ümit ile serbest düşünce

Fırtına


YAZAR: Yaren Gece ÖZTÜRK 5 ay önce


Bir fırtına olsam bugün, okyanusları yok ederim, ağaçları sökerim kökünden; çatılar uçuşur gökyüzünde ama senin denizinde kıyına vuran o dalga olamam. Bakma bana öyle, çok yorgunum. Anlatamam seni sana uzun uzun. Bir hiçi yoktan vâr edemem artık. İçine seni zar zor sığdırdığım şu küçük dünyamda Tanrıcılık oynayamam.
Bir kere daha yanamam bu ateşte, bir kere daha doğamam küllerimden. Bir canım kaldı, bir kere daha yaşayamam seni. Bir kere ölüp, bin kere daha dirilemem. Hayat her zaman tutmayacak ellerimden, bir kere sen tut. Biliyorum, gün karanlık değil daha ama elbet çökecek zifiri karanlık; elbet kaybedeceğim gözlerini. Kaybetmeden veyahut görmeden gözlerini çek kurtar beni. Ellerim yardım dilenmiyor senden, ben seni dileniyorum ne zaman geleceğini bilmediğim o geceden.
Uyanmak zor oluyor kimi zaman, hiç uyanmak istemiyorum aslında. Saçlarımın coğrafyası omuzların olmuşken karlar yağsın istiyorum üstüme, kimseler bulamasın; kimseler kurtaramasın beni senden. Donup kalayım teninin en ücra köşesinde. Kimse adımı hatırlamasa olur, sen adımı anmasan da. Ben bir kere ölmüş olsam, sen beni bin kere dar ağacında sallandırsan da.
 
Terk Edilişe İlk Mektup



YAZAR: Adem Gücük

Bugün hayal kuruyorum sevgilim. Bugün sana anlatacağım çok şey var biliyor musun, kahve içmekten aciz bedenimin sırtında kanatlar var bugün, koca çirkin kırmızı kanatlar var. Görmeni isterdim, kendini atmasaydın o tren rayına, bana sarılmanı isterdim şu an, kanatlarıma dokunmanı isterdim. Saçlarımı okşamanı isterdim, bana sigara sarmanı bile isterdim. Önümde oturan kişinin, acılarım değil, sen olmanı isterdim. İsterdim sevgilim, gerçekten. Ama karşımda gençliğim var. Bir şeytan gibi sessiz bakışıyla yüzüme, nefret ediyor benden, başaramamışlığıma küfürler yağdırıyor. Bense özür diliyorum yalnızca, ağlıyorum, yanan ellerimle siliyorum gözlerimden yaşları, sildiğim şeyin kan olduğunu anladığımda kusuyorum üstünde oturduğum kaldırım taşına, etrafıma bakıyorum. Bir trenden inmişim az önce, bir dakikayı aşkın yürümüş, evinin önüne gelmişim. Koca demir bir kapı var karşımda, o kapıdan geçtikten sonra hiçbir şey aynı olmayacak biliyorum. Seni kaybetmeye açılan kapı bu. Tenine sarılmak, kalbine dokunmaktan cazip geliyor o an, yenik düşüyorum insanlığıma. Affet sevgilim. Bunun için de affet beni, eksik bir veda oldu bu, seni kaybetmeyi bile beceremedim. O kapıdan çıktığımda şeytanın beni karşılaması sanki bir dakika öncesi gibi, nasıl tuttu kolumdan, yere vurdu beni. “Ben…” Dedi hırıltılı sesiyle, “Seni en nefret ettiğine çevirdim.” Öyle de yapmıştı, en nefret ettiğim olmuştum o günden sonra, en sevdiğimden uzaklaşmıştım. Senin için olmasa da, seninle değişmiştim. Senin bu uğurda terk edemediğin şeylerin yanında ben kendimi terk ettiğimde, suçlu sen değildin. Çünkü bunu senin için yaptığımı anladığımda, evimin önünde seni bekliyordum. Ben hiçbir zaman içimde ağlayan çocuğa sarılmak istememiştim. Onu öldürmek, devam etmek istemiştim. Bunu fark etmek büyüttü beni. Sonrasında bir kadınla tanıştım. İnanır mısın, ben sana ne söylersem onu söyledi bana, sana nasıl bakıyorsam öyle baktı. Öyle çaresiz, öyle acınası. Öyle kul oldu bir kulun aciz bedenine. Beni büyütenin, onu da büyütmesi gerekmez mi sevgilim? Bana söylediğin her şeyi ona söylememin yegane sebebi de budur. Bir gün, herkes bizim gibi olacak biliyorum. Doğru olanı değil, onlara yapılan yanlışları yapacaklar insanlara. Bu büyütecek insan evladını. Bu şekilde varacağız maviliklere.
Sana bir başka mektup yazacağım.
 
Dolunay

YAZAR: Yaren Gece ÖZTÜRK

Bugünümden iki sene önceydi, kaybolmuş değil ama arayış içerisindeydim. Bir başkasını geçtim, kendimi dahi düşünemeyecek kadar dalgındım. Attığım adımdan, soluduğum nefesten haberim yoktu. Geleceğe o kadar odaklıydım ki, anı kaçırıyordum. Hayatımdaki kadın mutsuzdu, beni anladığını ama onu ihmal ettiğimi tekrarlıyordu her defasında. Beni anlamadığını biliyordum.
Düşüncelerimin arasında boğulduğum bir iş gününde, sen indin merdivenlerden. Sarı saçların, bir güneş gibi doğdu karanlık girdabımın ortasında. Önüme çıkan her insana seni sormak istiyordum, tüm bu şehri seni sayıklayarak dolaşmak istiyordum. Ama sen cennetteki o yasak meyveydin ve soracak olursan eğer ben Adem kadar cesaretli değildim; uyacak bir şeytanım yoktu.
Dostum dediğim bir adam vardı o zamanlar, seni istediğini biliyordum. O seni isterken ve ben bir başkasının yanında açıyorken gözümü sabahlara nasıl arzulardım seni… Bu koskocaman bir delilikti ama herkes bilirdi ben deliliğin ete kemiğe bürünmüş haliydim. Ya da o kadar güçsüzdüm ki, engel olamıyordum aklımdaki sana. Seni düşünmeye, seni istemeye. En azından günün herhangi bir saatinde seninle iki saniye göz göze gelmeyi beklemeye.
Neden diye sorsalar susup kalırdım, neden diye sorsan hala susup kalırım. Sen kelimelerimin bittiği o noktaydın, oysa ben her şeyi anlatabilirdim herkese ama seni anlatamazdım. Devrin en güçlü kalemi de anlatamazdı seni, hiçbir ressam resmedemezdi o güzel yüzünü.
Günler ayları, aylar yılları kovaladı, yıllar beni bitirdi. Sen o adamın yanında kahkahalar atarken, ben hala açarken gözümü bir başkasıyla bıçaklar saplandı ruhuma. Kaçmaya çalıştım senden, zihnimde yolumu değiştirdim her defasında. Gözlerinin içine hiç bakmadım, seni onun yanındayken izlemedim hiç. Bir gün benim olabileceğini, bu satırları gözlerinin içine baka baka okuyabileceğimi düşünmedim. Sen yasak meyveydin âhu gözlüm, ben Adem değildim…
Bir gece sıkıldım bu cennetten, bir gece Adem oldum; bir gece ben uzun uzun bakarken gözlerine, sen anlatırken bana uzun uzun bir şeyleri tatmak istedim bu yasak meyveden. Kötü bir adamdım, sana bunu yapmamalıydım belki ama bize inandım, bize çok inandım.
Ağladın, bağırdın, çağırdın, vurdun belki… Hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey girdabıma, geceme güneş gibi doğan o sarı saçlarının usul usul salınışıydı rüzgarda. Sakinleşecektin ve anlayacaktın beni. Belki gün gelecek sen de beni sevecektin.
Ve bir akşam, ay ışıldarken gökyüzünde Tanrı kabul etti dualarımı âhu gözlüm, şimdi sen boynumda, saçların burnumda huzurlu uykularımın bilmem kaçıncısındaydım. Az kaldı ezberleyeceğim kirpiklerinin sayısını, seni şu bağrımda bir ömür saklayacağım.
Ben yasak meyveyi yiyen Adem, âhu gözlüm… Kirpiğin düşmesin yere, bu sevdanın tüm vebalini, günahını boynumda taşıyacağım.
 
Şımarık Sentor


YAZAR: Dr Gökhan Ürkmez

Asalet ve kibirli yapılarıyla bilinen ve Yunan mitlerinde en asil yaratıklar olarak anılan Sentorlar/Centaur (Kentaurlar) yarı insan, yarı at olarak bahsedilen mitolojik varlıklar…
Sevgili Yazarım, senaristim, sanat yönetmenim, onlarca severek izlediğiniz dizide emeği, aktör ve aktriste rengi ile Çerkez kimliğini bağıra bağıra yaşayan gönül dostum Dilek Qudey hanımefendiye ithafen dizeler kurmam gereken yerdeyim.
Bir kül tablasını önüme koyup, “hadi ne gördünse yaz bana” diyerek, eşsiz manzaralı balkonunda yalnız bırakıp sınav ettiği çekirgesine “şımarık bir çocuk sentorsun sen” deyince, aklımın derbeder oluşuna nedenle yazayım dediğim satırlar.
Kim ola ki bu sentorlar? diyerek, bana subliminal okuttuğu onlarca makale ve yayınların ürünü satırlar geliyor…
Her duyduğun, her gördüğün bir mesajdır ve mutlak sorgulayıp, “anlamalısın”dıra inancımdan, uyutmadığı bir gecenin daha sonrası elimde klavyenin uyu artık diyen tuşları…
Çok akıllı bir kadın evet ama neden bana üst perdeden ve ama içerilerden “şımarık sentor” yaftasını koyuverdi ki merakı…
Bir kızgınlık var diyebilirim ama sevgisinden öyle eminim ki incecik ama gözüme gönlüme sokulmak istenen de Kocaman bir mesaj var sanki diyerek kaçışan uyku tanelerim…
İlk cümlede kendimi bulduğum Sentor tanımı ve ardı kesilmeyen sıkılmadan devamını getirdiğim bir fantastik hikayeye hoşgeldin deyiverdim…
“Kendilerini fazlasıyla asil buldukları için kendilerinden başka hiçbir canlıya itaat etmeyecek kadar da kibirli Sentor’lar…“
İşte bu cümleyle başladım ve hepimiz için girişgahın özel ötesi karşılaması ile irkiliverip uyanıverdim.
“Görünüşü atın kafa kısmından insan bedeni ile başlayıp sonrasında at ile devam eden hayran olunası bir beden”…
”Centaur ya da Sentorlar” diye anılan bu mistik canlılar, savaşçı bir topluluk ve atları ile meşhur ülkelerinde yaşarlarmış.
Kendimi bulduğum bir cümle belki bu ama yazmazsam zihninizde canlandıramazsınız kaygısından yazacağım…
“İnsanlarla sürekli savaş halinde ve savaş aleti olarak sadece ok kullanan, bilgiye çok sahip, bilginlere çok saygılı bir mistik varlık.”
Yönetmenim Çerkez, ben Türk milliyetçisi olunca, onu gafil avlayabileceğim en hassas noktayla başlamamın elzemine takılarak, Sentorların aslında Orta Asya’dan gelen Türk topluluklarıyla ilişkili olabileceğine dair iddiaları da sizlere araştırıp bulduklarımı paylaşmanın haklı gururunu yaşayacağım.
Yazdıklarımdan ve sevgili Qudey’in imalarından anladığım kadarı ile bana benzeyen kabulüm yanları varsada, siz her cümlede kendinizi yükleme ekleme zahmetinden uzakta bırakarak okuyun istiyorum.
Herneyse konu Sentorlar ve onların eşsiz bize benzeyen yanları olunca, susup sadece anlatmam gerek artık…
Hadi başlayalım mı?
*Gerçekten okurken sıkılmayacağınız bir dünya size…
*Sentorlar Türk olabilir mi? Tabi ki ilk merak edilen…
Sorunun Yunan Mitolojisinde ki ipuçları; Savaşçı bir topluluk olan Sentorlar, atları ile meşhur ülkelerinde yaşıyorlar.
Bilgili ve gerektiğinde çok saygılıdırlar.
Kahinlik ve yıldızları okuyabilmek gibi değişik güçleri var.
Sagittarius isimli takım yıldız, yarı at yarı insan yaratıklar olan Sentorların kralı Cherion’u temsil ediyor.
Sagittarius ve Cherion’un hikayesi ise mitolojide Herkül’ün anlatıldığı bir mitte şu şöyle anlatılmış;
“Yarı at yarı insan” olan Sentorların birçoğu zalim olarak bilinirler ve öyle yetiştirilmişler.
Cherion ise bu yaratıklardan farklı.
Cherion’u Güneş tanrısı Apollon, Ay tanrıçası Artemis ve vahşi hayvanlar yetiştirmiş.
Bu yüzden Cherion kibar, başkalarını düşünen ve bilgili biri…
Cherion’un yetenekleri ve bilgileri herkes tarafından kabul ediliyor, birçok ünlü kralın çocukları, yeteneklerini ve bilgilerini öğretmesi için ona gönderiliyor.
Bu öğrenciler arasında Herkül’de var.
Herkül yolculuğa çıktığı bir gün yolda çok susayıp Cherion’un yanına uğruyor.
Cherion’dan, evinde sakladığı yarı at yarı insan yaratıklara ait olan şarabı açmasını istiyor.
Cherion da misafirinin bu isteğini kabul ediyor.
Şarabı açınca güzel kokusu memleketin dışına kadar yayılıyor ve bu kokuyu alan Sentorlar büyük bir hışımla eve geliyor.
Sentorlar, kendilerinden habersiz şaraplarını açtıkları için Herkül ve Cherion’a saldırıyor ama Herkül, Sentorların birçoğunu öldürüyor.
Geri kalanını da şehrin dışına sürüyor. Ama Herkül o kargaşada yanlışlıkla zehirli oklarından biriyle Cherion’u da vuruyor.
Sonrasında bu duruma çok üzülüp üzüntüsünü gören Zeus tarafından Centaur yıldızlar arasına yerleştiriyor.
Adı Sagittarius olan bu takım yıldızı, bir erkek vücudunun belden üst kısmıyla bir atın birleşimini temsil ediyor ve Argonaunt’lara yolculukları sırasında rehberlik etmesi için gökyüzüne yerleştirildiğine inanılıyor.
Sentorların, mitolojide sürekli Eski Yunan medeniyetleri ile bir mücadele halinde olduklarının anlatılması bana oldukça garip gelsede vakur duruşlarından dokuz köyden kovulan doğrucu yanlarımızın bir yansıması oldukları düşüncesi bizdenler kısmını besleyiveriyor.
Sentorlara yüklenen kötü özellikler genellikle asi ve savaşa yatkın bir ırk olmaları ile ilgili olunca da Türk yakıştırmasının üzerlerinde ne denli şık durduğunu görmemek imkansız kalıyor.
Yunanlılar mitlerini anlatırken, tabii ki hiçbir karakterin mutlak iyi ya da mutlak kötü olduğundan bahsetmezler.
Bu Yunan tarihi meraklılarının ilk öğrendiği cümledir.
O yüzden bu kadar örselemeleri tuhaf değil malumunuz.
Sadece düşman olarak gördükleri unsurlara genellikle kötü özellikler yüklemiş olmaları ve Sentorları bu kadar tokatlamaları Türk olmalarına dair kanıtları güçlendirmiyor da değil.
Çoğu efsanede olduğu gibi Sentor efsanesinde de gerçeğe dayanan sebeplerin olduğu bilinmektedir.
Sentorların atlarla ilgili olan, at üstünde savaşa giden ve atıyla yatıp kalkan bir toplum olduğunu ve zaman içerisinde ki söylentilerle yarı at yarı insan biçimli yaratıklar oldukları kabulü ile “Türklerle bağlantısı” bu noktada ortaya çıkıyor.
Sentorların atlarla bu kadar iç içe olmaları sonrası onların at adam olarak tasvir edilmeleri, o dönemdeki Türk topluluklarının da atlarla bu kadar iç içe yaşamaları, tesadüfü red noktasında buluşturmuyor mu sizi de?
Zira, Sentor efsanelerinin anlatılmaya başlandığı dönemlerde de Türkler ve Orta Asya Halkları, atları evcilleştirip onlara hakim olmayı çoktan öğrenmişlerdi.
Türklerin o dönemde, zaman zaman Orta Asya’dan batıya doğru akınlar düzenledikleri tarihi bir gerçektir.
Bu dönemde pek çok Anadolu, Yunan ve Avrupa uygarlıklarıyla savaşa da girmişlerdi.
Tarihi kaynaklarda, Türklerin muhteşem biniciler oldukları her milletçe kabulü net bir sonuçtur.
At üzerinde süratle ilerlerken bile “tam geriye dönerek ok atabilmeleri” de bunun en çarpıcı kanıtıdır.
Türklerin savaş sırasındaki at üstünde müthiş ok kullanma kabiliyeti pek çok tarihi belgede ve hikayede de kayıtlıdır.
Savaşlarda dört nala koşan atlar hızla hareket eder ve mümkün oldukça kafalarını öne eğerlerdi.
Uzaktan bakıldığında atın sadece bacakları ve at üzerinde ki Türk savaşçı görünürdü.
O dönemde de atlı savaşçıların bu yüzden Sentorlar gibi göründüğü resmedilirdi.
Türklerin vur kaç taktiğini çok iyi kullanabiliyor olmaları sayesinde, çok az sayıda ki süvari birlikleriyle çok büyük orduları mağlup edebilmeleri, benzerliğin tarih sahnesinde ki en özel kanıtı sayılmaktadır.
At üstünde üstün ok kullanma yetenekleri sayesinde, düşman daha onlara yaklaşmadan savaşı kazanmayı bilen Türklerin böyle anılması ihtimali yüksektir.
Atları savaşta kullanabilmelerinin yanı sıra atların sütünden kımız yapmaları, etleriyle de beslenmeleri, Türkler için vazgeçilmez olan atlar ile bir bütünlük içinde yaşamaları, at üzerinde müzakere etmeleri, hatta gerekirse at üstünde uyumaları, atlarıyla yatıp, atlarıyla kalkmaları benzetmenin doğruluğunun kanıtı gibi…
Yani Sentor efsanesi; at sırtında savaşa giden savaşçılardan ortaya çıkmış bir efsane idi.
Yunan araştırmacıları da, Sentorların aslında “Türklerden yola çıkılarak betimlendiği”ne dair yazılı belgeler sunmaktalar.
Türklerin atları mükemmel bir şekilde kontrol edebilmeleri, muhtemelen onlarla mücadele edenler için doğa üstü bir başarı olduğu ve o dönemin şartlarına göre imkansız olduğunu düşündükleri için olsa gerek, atlarla bu kadar uyumlu olan bir topluluğun, insan olmadıklarını düşünmek istediklerinden ötürü, sentorlar efsanesinin anlatılmaya başlandığına inanmaktalar.
Bu yüzden bu topraklar ve bu tarih sadece bizim için değil tüm dünya için sahip olunası nicelikte.
Anadolu’yu asırlarca ele geçirip yönetmek derinliklerini inceleyip tarihini keşfetmek ve sahip olmak arzusu bu yüzden olabilir mi?
Her karış toprağının böylesine değerli olduğu bir yurtta yaşarken bu kadar bilgisiz bırakılmamız tesadüf mü?
Ben bugün öğrendim bunları ve yarım asıra yaklaşan Kocaman bir ömür geçirdim bu topraklarda.
Sanırım birileri bizden bir şeyler değil çok şeyeler saklamakta.
Çokça okumak çokça gezip anlamak tanımak gerek bu güzel gizemli yurdu.
Öyle çok sırlar var ki bu topraklarda.
Dört mevsimin aynı anda yaşandığı üç tarafı denizlerle çevrili muhteşem bir ülke kısmını aşıp derinlere inme zamanı dedirttin sevgili Qudey…
Mesajın bu kadar derin miydi bilmiyorum ve belki ben hedef saptırarak kendim dışında bir odakla sonlandırıyorum ama…
Senden feyzle öğrendiklerim arasında şimdilik bu kadar kaçabiliyorum.
Teşekkürler hatırlattığın ve öğrenmeme neden olduğun için bilmediklerimi Dilek Qudey
 
Boş Bir Çaba
Oysa kırılan inancım bir dal parçası değildi ki şu koca evrende kendime kırılmış olayım! Gövdemeydi inancım, baltalarıma sap olamamıştım, kendimden kırıldım.




Sisifos birgün dağın zirvesinden yuvarlana yuvarlana inen o kayayı elleriyle kavrayıp yeniden yeniden taşımasaydı, boş bir çabadan ibaret olan bu cezanın gerçekten Tanrıların sırlarını birbirine taşıdığı için verildiğini mi yoksa başka türlü bir sebebin sonucu olduğunu anlar mıydı? En büyük ceza değil midir boş bir çabaya bedel bir günahı olmasının bir insanın. Sisifos’un bunları düşünecek kadar zamanı var mıydı boş bir çabadan arta kalan ya da gördüğü başka bir şey mi vardı her inişinde tekrar o kayayı yukarı çıkaran? Önemli olan o kayanın nerede durması ya da o kayanın varlığı bile değildi belki de…
Sisifos koca bir kayayı bir dağın en yüksek tepesine kadar yuvarlayarak çıkarma cezasına çaptırılmış bir kraldır. O kayayı tepenin doruğuna kadar çıkarıp her defasında tekrar en dibe düşüşüne istemsiz kalıp tekrar en tepeye taşıyan boş bir çabayla cezalandırılan bir kral. Tanrılar dünyada verilebilecek en zeki cezayı vermişlerdir, dünyada ceza verebilen bir Tanrı’nın cezasına itaat etmekte ne kadar akıl kârı bilinmez ama Homerus, Sisifos için ‘ ölümlülerin en bilgesi olan insan’ der. Ben ise Sisifos hakkında o kayayı zirveye ulaştırmak için çabalamadığını zaten cezasının bu olduğunu farkedip her boş uğraşın neticesinde hüsrana uğramadığını düşünüyorum. O kayayı tekrar yeniden yüklenecek kadar güzel bir şey bulduğuna inanıyorum o tepede, o kayada veya evrenin cismi olmayan bir uzvunda saklı, sadece cezasına itaat eden bir kralın bir insanın görebileceği bir şey. Yoksa razı gelmek kolay olmazdı ya da zor olan bu kadar insanı yeniden yeniden şevklendirmezdi. Bir şey olmalı herkesin baktığı yerde durmayan ya da hep aynı yerde durup da herkes tarafından görülemeyen. Bir buğu, duman, is gibi sadece ellerini ateşe değidirebilenin hissettiği sıcaklık gibi. ‘Yak’ laşmayanın yanmayanın asla hissedemeyeceği…
Şimdi ateşe eli değmemiş bir Sisifos var karşımda çünkü birgün o taşı kendim için taşımadığımı farkettim. Boş çabamı bir dağ yamacından aşağı düşerken seyrettim. İnsanları gördüm, ilk başta ondan olduğumu seçti gözlerim, sonra ondan olanı. Gözlerine baktım uğrun uğrun… Yüzlerinden artık ne bir endişe ne bir üzüntü okuyabiliyordum. “Ahmak!” diyorlardı, Sisifos bir bilgeydi boş bir çabaya rağmen ben ise bir Ah!.. İnanç sömürücüsü bir Ah! İyi tanırım -kendilerinde denenmiş inançları kırılan insanlar, başkalarına inanarak yenilgilerini unuturlar- bu insanları. Oysa kırılan inancım bir dal parçası değildi ki şu koca evrende kendime kırılmış olayım! Gövdemeydi inancım, baltalarıma sap olamamıştım, kendimden kırıldım bir sap yaptım. Biliyordum boş bir çaba degildi cezam. Hergü. yeniden inanmaya sebep güzel bir şey görüyordum. Onlar bir kayanın dağdan düşüşünü izlerken ben bir kayayı çıkartabilecek kadar ellerimin güçlendiği bir manzaranın kıyısının farkındaydım, tüm yorgunluğum dinleniyordu böylece. Ben ne bilgeyim ne de ahmak us ile anlatamadığım güzel bir ruhum var. Bir iki adım önce atıyor belki benden yetişemiyorum, yetişebilsem burası kalınabilecek bir yer olmaz biliyorum. Burada kalırken benden önce giden ruhumun yorgunluğunu yaşamak istiyorum. Ya benden geride kalsaydı etin kemiğin yorgunluğu hiçbir çabanın boş kalışına katlanmazdı, ruhumun hatrı var tüm güzellikleri farkettirdiği için işliyor bu eller kayaların sert yüzlerinden çizilmeden.
 
Aynada On Bir Saniye


YAZAR: Yaren Gece ÖZTÜRK

Karanlık bir odanın tam ortasında açtım gözlerimi. Duvardaki kırık camdan sızan sokak ışığı gözlerimi acıtıyordu. Tam karşımdaki sandalyeden kendime bakıyordum. Yansımam olduğunu düşünüp ayaklanmak istediğimde fark ettim ellerimin ve ayaklarımın bağlı olduğunu. Bağırmama ağzımdaki kan tadı ve kurumuş boğazım engel oluyordu. Tüm kemiklerimin sızladığını hissediyordum, bedenimi çevreleyen iplerden kurtulmaya çalıştıkça tenim kesiliyordu sanki. Üstümdeki beyaz gömleğim kirli ve kanlıydı. Ama tam karşımdaki sandalyeden siyah bir gömleğin içinde öfkeyle bakıyordum gözlerimin içine. Bir sürü soru dolaşırken aklımda ve o adi sokak lambası hala gözlerimi acıtırken aksim olduğunu düşündüğüm o kadın ayaklandı. Öfkeli birinden daha çok bezmiş bir insana benziyordu ama gözlerindeki öfkeyi gördüğüme yemin edebilirdim.
En sevdiğim şarkıyı sessizce mırıldanarak birkaç tur attı etrafımda, arada saçlarıma dokunuyor, gözlerime bakıyordu uzun uzun. O gözlerime baktıkça hissettiğim acı katlanıyor, nefesimi kesiyordu. Burdan kurtulmak istediğimi anlarcasına burdan kurtulmanın yolu yok diye fısıldıyordu.
Neden?
Diye bağırdı, irkildim.
Bize bunu neden yaptın?
Gömleğinin kollarını sıvazlarken söyledi tüm bunları, bileğinde kurumuş kanlar vardı.
Sence hak etmedik mi yaşamayı? Yani birkaç sene daha, belki bir ömür… Hayır! Bize bunu yaptığın gün bir ömüre denk değildi! Hiçbir zaman olmadı, bize bunu neden yaptın?
Neden bahsettiğini bilmiyordum ama duvarda yankılanan bağırışları çok korkutuyordu beni.
Oysa ne güzel uyanmıştık o sabaha, şarkılar söyleyerek, danslar ederek… Yahu mutluyduk! Kime sormak istersen sor, biz mutluyduk! Yıllar sonra oturduğumuz o içki masasında “mutluluğumuza…” diye kaldırmadık mı o kadehleri? Kaldırdık! Bize bunu neden yaptın?
Ne yaptığımı bilmediğim için ürkek bir ses tonuyla sordum ne yaptığımı, önce bir kahkaha attı ve daha sonra hiddetlendi.
Sen bir korkaksın, sen güçlü olduğunu sanan bir korkaksın! Sen herkese kazandığı savaşlarını anlatan ama daha savaşamadan inine dönen bir korkaksın… Hahaha, sen de haklısın. Hiç savaşmamışsın ki, kazanmak, kaybetmek ne hiç bilmemişsin ki! Yahu sen aynaya on saniyeden fazla bakamamışsın ki…
Bu sözleri bir bıçak gibi saplanmıştı beynime, fiziksel değil, ruhsal bir acının tam ortasındaydım o konuşurken.
Biliyorum, biliyorum yahu! Bunu bize neden yaptığını biliyorum… Yüzleşmekten korktun, birkaç sabaha mutlu uyandın dimi? Mutsuz uyanacağın o sabahtan korktun! Aptalsın! Ben burdaydım! Öfken, sevincin, hüznün… Ben burdaydım kadın! Yüzleşebilirdik, düştüğünde seninle düşerdim ama beraber kalkabilirdik! Sen daha düşmeden, kalkmanın zorluğundan korktun… Tek başınasın dimi? Tek başınasın! Unutkan olmaya başladım dediğinde sana inanmamıştım, anılarınla boğuşuyordum. Haklıymışsın, bu yalnızlığı senin seçtiğini unutmuşsun.
Yavaş yavaş aydınlanıyordu beynimde bir şeyler… Evet o bendim, peki ya ben? Ben kimdim?
Sen seçtin bu yalnızlığı, bizi bu ıssızlıkta tek başımıza bırakmayı sen istedin. Tamam çözeyim iplerini, iki sendele sonra şu kapıdan çık dışarı. Şu sövdüğün sokak lambasından başka ne bulacaksın biliyor musun? Hiç! Koskocaman bir hiçlik! Bizi bu hiçliğe sen terk ettin, sen kucakladın bu aptal korkuları… Bak şimdi sarılacak kimsemiz yok, yaşayacak bir saniyemiz yok! Hep ölümden bahsederdin, o kalemi her eline alışında ölümü resmederdin… Bak, ölecek bir ömrümüz yok!
Bizi sen öldürdün, artık kazanacak, kaybedecek bir savaşımız yok. Bizi korkakların yanına gömdün!
Ağlayarak kurmuştu son cümlelerini, yanıma geldi, iplerimi çözdü ve kapıyı açtı. Sonra son sözleri döküldü dudaklarından;
Son bir isteğim var senden, şu aynaya on bir saniye bak, kendine “seni seviyorum!” de, çık kapıdan ve kaybol bize bahşettiğin bu hiçlikte.
Senden, sen olmaktan,
Bileğimden akan son damla kandan nefret ediyorum…
Bizi yaşatamadın,
Seni seviyorum.
 
Hayalini Kurduğunuz Hayatlar mı, Yoksa Yaşadığımız Hayatta Mutlu Olmak mı?


YAZAR: Dr Gökhan Ürkmez

Bilmezler ki sen ne anladın hayattan, ne yaşadın ve nerelere geldin esen rüzgarlarla…
Görürler sadece ve derler ki; hep gülen yanınla ne güzel tutunuvermişsin kuruyup kopması an meselesi olan koca Çınar’ın bir tek dalına…
Bakarlar yorum yaparlar ama hiç anlamazlar seni dimi?
Hep öyle hissetmez miyiz?
Anların çokluğundan, anıların yorgunluğundan, kendimize haykırışlar beslerken, bize bakan gözlerin “ah ulan ne güzel bir hayat seninkisi” bakışlarına inat kuyruğu dik tutma hevesimiz ne zaman tükenir ki?
Ya da tükenmeli mi ki?
Az önce konuştuğum bir Kocaman yürekten depreşen düşüncelerimle yine rahat durmayıp yazıvereyim dedim…
Yanlış bir zaman değildir diye ümit ediyorum. Çünkü yazmanın zamanı anı yeri ve demi olmadığına artık inandırdım bu hadsiz beynimi…
Hep sorar yazdıklarımı okuyan güzel dostlarım, nerden geliyor? Nasıl oluyor? Nasıl toparlıyor ve yazıyorsun bu kadar homini gırtlak hikayeleri diye…
İşte böyle alakasız gibi görünen ama yüreğine yer eden bitanecik dostların tetikliyor ateşi…
Sen tam günün yorgunluğu ile uzanıvermişken yatacığına, bir dost hadi kalk uyuma zamanı değil dök içindekileri diye dürtüveriyor seni…
Hep yollarda görmek yordu beni, seni izlerken gittiğin yollarda ben yoruldum, sen nicesin diye merak edebilecek kadar sağlama aldınızsa dostlarınızı yazasınız geliyor işte… [MENTION=14806]hüseyin[/MENTION]’i hatırlarsınız.
Marmaris’in muhteşem çokluğunda, beni kıskandıracak İngilizce ve Fransızcası ile konuklarına sıcacık ama lezzetsiz o yemekleri sunan enfes adam…
Ondan ayrılışım ve yola çıkışımla Yeni Foça’nın bakirliğinde yaşayan halimi belki de nadir anlayan arkadaşımın “en sıkıntılı hissettiğim günlerden biri, bir sabah bir akşam, der ki bana yaradan, sıkılma sakın, lazım olacak sana şu an dinleniyor, sen enerjini, aklını ve sabrını sakın yok etme” telkini bir anda getiriverdi “oh be” diyebildiğim tek yere…
Hayalini kurduğunuz hayatlar, size hayal olmayacak kadar yakın sunulan zamanlar, hepsi yada hiçbiri gerçekten neyin sizi beklediğini vermiyor ki…
Tam oldu dediğinizde yarım kalıyor, hiç oldu mu ne ki bu şimdi dediğinizde yüreğinizi aklınız evet budur diyor.
İnan’ın hayalin ve hayatın evrenle raksından çıkan her melodide sizi siz yapan apayrı bir beste şekilleniyor.
Ne dememek gerekse hayata hep tersini söylerken bulan halimiz mutsuz, yüreğimizin koştur git dediği yerde ki cesareti kadar mutlu oluyoruz.
En güzel günlerimiz daha yaşamadıklarımız diyen adamı şeytan gibi taşlayınca oldu sanıyoruz ama…
Ne yazık ki gerçekten en yaşanılası Mutlu günlerimizi beklerken umutlarımızı yok ettiğimizin farkından uzaklaşıyoruz.
Bir tesadüf mü bilmem!
Ama ben hep yaşamak istediğim yerde yaşıyor olmanın yoklar içinde mutluluğunu yaşıyorum.
Sizde deneyin…
Biraz akıl, biraz cesaret, biraz da ego…
Geldik tek başına, gidiyoruz tek başına…
Bunca kavga ve isyan ne yazık ki boşuna.
Güzel bir hafta olsun ve her güzel yürek derinlerine kadar huzurla dolsun.
 
Yelpaze Dilinde Aşk

YAZAR: SMYRNA

Ay bir fenalık geldi Covid_19 arkadaştan. Çin’de yarasa yiyen çekik gözlüler yüzünden burada aslanlar gibi Adana kebap yiyen yiğitler, güzeller evlere tıkıldı kaldı. Onlara içerik hazırlamak da bize düştü.
Kitaplardan öğrendiğimiz çok şey var aslında. Unutmadan sizlere yazmak, aktarmak istiyor; sosyal mesafeyi koruyarak birbirimize yakınlaşalım diyorum.
Kızlar, diyelim ki bir erkekten yelpaze hediye aldınız. Hani olmaz ya bu zamanda, aldınız. Çıkar belki böyle ince ruhlu bir adam. Ve dedi ki “Nadide aşkıma cevabı bu yelpaze ile vermenizi rica ediyorum hanımefendi.” Yani bu da olmaz ya işte bu zamanda. Oldu diyelim. Bu zamanda nude atmak var artık, flörtizm var- eski zamanın mavi boncuk dağıtması- Aşk, sevgi, tutku hak getire.
Konuyu dağıtmayayım. Yelpaze dili de şöyledir;
“Peşimden Gel”…
Eğer hoşlandığınız beyefendiyi birazcık daha süründürmek istiyorsanız, kaçan kovalanır mantığıyla hareket edenlerdenseniz yelpazeyi sağ elinize alın ve yüzünüzü kapatın. Bu “Peşimden Gel” demektir. Gönlüm var sen de ama öyle kolay lokma değilim anlamına gelir. Az daha koşsun peşinizden.
“Peşimi Bırak”…
Hiç niyetiniz yok, kalbinizin kapıları kapalıysa aşkla meşkle uğraşacak vaktiniz, ruhunuz yok ise direkt net keskin bir ifadeyle söyleyebileceğiniz şey “Peşimi Bırak” olur. Bunu yelpaze dilinde nasıl anlatabilirim derseniz; yelpazeyi sol elinize alıp yüzünüzü kapatabilirsiniz. Tak sepeti koluna herkes kendi yoluna.
“Aşığım”…
Bunlar benim vermek istediğim cevap değil. Ben bu adamı seviyorum ve istiyorum diyorsanız; kalbim artık ona ait, gelsin beni babamdan istesin düşüncesindeyseniz yelpazeyi göğsünüzün üstünde genişçe açın ve bir göz kırpın. Sağ ya da sol el ile tutmanız farketmez. Kalbim sana açık “Aşığım” diyorsunuz zaten koca koca harflerle.
Eskiler güzeldi. mendil bırakılırdı; ayna hediye edilirdi. Sevgiden önce “saygı” vardı. Yaşım o kadar kemale ermedi ama şimdilerde sevgi yok gibi bir şey. Herkes, kendi boşluklarını doldurmak için sizin boşluklarınızı yakalamaya çalışıyor. Yakaladığında da bundan faydalanıyor.
Güçlü kalıp kimsenin yara bandı olmayın ve değer veren gönüllere açın kapılarınızı.
 
Önerim; Öldür-me Beni Sevgilim!


YAZAR: Sude DEMİR

Bitmek bilmeyen film tutkumla yine vizyon takibinde sınır tanımam, önde giderim, bayrak çekerim.
Bu aralar nedense Türk Filmlerine ayırdım zamanımı.
Zannediyorum ki vizyonda olup da izlemediğim az film kaldı. Çok şükür bin şükür rabbim. Çok kültür hep kültür. Oo yee! Yazar burda delirdi.
Ama hayır kış günü her pazar ne yapılır ki zaten? Sinema kültürü en naif ve en olurlu olan değil mi? Neyse benim bir sinema keyfim var arkadaşım. Sizi bilemem.
Bu yazımdaki pazar aktivitesi önerim ise; Öldür Beni Sevgilim.
Şimdi diyeceksiniz “Murat Boz’un da filmi izlenir mi canım falan?” Ah siz şu şekilci film sevenleri anlamıyorum zaten. Al Paçino olsa severdiniz değil mi? Kusursuz bir film olurdu sizin için. Ama yok anacım, elimizde Murat Boz var ve bence bu adam Romantik Komedi’de aşırı başarılı.
Tamam kabul, ben de seviyorum. “Robert De Niro’nun, Morgan Freeman’ın filmi olsa da izlesem” derim çoğu zaman. Bence de bazı aktörler ve aktrisler var ki filmleri 10/0 önde başlıyor.
Dizilerini takip ettiklerim, filmlerini ilk sırada beklediklerim.. Marka olmuş isimlerin ürettiklerini kim izlemez ki zaten?
Ama ben başıma gelenleri, hayatta var olanları ve yaşamın akışını kabulcü biri olarak elimde olan Murat Boz filmden aşırı keyif aldım.
Bir kere her zaman ne derim? “Aşk filmlerini sevgilinizle varsa eşinizle izleyin” derim.
Benim gibi bir numune gelmez zaten dünyaya. Ya yalnız izlerim yada arkadaşımla. O da ayrı bir ironi.
Filmden biraz bahsedeyim. Murat Boz zaten salak, cimri ama tatlı bir aşığı canlandırıyor. Seda Bakan ise eşinin az buçuk biraz daha akıllı versiyonu. Bu çiftimiz evli ve..
O değil de filmden bahsetmek yerine az daha detay veriyordum. Ben de çok akıllı sayılmam zaten filmlere konu olacak bir salaklık da mevcut hani yani.
Şimdi biraz daha akıllı bir harekette bulunup filmin tatlış sonunu anlatıyormuşum. Valla yaparım. Çünkü yapmam dediğim şeyleri yaptığımdan beridir ki hiç inat etmiyorum. “Muhakkak yaparım, yada yapmışımdır” deyip soru işareti bırakmıyorum akıllarda.
İnsanın kendi potansiyelinin farkında olması da ayrı bir konforluymuş yahu.. Yapabileceklerini ve yapamayacaklarını ön görme konforu bence bu.
Altı üstü bir film anlatacağım ama yine değinmediğim konu kalmadı farkındayım. Yazar bunu hep yapıyor değil mi ya? Neyse teşekkürler yoruma, eleştiriler mesaja lütfen:)
Sonuç olarak film efsane komik olmuş. Yani son zamanlarda izlediğim Ata Demirer’in filminden sonra ikinci komik film ve üstelik aşk filmi. Daha ne isterim bee! Hem romantik hem komik. Tam benlik.
Seda Bakan da süper oynamış. Çiftin saf salak hallerine bayıldım zaten. Bazı yerlerdeki duygusal geçişler tam da aşık birinin aşık olduğu kişiye olan aşkını hatırlatır cinsten olmuş. (Peki yazdığım cümleyi okurken beş defada hala anlamamış olmama kaç point?) Hani hayatın hengameli koşuşturmasından dolayı deli gibi sevdiğimiz kişiyi bile tuvalete gider gibi rutinin içinde seviyoruz ya hani? İşte bu film de size aşkınızı hatırlatıyor bence. O rutinden çıkıp yüzleştiriyor kişiyi aşkıyla. Sarsıyor, yokluyor, kendine getiriyor.
Özellikle evli çiftlere naçizane tavsiyemdir bu film. Vizyonda şu an hala.. “Bekleme yapma ticari” der gibi hemen kalkıp yol alın bence sinemaya doğru.
Bu arada patlamış mısırlarınızı yerken basenlerinizi düşünmeyin beybiler. Düşününce ne filmden keyif alıyorsunuz ne de mısırın yağlı tuzlu tadından bir şey anlıyorsunuz.
Ya da yok ya. Siz en iyisi mısır yemeyin. Kilo yapıyor, kesin bilgi.
Hadi iyi seyirler.
 
Yengeç Sepe

On bacaklılar ailesi içinde yer alan ve “Brachyura infra” takımını oluşturan, kabuklu türdeki canlılara yengeç denmesi tesadüf müdür?
Karın bölgesi toraks diye tabir edilen yerin altında olan yengeçlerin kuyrukları hep mesajlarla doludur. Tıpkı arıların ve karıncaların antenleri gibi kainatı yaratan bu olağanüstü varlıklara da bir görevle dünyada yaşam şansı verilmiştir.
Dünyadaki bütün okyanuslarda bulunabilen yengeçlerin, buna ek olarak çok fazla çeşitte olan ve tatlı sularda ya da karada yaşayabilen türleri vardır.
Sadece birkaç milimetre olan bezelye yengeci gibi; bir bacağının boyu 4 metre olan Japon örümcek yengecinin olması belki de yengeci diğer hayvanlardan daha ayrıcalıklı kıyan halleridir.
Yan yan yürüyen yengeçler bacaklarını sadece bu yöne doğru bükebildikleri için bu şekilde hareket ederler.
Yengeçlerin bize benzeyen bir başka halleri de beslenme şekilleridir. Hem otçul, hem de etçil beslenirler. Genel olarak, su yosunları ile beslenirler.
Av yeteneklerine ve türlerine göre yumuşakçalar, solucanlar, diğer kabuklular, mantarlar, bakteriler ve tortular gibi pek çok şey de yengeçlerin besin kaynağıdır.
Karışık beslenme (bitkisel ve hayvansal), yengeçlerin gelişimi ve metabolizması adına gerekli olan bir durumdur.
Ve gelelim yengeç nasıl oldu da burçlar yıldızlar dünyasına karışıverdi.


Yıldızlar dünyasında yengecin adı Latince’de yengecin karşılığı olan Cancer’dan gelir.
Yengeç, devasa su yılanı Hydra’nın Herkül ile savaşı sırasında, Herkül’ü hiç sevmeyen Hera tarafından Herkül’ü yok etmesi için gönderilmiştir.
Ama Yengeç’in yapabildiği tek şey, Herkül’ün ayak parmağını ısırmak ve sonra de üzerine basılarak öldürülmek olmuştur.
Her zaman olmasa da tarihte adını yazdıran diğer görev kahramanları gibi yengeçin bu cesareti, onun yıldızlarda yer almasına neden olmuştur.
Bir diğer mitolojik hikayeye göre, Herkül ikinci görevindeyken, onu tedirgin etmesi için yengeçin gönderildiğidir.
Lernaean, Hydra ile savaşmış olduğu için, onu yıllardan beri kıskanan Juno, kahramanın topuklarını kıstırması için yengeçi gönderir.
Bu görevinde de Yengeç, Herkül’ün ayakları altında ezilir…
Fakat Juno, bu gayretini bile ödüle değer kılarak başarılı hizmeti nedeniyle yengeçi göklere yerleştirir.
Artık yengeç için bir taktir, yüzyıllar sonra adının yıldızlarca anılması şansı sizin dünyanızda nasıl bir ışık olur bilmiyorum…
Bilinen gerçeklerin gözle görülmeyen kanıtlarına ve sadece sözlerle yaftaladığımız gerçek dışılara örnek olan haliyle işte yengeç.
Her birimiz için bakkal dükkanında, benzin istasyonunda, yol kenarı çorbacısında bile olsa işini gayreti ile taçlandırmış insanlara bir yıldız gibi yukarılara çıkarmaksa hedefiniz, başarının paylaşılmasına yön verirsiniz.
Bilgelik yapılan işte midir? İşe gücün yettiğince emekler sarf edip yola devam etmek midir? Bunun cevabı yüzyıllardır boşlukta uçan balon gibidir.
Mutlu haftasonlarınız olsun.

kaynak siz ve biz blog
 
Sana Sahip Değilim Ve Tüm Zenginliğim Bu


Belki, yanında uyanırdım bir sabah. Belki yanında uyanamadığım her sabah için kızardım sana. Neden geç kaldın diye sitemler ederdim. Eve değil, bize.. Belki, bize neden geç kaldığın hakkında nedenler üretirdin. Sen her yere geç kalırdın oysa, ben bunu bilmezdim. Bir sabah çayına ikinci şekeri atmaya çalışırken tanırdım seni, ya eksiğini isterdin ya fazlasını. Belki de yeterli diyebilmek için dokunurdun ellerime. Belki o an çok anlamlı gelmezdi bana, ellerime değen ellerin… Belki de sana sahip olmak yok ederdi tüm anlamları.
Belki öylece orda durman, herhangi bir şey yapman ya da yapmaman.. Belki bir şekilde rahatsız olurdum senden veyahut sen benden. Çözerdik ama her şeyi. Belki bir gün çığlıklarımız yankılanırdı odada, dudaklarımızdan dökülen kötü sözler tokatlardı duvarları. Belki biraz ağlardım ama hissediyorum sen ağlamazdın. Diyorum ya, dudaklarımızdan dökülürdü o sözler kalbimizden değil, belki bir sarılmayla geçerdi her şey.
Belki bir gece iki kadeh karışırken kanımıza, biz de birbirimize karışırdık. Belki temizlerdin üstümdeki ölü toprağını, hayat bulurdum teninde. Korkunç bir baş ağrısıyla uyandığımız bir sabahımız olurdu ama o sabah bizim sabahımız olurdu.
Bir sürü belki, bir sürü… Önü ardı kesilmeyen, sonu bilinmeyen ama kulağa hoş gelen… Bir sürü belki, keşkelerden bir haber olacak kadar yaşanmamış. Tüm zenginliğim bu belkiler,
Çünkü biliyorum,

kaynak siz vebiz.blog
 
Düzeni Bozuk Düzen
Düzeltmeme gerek yoktu. Düzeltmeye kalkışsam, düzelmezdi, düzeni bozuk bir düzendeydik. "Sadece rollerimizi sevmediğimiz zaman sahteleşiyoruz korkmana gerek yok." tu.

Bazen dışardan yanıp sönen evlerin ışıklarına bakınca
hangisi daha parlak diye düşünüyorum.
Fizik kurallarından bahsetmiyorum.
Gökyüzündeki en parlak yıldızı bulabilirim,
ama ışığı en parlak evi bulamam.
İstesem de göremem görünenin ötesini.
Bu yüzden hep her şeyin mutlak bir an’a ait olduğunu düşünüyorum.
Mutlaka her şey olacağız:
Aşık, sevgili, eş, dost, anne, baba, saf, temiz, iyi, kötü …
Her neyse hepsinden olacağız.
Fakat sonuna kadar öyle kalamayacağız.
Bütün hepsi rol. Olması gereken, olması istenen, olmadan olamadığımız…
Gözlerimin içine bakan bir kızılcık şerbetine, bunu söylediğimde önce şaşırdı.
Sonra kafasından bana asla güvenemeyeceğini geçirdi hem de bir kaç defa..
Ben bunu gördüm, kafasındakilerin isabet ettiği gözlerinden.
Düzeltmeme gerek yoktu. Düzeltmeye kalkışsam, düzelmezdi, düzeni bozuk bir düzendeydik.
“Sadece rollerimizi sevmediğimiz zaman sahteleşiyoruz korkmana gerek yok.” diyebildim. Sevmeden yaptığımız, inandığımız her ne varsa sahte de, biz gerçekmişiz gibi(!)
Karşımızda duran terkedilmiş bir harabeyi işaret ederek,
“Girelim mi ? ” dedim.
“Asla, hatta sen git bir daha ben seni eve bile almam.” dedi. Çocukca geldi, evin kapısından girmesem tüm korkularının o kapının dışında kalabileceğine inanan bir çocuk…
Neyse ki hiçbir zaman bana ait olduğunu düşündüğüm bir evim olmamıştı, maddi ve manevi.
Korkusu bu yüzden gülünçtü.
Geceydi ve içerisinde ne olduğunu bilmediği yerlerden korkuyordu,
Hoş ben de korkuyordum.
ama düşüncelerimin gerçek olduğunu farkedebilmem için bir ölçü birimi bulmuştum:
‘İnsanların korktuğu şeylerin üzerine gidip
onlar hakkında ne kadar doğru ön yargılara sahip olduğunu anlama birimi.’
Hiç yanıltmıyordu…
Nelerden korktuklarını tahmin edip insanların, dediklerimden kaçta kaçını anlayabileceklerini ölçebilme korelasyonuna sahip birimim beni hiç yanıltmadı.
Çünkü insanlar korktuğu şey kadardı bu hayatta.
Yalnız kalmaktan korkuyorlarsa eğer,
Mutlaka biri oluyorlardı biri için.
Eğer özgürlükten korkuyorlarsa,
kendi zaaflarının tutsakları.
Ve benim gibi korktuğu bir çok şey olup,
buna tepki gösterecek kadar bir anlam bulamıyorsa, sadece reflekste kalıyorsa her şey,
Hiçbir şey olamıyordu.
Kendisi için ya da bir başkası için.
Tövbe haşa! İlahi bir bakış oluyorlardı…
Öyle hissediyordum,
Uzaktan her şeyi bilen, gören, duyan
Ama ne yazık ki hissedemeyen.
Sadece bir refleks ve içgüdü seviyesinde kalabilen.
Bunları dahi birileri okuyup anladığı için yazmıyorum,
ama ne yazık ki anlamaları için yazıyorum. Halen daha anlaşılmak istiyorum, öğrenilmiş çaresizliğe ulaşamamış tek dürtüm benim anlaşılmak. Halbuki herkes bunu isterken anlamayı unutuyor yetişemiyoruz… Yetmiyor…
Sadece hepimizin bir rolü var, bazen birden çok.
Rollerimizi sevdiğimiz sürece sahiciyiz.
Mutlaka hepsi birgün bitecek.
Her şey bir an’a ait kalacak.
Bunu farkedin toplumun temelini sarsabilir fakat farkedin,
Biz çok güzel oyuncuyuz!
Rollerimizi sevebiliriz ama arızalarımızı farkadelim.
Yok ben seni her koşul şartta severim icabı senetler imzalamayalım.
Ne kadar istesekte öyle kalamayız, birgün hepimiz bunu farkettiğinde dönüşeceğiz en çok da ne olmak istemiyorsak ona. Belki de Kafka’nın böceğine,


çünkü dünya dönüyor biz de içindeyiz, başımız dönüyor. Dünya tutuyor hepimizi bulanıyoruz “kirli sularda parıltılar” arıyoruz.

kaynak siz ve biz.blog
 
His

Bir enkazın ortasında uyandım. Uyandığıma bin pişmandım. Duvarları kaldırdım, taşları saçtım etrafa. Ölü tenlerde dolaştı ellerim. Seni aradım, bulmak istemedim ama seni aradım. Görmek istemedim ama sana bakındım.
Hayal meyal hatırlıyorum, felaketten önce duyduğum son ses senindi. Bu duvarlar üstüme yıkılmadan önce dokunduğum son ten senindi. İknaydım her şeyin sonunun sen olduğuna. Kahkahalarım sende son bulacaktı, gözyaşlarım da, ölümüm de, kalımım da.
Biliyordum, bir gün bu duvarlar üstüme yıkılacaktı. Toza, kire bulanacaktım. Hiçbir yağmur paklamayacaktı beni, ölüm bile aklamayacaktı. Üstüme yapışan o toprak kabul etmeyecekti, senin yollarında yürüyemeyecektim.
Biliyordum, hissizleşecektim. Seni sevmeyi sevmekten vazgeçecektim, senden de. Ve tüm bunlar yaşanırken seni suçlayacak ama senden nefret dahi edemeyecektim. Güzel günlerden geçtim, kötü günler dahi gelmeyecekti gözümün önüne. Bir sabah yanında çok ağlamıştım, gözyaşlarım bir daha akmayacaktı.
Yaşamadığımı biliyordum ama öldüğüme hiç bu kadar ikna olmayacaktım.

kaynak siz vebiz.blog
 
Side, Ben ve o

Esrarlı, efsunlu, gizemli bir ezgiyle rüzgarın sesisini de arkasına alarak uzun uzun üflenen bir yan flütün ezgisini gözlerim kapalı yüzüm güneşe dönük bir durumda Akdeniz’in tüm iyot kokusunu derin bir nefesle içime çekerek dinliyorum.
Altın sarısı kumsalların alabildiğine uzanan göz alıcı parlaklığında turkuaz renginin durgunluğu, güneş ışınları üzerinde göz kırparcasına parıltılarla tüm sahili kaplamıştı. Esen rüzgarların onun tenine değip, tenime değmiş olması ihtimali içimdeki huzurun tek sebebi oluyordu.
Apollon tapınağının uzun ve haşmetli sütunları tüm ihtişamıyla arkamda dururken geçmiş çağların çığlıkları tüm sessizliğiyle yıkılmış kale surlarının arasından tüm insanlığa aşkı, sevdayı, sevgiyi, barışı anlatmak istiyordu.
Adının anlamı nar olan bereketi simgeleyen Side’nin Antik sözcüğünü eski Yunan ve Roma uygarlıklarından muhteşem heykellerinden almış olması bu şehre ayrı bir anlam katıp derin bir duygu silsilesi oluşturuyordu.
O varlığıyla Side’yi kutsamış bir kadın. Sesiyle Side’nin kimyasını
güzelleştirmiş bir ilahe. Aşka ,sevdaya dair şarkılarıyla
gönülleri fetheden bir pers prensesi. Kentin iklimindeki sihri arttırıp Side antik kent topraklarında tüm ihtişamıyla kente sanatsal bir ilham veriyordu.
Antik tiyatrodaki her basamağın dile geldiği oynanan trajedilerin, dramların, komedilerin izlerini taşıyan yıkılmış duvarlarında sanatın kokusunu alabilmek okunan şiirlerin şairane ruhların yansımalarını yıkık basamaklarında hissedebiliyoruz.
İşte o büyük buluşma Side, ben ve o. Üstü camla döşenmiş içinde heykellerin, sütunların, antik eserlerin olduğu derin, üç boyutlu sokakların üstünde gerçekleşti Side ben ve onun buluşması. Tüm güzelliklerin sevginin, saygının hoş görünün buluşması olmuştu Side, ben ve onun buluşması.

siz ve biz.blog
 
takipçi satın al
Uwell Elektronik Sigara
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
Geri
Üst