Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
Çocuk eğitiminde tokatın yeri var mı?
Eskiden ebeveynlerden tokat yemek çocuk terbiyesinin neredeyse ayrılmaz bir parçasıydı. Bu yüzden şimdiki erişkinler arasında tokat yemeyen birini bulmak oldukça zordur. Günümüzde de özellikle kırsal kesimde ve büyük şehirlerin varoşlarında çocuklar hala büyüklerinden tokat yemektedir. Hatta okullarda bile zaman zaman öğretmenlerin dayağa başvurduğu bilinen bir gerçektir. Peki bu "cennetten çıkma (!)" olduğu tabir edilen dayağın çocuk eğitiminde yeri var mı? Amerikan Pediatri Akademisi tokatın çocuk eğitiminde kullanılmaması gerektiğini eğer çocuğun cezalandırılması gerekiyorsa ona alternatif diğer yöntemlerin kullanılmasını önermektedir. Dayak atmanın çocuk eğitiminde yeri yoktur çünkü: O an için işe yaramış görünse bile çocuğun davranışını değiştirmede aslında daha önce söz edilen bir sandalyede bekleme cezasından daha etkili değildir. Tokat atmak çocuğa sorumluluk öğretmez tersine onun daha da kızmasına ve hırçınlaşmasına neden olur. Ebeveynlerin çoğu daha sonradan tokat attıkları için pişmanlık duymaktadırlar. Sürekli tokat yiyen çocukta zamanla bu yöntem de artık işe yaramaz olacaktır. Tokat atmak şiddetine bağlı olarak çocukta ciddi fiziksel hasarlara neden olabilir. Sürekli dövülen çocuklarda depresyon alkol kullanımı diğer çocuklara saldırganlık daha sık görülür hatta erişkin olduklarında kendi eş ve çocuklarını dövme ve suç işleme oranları diğer kişilere göre daha fazla olmaktadır. Yapılan çalışmalar dayak yiyen çocukların erişkin olduklarında diğer kişileri –onları sevseler bile- daha çok cezalandırma eğiliminde olduklarını ortaya koymuştur. Onun için hekimler olarak bizler çocuk eğitimi konusunda ebeveynlere doğru yolu göstermeli sağlıklı bir nesil yetiştirmek için her türlü şiddetten kaçınmaları gerektiğini onlara olabildiğince öğretmeye çalışmalıyız. Son söz olarak Dorothy Law Nolte'un aşağıdaki satırları bu konuda söylenmesi gerekenleri çok güzel bir biçimde dile getirmiyor mu? Çocuk yaşadıklarından öğrenir...
Eğer bir çocuk eleştiriyle yaşarsakınamayı öğrenir.
Eğer bir çocuk düşmanlıkla yaşarsa savaşmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk utançla yaşarsa suçlu hissetmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk hoşgörü ile yaşarsa sabırlı olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk övgüyle yaşarsa değer vermeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk alayla yaşarsa utanmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk adil yaşarsa adaleti öğrenir.
Eğer bir çocuk güvenceyle yaşarsa inanmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk dürüstlükle yaşarsa doğruyu öğrenir.
Eğer bir çocuk yüreklendirmeyle yaşarsa kendine güvenmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk arkadaşlıkla yaşarsa dünyada sevgiyi bulmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk onaylamayla yaşarsa kendinden hoşlanmayı öğrenir
Cinsel gelişim Biyolojik özelliklerimizi temel aldığımızda erkek ya da dişi olarak belirlenen bir cinsiyetimiz vardır. Cinsellik ise bu biyolojik yapı üzerine eklenen sosyolojik psikolojik ve felsefi boyutları da içeren daha geniş bir tanımlamadır. Doğum öncesinden ölüme kadar duyguları düşünceleri inançları davranışları ve yaşantıları içeren gelişimsel bir süreçtir. Belirli bir yaşam döneminde beklenen cinsel duygular inançlar ve davranışlar o yaşa uygun cinsel gelişimi belirler. Cinsel gelişim ile ilgili bilgilerimiz psiko¤¤¤¤üel gelişim kuramı ile ilgili temel bilgilere dayanmaktadır. Döneminde birçok olumlu ve olumsuz eleştiri ile karşılaşan bu kuram 1915 yılında Freud tarafından geliştirilmiştir. Psiko¤¤¤¤üel gelişim kuramı günümüzde de sarsılmaz yerini korumaktadır. Başlangıçtaki eleştiriler bu kuramda aktarılan çocuk cinselliğinin yetişkin cinselliği ile karıştırılmasından kaynaklanmıştır. Aslında çocuklarının cinsellikleri ile ilgili danışmanlık isteyen anne babaların da çocuk ve yetişkin cinselliğini karıştırdıklarını görmekteyiz. Psiko¤¤¤¤üel gelişime göre cinsel enerji değişik gelişim dönemlerinde değişik beden bölgelerine yönelmektedir. İlk bir yılda ağız gereksinimler doyumlar ve dış çevre ile ilişkilerde kullanılan organdır. Bebekler tanımak için her şeyi ağızlarına götürmekte dünyayı ağızları ile tanımakta ve bundan hoşlanmaktadırlar. Bebekler annelerini emmedikleri dönemlerde parmaklarını emmektedirler. Birinci yaştan sonra ağız bölgesinin verdiği haz yerini çocuğun çişi ya da kakasını kontrol edebilme yeteneğine bırakmaya başlar. Çocuk bu kontrolün kendi elinde olmasından çok hoşlanmaktadır. İkinci yılda bu yeteneğin yanında çocuk altının temizlenmesi sırasında ya da idrar yolu iltihabı ve bu bölge pişikleri sonucunda cinsel organlarının farkına varır. Genel olarak bedenine dokunulmasından hoşlandığı bu dönemde cinsel bölgelere dokunulması da haz vericidir. Ayrıca kız ya da erkek olma ile ilgili ilk farklılıklar da bu yaşlarda başlamaktadır. Çocuk cinsel oyunlarla anne ya da babadan hangisine benzediğini anlamaya çalışmakta sonrasında aynı cinsiyetten ebeveyn ile özdeşim kurarak o dönemi tamamlamaktadır. Özetle çocuğun cinselliğe olan ilgisi bu özdeşim çabaları ve bedeni ile ilgili hazların sürmesine yöneliktir. Yaklaşık 3-5 yaşları arasında giderek azalan bu ilgi yerini daha haz veren ve doyurucu olan kişilerarası etkileşim arkadaşları ile oynama ve öğrenme çabalarına bırakmaktadır. Ergenlik ile daha önceki bu özdeşimler ve cinsiyet hormonlarının etkisi ile cinsel kimlik oluşacaktır. Burada sözü edilen artık erişkin cinselliğine yönelik adımları içermektedir. Çünkü yetişkine benzeyen düşünce sistemi ve hormonların etkisi başlamıştır.
Burada cinselliğin de doğal ruhsal ve bedensel gelişimin bir parçası olduğunu vurgulamak için bilgiler aktarılmaya çalışıldı. Anne baba öğretmenler ve okul yöneticilerinin burada aktarılandan daha fazlasını öğrenmelerini iletişimde oldukları çocuklara bilimsel bir temelden doğru bilgiler vermeleri gerekir. Bilmediğinizde "bilmiyorum" diyebilmeli onlarla anlayacakları bir dilde konuşmalısınız. Onların dili ile tıp dilini ilişkilendirmeli tepkilerinizi onların bedensel zihinsel ve psikososyal gelişim düzeyine göre uyarlamalısınız. Çocukları her türlü konularda olduğu gibi cinsel bilgi sağlamada da anne babaları ile konuşmaya cesaretlendirmeliyiz.
Kardeş Kıskançlığı Çocuklar bir kardeşlerinin olmasını isterler ancak kardeş doğumu ile de yoğun bir kıskançlık yaşamaya ve anne babaları zorlamaya başlarlar. Önceleri sürekli kardeş isteyen bir çocuğun bu isteği gerçekleştikten sonra neden kardeşini kıskandığı hatta ona düşman gibi davrandığını anlamak zor olmalı. Oysa bu çocukların süreklilik göstermeyen değişken olan isteklerini yansıtan dolayısıyla onların doğasıyla ilgili ipucu veren bir özellikleridir. Bu nedenle çocuk için diğer önemli kararlarda olduğu gibi kardeş isteğinin gerekliliğine de anne ve babanın karar vermesi gerekmektedir. Annenin beden ve ruh sağlığı ailenin ekonomik gücü doğacak çocuğun bakımına ilişkin sorumlulukların paylaşılması bu kararı belirleyecektir. Kardeş kıskançlığına gelince; kıskançlık insanoğlunun en doğal en evrensel duygularından birisidir. Kıskançlık sevilen kişinin başkasıyla paylaşılmasına katlanamamak olduğuna göre sevginin bulunduğu her yere girer. Sevgililer arasında belirli bir ölçüyü aşmadığı sürece sevgi gülünün dikeni sayılır. Ancak bu doğal duygu insanı kemiren bir tutku olmaya başlayınca sevgiyi gözeten bir duygu olmaktan çıkar sevgiyi yok eder. Çocuk için en değerli varlık anne olduğuna göre onu başkalarıyla paylaşmak kolay dayanılır bir duygu değildir. Sevgilisini başkasının kolunda gören bir erkekle annesini kucağında "yabancı" bir çocukla gören kardeşin duyguları pek ayrılık göstermez. Anne sevgisini yitirme korkusu daha yeni bir kardeş geleceğini öğrendiği anda içini sızlatmaya başlar. Kardeş doğumu bu ve diğer nedenlerle çocuk için zorlayıcı bir yaşam olayıdır. Gebeliğin ve yenidoğan çocuğun annede oluşturduğu bedensel güçlükler ve yorgunluklar çalışan annenin zamanının önemli bir bölümünü çocuk bakımına ayırması gibi nedenler eve gelen bu yabancı yüzündendir. Gelen çocuğun cinsiyetinin farklı olması beceriksizliği yoğun bir ilgi ve bakıma gereksinimi olması onun daha çok sevildiği şeklinde yorumlanmakta ve kıskançlık artmaktadır. Annenin yenidoğan bebekle birlikte oluşacak güçlüklerini hafifletebilmek için çocuğun kreşe verilmesi ya da odasının ayrılması gibi değişiklikler de bu duyguyu artıracak yeni uyum sorunlarına neden olacaktır. Çocukla kardeşi arasındaki yaş farkı ne kadar azsa kıskançlık o denli büyük olmaktadır.Henüz anneye gereksinimin sürdüğü 3 yaşından küçük çocuklarda anne ilgisinin azalması sonucu yeni kardeşe tepkisi büyük olacaktır. İkinci ya da üçüncü kardeşi kabullenme daha kolay olmaktadır. Kardeş kıskançlığı doğal bir duygudur sevgi ve kıskançlık-nefret ara ara yoğunlaşarak zaman içinde yoğunluğunu kaybeder. Kardeşini sevmek zorunda değildir. Olumsuz duygular anlayışla karşılanmalı ve bu duyguları belirtmesi yüreklendirilmelidir (beni de uğraştırıyor arasıra ben de kızıyorum beceriksizliği yüzünden ona çok zaman harcıyorum seni sevmediğimi düşünme eskisi kadar seviyorum ben de kardeşim doğduğunda kıskanmış böyle düşünmüştüm). Anne-baba bebeği çocuğun önünde gösterişli bir biçimde okşayıp sevmekten kaçınmalıdır. Çocuklar eve gelen yabancıya farklı tutumlar sergileyebilir;
-sevgi gösterilerinde bulunabilir (annenin kendisinden tümüyle uzaklaşmaması için onun yanında yer alır)
-abartılı sevgi gösterileri (alttaki duyguları ele veren davranışlarla birliktedir; kardeşinin yanağını okşarken biraz fazla sıkar ağlatacak ölçüde kucaklar kaza ile yere düşürür)
-etkilenmemiş gibi davranma (bebekle ilgili görünmeyen huysuzluklar hırçınlıklar tutturmalar isteği yapılmadığında ağlama tepinme)
Çocuktum Obsesiftim! Dört yaşına gelene kadarki hayatımıza hükmeden korkular sonrakilerin “giyinmemişi” sayılabilirler. Tehlikenin kucağına atılmamak için elinden geleni yapanların bir kısmı...
"Hayatın giderek karmaşıklaştığı dönemlerde hayatı anlamakta zorluk hissettiğimizde elimizdeki mevzilere sıkıca sarılmamızın ilk provasını bebeklikten çocukluğa geçiş yıllarımızda yapıyoruz. Hayatın korkutuculuğunu ilk hissettirmesi ile birlikte..." 1. Obsesif olunmaz obsesif kalınır... Üç yaşındaki çocuklara bir bakın ağzının kenarına bulaşan yağdan rahatsız olmayanını bulana ödül var. Oyuncaklarının onun kafasına göre olan düzenini bozun bakalım cesaretiniz varsa. Tertip ve intizama olan merakları dorukta olan bu çocuklar büyüdüklerinde nereye gidiyorlar? Prefontal korteksin müthiş bir büyüme hamlesi geliştirdiği o yıllarda her şeyi bir sınıfa sokmak görülen her nesnenin yaşanan her dakikanın adını ve anlamını repertuarımıza kaydetmek için obsesif olmayıp da ne yapsak? Hayatın giderek karmaşıklaştığı dönemlerde hayatı anlamakta zorluk hissettiğimizde elimizdeki mevzilere sıkıca sarılmamızın ilk provasını bebeklikten çocukluğa geçiş yıllarımızda yapıyoruz. Hayatın korkutuculuğunu ilk hissettirmesi ile birlikte... Bu dönemin obsesif stilini bir türlü bırakamayanlar hayat boyu aynı stille devam etmeyi öyle kalmayı ya da sıkıştıklarında öyle olmayı “tercih” ediyorlar. Her şey “hep öyle” ya da “hep böyle” kalsın diyenler obsesif kalıyorlar. Nedeni? Nedeni uzun hikaye ama kuşaklar boyu aynı obsesif stile sahip en azından bir birey bulundurmayı “âdet” edinmiş bir aileye mensup olmak desek... “Genetik belirlenim” demenin bir başka yolu işte. 2. Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm... Dört yaşına gelene kadarki hayatımıza hükmeden korkular sonrakilerin “giyinmemişi” sayılabilirler. Tehlikenin kucağına atılmamak için elinden geleni yapanların bir kısmı bildik ve emniyetli saydıklarından ayrılmamak için bir şeylere “takılmayı” dener. Uyku vaktinde mesela... Uyumamak için direnen çocuklar takıntılarını uygulamaya sokarlar. Yatmadan önce söylettirilen marşlar bir masal iki masal üç masal... Bitmek bilmeyen ayrılık merasimleri... Hiç yatmasam n’olur sanki? Yattığımda sonrada kalktığımda yattığımdaki gibi bir dünyaya kalkabilecek miyim?Hayat bıraktığım yerden devam edecek mi?
Bu soruyu açıkça sormayan bir çocuğun sorusunun “doğru” cevabının ürkütücülüğünü hissettiğini ama kelimelendiremediğini düşünüyorum.
O ürküntünün verdiği dehşetle ne yaptığını bilir mi insan? Çocuk açısından güvenliği tehdit edilen her şey bir takıntı sebebi sayılabilir. Güvenliğinin gerçekten ne kadar sağlam olduğunu anlamak zorundayız. Ah elbette obsesifliğin tehditleri önleyici ya da güvenliği sağlayıcı bir yöntem olarak işe yaramazlığı aynı mesele. Ama ya bildiğiniz bir rahatlama yolu yoksa obsesifleşmekten başka? 3. Güvenli kucaklar... Felaketlerden kaçmanın en güvenli yolu güvenli kucaklara sığınmak... Daha bebekken aldığımız “ders”ten yararlanmayı sürdürenlerimiz kucaktan hiç inmemeyi veya kucağa hiç çıkmamayı seçenler olarak ikiye ayrılabilir. İki durumda da senaryo aynı aslında: Korkunun yönettiği bir hayatın öznesi olmak kaderine pek elleşmeyen birisi olarak kalmak... Obsesif-kompulsif çocukların hayatlarının başka dönemlerinde o tutuk takıntılı hallerinden kurtulduklarında hiperaktifleşmeleri senaryonun öbür tarafına geçmek gibi: Çok kontrolden hiç kontrole... 4. Yaprak toplayarak... Hiç yaprak bırakmamacasına koşturuyor sokak aralarında bahçeden bahçeye... “Bir tane bile kaldıysa söylemesi bile zor çok kötü şeyler olabilir. Kime mi? Anneme tabii ki... Onu önlemek için topluyorum şehrin bütün yapraklarını şehrin.” Uykusuz susuz eksiksiz ne kadar yere düşmüş yaprak varsa o kadar yaprak toplanmalı. Kendini yok edercesine bir takıntının peşine takılan herkes bir felaketi kendisinin ya da en sevdiği ve en kızdığının başına gelebilecek bir felaketi önlemek çabasında. Bir çocuk bunu ne kadar söze dökebilir ki? “Geceleri yaprak toplamaya ara verdiğimde gidip annemim yüzüne krem sürüyorum. Kırışıklıklar kaybolsun diye... Saçlarını da boyamak istiyorum tek bir beyazlık kalmacasına.” 5. Fazla sıkı tuttuysan hayatın elini... Hayat ile ilişkimizdeki tarzımızı çocukken annemizin elini tutuşumuza benzetiyorum. Kimimiz sımsıkı yapışıyoruz hiç bırakmamacasına... Kimimizin tutuşu ise her an kurtuluverecek gibi gevşek iğreti. Güvenli ne zaman tutacağını ne zaman biliyor gibi gözüken çocuklara bir yandan imrenerek... Hayatın elini fazla sıkı tutmaya (obsesif-kompülsif) bozukluk denilebilir mi? 6. Sevmek bir takıntı mı? Ne iddialı bir soru bu... Tabii ki sevmek bir takıntı. Ama sevmek bozukluk olan takıntı mı? Allah aşkına bu sorunun cevabının ne önemi var; nasıl olsa kimse aşktan iyileşmek istemez ki... 7. Sofra krizi... Masada hep aynı yerde oturur. Tabağının ortasında iki kaşık ne bir eksik ne bir fazla iki kaşık patates püresi. Üstüne bir köfte bir pirzola... Her öğle saatinde dedesi ajans dinlerken o da sofradaki yerini alır. Yemek öncesinde abdest alırcasına bir titizlikle içinden bir şeyler söylene söylene tırnağından dirseğine elini-kolunu yıkar. İşin sırasını bozacak bir ses kapının zili mesela onu çıldırtmaya yeter. Isırsa birilerini ya da kendi kollarını en iyisi...O ısırık ancak düzenin bozulmasının yarattığı öfkeyi yatıştırmaya yeter... Senin sofrada oturacağın yere yediğine içtiğine karımaya başladığında alır doktora götürürsün. Her sofra krizinden sonra ağlamalarına dayanamaz dediklerini uygulayacağına söz verirsin. Hep bir şeyler eksik kalır onun istediklerini bir türkü tam yapamazsın. Ona giderek daha çok kızarsın. O da sana kızar. Anlaşılamadığını düşünür. Sende anlaşılamadığından yakınırsın. 8. Hayatı hissedemeyen çocuk... Hayat sahici mi? Öyle değilmiş gibi geliyor da...Temiz ama temiz değilmiş gibi... Her hazırlığı tamam ama hiçbir hazırlığı yokmuş gibi... Yapılanlar sanki yapılır yapılmaz eylem-hafızamızdan siliniyor. Hiçbir iz bırakmadan kayboluveriyor. Her yaptığımızı tekrar tekrar denetlemek yaşananları hiç olmamış gibi algılamak yapılanların devamlılığını ancak yapıldığı anla sınırlamak... Devamlı aynı şeyleri yapmak. Belleği birkaç basamaktan geriye gitmeyen ve söz tutmayan bir bebek belleği haline getiren bu sürece bir çocuğun dayanması zordur. Yaşadıklarının sahiciliğinden hep şüpheye düştüğünde yaşananları doğrulamaktan başka bir çare bulamayan çocuk ısrarcıdır. Yaşayabilme telaşındadır. Bu günden ayrılmak istemez bu gün ya da bu an daha telaffuz ederken kelimeleri geçmişte kalıverir. Bugün olarak bellediği bir geçmişe tutunan çocuk tutucu ya da ilerlemeyi önleyici bir “siyasi” pozisyonuna sürükleniverir. 9. Dikkat dağılır ve toparlanır... Obsesif bir çocuksanız eğer dikkatiniz toplandığında dağılamaz. Nereye takıldınızsa orada kalır. Dikkat dağınıklığı olan bir çocuksanız dikkatinizi toplamanız zordur. Obsesif çocuklar tedavi edildiklerinde bazen o an’a tutsaklıktan kurtulmanın coşkusuyla kontrolünü tümüyle bırakıverirler. Hareketli ve takıntılı olmak çelişkili gözükebilir. Kontrolsüzlüğün bir şekli “çok kontrol” ise diğeri de “hiç kontrol”. 10. Edebiyat gençleştirir... Çünkü hayat söz ile zapt edilebilir. Bir yazar (Leyla İpekçi) Hürriyet’te yayımlanan bir röportajda diyor ki: “Edebiyatçı olmadan önce daha yaşlıydım. Çünkü hayat daha hızlı akıp geçiyordu.” Söz kullanma becerisinin gelişmesi çocuğun hayatı ve zihni üzerindeki kontrolünü arttırdıkça hayatı yavaşlatır. Söze dayalı beynimiz sözsüz beynimizden daha ağırdan alır süreçleri. Hayatın hızına ayak uydurabilmek hayata kaybolup gitmemek için ihtiyacımız olan bir yavaşlamadır bu. Bir bakışla karar veren sözsüz yanımızın süratini kesen sözlü yanımız obsesif oldukça işi hayatı durdurmaya vardırır. Hayatın durmasını hayatın bitmesi gibi görenler de olacaktır. Obsesifliğimiz depresyonla “taçlanır”. Korkular biter hayat durduğu için. Hayatın tekrar hızlanmasında neler olacağının korkusu çocuğun içini kaplar. “Tedaviye direnç” korkunun aldığı son şekilde başka bir şey olamayabilir. O sırada çekilecek bir fonksiyonel manyetik rezonans sol hemisferde artmış kan akımının kaudat çekirdekte yoğunlaştığını gösterebilecektir.
Doğum Sırasının Çocuklardaki Olası Psikolojik Etkileri Doğum sırası çocuğun kendini nasıl gördüğünü etkileyebilen bir faktör olarak ele alınabilir. Bu alanda yapılmış bazı çalışmalar ilk çocukların üniversiteye daha fazla gittiklerini bildirmiştir. Ortanca çocuklar kendilerini en az değer verilen olarak tanımlama eğiliminde olmuşlardır. Ortanca çocuklara yaklaşımda en uygun yöntem her durumun yani hem küçük hem de büyük olmanın olumlu yanlarının birlikteliğinin vurgulanmasıdır. Tüm çalışmalarda ele alınan ortak nokta ebeveynlerin her bir çocuğu ayrı bir birey olarak değerlendirmesi ve çocuklar arası karşılaştırmalardan kaçınması gerekliliğidir. Aşağıda ifade edilen özellikler tüm aileler için düşünülmemelidir. Ancak sık görülen durumlar olarak dikkate alınabilir. Önemli olan bu olasılıkları dikkate alarak olumsuz duygu ve düşüncelerle baş etme yolunda hazırlıklı olmaktır. TEK ÇOCUK : Şımartılmış.
Erişkinler daha becerikli görüldüğünden kendini yetersiz görebilir.
Dikkatin odağındadır genellikle konumundan memnundur ve özel hisseder.
Öncelikle kendini düşünür.
Başkalarının desteğini kullanmayı kendi çaba göstermesine tercih eder.
İsteği olmadığında haksızlığa uğradığını düşünür. İş birliğini reddedebilir.
İstediğini almak için “böl ve yönet” oyununu oynar.
Çocukken akran ilişkileri kötü iken erişkin olunca diğerlerinden daha iyidir.
Ancak isterse başkasına yardım eder.
Yaratıcıdır.
İlk çocuklarda görülen zorlu karakter özelliklerini ve küçük en küçüklerde görülen yetersizilik duygularını gösterebilir. İLK ÇOCUK : Belli bir süre tek çocuktur ve dikkatin odağında olmaya alışmıştır.
Diğer çocukların öncülüğünü alma hakkı olduğuna inanır. Haklı olmak ve diğerlerini kontrol etmek genellikle önemli olur.
İkinci çocuk doğduğunda sevilmediği ihmal edildiği duygusuna kapılabilir. Ebeveynin dikkatini yeniden kazanmak ve korumak için ebeveynlerine “uyumlu” davranır. Eğer bu işe yaramazsa kötü davranmayı seçer.
Becerikli sorumluluk sahibi bir davranış tarzı geliştirebilir ya da çok güvenilmez davranabilir.
Bazen başkalarını korumak ve onlara yardım etmek için can atar.
Başkalarına “buyurmak (onlardan bir şey istemek)” için uğraşır. İKİNCİ ÇOCUK : Ebeveynlerinin bölünmemiş dikkatlerine hiçbir zaman sahip olmamışlardır.
Her zaman yanında kendinin önünde giden bir kardeş vardır.
Bir yarış içindeymiş gibi davranır ve ilk çocuğu yakalamaya geçmeye çalışır. Eğer ilk çocuk “iyi” ise ikinci “kötü” olabilir. İlk çocukta görülmeyen beceriler geliştirir. Eğer ilk çocuk başarılı ise kendinden ve yeteneklerinde emin olamaz.
Asi olabilir. Sıklıkla durumundan konumundan memnun değildir.
Eğer üçüncü bir çocuk doğarsa kendini sıkışmış hisseder ve üçüncü çocuğu aşağılama eğilimi gösterir. ÜÇ ÇOCUĞUN ORTANCASI : Ne ilk çocuğun haklarına ne de küçük olanın gördüğü hoşgörüye sahiptir. Bir adaletsizlik içinde gibi hisseder.
Sevilmediğini sıkışmışlık içinde olduğunu hisseder.
Ailede bir yeri olmadığını düşünebilir.
Güvenilmez “problem çocuk” olabilir ya da diğer çocukları aşağılayarak kendini yükseltme eğiliminde olur.
Adaptasyon becerisi yüksektir. Hem küçükle hem de büyükle baş etmesini öğrenir. EN KÜÇÜK ÇOCUK : Tek çocukmuş gibi davranır. Diğer her kardeşi daha büyük ve daha güçlü görür. Başkalarının işleri halletmesini kararları ve sorumlulukları almasını bekler.
Kendini en küçük ve en zayıf olarak görür. Ciddiye alınmadığını düşünebilir.
İşlerinin yapılması yolunda ailenin patronu olur.
Aşağılık duygusu geliştirebilir ya da hızla ilerleyip bir önce doğan kardeşini geçmeye çalışabilir.
Bebek kalır ve başkalarından istemeye alışır.
Eğer üç kardeşin en küçüğü ise ortanca kardeşe karşı en büyükle işbirliği kurar
Hastalık ve Hastaneye Yatışın Çocuk Üzerindeki Etkisi “Her şeyin başı sağlık” sözü hepimizin çok iyi bildiği bir deyiş olsa da çoğumuz hastalanmadan pek de aklımıza getirmeyiz “iyi” olmadan hiçbir şeyin eskisi kadar tatlı olamadığını bir kez hasta olmadan ya da çok yakınımızdaki biri ciddi bir hastalık yaşamadan gerçekten anlayamayız. Bir de kendimizden çok sevdiğimiz çocuğumuz hastalandı mı bir de elimizden bir şey de gelmiyorsa tek düşüncemiz ve temennimiz onun tekrar sağlığına kavuşması oluverir. Çocukta ortaya çıkan ciddi bir hastalık hem çocuğun hem de ailenin yaşam düzenini ve hayatı algılayışını belirgin ölçüde değiştirebilmektedir. Bu durum hastalığın doğrudan kendisinin değiştirdiği biyolojik işlevler ve bunların ruhsal yansımaları ile öte yandan “hasta olmanın” getirdiği yeni rollerin paylaşılması aracılığıyla şekillenmektedir.
aslında genel düşüncenin aksine çocuklarda her hastalık ve hastaneye yatış ruh sağlığında bozulmalara neden olmaz. Bu etkide zorlanma ve sıkıntının düzeyi bireysel özellikler ve çocuğun gelişim aşaması belirleyici rol oynar. Çocuğun bilişsel olgunluğu arttıkça hastalığı kavraması artacaktır. Etkin destek ve yaklaşım için çocuğun gelişim düzeyini ve duygularını bilmenin yanı sıra hastalıkla ilgili inançları da incelenmelidir. Bir örnek vermek gerekirse Jean Piaget’nin kuramına göre somut işlemler döneminden itibaren (7-11 yaş) çocuk hastalık yapan nedenleri gerçekçi neden-sonuç ilişkileri kurarak anlamaya başlar. Daha öncesinde örneğin beş yaşından önce çocukların mikrop kavramını anlayamadıkları ortaya konmuştur (Wilkinson 1987).
Bebeklerde Stres Günümüzde artık neredeyse hepimizin yakından tanıdığı “stres” kelimesi ruh sağlığını etkileyen çevresel etkenlerin yoğunluğu için kullanılan bir sözcüktür. Stres dediğinde erişkin yaşantısında ile akla gelenler maddi sorunlar iş yükü eş ile geçimsizlik kültürel baskılar vs. olmaktadır. Yaş küçüldükçe özellikle ergenlerde akran ilişkileri cinsel hayat önde giden stres kaynakları olur. Daha küçük yaşlarda ise okul ve aile ilişkileri kişinin en önemli iki yaşam alanıdır ve bu noktalarda yaşanan değişimler zorluklar stres kaynağı olmaktadır. Henüz dünyanın kendinin çok da farkında olmayan bebekler için de stres söz konusudur. Bu yaşlarda stres çocuk üzerine doğrudan etkili olabileceği gibi (ör fiziksel istismar) ebeveynleri etkileyen her hangi bir neden de dolaylı olarak çocuk için bir stres etmeni oluverir. Özellikle 3 yaşından önce ebeveynlerle özellikle de anne ile ilişkiyi etkileyen hemen her türlü değişim ve zorluk çocuk için de olumlu ya da olumsuz bir etki oluşturma potansiyeli taşır. Bu yaşlar için (0-3 yaş) tanımlanmış önemli stres faktörleri olarak aşağıdakiler sayılabilir: Çevrede bir şiddet olayına tanık olma Doğal afet Ebeveynden ayrılma- iş nedeniyle Ebeveynden ayrılma- diğer bir nedenle Ebeveynin hastalığı- fiziksel Ebeveynin hastalığı- psikiyatrik Ebeveyn kaybı Evin aniden kaybedilmesi Evlat edinilme Fiziksel hastalık Fiziksel olarak aniden incinme/yaralanma Hastane yatışı İhmal İstismar- cinsel İstismar- duygusal İstismar- fiziksel Kaçırılma Kardeş doğumu Koruyucu ailede kalma Önemli bir yakının kaybı Önemli bir yakının travma geçirmesi Taşınma Yoksulluk Yuvaya başlama vs.
Bu faktörler her çocuk için farklı etkiler yaratsa da bazı çocuklar bu etkilere diğerlerine göre daha hassas olsa da stres etkenlerinin varlığı ve şiddeti arttıkça her çocuk/bebek kendi içinde etkilenebilir. Başka bir deyişle stres etkenlerinin varlığında dahi nispeten olumlu bir davranış ve duygulanım görüntüsü içinde olan bir bebek stres etkenleri ortadan kalktığında ya da hafiflediğinde daha önce göstermediği ölçüde daha iyi bir görüntü sergileyebilir. Öte yandan psikososyal gelişimi tamamen normal olan bir bebek tek bir stres etkeni ile ciddi ruhsal sıkıntı içine girebilir. Stres etkenlerinin çocuğu etkileme şiddeti o etkenin süresi şiddeti anlamı telafi mekanizmaları çocuğun bilişsel kapasitesi gelişim düzeyi vs. gibi faktörler tarafından şekillenir. Önemli bir nokta da çocuk/bebek herhangi bir sorun ortaya koymuyor diyerek olası stres faktörlerinin görmezden gelinmemesi gerekir. Ancak belirli şiddetteki stres hayatın her aşamasında var olmaya devam edecek zaman zaman itici güç olacaktır. Önemli olan bu olasılıkların farkında olmak gerekli önlemleri almak ve stresle baş etme yöntemlerini ve becerilerini geliştirmektir.
Hiperaktif Deyip Geçme “Günümüz çocukları kadir kıymet bilmez oldular. Laf anlamaz saygı duymazlar. İtaat etmez sorumluluk nedir bilmez derslerine çalışmazlar. Oysa bizim zamanımızda...”
Ancak günümüzde DİKKAT DAĞINIKLIĞI ve HİPERAKTİVİTE denen bir özel durum var ki yukarıdaki kuşaklar arası fark ile açıklanamaz. Eski öğretmenler sınıfta sırasında oturamayan çocukları pek bilmezler. Son yirmi yıldır öğretmenler sınıfta yerinde duramayıp devamlı dolaşan çocuklarla karşılaşmaktalar. Bu çocuklar kendilerini derse verememekteler. Oysa bu çocuklar geri zekalı değiller. Çünkü kendilerini kısa sürede olsa derslerine bir verseler öğrenebiliyorlar. Esas mesele onları dersin başında tutabilmekte.
Sonuç olarak çoğu zeki oldukları halde bu çocuklar derste başarısız olmaktadır. Ayrıca bu çocuklar sınıftaki davranışları ile arkadaşlarının da dikkatini dağıtmaktadır. Arkadaşlarının kalemine defterine ‘sataşmakta' hatta hırçın tavırları ile zaman zaman onların canlarını yakmaktalar. Doğal olarak pek çok çocuk böyle hiperaktif bir çocukla arkadaşlık etmek istememektedir. Bunun sonucunda bu çocuklar dışlanmaktadırlar.
Haklı olarak diğer çocukların velileri de dersin akışını bozan kendi çocuklarının eşyalarına ve hatta kendilerine zarar veren düz duvara tırmanan bu çocukların sınıfta olmasına rıza göstermemekteler. Konunun diğer halkasını oluşturan öğretmenler için de sınıfta bir hiperaktif öğrencinin varlığı hem müfredatın sürdürülmesinde hem sınıf ahenginin korunmasında çeşitli sorunlar çıkarmaktadır. Bu konunun bir halkasını da hiç şüphesiz hiperaktif bir çocuğa sahip aile oluşturmaktadır. Okul çağına kadar biraz şımarıktır biraz hareketlidir diyerek çocuğunun peşi sıra saçını süpürge eden aile okul kapısında ‘red ‘ cevabı almaya başlayınca adeta ‘ŞOK' geçirir. Öğretmen değiştirilir sorun çözülmez ağırlaşır. Okul değiştirilir sorun çözülmez ağırlaşır. Son halka şüphesiz hiperaktif çocuğun kendisidir.
Önceleri ‘inatçı tembel dikkatsiz başarısız' gibi sıfatlar ile aşağılanan çocuk giderek çığırından çıkar. ‘Ah! Şu büyükler bir anlasalar onun dikkatini toplamamakta inat etmediğini...
Ah! Bir anlasalar onun dikkatinin toplanamadığını...
Ah! Bir bilseler bu kadar çok hareketli olmasının onun elinde olmadığını...' En vicdan yakan durumun ise onun bu durumu bile anlatamayacak kadar küçük ve zavallı olduğunu.
Ah! Bir bilseniz bu çocukların çoğunun uygun bir yaklaşımla tamamen normal davranışlara sahip olabileceklerini...
Ah! Bir bilseniz onları sınıftan atmak yerine topluma kazandırmanın gerekliliğini...
Tam tersine onları sınıftan atarak onları yok edemeyeceğinizi... Ve hatta topluma sorunlu birer erişkin olarak katacağınızı... Üstelik bunun farkına bile varamayıp ‘Ah! Eski devirler ne güzeldi oysa şimdiki gençlik...' diye hayıflanacağınızı.
Uyku - Hergün Yaşanan Ayrılık Uyku hayatımızın gündelik bir dönüm noktasıdır. Her akşam çocuk anne-babasından ayrılır. Ne olduğunu tam da bilmediği bir dünyaya uykunun dünyasına gider; sabaha geri dönmek üzere. Bu ayrılık noktasında çocuklar tedirginleşebilir ayrılmak istemeyebilirler. Uyandığında herkesi ve herşeyi bıraktığı gibi bulabileceğinden emin olmak isterler. Günlerinin nasıl geçtiği geceye uykuya geçişlerini belirleyebilir. Uyku tarzı bir bakıma pek de kolay değişmeyen bir özellik olarak çocuğun yapısı özellikleri ve bilhassa ayrı olmaya dayanıklılığı hakkında fikir vericidir. Bu dönüm noktasının en uygun nasıl geçileceğini bilebilmek için uykuyu tanımalıyız. Bu yazıda uykunun özellikleri ve uykuyu kolaylaştırıcı düzenlemeler hakkında bilgiler bulacaksınız.
Hayatta kalabilmek için uyumak zorundayız. Bugünden on binlerce yıl öncesinde yaşamış atalarımız açısından düşündüğümüzde uyumak çok tehlikeliydi. Onlar vahşi doğanın içinde güvensiz koşullarda vahşi hayvanlara yem olmadan uyumayı sosyal dayanışma sayesinde başardılar. O dönemlerde insanların hep beraber ve nöbetleşe uyuduklarını biliyoruz. Sosyal bir grup içindeki birey grubun koruması altında güven içinde uyuyabilmekteydi. Şimdi artık hayatımızda vahşi hayvanlar yok; ama yine de rahat bir uykuya dalabilmek için güvende olduğumuzu hissetmemiz gerekiyor. Bir kabile ya da grup olarak uyumak pek mümkün ve pratik gözükmese de çocuklar yanlarında birilerinin varlığına fazlasıyla ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaç günümüzde başkalarının fiziki varlığı şeklinde olmasa bile psikolojik olarak varlığını hissettirmesiyle karşılanabilir. Başkaları için değerli olduğunu bilmek güvende olduğunu hissetmek özellikle çocukların uykuya rahat dalabilmelerinde önemli bir rol oynar. Rahat edemeyenler ailenin psikolojik varlığı ile yetinemeyenler anne-babalarının yatağına atıverirler kendilerini...
Niçin uyuruz?
Uyku vücudumuzun olmazsa olmaz bir fonksiyonu. Uykusuz yaşayamayacağımızı hepimiz biliyoruz; sadece gözleri kapatıp dinlenmek uykunun yerini tutmuyor. Uykuya bu kadar gereksinim duyanlar sadece biz insanlar değiliz tüm canlıların o ya da bu şekilde uyku uyuduğu biliniyor. Peki ama hepimiz neden uyuyoruz?
Neden uyuduğumuz sorusunun yanıtı henüz bulunamamış durumda. Uykunun hafıza ve hatırlama ile ilgili olduğuna dair bilgiler var. Ayrıca bağışıklık sistemimize etkisi olduğu bu nedenle hastalıklar sırasında iyi bir uykunun iyileştirmeyi hızlandırdığına inanılıyor.
Uykunun gelişmekte olan beyin için büyük önemi olsa gerek ne de olsa en çok küçük çocuklar yani beyni en çok ve en hızlı gelişenler uyuyor. Bebeklerde uykunun beynin yapılanması ve yeni edinilen becerilerin beyinde yerleşikleşmesi üzerine önemli etkisi olduğu düşünülüyor. Ayrıca büyümeyi etkileyen bazı hormonlar daha çok geceleri salınıyorlar. “Çocuklar uyusun da büyüsün” sözü boşa değil; söyleyenlerin bir bildiği olsa gerek.
Uyku döngüsü
Uyku konusunda yapılan beyin çalışmaları uykunun birbirini takip eden birbirinden farklı bölümlerden oluştuğunu göstermekte. Uyku süresince beynimizin aktivitesi göz önüne alındığında uykuyu 2 ana kısma ayırmak mümkün: REM ve non-REM uykusu.
Gece boyunca bu iki tip uyku arasında gidip geliriz. REM uykusu sırasında uyandırılmak daha kolaydır uyandığımızda genellikle kendimizi dinlenmiş hissederiz. Bu dönemde beynimizde müthiş bir hareketlilik vardır. REM uykusu sırasında görürüz rüyalarımızı kabuslarımızı. Sabaha doğru daha uzun sürelerle REM uykusunda kalırız. Bu dönemde kalp atışımız soluk alıp verişimiz düzensizleşebilir göz diyafram ve bazı solunum kaslarımız dışındaki istemli kaslarımız pek işlemez.
Non-REM uyku ise giderek derinleşen bir uyku dönemidir. Bu dönemin sonunda ağır bir uykuya dalarız. Sonrasında REM uykusu başlar kimi zaman arada uyanır gibi olabiliriz. Non-REM uykusunda vücut fonksiyonlarımız en düşük seviyelerdedir. Non-REM uyku sırasında uyandırılmak zordur uyansak bile sersem gibi oluruz. Özellikle çocuklarda uykunun ilk 2-3 saati derin uykuda geçirilir. Uyanıkken çok aktif olunması gün içinde yorulma sonucunda ağır uykunun süresi uzar. Az uyuduğumuzda ertesi gün daha derin uyuruz. Öğleden sonra uykusunu kaldırdığımızda çocuklar daha derin uyumaya başlarlar. Bir uyku dönemi yaşa göre farklılıklar göstermekle birlikte ortalama olarak yaklaşık 90-120 dakika sürer. Gece boyunca 4-5 kez tekrarlanır. Bu dönemler bebeklerde daha kısa sürebilir daha çok sayıda tekrarlanır.
Hangi yaşta ne kadar uyku?
Yenidoğan bebekler günün 16-23 saatini uykuda geçirirler. İlk aylarda bebekler gün içinde sık sık ve kısa sürelerle uyurlar. Altı aylık bebekler günde 14 saat 12 aylık bebekler ise yaklaşık olarak 13 saat uyku uyur. Gündüz uykusu sayısı genellikle 1 yaş civarında ikiye 18 ay civarında bire iner.
İki yaşındaki bir çocuğun günde 10-12 saatlik bir gece uykusu ve 1-2 saatlik bir öğleden sonra uykusu olması beklenir. Öğleden sonra uykusunun süresi giderek azalırken gece uykuya yatış saati sabit kalır.
Altı dokuz yaş arasındaki çocuklar ortalama olarak 11 12 yaşındaki çocuklar 10 saatlik gece uykusu uyurlar. Bu yaşlardaki çocuklar uyku sırasında daha sakindir daha az hareket ederler.
Ergenliğin başlaması ile birlikte uykuya olan gereksinim artar. Ancak yapılan çalışmalar bu yaşlardaki çocukların gereğinden az uyku uyuduklarını göstermektedir.
Yukarıda verilen süreler ortalama sürelerdir. Kişiden kişiye ciddi farklılıklar gözlenebilir. Çocuğunuz bu sürelerden daha fazla ya da az uyuyorsa telaşlanmayın.
Uykunun gelişimi
Yenidoğan bir bebek için başlangıçta gece gündüz arasında uyku açısından bir fark yoktur. Bebek ilk zamanlar gün boyu sık sık uykuya dalar ve kısa sürelerle uykuda kalır. Bebeğe gece gündüz farkını öğretmek için gündüz daha gürültülü canlı bir ortam yaratırken gece mümkün olduğu kadar sessiz olmak gerekir. Gündüz onunla bol bol konuşup oynamak gece ise gerekmedikçe ışık açmamak konuşmamak gereksinimlerini karşılayıp odadan çıkmak uyku düzeninin oluşması için bebeğe yardımcı olacaktır.
Bebek 2 aylık olduğunda beyin gelişimine paralel olarak uyku düzeninde de ciddi değişimler olur. Vücudun biyolojik saati oluşmaya başlamıştır. Zamanla toplam uyku süresi kısalırken bebek bir seferde daha uzun süre uykuda kalabilir. Üç aylık bebeklerin yaklaşık % 50’si geceyarısından sonra en az 5 saat anne babaya gereksinim duymadan uyuyabilecek duruma gelirler. Emzirilen ya da erken doğmuş bebeklerde bu düzen biraz daha geç oluşmaktadır.Yabancılamanın başlaması ile birlikte 6 aydan sonra gece uykularında bir miktar bozulma görülebilir. Dokuz ay civarında ayrılık anksiyetesinin gelişmesi de uykuyu olumsuz etkileyebilir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi bu dönemde bebekler kendilerini güvende hissederlerse ve kendi kendilerini rahatlatabilmenin yollarını bulurlarsa uykuya dalmaları ve uykuda kalmaları daha kolay olacaktır.
Üç yaş civarında gündüz uykusunun bırakılması sonrasında çocuklar daha derin uyumaya başlarlar. Beş ile yedi yaş civarındaki çocuklar fizyolojik olarak en iyi uyuyan çocuklardır. Uyanık iken cin gibi olurlar uykuda iken derin uyurlar.
Ergenlikte biyolojik olarak önemli değişiklikler olur. Bu dönemde uykuya gereksinim artsa da ergenler geç saatlere kadar uyanık kalır sabah ta okula gittiklerinden erken kalkarlar. Bu nedenlerle gün boyu uykulu uykulu dolaşırlar.
Bebek nerede ve nasıl yatacak?
Beşik ya da karyolada yatacak
Sırtüstü yatacak
Yatağı sert olacak
Yatağında yastık ve benzeri yumuşak nesneler olmayacak
Anne-Baba ve Çocuklar Arasında İletişim Anne-baba ve çocuk arasındaki iletişim yalnızca bilgi alışverişi anlamına gelmez. Bu ilişkide aynı zamanda karşılıklı duygu ve düşüncelerin aktarımı da söz konusudur. İletişim denilince çoğu insanın aklına konuşmak gelir. Oysa ki burada konuşmaktan daha önemli olan ve belki de en zor öğrenilen şey dinlemektir. Anne-baba ve çocuk arasındaki iletişimin ilk temelleri bebeklik döneminde atılır. Bebeğin kendilerine gülümsediğini gören anne ve baba da ona gülümseyerek ve konuşarak karşılık verirler. Bu bebeği daha da mutlu eder. İyi gözlemci olan ve bebeğin diyalog isteğini fark eden anne-babalar bu konuda daha başarılı olurlar. Anne-baba ve çocuk arasındaki mesaj alışverişi yalnız konuşulan sözcüklerle sınırlı kalmaz onların ötesinde anlamlar taşır. Karşılıklı bilgi alışverişinden başka duyguları da paylaşırlar ve birbirlerine destek olurlar. İyi iletişim kurmayı başarabilen aileler yaşamlarındaki acı-tatlı tüm olayları ve sorunları paylaşmayı bilen ailelerdir. İyi iletişim kurmak için çocukla yalnızca konuşmak yetmez; aynı zamanda ona hareketlerle duyguların da hissettirilmesi yani vücut dilinin de kullanılması gerekir. Bu da zamanla öğrenilebilen bir durumdur.
Çocuklarda Cinsel Kimlik Gelişimi Oedipus Shakespeare'in eserlerinde bir erkek çocuktur. Shakespeare Oedipusun kraliçe olan annesi ile olan anne-çocuk ilişkilerini anlatır. Bu anne-çocuk ilişkisi psikanalizin de konusu olduğundan bu durum kitaplara Shakespeare'in oyundaki kahramana atfen 'Oedipus kompleksi' olarak geçmiştir. Çocuklar beş yaş civarında cinsel kimlik bulma çabası içine girerler. Erkek çocuklar baba rolünü benimserler. Babaları gibi annelerine yakınlaşırlar. Anneyi kazanmak için baba ile rekabet etmeye başlarlar. İşte çocuğun iç dünyasında sessizce kurduğu bu düzenek bir erkeklik taslağıdır. Çocuk için bu sıkıntılı bir dönemdir. Çünkü baba güçlüdür. Ayrıca anne ile baba arasında çözemediği özel bir yakınlık vardır. O halde bu durum çocuk için bir krizdir. Bir sure sonra bu güçlü adam ile rekabet etmenin zorluğunu ve imkansızlığını farkeder. Babanın gücünü kabul eder. Baba ilekendini özdeşleştirip babanın safına geçer.
İlk İki Yaş ve Çocuğun Yetiştiği Ortam... Beynin kopyalama yeteneği muhteşem bir olaydır. Fakat bu muhteşem doğa olayının bir fotoğraf makinesine yenildiğine şahit olduğumuz çok olmuştur. Ölümsüzleştirmek istediğimiz bir anın fotoğrafına bakarken dibine uzandığımız ağacın dallarındaki kıvrımların inceliğine o anı yaşarken dikkat etmediğimizi fark edersiniz. Fotoğraf makinesi sizin beyninizin o muhteşem kopyalama yeteneğinin çok üzerinde bir iş başarmış ve görüş açısı içindeki tüm detayları sizden daha mükemmel bir şekilde kaydetmiştir. Bu mantıkla “bir fotoğraf makinesi beynimizin kopyalama yeteneğinden daha mükemmeldir” sonucuna varmak yanlış olur. Çünkü fotoğraf makinesinden farklı olarak beynin çevresel uyaranları* algılaması seçici bir özellik gösterir. Şöyle ki bu yazıyı okumaya bir an ara verin ve oturduğunuz yerden kalkmadan etrafa bir göz atın. Görebildiğiniz tüm detaylara dikkat etmeye çalışın. Ayaklarınızın bastığı zemine altında bulunduğunuz kubbeye renklerdeki çizgilerdeki detaylara şöyle alıcı gözle bir bakın. Az önce hiç fark etmediğiniz sayısız detay gördüğünüzü itiraf edin. Her an bu tür bir dikkatle çevrenize bakmaya ve görmeye devam etseniz bir süre sonra beyninizin gereksiz detaylara ne kadar fazla yorulabileceğini bir hayal edin. İşte beynin gereksiz detayları ayıklayıcı bu seçici özelliği onun bu fotoğraf makinesi ile karşılaştırılamayacak olan muhteşem seçici kopyalama yeteneği ile mümkün olabilmektedir. Bebeğin çevreden gelen tüm uyaranlar arasından annesinin kokusunu sesini ayırt ederek seçebildiği bir gerçektir. Ancak yeni doğan bebek beyninin gereksiz detayları seçici yeteneğinin henüz biz yetişkinlerin sahip olduğu seviyede olmadığı açıktır. Yeni doğan bebeğin yürüme yeteneğinin henüz olmadığı gibi çevresel uyaranları ayırt etme yeteneğinin sınırlı olacağı da anlaşılabilir bir durumdur. Söz gelişi bebeklerin yürüme yeteneği bir yaş civarında gelişir. Peki bebeğin uyaranları yetişkin bir insan derecesinde seçici olarak algılama yeteneği ne zaman gerçekleşmektedir. Başka bir deyişle insan beyninin seçici algılama yeteneğini kazanabilmesi ne kadar sürede gerçekleşmektedir. Ya da beyin bu gelişme süreci içerisinde nasıl bir değişiklik ile karşı karşıyadır. Bu soruya ilk yanıtlardan biri K.Lorenz’den gelmiş ve bu gözlemiyle Lorenz 1973 Fizyoloji ve Tıp dalında Nobel Ödülüne layık görülmüştür. Lorenz ördek yavrularının doğduktan kısa bir süre içinde annelerinin ardından ip gibi tek sıra halinde tıpkı anneleri gibi sağa sola sallana sallana yalpalayarak (paytak paytak) yürüdüklerini gözlemlemiştir. Lorenz anne ördek büyüklüğünde ve tıpkı anne ördek gibi yalpalayarak giden tekerlekli bir kutu yapmış ve yumurtadan yeni çıkan ördek yavrularının önünde bu kutuyu tıpkı anne ördek gibi hareket ettirmiştir. Yavrular anneleri yerine kutuyu takip etmişlerdir. Lorenz bu kez kendisi tıpkı anne ördek gibi yalpalayarak yumurtadan yeni çıkmış ördek yavrularının önünde yürümüş yumurtadan yeni çıkmış yavrular bu kez tıpkı annelerini takip edercesine Lorenz’i takip etmişlerdir. O halde ördek yavrularının sallana sallana arkasından yürümeleri için anne ördek gereksizdir. Ördek yavrularının ip gibi tek sıra halinde yürümeleri için canlı ya da cansız ancak sallanarak hareket eden bir obje olması yeterlidir. Böyle bir uyaran varlığında ördek yavruları ip gibi bir sıra halinde yürüme ve önde gideni takip etme yeteneğine sahip olabilmektedirler. Lorenz’in gözlemi bu kadarla kalmamıştır. Lorenz hemen ayaklanamayıp birkaç gün sonra ayağa kalkabilen ördek yavrularının ne annelerinin ne de önlerinde sallanarak giden canlı ya da cansız bir objeyi takip edebilme yeteneğine kavuşamadıklarını gözlemlemiştir. O halde ördek yavrularının öndeki objeyi takip edebilme yeteneklerini kazanabilmeleri yumurtadan çıktıktan sadece birkaç saat içerisinde olabilmektedir. İşte Lorenz’e Nobel’i kazandıran gözleminin yorumu bu noktadadır. Canlı beyni doğumdan sonra süresi her canlıya göre değişen “KRİTİK YAŞ” denen bir süreç geçirir. Bu süreç içinde canlı yavrusunun beyni karşılaştığı uyaranlar ölçüsünde yeni yapılara kavuşur. Bu yeni yapılanma o canlıyı hayat boyu devam edecek şekilde etkiler. Bu süreç içinde beyinde moleküler ve hücresel boyutta değişiklikler meydana gelir. Kritik yaş denen bu süreç her canlı için değişik bir süreyi kapsamaktadır. İnsan için bu süre kesin olarak belirlenene kadar doğumdan itibaren ilk 18-24 aylık dönem olduğunu şimdilik kabul edebiliriz. İşte bir Çocuk Hekimi ve Çocuk Nöropsikiyatrisine gönül vermiş bir Çocuk Nöroloğu olarak benim için en önemli nokta da buradadır. Çocuk beyni ilk 18-24 ay içinde bulunduğu ortamdan geriye dönüşü olmayan bir şekilde etkilenmektedir. Otistik çocuk **ailelerinin hatırı sayılır bir çoğunluğu her bakımdan sağlıklı olan çocuklarının ilk 18 ay içinde ailenin yaşantısındaki bir değişiklikten sonra konuşma ve sosyalleşme yeteneklerini yitirdiğini ısrarla söylerler. Bu bir ev değişikliği bakıcı değişikliği ve hatta bir süre anneden ayrılarak ve hatta anneanne babaanne gibi candan bir kişinin bakımında olmak gibi hepimiz için sıradan olabilecek bir değişiklik olabilir. Otizmin “buzdolabı anne” çocuklarında görüldüğü kavramı otistik çocuk anneleri için yıllarca yıpratıcı olmuştu. Bu anneler çocuklarının rahatsızlığından kendilerini sorumlu tutarak yıprandılar. Sonunda bu kavram ortadan kalktı ancak aileler çocuklarının ilk iki yaş içinde ruhsal bir travma ile örselendikleri konusundaki gözlemlerini söylemeye devam ettiler. Bunların ısrarla üzerinde durdukları çocuklarının “insan beyninin kritik yaş” döneminde geriye dönüşü olmayacak şekilde örselenmesiydi. Yoksa annelerinin “buzdolabı” diye nitelendirilecek soğuk ve duygusuz olmaları değil. Üzerinde durmak istediğim bir başka nokta televizyon ve ilk 18-24 ay içinde ki çocuk ilişkisidir. Evinizde kedi köpek gibi evcil hayvan besliyorsanız onların televizyondan gelen hemcinslerine ait seslere kayıtsız kaldığını fakat sokaktan gelen hemcinslerine ait en ufak sese duyarlı olduğunu gözlemlemişsinizdir. Televizyondan gelen ses canlı sesten çok farklı metalik bir sestir. Evcil hayvanınızın beyni bu sese aşina değildir. Çünkü beyninin “kritik yaş” döneminde annesinin varsa kardeşlerinin sesini tanımıştır. Otistik çocukların genel bir ortak özelliği olan televizyona kilitlenme olayı da çocuğun beyninin bu kritik yaş döneminde televizyon sesine duyarlaşması nedeniyle insan sesi ve yüzü ile iletişim kurma yeteneğini geliştirememesidir. Bunun sonucunda da beyin geriye dönüşü olmayan bir şekilde yapılanmaktadır denilebilir. Çocuk beyninin yeniden yapılanabilir yeniden şekillenebilir yeteneğinin yüksek olduğu ilk 18-24 ay çocuk gelişiminde çok önemlidir. Bu dönemde beyin çevresel uyaranları seçici olamadan tıpkı bir fotoğraf makinesi gibi algılar ve kaydeder. Bu dönemde beyin algıladığı uyaranlara göre geriye dönüşü olmayacak yapıda şekillenir. Bu nedenle insan için kritik yaş olan ilk iki yaşta anne çocuk ilişkisi olabilecek en doğal haliyle korunmalı ve çocuğun çevresel uyaranlardan örselenmesine hiçbir şekilde fırsat verilmemelidir diyor ve annelere anne adaylarına bebeklerinin tadını doyasıya ve katıksız annelik içgüdüleriyle çıkarmalarını diliyorum. Bu arada Lorenz bir çoğumuz gibi ördekler zaten yalpalayarak yürür diye düşünüp bu olayı takip etmeseydi Nobel ödülünü alamazdı. Ona ve onun gibi gözlemcilere olan kıskançlığımı da belirtmeden geçemeyeceğim
Anne Salça Değil mi....? "... Benim çocukluğum bir liraya sinema bileti 25 kurusa iki top dondurma alınabilen günlerde geçti. O zamanlar televizyon yoktu hafta içlerinde saat 15:00 de Arkası Yarın’ları dinler hafta sonları da ailecek sinemaya giderdik. Büyüklerimiz çekirdeklerini çitlerken biz yeteri kadar tutturabilmişsek alınan fruko-buzlarımızı büyük bir iştahla yalayıp beyaz perdenin düş dünyasında kaybederdik kendimizi. Bir tek annemizin her doğuş sahnesinde kulağımıza eğilip "aslında gerçekten birbirlerine vurmuyorlar sadece vuruyormuş gibi yapıyorlar" deyişleri kanlı sahnelerde saklandığımız annemizin kolunun altından duyduğumuz "gerçekten kan değil sadece salça" açıklamaları bir de öpüşme sahnelerinde gözlerimizin üzerine kapanan annemizin gül kokulu elleri ve "bunlar çocuklara uygun sahneler değil" serzenişleri gerçeğe dondururdu bizi. Ucan Tekme Bruce Lee ve her an gözleri yaslı Türkan Soray ve Hülya Koçyiğit genç dünyalarımızın en büyük rol modelleriydi. Evcilik oyunlarımızda biz kızlar köyden sehire yeni gelmiş boyalı güzel kızın trajedilerini yeniden canlandırırken erkek çocuklar cimlerin üzerinde birbirini tekmeler parmaklarını hasımlarının gözlerinin içine sokmaya uğraşırdı... Bizler Afrika'da çocukların açlıktan öldüğünden insanların hala inançları renkleri için savaştığından grup tecavüzlerinden intihar bombalarından habersiz büyüdük. Küçücük yaşamlarımızın en büyük korkusu gün batımından sonra hala sokaklarda oynuyorsak bizi kaçırıp dilencilere satabilecek olan bohçacı kadın en büyük arzusu arkadasın bisikletiyle mahalle etrafında iki tur atmaktı.... " Bizlerin çocukluğundan beri çok şey değişti. Gelişen teknoloji ve yaygınlaşan habercilikle her an evimizin içinde şiddet terör uçakların çarptığı kuleler çaresiz kalmış kan içindeki insanlar açlıktan ölen bebekler birbirine emensizce saldıran insanlar var. Bir de insanların en eski merakini gidermeye yönelik Birisi Bizi İzliyor adıyla insanların yatak odasına kadar giren kameralar en detaylı öpüşme ve yatak sahneleri. Tüm bunlardan bunaldığımızda biraz neşelenmek için izlediklerimiz müzik esliğinde dans eden ¤¤¤¤i kıyafetli sarkıcılar gün değişimiyle beraber sevgili değiştiren futbol oyuncuları ve mankenler. Evlerimizin bas köselerine en kıdemli misafir olarak yerleştirdiğimiz büyük ekran televizyon setlerimiz Pentium IV bilgisayarlarımız "CANIM SIKILIYOR ! " diyen çocuklarımızı basımızdan savmak için yolladığımız ucuz ve kolay bakıcılarımız. Bizler yoğun bir günün sonunda ayaklarımızı uzatıp dinlenirken ya da ahbaplarımızla söyleşirken çocuklarımız yumruklasan zorbaları bir yatağın içinde debelenen yabancıları seyrediyor ya da en yeni ve en gerçekçi teknolojiyle uzaylı olduruyor.. Yine değişen bir şey yok. Yine çocuklarımız tekmeleşiyor yine çocuklarımız ellerine mikrofon niyetiyle aldıkları süpürge saplarına şarkılar söylüyor gerdan kırıyor dans ediyor bir fırsatını bulduğunda öpüşmeyi deniyor. Çünkü bunları TV ve bilgisayar ekranlarında yapanlar alkışladığımız ya da umarsız kaldığımız kahramanlar. Peki çocuklarımıza neler öğretiyoruz? - Çocuklarımızı şiddete korkuya.. veya ¤¤¤¤e "duyarsız" hale getiriyoruz.
- Çocuklarımız şiddeti problem çözmenin kabul edilebilir bir çözüm yolu olarak görmeyi öğreniyor.
- Çocuklarımız gördüklerini taklit edip vücutlarını kullanmanın sosyal belirginlik için gerekli olduğu sanısına kapılıyorlar.
- Ve çocuklarımız belli karakterlerle kendilerini özdeşleştirip onların popülaritesini kazanmaya çalışıyorlar. Pek çok ana-baba okuldan şikayetler gelmeye başladığında çocukları uyumsuz ve kavgacı olarak tanımlandığında bir başka çocuğun gözünü morarttığında ya da henüz rüştünü ispat etmemiş kızları evden kaçtığında oğulları alkol ve uyuşturucu denediğinde çaresiz ve şaşkın. Çünkü pek çok ana-baba "sadece salca" "hemen silahlara sarılmak yerine söyle bir çözüm yolu denenebilirdi" demek için ya da ellerini çocuklarının gözlerine kapayıp "bunları görmeni uygun görmüyorum" açıklaması için değillerdi onların yanında. Çocuklar sadece TV ve bilgisayar ekranlarından öğrendiklerini tekrarlıyorlar. Yanlarında tüm bunların ilgi çekmek ve para kazanmak amaçlı hileler olduğunu anlatan onları hayal dünyasından gerçeğe çeken yetişkinlerin yokluğunda kendi yorumlarını yapıyorlar. Şiddetin gittikçe yaygınlaştığı serbest ¤¤¤¤in olağanlaştığı günümüzde çocuklarımızı korumak için neler yapabiliriz? Dünyada yaşananları değiştirmek çocukları etraflarından tamamen izole etmek kontrolümüz dışında. Ancak en azından evimizin bas kösesine davet ettiğimiz konuklarımızın kulaklarını biraz kısmakla yarını yetişkinlerini parmak basılması gereken yerlerde uyarmakla başlayabiliriz ise. - Herşeyden önce anne-baba olarak izlediğiniz programlarla çocuklarınıza örnek olun. Şiddet terör uyuşturucu ¤¤¤¤ içeren programları izlemeyi sizler yetişkin olarak reddeder ve sebeplerini çocuklarınıza açıklarsanız isiniz oldukça kolaylaşır. - Çocuklarınızın izledikleri programları oynadıkları oyunları filtreden geçirin. TV veya bilgisayar basında geçirilen zamana limit koyun. - Çocuklarınızla beraber TV seyredin gerçek olanları "film icabı" olanlardan ayrımsayın açıklayın. Şiddet sahnelerinin izleyicinin dikkatini çekmek için yapılan hilelerden oluştuğunu; söz gelimi üç yerinden kurşunlanan kişilerin kalkıp dövüşmeye devam edemeyeceğini bunun çok acı veren hatta ölümle sonuçlanan bir yaralanma olduğunu anlatın... - Ayni şekilde sahnede şarki söyleyip dans etmenin dışardan bakıldığında çok kolay ve eğlenceli bir hayat sekli olduğu zannedilse de bu hayat tarzının her zaman mutluluk getirmediğini bir çok zorlukları olduğunu açıklayın. - Çocuklarınızın hayal dünyalarını kısıtlamadan "gerçek" ve "evrensel doğruları" öğretin. - En önemlisi çocuklarınızın sorularını cevaplamak için her an müsait olun.
Çocuklarda Utangaçlık Utangaçlık çok sık görülen bir duygudur. Hemen herkes yeni sosyal durumlarda belirli ölçülerde sosyal kaygı yaşayabilmektedir. Aslında kişinin yeni sosyal duruma ve olası tehditlere karşı gerekli tedbirleri alması açısından adaptif koruyucu bir özellik olarak da değerlendirilebilir.
Peki neden bazı çocuklar diğerlerine göre daha utangaçtır? Utangaçlığın belirli bir kısmı öğrenilir. Yani aile çevresi ve kültürel normlar diğer çevrelere göre kişinin daha utangaç görülmesine yol açabilir. Örneğin Çinli çocuklar İsveçlilere ya da Amerikalılara göre daha az konuşkandırlar. Bazı aileler çocuklarını sosyal ilişkilerden daha uzak ve çekingen olmaları yönünde yönlendirir ve bu yönde ödüllendirebilirler.
Öte yandan utangaçlığın biyolojik ve mizaçla ilişkili yönleri üzerine bulgular günden güne artmaktadır. Diğer kişilik türlerine göre utangaçlığın daha fazla genetik özellik gösterdiği görülmüştür. Evlat edinilen çocuklarla yapılan çalışmalar da biyolojik annenin çocuğun sosyal özellikleri açısından belirleyici olduğunu ortaya koymuştur.
Genel anlamda sosyal kaygıların sürekli olduğu ve kişinin hayatını zorlaştırıcı ya da engelleyici olabildiğinde sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) tanısı akla gelebilir.
SAB’nin bilinen ilk tanımı Hipokrat tarafından sosyal ortamlarda yüz kızarmasını çağrıştıran eritrofobi ismiyle yapılmıştır. Utangaçlık düzeyindeki sosyal anksiyete sosyal olarak kabul görmeyi sağlayabildiği ölçüde uyumlu bir özellik olabilmekteyken aşırı tehdit algısı ve insanlardan uzaklaşmaya neden olabilen sosyal anksiyete işlevselliği önemli düzeyde bozabilmektedir. Günümüzde çocuk ve ergenlerde SAB tanımı içinde erişkinlerde de olduğu gibi en sık toplum içinde konuşma yemek yeme yazı yazma; partilere katılma; otorite figürleri ile konuşma; sosyal ilişkilere katılma korkusu; sosyal ortamlarda nefes darlığı yüz kızarması çarpıntı baygınlık titreme ağız kuruluğu kaslarda gerginlik karın ağrıları ölme isteği ve baş ağrısı gibi fiziksel şikayetler yer alır.
Çoğu anksiyete bozukluğu gibi SAB da sıklıkla çocukluk çağında başlamaktadır. Son yıllarda yüksek görülme oranı ve işlevselliği belirgin düzeyde etkilemesi nedeniyle SAB daha fazla dikkat çekmeye başlamıştır. Erken başlangıcı ve henüz patolojik düzeye gelmeden tespiti ile koruyucu yaklaşımın sağlanması mümkün olabilmektedir.
Yaşam-boyu görülme oranı %13.3’tür (erkekler: %11.1 kadınlar: %15.5) ve kişinin işlevselliğini oldukça olumsuz etkileyen bir psikopatoloji olan SAB sıklıkla ergenlik (13-20 ort:15.5) yaşlarında başlamaktadır. Bu çocukların sosyal becerileri düzeyleri düşük olarak kalır daha az arkadaş sahibi olurlar belirgin olarak yalnızlık yaşayabilirler ve çok sayıda aktiviteden uzak dururlar. Bazı olgularda sosyal anksiyete okul korkusuna neden olabilir. Yine bazı SAB olguları sosyal kaygıları sonucu davranım sorunları karşı gelme davranışı alkol ve madde kullanımı gösterebilirler.
Ne yapmalı?
Çocuğunuzun özelliklerini tanıyın ve onu bir bütün olarak kabul edin. Onun tüm ilgi alanlarına ve duygularına hassas olmak ve kabul edici (daha az eleştirel) yaklaşım onun özgüvenini arttırmak açısından ilk adımlardan biridir.
Özgüvenini arttırın. Utangaç çocuklar sıklıkla kendileri hakkında olumsuz düşüncelere sahiptir ve insanlar tarafından kabul edilmediklerini düşünebilirler. Onların becerilerini keşfetmelerine ve geliştirmelerine rehberlik edin. Kendini iyi hisseden özgüvenli çocuklar nadiren utangaçlık hissederler.
Sosyal becerilerini geliştirin. Onun sosyal ilişkilerde yaşadığı zorlukların nedenlerini araştırın. Uygun “sosyal beceri sözcükleri” “sosyal beceri yöntemleri” konusunda yol gösterin. Küçük yaşlardan itibaren sosyal ortamlara (ör spor kulübü dans okulu tiyatro vs.) girmesini ve sosyal becerilerini geliştirme fırsatı bulmasını sağlayın.
Yeni ortamlara alışması/ısınması için fırsat verin. Tehdit edici olarak algıladığı bir ortama girerken aşırı zorlayıcı olmamaya dikkat edin oraya alışabilmesi için zaman verin ve olumlu özelliklerine (çocuğa ve ortama ait) dikkat çekin.
Yardım almayı ihmal etmeyin. Genellikle kronik ve dirençli bir özellik olduğundan ve daha şiddetli olgularda kaygılarla baş etmek çok zor olabildiğinden biyopsikososyal iyilik halinin devamı temini için gerekli olduğunda psikiyatrik psikolojik yardım fırsatlarını araştırın.
Aile içi İletişimde NLP AŞIRI İLGİLİ AİLE
Aşırı bakım vardır.
Normalden fazla yardım vardır.
Bebeksi bir değer verilir.
Çocuğun her işini anne üstlenir Çocuklar: Hep desteklenmeyi bekler.
Risk alamaz.
Hep birilerine bağımlıdır.
Gururlu olurlar.
Duygu ön plandadır.
Her isteğinin olmasını ister.
Kendine güveni azalır. Sevgili Anneciğim ve Babacığım;
Bu size yazdığım ilk mektubum. Lütfen dikkatlice okur musunuz? Büyümek istiyorum artık. Sorumluluk almak…. Şimdiye kadar benim yatağımı siz topladınız okul servisine siz bindirdiniz hatta arkamdan öğretmenimi arayıp öğle yemeğinde sandivicimi ve meyve suyumu bitirmem için sıkı sıkı uyardınız. Arkadaşımda kalmaya gittiğimde gecenin bir yarısı telefon açıp sohbetin en tatlı yerinde “hadi yatın artık sabah da uykunuzu alın erken kalkın” dediniz. Baharda bile dondurmadan sonra zorla koca bir bardak su dayadınız ağzıma… Bunu hep benim iyiliğim için yaptınız… Evladımız hasta olmasın desteksiz kalmasın dediniz hep. Biliyorum bunların hepsi benim içindi. Yaptığınız her şey için teşekkür ediyorum. Ama artık büyümek istiyorum. Kendi sorumluluklarımı taşımak kendi yatağımı kendim toplamak yardıma ihtiyacım olduğunda içimdeki zeki ve düşünceli insanın bana yardım elini uzatmasını istiyorum. Şimdiye kadar bütün sorularıma benden önce cevap buldunuz ve belki de bu yüzden artık cevapları kendim aramak istiyorum. Ve risk almak…. Çünkü biliyorum ki kıyıdan ayrılamadığım sürece açık denizlerde yüzemeyeceğim. Siz her zaman benim güvenliğimi düşündüğünüz ve bu yüzden boğulmamam için kıyıda kalmamı istediniz. Ama ben okyanusları merak ediyorum. Kıyıda çırpınmak değil su yutarak da olsa yüzmeyi öğrenmek istiyorum. Benim için endişe duymanızı anlayabiliyorum. Beni korumak kollamak istiyorsunuz. Bütün ihtiyaçlarımı karşılayarak benim sorunsuz bir yaşam sürdürmemi istiyorsunuz. Ve belki de bu yüzden benim adıma düşünüp benim adıma karar alıp benim yapmam gereken her şeyi siz yapıyorsunuz. Ama ben biliyorum ki hayat koşulları her zaman istediğim şeyleri bana sunmayacak bunu çok iyi biliyorum. Sizin şefkatli kollarınız gibi değil yaşam… Sizden ayrıldığımda yaşam bana sizin kadar şefkatli davranmayacak… Ve bu yüzden hangi sorunla karşılaşırsam karşılaşayım ayakta kalmak istiyorum. Desteğiniz için çok teşekkür ederim. Ama desteksiz ayakta kalmanın ne olduğunu da öğrenmek istiyorum. Aslında bu yaptıklarınız şimdi çok hoşuma gidiyordu. Benim yerime düşünen benim geleceğimi planlayan birisinin olması… yalnız büyüdükçe fark ediyorum ki yaptığınız iyi niyetli davranışların çoğu benim kendime duyduğum güveni parça parça azaltıyor. Peki bundan sonra ne olacak? Şimdi küçüğüm ve benim hayatıma yön vermenize sessiz kalmam normal. Ama ben hayatımı hiç kendi ellerime alamadım ki! Siz olmadığınızda kim yönlendirecek beni? Kim benim davranışlarımı belirleyecek? İş hayatımda ya da özel hayatımda sorunlarla karşılaştığımda kim benim adıma çözüm bulacak? Tek başıma ayakta kalabilir miyim? Kendime güvenebilir miyim açıklardaki bir gemiyi tek başıma limana yaklaştırabileceğime?... Sizleri suçlamıyorum. Çünkü siz de belki öyle gördünüz. Öyle büyüdünüz belki de… belki de çok zorluklar çektiğiniz için benim şimdi güvende ve rahat olmamı istiyorsunuz. Sadece sahip olduğunuz şeyleri aktarmaya çalışıyorsunuz biliyorum. Belki de bu yazdıklarıma rağmen ben de ileride çocuklarıma sizin gibi örnek olmak için canla başla çalışacağım. Belki destek bulamazsam hep kendimi eksik hissedeceğim. Belki bu desteği yanlış yerlerde arayacağım. Belki de bu yüzden kötü insanlara katlanmak zorunda kalacağım. Ve belki de bir gün benim çocuğum bana böyle bir mektup yazacak ve artık özgür iradesiyle yaşamak istediğini belirtecek. Kim bilir?... Son olarak şunu bilmenizi isterim ki sizi çok seviyorum…
ÜSTÜNLÜK BEKLEYEN BASKICI VE MÜKEMMELLİYETÇİ AİLE
Çocuk üstün olmaya zorlanır.
Sürekli nasihat verilir.
Bol eleştiri yapılır.
Aile çocuğu beğenmez Çocuklar: Fevri davranışları vardır.
Mutsuzdurlar.
Güvensizdirler.
Gergindirler.
Mantık ön plandadır.
Karamsardırlar. SEVGİLİ ANNECİĞİM VE BABACIĞIM Biliyorum ki sürekli mutsuz olmam gergin olmam sinirliliğim kendimle barışık olamam ve kendime olan güvensizliğim sizi üzüyor. Yaklaşık birkaç gün önce elime geçen bir makale benim ilk defa hayatımı gözden geçirmeme neden oldu. Makalede diyordu ki; insanların %90’ı daha 18’lerine gelmeden kafalarında açılan mutsuzluk ve başarısızlık çukuruna düşüyorlarmış. Bu makale çok ilgimi çekmişti. Çünkü nedenini bilmediğim bir şekilde kendimi stresli gergin karamsar güvensiz kısacası mutsuz hissediyordum. Ve mutsuzluğumun sonucunda başarısızlık çukurunun içine saplandığımı fark ettim. Size neden bu konuda mektup yazdığımı merak ettiğinizi biliyorum. Açıklayayım: Bu birkaç gün içinde aklımda sadece bir soru vardı: “NEDEN?” Yani neden bu çukurdayım ve neden çıkmaya bu kadar istekli olduğum halde çırpındıkça batıyor gibi hissediyorum kendimi? Yalnız bu sabah uyandığımda daha önemli bir soru olduğunu ve bunun cevabını bulmadan çözüme ulaşamayacağımı fark ettim. Bu soru ise “NASIL?”dı. Yani nasıl bu kadar mutsuz olabiliyorum. Nasıl kendimi bu kadar gergin karamsar ve üzgün bir hale getirdim? Bu noktaya nasıl geldim? Sonunda problemin nerede olduğunu buldum. Bu yüzden size bu mektubu yazıyorum. Daha açık söyleyeyim. Nasıl sorusunun cevabını çocukluk döneminde buldum. Şaşırtıcı aynı zamanda gerçek bu. Öncelikle sürekli benden her şeyin en iyisini bekleyen mükemmeliyetçi bir ailede yetiştiğimi fark ettim. Siz her zaman benim ne yaparsam yapayım ne olursam olayım en iyisi olmamı istediniz. Mesela okul dönemi boyunca benim hep daha sıkı çalışıp daha yüksek notlar almamı istediniz. Okul birinciliği için yarış atı misali hazırlanmamızı istediniz. Aslında biliyorum tek istediğiniz şey benim hep önden gitmemdi ve hep başarılı olmamdı. Bunda yanlış bir şey yok. Aynı zamanda bu istek ben bile farkında olmadan kendime olan güvenimi her geçen gün biraz daha götürüyordu. Çünkü şimdi ne olursa olsun insan olduğumu ve hata yapabileceğimi her insan gibi benim de dört dörtlük olamayacağıma kendimi inandıramıyorum. Yaptığım hatanın niteliğinin hiçbir önemi yok. ÖSS’de istediğim puanı tutturamamaktan sporda sayı kaybetmeme arkadaşlarımla iletişim sorunu yaşamaktan yemeğin tuzunu unutmama kadar büyük küçük bütün hatalarım kendime olan güvenimi azaltıyor. Bu hatalarımın hepsi bende stres ve güvensizlik oluşturmaya başladı bende. Şimdi derste öğretmen soru sorduğunda elimi kaldırmak istemiyorum çünkü cevabı yanlış söylemekten korkuyorum. Sözlü de bile acaba doğru cevap bu mu diye düşünmekten kaslarımın gerildiğini ve daha fazla stres yaşadığımı fark ediyorum. Ne yaparsam yapayım siz beni hiç beğenmediniz. Ya da gevşeyeceğim korkusuyla beğendiğinizi fark ettirmediğiniz voleybolda içinde olduğum takımın aldığı final kupası ya da orta okuldayken şiir yarışmasında benim birinci olmam kompozisyonumun her zaman iyi olmasında edebiyat kolu başkanı olmam…. Bu rağmen hep kusurlarımı buldunuz. Şimdi de ben kendimde ve çevremdeki insanlarda hep kusur arıyorum. Ve inanmayacaksınız her zaman söylenecek birkaç eleştirim var ve sürekli insanların kusurlarını bulup çıkartıyorum. Sizin sert bakışlarınız gibi benim de gergin kaşlarımı çatarak bakmam çevremdekileri rahatsız ediyor.
Siz beni böyle yetiştirdiniz…. Eleştiriyle bitmez tükenmez nasihatlarla… “Sınavdan neden 95 aldın da 100 almadın.”
“Toplum içinde düzgün konuş”
“Abartılı gülme kınarlar”
“Derslerini iyi çalış ki bu yıl okul birincisi olabilesin bak kuzenin nasıl başarılı”
“Ben senin yaşındayken hiç böyle davranmazdım”
“Bu müzikten ne anlıyorsun adam gibi şeyler dinle!”
“Ceketin toz olmasın” En ufacık hatamda: “Zaten senden adam olmaz” Ve daha bir sürü örnek hafızama kazınmış… Şimdi düşünüyorum da benim hiç mi iyi bir özelliğim yoktu? Ya da fark edilmiyor muydu? Şiir yarışmasında birinci olmam sınavda istediğim üniversiteyi kazanmam kaptanı olduğum takımın birinci olması… Aslında ikisinin de sonucu da aynı: hiç takdir edilmedim. Şimdiyse ben takdir edemiyorum insanları… Şiir yarışmasında birinci olmam sınavda istediğim üniversiteyi kazanmam kaptanı olduğum takımın birinci olması… Ama hiç mutlu olamadım. İşte bunlar beni mutsuz eden. Gün geçtikçe insanlara hayata olan bakış açım daha da değişiyor. Bu değişimin olumlu olmasını çok isterdim ama ne yazık ki öyle değil. Artık insanların ve kendimin yaptığı en küçük hatalara bile göz yumamıyorum. Herkesin robot gibi her şeyi eksiksiz yapmasını bekliyorum. Küçücük bir şey eksik olsa ya da ters gitse günlerce düşünüyorum ya yapamazsam korkusuyla hedef belirleyemiyorum ya da bir türlü harekete geçemiyorum. Kendi yaptığım küçücük sıradan yanılmalara bile daha az gülümsüyor daha çok söyleniyorum. Artık keyif de alamıyorum yaptığım şeylerden. Sıradan tekdüze bir hayat yaşıyorum. Bol eleştiri ve nasihat yerine benim iyi yönlerimi de görmenizi hep başarım yerine biraz da kişiliğimle (ahlakımla saygımla sevgimle) ilgilenmenizi isterdim. Yarış atı gibi sınavdan sınava koşturmak yerine biraz da özel hayatımı yaşamamı desteklemenizi her fikir ortaya koyuşumda reddetmek yerine açıklamalar yapmanızı ve biraz da olsa benim fikirlerime saygı duymanızı isterdim. En ufak hatamda sert bakışlarla azarlamak yerine küçük hatalarımda rahat bırakıp büyük hatalarımda engel olmanızı bana farkında olarak ya da olmayarak tepeden bakmak yerine kalbinizdeki sevgiyi hissettirmenizi ve en önemlisi beni idealinizdeki çocukla kıyaslamayıp beni olduğum gibi kabul edip beni benimle kıyaslamanızı isterdim. Belki birkaç gün önce okuduğum bu makale sadece sıradan bir yazı olacaktı benim için. Belki de şükredecektim %90 yerine %10’un içinde olduğumu farkedip…. Her şeye rağmen sizi seviyorum…
İLGİSİZ AİLE
Çocuk istenmeden olabilir.
Eşler arasında önemli sorunlar olabilir.
Aile çocuğu yük gibi görür.
Çocukla ilgili sorumluluklardan ve problemlerden kaçarlar
. Çocuklar: İyi yada kötü sevgiyi nerde bulursa oraya yönelirler.
Duyguya muhtaçtırlar.
Kendilerini değersiz hissederler.
İç dünyaları zayıftır.
Güçlü görünmeye çalışırlar. Sadece biraz sevgi Her zaman sizin için bir yük olduğumu düşündüm. Aslında bunun gerçeklik payı de yok değil… Beklemediğiniz bir anda ve –sanırım- çok yanlış bir zamanda geldim. Siz kendi sorunlarınızla o kadar meşguldünüz ki ne beni fark etmeye ne de bana ilgi ve sevgi göstermeye zaman bulabildiniz. Gidermeye çalıştığınız o kadar çok sorun vardı ki sürekli birbirinizle tartıştınız sürekli kavga ederken yanı başınızda yaptıklarınıza bir anlam veremeyen ve sadece bir tutam sevgi için saatlerce gözyaşı döken biri vardı. Siz benim ağlamalarımı bile dikkate almadınız. Ya açtır ya susuzdur ya da uykusuzdur dediniz ama hiç “ya sevgisizdir” demek aklınıza gelmedi. Ben büyüdükçe sanki benden daha da uzaklaşmaya başladınız. Sorumluluklarımı almaktan kaçtınız bana ait olan şeyler sizi korkuttu hep. Yaptığım şeylerin sorumluluğunu almaktan kaçtınız. Mesela küçükken her anne babanın ilgilendiği gibi ilgilenmediniz aksine sanki sizin için bir yabancının çocuğuymuşum gibi davrandınız. Bana ait problemleri çözmekten kaçtınız. Okulda derslerimle ilgili problemlerim olunca arkadaşlarımla sorun yaşadığımda hatta sağlık problemlerimde bile benden uzak durdunuz. Sizin nazarınızda kendimi hep değersiz ve hiçbir işe yaramayan biri gibi hissettim. Halen böyle hissediyorum. Ve bazen diyorum ki “Hiç mi bir şeyi hak etmiyorum?” En azından birazcık sevgi… Evet şimdiye kadar sizden beklediğim halde alamadığım sevgiyi şimdi sağda solda kısaca nerde bulursam orda kalıyorum. Biliyorum bazen o sevgiyi ve ilgiyi kötü insanların arasında buluyorum daha doğrusu bulduğumu sanıyorum ama yalancı ilgi de olsa beni çekiyor… Mesela yeni arkadaş grubumun aslında benim değerlerimle çok fazla örtüşmediğini biliyorum. Mesela cafelerde saatlerce Internet başında oyun oynamak ya da küfürlü konuşmak gibi şeyleri alkol alan uyuşturucu kullananlarla arkadaşlık etmek istemem ama onlar benimle ilgileniyorlar. Beni fark ediyorlar. Bu yüzden onlara uymak zorundaymışım gibi hissediyorum kendimi… Kalma diyorsunuz ama ben kendimi kalmak zorunda yapmak zorunda hissediyorum çünkü bana orda sevgi ilgi şefkat kısacası değer veriliyor. Kendimi güçlü göstermekten de bıktım artık… Gerçekten güçlü olmak isterdim ama olamıyorum. Dışardan güçlü yenilmez insanın içinde aslında yardıma muhtaç ve ilgiye ihtiyaç duyan biri olduğunu kimse bilmiyor. Bir gün kendi çocuğum olduğunda sizden alamadığım sevgiyi sonuna kadar vereceğime ve ona kendisinin bir yük değil de benim için harika bir hediye olduğunu hissettireceğim
Çocuğun ayrı bir kişiliği olduğunun farkındadırlar ve ona saygı duyarlar.
Dengeli bir sevgi verirler.
Dengeli bir değer verirler.
Sevgiyi ve değerliliği çocuğa hissettirirler.
Dengeli bir şekilde sorumluluk verirler. Çocuklar: Kendine güvenir.
Mutludur.
Başarı için elinden geleni yapar.
İnsan ilişkileri iyidir.
Dengeli bir şekilde risk alır.
Duyguyla mantık dengededir.
Dünyanın en harika insanlarına sevgilerimle Sizlere bu mektubu yazmamın nedeni birer anne baba olarak yapmanız gereken her türlü yardımı ve desteği benden esirgemediğiniz için teşekkür etmek. Biliyorum siz yine mütevaziliğinizle böyle bir şeye gerek yoktu biz sadece üstümüze düşen görevi yaptık diyeceksiniz. Aynı zamanda biliyorum ki çok az anne babanın yaptığı gibi bana bedeninizden bir parça verdiğiniz gibi ruhunuzdan ve kalbinizden de bir parça verdiniz. Ebeveyn olmanın sadece doğurmak ve besleyip büyütmek olmadığını bir çocuğun bedeninin yanı sıra ruhunun da beslenip büyütülmesinin ne kadar önemli olduğunu gösterdiniz. Ne yazık ki çocuklarına bakmak derken bunu sadece fiziksel ve maddi yönden anlayan anne babaların olduğunu da fark ettim. Bu yüzden ne kadar şanslı bir evlat olduğumu anladım ve size bunun için minnettar olduğumu belirtmek istedim. İçinizdeki sevgiyi fazlasıyla bana hissettirdiniz bazen bir öpücükle bazen sözlerle ya da davranışlarınızla. Benim sizin için ne kadar değerli olduğumu gösterdiniz bana. Eğer öyle olmasaydı doğum günümde çok istediğim spor ayakkabıları bulmak için dükkan dükkan gezmezdiniz enerji toplayıp okulda derslere daha iyi konsantre olabilmem için sabahın köründe benim için kalkıp kahvaltı hazırlamazdınız daha sosyal bir insan olmam için kişisel gelişim seminerlerine katılmam için teşvik etmezdiniz ve birçok şeyi göz ardı ederdiniz…
Ama etmediniz… Benim kişiliğime saygı duydunuz beni kendinize ya da başkalarına benzetmeye çalışmadınız. Kimseyle kıyaslamadınız. Beni ben olduğum için sevdiniz ve değer verdiniz bana saygı duydunuz. Hatta aksine her geçen zamanda bana daha fazla destek oldunuz ve yol gösterdiniz. Ve bana sorumluluğun ne olduğunu öğrettiniz. Bir işin bir eşyanın hatta yavru bir kedi vererek bir canlının sorumluluğunu üstlenmeyi öğrettiniz. Olumsuz bir olayla karşılaşınca Evet tüm sorumluluk bana ait bütün sonuçları göze alıyorum diyebilen o kadar az insan var ki… Ve siz benim bu gruba sokmak için o kadar çaba sarf ettiniz ki… Sevginizi şefkatinizi hiç esirgemediniz. Ve sayenizde şimdi de ben her türlü canlıdan –hatta cansız varlıklardan bile- sevgimi ve şefkatimi esirgemiyorum. Bu benim daha mutlu ve huzurlu olmamı sağlıyor. Hem sevmeyi biliyorum hem de hayır demeyi… Ve asla pes etmemeyi öğrettiniz… neye mal olursa olsun hedefime ulaşmam için elimden gelenin en iyisini yapmam gerektiğini öğrettiniz. Ne gereksiz hırslara kaptırdınız ne de tembelliğe izin verdiniz. Çünkü siz de böyle örnek oldunuz bana. Benim daha iyi daha başarılı sorumluluk sahibi kalbi sevgiyle dolu olan aynı zamanda daha akıllı ve hep sonuca yönelik karar veren bir insan olmam için elinizden geleni yaptınız. Asla pes etmediniz. Ve sizin bu çabalarınız sayesinde daha rahat iletişim kurabiliyorum insanlarla ve kendime daha çok güveniyorum. Çünkü biliyorum ki ben de sizin gibi ebeveyn olacağım