şeriat ilimlerini uzlaştıran alimler vardı, der ve şöyle devam eder:

''... Ebu'l-Feth Sultan Muhammed Han, Medaris-i Semaniye'yi yaptırıp, kanuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış ve Haşiye-i tecrid ve Şerh-i mevakif derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler, bu dersler felsefiyattır diye kaldırıp (bunların yerlerine) Hidaye ve Ekmel derslerini okutmayı akla uygun gördüler .

Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyat kaldı, ne Hidaye kaldı ne de Ekmel...''

K.Çelebi'nin bu rivayetlerinin çelişkilerle dolu olduğu ve elde ettiği bilgileri birbirine karıştırdığı, son yapılan çalışmalarda ortaya konmuştur. Pek çok araştırına ve çalışmaya kaynaklık teşkil ettiğinden ve büyük sonuçların çıkarılmasına neden olduğundan dolayı, bu çelişkiler ve yanlışlıkların özellikle konumuzu ilgilendiren tarafına kısaca değinilmesinde fayda vardır. Önce, ilk rivayette sözü edilen Felsefe ve Hikmetin fetihten Osmanlı'nın ortalarına kadar revaç bulması meselesine değinelim.
Eğer söz konusu olan antik yunan bilimleri ve felsefesi ise, bunun İslam dünyasında revaç bulmasının, IX.-X. asırlara tekabül ettiği, bilinen bir gerçektir. Özellikle XI. asırdan sonra sünni İslam anlayışının egemen olmasıyla birlikte ve sünni kelamcıların etkileriyle saf (antik /Yunan) felsefe öğretimi, İslam eğitim-öğretim kurumlarına giremediği gibi, bununla özel iştigal için bile, büyük cesaret gerekmekteydi. Mesela, Osmanlı medreselerine numune teşkil eden Selçuklu medreselerinde Felsefe öğretimine yer verilmedi.
Her ne kadar ilk dönem Osmanlı medreselerinin ders programlarıyla ilgili herhangi bir kaynak mevcut değilse de, buralarda, Uzunçarşılı'nın da ifade ettiği gibi, daha önceki devirlerdeki medrese programlarının uygulandığı muhakkaktır. Öyleyse Katip Çelebi'nin yukarıdaki ifadelerinin, Felsefe dersinin herhangi bir dönem medreselerde okutulup daha sonra kaldırıldığı anlamına gelmesi mümkün değildir Bu rivayet, -dikkatlice okunduğunda görüleceği gibix esasında medreselerle de ilgili değildir .Zaten 0, yukarıdaki ifadelerinde, Felsefenin medresede okutulduğunu iddia etmiyor; buna mukabil, hem akli hem de nakli bilimleri tahsil eden ve bu ikisini kendinde meczeden bazı alimlerden söz ediyor. İsmini verdiği alimler, felsefe sahasında değil, akli ilimlerin diğer kollarını teşkil eden Matematik ve Astronomi sahasında isim yapmışlardır. Dolayısıyla Keşf'z-zünan'daki ifadelerden, Çelebi'nin bugün bizim anladığımız manada Felsefe'yi kastettiği de şüphelidir. Eğer burada söz konusu olan Felsefe dışındaki Matematik ve Astronomi gibi diğer akli ilimler ise, -ki isimlerini zikrettiği Osmanlı alimleri bu sahalardaki çalışmalarıyla meşhur olmuşlardırx bu durumda, 14. asırdan itibaren hakikaten bir revaç bulmadan sözedilebilir.
Fakat, bu sahalarla ilgili çalışmaların 16. asırdan sonra İnkıta'a uğradığını ve akli ilimleri bilen alimlerin artık yetişmediğini söylemek de kolay değildir. Zira, sonraki devirlerde akli ilimlerdeki çalışmalarla isim yapmış Davud el-Antaki (öl. l008/1599), Recep b. Hüseyin elfeleki (öl. 1087/1614), Ebubekir b. Behram ed-Dimeşki (öl. 1102/1692), Yanyah Es'ad Efendi (öl. 1143/1730), Hasan el-Ceberti (öl. 1188/1774) ve Gelenbevi ismail Efendi (öl. 1205/1791) gibi pek çok Osmanlı alimi vardır. Dolayısıyla bu tür rivayetleri, bir aydının, bilime verilen ehemmiyetle ilgili genel değerlendirmeleri olarak görmek gerekmektedir .Kaldı ki bu tür ifadeler , her çağda, o çağın entellektüellerince ileri sürülmesi doğal olan ve hatta beklenen birer yakınmadır.

K.Çelebi, ''bu sırada şeyhü'l-İslamlar'dan biri hikmetin okutulmasını menetti'' diyor ama bu kişinin kim olduğunu belirtmiyor. Atay'ın da işaret ettiği gibi, Osmanlı medreselerinde hikmet veya aklı ilimlerin tahsilini ve tedrisini men eden bir şeyhü'l-İslam fetvası veya bir ferman henüz bulunabilmiş değildir. Dolayısıyla bu rivayeti de ihtiyatla ele almak gerekmektedir.

Mizanü'l-hak'taki rivayete gelince: K.Çelebi, burada ''Ebu'l-Feth Sultan Muhammed Han, medaris-i semaniyeyi yaptırıp, kanuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış ve Haş'iye-i tecrid ve Şerh-i mevakii derslerinin okutulmasını bildirmişti'' der. Oysa bugün elimizde mevcut Fatih külliyesine ait on vakfiye içersinde -ki bunlardan en meşhuru III. Murad döneminde kaleme alman ve 1938'de ''Fatih Mehmet II Vakfiyeleri'' adıyla K. Edip Kürkçüoğlu tarafından incelenip Vakıflar Umum Müdürlüğü'nce basılan Türkçe vakfiyedirx hiç birisinde Çelebi'nin ifadelerini doğrulayacak bilgiler bulunmamaktadır. Bu vakfiyelerde külliye ile ilgili genel hususlardan bahsedilmekte; ders türleri ve kitap isimleri zikredilmemektedir .Yalnız,müderrisler için, akli ve nakli ilimlerde şöhret bulmuş ehliyetli kişiler olmaları istenmektedir.

O halde K. Çelebi'nin ifade ettiği bilgiler, en azından şu an elde bulunan kaynaklara göre doğru değildir ve çelişkilerle doludur. Çelişkilerle doludur; zira, Fatih'in vakfiyesinde okunmasını istediği ifade edilen eserlerden ilki olan Haşiye-i tecrid'in, aynı isimle anılan en alt düzeyli medreselerde (yirmili veya yirmibeşli) okutulduğu, şerh-i mevakıfın da bizzat kendisinin Cihannüma'sında belirttiği gibi Kırklı medreselere ait bir kitap olduğu bilinen bir husustur. Buna göre her iki eserin de en yüksek medrese kabul edilen Medaris-i Semaniye'de okutulması, ihtimal dahilinde gözükmemektedir.

Yukarda kısaca ele alman rivayetler, aklı ilimlerin medreselerde ihmal ve terk edildiklerini göstermekten çok uzaktır. Kaldı ki, Çelebi'nin kaldırıldığını iddia ettiği kitaplar, kelam ilmine aittir. Pek çok yazarın dini ilimler kategorisinde gösterdiği Kelam'ın ve buna ait kitapların program dışı kalması -ki bu medrese tarihinde hiç vaki olmamıştırx nasıl oluyor da aklı ve felsefi ilimlerin ihmali anlamına geliyor? Bu ifadeleri birer tarihi gerçekmiş gibi kabullenip, bunlardan büyük sonuçlar çıkaran ve bir kısmı yukarda ismen zikredilen araştırmacıların görüşleri, böylece sağlam dayanaktan yoksun bulunmaktadır. Zira biraz sonra etraflıca ele alacağımız çok sayıda belge ve kaynak, program dışı bırakıldığı iddia edilen derslerin, sonraki yüzyıllarda medreselerde hala okutulduklarını açık bir şekilde göstermektedir. Kanaatimce yapılan yanlış değerlendirmelerin temelinde medrese kurumunun ne olduğuyla ilgili soru yatmaktadır. Medrese değimiz kurum nedir? Ne için kurulmuştur? Bu kurumda verilen eğitim ve öğretimin maksadı nedir? Bu sorulara verilecek doğru cevaplar , mezkur kurumlar hakkında daha sağlam konuşmaya imkan sağlayacaktır.

Her şeyden önce medreseler, esas itibariyle fıkıh başta olmak üzere İslam ilimlerinin tedris ve tahsil edildikleri müesseselerdir .Başka bir ifadeyle medreseler , Nizamü'l-mülk'le beraber kurumlaşmasından itibaren, gerek Selçuklular devrinde ve gerekse Osmanlı'larda, ilk planda devletin müderris, kadı ve müftü ihtiyacını karşılamaya matuf faaliyet gösteren kurumlar olarak dikkat çekmektedirler. Bu bakımdan medreseleri, G .Makdisi'nin de ifade ettiği gibi esas itibariyle, kurucunun mensup olduğu mezhebe göre fikıh öğretimi yapılan bir eğitim-öğretim kurumu, bir okul (College of law) olarak tarif etmek abartılı olmayacaktır. Bu özellik Osmanlı medreseleri için de geçerlidir.

Bazı yerlerde hadis, kıraat ve tıp gibi ilimlerin öğretimi için kurulan özel medreseleri bir tarafa bırakırsak, medreseler genellikle, devletin ihtiyaç duyduğu müderris, müftü ve kadıların yetiştirilmesine hizmet etmişlerdir. Hem müftülerin hem de kadıların vazifeleri icabı İslam hukukunu iyi bilmeleri gerekmekteydi .Bunun için medreseler , başta fıkıh olmak üzere hadis, tefsir, akaid ve ahlak gibi ulum-i nakliye olarak nitelendirilen dini-hukuki derslerin tedris ve ta'lim edildikleri kurumlar olarak faaliyet göstermişlerdir. Bir araştırma enstitüsü ya da bir akademi olmaktan çok, devlet kurumlarına eleman yetiştiren birer eğitim kurumu olarak çalışmışlardır. Bundan dolayı, medreselerde bilimsel çalışmalar , ilmi etüdler ve araştırmalar istisnaidir. Esas olan, var olan bilgileri muhafaza etmek ve bunu yeni nesillere xgerekirse küçük ilavelerle (şerh ve haşiye şeklinde) aktarmaktır.

Peki, akli ilimlere, medrese ders programları arasında hiç yer verilmedi mi?

Ulum-i akliye kategorisinde yer alan derslerin 16 .yüzyıla kadar okutulduğunda bir şüphe olmadığına göre ve sorun bu derslerin mezkur asırdan sonra ihmal edildiği iddiası olduğuna göre biz, söz konusu derslerin sonraki asırlardaki durumunu inceleyeceğiz. Hemen belirtelim: Akli ilimler olarak bilinen dersler , medrese tedrisatının esasını teşkil etmezler, ancak bu, mezkur derslerin hiç okutulmadığı anlamına da gelmez. Akli ilimler , medreselerde, asıl ilimlere hazırlayıcı veya yardımcı ilimler olarak tahsil ve tedris edilmişlerdir. Bu durum, medresenin kurumsallaşmasından beri hem Selçuklularda, hem de Osmanlı döneminde geçerli olmuştur. Bu görüşümüzü destekleyen pek çok malzeme bulunmaktadır. Bu belgelerden biri medrese mezunlarına ait otobiyografilerdir.

Nitekim Taşköprülü-zade (öl, 968/1561), eş-Şaka'ik en-nu'maniye'de, Şeyhü'lxislam Feyzullah Efendi (öl. 1115703) kendi hal tercümesinde, Abdullah b. Muhammed el-Ahıskavi (öl. 1218/1803) Revamizu'z-a'yan adlı eserinde okudukları ve okuttukları dersler hakkında bilgiler vermişlerdir.

Taşköprülüzade, eş'-Şaka'ik en-Nu'maniye fi Ulemai'd-Devleti'lx Osmaniye adlı eserinin sonunda, kendi haltercümesini verir. Burada tahsil ve müderrislik hayatı boyunca okuduğu ve okuttuğu derslerden bahseder. Buna göre O, nakli ilimlerin yanında akli ilimlere ait Mantık'tan İs'agoci'yi Hüsameddin el-Kati'nin şerhiyle birlikte, Şerhu's-şemşiye'yi Şerif el-Cürcani'nin buna yazdığı haşiyesiyle birlikte okumuş ve Şerif el-Cürcani'nin Şerhu'l-matali' inin bazı bölümlerini de tahkik ve itkan etmiştir .

Taşköprülüzade, Hikmet'ten Şerh-i Hidayeti'l-hikme'yi Hocazade'nin buna yazdığı haşiyeleriyle birlikte okumuştur. Hey'et'le ilgili olarak Kadızade-i Rumi'nin Şerh-i muzahhas fi'l-hey'e'sini , Mirim Çelebi'nin Risale fi semti'l-kıble'sini ve Ali Kuşçi'nin el-Fethiyye fi'l-hey'e'sini okumuştur.

Hendese'den, Kadızade-i Rumi'nin Şerh-i eş'kali't-te'sis'ini ve hisab'tan Şerhi't-tecnis fi’l-hisab'ı okumuştur. Bu durum bize, sözü edilen derslerin, Semaniye Medreseleri'nin kuruluşundan bir asır sonra, XVI. yüzyılın ortalarında hala medreselerde okutulmaya devam edildiklerini gösterir.

XVII. yüzyılın ikinci döneminde okuduğu anlaşılan Şeyhü'lislam Feyzullah Efendi kendi haltercümesi'nde akli ilimlerden şu kitapları okuduğunu zikretmektedir, Mantık dersinde, Şerh-i tehilbu'l-mantık ve haşiyesini; Hikmet'ten Şerh-i hidayeti'l-hikme ve Şerh-i hikmeti'lx 'ayn ; Hey'et'ten Şerh-i muzahhas fi'l xhey'e ve haşiyesi; Hisab'tan Hulasatu'l-hisab ; Hendese'den Eşkali't-te'sis'i okumuştur ki bu, şikayet konusu olan derslerin XVII. yüzyılın ikinci yarısında da medrese okutulmaya devam edildiklerini gösterir, Daha da ilginci, Feyzullah Efendinin, Çelebi'nin kaldırıldığını iddia ettiği Kelam'a ait Şerh-i tecrid ve Haşiye-xi tecrid'i de okuduğu dersler arasında zikretmesidir.

Akli ilimlerin 18. asırda da okutulmaya devam edildiklerini, Abdullah b, Muhammed el-Ahıskavi (öl. 1218/1803)'nin ''Revamizu'l-ayan'' adlı eserde verdiği bilgilerden de anlıyoruz. Kur'an'ı babasından öğrenen el-Ahıskavi, daha sonra Kars'a gelerek burada Arap dili ve edebiyatıyla diğer klasik dini-nakli ilimleri tahsile başlamış, bu esnada akli ilimlerden şerh-i isagoci'yi; el-Fenari fi'l xmantık'ı tanınmış şerhleriyle; Kadımir'in haşiyesi Lari'yle birlikte; Şerh-i hikmeti'lx'ayn'ı diğer şerhlerle birlikte okumuştur, Daha sonra Amid'e gelen Ahıskavi, burada Hulasatü'l-hisab'ı okumuş ve riyaziye, hendese, ilm-i mikat, usturlab'la ilgili bilgileri öğrenmiştir, Kendisi, Şerh-i şemşiyye ve Eş'kalü't-te'sis ile şerh-i çağmini fi'l-hey'e'yi de okuduğu dersler arasında zikretmektedir.

Medrese mensuplarına ait hal tercümelerinden başka bir takım eserler daha vardır ki, bunlar bize bir taraftan dönemin genel geçer ilim anlayışını yansıttıkları gibi, diğer taraftan tedavülde bulunan dersler hakkında da ışık tutmaktadırlar.

Bunlar arasında İshak b. Hasan etx Tokadi (öl 1689)'nin Nazmu'l-ulum'u , Saçaklıxzade (öl. 1732)'nin Tertibu'l-ulum'u ve Erzurumlu İbrahim Hakkı (öl, 1780)'nın Tertibu'l-ulum'u oldukça dikkat çekicidir. 17. asır sonları ile 18. asra ait bu eserlerin ortak yönü, bir talebenin kemal sahibi olabilmesi için tahsil etmesi önerilen ilim dalları arasında ulum-i akliye kategorisinde yer alan derslere de yer vermeleridir. Bu eserlere bakıldığında, akli ilimlerin mezkur asırlarda tedavülde oldukları ve ulema ve medreseliler tarafından okunup işlendikleri anlaşılmaktadır.

Medreselerde okutulan dersler ve kitaplarla ilgili bilgilerimize ışık tutacak kaynaklar arasında batılı yazarların, araştırma ve gözlemlerine dayanan eserler de vardır. Bunlardan birisi, 1679/80'de İstanbul'da bulunan İtalyan Comte de Marsigli'nin gözlemlerine yer verdiği eserdir, Osmanlıların en önemli meşguliyetlerinden birisinin ilim tahsili olduğuna dikkat çeken yazar, okullarda dini ilimleri öğrenenlerden ilerlemek ve yükselmek isteyenlerin mantık, antik çağ bilimleri ve bilhassa tıp sahalarına büyük ilgi gösterdiklerini, geometri, astronomi, coğrafya ve ahlak dersleri üzerinde İlgiyle durduklarını belirtiyor, Yine, 17 y. yılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti'ne gelen İngiliz seyyah Wheler, İmparatorluğun bütün büyük şehirlerinde geometri ve diğer ilimlerde ders veren müderrisler'in varlığından söz etmektedir. 1741 yılında Fransa'nın İstanbul elçiliğince hazırlattırılan Kevakib-i Seb'a (Yedi Yıldız) adlı eser de bize, konumuz açısından çok çarpıcı bilgiler sunmaktadır. Bir medrese öğrencisinin, sırasıyla aldığı dersleri ayrıntılarıyla veren eser, talebenin nahivden sonra Mantık ilmine başladığını, bu dersle ilgili olarak sırasıyla önce İs'agoci risalesini, daha sonra bunun şerhi Hüsam-ı Kati ve haşiyesi Muhyiddin risalesi'ni, sonra Fenari ve haşiyesini, sonra Şemsiyye kitabını, sonra Tehzib'i ta'lik ve şerhleriyle, sonra Şemsiyye'nin şerhi Kutbuddin-i Şirazi, haşiyesi Seyyid ve Kara Davud ile okuduğunu ve Mantık tahsilini, Şerh-i matali' ile tamamladığını belirtir.

Esere göre, daha sonra, Nazari Hikmet ilmine başlanır. Bu derse Hidayetü'l-hikme'yi okuyarak başlayan talebe, daha sonra bunun şerhi Kadımir ve haşiyesi Lari'yi de geçerek, bu ilmi Hikmetülx 'ayn kitabıyla tamamlar .

Bundan sonra Kelam ilmine geçilir. Esere göre bu derste, Ömer Nesefi risalesi, Şerh-i aka'id ve haşiyesi Hayali, İsbat-ı Vacip, Aka'id-i celal gibi kelam kitaplarıyla temel bilgileri elde edenler, daha sonra Mevakif veya Şerh-i mevakıf'a geçerler ve bu ilmin tahsilini Şerh-i makasıd ile tamamlarlar.

Eserde, Hikmet, Hey'et, Hendese ve Hisabla ilgili olarak da şunlar belirtilmektedir :

''Şerh-i Mevakıf ve Makasıd her ne kadar kelam ilmiyse de alet ilimlerinin cümlesini, hikmet, hey'et, hendese ve hisabı zikreder. Hendese ve hisab ''mahsusat'' kabilinden olup çok fikre muhtaç olmadığından onu müstakilen ders edip okumazlar. Hemen zikrolunan ilimler arasında müzakere ederler. İktisar rütbesinde hendese ilminde Eşkal-i te'sis adlı bir kitap vardır; onu okurlar. Ondan sonra istiksa rütbesinde delilleriyle Öklidis kitabını okurlar. Hisabda dahi iktisar rütbesinde Bahaiyye vardır; onu okurlar. Üzerine Ramazan Efendi2 ve Çulli'si dahi takrir olunup iktisadın yukarı rütbesine yakın olur...''

Eser talebelerin tatil günleri ve bu günlerdeki meşguliyetleriyle ilgili aktardığı bilgiler arasındaki şu ifadeler konumuz açısından oldukça önemlidir.

“...Malum ola ki alimler, öğrencilerin tabiatlarına melal gelmeyip daima ilme teşvik etmek için Salı ve Cuma günlerini tatil etmişlerdir. Bu iki günde öğrenciler bazı malzemelerini hazırlar , yaz günü ise mesire yerlerine gezmeğe giderler. Orada da yine pek boş durmayıp hisab, hendese ilmi, usturlab, rub', misaha, Hind, Kıbt ve Zenc hisabı, parmak hisabı, ağırlıkları kaldırma ilmi (=mekanik) ve bunlar gibi müstakilen derse ihtiyaç duyulmayan ilimleri müzakere ederler. Kış günü ise, geceleri sohbet edip, muamma, bilmece, muhadarat, tarih, şiir , aruz ve divan müzakere ederler ...”

Bu ifadeler , aklı ilimlerin 18. yüzyılın ilk yarısında da okutulmakta olduklarını hatta tatil günlerinde bile öğrencilerin, Matematik, Geometri, Astronomi ile ilgili bilgilerini geliştirmek ve uygulamakla meşgul olduklarını, açık bir şekilde göstermektedir.

Ders programlarını tesbit etmemize ışık tutacak bir diğer mühim kaynak, medrese tahsilini bitiren talebelere hocaları tarafından verilen İcazetname'lerdir. Hem okunan İlim dallarını, hem kullanılan ders kitaplarını tesbit etmede son derece sağlam bilgiler sunan bu belgelerden bir kısmı genel (İcazet-i amme) ve uzun olup, icazeti veren hoca ve alan talebenin akli ve nakli ilimleri başarıyla tahsil ettiklerini İfade eder .Bazı İcazetnamelerde ise İlimler ve dersler hakkında tafsilatlı bilgiler verilmemekte; sadece İcazeti alanın akli ve nakli ilimleri başarıyla tamamladığı zikredilmektedir. Bir de belli br ilim dalıyla ilgili olarak verilen hususi icazetnameler (İcazet-i hassa) vardır. Bunlar talebenin akli veya nakli ilimlerden birinden (mesela Feraiz, Hadis, Kıraat v.s.) aldığı icazetlerdir. Aklı ilimlere ait verilen veya alınan İcazetlere örnek olarak şunları vermek mümkündür. Ahmed ibn İsa eş-şafi'i, hocası Kemaluddin b. Takiyyüddin eş-şafi'i el-Halebi'nin aritmetik ile ilgili eserini okumuş ve 17 Recep 1054 yılında bu dersten icazet almıştır. Yine Muhammed Hasib b. Ahmed el-Kıbrısi, Muhammed b. Ali el-Bozkırı el xMağnisavi'den hisab ve feraiz okutma icazeti almıştır. Osman b. Salim elx Vardani el-Hayyat diye tanınan hocası Ebu'l-İtkan Mustafa elx Vefa'i (öl. 1203/1789)'den astronomi ve matematik ilimleri için bir icazetname almıştır.

Genel İcazetnamelerde konumuz açısından dikkat çekici olan, icazeti alan ve verenin hususiyetlerinden bahsedilirken genellikle onların, hem ulum-i nakliye'yi hem de ulum-i akliyeyi okumuş kimseler oldukları belirtilmektedir. Nitekim Mustafa Da'fi b. İbrahim elx Giridi adlı bir şahsa verilen İcazette bu kimsenin ilimlerin cüz'iyyatını ve külliyatını; fenlerin aklı ve naklisini tahsil ettiği belirtilmektedir. Aynı İcazetnamede sözü edilen şahsın müderrisler zincirinde yer alan katip, şair ve hatip olan Mevlana Haki Abdurrahman Efendi’den fünün-i hikem ve tabi'iyat, ilahiyat ve riyaziyat okuduğu zikredilmektedir. H. 1260 yılında ibrahim Edhem b. İsmail el-Balıkesri'ye verilen bir İcazetnamede bu şahsın, akli ve nakli ilimleri başarıyla okuduğu belirtilmektedir. Erginli Muhammed Hulusi Efendi'ye verilen 1298/1881 tarihli icazetnamede, mezkur şahsın dini ilimler yanında Kelam, Belagat, Mantık, Hikmet, Edebiyat vesaire okuduğu belirtilmektedir.Tarihi okunamayan bir icazetnamede Kastamonulu Muhammed Vasfı Efendi'nin nakli ilimler yanında Mantıktan İs’agoci, Tasavvurat ve Tasdikat; Kelam'dan Tehzib okuduğu görülmektedir. Bir başka İcazetnamede Hasan Tahsin el-Rizevi adlı şahsın nakli ilimler yanında akli ilimlerden İsagoci şerhini, el-Fenari'yi, el-Hayali ve Kadımir'i; Şerhu'l-metali'; Şerh-i mevakıf ve Şerh-i çağmini'yi tahsil ettiği yazılmaktadır.

Bu örneklerden bize, aklı ilimler olarak nitelendirilen derslerin bazılarının veya tamamının, 19. yüzyılda da medreselerde okunmuş veya okutulmuş olduklarını göstermektedir. Mezkur asrın ikinci yarısına ait ve Mübahat Kütükoğlu tarafından yayınlanan ''1869'da Faal İstanbul Medreseleri'' listesinde mevcut 5369 talebeden 1101'nin mantık (374 Fenari, 610 Tasavvurat, 117 Tasdıkat); 287'sinin Aka'id şerhi; 108'inin hikmetten Kadımir 3, 182'si ise kelam'dan Celal 4 okumakta olduğu görülmektedir. Bu, aklı ilimlerden Mantık, Kelam ve Hikmet'in, İstanbul medreselerinde, 19 y.yılın ikinci yarısında da tahsil edilmeye devam edildiğini göstermektedir .Ancak bu listede, Hendese ve Hey'etin yer almadığı dikkat çekmektedir. Bundan, söz konusu dersleri, mezkur öğretim döneminde okuyan bir talebenin bulunmadığı anlaşılabilir. Fakat, listenin bütün öğretim dönemini kapsamadığı ve İstanbul'daki medreselerle sınırlı olduğu da unutulmamalıdır. Bir başka husus, mezkur derslerin, 18. asrın sonlarına doğru kurulmaya başlayan ve 19. asrın ortalarından itibaren hızla yayılan Medrese dışı eğitim-öğretim kurumlarına kaydırılmış olabileceğidir.

Aklı ilimlerin terk veya ihmalinin doğru olmadığının bir başka delili, bu derslere ait kitapların medreselerde, değişik zamanlarda, defalarca istinsah edilmeleridir. Örneğin Hisab ilmine ait Hulasatü'l-hisab adlı eser, ilki 1064'te olmak üzere, çeşitli bölgelerde bulunan 14'den fazla medresede istinsah edilmiştir Yine Kadızade-i Rumi'nin Hendeseye ait Tuhfetü'r-re'is adlı eseri de, aralarında İstanbul Semaniye ve Şehzade medreseleriyle Bursa Sultaniye medresesinin de bulunduğu 30'dan fazla yüksek dereceli medresede istinsah edilmiş ve üzerine çok sayıda şerh ve haşiye yazılmıştır. Kadızade-i Rumi'nin, Astronomiyle ilgili Şerhü'l-mulahhas fi'l-hey'e'si de 20'den fazla medresede istinsah edilmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür .İstinsahların en yoğun olduğu dönem 18 yüzyıldır. Bu kitapları istinsah edenler, müderrisler veya kısmen de talebelerdir. Bir Müderris veya talebe, kullanmayacaksa bir kitabı neden yazmak veya kopyalamak ihtiyacı duysun. O halde, bu kitaplar kullanılıyordu, işleniyordu, isteniyordu ki, istinsah edildiler.

Görüldüğü gibi, pek çok kaynak, aklı ilimlerin -hiç değilse bazılarının xmedreselerde sürekli bir şekilde tedris ve tahsil edildiklerini gösteriyor. Sözkonusu derslerin ihmal edilmelerine dair K.Çelebi'ye ait rivayetler okutulduklarına dair pek çok rivayet, delil ve belge bulunmaktadır.

Medreselerin Gerilemesinde Akli İlimlerin Rolü Meselesi

Akli İlimlerin İhmal edildiğinden hareket eden yazarlar , İfadelerinin devamında, bu durumun, İlmin İnkırazına yol açtığını ve medreselerin gerilemesine birinci derecede sebep olduğunu ileri sürmektedirler. Yukarıda ayrıntılı olarak verdiğimiz bilgi, belge ve kaynaklar bize, aklı ilimlerin program dışı bırakılmalarının söz konusu olmadığını, tersine medrese tedrisatında bir sürekliliğin, büyük bir geleneğin mevcut olduğunu gösteriyor. Kaldı ki, medreselerin gerilemesi ile akli ilimler arasında bir bağ kurma, bu kurumların kuruluş, amaç ve işleyişleri dikkate alındığında anlamsız -hatta imkansız xkalmaktadır. Medreselerin gerilemesinden söz edildiğine göre, bu kurumlar için bir gelişme, bİr yükselme dönemi kabul ediliyor demektir. Öyleyse şu soruyu sormak gerekir. Medreselerin yükselmesi, akli ilimlerin buralarda okutulması neticesinde mi olmuştur? Osmanlı medreselerinin, 15. asırda yükseldiği ve 16. asırda en parlak dönemine ulaştığı genel olarak kabul edilirse, o durumda, bu yükselmeyi sağlayan temel dinamiklerin akli ilimler olduğu söylenebilir mi? Bu sorulara doğru cevaplar verebilmek, Medrese sistemini, amaç, içerik ve işleyiş açısından iyi anlamak ve doğru değerlendirmekle mümkündür. Yukarda kısaca değinildiği gibi, medrese tedris sisteminde, esas olan dini/nakli ilimlerdir. Akli ilimler ise araçtır , asli ilimlere hazırlayıcı ve yardımcı derslerdir. Bu itibarla, medreselerin gerileyişi, hangi devirlerde ne kadar akli ilimlerin okutulup okutulmaması ile ilgili bir durum değildir. Böyle bir kriter, asıl gayesi, dini kaynaklardan yararlanarak görev yapacak yargıç, müftü ve müderris yetiştirmek olan bir eğitim kurumu için geçerli olamaz. Medrese kendisinin asli görevi olan İslam ilimlerinin eğitim ve öğretimi görevini, pek çok dış etkenler tarafından etkilenmiş olmasına rağmen, tarih boyunca kesintisiz bir şekilde sürdürmüştür. Dolayısıyla medresenin gerileyişi ve çöküşü, iddia edildiği ve sanıldığı gibi kendi bünyesi içine giren, yavaş yavaş bütün organları kemiren ve nihayet ölüme götüren hastalık gibi bir İflas süreci değildir. Medresenin İ'tibarının kaybının sebebİ daha çok, bu kurumun devlet için arzettiği fonksiyonda aranmalıdır. İslami bir eğitim kurumu olarak medrese başlangıçta devlet elitinin, memurların, müderrislerin, müftü, hakim ve yargıçların ve diğer önemli devlet görevlilerinin eğitiminde ve yetiştirilmesinde çok önemli bir rol oynuyordu. Osmanlı yönetimi, meşruiyetini, şer'i esaslarda arıyordu. Eğitimle beraber yönetim, hukuk, adalet ve yargı sistemleri de, şer-i şerif esaslarına göre biçimlendirilmişti. Bu esasların tesbiti, yorumu ve uygulaması, medreselerden yetişen ulemanın yetkisi altındaydı. Ulema ve medrese, sistemin ortasında, tam merkezinde yer alıyordu. Ulemanın başı Şeyhü'I-islam, protokolde Vezir-i A'zam'ın arkasında kalmasına rağmen hem Sultan hem de vezirleri, önemli kararlarlarını ve icraatlarını, onun onayına sunmak zorundaydı. Medresenin ürettiği zihniyet ve kültür , sistemin arzu ve hedefleriyle çelişmiyordu. Sistem için medrese, medrese için de sistem gerekliydi. Bu durum, Tanzimata kadar -daha doğru bir İfade ile modernleşme sürecinin başlamasına kadarx- devam etti.

Tanzimattan sonra devlet, kendini yeniden tanımladı; klasik Osmanlı sisteminde gedikler açılmaya ve buralara, Avrupa uygarlığının ürünü kurum ve kuruluşlar yerleştirilmeye başlandı. Batı'ya yöneliş, Avrupa'nın sadece tekniğini değil, aynı zamanda zihniyetini, İdeolojisini, felsefesini, bilimini, kültürünü... de beraberinde getirdi. Bu yeni değişim ve dönüşümle medrese, kendini bir anda sistemin merkezinden uzaklaştırıldığını gördü. Yerine batı modeline göre kurulan eğitim kurumları geçti. Medreseliler de, hem kıyafetleriyle, hem zihniyet ve ideolojileriyle gücü ve İktidarı elinde bulunduranların yanında ve yeni sistem içersinde ahengi bozan bir görüntüye sahipti. Medreselerin işlevsizliği, İflası,itibar kaybı v.s. İşte burada, bu değişim ve dönüşümde aranmalıdır. Evet, İlim zihniyeti, program, disiplin, devamlılık v.s. gibi hususlar bir sistemin sağlıklı işlemesi açısından önemli faktörlerdir. Ancak, Medreselerin gerilemesi çerçevesinde öne sürülen nedenler, 16. asırdan sonra birdenbire ortaya çıkmış değildir.

Sonuç

Bütün bu bilgi ve belgelerin ışığında konumuzu şu şekilde sonuçlandırabiliriz:

-Akli ilimlerin ihmal ve terkiyle ilgili K.Çelebi'nin tenkitleri doğruyu yansıtmamaktadır. Konuyla ilgili yeni çalışmalar ve bilhassa Prof. Dr. İhsanoğlu, K.Çelebi'nin rivayetlerindeki çelişkileri detaylarıyla incelemiştir.

-K. Çelebi'nin ''sonradan gelenler, bunlar felsefiyattır'' diyerek programdan çıkardıklarını iddia ettiği Haşiye-i tecrid ve Şerh-i mevakıf, Kelam ilmine ait olup, sonraki devirlerde de elden düşmediği anlaşılmaktadır. Medrese eğitim sisteminin doğal bir parçası olan Kelam ilmi, ya yukarda zikredilen eserler veya bu ilme ait diğer standart ders kitapları vasıtasıyla kesintisiz tedris ve tahsil edilmiştir .

-Akli ilimlerin diğer kollarım teşkil eden derslerin ve bu derslere ait klasik eserlerin, 16. yüzyıldan sonra da okutuldukları görülmektedir. Ancak bu derslerin, medrese eğitim sisteminin temelini teşkil etmedikleri, dini-nakli ilimlere 'yardımcı ders '' olarak değerlendirildikleri açıktır.

-Medrese sistemi (program, amaç, işleyiş, içerik v.s.) içersinde bir bütünlük, bir süreklilik, değişmeyen uzun bir gelenek mevcuttur. Dolayısıyla 15., 16. asırlarda tahsil ve tedris edilen ilimler, bu süreklilik ve gelenek gereği, 17 ., 18., 19. asırda da vardır, okunmuştur ve okutulmuştur. Medrese sistemi içinde ilk esaslı değişmeler, ancak II. Meşrutiyetten sonra gerçekleşmiştir.

-Akli ilimler sahasında geçerli olan derslerin kalitesi, içeriği, amacıyla müderris ve talebelerin bu alandaki ilmi performansları, esasında medrese sitemini kavramak açısından araştırılması gereken önemli sorular olmakla beraber , bu tebliğin sınırını ve konusu aşan bir konudur.

-Ulum-i akliyenin program dışı bırakılmaları söz konusu olmadığına göre, medreselerin gerilemesinde bu ilimlerin ihmalinin birinci derecede amil olduğu tezi de havada kalıyor, demektir. Esasen, medreselerin yükselmesi veya gerilemesini akli ilimlerin okutulup okutulmamasına bağlamak mümkün değildir.

-Bu söylenenlerden, Medrese sisteminin her devirde mükemmel işlediği, hiç bir kusuru olmadığı, burada çok kaliteli eğitim-öğretim faaliyeti yürütüldüğü, hiç bir eleştiriyi hak etmediği anlaşılmamalıdır.

------------
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Medreselerinde Tartışma Metodolijisi
Eyü fehm eyle dersin, eyle ezber.
Mükerrer et, mükerrer et, mükerrer.
İshak Efendi

A. Hadi ADANALI*

Anahtar Kelimeler: adab, adabu'l-bahs, mantık, münazara, tartışma, delil, eleştiri.

Osmanlı medreselerinde eğitim ve öğretimin genelde ezber ve tekrara dayandığı sık sık iddia edilir. Yukarıdaki mısralarda da veciz bir şekilde ifade edilen bu görüş tam olarak doğruyu yansıtmamaktadır. Tahlil ve tenkide dayalı tartışma geleneğinin İslam eğitim ve öğretim tarihinde önemli bir yeri vardır. Osmanlı medreseleri bu geleneği sadece devam ettirmekle kalmamış aynı zamanda bu alana önemli katkılarda bulunmuştur. Medreselerde adabu'l-bahs ve'l-münazara veya kısaca adab adı altında okutulan bu derste gerek Osmanlı öncesi İslam alimlerinin meşhur eserleri gerekse Osmanlı alimlerinin telifleri okutulmuştur.

İslam dünyasında, Semerkandi çalışmalarını genel tartışma mantığı üzerinde yoğunlaştırmış ilk mantıkçı sayılır. Semerkandi Risale fi adabi'l-bahs adlı eserinde tartışma metodunu münferit ilimleri aşan ve bütün alanlara uygulanabilir, evrensel bir disiplin olarak değerlendirir. Buna rağmen onun Risale'sinde hukuk tartışma metodu ön plana çıkmaktadır. Semerkandi'yi, Adud'ud-Din İci, Cürcani, Ma’raşi, Kalanbevi, Taşköprülüzade ve İsmail Gelenbevi gibi alimler takip etmiştir.

Osmanlı öncesi İslam eğitim geleneğinde tartışmaya verilen önem Osmanlı medreselerinde de kendini göstermiştir. Osmanlı medrese eğitiminde tartışma ve eleştiriye verilen önemi hem genel ilimler ve eğitim üzerine yazılan eserlerde hem de müfredatla ilgili kitaplarda görebiliriz. Mesela Taşköprülüzade Miftahu's-Sa'ade adlı eserinde öğrencilerin vazifeleri arasında yaşıtlarıyla konuları karşılıklı gözden geçirmeyi, birlikte incelemeyi ve münazarayı sayar. Daha sonra tartışmanın amaçları ve nasıl olması gerektiği üzerinde durur. Ona göre, tartışmada doğrunun ortaya çıkarılması amaçlanmalıdır. Üstün gelmek, öğünmek veya karşısındakini utandırmak amacıyla tartışmak uygun olmadığı gibi bu amaçlarla tartışan kimselerin tartışmalardan olumlu bir netice alabilmesi de mümkün değildir; ayrıca dinen de mahzurludur. Taşköprülüzade'ye göre insaflı, hoşgörülü, dikkatli, düşünceli olmak ve duygulara kapılmamak tartışmanın adabı arasındadır. Münazaranın özünü istişare oluşturur ve istişare sadece doğruyu ortaya çıkarmak içindir; bu da ancak temiz bir kalp, düşünceli olma ve insafla gerçekleşir. Tartışmalarda çeşitli hile ve aldatmacalara başvurmak kesinlikle yasak olmakla birlikte eğer karşı taraf böyle bir yola başvuruyorsa buna müsaade edilebilir. Olumlu bir havada geçen münazaranın tek başına yapılan tekrar ve çalışmadan daha faydalı olduğunu söyleyen Taşköprülüzade, tartışma ile ilgili tavsiyelerini şu sözlerle tamamlar: ''Demişlerdir ki: 'Bir saat münazara bir ay mütalaadan hayırlıdır. '' 1

On sekizinci yüzyıl ortalarında Osmanlı medrese müfredatı üzerine yazılmış Kevakib-i Seb'a adlı eser öğrencilerin, haftada her biri bir kaç satırdan oluşan beş ders okuduklarını, her derse, bir gün önce, sekiz dokuz saat çalışarak hazırlandıklarını ve hoca metnin anlamını verdikten sonra tüm öğrencilerin görüşünü hocaya söyleyerek konuyu dört-beş saat tartıştıklarını bildirmektedir.2 Yine aynı eser müderrislerin, okuttukları derslerle ilgili herhangi bir konuyu öğrenciler arasında tartışmaya açtıklarını ve farklı fikirleri savunan taraflar arasında hakem olup kendi görüşlerini söylediklerini belirtmektedir.3

Osmanlı medreselerinde tartışmaya geniş yer veren pek çok kitap veya dersin okutulduğunu görmekteyiz. Bunlar arasında adab ilmi sadece tartışmaya hasredilmiş olması sebebiyle diğerlerinden daha önemlidir .Genelde bu ilim müfredatta mantıktan sonra, fakat kelam, usul ve fıkıhtan önce yer almaktaydı.

Dolayısıyla mantık ile diğer ilimler arasında bir köprü vazifesi görmekteydi. Kevakib-i Seb'a 'ya göre bu ilmin amacı tartışma ve araştırmalarda yanlıştan korunmayı sağlamak içindir (mubahesede haşadan ihtiraz içün). İleri seviyede mantık kitaplarından olan Şems'iyye, şerh ve haşiyeleriyle birlikte okunduktan sonra öğrencinin delil getirme ve tartışmaya olan kabiliyeti ortaya çıkmaktaydı. Bu yüzden Şems'iyye adeta öğrencinin bir mihenk taşı olarak kabul edilmekteydi.4 Bu aşamadan sonra öğrenciler adab ile ilgili kitapları okumaya yönelirdi Okunan kitaplar arasında Taşköprü Şerhi, Mes'ud-i Rumi, Hüseyin Efendi, Kadı Adud Metni, Şerh-i Hanefiyye ve haşiyesi Mjr bulunmaktadır.5 Adab'ul-bahs sarf, nahiv ve mantıkla birlikte muhtasarat denilen dersleri oluşturulmaktadır.6 Burada dikkati çeken husus iyi bir mantık eğitiminden sonra öğrencilerin tartışmaya hasredilmiş kitapların tetkikine geçmeleridir .Yukarıda da belirtildiği gibi, öğrenciler karşılıklı müzakere ve tartışma yapmak için bu ilmin okutulmasını beklemiyorlardı. Fakat diğer derslerde konulan iyice kavramak için yapa geldikleri tartışmayı bir ilim olarak herhangi bir disiplinin sınırlarına bağlı kalmaksızın genel bir açıdan inceliyorlardı.

Osmanlı ulemasının ilimlerin sınıflandırılması ve içerikleri üzerine yazdıkları eserlere başvurduğumuzda farklı isimler altında eleştirel düşünme ve tartışmayla yakından ilgili pek çok ilimle karşılaşmaktayız. Bunlar arasında, adabu'l-bahs'in yanı sıra, ilm'un-nazar, ilmu'l-hilaf, ilm'ul-cedel ve ilmu'lxmünazara sayılabilir. Bu konuda eser yazan Taşköprülüzade, Katip Çelebi ve Nevi' Efendi gibi Osmanlı alimleri bu ilimlerin içerikleri hakkında bilgiler ermektedir .

Taşköprülüzade aklı kavramları inceleyen alet ilimlerini iki kısma ayırır. İlk kısım bilgi elde etmede hatadan koruyan mantık ilmidir. Diğer kısma giren ilimler ise ders işlenişinde ve tartışmada hatalardan koruyan nazar, ders adabı, cedel ve hilaf ilimleridir. Nazar ilmi tartışmalarda kullanılan dili araştırır ve konusunu deliller ve delillerin nitelikleri oluşturur. Faydası tartışma melekesini geliştirmektir. Bu ilmin amacı doğruyu açık bir şekilde ortaya çıkarmaktır. Taşköprülüzade bu alanda yazılan muhtasar kitaplar arasında Kadı Adud'udxDin'in Risalesi, tercümesi ve şerhlerini, Semerkandi'nin Risale'si, şerhleri ve haşiyelerini sayar. 7

Araştırma ve tartışmalarda yanlışlardan koruyan diğer bir ilim cedeldir. Taşköprülüzade'ye göre cedel aklı ilimlerin bir çeşididir, fakat aynı zamanda usul ilminin alt dalları arasında yer alır.8 Cedel her hangi bir tezi ispatlama veya çürütme yollarını araştıran bir ilimdir. Cedel aynı zamanda nazar ilminin alt dallarından olup, hilaf ilmine kaynaklık eder. Taşköprülüzade'ye göre cedel ilmi netice itibariyle mantığın bir kısmı olan diyalektiğe dayanır; aralarındaki tek fark cedelin dini ilimlere has olmasıdır .Cedel kullandığı. öncüllerin bir kısmını nazar ilminden, bir kısmını hitabetten ve diğer bir kısmını ise günlük meselelerden alır . Aynı zamanda adabu'l-bahs olarak meşhur münazara ilminden de yardım almaktadır. Amacı ispatlama ve çürütme melekelerini geliştirmektir. Teorik ve pratik ilimlerde muhaliflerin karşıt delillerini reddetme ve şüpheleri giderme açısından oldukça faydalıdır.9

Hem Taşköprülüzade'ye hem de Katip Çelebi 'ye göre cedel ilmine münazara ilmi demek mümkündür, çünkü her ikisi de aynı anlama gelmektedir. Fakat cedelin alanı münazaradan daha sınırlıdır. Zaten İbn Haldun'un Mukaddime'sindeki ifadeler de bunu desteklemektedir: ''Cedel fıkhi ve diğer mezhepler arasında geçen münazara adabını bilmektir.'' 10

Bazı alimler cedeli, insanı fıkıhtan uzaklaştırması, ömrü zayi etmesi vahşet ve düşmanlık doğurması sebebiyle yasaklamışlardır. Taşköprülüzade burada kastedilen cedelin vakit öldürmekten başka faydası olmayan tartışmalardan ibaret olduğunu söyler. Ona göre doğruyu ortaya çıkarmak hedeflendiği sürece, ayette zikredilen ''onlarla en güzel şekilde tartış'' (Nah1: 125) emri gereğince, cedelde bir mahzur yoktur.Ayrıca bu ilim zihinleri keskinleştirmek ve hafızayı güçlendirmek açısından oldukça faydalıdır.11

Taşköprülüzade eserinde ilm-i marifet-i cedeli 'I-Kuran başlığıyla bir ilimden de bahsetmektedir, Kuran'ın her türlü akli ve işitmeye dayalı burhan ve delilleri içermesi sebebiyle, ondaki delillerin de araştırılması bu ilmin konusunu oluşturur. Fakat bu deliller kelamcıların metotları üzere olmayıp okuma yazma bilmeyen Arapların adetleri üzeredir. Kuran'ın genel halkı muhatap alması sebebiyle onda kapalı ifadeler , teknik terim ve deliller bulunmaz, çünkü bunlar halk tarafından anlaşılamaz.12

Cedelle yakından ilgili diğer bir ilim ilmu'l-hilaftır. Taşköprülüzade'ye göre hilaf ilmi fıkıh mezhepleri arasındaki tartışmalı konuları inceler. Bu iki ilim arasındaki fark şudur: cedel, hilaf ilmindeki delillerin içeriklerini araştırır , hilaf ise delillerin şekilleriyle ilgilenir.13 Katip Çelebi de hilaf ilminin amacının şer'i delilleri ortaya koymak, şüpheleri gidermek ve kesin ispatlarla karşıt delilleri tenkit etmek olduğunu söylemektedir.

Nev'i Efendi ise hilaf ilmini dindeki fikir ayrılıkları açısından ele almaktadır .Ona göre inançla ilgili konularda fikir ayrılıklarına düşmek uygun değildir, çünkü bu alandaki bilgi zanna dayalı olmayıp kesin bilgidir. İtikadi alanlarda doğru tektir; ameli alanda ise fikir ayrılıkları mümkündür, hatla bu alandaki fikir ayrılıkları İslam ümmeti için bir rahmettir.14 Nev'i Efendiye göre, ihtilaf düşünme ve düşünceyi zorlar; ihtilaf olmadığında zihin tembelleşir bu da dine zarar verir.15 Hilaf ilmi kaynaklarını cedel ilminden alır. Nev'i Efendi bu bölümü cedelin amele mani olacağını ihtar eden bir kıta ile bitirir .16

Taşköprülüzade’den nakille Katip Çelebi Adabu'l-bahs'in iki tartışmacı arasındaki şartları araştırdığını söylemektedir. Amacı şüpheye mahal bırakmaksızın doğrunun ortaya çıkarılmasıdır. Adab akli ilimlerdendir ve usul ilminin alt dalları arasında yer alır. Bu ilme ilm al-münazara da denilmektedir. Tartışmacılar arasında sözün nasıl söyleneceğini araştırır ve konusunu, iddia sahibinin tezini ispatlarken kullandığı deliller oluşturur .Bu ilmin prensiplerinin doğruluğu kendinden bilinebilir ve amacı hatadan korunmak, doğruyu ortaya çıkarmak için tartışma melekesini sağlamaktır. 17

Katip Çelebi İbn Sadreddin’den yaptığı bir alıntıda adab ilminin bütün ilimlere hizmet ettiğini çünkü amacının doğruyu ortaya çıkarmak ve hasmı ilzam etmek üzere bir konuyu her iki taraftan da incelemek olduğunu söyler. Zaman içinde fikir ve bakış açılarının birikimi, zihin ve mizaçların farklılaşması sebebiyle ilmi konular çoğalır. Dolayısıyla görüş ayrılıklarını, ve bu ayrılıkların ifade ediliş şekillerini kabul ve ret açısından inceleyen bir ilme ihtiyaç vardır Kabul ve reddin kurallarını araştıran bu ilim, adabdır.18

Osmanlı medreselerinde tartışma ve eleştirel düşünmeyi konu edinen veya dolaylı olarak içeren dersler hiç de küçümsenecek bir bölüm teşkil etmez. Bu ilimlerin muhtevalarının ve birbirleriyle olan ilişkilerinin daha ayrıntılı bir biçimde incelenmesi ve ortaya konması gerekmektedir. Biz burada sadece bu ilimlere işaret etmekle yetindik. Görüldüğü gibi Osmanlı medreselerinde okutulan dersleri ve derslerin işleniş şekillerini sadece ezbere dayalı olarak değerlendirmek doğru değildir. Şimdi bu ilimlerden tartışmayı ve eleştirel incelemeyi konu edinen adab'ul-bahs ve'l-münazaranın içeriğine kısaca değinelim.

ADAB KİTAPLARINDA İŞLENEN KONULAR

Osmanlı döneminde adab üzerine yazılan onlarca eseri, şerh ve haşiyeleriyle birlikte içerik açısından burada değerlendirebilmek imkansızdır Bu yüzden son dönem Osmanlı alimlerinden Ahmed Cevdet Paşa'nın Adab-ı sedad adlı eserinden hareketle bu derste okutulan bazı konulara değineceğiz. Ahmed Cevdet Paşa tartışmaları düzenleyen ve bu konudaki kuralları araştıran ilmin ilmi adab-ı bahs veya ilm-i münazara olduğunu söyler. Bu ilim bir tezin nasıl doğru bir şekilde savunulacağı öğretir ve tartışmacılar bu ilmin kuralları sayesinde tartışmalarda hatalardan korunur. Ayrıca tartışına ilmi diğer İslami ilimlere bir giriş özelliği taşır .Bu ilmi çalışmayan kimse felsefe, kelam ve hukuk metodolojisi ilimlerini gereği gibi kavrayamaz.19 Adab ilminde tartışmalar bir soru soran (sa 'il) ve bir cevap veren (mucib) olmak üzere iki kişi arasında geçen karşılıklı konuşmaya dayalı bir çerçevede incelenir. Tartışmada sorular öğrenmek maksadıyla sorulmaz, dolayısıyla bu türden sorular adab ilminin sınırları dışında kalır. Tartışmacının sorusu bir itiraza dayalıdır ve ''hasmanedir''.20

Adab ilmi bir takım ilkelerden hareketle tartışmayı düzenler ve bu ilkelerin ilki her tezin bir delilinin olması gerektiğidir "Delilsiz dava tahakkümdür. Tahakküm ise mesmu' değildir .” 21 Dolayısıyla her teze delil istenir Yalnız herkes tarafından bilinen ve doğruluğu kabul edilen bedihi konular bu ilkeye istisna teşkil eder: Mesela bir önermenin hem doğru hem yanlış olamayacağı gibi.22 Her tezin ispatlanması için bir delile ihtiyacı olduğu gibi, bir delil olmaksızın bir tezi veya davayı reddetmek de mümkün değildir ve mükabere adı altında yasaklanmıştır. Mükabere, tartışmalarda doğruyu bulmaya yardımcı olmayan sözlerdir .Akla dayalı ilimlerde ortaya konan ilke veya aksiyomlar (evveliyyat), doğuştan herkesin kabul ettiği bilgiler (fıtrıyyat) ve yine herkes tarafından kabul edilen tecrübeye dayalı bilgiler için de tartışmada delil getirmek gerekmez. Bu konulara delil istemek veya karşı çıkmak, Mesela güneşin doğuşunu veya İstanbul diye bir şehrin varolduğunu inkar etmek anlamsızdır. Hatta içsel duyum (müşahede), sezgi, ve geniş kesimler tarafından kabul edilen tarihi bilgiler de bu kısma dahildir. 23

Tartışmalarda ortak referans alanı mantıktır. Mantık kurallarına uymayan deliller veya tezler kabul edilemez. Delillerde ilk aranan husus kıyasın şekli şartlarına uygunluktur. Buradaki şekilden kasıt klasik mantık kitaplarında belirtilmiş gerek kategorik mantığın, gerekse şartlı önermelerden oluşan kıyasların şekilleridir. Tartışmalarda diğer bir referans alanı tartışmacıların bağlı bulundukları inanç ve düşünce sistemleridir. Mesela bir kelamcının evrenin sonradan yaratıldığına karşı çıkması veya bir felsefecinin evrenin yaratılmamış olduğunu inkar etmesi de tartışmada kabul edilemez.24

Düşünme hataları olarak değerlendirebileceğimiz bazı konular adab kitaplarında sistematik olarak bir başlık altında işlenmemiş fakat bölümler arasından serpiştirilmiştir. Bunların en önemlileri arasında, sonucun öncüllerin bir parçası olarak kabul edilmesi gelir. Tartışmada böyle bir hareketin yasaklanmasının sebebi, kısır döngüleri doğurmasıdır. Örnek olarak ''Alem ezelidir , çünkü sonradan yaratılmamıştır'' şeklindeki argüman verilebilir .25 Aslında kısır döngüler bizatihi düşünme yanlışı olarak kabul edilmez. Mesela baba kavramı çocuk kavramını gerektirdiği gibi çocuk kavramı da baba kavramını gerektirir. Dolayısıyla 'baba' ve 'çocuk' döngüsel olarak birbirlerini gerektirirler ve bir düşünme hatası içermezler: Her babanın bir çocuğu vardır çünkü her çocuğun bir babası vardır. Kısır döngünün yanı zincirleme sonsuza götüren deliller de şekil yönüyle değil, içerik yönüyle tenkit edilirler. Sebeplerin sonsuza kadar gitmesi felsefeciler ve kelamcılar tarafından kabul edilemez fakat sayılar için bu anlamda bir sınır koymak mümkün değildir.

Bir tartışmada karşı tarafa yönelik üç ayrı yöntem takip edilebilir. Bunlar sırasıyla, engelleme (men'), nakz ve muarazadır. Bir davaya delil getiren kimseye bu delil kabul edilemez diye yapılan itiraza 'engelleme' denir.

Engelleme belirli öncüllere delil veya açıklama istemektir. Bu, öncülü ''kabul etmeyiz'' diyerek kısaca yapılabileceği gibi, niye delil veya açıklama istendiği de soruda belirtilebilir. Eğer soruda böyle bir belirleme varsa bu senetli engelleme olarak adlandırılır. Senedin kapsamı engellenenin kapsamına ya eşit ya da ondan daha dar olmalıdır. Eğer daha geniş olursa faydası olmaz. 16 Ayrıca engellemeyi yapan kimsenin şahit veya delil getirme yükümlülüğü yoktur.27

Tartışmada takip edilen ikinci yöntem nakzdır. Eğer soruyu soran kimse öne sürülen delilin batıl olduğunu başka bir delille ispatlarsa bu itiraza nakz denir .Bir delilin iptali için getirilen delil iki kısma ayrılır: (1) Karşı tarafın delilinin onun tezini desteklemediğini gösteren bir delil, (2) Karşı tarafın delilleri arasında bir çelişki, döngüsellik veya delillerin zincirleme sonsuza gitmesi gibi hataları içerdiğini gösteren bir delil. Fakat yukarıda da geçtiği gibi her döngüsel ve sonsuza götüren delil geçersiz değildir.28

Tartışmalarda kullanılan üçüncü yöntem muarazadır. Eğer itiraz delile değil de tezin kendisine olursa, yani bir delille tezin yanlışlığı ispatlanırsa buna muaraza denir.29 Muaraza üç şekilde gerçekleşir: (1) Bir teze karşı çıkanın getirdiği delil, savunanın deliliyle şekil ve içerik itibariyle aynı olabilir; Mesela ahirette Allah'ın görülüp görülemeyeceği konusunda, Ehl-i Sünnet, Mutezile'yle aynı ayetleri zıt tezlerine delil olarak kullanırlar. ''Gözler onu idrak (ihata) edemez; O gözleri idrak (ihata) eder.'' (En'am, 103) (2) Tarafların getirdiği deliller şekil itibariyle farklı fakat içerik itibariyle aynı olabilir; Mesela felsefecilerin “Alem yaratılmamıştır.Yaratılmayan her şey kadimdir.O halde alem kadimdir'' deliline karşı kelamcılar, “Alem değişkendir. Hiçbir değişken kadim değildir.Alem kadim değildir'' şeklinde karşılık verdiklerinde, her iki tarafın delilleri şeklen aynı fakat içerik itibariyle farklıdır .(3) Son olarak tarafların delilleri şekil itibariyle aynı, içerik itibariyle farklı olabilir. Felsefecilerin yukarıdaki deliline kelamcılar “Alem değişkendir. Hiçbir kadim değişken değildir. Alem kadim değildir” diye karşılık verdiklerinde iki delilin şekilleri farklı fakat içerikleri aynı olduğu için bu gruba girer.30

Sıralamada en güçlü muarazadır, daha sonra nakz ve en son olarak engelleme gelir .Engelleme itirazın en zayıfı fakat en eminidir .Diğer yöntemlere göre doğruyu ortaya çıkarmada daha faydalıdır. Taraflar engelleme, nakz ve muaraza arasında en uygun olanını kullanırlar. Engellemenin yeterli olduğu yerde diğerlerine başvurmak tehlikeli olabilir.31 Engelleme surlar içinde savaşmak gibidir. Nakz ve muaraza ise açık alanda düşmanın üzerine hücum etmeye benzer. Engelleme bir tezin veya delilin yanlış değil kapalı olduğunu gösterir Bir delili nakzetmek o delilin yanlış olduğunu gösterir fakat bir delilin yanlış olması tezin yanlış olmasını gerektirmez. Başka bir ifadeyle ''delilin butlanından davanın butlanı lazım gelmez.''32 Tez delilden daha genel olabilir ve başka bir delil onu ispatlayabilir. Sorgulayan kimsenin karşı tarafı susturmasına ifham tersine ilzam denir. İlzam ifhamdan daha güçlüdür çünkü engellemek kolaydır fakat İspatlamak zordur.33

Adab kitapları mantık merkezli tartışma metodunu genelde ahlaki olarak nitelendirebileceğimiz bir takım kurallarla bitirirler. Bu kuralları yaklaşık on başlıkta toplamak mümkündürx (1) Söz uzatılmamalıdır, (2) Söz manasını eksik bırakacak derecede de kısa tutulmamalıdır, (3) Tartışmada kapalı ve yabancı lafızlardan kaçınılmalıdır , ( 4 ) Karşı tarafın sözünü anlamadan müdahale etmemelidir, (5) Konu dışı söz edilmemelidir, (6) Gülmek, sesi yükseltmek gibi taşkınlıklardan kaçınılmalıdır , (7) Karşı tarafı küçük düşürücü söz ve davranışlardan kaçınılmalıdır, (8) Karşı tarafın sözünü kesmemelidir, (9) Tartışma meclisini yönetenler tartışmanın düzenli bir şekilde geçmesini temin etmelidirler,(10) Tartışma adabı ve kurallarını bilmeyen kimselerle tartışmamalıdır.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Medreselerde okutulan adab derslerinin temel hedefleri arasında öğrenciyi araştırma ve tartışma tekniklerine alıştırma, mantığın teorik konularının temel İslami ilimlere nasıl uygulanacağını gösterme vardır. Bu sebeple adab ilmine uygulamalı mantık veya yabancı literatürdeki karşılığıyla “informel” mantık da denilebilir. Adabla ilgili eserlerde işlenen konular arasında mantık hataları, kısır döngü, teselsül, konuyla ilgisizlik, delilin tanımı, itirazın çeşitleri, delil ile tez arasındaki ilişki, tanımla ilgili sorunlar, şartlı önermeler ve çeşitleri ve tartışmada uyulması gerek kuralların bulunduğunu gördük. Bu konular bir yönüyle mantık felsefesini ilgilendirir. Medreselerde klasik dönemde okutulan tartışma metoduyla ilgili eserlerin incelenmesi Osmanlı bilim tarihinde mantık felsefesiyle ilgili gelişmelere de kısmen ışık tutacaktır.

Tanzimat döneminde tartışma metoduyla ilgili yazılan eserlerin çoğu Türkçe kaleme alınmıştır. Ahmed Cevdet Paşanın Adab-ı Sedadı ve Ali Rıza Ardahani'nin Mi'yar el-Münazara'sı bu eserler arasındadır. Bunda Tanzimat'tan itibaren Türkçe’nin bir ilim dili olarak yaygınlaşmasının rolü vardır Bu dönemde yazılan eserlerinde göze çarpan diğer bir husus verilen örneklerin bir kısmının günlük hayattan olmasıdır. Avrupa toplumunun çalışkanlığı, kaşık kullanmanın veya iç çamaşır giymenin bidat olup olmadığı gibi sosyal ve dini içerikli örnekler,teoriyle pratik arasında bir bağ kurmaya yönelik çabalar olarak değerlendirilebilir.

Sonuç olarak İslam geleneğindeki tartışma teorisi Osmanlı medrese eğitim sisteminde olgunlaşarak eğitimde önemli bir rol oynamış ve eleştirel düşünce ezber ve tekrara rağmen varlığını sürdürmüştür.

----------------
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

XV.Yüzyıl Ortalarından XVI.Yüzyıl Ortalarına Kadar Osmanlı-Papalık İlişkisi
Osmanlı devletinin kuruluşundan evvel olduğu gibi Osmanlılar devrinde de Müslümanlar aleyhine yapılan veya yapılacak her hareketin başında Batı kilisesinin en büyük reisi olan Papalar bulunuyorlardı; Varna muharebesindeki mağlûbiyetten sonra faaliyeti söner gibi görünen Papalık, İstanbul'un alınması üzerine tekrar heyecana gelip Osmanlılar aleyhine Avrupa'yı tahrike kalkıştı ise de eski galeyanı bulamamıştı.

Papa III. K alikst Türklere karşı sevkettiği donanma ile geçici bir zaman için bazı başarılar elde etmiş ve bir müddet için Osmanlıların Akdeniz fütuhatını geri bıraktırmıştı (1457).

Kalikst'in 14 Ağustos 1458'de ölümü üzerine II. Pi namıyla papa olan zat işi bizzat eline alarak Türklere karşı Avrupa'yı ayaklandıracağını söylediyse de pek o kadar taraftar bulamadı ; bununla beraber 1463 'de Mantua'da bir meclis toplıxxxxx bir haçlı seferi tertip ederek bunun bizzat başına geçmek istediğini beyan etmişti; fakat Karaman oğlu İbrahim Bey'in Hıristiyan devletlerden ve hattâ II. Pi 'den yardım istemesi üzerine büyük bir donanma hazırlamak için Ankondya giderek burada kendisine refakat edecek olan Venedik gemilerinin gelmesini beklerken 1464 senesi Ağustosu'da öldü.

Bundan sonra Fatih Sultan Mehmed'in Venediklilerle olan muharebesi sırasında Papanın da bilfiil Türkler aleyhine harekete geçtiği ve II. Bayezid zamanındaki 1499-1502 harbinde de yine Papanın faaliyette bulunduğu ve şehzade Cem'in Avrupa'daki vaziyeti ve Roma'da geçirdiği günler esnasında Papa VI. Aleksandr Borjiya'nın büyük kazançları ve şehzadeyi zehirletmek cinayetini beklemesi ve Yavuz Sultan Selim zamanında Papa X. Leon'un Fransa, Avusturya, İngiltere ve İspanya devletlerine müracaatla Osmanlılara karşı bir sefer açmak istemesi ve pek mutaassıp olan Papa III. Pol'ün (1535-1550) Venedik cumhuriyetini Osmanlılar aleyhine tahrik ile Şarlken ile I. Fransuva'nın aralarını bulmaya çalışması ve daha sonra Medici ailesinden olan IV. Pi'nin (1559-1565) papa olduktan sonra Osmanlılar aleyhine faaliyette bulunması ve bu faaliyetin daha sonra da devam etmesi papaların Türk istilâlarına karşı birbirlerini takiben çalıştıklarını açıkça göstermektedir.

 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Kardeş Katli Meselesinin İç Yüzü
Kardeş Katli Meselesi ve Fatih Kanunnamesine Yapılan İtirazlar

Prof.Ahmet Akgündüz

Osmanlı devletinde kardeş katli meselesi ve bu meseleyi gündeme getiren Fâtih'e ait bir kanunnâmenin sıhhat durumu, Osmanlı Devleti ve Osmanlı Kanunnâmelerinden açılan her meclisde, akla gelen ve dermeyan edilen en büyük meseledir. Bunun en önemli sebebi, meselenin hususan Cumhuriyet döneminde hep keyfî yorumlara tabi tutulması ve İslâm hukukunun hükümlerine göre meselenin değerlendirilemeyişidir. Burada önemle şu hususu belirtmekte yarar görüyoruz: “Osmanlı Kanunnâmeleri” adlı kitabımızın I. Cildinde, Fâtih devrinde hazırlanmış 75 kanunnâmeyi neşretmiş bulunuyoruz. Bu 75 kanunnameden 74'ünün Fâtih'e ait olduğunda, ne bir şüphe ve ne de bir tartışma söz konusu değildir. Bazı muhterem insanların, bütün Fâtih Kanunnâmelerinin sıhhatinde şüphe bulunduğu şeklindeki izah ve beyanları, ne ilmî ve ne de mantıkî hiç bir müstenedâta dayanmamaktadır. Hakkında farklı fikirler ileri sürülen ve tartışmalı olan kanunnâme, sadece I. Cildde 1 numara olarak neşrettiğimiz kanunnâmedir.

Kanunnâmenin sahte olduğunu ileri süren başta Ali Himmet Berki olmak üzere, bir çok ilim adamları, Fâtih Sultân Mehmed'e böyle bir zulmü yakıştıramadıklarından ve bu kanun hükmünü İslam Hukukuna göre yorumlayamadıklarından böyle bir yolu tutmuşlardır ve çoğu da iyi niyetli insanlardır. Ancak bu maddenin bulunduğu nüsha, Viyana Kraliyet Kütüphanesinde bulunsa ve bu nüshayı ilk neşreden yabancı bir tarihçi olsa da, aynı Kütüphânede ikinci bir nüshanın daha bulunması ve en önemlisi de bu hükmün tatbik edildiğine dair Osmanlı Tarihçilerinin muteber kaynaklarında açıkça bilgiler yer alması, böyle bir kanun hükmünü inkâr etmek yerine, hukukî tahlilini yapmanın daha makul ve ilmî olacağını ortaya koymaktadır. Biz de bu yolu tercih etmiş bulunuyoruz. Yani kanun hükmü İslâm Hukukuna aykırı olmayabilir; ancak uygulamada İslâm Hukukuna da kanun hükmüne de aykırı olaylar bulunabilir demek istiyoruz. Yoksa inkâr etmekle mesele çözülmüş olmamaktadır.

Kanunnâmenin ihtilâfa yol açan ve farklı fikirlerin doğmasına sebep olan asıl maddesi ise, kardeş katli meselesi ile alâkalı şu maddedir: “Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün katletmek münâsibdir. Ekseri ulemâ dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar”[1].

Acaba bu madde ve dolayısıyla Kanunnâmenin Fâtih'e isnad tarzı nasıldır? Şayet Fâtih'e aid olduğu doğru ise, bu maddenin mânâ ve mefhumunun İslâm hukukundaki izahı nasıldır? Şayet bu madde sahih ve İslâm hukukuna uygun ise, Osmanlı tatbikatındaki örnekler, bu kanuna ne derece uygundur? Şer'î hükümlere ters düşen, Osmanlı tatbikatı mıdır yoksa bu kanun maddesi midir? Bütün bu ve benzeri suallerin doğru cevabı nedir?

Aslında bu sorular, mezkûr eserin I. cildinin muhtelif yerlerinde cevaplandırılmıştır ve Mukaddimeyi okuyanlar, bunların cevaplarını rahatlıkla verebileceklerdir[2]. Ancak meselenin efkâr-ı âmmede fazlaca gündeme gelmesi ve ters yorumlanması sebebiyle derli toplu olarak burada tekrar edeceğiz.

1. Kanunnâmenin Sıhhat Derecesi Nedir?

Söz konusu ihtilâflı maddenin bulunduğu ve Fâtih tarafından Osmanlı idarî teşkilatını tanzim etmek üzere hazırlanan bu kanunnâmenin sıhhati tartışmalıdır. Sıhhati konusundaki fikirleri, üç gruba ayırmak mümkündür:

Birincisi, değerli hukukçu Ali Himmet Berki tarafından ortaya atılan ve hamiyetli bir şekilde, kardeş katli meselesini kötüye yorumlayanlara kesin cevap verebilmek için müdafaa edilen, bu kanunnamenin tamamının uydurma olduğu görüşüdür. Bu iddia sahipleri gayet iyi niyet sahibidirler ve kardeş katli maddesinin tamamen İslâm hukukuna aykırı olduğu varsayımından hareket ederek, Kanunnâmenin tamamının inkârı yoluna gitmektedirler. Bunların en büyük delili, kendi zamanlarında kanunnâmeye ait tek nüsha olan Viyana Kütüphâne-i Kralîsi No 554 A.F.deki nüshada görülen şüphelerdir. Bunlara göre, bu nüsha uydurmadır ve Osmanlı düşmanı batılılar tarafından uydurulmuştur[3]. Ali Himmet Berki hoca, imanından ve Osmanlıya olan muhabbetinden gelen bir aşk ile, hem sadece bir nüshasının bulunmasını ve hem de kanunnâmenin üslubunu nazara alarak, Kanunnâmenin tamamını reddetmektedir.

Bu iddia, Fâtih'i ve Osmanlı devletini müdafaada yeterli olamayacaktır. Zira, tek nüsha olan kanunnâmenin üçüncü görüşün izahında görüleceği üzere, sonradan üç nüshası daha bulunmuştur. Üslûbuna ve Türkçesine yapılan itirazlar ise, tamamen yersizdir. Zira bu nüshaların hepsi de, Kanunnâmenin aslı ve orijinali değil, sadece ve sadece suretidir. Yani istinsâh edilmiş şeklidir. Kâtibin hatalarını, orijinalini göremediğimiz kanunnâmeye hamletmek doğru değildir. Bu arada muhtevasının tamamen Bizans'tan alındığı şeklindeki itiraz da, hiç bir ilmî değere hâiz değildir. Zira, kardeş katli dışında Kanunnâmenin diğer bütün hükümleri, daha sonraki bütün Osmanlı Teşkilat Kanunnâmelerinde tekrar edilegelmiştir. Ayrıca bu Kanunnâmedeki teşkilât hükümlerinin esasları, tamamen Selçuklu ve Abbasi devletleri vasıtasıyla, İslâm hukukundaki Siyaset-i Şer'iye kitaplarından alınmıştır. Her müessesenin, hangi şer'î hükme dayandığını, mezkûr eserin I. cildinin idare hukuku ile alakalı hükümlerin şer'i tahlilinde izahı yapılmıştır. Bütün bunları biraz sonra tafsilatıyla izah edeceğiz. Ancak şunu ifade edelim ki, Kanunnâmenin elimizde orijinal ve Hizâne-i Âmire'de muhafaza edilen aslı bulunmadığından, hükümlerin izahında ve kelimelerin tanziminde, her zaman kesin konuşmak da doğru değildir. Burada şunu da ifade edelim ki, kanunnâmenin nüshaları arasında 242 nüsha farkının bulunması, sıhhatine engel teşkil etmez. Zira Allah'ın Kitabından başka her kitabın, birden fazla nüshası bulunduğu takdirde, aralarında yüzlerce ve belki binlerce, ancak kelime yahut harf seviyesinde nüsha farkları bulunacağını, tenkidli basım işini bilenler çok iyi takdir edeceklerdir. Kur'ân'dan sonra en sahih kitap olan Buhari'de dahi nüsha farkları bulunması, haşa, onun sıhhatine en küçük bir şüphe irad etmez. Kanaatimize göre, bu görüşün esasını, kardeş katli meselesinin şer'î izahını yapamama teşkil etmektedir. Fakat metni inkâr ederek bir yere varılacağı da şüphelidir. Burada zikretmemiz gereken önemli bir husus da şudur: Bazı şahıslar, konuyla alâkaları olmadığı halde, daha sonraki bütün Osmanlı Kanunnâmelerine esas teşkil eden ve sıhhatinde asla şüphe bulunmayan Fâtih'e ait ikinci Umumi Kanunnâmeyi de sahteler grubuna sokmuş veya ikisini birbirine karıştırmıştır. Osmanlı Kanunnâmeleri I. ciltte 2 numara ile neşrettiğimiz bu kanunnâmeden bazı iktibaslarda bulunarak, şer'î dayanaklarını düşünmeden ve bu kanunnâmenin tazir cezalarını tanzim ettiğini hesaba katmadan, bu maddeyi Fâtih nasıl tanzim eder? diye sual sorma cesaretine bile girmişlerdir. Halbuki o madde, hem II. Bâyezid, hem Yavuz ve hem de Kanunî'ye ait umumi kanunnâmelerin de 1. maddesidir. Konuya daha sonra döneceğiz.

İkincisi, Müsteşrik Konrad Dilger'e ait bulunan ve Kanunnâmenin bir kısmının sonradan yazılıp Fâtih'e izafe edildiği şeklinde özetlenebilecek olan görüştür. Hem bazı üslûb ve ifadelerin Fâtih devrine izafe edilemeyecek şekilde olması ve hem de bazı müesseselerin, henüz Fâtih devrinde bulunmayışı iddiası, bu görüşün en nirengi noktasını teşkil etmektedir[4].

Konuyla alâkalı araştırma yapan Abdülkadir Özcan, Aydın Taneri ve Ahmet Mumcu gibi ilim adamları, bir kısım iddialarına hak vererek ve bir kısım iddialarını da reddederek bu görüşü cevaplandırdıklarından ve bu ilim adamı Kanunnâmenin aslını inkâr etmediğinden, meselenin üzerinde ayrıntılı olarak durmuyoruz[5]. Zaten Konrad'ın inkâr ettiği maddeler arasında, kardeş katli ile alâkalı madde de yoktur.

Üçüncüsü ise, Fâtih'e isnad edilen Kanunâme'nin sıhhatini kabul eden ve metnin inkârı yerine maddedeki meselelerin şer'i tahlilinin yapılmasına taraf olan görüştür. Çoğu araştırmacılar bu kanaattedirler ve bazılarının ileri sürdüğü hilâf-ı hakikat beyanların aksine, konuyla alâkalı çok ciddî bir araştırma yapan değerli tarihçi Abdülkadir Özcan da bunların içindedir. Bu durum hem konuyla alâkalı ilmî makalesinden ve hem de bir günlük gazetede aksi iddiaları yalanlayan beyanlarından anlaşılmaktadır. Bu görüşün gerekçeleri şunlardır:

A) Kanunnâmeyi inkâr etmekle mesele halledilmemektedir. Mühim olan meselenin şer'î izahını yapmaktır. Kanunnamedeki metin, ileride yapılacak şer'î tahlillerden anlaşılacağı üzere, bazı Osmanlı düşmanlarının iddia ettiği gibi, şer'î hükümlere ve hukukun yüce düsturlarına aykırı değildir. Tatbikatla madde metnini karıştırmamak icabeder.

B) Kanunnâmeyi inkâr eden Ali Himmet Berki zamanında Kanunnâmenin tek nüshası biliniyordu. Şimdi ise üç nüshası elimizde mevcuttur:

Birincisi, Viyana Kütüphanesi, No: 554 A.F.'de bulunan ve hem Mehmet Arif Bey tarafından neşir ve istinsah edilen nüshadır. Bu nüshanın istinsah tarihi, 1029/1620'dir.

İkincisi ise, Osmanlı Reisülküttâblarından Bosnalı Koca Müverrih Hüseyin Efendi tarafından Bedâyi'ül-Vakâyi' adlı tarih kitabında derc edilen nüshadır. Müellif bu nüshayı, 1022 yani birinci nüshadan 5 sene önce, Padişaha has divandaki özel ve asıl nüshadan çıkararak istinsah ettiğini bizzat ifade etmektedir. Bizim, Osmanlı Kanunnâmeleri I. Cildde esas aldığımız nüsha da budur.

Üçüncüsü ise, Hezarfen Hüseyin Efendi'nin bazılarının iddia ettiği gibi tarih kitabına değil, Osmanlı Kanunlarını derlediği Telhîs'ül Beyân Fî Kavanin-i Al-i Osman adlı eserine derc ettiği nüshadır. 1083/1672 tarihli nüshanın diğerlerinden farkı, kardeş katli meselesinin burada bulunmayışıdır. İtiraz edenler sadece kardeş katli meselesine değil, bütün kanunnâmeye ettiklerine göre, bu üç nüshanın da aynı zamanda ve aynı şekillerde, kimin tarafından ve nasıl aynı yazılarla uydurulduğunu isbat etmeleri gerekmez mi? Eğer isbat ederlerse, bizim de memnun ve mütehassis olacağımızı şimdiden ifade ediyoruz[6]. Nüshalar arasındaki farkların çokluğunu, sahteliğe delil göstermek ise, çok meşhur kitapların dahi inkâr edilmesi sonucunu doğurur ve tenkidli basımın ne demek olduğunu bilmemenin alameti olarak kabul edilir. Ayrıca yukarda da belirttiğimiz gibi, bu üç nüsha da, kanunnâmenin aslı değillerdir, istinsah edilmiş suretleridirler. Elbetteki bozuk ifadeler ve nüsha farklılıkları bulunacaktır.

C) Kanunname, tamamen olmasa da, kısmen, hülasa olarak yahut tamamına yakın şekilde, diğer Osmanlı tarihlerinde ve kütüphanelerimizdeki kitaplarda da mevcuttur. Bunlardan bazılarını zikretmek faydalı olacaktır:

-Yavuz devrinin büyük tarihçisi İdris-i Bitlisî, Heşt Bihişt adlı tarih kitabında kanunnâmeyi, neredeyse tam olarak geniş bir özetlemeyle vermiş ve Fâtih'e isnad etmiştir. Ayrıca, yine aynı müellifin Kanun-ı Şehinşahî adlı eseri de, Fâtih Kanunnâmesinin bir nevi tekrarı ve genişletilmiş şeklidir[7].

-Gelibolulu Ali Mustafa Efendi ise, Ebül-Feth Kanunu adıyla Kanunnâmeyi Künh'ül-Ahbâr adlı eserinde aynen nakletmesi de bu meselenin mühim delillerindendir[8].

-XVII. yüzyılın sonlarında kaleme alınan Tevki'î Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi ise, bazı teferruat dışında, Fâtih Kanunnamesinin aynen tekrarı mahiyetindedir.

-Bu zikrettiklerimizin dışında, neredeyse her tarihçi, maddelerini nakletmese de, Ebül-Feth kanunundan bahsetmektedir. Biz meseleyi uzatmamak için burada tekrara girişmiyoruz[9].

Bütün bu zikredilenler gösteriyor ki, kaynakları görmeden veya görenlerin araştırmalarını incelemeden, bizim kütüphanelerimizdeki kaynaklarda, bu kanunnâmeden bahsedilmiyor demek, ilmî olmaktan da öte gülünçtür.

Netice olarak, eldeki belgeler, Fâtih'e ait bu kanunnâmenin sıhhati lehindeki görüşleri teyid etmektedir. O halde, kanunnâmenin varlığını inkâr etmek yerine, onun dayandığı şer'î esas ve hükümleri izah etmek, bizlere düşen en büyük vazife olacaktır. Burada muhtevası ile alâkalı düşülen büyük bir hatayı da belirttikten sonra, kardeş katli meselesi üzerinde durmak istiyorum.

Fâtih Kanunnâmesinin muhtevasını, Bizans müesseselerinin gerçek bir restorasyonu olarak değerlendirmek büyük bir hatadır. Biz, kanunnâmedeki her müessesenin, ya Siyaset-i Şer'iye kitaplarındaki şer'î hükümlere dayanan Abbasi Devleti başta olmak üzere müslüman devletlerden veyahut İslâm'a muhalif olmamak şartıyla eski Türk devlet geleneklerinden etkilendiğini, mukaddimede uzun uzadıya izah ettik. Bu sebeple ayrıntıya tekrar girmiyoruz[10]. Ancak şu soruları sormak istiyoruz:Abbasilerdeki Divan'üs-Saltanat ve Divan-ı Mezâlim'in daha da geliştirilmiş şekli olan Divan-ı Hümayun mu Bizans'tan alınmıştır? Yoksa tamamen İslâmî bir gelenek olan elkâb bölümü veya kadıların dereceleri mi Bizans'tan alınmıştır? Bütün bunlar, kuru iddialardır. Osmanlı devlet teşkilatının temelinde, Abbasi Devleti gibi sadece müslüman Selçuklu Devleti gibi hem Türk ve hem de müslüman olan devletlerin devlet anlayışı ve siyaset-i şer'iye kitaplarının izi vardır. Şimdi asıl mesele olan kardeş katli üzerinde duralım:

2- Kardeş Katli Meselesinin Şer’î Dayanağı Var mıdır?

Bu sorunun cevabı, ilgili maddenin de izahı demektir. Önce İslâm hukukundaki suç ve cezaları görelim: Bilindiği gibi İslâm hukukunda, üç çeşit suç ve ceza vardır:

a) Had suç ve cezalarıdır. Hırsızlık (hadd-i şirb), yol kesmek (kat’-ı tarik), zina (hadd-i zina), dinden dönmek (irtidâd) ve devlete isyan (bağy) suçlarından ibaret olan bu suçların, unsurları teşekkül ettiği takdirde, tatbik edilecek cezaları, Allah ve Resûlü tarafından tesbit edilmiştir. Bunlarda mühim olan, unsurların teşekkülüdür. Unsurlardan birisi eksik olursa had cezası tatbik edilmez; ancak ulul-emr tarafından tesbit edilecek tazir cezaları uygulanır. Meselâ, dört şahidle zina yaptığı isbat edilemeyen suçluya, zina haddi tatbik edilmeyecektir. Ancak üç şahitle zina yaptığı isbat edilen suçlu, bütün bütün cezasız da bırakılmayacaktır. İşte unsurları teşekkül etmeyen bu suçlara tatbik edilecek cezalara tazir cezaları denir ve ulul-emr tarafından tesbit edilir.

b) Şahsa karşı işlenen cinâyet suçlarıdır ki, cezaları kısas veya diyettir. Bunların da çoğu cezaları, Allah ve Resûlü tarafından tesbit edilmiştir.

c) Tazir suç ve cezalarıdır ki, biraz önce zikredilen had veya cinayet gruplarına girmeyen (esrar içmek gibi) yahut girdiği halde o cezaların tatbiki için gerekli unsurlara sahip olmayan (üç şahitle isbat edilen zina suçu gibi) suç ve cezalardır. İşte bu bölümde ulul-emrin tesbit ettiği veya kadı tarafından takdir edilen cezalar tatbik edilecektir[11]. Bu kısa mukaddimeden sonra, kardeş katli ve bunu emreden kanun maddesinin tahlilini, önce nazarî plânda ele alalım, sonra da tatbikattaki örneklerin hangi gruba girdiğini beraber mütalaa edelim. Bu mütalaamızdan önce şunu da gözü önüne alalım: Her hukuk sisteminde, Osmanlı Hukukunda nizam-ı âlem yani âlemin nizamı, günümüzdeki ifadesiyle kamu düzeni ve kamu yararı için vaz'edilen idam cezaları vardır. Biraz sonra açıklayacağımız vechile, Türk Ceza kanunun 125 ile 163. maddeleri arasındaki bütün hükümleri, devlete yani âlemin nizamına karşı işlenen suçları tanzim etmekte ve daha birinci maddesinde devletin toprağı ve bağımsızlığını dağıtmaya ve bölmeye ma'tuf bütün hareketleri, idam cezası ile cezalandırmaktadır. Dünyadaki bütün ceza hukuku sistemlerinde de, devlete isyan suçları, benzeri hükümlerle önlenmeye çalışılmıştır. Şimdi bu tür hükümlerin, İslâm hukukunda nasıl yer aldığını ve bu hükümlerin Fâtih'in kanunnâmesindeki hükümle nasıl bağdaştırılabildiğini açıklamaya çalışalım.

A) Bağy Suçunun Tatbiki Sonucu Kardeşlerin Katledilme Meselesi

Kardeş katli meselesinin birinci şer'î dayanağı, her hukuk nizamında bulunan devlete isyan suçudur. Biraz önce açıkladığımız gibi, devlete isyan suçu, İslâm hukukunda, had suç ve cezaları arasında yer alan bağy adı altında düzenlenmiş ve unsurları tahakkuk ettiği takdirde idam cezası ile cezalandırılmıştır. Bağy suçunun unsurları, devlete (imama, sultana) karşı ayaklanmak, kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirmeyi amaçlamak (muğalebe) ve açık bir isyan kasdı içinde bulunmaktır. Bağy suçunun cezaları, unsurlarının tahakkukuna göre değişir: Sultandan farklı düşündüğü halde bir isyan grubu teşkil etmeyen ve bir yerde toplanarak baş kaldırmayanlara dokunulmamalıdır. Propaganda yaparlarsa ikaz edilirler, ileri giderlerse tazir cezaları ile cezalandırılırlar. Devlete isyan ettikleri an, savaşla yola getirilirler ve cezaları idamdır. Yalnız bunlar müslüman oldukları için, çoluk-çocukları esir edilmez ve malları ganimet sayılmaz. Bunlara verilen ölüm cezası bir had cezasıdır ve hikmeti de devleti yani nizam-ı âlemi korumaktır[12].

İşte Osmanlı hukukçuları, padişahın meşru emirlerine yapılan her çeşit itaatsizliği, umumi rahatı ve nizam-ı âlemi ihlal edecek olan her türlü isyanı ve memlekette anarşi çıkarma hareketlerini (fesâd bis-sa'y), bağy suçu kabul etmiş ve buna sebep olanları da bâği olarak vasıflandırmışlardır. Bu isyan suçunun cezasının da idam cezası olduğunu, fetvalarında açıklamışlardır. İsyan eden Padişahın kardeşi de olsa, şer'î hüküm değişmeyecektir. Meselâ Yavuz Sultan Selim'in, birisi Şi'îlerle ve bir diğeri de eşkiya ile ittifak ederek Devlete isyan eden ve bağy suçunda aranan şartlara uygun bir şekilde bu suçu işleyen kardeşlerine karşı olan tutumu, tamamen şer'îdir. Fâtih'in kanun maddesindeki kardeş katlinin birinci grubunu, bu tip hâdiseler teşkil etmektedir. Ancak nazariyat bu olmakla beraber ve söz konusu madde bu şekilde tefsir edilebilmekle birlikte, tatbikat, her zaman nazariyatı takip etmemiş, kanuna rağmen, şartlar teşekkül etmeden idamlar verilmiştir. Beşikteki bir bebeğin öldürülmesini, elbetteki müdafaa etmek yahut buna uyuyor demek de mümkün değildir. Ancak Fâtih, kanunnâmesinde böyle bir durumu da emretmemektedir.

Osmanlı tarihindeki kardeş katilleri ve idamların yarıya yakının, bir had cezası olan bağy suçuna sokulduğunu verilen fetvalardan anlıyoruz. Ancak şunu da hatırlatmak istiyoruz ki, bazen bağy denilen had suçunun şartları teşekkül etmediği halde, araya giren jurnalcilerin ve yalancı şahitlerin beyanıyla, Şeyhülislâmlardan bağy suçu imiş gibi fetva alındığı da görülmüştür. Kanunî'nin oğlu Şehzade Mustafa hakkındaki fetvalar buna misal teşkil etmektedir[13]. Bu konuda Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunan şu belgenin izahları enteresandır:

“Buğat yani asiler ise, Mülteka ve benzeri fıkıh kitaplarına göre, mevcut hükümete ve Padişaha karşı müslümanlardan bir veya bir kaç kişi isyan etmeleri ve hükümetin emirlerine itaat etmemelerinden ibarettir. Müslümanlar, bağy ve isyanda ısrar ederlerse, idam olunurlar. Ancak fitneyi teskin için idamdan hafif cezalar yeterli ise, bunlar tatbik olunmalıdır. Şurası dikkat çekicidir ki, Mülteka'yı şerheden âlimler, bağilerin cinayetleri hakkında, çok geniş mânâlar vermişlerdir. Meselâ Padişah'ın meşru emirlerine karşı her nevi itaatsizliği ve umumi rahatı (nizam-ı âlemi) ihlal edecek her çeşit kıyam, hareket, fitne, fesad, insanları katl, malları gasp ve devlet işlerini engelleme gibi halleri, bağy saymışlardır”[14].

Şimdi içinde Ebussuûd'un da bulunduğu büyük âlimlerin bu konuda verdikleri fetvalara geçelim ve orijinalleri ile birlikte zikredelim:

“Sultan Bayezid nâm şehzâde hakkında verilen mevâlî'nin fetvaları suretidir:

MES'ELE: Bir Sultân-ı âdilin ebnâsından biri tââtinden hurûc edüb ba'zı kılâ'a müstevlî olub ve ba'zı bilâdın ehline mal salub cebrle alub ve asker cem'edüb gayrı tarikle ref' mümkün olmayub kıtâla mübaşeret eyleseler ve sınub cem'iyetleri dağılıncaya değin katilleri şer'ân helâl olur mu?

EL-CEVÂB: Helâldır. Nass-ı Kur'ân-ı Azîm ile sâbit olmuştur. Hükm-i şer'îdir ve icmâ-ı sahâbe-i kirâm dahi bunun üzerinedir. Kıtâla kâdir olanlar kıtâl ile, âciz olanlar kelâm-ı hak ile ve hayır dua ile def-i fitne ve fesâda sa'y etmek vâcibdir.

MES'ELE: Bir tâife sultân-ı âdil tâatinden hurûc edüb ba'zı kıla'a müstevlî olub asker cem 'edüb ve ba'zı bilâd ehline mal salub cebr ile alub kıtâla mübâşeret eyleseler, anlara ihtiyârları ile mal verüb muâvenet edenler veya bunlara kılıç çekmek helâl değildir diyenler dahi anlar hükmünde olub kıtâlleri lâzımdır ve kam-ı ehl-i bağy ü fesâd emr-i vâcib ve mühim olub anların katli helâldir. Ve kâdir olanlara tekâsül ve ihmâl vebâldir. Eğer mübteği ve müctemi ‘olanlar müteferrik olub fesâddan mürtedi’ olmazlar ise ve onlardan bu hal ile katlolanlar azâb-ı elîm ve ikâb-ı azîme müstahak olurlar ve onlar ile kıtâl eden müslümanların kâtili gâzi ve maktûlü şehîd olub yevm-i cezâda adâlet-i Kübrâ ve mesubât-ı azîme ihraz ederler.

“Tarih-i mezkûrda Anadolu Kazaskeri olan Muhammed bin Abdülvehhâb eş-şehîr bi’bni’l-Kerîm’indir.”

CEVÂB-I DİĞER: Ehl-i bağyin kıtâlı şer'an sahihdir. Nass-ı şerr ile sâbittir. Hilâfına kavl yokdur ve muâvenet edenler müfsidlerdir; cezaları hapis ve katldir.

"Sabıkan Rumeli Kazaskerliğinden munfasıl Abdurrahman Çelebi'nindir.”

CEVÂB-I DİĞER: Ehl-i bağyın katli helâl olduğu Kur'ân-ı Kerîm ve Furkân-ı Azîm ve icmâ-ı ashâb ile sâbittir ve âmme-i kütüb–i fetvâda mestûrdur. El-iyâzu billâh bunları inkâr küfürdür. Ve bilcümle âmme-i müslimîn üzerine farz ve vâcibdir. Fitne ve fesâdın def'ine her ne tarik ile mümkün ise, muâvenet ve muzâheretden taksîr etmeyeler. Ve ehl-i adl cânibinden maktûl olanlar şehîdlerdir. Mahşerde zümre-i şühedâ ile haşrolunur. Ehl-i bağy tarafından maktûl olanlar gaslolunmaz ve namazları kılınmaz ve katilleri şer'ân helâl olur mu?

EL-CEVÂB: Mal ile ve kavlile ve fi'l ile muâvenet edenler, onların cemiyetlerinde bile olmıyacak darb-ı şedidden sonra tevbeleri ve salâhları zâhir oluncaya değin habs olunmak vâcib olur. Amma anlara kılıç çekmek helâl değildir, diyenler, nass-ı kâtı'ı inkâr edüb ashâb-ı icmâ-i izâma muhâlefet etmek ile kâfir olub katilleri helâl olur. Ve anlara kılıç çekmek hemân helâl olmak mertebesinde değildir, belki kâdir olanlar kıtâlleri vâcibdir.

“Müftî-i izâm sadrül-ahali Ebüssuud’ül-enâm Hazretlerinin cevâb-ı sahihdir”.

MES'ELE: Mezbûreye cevâb-ı âherdir.

EL-CEVÂB: Padişah-ı âlem-penâh-sellemehullahu te'âlâ fid-dâreyn-Hazretlerine âsî olub emrinden tecâvüz eden tâifenin ki, sûret-i fetvâda zikrolunmuşdur, anların demleri helâldir deyü tâifeden maktûl olanlar yunmaz ve namazları kılınmaz. Hakk Te'âlâ aktında azîm ikâba ve azâba müstahaklardır. Ve devletlû saâdetlû padişaha muâvenet edenlerden maktûl olanlar şehidlerdir. Vallâhu a'lem.

“Tarih-i mezkûrda Rumeli Kazaskeri olan Hamid Efendi'nindir”.

CEVÂB-I DİĞER: Padişah-ı âlem-penah-azze evliyâuhû ve zelle a'dâ'uhû-emrinden tecâvüz ve hurûc eden taifenin su-i sanî'leri varak-ı menşûrda meşrûh ve mestûrdur. Ehl-i bağy oldukları zâhir olub ref'i enâma lâzib ve yevm-i cezâda ehl-i nar ile haşrolunur.

“Sabıkan Anadolu kazaskerliğinden ma'zûl Ahi Çelebi'nindir”.

CEVÂB-I DİĞER: Bu iki sûret-i istiftâda ketbolunan cevablar sahihdir ve Kütüb-i mu'teberede mansûs ve mestûrdur. Vallâhu te'âlâ a'lem.

“Sâbıkan Rumeli Kazaskeri Mustafa Çelebi eş-şehir bi Bostan Efendi'nindir”.

CEVÂB-I DİĞER: İşbu meselelerin cevablarında zikrolunan fetvâlar cümleten sahihdir ve kâffesi kavl-i sahihdir. Kur'ân-ı Azîm'de Sûre-i Hucurât'da mufassaldır. Dahi nice yerlerde vârid olmuşdur ve mücme'unaleyhdir.

“Sabıkan Anadolu Kazaskerliğinden ma'zûl Sinan Efendi'nindir”.

CEVÂB-I DİĞER: Bu iki sûret-i istiftâda ketbolunan cevâblar sahihdir ve kütüb-i mu'teberede mansûs ve mestûrdur.

“İstanbul Kadısı Mevlâna Mustafa Eş-şehir bi İbn-i Mimar'ındır”.

CEVÂB-I DİĞER: Bu sûretlerden bizim de kavlimiz bu kavle muvâfıkdır ve cümle dedikleri vefk-ı şer'-i şerif üzerinedir.

“Haleb Kazâsından ma'zûl Ahmet Efendi'nindir”
CEVÂB-I DİĞER:Sultân-ı âdilin üzerine hurûc edüb bağî olan tâifenin katli ve kıtâli helâl idüği Kütüb-i mu'teberede musarrah. Hakk Celle ve Alâ'nın Kur'ân-ı Azîminde:“Eğer inanlardan iki gurup vuruşurlarsa onların arasını düzeltin; şayet biri ötekine saldırırsa Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah’ın buyruğuna) dönerse artık adaletle onların arasına düzeltin ve ( her hususta ) adil olun. Allah, adalet (le hareket) edenleri sever. (Hucurat / 6) ”deyu buyurduğu bu husûsa delil-i kâfidir. Ve Hz. Ali kerremellâhu vechehû-icmâ-ı ashâb-ı kiram-rıdvâxxxxâhi aleyhim ecma'în-ile tâife-i havâric ile kıtâl eyledükleri dahi bu emre vâzıh hüccettir.

“Mısır Kâdısı Mevlâna Bâki Efendi'nindir”.

CEVÂB-I DİĞER: Hurûc alel-imam'il-hak bağy idüği muhakkakdır. Harbe kâdir olan enâma zümre-i buğat üzerine imama nusret vâcib ve cem'iyyetlerin tefrik edinceye değin fırka-i özümreyi ahz ve katl lâzib ve lâzımdır.

“Mekke Kadısı El-Cemâl Efendi'nindir”.

CEVÂB-I DİĞER: Padişah-ı âlem-penâh Hazretlerine-E'azellâhu ensârahû-bâğî olub emr-i şeriflerinden tecâvüz eden tâifenin katl olunması mütûnda ve şurûhda ve fetvâda mestûr ve nass-ı Kur'ân-ı Azim bunun üzerinedir.

“Hâmid Efendi bin Muhammed'indir”.

CEVÂB-I DİĞER: Bu iki sûret-i istiftâya mektûb olan cevâb ayn-ı sıdk ve mahz-ı savâbdır. Kütüb-i mu'teberede mestûrdur. Hidâye'de ve şürûhunda meşrûh ve mezkûrdur.

(Revşen-zâr'ındır.)

CEVÂB-I DİĞER: Bu sûret-i istiftâya buyurulan cevabların cemî'isi şer-i mutahhara ve nâmûs-ı münevvere muvâfık ve mutâbıkdır. Vallâhu a'lem.

(Bağdad Müftüsü Yahya).”

Netice olarak bağy suçunu işleyen Padişahın kardeşi de olsa, eğer unsurları tahakkuk etmişse, gereken cezayı vermek, elbetteki şer'îdir. Ancak İslâm hukukunun hükümlerine aykırı olarak, şunun-bunun tahrikiyle unsurları tam teşekkül etmeden insanları dünyevî saltanat uğruna idam etmek, elbetteki şer'î değildir. Aksini kim iddia edebilir ki?

Osmanlı Devletinde devlete isyân suçunun cezası olarak ortaya çıkan öldürme vak’alarından bazıları şunlardır:

I. Murad’ın oğlu Savcı Bey.

II. I. Murad’ın kardeşleri Halil Ve İbrahim.

III. II. Murad’ın kardeşi Mustafa.

IV. II. Murad’ın amcası Düzme Mustafa.

V. Yavuz Sultân Selim’in kardeşleri Korkut ve Ahmed.

VI. Kanunî Sultân Süleyman’ın oğlu Bâyezid ve bunun beş oğlu[15].

ıÜüB) Siyâseten Katl Sonucu Kardeşlerin Katli Meselesi

Bu konunun girişinde açıkladığımız gibi, bağy suçunun unsurları tahakkuk etmediği takdirde, saltanat aleyhinde olanları, bâği olarak kabul edip idam ettirmek mümkün değildir. Yani had cezası olarak idam cezası tatbik edilmez. Ancak unsurları tam teşekkül etmese de, kamu düzenini (maslahat-ı âmme ve nizam-ı âlem) bozan bazı hareket ve fiiller, ulûl-emr tarafından tazir yoluyla ve idam cezasıyla cezalandırılamaz mı? Hanefi ve Hanbelî hukukçularının çoğunluğu, maslahat-ı âmme ve nizâm-ı âlem gerektirdiği takdirde, tazir yoluyla idam cezasının verilebileceğini kabul etmişlerdir ki, buna siyâseten katl denmektedir. Meselâ, livata suçu, Hanefi hukukçulara göre, had cezasını gerektiren bir zina suçu değildir. Ancak bu, hiç suç değildir anlamına alınmamalıdır. Bu suçun cezası, ulûl-emr tarafından tesbit edilir. Böylesine bir çirkef işi âdet haline getiren insanın, genel ahlâk, âdâb ve kamu düzeni icabı ta'zir yoluyla idam edilebileceğini İslâm hukukçuları kabul etmişlerdir. Aynı şekilde fiilen isyan etmese bile isyana hazırlandığı her halinden belli olan bir insanın, âmme maslahatı ve âlemin nizamı düşünülerek, tazir yoluyla idam edilebileceğini, Hanefi hukukçuların çoğunluğu kabul etmektedir[16]. İşte Fâtih Sultan Mehmed'in ”ekseri ulema tecvîz etmişlerdir” diyerek ifade ettiği durum budur. Ancak bunun için de, fesadın tahakkuku hususunda kesin delillerin bulunması icabeder. Eğer bir fâsık, fıkıh kitaplarında aranan fesadın kuvvetle muhtemel olması yani nizam-ı âlem şartına uymadan, sırf keyfî ve menfaati için böyle bir yola baş vuruyorsa, bu, kanunun ve fıkıhçıların vaz'ettiği siyâseten katl prensibinin hatası değil, belki şer'i bir hükmün suiistimalidir ve işlenen bir günahdır. Osmanlı Hukukunda nizâm-ı âlem, fesada sa'y edenleri men' ve maslahat-i âmme tabirleriyle ifade edilen durum, bugün devletin birlik ve beraberliği olarak ifade olunmakta ve bunun aleyhinde harekette bulunanlar, idam cezası ile mahkûm edilmektedir (TCK., md. 125 vd.). Şimdi bu hüküm, Türk Ceza kanununda bulununca adalet oluyor da, Osmanlı Kanunnamelerinde bulununca, Padişahın keyfî adam öldürmesi mi oluyor? Böyle bir iddia çifte standartlılık olur. Ancak bugün aynı madde suiistimal edilerek bazen masumların canları yakıldığı gibi, Osmanlı tarihi boyunca da, fıkıh kitaplarında aranan şartlar gerçekleşmeden infaz edilen idam kararları maalesef olmuştur. Bu suiistimal, elbetteki kötüdür ve yapanlar da manen mes'uldürler. Fâtih'in Kanunnamesindeki hüküm ise, fıkıh kitaplarındaki ifadelere uygundur.

Üzülerek ifade edeyim ki, konuyla alakalı fıkhî malumatı, Dede Efendi'nin Siyasetname'sinden naklettiğimizden, bazı safdillerin, bu görüşün Dede Efendi'ye ait olduğu ve onun da böyle bir fetvaya yetkili olmadığı, olsa bile onun fetvasının ne değer ifade edeceği şeklindeki yorumlarına şahit olduk ve üzüldük. Halbuki Dede Efendi, o meselede sadece fukahanın görüşlerini nakletmektedir. Bu sebeple konuyu biraz daha derinlemesine tahkik etmek ve uygulama örneklerinden bazılarını takdim etmek istiyoruz.

Önce Hanefi fıkıhçılarının son zamandaki en meşhurlarından olan İbn-i Abidin'in izahlarını özetleyerek zikredelim.

“Ta'zir Yoluyla Katl” başlığı altında bakınız ne güzel bir özetleme yapıyor:

“Ta'zir, katl ile de olabilir. İbn-i Teymiyye'nin Es-Sârim'ül-Meslûl adlı eserinde gördüm ki, diyor: Hanefi hukukçularına göre, livata, âlet-i câriha dışında adam öldürme ve benzeri suçlar tekerrür ettiğinde, imâm yani ulul-emr suçluyu katledebilir. Âmme maslahatı gerektirdiği takdirde, ta’zir yoluyla idam cezası verme esasını, Hz. Peygamber ve ashabının tatbikatına hamleden Hanefî hukukçular, bu uygulamaya siyâseten katl demektedirler... Soyguncular, yol kesenler, dükkân soyanlar, cemiyetin nizamını bozarak fesad çıkaranlar, zâlimler ve fesad çıkaranlara yardımcı olanlar, kısaca idam edilmesinde âmme maslahatı bulunanlar için de aynı hükümler geçerlidir”[17]. Delilsiz ve mesnedsiz bazı iddiaların aksine, bütün bu cezalar, ancak mahkeme kararı ve yargılamadan sonra mümkün olduğunu da, hem bütün fıkıh kitapları ve hem de Osmanlı kanunnameleri kaydetmektedirler[18].

İbn-i Abidin'in şu fetvası da bu meseleyi gayet açık bir şekilde vuzuha kavuşturmaktadır:

“Soruldu: Fesad çıkaran, jurnalcilik yapan, yeryüzünde fesad için koşuşturan, insanlar arasında şer ve fitne uyandıran, bâtıl yollarla insanların mallarını zabtetmeye gayret eden insanların canlarına kıyan ve hülasa eliyle ve diliyle müslümanları her zaman rahatsız edip de bu huyundan da idam dışında hiç bir ceza ile vazgeçmeyen bir adamın hükmü nedir?

Cevap: Böyle olduğu kesin ise ve yalan söylemeleri mümkün olmayacak kadar çok müslüman da bunu tasdik ediyorsa, katledilir ve şerrini Allah'ın kullarından def' ettiği için vesile olana sevap ve mükâfât verilir”[19].

İşte bu ve benzeri fıkıh kitaplarındaki şer'î hükümleri nakleden ve kaynaklarını da teker teker gösteren Dede Efendi'nin Siyâsetnâme tercümesinden bazı parçalar şöyledir:

“Nizâm-ı memleketin bozulmasına sebep olan, fitne ve fesada teşvik edenler, bu şenî’, fiilleri bizzat işlemedikleri vakitlerde dahi, katledilebileceklerine fetva verilmiştir.

Ayrıca ulul-emre tanınan bu siyâset hakkının tatbiki için bil-fiil fesadın tahakkuku ve sebeb-i âdî olan şahsın fil-hakika şerîr ve müttehem olması da şart değildir. Zira vukuundan evvel def'-i fesâd, vukuundan sonra ref'inden daha kolay olduğu müsellemdir. Bir bid'atçının bid'atının yayılacağından korkan dindar Padişahın kulları ondan korumak ve nizam-ı âlem için, o mübtedi'i katl ve idam etmesi câizdir”[20].

“Nizâm-ı âlem için şer ve fesadını def'etmek üzere, ehl-i fesadı darb, te'dîb, nefy, tağrîb, hapis ve hatta katl ve idam tarzında ta'zir yoluyla cezalandırmak meşru ise de, tek kişinin veya yalancıların jurnali ile bu yola girmek câiz değildir. Fesâda gayret ettiği ve sebep olduğu şer'an sâbit olmalıdır. Osmanlı Şeyhülislâmlarının fetvalarından anlaşılan da budur”[21].

Dede Efendi’nin çok zayıf fetvâları da esas alarak, kardeş katlinin sınırlarını genişlettiğinni biz de farkındayız. Zaten bazı kardeş katli olaylarının şartları gerçekleşmeden yapıldığı biz de kabul ediyoruz. Ancak meselenin hukukî yönünü ortaya koymak için bunları da nakletmek durumundayız.

Şimdi de aynı mes’eleyi fıkıh kitaplarındaki şartlara göre tanzim eden, Osmanlı şeyhülislâmlarına ait bazı fetvaları orijinalleri ile zikredelim:

1. “Minh'ül-ısmetü vet-tevfik

Bu mes'ele beyânında Eimme-i Hanefiyeden cevâb ne vechiledir ki;

Zeyd'in âdet-i müstemirresi sâ'î bil-fesâd olduğu şer'an sâbit olub ve ibâdullaha mazarratı icabeder mevâdd-ı münkerâtın dahi kendüden sudûrı tevâtüren isbât olundukda,Zeyd-i müfsid-i merkûmun vech-i arzdan izâlesiyçün katli meşrû' mudur? Beyân buyurula.

El-Cevâb: Meşrû'dur; emr-i veliyyül-emr munzam ise.

Harrereh'ul-Fakîr Hacı Muhammed El-Müfti Bi Harpud-Ufiye Anhu.

Kaynak teşkil eden ibarelerin tercümesi:

“Kim bunu âdet haline getirirse, idam edilir. Zira o yeryüzünde fesad için sa'y etmektedir. Katl ile şerri def' edilir. Dürer ve Gurer”

“Gayr-i meşru işlerin katl ve idam cezası ile def'ine, imam (sultan) ve hulefâsı daha evlâdır. Zira onlar siyâseti daha iyi bilirler. Vecîhüddin'in Meşârık'ul-Envâr şerhinden”[22].

2. “Bu mes'ele beyânında Eimme-i Hanefiyeden cevâb ne vechiledir ki;

Zeyd-i vâlinin mühîn-i devlet ve bî gayr-i hak nice kimesnelerin mallarını ahz edüb zulüm âdet-i müstemirresi olub sâ'i bil-fesad olsa, Zeyd'e ne lâzım olur? Beyân buyurula.

El-Cevab: Vallahu A'lem. Emr-i veliyyül-emr ile katl olunur.

Ketebehu'l-Fakir Abdurrahim-Ufiye Anh-”[23].

3. “Bu mes'ele beyânında Eimme-i Hanefiyeden cevâb ne vechiledir ki;

Huddâm-ı Saray-ı Hümâyûndan Zeyd, âlet-i câriha ile Amr'i amden derûn-ı Saray-ı Hümâyûnda bi gayr-ı hak cerh ve katl eylese, Sultân-ı enâm-nasarahullâh'ül-Melik'ül-Allâm-Hazretleri Amr'in âhar diyârdan veresesi gelüb hâzır olunca tevakkuf olunduğu takdirce, câiz ki, Zeyd halas olmağla min ba'd sâir huddâm-ı Saray-ı Hümâyun bu makûle fesada ictirâdan tehâşî etmemeleriyle nizâm-ı dâire-i Devlet-i Aliyye'ye halel tatarruk edüb bu takdirce sâir tabiatlarında fesâd merkûz olan yaramazlar ızhâr-ı fesâda tecâsür üzere olmalarıyla emn mürtefi' olub nizâm-ı âlem muhtel ve ibâdullah mutazarrır olur deyu Amr'ın veresesi zuhûruna tevakkuf buyurmayub sıyâneten lil-ibâd kâtil-i mezbûrı katl etmeği re'y buyurub vech-i meşrûh üzere siyâseten katl etmeleri meşrû' mudur? Beyân buyurula.

El-Cevâb: Vallahu A'lem Meşrû'dur.

Ketebehu Abdullah el-Fakir-Ufiye Anh-”[24].

4. Şartları yerine gelmeyen bir olayın reddi için de şu fetvayı zikredebiliriz:

“Bu mes'ele beyânında Eimme-i Hanefiyeden cevâb ne vechiledir ki;

Bilâd-ı İslâmiyeden bir belde ahalisinden birkaç bile kimesnelerin nefy ve iclâlarıyçün taraf-ı saltanat-ı aliyyeden fermân-ı âli sâdır ve mübâşir ta'yin olunub mübâşir vardıkda ba'zı müfsid kimesneler bile ahalisinden kırk elli nefer kimesnelerin katline ferman gelmiş deyu halka işâ'at ve ismâ' etmeleriyle ahali bile havfe düşüb vâli-i vilâyet üzerine tecemmu' ve nefiylerine ferman olunan kimesneleri mübâşir elinden alub ferman-ı âlîye adem-i itaat gösterdiklerinden içlerinden bazıları nush ve pend etmekle yine menfîleri mübâşire teslim edüb ferman-ı âlî icra olunsa, mezbûrlar bu mertebe ile sâ'i bil-fesâd olub şer'an katilleri lâzım olur mu? Beyân buyurula.

El-Cevab: Vallahu A'lem olmaz. Mezburlar bi gayr vech tecemmu' ve taraf-ı saltanattan memur olan mübâşir elinden adam alub vâlilerine ve ferman-ı âlîye itaat etmedükleri içün eşedd-i ta'zir ile ta'zir ve salâhları zâhir olunca habs ve içlerinde muzırr'un-nâs olanlar re'y-i veliyyül-emr ile tağrib ve nefy ve iclâ olunmağla iktifâ olunur. Sâ'î bil-fesadın zu'afaya zulm etmek adet-i müstemirresi olub ve mevâdd-ı zulmu ve sa'y bil-fesadı şer'an sâbit olmağa muhtâcdır.

Ketebeh'ul-Fakir Abdullah-Ufiye Anh-”[25].

5. “Bu mes'ele beyânında Eimme-i Hanefiyeden cevâb ne vechiledir ki;

Bilâd-ı İslâmiyyeden serhad olan bir belde sükkânından (?) olub hilâf-ı emr-i Padişah ve muhill-i nizâm-ı âlem hareket ettiğinden gayrı ikâz-ı fitne ve fesâd-ı azîme müeddî emre sülûk edüb sâ'î bil-fesâd olan Zeyd-i şakînin şerrini ibâdullah üzerinden def' içün emr-i velliyy'ül-emr ile katl olunmak meşrû mudur? Beyân buyurula.

El-Cevâb: Vallahu A'lem meşrû'dur.

Ketebehu'l-Fakîr Es-Seyyid Asım El-Müftî Bi Babadağı-Ufiye Anh-”[26].


ıÜüBunlara benzer arşivlerimizde yüzler fetva vardır. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, siyâseten katlin de belli şartları ve şer'î hükümleri mevcuttur. Bütün yazılanlara ve nakledilenlere rağmen, Osmanlı tatbikatının hep şer'î hükümlere uygun cereyan ettiğini söylemek safdillik olur. Ne acıdır ki, bir çok idam hadiselerinde bu esaslara ri'âyet edilmemiş ve jurnalcilerin tahriki ile nice zulümlere sebep olunmuştur. Ancak ister Padişahların kardeşlerini, isterse de sadrazamlarını katletmede, keyfe mâyeşâ hareket edemediklerini; Osmanlı Devleti’nde mahkemeden ilâm ve Şeyhülislâmdan fetvâ alınmadan idam cezasının uygulanmadığını, arşivlerden öğreniyoruz.

Bunu ifade etmek üzere Bediüzzaman’ın şu tesbitlerini anlamamak mümkün değildir:

“Hâkimiyetin en esaslı hâssası istiklâldir, infirâddır. Hatta hâkimiyetin zayıf bir gölgesi, âciz insanlarda dahi istiklâliyetini muhâfaza etmek için, gayrın müdâhelesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok Padişahlar, bu redd-I müdâhele haysiyetiyle ma’sum evlâtlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler. Demek, hakiki hâkimiyetin en esaslı hâssası ve infikâk kabul etmez bir lâzımı ve dâimî bir muktezâsı, istiklâldir, infirâddır, gayrın müdâhelesini reddir.”[27].

C) Devlet Siyaseti Açısından Mes’elenin Hulasası

Konuyu tarih ilmi ve devlet siyâseti açısından değerlendiren bir araştırmacının görüşlerini özetleyerek verip bitirelim: Osmanlı Devleti'ni tehdid eden en büyük tehlike, yabancılara sığınan şehzâde veya diğer hânedan mensuplarının, tahtın mirasçısı olduklarını iddia etmeleri ve başta Bizans ve İran olmak üzere, düşman ülkelerin de bu fırsattan yararlanmak arzusudur. Osmanlı sultanları ve bilhassa Hz. Peygamber'in senâsına mazhar olan Fâtih, ülkenin parçalanıp, bunun kimlere yarayacağının ve i'lây-ı kelimetullâh hizmetinin nasıl sekteye uğrayacağının çok iyi farkında idiler. İşte onlar, böyle bir duruma fırsat vermemek için, şeyhülislâmdan aldıkları fetvalarla, kardeşlerini bile feda etmişlerdir. Bazan şer'î esasın tatbikinde, araya giren jurnalcilerin te'siriyle hata etmiş olabilirler. Ancak kendilerini, İslâm dinini dünyanın her tarafına yaymayı gaye edinen, ilây-ı kelimetullâhın en büyük temsilcisi kabul etmişlerdir. Fâtih'in Anadolu birliğini sağlamak gayesiyle Uzun Hasan üzerine giderken, “vâlidem” diye hitâb ettiği bu Akkoyunlu hükümdarının anası Sâra Hatun'a verdiği cevap çok manidardır. Trabzon üzerine giderken yollarda her türlü zahmete göğüs geren ve bazan atından inip yaya yürümek zorunda kalan Fâtih'e Sâra Hatun'un “Oğul, ufacık Trabzon için tatlı canına bu kadar eziyet değer mi?” şeklindeki sözünü, İstanbul Fâtih'i: “Valide, Seyf-i İslâm bizim elimizde, cihâd sevâbına nâil olub, Allah'ın rızâsını tahsilden başka gayemiz yoktur.” şeklinde cevablandırmıştır. “Bu hânedânın maksad-ı a'lâsı, ilây-ı kelimetullâh'dır” ifâdesi de Fâtih'e aittir. Netice olarak, kardeş katli meselesini, keyfî iradeyi hâkim kılmak şeklinde değil, nizâm-ı âlemi devam ettirmek için şer'î hükümlerin tatbiki tarzında değerlendirmek icabeder[28]. Vatana ihânet suçunun her hukuk nizamında idamla cezalandırıldığını da unutmamak gerekir.

Netice olarak, “siyâseten katl”i, mahkeme kararı olmadan ve yargılama yapılmadan sırf saltanat ve dünyevi menfaat uğruna Padişahın adam öldürmesi olarak anlayanlar, bu manayı nerden çıkardıklarını isbat etmek zorundadırlar. Zira nizâm-ı âlem içün siyâseten katlin, uygulamada suiistimal yapılsa bile, vatanın ve devletin birliğini tehlikeye sokacak ve emniyet ve âsâyişi altüst edecek kimselerin fesada sa'y etmelerinden dolayı verilecek bir idam cezası olduğu; hem fıkıh kitaplarında ve hem de fetvalarda uygulanması için “şer'an sabit” olması yani İslâm muhâkeme usulü kâidelerine göre yargılanıp suçun sâbit görülmesi şartının tahakkuku aranmaktadır. Ayrıca “emr-i veliyy'ülemr ile katl”den kasıt, sadece mahkeme kararının yeterli görülmemesi ve bu tip cezaların infazında veliyy'ülemrin yani Sultanın tasdikinin de şart koşulmasıdır. Bu da önemli bir husustur. Kanunnâmelerde yer alan şu ifade, yargılama konusunda Avrupa'nın 20. asırda ulaştığı seviyeyi göstermektedir: “Mücrim olan kimesne teftiş olunmadan veyahud üzerine zâhir olan şenâyi' şer'le ve örfle yerine varmadan, sancakbeği ve subaşı ve adamları nesne alub salıvermek memnû'dur. Kendüler mahall-i töhmet ve adamları mücrim ve müstahakk-ı ikâb olur. Ve her mücrim-i müttehemin cerîmesi kâdî-i vilâyet katında veya müfettiş huzurunda sâbit ve zâhir olub ehl-i örfe teslim etmedin dutub siyâset eylemek hılâf-ı şer' ve örf te'addîdir”[29].

Fıkıh kitaplarında yapılan bu açık izahlara ve şer'î hükümlere rağmen, bir kısım muhterem insanların “1400 yıllık tarihimizde yazılan fıkıh kitaplarının hiç birinde böyle fetva verilmemiştir” diyebilmek, neyin verdiği cesarettir; doğrusu biz de tesbit edemedik. Eğer bundan, Padişahın keyfî adam asması kasdediliyorsa, böyle bir şeyden ne kanunnamelerde ve ne de fıkıh kitaplarında bahsedilmemiştir. Yapılan suîistimaller dahi, kitabına uydurularak yapılmıştır. Hem kasdedilen bu menfi mânâyı ve hem de suiistimalleri tasvip etmek mümkün değildir. Şunu unutmayalım ki, Osmanlı devleti ve onun kadıları ve şeyhülislamları, en az bizim kadar İslâm'a ve onun hukuk nizamının kaynakları olan fıkıh kitaplarına hürmet duyan insanlardır. Değerli araştırmacı Abdülkadir Özcan'ın yerinde tesbitleri gibi, şeyhülislam veya diğer kadıların fetvası, kadıların kararı ve Padişahın tasdikiyle icra edilen siyaseten katl cezalarının fetvasını veren,kararını yazan yahut en azından “nizâm-ı âlem içün öldürüldü” diyen Hoca Sa'deddin Efendiler, Bostan-Zâde Yahya Efendiler, bu sözlerini şeyhülislamlık veyahut kazaskerlik gibi fetva ve kaza makamının en yüksek makamlarında bulunmuş kimseler olarak söylemektedirler[30].
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

3. Tatbikât, Nazariyata Uygun Yürümüş müdür?

Bu soruya cevap verebilmek için bazı önemli tatbikat örneklerini incelemek icab etmektedir. Ancak tatbikatta suiistimallerin yapıldığını, gayr-i meşru çok idamların icra edildiğini ve gayr-i meşru fiillerin ehliyetsiz bir kısım fakih ve kadılar tarafından meşrûiyet kalıbına sokulduğunu, yine tarih bize göstermektedir. İsterseniz Bediüzzaman’ın tesbitlerini tekrar ettikten sonra bazılarına beraberce bir göz atalım:

“Hâkimiyetin en esaslı hâssası istiklâldir, infirâddır. Hatta hâkimiyetin zayıf bir gölgesi, âciz insanlarda dahi istiklâliyetini muhâfaza etmek için, gayrın müdâhelesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok Padişahlar, bu redd-I müdâhele haysiyetiyle ma’sum evlâtlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler. Demek, hakiki hâkimiyetin en esaslı hâssası ve infikâk kabul etmez bir lâzımı ve dâimî bir muktezâsı, istiklâldir, infirâddır, gayrın müdâhelesini reddir.”[31].

Şehzade isyanları ve şehzâdeler arasındaki saltanat mücadelelerinin Osmanlı tarihinde önemli bir yer işgal ettiğini bilmeyen yoktur. Her şeyden önce şunu tebellür ettirmekte yarar vardır. Bir şehzâdenin, sultanlığını ilân etmiş bir diğer şehzâdeye karşı gelmesi ve saltanat iddia etmesi, tamamen bir bağy suçu mahiyetindedir. Ve cezası idamdır. Ancak saltanat iddiasına kalkışmadan evvel idam edilmişse, ya siyâseten katl yani fesadın kuvvetle muhtemel olmasından dolayı nizam-ı âlem içün yahut zulmen idam edilmiştir. Şimdi bu gözlükle hâdiselere bakalım:

a) Osman Bey devrinde, amcası Dündar Bey, aralarındaki saltanat kavgasının menfî tesirler göstermesinden, Dündar Bey'in Osman Bey aleyhinde faaliyetlerde bulunmasından ve nihâyet İbn-i Kemal'in ifadesiyle Bilecik tekfurunun yakalanmasına fiilen engel olduğundan dolayı, bâği addedilerek idam edilmiştir. Burada had suçu söz konusudur. Zira devlete isyan mevzubahistir [32].

b) Orhan Bey zamanında üç idam hâdisesi yaşanmıştır. Bunların her üçü de had cezası olarak yani bağy devlete isyan suçunun cezası olarak tatbik edilmişlerdir. Zira Orhan Bey'in kardeşleri Halil ve İbrahim'in Padişaha isyan ettikleri ve saltanat mücadelesine giriştikleri bir vâkı'adır. İsyan sonucunda katledilmişlerdir ve siyâseten katl ile hiç bir münasebeti yoktur. Orhan Bey, ayrıca kendi oğlu Savcı Beyi de, bizzat kendisine isyan ettiği ve ordu toplayarak babası ile savaşmaya bile cesaret ettiği için idam ettirmiştir. Hatta Bizans veliahdı Andronikos ile dahi babası aleyhine ittifak kurduğunu tarih kitapları kaydetmektedir. Bunun cezası, Orhan Bey istemese dahi, İslâm hukukunda idam cezasıdır[33].

c) Yıldırım Bâyezid devrinde ilk defa siyâseten katl veya şayet siyaseten katlin şartları gerçekleşmemişse ki bunu tam olarak bilmiyoruz- o takdirde bir nevi zulüm yaşanmıştır. Zira Yıldırım Bâyezid, çevresinin tahriki ile, henüz herhangi bir isyana yahut saltanat kavgasına girişmeyen kardeşi Ya'kub'u, ileride saltanat iddiasına kalkışmasın diye katl ettirmiştir. Osmanlı tarihçilerinin saltanat uğruna öldürülen ilk insan olarak tesbitleri doğrudur. Bazı araştırmacılar, hukukî cihetini bilmediklerinden bunu tenkid etmişlerdir. Zira daha önceki idamlar had cezasıdır ve bağy suçunun cezası olarak tatbik edilmiştir. Bu ise, ilerde fesâda sebep olur korkusuyla siyâseten katl yoluyla idam ettirilmiştir. Osmanlı tarihçilerinin tesbiti doğrudur[34].

d) Osmanlı devletinin en karışık devresi olan Fetret Devrinde, Mehmet Çelebi, kardeşleri İsa Çelebi ile Musa Çelebi'yi kendisine isyan ettikleri ve hatta saltanat için orduları karşı karşıya geldiği için bağy suçunun had cezası olan idam cezası ile cezalandırmıştır. Aynı şey, sonradan ortaya çıkan kardeşi Mustafa Çelebi için de geçerlidir. Bunların idamlarında siyâseten katl söz konusu değildir. Şer'i şerifin emri olan had cezası tatbik şıya geldiği için bağy suçunun had cezası olan idam cezası ile cezalandırmıştır. Aynı şey, sonradan ortaya çıkan kardeşi Musedilmiştir[35].

e) Fâtih'in babası II. Murad'ın amcası Mustafa Çelebi, uzun süren saltanat mücadelesine girişmiş ve hatta Osmanlı ülkesinin Bizans ile paylaşılmasını da göze alarak imparator Manuel ile gizli ittifak dahi kurmuştur. Uzun mücadelelerden sonra yakalanarak bâği muâmelesi görmüş ve idam edilmiştir. Bu bir had cezasıdır. II. Murad'ın küçük kardeşi Mustafa Çelebi de, Karamanoğulları ve Germiyanoğullarının tahrikiyle Bursa'ya yürümüş ve had cezası olarak idam edilmiştir. Yani bu dönemde de, siyâseten katl cezası mevcut değildir[36].

f) Fâtih Sultan Mehmed, kendi koyduğu kanunun nizâm-ı âlem için fesâda sa'y ihtimalinin bulunması sebebiyle siyâseten katl müessesesini ilk defa kendisi tatbik etmiş ve küçük kardeşi Ahmed'i katl ettirmişti. Bu, isyan tahakkuk etmediğinden, bir had cezası değildir. Belki nizâm-ı âlem için siyâseten katl müessesesine girmektedir. Burada aranan fesâdın şer'ile tahakkuku şartının, ne derece gerçekleştiğini bilmiyoruz. Ancak Hz. Peygamber'in senâsına mazhar olmuş bir Padişah'ın, şartları tahakkuk etmeyen bir cezayı tatbik edeceğine de ihtimal vermiyoruz[37]. Önemle ifade edelim ki, 11 aylık bir bebenin öldürülmesini Fâtih’in idam ettiridğine inanmak istemiyoruz. Zaten Evrenos-zâde Ali Bey isimli bir zatın Padişah’ın haberi olmadan böyle bir cinâyeti işlediğini bazı kaynaklar haber vermektedirler[38].

g) II. Bâyezid devrinde kardeş katli mevzu ***** değildir. Zira tek kardeşi olan Sultan Cem, garip diyarda kendi eceliyle vefat etmiştir[39].

h) Yavuz Sultan Selim, iki kardeşini, kendisine isyan ettikleri ve bâğî oldukları için, had cezası olan idam cezasıyla cezalandırmıştır. Gerçekten Sultan Korkut, topladığı ordu ile Padişah'a isyan etmiş ve sonunda yakalanarak cezası olan idama şer'an mahkum edilmiştir. Diğer kardeşi Ahmed ise, sadece saltanat mücadelesine kalkışmamış, ayrıca bu mevzuda Osmanlı'nın can düşmanı olan Safevî devleti ile de ittifak kurmuştur. Neticede yakalanarak, had cezası olan idam cezasına çarptırılmıştır[40].

i) Kanunî Sultan Süleyman, rakipsiz sultan olduğu için, kardeş katli mevzu ***** olmamıştır. Ancak Kanunî, kendi çocuklarının idamına karar veren bahtsız Padişahlardandır. Karısı Hürrem Sultan ve çevresinin tahriki ile, kendisini tahttan indirmeye azmettiği ve Padişah olmak isteği ile isyan ettiği şayiasına inanarak, bâğî vasfıyla Şehzade Mustafa'yı idama mahkûm eylemiştir. Bu idam kararı, görünürde bağy suçunun cezası olarak had cezasıdır. Ancak bu meselede hem fetvayı veren müftünün, hem kararı veren kadının ve hem de bunları tasdik edip icrası için emir veren Kanunî'nin, yanıldıkları veya yanıltıldıkları bir vâkı'adır[41]. Diğer bir hazin tablo da Şehzâde Bâyezid'in idamında yaşanmıştır. Kanunî'nin iki oğlu olan Selim ve Bâyezid, 1558 yılına kadar iyi geçindikleri halde, bu tarihden sonra saltanat hırsıyla araları bozulmuştur. Aradaki jurnalcilerin tahriki ile Şehzâde Bâyezid, ordu toplayarak kardeşi Selim'in üzerine yürüdü. Bu hareketi isyan kabul edildi. İran'a iltica eden Bâyezid, kardeşi Selim'e teslim edilince, Ebüssud'un fetvasıyla bağy suçunun had cezası olan idam cezasına mahkûm edildi. Bu hâdiseyle alakalı örnek fetvaları yukarıda zikretmiştik[42].

j) III. Murad, çevrenin de etkisiyle ve siyâseten katl esasına dayandırarak beş kardeşini idama mahkûm ettirmiştir. Bu idam hadiseleri, had cezası mahiyetinde değillerdir. Fıkıh kitaplarında tasvir edilen siyâseten katl kategorisine girdiği de şüphelidir. Girse de, mevhûm mazarratı nazara alan çok zayıf bir görüşe dayanmaktadır.

k) III. Mehmed, bu konuda en pervasız ve şer'î hükümlere aykırı davranandır denilebilir. Zira elimizde kuvvetle muhtemel bir zararın olduğuna dair kesin bilgi bulunmamakla beraber, siyâseten katl müessesesinin suiistimal edildiği de bir vâkı'adır. Zira 19 tane erkek kardeşini ve basit jurnaller yüzünden kendi oğlunu (Şehzâde Mahmud), günahsız bir şekilde idam ettirmiştir. Bunun şer'î bir izahını yapmak mümkün değildir. Zira herhangi bir isyan söz konusu olmadığı gibi, fitne ve fesâdın vukuu da tahakkuk safhasında değildir[43].

l) I. Ahmed devrinde saltanat usûlünde ciddî bir değişiklik mevzubahistir. Artık amûd-ı nesebî yani Osmanlı sülalesinden en büyük olanının padişah yapılması usulü kabul edilmiştir. Gerçekten I. Ahmed vefât edince, şehzâdeleri bulunmasına rağmen, ailenin en büyük ferdi olan amcaları Şehzâde Mustafa tahta geçirilmiştir. Bu kâide, kardeş katli hadisesini tamamen ortadan kaldıramamışsa da, gevşetmiş ve son derece azaltmıştır[44].

İşte görüldüğü gibi tatbikattaki durum farklıdır. Bir kısmı, tamamen şer'î hükümlere uygun olarak bağy suçunun had cezasını tatbik etmekten ibarettir ve bunlara siyâseten katl demek hatalıdır ve meseleyi bilmemekten ileri gelmektedir. Zira Padişah istemese de bu ceza mukadderdir. Devlete isyan edenin cezası elbetteki idamdır. Bir kısım uygulama ise, siyâseten katl müessesesine yani Fâtih'in Kanunnamesinde “ekseri ulemâ tecviz etmişdür” dediği usule uygundur ve fıkıh kitaplarında şartlarına uyulmak kaydıyla açıklanmıştır. Bir diğer grup ise, ne şer'î hükümlere ve ne de Fâtih'i Kanunnamesinde ifade ettiği, fıkıh kitaplarında da tecvîz edilen siyâseten katle uymaktadır. Elbetteki bu uygulamalar, gayr-ı meşru'dur. Fâtih'in Kanunnamesi de bunu emretmemektedir
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Acemi Oğlanlar Ocağı ve Devşirme Usulü
XVIII. asır ortalarına kadar devşirmeler, Osmanlı İmparatorluğu teşkilat ve müesseseler tarihinde mühim bir rol oynadılar. Hatta denilebilir ki, devletin en yüksek mevkileri devşirmeler elinde idi.

Anadolu ve bilahare Rumeli'de çoğunluğu teşkil eden Türkler, toprağa bağlı ve sipahilik le imtiyazlı oldukları için saray hizmetlerinde kullanılmazlardı.

Devşirmeler, acemi oğlan sıfatı ile, Enderun Mektebi'nde, Galatasaray, İbrahim Paşa sarayı ile Edirne ve Gelibolu'da, saray bahçelerinde yetişirler, Enderun'da olanları seçme olur ve ileride yüksek mevkilere geçerlerdi.

Kapıkulu denilen sınıfı devşirmeler teşkil ederlerdi.

Yeniçeriler ve topçular ve diğer ocaklarda olan kullar umumiyetle devşirmelerden idiler ve bunların gayri taifeden olması yasaktı.

Devşirmeler ise, Arnavut, Boşnak, Rum, Bulgar ve Ermeni taifesine mahsus olup bunlardan başkaları olamazdı, yasaktı.

Devşirmeden ilk önce kızıl aba ile gelen acemileri İslam ayini (Müslüman usul ve adeti) gereğince Türkçe öğretmek için, ağaları marifetiyle ikişer floriye Türkistan'a (yani Türklerin yaşadıkları köylere) satarlardı ve İstanbul'da bunlar için inşa olunan saraylara ağaları koyarlardı. Dört beş seneden sonra defterleri ile bulundukları yerlerden toplanıp her bir ocağa arzu ve meyillerine göre tevzi olunurdu. Ve yedi senede bir yeniçeri kapusu olup müteveffaları kadar 15-20 çukalı eski oğlanlar kapuya çıkarlardı, ziyade bir oğlan çıkmazdı (Koçi Bey Risalesi, sahife : 7) devşirmelerin hepsi Hıristiyanlar dan mürekkepti. Fakat bu arada Bosna halkı da Müslüman oldukları halde onlardan devşirme suretiyle yine acemi oğlan alınırdı. Bunu da arzu ve temenni eden kendileri idi.

Şam'danî-zade'nin Mür'i't-tevarih'de bu konuda verdiği malûmat şöyledir :

«Bosna fetholunduğu zaman hepsi birden Müslüman olmuşlardı fakat padişaha rica ettiler ki, evlatlarımız devşirme tarikiyle alınsın, yani reaya zimmileri evladından her sene 1000'er nefer devşirülüp bunlar bir sınıf teşkil olunup acemi oğlanı meyanında terbiye, badehu hasenü'l-vech olanları Enderun-ı hümayun'a, kuvvetlileri bahçelere bostancı, diğerleri ortalara yeniçeri yazılır idi ve yeniçeriler kışlalarında sakin olurlar idi.

Müslüman evladından olmaz idi. Hatta sünnetli doğan çocuklar şüphelidir diyerek alınmazdı. Çünkü Müslüman çocuğu kar ve kisp bilir, sıkıştığı zaman anası babası yanına kaçar, zahmete tahammül etmez diyerek kabul olunmazdı. Ama reaya evladı cenkten dönemez, dönse hakkından gelinir, kaçamaz diye böyle kanun kılınmıştı.

Bosnalılar ise müslüman olmakla ve müslüman çocukları toplanmamakla beraber evlatlarının devşirilmesini rica ederler, padişah da «Müslüman Bosnalu devşirme olsun» deyu icazet vermişti.

Bu meseleye dair Kanuni zamanında (13 Sefer 972 tarihli) Bosna, Hersek ve Kilis kadılarına bir hüküm gönderilmiş ve şimdiye kadar kazalarında «acemi oğlanı için alınagelen oğlanların ekseri sünnetlû olmakla sünnetlû olanları dahi alınu gelmiş iken haliyen acemi oğlanı cem'ine varan yaya başına sünnetlû oğlan almağa mani olduğunuz îlam...» olunduğu bildirilerek bundan sonra da şimdiye kadar olduğu gibi «kadîmi yerli olan sünnetlû oğlanlardan yararların cem' ettiresin» emri verilmişti (s. 54).

Devşirme müessesesinin nasıl meydana geldiği Aşık Paşazade, Oruç Bey tarihlerinde (s. 22) belirtilir ve yukarıda verdiğimiz tafsilat gibi devşirme oğlanlarının iptida Anadolu'da Türklere verildiği, çiftçi olan Türklerin bu oğlanlara çift sürdürdükleri ve Türkçe öğreninceye kadar onları kullandıkları sonra da yeniçeri oldukları anlaşılmaktadır.

Busbecq gibi Ricaut gibi batılı müşahid ve müellifler de bu müesseseyi böyle tasvir etmişlerdir. Bir vesikadan öğrendiğimize göre, Rumeli'de devşirmelerin alındıkları yerler şunlardı : Üsküp, İştip, Köstendil, Prizren, Samakov, Taşlıca, Prepol, Ereğlu kasrı, (Argiro Castri), Yanya, Pirlepe, İskenderiye, Ohri, İpek, Dukakin, Kırçova, Manastır, Mostar, Izvornik Böğürdelen, Horpişte, Akçakale, Bihlişte... Acemi oğlanların ne suretle toplanacağına dair (1031) (1621) tarihli bir hüküm bize bu müessesenin bir çok taraflarını tafsilatiyle açıklamaktadır. (Ahmet Refik, devşirme usulü acemi oğlanlar s. 4-5).

İcabında bazı yerler muvakkaten olsun acemi oğlan vermekten af olunurdu. Mesela 981'de (1573) Mora Sancağı'ndaki reaya Navarin Kalesinin binasiyle meşgul oldukları için kendilerinden o sene acemi oğlan alınmamıştı ve bu hususta bu işe memur yaya başıya bir hüküm gönderilmişti.

Bundan başka, İstanbul civarındaki köylerden acemi oğlan alınmayan yerler Kartal ile Kadıköy idi. Bu iki köy halkı has ahura ait Üsküdar çayırlarını biçerler, çayırlara bakarlar, at yederler, Bursa'dan ve diğer yerlerden gelen malları muhafaza ederler, gerektiği vakit kılavuz vazifesi görürlerdi. H. 986 da Kartal'dan acemi oğlan alınmak istendiği zaman bu köy reayası, Kadıköy'ü misal göstererek muafiyet talebinde bulunmuşlar ve kendilerinin eskiden beri yapageldikleri hizmetleri saymışlardı. Üsküdar kadısına bu yolda bir hüküm gönderildiği görülmektedir.

Acemi oğlanlar Enderun, Galatasaray, İbrahim Paşa Sarayında -ki bunlar adeta birer mektep idiler- bulundukları, talim ve terbiye ile meşgul oldukları sırada başka hizmetlere memur edildikleri de vaki idi. Mesela h. 967 tarihinde Yeniçeri Ağası'na verilen bir hükümden öğrendiğimize göre Matbah-ı amireye mahsus koyunlara acemi oğlanlar nezaret etmekte, icabında bunlardan bazıları birer akçe ulufe ile kasap şakirdi yazılmakta idiler.

Anadolu ve bilahare Rumeli'de çoğunluğu teşkil eden Türkler, toprağa bağlı ve sipahilik le imtiyazlı oldukları için saray hizmetlerinde kullanılmazlardı.

Devşirmeler, acemi oğlan sıfatı ile, Enderun Mektebi'nde, Galatasaray, İbrahim Paşa sarayı ile Edirne ve Gelibolu'da, saray bahçelerinde yetişirler, Enderun'da olanları seçme olur ve ileride yüksek mevkilere geçerlerdi.

Kapıkulu denilen sınıfı devşirmeler teşkil ederlerdi.

Yeniçeriler ve topçular ve diğer ocaklarda olan kullar umumiyetle devşirmelerden idiler ve bunların gayri taifeden olması yasaktı.

Devşirmeler ise, Arnavut, Boşnak, Rum, Bulgar ve Ermeni taifesine mahsus olup bunlardan başkaları olamazdı, yasaktı.

Devşirmeden ilk önce kızıl aba ile gelen acemileri İslam ayini (Müslüman usul ve adeti) gereğince Türkçe öğretmek için, ağaları marifetiyle ikişer floriye Türkistan'a (yani Türklerin yaşadıkları köylere) satarlardı ve İstanbul'da bunlar için inşa olunan saraylara ağaları koyarlardı. Dört beş seneden sonra defterleri ile bulundukları yerlerden toplanıp her bir ocağa arzu ve meyillerine göre tevzi olunurdu. Ve yedi senede bir yeniçeri kapusu olup müteveffaları kadar 15-20 çukalı eski oğlanlar kapuya çıkarlardı, ziyade bir oğlan çıkmazdı (Koçi Bey Risalesi, sahife : 7) devşirmelerin hepsi Hıristiyanlar dan mürekkepti. Fakat bu arada Bosna halkı da Müslüman oldukları halde onlardan devşirme suretiyle yine acemi oğlan alınırdı. Bunu da arzu ve temenni eden kendileri idi.

Yine Kanuni Sultan Süleyman zamanında İstanbul'a Kırkçeşme denilen sular getirileceği zaman yol hizmetinde acemi oğlanlar kullanılmış, hizmetlerini gördükten sonra da kapuya çıkarılmışlardı, ki 968 tarihli bir hüküm bu hususu tesbit etmektedir. Saray ve cami inşaatında da ekseriya acemi oğlanlar kullanılırdı. Kanunî Sultan Süleyman zamanında Haseki Sultan Camii yaptırıldığı sırada acemi oğlanların fevkalade hizmetleri görülmüş ve bu sebeple Haseki Hurrem Sultan'ın ricası üzerine Padişah bunlara ayda 5 akçe papuş akçesi verilmesini ferman etmişti ve bu müktesep bir hak olarak Defter Emini Ayni Ali Efendi zamanına kadar devam etmişti (Aynî Ali Risalesi, s. 89). Buna göre, XVII. asır başlarında İstanbul ve Edirne acemi oğlanları (Gılman-ı acemiyan) yekûnu 9406 nefer idi ve bu türlü papuş akçesi bunlardan 2732 neferine verilmekte idi. Yine bu devirde Edirne Sarayının inşaatında acemi oğlanlardan hamallık edenler de ikişer akçe ile istihdam edilmişlerdi. (Edirne Hassa harcına verilen 975 tarihli bir hüküm vardır.)

Edirne'de Sultan Selim Camii'nin demir işlerini acemi oğlanlar görmüşler, içlerinde hizmetlerini tamamlayanlar Mimar Sinan'ın tebliği üzerine kapuya çıkarılmışlardı. Bu hizmetlerden başka saraç şakirdliklerinde,
saray-ı amire için çalışan hassa gemilerinde, hassa furunlarında, simitçilerde, Çatalca bahçelerinde, anbarlarda, hasırcılarda, sebzecilerde, yoğurtçularda, mandıralarda vesair ocaklarda da acemi oğlanlar istihdam edilirdi.

At Meydan sarayı (İbrahim Paşa sarayı) ve Galatasaray acemi oğlanları icabında birinden diğerine muvakkaten naklolunurlardı. Mesela h. 875 de Atmeydanındaki sarayın mutfağı tamir edileceği zaman buradakiler Galatasaray'a naklolunmuşlardı. Acemi oğlanlardan saray, bostan ahır vesair hizmetlerde kullanılanlar bulunduğu gibi, asrın sonlarında bu sahada da sui-istimaller başlamış ve acemi oğlanlardan bazıları ekabir himayesinde bulunmuşlardı, h. 993 de bu gibilerin miktarının tesbiti yolunda yeniçeri ağasına bir hüküm gönderildiği görülmektedir.

Yine bu sıralarda bazı acemi oğlanların rençberlerin, yani tüccarların işlerine karıştıkları, gemilerden zorla zahire alarak fazla fiyata sattıkları anlaşılıyordu ki, bunu men' için Edirne, Rodoscuk (Tekirdağı), Çorlu, Vize ve Hayrebolu kadılarına birer hüküm gönderildiği görülmektedir. Bazen de devşirme usulü ile alınıp İstanbul'a getirilen acemi oğlanları evvela Müslüman oldukları, fakat sonradan bir yolunu bularak memleketlerine kaçıp eski dinlerine girdikleri görülüyordu. Kanuni Sultan Süleyman zamanında (972 tarihli hükümler) Adana taraflarından ve Kayseri'den toplanan acemi oğlanları böyle yapmışlardı ve bu gibilerin tevkif edilip isimlerini havi defterle İstanbul'a gönderilmeleri emredilmişti. Mesela Sis beyine ve kadısına bu münasebetle gönderilen emirde bir yaya başının bir köyden 7 nefer oğlan alıp İstanbul'a getirdiği ve elbiselerini değiştirdiği, telkinler, yaptığı, sonradan akrabasının bunları tekrar köylerine getirip kiliseye koydukları hususlarının haber alındığı, binaenaleyh bu oğlanları ve onları ayartanların tutularak gönderilmeleri bildirilmişti. Keza Kayseri Beyi'ne ve Kadısına da bu yolda bir hüküm gönderildiği görülmektedir.

Acemi oğlanlardan yangınlarda fedakarlık gösterenlere 300 akçeye kadar ihsan verilirdi. Bazen de kanunlarından 5000 akçe fazla zeamet verildiği olurdu. Çok defa ihtiyaca göre de acemi oğlanı toplanırdı. Mesela, Sokullu Mehmet Paşa 'nın sadareti sırasında, bina olunan gemilerde hizmet etmek üzere acemi oğlanların toplanması için şöyle bir hüküm gönderilmişti : (1568 - h. 976)

«Yeniçeri ağasına hüküm ki: haliya bina olunan dört pare hassa gemiye üç yüz nefer acemi oğlan lazım olmakla Türk üzerinde olan ulûfesiz oğlanlardan üç yüz nefer oğlan yazılıp verilmesin emredüp büyürdüm ki Türk üzerinde olan oğlanların eskilerinden ve yararlarından 300 nefer acemi oğlan ulufeye yazıp dahi zikr olan gemilere tevzi' idesin». Hass ahırlardaki saraç şakirdleri, acemi oğlanlardan intihap olunurdu. Furunlarda ve has bahçelerdeki acemi oğlanlar kapuya çıkarıldıkları zaman onların yerine Türk üzerinde olan acemi oğlanlar ulufeye yazılarak gönderilirdi.

Keza, Edirne'deki has bahçelerle saraya odun getiren hassa gemilerdeki acemi oğlan noksanını doldurmak için yeniden oğlan devşirmeye lüzum görülmüş, yeniçeri ağasına hükümler gönderilmişti, (h. 987 ve h. 991 tarihlerinde)

Acemi oğlanların kapuya çıkmaları, yani acemi oğlanların yeniçeri ocağına geçmeleri de mühim bir mesele idi. Mesela has furunlarda çalışan acemi oğlanların sanatlarında mahir olanları üç yılda bir yolları ile (yani usulüne göre) kapıya çıkarlardı. Bu usule riayet edilmediği takdirde ekserisi fırsat bulur bulmaz kaçarlardı. Bazen acemi oğlanların «ekabir ricasıyla» usul ve teamüle aykırı olarak kapuya çıktıkları da vaki idi ki, bu hususta da XVI. asır sonlarına ait hükümler görüyoruz. Kapuya çıkmak meselesi yüzünden acemi oğlanların bazen isyan ettikleri de olurdu. XVII. asırda Dördüncü Mehmed zamanında, 1649 da, Galatasaray ve İbrahim Paşa Sarayı acemi oğlanları isyan etmişlerdi (Naima, IV. s. 356).

Ağalar saltanatı hengamında her şeye olduğu gibi acemi oğlanlar müessesesinde de karışıklık ve bozukluk artmıştı. Odabaşılar (Yeniçeri ortaları nın) onar kuruş karşılığında bakkal ve hammalı yeniçeri yaparlar ve acemi oğlanları kapuya çıkmaktan mahrum ederlerdi. Naima bu hususta der ki (IV, s. 418).

«Acemi oğlanları arzuhal sunup odabaşılar onar kuruşa bakkal ve hammalı yeniçeri ettiler, biz bunca zamandır hizmetteyüz yolumuzca bedergah olalım ve illa acemi oğlanlığı dahi bırakup varup hammallık eyleyip onar kuruş feda idip oda başılara veririz. Ve kapuya çıkarız demeleriyle bedergah ferman olunup ağa İstanbul'a geçüp acemi oğlanlarından bulunca bir miktar anlardan ve doğrudan yazup Üsküdar'a geçirildiler.»

Devşirme müessesesi ve acemi oğlanlar teşkilatındaki bozukluk Kanuni devrinden itibaren başlamış, türlü safhalar geçirerek XVIII. asır ortalarına kadar devam etmiştir.
-----------------------------------
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı'da Kumaş ve Nakışlar
Osmanlı döneminde, 15. yüzyıldan itibaren Bursa kenti, İran'dan ithal edilen ham ipeğin ticaret ve sanayi merkezi olmuştur. İpek ticareti hazineye büyük gelir sağladığı için devlet kontrolünde gelişmesi sağlanmış; 1587 tarihinden itibaren Bursa'da koza üretimine başlanmış ve kozacılık teşvik edilmiştir.

Dokumada kullanılan altın ve gümüş tel devlet simkeşhanelerinde çekilir, kumaşlar damgalanarak satışa çıkarılmasına izin verilirdi. Kıymetli madenlerin israfını önlemek için seraser, zerbaft gibi kumaşlar saraya ait tezgahlarda belli miktarda dokunmaktaydı. Dönemin modasına uygun kumaş desenleri saray nakkaşhanesinde tasarlandığından, desen ve kompozisyonlarda Osmanlı sanatının üslup bütünlüğü tekrarlanmıştır.
kum1.jpg
kum2.jpg
Bursa kenti daha çok kadife ve çatma, İstanbul ise 16.yüzyıl ikinci yarısından itibaren kemha ve seraser kumaşları ile tanınmıştır. Çatma dokunuş tekniği açısından kadifenin bir çeşididir. Genellikle zemin kadife, desen gümüş klaptanla, ya da tam tersi klaptan zemin üzerine desen kadife ile dokunmuştur. Döşemelik ve kaftan yapımında kullanılan çatma kumaşların yanı sıra, özellikle dar uçları nişli bordürlü yastık yüzleri çok revaç bulmuştur. Osmanlı Sarayı'nda değerli kumaşlar hazine eşyası olarak kullanılmış; yüksek rütbeli devlet memurlarına, yabancı hükümdar ve elçilere hediye olarak kaftan ve kumaş gönderilmiştir. Kıymetli malzemeden yapılmış başlıca kaftanlık kumaşlar kemha, seraser ve zerbafttır. Kemha'nın çözgüsü ve atkısı ipek, deseni oluşturan takviye atkıları ipek ve gümüş ya da altın klaptandır. Seraser'in çözgüsü ipek, atkısı gümüş veya altın teldir.

Osmanlı kumaşları arasında en değerli olan zerbaft ise bazı motifleri altın telle dokunan bir brokar türüdür.

17. yüzyıldan itibaren dokumaların kalitesi azalmış, ekonomik durum bozulmaya başlayınca kıymetli madenlerin kullanımı yasaklanmıştır. III.Selim devrinde, 1758 yılında Üsküdar Ayazma Camii civarında kurulan atölyede kısa süreli de olsa kumaş sanatı canlandırılmaya çalışılmıştır. Dönemin kadın giysilerinde yaygın olarak kullanılan Selimiye ve Savaî kumaşları yollu ve serpme küçük desenlidir. Üsküdar ve Bilecik çatması yastık yüzleri ve döşemelikler ise Türk Rokokosu denilen süsleme üslubundadır.

Osmanlı İmparatorluğu Dönemi Türk İşlemelerine Genel Bakış:

Günümüze ulaşan işlemeler yanı sıra bazı belgeler, yazılı kaynaklar, yerli yabancı sanatçıların yapmış oldukları minyatürler, gravürler, suluboya resimler, yağlı boya resimler, fotoğraflar ve bazı mezar taşlarındaki tasvirler bu dönem işlemelerinin yapıldığı merkezler, toplumdaki yeri, önemi, işlevi ve plastik değerleri konusunda bizlere bilgi vermektedir. Örneklersek: 19. yüzyılda Allom'un çizdiği "Yerebatan Sarnıcı'ndaki Metal İplik Çekicileri" şimkeşhaneden sonra bu sarnıcın da iplik üretiminde kullanıldığını göstermektedir. Nicolay de Nicolas'ın çizimleri 16. yüzyıl kadın giysileri ve örttükleri dolamalar konusunda bizleri aydınlatmaktadır. Benzer bir durum Van Mour, Liotard, Levni, çarşı ressamları, Ruhi Arel ve Osman Hamdi için söz konusudur. Bu ressamlar giyim, ev eşyası vb. gibi işlemeleri görselleştirmişlerdir. Van Mour'un "Oyun Oynayan Kızlar" isimli eserinde işlemeli yastıklar ve divan örtüsü, "Ut Çalan Kadın" isimli eserinde ise işlemeli atlas yastıklar ve figürün işlemeli giysisiyle pelerini Buhara atması tekniği yanı sıra dival işinin varlığını ortaya koymaktadır. Levni'nin minyatürleri ise işlemeli giysiler yanı sıra işlemeli uçkurlarıyla, kemerleriyle farklı türleri sergilemektedir. Ruhi Arel'in 1910, 1911 tarihli "Kasnakta Nakış İşleyen Kız" ve "Gergefte Nakış İşleyen Kız" isimli tabloları teknik uygulama konusunda bizleri aydınlatmakta Osman Hamdi'nin işlemeli, kordon tutturma oyalarla bezenmiş üç etek giyerek resimlendirilmiş eşinin tablosu ise işlemeli giysiler konusunda önemli görseller oluşturmaktadır.

Yazılı kaynaklar ve gravür, minyatür, resim vb. gibi örnekler dışında ilgi çeken bir grup işleme tasvirine de mezar taşlarında rastlanmaktadır. Ya şahideyi taçlayan başlık ya da sandukayı örten puşide biçiminde tasarlanmış bu örnekler arasında 16. yüzyıldan Konya Mevlana Dergahı'ndaki Kuyucu Murat Paşa'nın kızı Fatma Hanım'a ait olduğu düşünülen sandukayı taçlayan fes palmet motifleriyle, İstanbul Sokollu Türbesi'ndeki Safiye Hanım'ın sandukasını taçlayan fes küpe motifleriyle kaşbastı olarak isimlendirilen işlemeli bantların fesleri bezemek için de kullanılmış olabileceğini akla getirmektedir.

Eyüpsultan Sıbyan Mektebi Haziresi'nde bulunan 17. yüzyıl sonu 18. yüzyıl başına tarihlenebilecek bir başka başlıksa kavuk örtüsü olarak hazırlanan örtünün yalnız kavukluktaki kavuğu tozdan korumak amacıyla değil aynı zamanda yüksek silindirik külahları bezemek amacıyla tasarlanmış örtüler olduğu görüşünü desteklemektedir. Bütün bu parçalar günümüze ulaşan kaşbastı ve kavuk örtülerinin konu ve kompozisyon repertuarını zenginleştirmekte işlevinin yanı sıra estetik açısından bizleri aydınlatmaktadır.

Puşide tasvirlerine gelince Konya İnce Minare Müzesi'ndeki 967 envanter numaralı şakayıklarla bezenmiş sanduka, 5818 envanter numaralı rozet çiçekleriyle bezenmiş sanduka yanı sıra İstanbul Ferhat Paşa Türbesi'nden çintemani motifleriyle bezenmiş 1001 (1592 M.) tarihli İbrahim Bey sandukası 16. yüzyılda; İstanbul Eyüpsultan'daki Cafer Paşa Türbesi'ndeki Cafer Paşanın oğlu ve Hatice Binti Mehmed isimli bir hanıma ait sandukalar ise 17. yüzyılda bitkisel bezemeler ve çintemani motifleriyle süslenmiş puşideler yapılmış olduğunu göstermektedir. Gerek bu parçalar gerek Eyüpsultan Sıbyan Mektebi Haziresi'ndeki 17. yüzyıla tarihlenen Mehmed Bey sandukası ve Mihrişah Sultan İmareti Haziresi'ndeki isimsiz sanduka çintemani motifleriyle yapılmış süslemelerin 17. yüzyıldaki boyutuna işaret etmektedir. Bütün bu örnekler hem puşidelerde seçilen konular hem puşidelerin kompozisyon çeşitlemelerini sergilemeleri hem de Klasik Dönemden günümüze hiç puşide ulaşmamış olması açısından değer arzetmektedir.

İlgi çeken bir başka örnekse Eyüpsultan Zal Mahmud Paşa Cami Haziresi'nin köşesindeki 1218 (1803 M.) tarihli şahidedir. Ali Baş'a ait olan bu mezar taşında bir sayeban tasarımı yer almaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu Dönemi'nde işlemeler, saray ve saray dışı (ev, çarşı, ordu, tekke, okul) olmak üzere iki çevrede yapılıyordu. Şehirdeki en fakir evden konağa, saraya; dar bir çevre olan köy evinden çevreler arasında geçiş sağlayan çarşıya; çarşıdan ile, ilden ile yayılarak, yöre ve bölgeler arası iletişim kuran, bazı tarikat mensuplarının hücrelerinden daha geniş bir çevre olan yerli yabancı ustaların çalıştığı saray; saraydan ordu mensuplarına kadar geniş bir alanda uygulanan bu sanat dalı geniş bir tabana oturmaktaydı. Böylece saray, ev, çarşı etkileşerek girift eş değerde bir zincirin halkaları gibi birbirini tamamlıyordu. İşleme sanatı belli bir zümrenin değil herkesin yarar sağladığı, estetik haz duyduğu bir sanat dalı olarak uygulanıyordu.

Saray defterleri ve sarayda bulunan bazı belgeler saray çevresinde yapılan işlemelerle ilgili bazı ip uçları vermektedir. 15. yüzyıla ait bilgiler içeren saray defterlerinde atelyeler arasında çadır yapan atelyelere değinilmekte otuzsekiz çadır yapıcının bugünkü Sultan Ahmet Meydanı'nda, İbrahim Paşa Sarayı'nın yanında, barındığından çadırların çadır bakıcıları yanında saklandığından ve harp zamanı: Yedi çadır yapıcı, on altı çadır kurucu ve iki çadır süsleyici (nakşduzan) ustanın sefere çıktıklarından söz edilmektedir.

17. yüzyıla ait bir belgede ise şu bilgiler yer almaktadır.

"İşletmek için emrolunan çadırşebler cümle yedidir. Her biri beşer endir. Otuz beş en olur. On nefer nakış işleyici mutemede hatun bulunmak müyesser olmadı. Bazı ekâbire hatunlara birkaç para verdim. Bana hassaten işler gönderdiler deyu bazı yerlerde söylemişler, işiderek ihtiyar etmeyip aldım. Gayri kimselere verdim. Ve bazı hatunlar dahi işlemeğe almışlar iken ince iştir, işlemeğe kudretimiz yoktur deyu getirip bıraktılar. İşliyenler dahi günde bir dirhemden ziyade işliyemezler, her bir çadırşebe dört yüz elli dirhem ve beş yüz dirhem ibrişim gider. Bunların tamamı olmasına şol ki makduru bendeî âciz ve hakir bir sarfolunmuştur. Baki ferman devletlu sultanım hazretlerinindir." Bu fermandan kum iğnesiyle işletilmek istenen, her biri beşer en olan yedi yorgan yüzünü usta (büyük) hanımlar çok zahmetli olması nedeniyle işlemek istemediği, işlemek üzere alan bazı hanımların ise yarım bıraktığı işleyenlerinde günde bir dirhem işledikleri anlaşılmaktadır.

Klasik Dönemde evlerde yaygın eğitim biçiminde süren işleme öğretiminde geleneksel yol izleniyor büyükler bildikleri teknikleri gençlere öğretiyordu. Bu arada evden eve giderek işleme teknikleri öğreten ustalar vardı. "Aşina kadınlar" olarak isimlendirilen bu hanımların işlevi Batılılaşma Dönemi'nde de devam etmişti.

16-18. yüzyıllar arasında Türk işleme ustalarına Batılıların önem verdiği kaydedilmiştir. Macarlarca "bulya" olarak isimlendirilen işlemecilerin şatodan şatoya gidip işleme yaptıkları ve Macar asillerinin eşlerine işlemeci "bulyalar" armağan ettikleri bilinmektedir.

18-19. yüzyıllarda yapılan teknik eğitimin ürünleri olan elden ele bir çevreden başka çevreye giden örnek bezleri uygulanan teknikler ve seçilen motifler konusunda bizleri aydınlatmaktadır. Hem teknik hem desen kataloğu niteliğindeki bu parçalar arasında Londra Victoria and Albert Müzesi'ndeki iki örnek ve ülkemizdeki özel koleksiyonlarda bulunan örnekler değer arzetmektedir.

19. yüzyılda da yaygın eğitim biçiminde sürdürülen işleme eğitimi yeni boyutlar kazanmış ve açılan kız sanat okullarıyla aynı zamanda kurumsallaşmıştı. Amatörce çalışmaların ön planda tutulduğu evlerde aynı zamanda ev ekonomisine yarar sağlayacak profesyonelce işlerde yapılmaktaydı.

Ya usta çırak ilişkisiyle ya da evlerden satın alınan ürünlerin pazarlandığı değişik çevreler ve toplumlararası ilişkilerle serpilen, yöresel, ulusal ve uluslararası bir platformda gelişmeler gösteren bilgi, beğeni ve beceri alışverişlerine sahne olan çarşı aracılığıyla aynı zamanda ülke ekonomisine de katkıda bulunmaktaydı. Esnaf ve sanatkarlar bunların bağlı olduğu loncalar çarşıdaki organizasyon, akışı sağlıyor devlet ise bunları narh defterleri, nizamnamelerle denetliyordu. Çarşıda teknik, bilgi ve becerisiyle kendini gösteren usta, saray atelyelerine kadar yükselebiliyordu.

Bütün çevreler arasında karşılıklı geçiş sağlayan saray daha geniş bir vizyona sahipti. Yerli yabancı ustaların sanatçıların çalıştığı saray atelyeleri hükümdarların desteğiyle işletiliyordu. Çarşının en yetenekli sanatçısı en üst düzeyde teknik beceri sahibi ustalar bu atelyelerde uğraş veriyordu. Ağırlıklı olarak tören eşyaları üretilen bu atelyelere ordu mensupları da katkıda bulunmaktaydı.

Öte yandan saray hareminde yaşayan yetiştirilen ya da misafir edilen hanımlar, kızlar bu etkinliklere amatörce katılıyorlardı. Özellikle ileri derecedeki paşa vb. gibi memurların kızları eşleri sarayda belli bir eğitim görüyor ve saray gelenek ve göreneklerini gittikleri çevrelere de taşıyorlardı. Benzer bir durum çarşı için söz konusuydu. Sarayda izlediği yenilikleri başka deyişle moda dinamiğini eve ulaştıran ve bir tür portör işlevi gören çarşı hem evin hem sarayın kaynağı niteliğindeydi. Saray yaşam biçimini dışarıya ulaştıran, bu bağlamda işlemeli tören giysilerini, aksesuarlarını, çadırlarını, zukaklarını en geniş vizyonda ulusal ve uluslar arası platformda sergileyen ordu idi. Gerek törenler, gerek seferler ve gerek hacca gidiş törenleri bu bağlamda fevkalade önem taşımaktaydı. Osmanlı tarihinin her döneminde kurulan çadırlar çevresine oturtulan zukaklar ve giysileriyle aksesuar niteliği almış savaş silahlarıyla sultanlar ve Türk ordusu mensupları göz kamaştırmıştır. İşlemelerin yapıldığı bir merkezde dergah ve tekkelerdir. Pek çok hücrede yapılmış işlemeler arasında bir grup Mevlevi örneği bu sanat dalında profan olmayan üretime işaret etmektedir. Genellikle türbelerde ve Surre Alayları'nda karşımıza çıkan, huşu ile izlenen dinsel işlemeler Allah'a ve din büyüklerine duyulan sevgi saygı yanı sıra imanın ifadesidir.
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlı Devletinde Şehir Kültürü

OsmanliDevletindeSehir1.jpg



Hiç kuşkusuz Osmanlı kültür ve Medeniyetinin temel hedeflerinden biri de medenîleşmektir. Medeniyet ve medenîleşmek anlamıyla tüm dünyayı etkilemişlerdir. Günümüzde ise pek çok coğrafyada izlerini ve etkilerini görmek mümkündür. Çünkü Osmanlı fethinin amacı sömürmek değil o coğrafyayı bölgeyi hayata, yaşamaya açmaktır. Bu doğrultuda da fethedilen tüm topraklara önemli ölçüde yatırımlar yapılmış ve şehirler imar edilerek mamur hale getirilmiştir. Bölge insanları ise bu hizmetleri görmüşler ve Osmanlı’yı her yönüyle desteklemişlerdir. Zaman içerisinde ise tüm sahalara sosyal tesisler kurulurken İslâmlaşma süreci de tamamlanmıştır. Medenîleşme kavramını aslında çok yönlü olarak ele almak gerekir . Ancak öncelikle kelimenin etimolojisinden hareketle şehirleşme ve şehir kültürünü canlı tutma anlamında kullanılmalıdır.
Osmanlı Devleti’nde fethedilen yerlere hukuku temsilen bir Kadı'nın, yönetimi temsilende bir Bey'in atanması Osmanlı taşra idaresinin temelini oluşturmaktadır. Orhan Gazi, I. Murat ve I. Beyazid dönemlerinde gerçekleştirilen fetihler Osmanlı Devleti’nin Anadolu’da ve Rumeli’de topraklarının genişlemesine, sorumluluk bölgelerinin çoğalmasına ve giderek büyük ve önemli şehirlerin kurulması sağlanmış çok sayıda sosyal, ekonomik ve siyasî amaçlı tesisler hizmete açılmıştır. Osmanlı Devleti kendi çağlarının en modern ve en güzel şehirlerini inşa ederken fethettikleri şehirlere öncelikle camiler inşa etmişler, şehirler ise bu camilerin etrafında kurmuşlardır. Özellikle camilerin etrafında medreseler, kütüphaneler, şifahaneler, hamamlar, hanlar, vakıflar kurarak şehirleri yaşanır hale getirirken insanların tüm ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Bulundukları coğrafyalarda Müslüman ve gayrimüslim farkı gözetmeden bu çalışmaları sürdürürken ‘Yaratılmışı Yaratan’dan ötürü sevmek’ düsturunu hiçbir zaman ihmal etmemişler böylece tüm coğrafyaların İslâmlaşması sağlanırken şehirlere İslâm kültürü nakış nakış işlenmiş insanların gönüllerinde bu izler çok geniş yer tutmuştur.
Osmanlı Devleti fethettiği tüm bölgelere gönderdiği vilayet mimarlarıyla şehrin planlı bir şekilde imar edilmesini sağlamıştır. Buna örnekler verecek olursak; 1516'da Bosna'ya, 1556'da Erzurum ve Diyarbakır'a mimarlar atanarak şehirlerin sistemli ve planlı bir şekilde imar edilmesi sağlanmış ve bu gelişmeler ise merkezden takip edilmiştir. Osmanlı Devleti’nde vilayet mimarlıkları, her vilayete bir mimar tayin edilmesi XVI. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren görülmektedir. Bu suretleki Osmanlı şehirleri dünya medeniyeti içerisindeki mümtaz yerini almış, insanların hayranlıklar içerisinde kalması ve düşünmesine ortam hazırlamıştır.
Tarikatların Osmanlı medeniyetinin oluşmasında ve ona zemin hazırlayan şehir hayatını şekillendirme noktasında üstlendikleri fonksiyonlar çok önemlidir. Özellikle şehir hayatını ön plana aldığımızda devlet ile insan arasındaki boşluğun ne şekilde doldurulduğu ve bunu hangi sosyal yapı ya da müesseselerin üstlendikleri sorusu böylece kendiliğinden gündeme gelmektedir. İslâm toplumları ölçeğinde sorulan bu soruya cevap konusunda ittifak sağladıkları nokta devlet ile insan ilişkilerini düzenleyen ara tabakanın genel anlamda ümmet temeli üzerinde şekillenmiş tarikatlar tarafından temsil edildiğidir.
Osmanlı Devleti’nde tarikatların gündelik hayatı doğrudan ilgilendiren faaliyet tarzı, İslâm coğrafyasının değişik bölgelerine dağılmış şehirler ile bunların kapsadıkları farklı toplum tabakaları arasındaki kültürel dolaşımı sağlamada ortaya çıkmaktadır. İnsan faktörünü, içe dönük cemaat yapılanmasına katıldığı sürece şehirlerdeki yegâne hayat tarzının temel unsuru kabul eden İslâm anlayışı, sosyal hareketlilik konusunda üç zümreyi bu kuralın dışında tutmuştur. Bunlar sırasıyla askerler, tüccarlar ve dervişlerdir. İslâm tarihi bize göstermektedir ki şehirler arası kültürel dolaşım savaş, ticaret ve din olgularına dayalı bir faaliyet zemini üzerinde yürütülmüştür. Bu zeminde rol alan asker, tüccar ve dervişlerin temsil ettikleri sosyal kimliklerin zamanla birbiri içerisine girmesi neticesinde gündelik hayatın ekonomik ve ahlakî yapısını işleten fütüvvet erbabının vücut bulduğu da bir gerçektir. Ancak böyle bir kimlik kaynaşmasının söz konusu olduğu fütüvvet teşkilatı dışındakiler, mensubu bulunduğu zümrenin faaliyetlerine katılmak suretiyle gündelik hayatta yer almıştır. Bu zümrelerden askerlerin kültürel dolaşımdaki rolleri bir istisnadır ve süreklilik arzetmez. Diğer iki grubun (tüccar ve dervişler) faaliyetleri ise süreklilik temeline oturur ve böylece şehirler arasındaki kültürel dolaşım medeniyet çerçevesi içinde tarihi bir boyut kazanır.
Derviş zümrelerinin şehirler arası kültürel dolaşımı nitelik itibarıyla birbirinden farklı, ama süreklilik gösteren iki ayrı dönemde gerçekleştirdiğini belirtmeliyiz. Bu dönemleri ayıran tarihi olay İstanbul'un fethidir. XIII. yüzyıldan başlayıp XV. yüzyıla kadar devam eden ilk dönemde Anadolu ile Balkanlar’daki tarikat faaliyetlerinin büyük ölçüde seyyah dervişlik anlayışıyla yürütülmesi Osmanlı şehirleri arasındaki kültürel dolaşımı sağlayan başlıca unsur olmuştur.
Türk tasavvuf anlayışının XIII. yüzyıl başlarından itibaren Anadolu’daki oluşum süreci etkisini dünya ölçeğinde hissettirmiş bir büyük medeniyetin kendisinin inşa ediş tarzıyla yakından ilgilidir. Bu süreci birer sosyal hareketlilik unsuru sayabileceğimiz göçler, isyanlar ve savaşlar gibi tarihi olayların yönlendirmesi, tasavvufi düşüncenin, çözülme ve yeniden kurulma arasında gidip gelen toplum hayatında bütünleştirici bir irade sıfatıyla ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu bütünleştirici iradenin ana figürü evliya nitelikli tasavvuf erbabı ve mürşid-i kâmillerdir. Böylesine köklü bir inancın temelinde Türklerin İslâmiyeti tasavvuf aracılığıyla benimsemeleri gerçeği yatar. Nitekim günümüzde bile Türk kültür sahası dahilindeki İslâmiyet mürşid-i kamil ve derviş-evliya merkezli İslâm’ı oluşturmuştur. Bu nitelik ise çok geniş coğrafyaları nüfuzu altına almıştır.
Osmanlı Devlet yönetimi derviş zümrelere çok önem vermiş ve onlara tazimde hata yapmamıştır. Nitekim Orhan Gazi, Bizans İmparatoru III. Andronikos'un Göztepe’deki ünlü av köşkünü Ahilere zaviye olarak vermiştir. Şeyh Edebâli hazretlerinin yeğeni Ahi Ahmed burada irşad vazifesini üstlenmiştir. Bu örnek bize derviş zümrelerinin temel hareket tarzını, yani siyasi otorite desteğiyle şehir çevresinden merkeze doğru yönelme anlayışını açıkça göstermektedir. İstanbul’un fethi bu yönelmenin kesin sonucunu tayin etmiştir. Fetih ordusunda kalabalık bir derviş zümresinin bulunduğu, Osmanlı kaynaklarındaki bir realitedir.
Şehrin gündelik hayatına XV. yüzyıl sonlarında girmeyi başaran Halvetiye, Bayramiyye ve Nakşibendiye, İstanbul’un kültür dokusunu Horasanî tasavvuf anlayışıyla şekillendirmiş üç temel müessesedir. Bu şekillendirme süreci XVII. yüzyıl başlarına kadar devam etmiş bu dönemde Halvetî ve Bayramî kültürünün bir sentezi olarak tarih sahnesine çıkan Celvetiye ile yeni bir yapı kazanmıştır. Horasan melâmetiyesinin temsilcisi sayılan Nakşibendiye ise İstanbul'a damgasını vuran en önemli kültür müessesesi özelliğini hiçbir dönemde kaybetmemiş, hem orta tabakaya hem de ulema sınıfına Halidiye kolu vasıtasıyla hitap edebilen geniş bir faaliyet sahasına sahip olmuştur. Öyle ki Osmanlı Devlet yöneticilerini nüfuzu altına aldığı gibi üst tabakaya da hitap etmiştir. Tüm zümreleri kapsayan bu nitelik Osmanlı şehir kültürünün oluşmasında da çok etkili olmuştur.
Halvetiye ile birlikte ve aynı siyasî olaya bağlı olarak İstanbul'a giren bir diğer tarikat da Bayramiye'dir. 1412'de Hacı Bayram-ı Veli tarafından kurulan tarikat fütüvvet teşkilatı içinde Nakşî ve Halvetî kültürlerinin sentezini temsil etmektedir. Fetih ordusuyla beraber İstanbul'a gelen pek çok Bayramî dervişi arasında Baba Yusuf Bayramî, Bulum Şeyh Yakup, Durmuş Dede, Mecdüddin İsa, Kızılca Bedreddin gibi sonradan İstanbul'un din folkloruna mal olmuş isimler vardır. Gene bu zümre içinde Akbıyık Sultan ve Akşemseddin’in özellikle Fatih Sultan Mehmed nezdinde büyük itibar sahibi oldukları da bilinmektedir.
Kolanizatör Türk dervişleri fethedilen tüm coğrafyalarda şehirler, kasabalar ve mahallelerin oluşmasında öncülük yapmışlardır. Öyleki pek çok yer onların isimleriyle anılmıştır. Hatta bu isimler günümüze kadar gelmiştir. Darende’de bulunan Zaviye Mahallesi ismini Taceddin-i Veli Hazretleri’nin bu yerde kurduğu Zaviyesinden almaktadır. İstanbul'daki Vefa semti ismini Şeyh Ebu'l- Vefa hazretlerinden almaktadır. Günümüze kadar gelen bu uzantılar, bu isimler bize göstermektedir ki; gönüllere taht kuran bu insanların yüzyıllar geçmesine rağmen isimleri yaşatıldığı gibi tüm gönüllere kazınan bu sevgi halen devam etmektedir. Zahir hükümdarları maddeyle birlikte yok olurken mana sultanları tüm haşmetleriyle dimdik ayakta durmakta ve insanlara yön vermektedirler. Hakikatın mana aleminde bulunan bu büyüklerle olabilmenin niteliğini de tüm dünyaya defalarca kez ispatlanmıştır.

 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanli Fermanlari

14772fc.jpg


Fermân
II. Mehmed Dönemi h. 07.06.882 / m. 16.09.1477
Konusu
Gelibolu İskelesi'ni tutan Yahya, Baki ve ortaklarından, Gelibolu Burgazı erenlerinin üç aylık mevâcibleri için, on bir bin dört yüz on altı akçe tahsîl edilmesine dâir.
Yazı Çeşidi
Fermân, dîvânî hat ile yazılmıştır. 10 satırdır.
Tuğrası ve Tezyinatı
Tuğra, siyah mürekkeble çekilmiş olup, rıhlanmıştır. Yazıda, siyah mürekkeb kullanılmıştır.
Gördüğü İşlem
Sol alt köşede, fermânın yazıldığı yerin kaydı vardır.



15120lf.jpg


Berât
I. Selîm Dönemi h. Evâil-i R. 918 / m. Haziran 1512
Konusu
Seyyid Muhammed oğlu Seyyid Ömer'in, öşr-i Şer'î'den ve her türlü resmî ve örfî vergiden muaf olduğuna dâir.
Yazı Çeşidi
Berâtın ilk satırı, celî dîvânî, diğer satırları ise dîvânî hat ile yazılmıştır. 10 satırdır.
Tuğrası ve Tezyinatı
Tuğra, siyah mürekkeble çekilmiş olup, rıhlanmıştır. Yazıda, siyah mürekkeb kullanılmıştır.
Gördüğü İşlem
Sol alt köşede, berâtın yazıldığı yerin kaydı vardır.



17793td.jpg

Berât
I. Abdülhamîd Dönemi h. 07.05.1193 / m. 23.05.1779
Konusu
Konya'nın İnsuyu Kazâsı'ndaki Sorak Köyü derbendçilik görevinin, eşkıyaya mâni olmak ve gerekli vergileri ödemek şartıyla, Teberdâr (baltacı) Mehmed'e verildiğine dâir.
Yazı Çeşidi
İlk satır, celî dîvânî; diğer satırlar, dîvânî hattı ile yazılmıştır. 10 satırdır.
Tuğrası ve Tezyinatı
Tuğra, altınla çekilmiştir ve siyah tahrîrlidir. Boşlukları, açık mavi zemîn üzerine, mavi renk halkârî ile bezenmiştir. Tuğranın üst kısmı, halkârî bir kompozisyon ile tezyîn edilmiştir. Barok çerçevenin etrafına, negatif tığlar yapılmıştır. Hatt-ı hümâyûnun başlığı, kapalı form ve hatâî dallarından oluşan klâsik tezhîbdir. Yazının etrafındaki sıvama altın üzerine, rûmî kompozisyon yapılmıştır. Açık mavi olan rûmîler iç bünyeli ve gölgelidir. Tığlar, mavi ve kırmızı negatif motiflerden oluşmuştur. Başlık tezhîbi, bir sıra kurtçuklu pervâzla çevrilmiştir. Altın zemînler, iğne perdahlıdır. Bütün form, kalın bir altın cedvel ile çerçeveye alınmıştır. Mahall-i tahrîr, basit bir halkârî ile tezyîn edilmiştir. Satır aralarına, altın noktalar yapılmıştır. Yazının sağ kenarı ve alt tarafı, tahrîrli altın cedvel ile çevrilmiştir. Yazıda, kırmızı ve siyah mürekkeb kullanılmıştır.
Gördüğü İşlem
1-Tuğranın üst kısmında, Pâdişâh'ın el yazısı ile yazılmış "Mûcebince amel oluna.", (Gereği yapılsın.) ibâresi yer almaktadır. 2-Sol alt köşede, berâtın yazıldığı yerin kaydı vardır.



18487gw.jpg

Berât
Abdülmecîd Dönemi h. 17.08.1264 / m. 19.07.1848
Konusu
Kâbe ve Ravza-i Mutahhara'nın rub' (1/4) kırat ferâşet görevine sahip Fatma Sultan'ın ölümü üzerine, bu görevin, Şehzâde Ahmed Celâleddin'e verildiğine dâir.
Yazı Çeşidi
Berât, nesih ve celî dîvânî hat ile yazılmıştır. 6 satırdır.
Tuğrası ve Tezyinatı
Tuğra, altınla çekilmiştir. Çevresindeki güneş ışınlarının uçları, çatallı yapılmıştır. Tezyînâtın tamamı Türk rokokosu tarzında olup, sarı ve yeşil olmak üzere iki renk altın kullanılmıştır. Yazıda kırmızı (gülgûnî) ve altın mürekkeb kullanılmıştır.
Gördüğü İşlem
Sol alt köşede, berâtın yazıldığı yerin kaydı vardır.



17653qn.jpg

Berât
III. Mustafa Dönemi h. 14.08.1178 / m. 06.02.1765
Konusu
Bektaş'ın ölümüyle boşalan, Birgi Nâhiyesi'nde Mürsellü Karyesi ve Tire Nâhiyesi'nde Sadiye karyesi civarındaki zeâmetin, es-Seyyid Osman'a verilmesine dâir.
Yazı Çeşidi İlk satır, celî dîvânî; daha sonraki satırlar dîvânî hattı ile yazılmıştır. Derkenârlarda dîvânî, dîvânî kırması ve siyâkât hat bulunmaktadır. 8 satırdır.
Tuğrası ve Tezyinatı
Tuğra, kırmızı mürekkeb ile çekilmiştir. Boşluklarına altın sürülüp, iğne perdah yapılmıştır. Altın ile harfler arasında birkaç mm. ara bırakılmıştır. Dış kısmına ise 5 mm. ara bırakılarak altın cetvel geçilmiş ve tuğra formuna paralel olarak bir tezyînât yapılmıştır. Tezyînât, lâcivert zemîn üzerine hatâî kompozisyonundan müteşekkildir. Dallar ve yapraklar, sıvama altındır. Hatâîler, altın tahrîrli ve kırmızı-beyaz renklidir. Formun dışına da altın cedvel geçilmiştir. Üst tarafına ve hançer tarafına yapılan bazı motifler sebebiyle form, adeta demlik (çaydan) görüntüsünü almıştır. Nişân-ı hümâyûnun alt kısmına, sıvama altın, mavi ve penbe ile çiçek dalları yapılmıştır. Aynı çiçekten, berât kağıdının en üstünde ve siyâkat yazısının arasında da mevcuttur. Davet (duâ) cümlesi, altınlı ve mavili bir çerçeveye alınmıştır. Mahall-i tahrîrin sağında, serbest bir motif görülmektedir. Yazıda, kırmızı ve siyah mürekkeb kullanılmıştır.
Gördüğü İşlem
1-Tuğranın üst tarafında, Pâdişâh'ın el yazısı ile yazılmış "Mûcebince amel oluna.", (Gereği yapılsın.) ibâresi yer almaktadır. 2-Berâtın sağ üst kısmında, Sadrâzam'ın sahı ve buyruldusu; alt tarafında Defterhâne ve Nişan Kalemi'nin kayıtları yer almaktadır. 3- 5. ve 8. Satırlar arasında siyâkat yazısı ile yazılmış, Defterhâne'den çıkarılan zeâmet kayıtları bulunmaktadır. 4-Sol alt köşede, berâtın yazıldığı yerin kaydı vardır.



17207bm.jpg

Fermân
III. Ahmed Dönemi h. 02.06.1132 / m. 11.04.1720
Konusu
Yenişehir-i Fener Kazâsı'nın bazı köylerine ait mukataa gelirlerinin, Matbah-ı Âmire'ye ocaklık olarak verildiği ve yeniden sayılmasına dâir.
Yazı Çeşidi
Fermân, dîvânî hat; derkenârlar ise, dîvânî ve dîvânî kırması hatlarıyla yazılmıştır. 13 satırdır.
Tuğrası ve Tezyinatı
Tuğra, altınla çekilmiştir. Tezyînâtında, önemli bir unsur yoktur. İç beyzede, şekli bozuk rûmîler; dış beyze ve hayat ağacı formunda, lekeler halinde Haliç işi görülmektedir. Formun etrafındaki yaprakların, sâdece kontürleri yapılmıştır. Yazıda, siyah mürekkeb kullanılmıştır.
Gördüğü İşlem
1-Fermânın sağ üst köşesinde, Sadrâzam'ın buyruldusu, Defterdâr'ın küçük sahı ve Haslar Kalemi'nden çıkarılan kayıt yer almaktadır. 2-Sol alt köşede, fermânın yazıldığı yerin kaydı vardır.



17415vx.jpg

Fermân
I. Mahmûd Dönemi h. Evâil-i L.1153 / m. Aralık 1740
Konusu
Yeniçeri Ocağı'na, ihtiyaç duyulmadıkça asker alınmamasına, odabaşıların sebebsiz yere azl olunmamalarına ve Yeniçeri Ocağı nizâmlarına uyulmasına dâir.
Yazı Çeşidi
Fermân, dîvânî hat ile yazılmıştır. Hatt-ı hümâyûn kısmı ise nesih hat ile yazılmıştır. 24 satırdır.
Tuğrası ve Tezyinatı
Tuğra, siyah mürekkeb ile çekilmiş ve altınla tahrîrlenmiştir. Boşlukları, sâde zemîn üzerine lâcivert ve kırmızı renkte negatif motiflerden oluşan kompozisyonlar ile tezyîn edilmiştir. Tuğranın sağında, çok zarif natüralist bir gül dalı görülmektedir. "Mustafa" isminde müzehhib tarafından yapıldığı anlaşılan gülün taramaları çok ince ve güzeldir. Tuğranın üzerine ve çevresine, altın ve siyah mürekkeb karışımı çok ince bir serpme yapılmıştır. Altın çerçeveye alınmış olan üstteki yazının başlığına, klâsik tezhîb yapılmıştır. Kompozisyon, kapalı form ve hatâî dallarından müteşekkildir. Etrafına, bir sıra kurtçuklu pervâz yapılmıştır. Altın ve lâcivert ile yapılan tığlar, negatif motiflerden müteşekkildir. Yazı boşlukları, halkârî ile tezyîn edilmiştir. Yazıda, siyah mürekkeb kullanılmıştır.
Gördüğü İşlem
1-Tuğranın üstünde, Pâdişâh'ın el yazısıyla, Yeniçeri Ağası'na hitâben yazılmış "Ocağın nizâmına dâir.", altı satırlık bir yazı bulunmaktadır. 2-Sol alt köşede, fermânın yazıldığı yerin kaydı vardır.



17807iv.jpg

Berât
I. Abdülhamîd Dönemi h. 03.08.1194 / m. 04.08.1780
Konusu
Sicilyateyn'in İstanbul Elçiliği Tercümânlığı'na, Yosef veled-i Musa'nın tâyin edilmesine ve her türlü vergiden muaf tutulmasına dâir.
Yazı Çeşidi
Berâtın ilk satırı, celî dîvânî; diğer satırları ise dîvânî hat ile yazılmıştır. 13 satırdır.
Tuğrası ve Tezyinatı
Altınla çekilen tuğra, siyah tahrîrlidir. Boşlukları, gümüş ve çeşitli renklerle doldurulmuştur. Beyzelerindeki kıvrım dalların ucuna, penbe güller ve turuncu tomurcuklar yapılmıştır. İki sıra bordür arasında bir sıra geçme ve halkârî yapraklar ile çevrilmiş olan üçgen formun içi ve dışı, Türk rokokosu çiçek ve motiflerle tezyîn edilmiştir. Çiçeklerin arasında, şikâf tarzında bezenmiş sazyolu motifleri görülmektedir. Tuğların üstündeki ve üçgen formun tepesindeki şemselerin içine, kapalı form ve rûmî hatlarından oluşan kompozisyon yapılmıştır. Dendanlar ve motifler, altınla çalışılmıştır. Satır araları, altın noktalar ve zerefşân ile tezyînlidir. Yazıda, siyah, kırmızı ve altın mürekkeb kullanılmıştır.
Gördüğü İşlem
Sol alt köşede, berâtın yazıldığı yerin kaydı vardır.
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Resimlerle Osmanlı Devleti


untitleddv1.png

Darus-Saadetiserif Agasi - Sultan ikinci Murad Han - Silahtar Agasi - Bas Cuhadir

2ed9.png

Satir - Basatiraga - Sadrazam - Kapicilar Kethudasi Aga - Cavusbasi Aga

3nn7.png

Bascuhadar Aga - Dersvekili Efendi - Seyhulislam - Vekayii Efendi

4vf8.png

Bab-i Ali Alay Bascavusu - Cavusbasi Aga - Beylika Efendi - Amedi Efendi - Buyuk Tezkereci Efendi

5bk6.png

Bab-i Ali Tercumani - Duvel-i Ecnebiyye Sefiri - Reis-ul Kuttab - Buhara Elcisi - Ic Agasi

6pb2.png

Hademe - Ruus Halifesi Efendi - Kethuda Katibi Efendi - Vezi Mektupcusu Efendi - Reis Kesedari Efendi - Cavusbasi Kesedari Efendi

7wr3.png

Selam Agasi - Sakalli Aga - Kaftan Agasi - Camasir Agasi

8vo8.png

Basfalakaci Agasi - Salma Bascuhadari - Vezir Bastebdili - Kuloglu Bascuhadari - Bas Kilavuz Aga

9fh9.png

Icoglan Cavusu - Galata Cavusu - Tersane Bascavusu - Kaptan Pasa - Pasa Bascavusu - Ciplak Cavusu - Ciplak

10nt4.png

Tesrifat Halifesi - Devlet Kathudasi Efendi - Tesrifatci Efendi - Hil'at giyen devlet memurlari
Resimlerle Osmanlı Devleti


11fr4.png

Bas Muhzir Aga - Mekke Kadisi Efendi - Rumeli Kazaskeri - Nakibul Esraf Efendi - Istanbul Kadisi Efendi

12qz4.png

Bas Cuhadar - Defterdar Efendi - Defteremini Efendi - Nisanci Efendi - Darphane Emini Efendi

13yw1.png

Levent

14fl1.png

Yeniceri Agasi

15fk6.png

Haseki

16yn5.png

Bostancilar Odabasi

17qu8.png

Silahli Yeniceri

19dm8.png

Divan Cavusu

20ub0.png

Odabasi

21aa2.png

Basyazici
Resimlerle Osmanlı Devleti


23fw6.png

Pasa
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Osmanlılar’da zaman ölçümü
Zamanın nasıl belirleneceği sorunu insan zekasını çok eski çağlardan beri sürekli meşgul etmiş bir sorundur. Bu önemli kuramsal bilgi Batlamyus'tan sonra da kullanılmıştır. Yöntem 9. yüzyılda İslam ülkelerinde benimsenerek özellikle namaz vakitlerinin belirlenmesi, karada ve denizde yön tayini, arazi ölçümlerinin yapılması, yüksekliklerin ve derinliklerin belirlenmesi gibi değişik konularda yaygın uygulama alanı bulmuştur. Bu sorunlarla uğraşırken küresel geometri ve gök cisimlerinin hareketi ile ilgili konularda önemli ilerlemeler kaydedilmiştir.
İslam’da zamanın belirlenmesi sorunuyla uğraşılırken daha önce bilinegelen ve temeli stereometrik izdüşümüne dayanan usturlaplardan yararlanılmıştır. Bu alet yüzyıllar boyunca geliştirilerek özel sorunların çözümüne daha uygun biçimlere getirilmiştir. Saat ayarının kuramsal temelleri bulunulan yerdeki güneşin konumuna ve bir çubuğun gölgesine bağlı olarak 8. yüzyılda belirlenmiş bulunuyordu. Zamanla ilgili tanımlar gözle görülen olaylara dayandırıldığından herkes tarafından kolaylıkla soruşturulabilir nitelikteydi.
Zamanın bulunulan tarihe ve yere bağlı olarak tanımlanmış olması, nüfusun yoğun olduğu yerlerde, konunun muvakkit adı verilen uzman kişilerce belirlenmesini zorunlu hale getirmiştir. Sultanlar zamanın doğru tespiti için, merkezi camilerde muvakkithaneler kurmuş, burada görev alacak kişilerin yetişmesini sağlamış, bu müesseseleri gerekli araç ve gereçlerle donatmışlardır. İslam dünyasının liderleri hükmettikleri eyaletlerin her bölümü için namaz vakitlerini hesaplatmayı görev edinmişlerdir.
Fatih Sultan Mehmet'in 1456'da Semerkantlı astronom Ali Kuşçu'yu tüm imparatorlukta namaz saatlerinin hesaplaması için görevlendirdiği bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğunun 17. yüzyılda en geniş topraklara eriştiği dönemde İstanbul'da bir rasathane kuran Takiyüddin'e de benzer bir görev verilmiştir.
1- Hicri ve Rumi Takvim İslam ülkelerinde kullanılan Hicri takvim Hz. Muhammed'in M.S. 622'de Mekke'den Medine'ye hicretiyle başlar. Hicri - Kameri takvim, ayın dünyanın etrafında dönüşüne göre tanımlanır. Bir yıl Muharrem, Sefer, Rebiyülevvel, Rebiyülahir, Cemaziyülevvel, Cemaziyülahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce adı verilen 12 aydan oluşur. Her bir Kameri ay yaklaşık 29.5 gün sürer ve bir Kameri yıl 354 gün olarak elde edilir. Bu nedenle Kameri takvimde 6 adet 29 günlük, 6 adet 30 günlük ay bulunur. Hangi ayların 29 ya da 30 gün süreceği ayın fazı göz önünde bulundurularak Şeyhül İslam tarafından belirlenir.
Ancak gerçek Kameri ay 29.5 günden 44 dakika 3 saniye daha uzun olduğundan 12 Kameri ayın belirlediği 354 günlük kuramsal Kameri yıldan 8 saat 48 dakika 36 saniye daha uzundur. 30 yılda bu hata 11 gün 0 saat 18 dakika 0 saniye olacağından eşzamanlılığı sağlamak için 30 yıl boyunca 19 adet 354 gün süreli ve 11 adet 355 gün süreli sene oluşturulur. 355 günlük seneler son aya bir gün ilave edilerek gerçeklenir. Böylece eşzamanlık sağlanır ve ancak 2400 senede bir takvime tekrar 1 gün ilave etmek gerekir.
Kameri yılın ortalama süresi, günlerin yıllara göre dağılımından (19x354+11 x 355) / 30=354 gün 8 saat 48 dakika olarak hesaplanır. Bugün kullanılan güneş yılı yaklaşık 365 gün 5 saat 48 dakika olduğundan Kameri yıl güneş yılından yaklaşık 10 gün 21 saat daha kısadır. Buna göre, 1 Kameri yıl güneş yılının 0.9702 katına, 1 güneş yılı Kameri yılın 1.0307 katına karşı düşer. Ayrıca hicret 15 Temmuz 622'de gerçekleştiğinden, kameri takvimin miladi takvimine göre 621.536 yıl kadar faz farkı bulunur. Eğer örneğin 1 Ocak 1993'ün hicri takvimdeki karşılığını bulmak istersek yukarıdaki değerlerden (1992-621.536) x l.0307=1412.5372 buluruz. Hicri takvime göre 1412 yıl geçmiş olduğundan bu tarih hicri 1413 yılına karşı düşer.
Hicri takvimin haricinde Osmanlı devletinde 1678'den sonra maliye ile ilgili işlerde Rumi takvim de kullanılmaya başlanmıştır. Mali yılın başlangıcı 1 Mart olarak kabul edilir. Rumi yıl 365 gün olup güneş yılına karşı düşen miladi seneyle eş uzunluktadır. Rumi sene her 33 yılda 354 gün olan hicri seneyi bir yıl geçer. Bu farkı gidermek için Rumi seneden her 33 yılda bir hicret yılı düşülür; buna sıvış senesi denir. Her iki takvim arasında ayrıca 13 günlük bir fark bulunur. Ayrıca Rumi sene miladi 584'te başlatıldığından Rumi seneyi bulmak için Miladi seneden 584 çıkarmak gerekir. Aylar Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Teşrini-evvel, Teşrini-sani. Kanuni-evvel. Kanuni-sani, Şubat olarak adlandırılır. Örneğin Miladi 1 Ocak 1993 tarihi Rumi 19 Kanuni-evvel 1408 tarihine karşı düşer. Osmanlı devletinin sonuna kadar mali işlemlerde kullanılan Rumi sene 1925'te Miladi takvim yılının kabul edilmesi üzerine terk edilmiştir.

2- Gün ve Saat Tanımı
İslam dünyasında yeni gün güneşin batışıyla başlar. Güneş ufukta kaybolunca saat 12 ya da 0'dır. Bir sonraki güneş batışına kadar geçen süre 2x12 saate ayrılır. Ezani saat adı verilen bu saat tanımında, günün başlangıcı değişmekte, ancak gün boyunca bir saatlik süre aynı kalmaktadır.
Bunun dışında Helenistik çağdan kalma başka bir saat kavramı, Zamanı saat'ta kullanılır. Bu saat kavramında gündüz ve gece süreleri kendi başlarına ayrı ayrı 12 eşit parçaya bölünür. Tanım gereği bir günün süresi aynı kalmakla birlikte, gündüz ve gece saatlerinin süreleri mevsime bağlı olarak değişir.

3- Namaz Vakitlerinin Tanımı Namaz vakitleri Şekil 1’e göre belirlenir
3.1.-Akşam namazı: Akşam namazı güneşin 625 metre rakımlı bir yerde gözlenen batış anında kılınır. Bu durumda ezani saate göre saat 12'dir ve yeni bir gün başlamış olur.
3.2.-Yatsı namazı: Güneş merkezinin ufkun 17° altında bulunduğu sırada kılınır.Bu zaman öznel olarak yan yana duran beyaz ve siyah renkli iki cismin ayırdedilemez olduğu an olarak tanımlanır.
3.3.- Sabah namazı: Sabah namazı, güneş ufukta doğduğunda bitmesi gerektiğinden, başlangıcı da buna göre ayarlanır.
3.4.- Öğle namazı: Ufka göre dik duran bir çubuğun gölgesi uzamaya başladığı an kılınır.
3.5.- İkindi namazı: "Asr'ı evvel" ve "Asr' ı sani" olarak adlandırılan iki zaman arasında kılınır.
“Asr'ı evvel": Çubuk gölgesinin, aynı günün öğle vaktindeki en kısa gölge uzunluğu ile kendi uzunluğu toplamı kadar olduğu an olarak tanımlanır.
"Asr'ı sani": Çubuk gölgesinin, aynı günün öğle vaktindeki en kısa gölge uzunluğu ile kendi uzunluğunun iki katı kadar olduğu an olarak tanımlanır.
Bu tanımlardan başka Ramazan ayında oruç şafak vaktinde "imsak" 'ta başlar: Bu anda güneş ufkun 19° altındadır ve güneşin doğması için 1 saat 16 dakika kadar bir zaman vardır (l° = 4 dakika). Bu zaman da öznel olarak yan yana duran beyaz ve siyah cisimlerin ayırt edilmeye başlandığı an olarak tanımlanır. Oruç güneş batıncaya kadar sürer. Bayram namazı (iyd) camilerde güneş ufkun 5° üzerine çıkınca, ya da doğduktan 20 dakika sonra, kılınmaya başlanır.
Kesin zaman belirlenmesi sadece öğle ve ikindi namazlarında mümkün olduğundan diğer namaz vakitleri ve oruca başlama vakti için 10 dakikalık bir hoşgörü tanınır. Buna göre sabah namazı ve oruca başlama 10 dakika erken, akşam ve yatsı namazları ile iftar vakti 10 dakika geç olabilir.
Ramazan bayramı 29 gün süren Ramazan ayının sonunda hilalin görünmesiyle başlar. Kurban bayramı 68 gün sonra kutlanır. Şu halde Ramazan bayramı 1. Şevval'de, Kurban bayramı ise 2 ay 10 gün sonra 10. Zilhicce'de kutlanır.
 
---> Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Arşivlik)

Darülfünun
Fen ilimleri evi, üniversite. Osmanli Devleti'nde medrese disinda bir darülfünun açilmasi fikri, ilk defa Abdülmecîd Han zamaninda 1845'de Geçici egitim meclisi (Meclis-i muvakkat-i maâ-rif) tarafindan tanzim edilen egitim programinda yer aldi.

Böyle müessesenin çalismaya baslamasi için; bina, ögrenci, ögretmen ve kitap gibi dört ana unsurun saglanmasi gerekliydi.

Bina için taninmis italyan mîmâr Fossati getirilip projeler yaptirildi. 1846 yili Ekim ayinda Ayasofya Camii yakinindaki bir arsada temel atildi. Darülfünun ögretimini tâkib edebilecek seviyede ögrenci yetistirmek maksâdiyle lise seviyesinde dârülmaârif adiyla bir okul kuruldu (1849). Bundan baska darülfünuna ögretim üyesi yetistirmek maksadiyla Avrupa'ya ögrenciler gönderildi. Okutulacak derslerin kitaplarinin seçimi, tercüme ve te'lif suretiyle hazirlanmasi için de Encümen-i dânis kuruldu.

Bu hazirliklar sürdürülürken, memleketin taninmis bilim adamlari tarafindan umûma açik konferans seklinde serbest hâlde ögretime baslanmasina karar verildi. 12 Ocak 1863'de Dervis Pasa'nin verdigi fizik dersiyle baslayan serî konferanslar, Hekimbasi Salih Efendi'nin biyoloji, Ahmed Vefik Efendi'nin târih ve muhtelif hocalarin cografya, astronomi ve deneysel fizik dersleriyle devam etti. 1864'den sonra Dîvânyolu'nda kiralanan bir konakta devam eden bu çalismalar, 1865'de Avrupa'dan getirilmis teknik edevat, laboratuvar gereçleri ve kütüphaneyle beraber konagin yanip kül olmasiyla sona erdi.

Bu yangindan sonra bir süre duran çalismalar, 1 Eylül 1869'da yayinlanan Maârif-i umûmiye nizâmnâmesiyle tekrar basladi. Bu nizâmnâmenin yüksek okullara ayrilmis bölümünde belirtildigine göre, Dârülfünûn-i Osmânî adiyla kurulacak üniversite, Hikmet-i edebiyat, ilm-i hukuk ve Ulûm-i tabiiyye ve riyâ-ziyye adlariyla üç fakülteden meydana gelecekti. Üniversitenin basinda nazir unvanli bir emîn bulunacakti. Yine bu bölümde, kurulacak üniversitenin, muhtariyete (özerklige) sâhib oldugu belirtilmis, darülfünun kurulusuna ve organlarina, programlarinin ana çizgilerine, ögretim üye ve yardimcilarinin hak ve görevleriyle tâyin ve terfî sartlarina, ögrencilerin kayit islerinden baslayarak devamin siki kontrolü dâhil olmak üzere doktora imtihanlarina kadar bütün esaslari düsünülmüs ve tesbit edilmistir.

Sultan Mahmûd türbesi yaninda yaptirilan binada ögretime baslayan okulun müdürlügüne, Avrupa'ya evvelce darülfünun hocasi olarak yetistirilmek üzere gönderilmis ve tahsilini tamamlayip dönmüs bulunan Yanyali Hoca Tahsin Efendi tâyin edildi. Okul, 20 Subat 1870'de büyük bir törenle açilarak derslere baslandi. Fakat daha okulun açilisinda, hocalardan Cemâleddîn-i Efgânî'nin sapik fikirlerini yaymaya çalismasi, nizâmnâmedeki bir çok hükümlerin tatbikatinin istenilen sekilde uygulamaya konulamamasi sebebiyle 1871 ortalarinda kapatildi.

1874'de Galatasaray mekteb-i sultanîsi içinde, bu okulun adetâ bir üst okulu seklinde Dârülfünûn-i sultanî adiyla üçüncü darülfünun açildi. Hukuk, Mühendislik ve Edebiyat fakültelerinden meydana gelen bu okulun müdürlügüne de Sava Pasa getirildi. Bu okula sâdece Galatasaray mekteb-i sultanîsinden me' zun olanlar alinabilecek, bu seviyede agitim için henüz yeterince Türkçe eser hazirlanmamis oldugundan, bir kisim 'dersler Fransizca olacak ve Fransa'dan getirilecek profesörlerle ögretim kadrosu tamamlanacakti. Pakat bu okul da uzun süre ögrenime devam edemedi ve 1882'de kapandi.

Bugünkü istanbul Üniversitesi'nin çekirdegini meydana getiren Dârülfünûn-i sahane, dördüncü darülfünun olarak 15 Agustos 1900'de ikinci Abdülhamîd Han zamaninda kuruldu. Ulûm-i âliye-i diniye, Ulûm-i riyaziye ve tabî-iyye ve Edebiyat fakültelerinden meydana gelecekti.

15 Agustos 1900'de çikarilan yirmi yedi maddelik darülfünun nizâmnâmesine göre; dârülfünûn-i sahanenin, Ulûm-i âliye-i diniye (ilahiyat) fakültesinin her sinifina en fazla otuz kisi alinabilecek ve ögretim süresi dört yil olacakti. Ulûm-i riyaziye ve tabîiyye (matematik ve fen bilimleri) fakültesi ile Edebiyat fakültelerinin siniflarina ise yirmi beser kisi alinabilecek ve ögretim süreleri üç yil olacakti. Bunlara ek olarak yine darülfünun idaresine bagli olarak Türkçe, Arabça ve Farsça'dan baska, Fransiz, ingiliz, Alman ve Rus dillerinin okutulacagi filolojiler kurulacakti.

Ögrenci sayisi sinirlandirilan ve parali olan bu okula girebilmek için, bir orta ögretim kurumunu bitirmek veya bu düzeyde bilgi sahibi oldugunu isbatlamak gerekiyordu.

O târihlerde ayri bir bina ve idare kurulmasina lüzum görülmediginden, Cagaloglu'ndaki Mekteb-i mülkiyenin bir bölümü bu okul için ayrildi ve iki okul ortak müdürlükle yönetildi. 1909' da Vezneciler'deki Zeynep Hanim Konagi'na tasinarak kendi binasina sâhib oldu. Ögrenci sayisindaki kisitlamalar kaldirilip, ücretsiz hâle getirildi. Okulun ismi Dârülfünûn-i Osmânî olarak degistirilip, programlarinda bâzi degisiklikler yapildi. Okul idaresi, Mülkiye mektebinden ayrildi.

Emrullah Efendi'nin maârif nazirligi zamaninda çikarilan 21 Nisan 1912 tarihli nizâmnâmeyle yeni düzenlemelere gidildi. Büyük kütüphaneler, laboratuvarlar kurulmaya baslandi. Sinif usûlü terk edilerek, yerine sömestr usûlü getirildi. Zeyneb Hanim Konagi'nin yeterli olmamaya baslamasi üzerine, Yerebatan'da kimya, Feyzullah Efendi Konagi'nda jeoloji, ibrahim Pasa Konagi'nda dogu dilleri ve Safvet Pasa Konagi'nda cografya enstitüleri te'sis edildi.

Birinci Dünyâ Savasi esnasinda Almanya ve Avusturya-Macaristan'dan Edebiyat, Fen ve Hukuk fakülteleri için davet edilen profesörler ile ögretim kadrosu güçlendirildi. Savastan sonra yeni bir yönetmelik hazirlandi. Buna göre darülfünunu, her yil seçilen bir eminin (rektör) baskanligi altinda fakülte temsilcilerinden meydana gelen bir dîvân (senato) idare edecekti.
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol puff
Geri
Üst