Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

ASKERİ TEŞKİLAT

Osmanlı İmparatorluğu'nda Askeri Teşkilat

Osmanlı Devletinde kurulan ilk düzenli kara kuvveti yaya ve müsellemlerdir.Bu kuvvet Orhan Gazi'nin veziri Aleaddin Paşa ve Çandarlı Kara Halil'in önayak olmalarıyla kurulmuştur.Piyade (yaya) ve süvari (müsellem) olmak üzere iki kısımdan oluşur.Ancak fetihlerle genişleyen Osmanlı Devletine bu kuvvetler yetersiz kalmaya başladı.Ve yeni bir askeri teşkilata ihtiyaç doğdu.Bunun üzerine Kapıkulu ocağı meydana getirildi.

Kapıkulu Ocakları

Piyadeler:

1.Acemi Ocağı:
İlk Acemi Ocağı Gelibolu'da Çandarlı Kara Halil ve Rüstem Paşaların önayak olmalarıyla Murad I. zamanında kuruldu.Acemi Ocağına savaş esirlerinin beşte biri (Pençik) ve Osmanlı tebasında bulunn Hristiyanların çocukları (Devşirme) alınırdı.Bu esirlerle çocuklar önce Anadolu'da Türk ailelerin yanına Türkçeyi ve Türk gelenek ve göreneklerini öğrenmeleri için verilirdi. Küçükler oda hizmetinde büyükler ise devlet ileri gelenlerinin hizmetine veriliyorlardı.Sonra bunlar, yer açıldıkça Yeniçeri Ocağına ya da Bostancı Ocağına girerlerdi.

2.Yeniçeri Ocağı:
Kapıkulu Ocaklarının en önemlisidir.Mevcudu devamlı değişmekle beraber orta sayısı hiç değişmemiştir.Bu ortalar üç kısma ayrılmıştır.

a)Yaya Ortaları:
En eski yeniçeri ortalarıydı.Bunların her biri Deveci,Tekke,Katrancılar,İmam,Haseki,Solak,Zağarac ılar,Turnacılar,Seksoncu,
Zemberekçi,Tüfenkçi ortaları gibi adlar alırlardı.
Ortabaşlarına yayabaşı adı verilirdi.Bu ortalar diğer (Ağa ve Sekban) ortalarına göre imtiyazlı idiler.
En önemli hudut kalelerine muhafız olarak bu ortalar gönderilirdi.

b)Sekban Bölükleri:
Yaya ve atlı olmak üzere iki kısımdı.33. bölüğüne Avcı başlarına ise sekbanbaşı denirdi.1451 yılına kadar yeniçeriocağından ayrı bir bölümdü bu tarihten sonra Yeniçeri ağalarının sekbanbaşı olması kuralı getirildi.Piyade ve süvari sekbanlar padişahla birlikte ava çıkarlardı.

c)Ağa Bölükleri:
Bayezıd II. zamanında kuruldu.Padişahın cülûsu sırasında bazı Yeniçerilerin isyankar hareketleri sonucu sekbanbaşıların Yeniçeri Ağası olma usülü kaldırıldı.Bunun yerine sarayda padişaha bağlı birinin ağa olması getirildi.

Yeniçeri Ocağının en büyük kumandanı yeniçeri ağasıdır.Padişahların tahta geçebilmeleri bu yeniçeri ağalarının onlara olan itaatine bağlı olduğu için padişahlar çoğunlukla bunları en güvendikleri kişilerden seçerlerdi.Yeniçeriler padişahın hassa askerlerinde olduğu için padişahla beraber sefere çıkarlar padişah çıkmazsa onlar çıkmazlardı.Seferlerde çadırlarını Otağ-ı Hümayunun etrafına kurup Otağa yabancı birinin girmesini engellerlerdi.Savaşlarda da ordunun merkezinde bulunurlardı.

4.Cebeci Ocağı:
Yeniçerilerin tüm silah araç ve gereçlerinin bakımı onarımı ve muhafazasınla görevli teknik bir sınıftır.Ayıca tüm bunların harp alanına nakilleriyle de görevliydiler.Bu ocaktan olanlar yeniçeriler gibi Acemi ocağından yetişmeydi.Tüm Kapıkulu ocakları gibi bu ocak da 1826 da kaldırıldı.

5.Topçu Ocağı:
Osmanlı ordusunda top Murad I. devrinden beri kullanılıyordu.Fakat topçu ocağının kesin olarak ne zaman kurulduğu bilinmemektedir.Osmanlı topçuluk Fatih devriyle gelişmeye başlamış 16.yy'da ise en mükemmel haline gelmiştir.Bu zarfta Osmanlıların kazandığı zaferlerde topların büyük payları vardı.Bu ocağın kışlaları ve dökümhaneleri bugünkü Tophane denilen semtteydi.Burada top dökümcüleri tarafından (Rihtegânı top ) tarafından dökümler yapılırdı. İmparatorluğun gelişmesiyle beraber buradaki dökümhaneler yetersiz hale geldi bunun üzerine Anadolu ve Rumeli'de yeni dökümhaneler yapıldı ayrıca 18.yy'da sürat topçuları ocağı kuruldu. Böylece topçu ocağı hem yeterli kapasiteye ulaştı hemde teknoljik gelişmelere ayak uydurabildi.

6.Lağımcı Ocağı:
Lağımcılar kale kuşatmalarında yeraltından yollar yaparak fitil ve barutla kale duvarlarını yıkmakla görevli bir teknik sınftı.Bir kısmı Cebeci ocağına bağlı bir kısmı ise tımar ve zeamet sahibi idi.Lağımcıların başına Lağımcıbaşı denirdi.Tımar sahibi olanlar Cebecibaşına bağlıydı.

7.Humbaracı Ocağı:
Humbaracılar savaş sırasında humbara ( Demirden veya tunçtan içi patlayıcı madde dolu top veya elle atılan bir savaş aleti.) kullanmakla görevliydi.Humbaracılar Cebeci ve topçu ocağına bağlı olmakla birlikte kale muhafazasında görevli humbaracılarda vardı.Cebeci ocağına bağlı humbaracılar daha çok humbara yapımıyla uğraşıyorlardı.Topçu ocağına bağlı humbaracılar ise savaşta bu savaş aracını kullanmaka görevliydi.

Süvariler:
Kapıkulu Süvari Ocağının temeli Murad I. zamanında sipahi ve silahtar birliklerinin kurulmasıyla atıldı.Sonra sağ ve sol ulufeciler ve sağ ve sol garipler bölüklerinin kurulmasıyla tamamlandı.Kapıkulu süvarileri de yeniçeriler gibi padişahın atlı askerleriydi..Derece ve maaş olarak üstün olmalarına rağmen devletteki nüfuz ve savaşlardaki rol bakımından yeniçeriler daha üstündü. Yeniçeriler acemi ocağından gelirdi.süvariler ise yeniçeriler,cebeciler ve saraydaki hizmetlilerin başarı gösterenleri ve terfiye hak kazananları arasından seçilirdi.

1.Sipahi Bölüğü:
Fatih Sultan Mehmet zamanında kurulmuştu.Bu bölük barış zamanında çeşitli vergileri toplamakla görevliydi.Bunların savaştaki görevleri padişahın çadırını korumak Sancak tepesi denilen yerleri yaparak orduya yol göstermek,siper kazdırmak ve kuşatılan kalelere toprak sürdürtmekti.

2.Silahtar Bölüğü:
Bu bölüğe Harem-i Hûmayundan çıkan iç oğlanlarla Galatasaray ve İbrahimpaşa sarayından çıkanlar alınırdı.

3-4. Ulufeciler:
Ulufecıyan-ı Yesar (Sol ulufeciler),Ulufecıyanı Yemin (Sağ ulufeciler) bölükleri mensupları da savaşta ve barışta padişahın hizmetinde bulunurlar ;savaşta hazineyi ve padişahın sancağını korurlardı.

5-6. Garipler:
Gurebayı Yemin (Sağ garipler) Gurebayı Yesar ( Sol Garipler ) bölüklerinin en önemli görevleri padişahın sancağını korumaktı.Bu bölüklere Galata,İbrahimpaşa ve Edirne saraylarından çıkanlara ve savaşlarda büyük kahramanlık gösterenler alınırdı.Atları için büyük otlaklara gereksinim olduğundan bu süvariler doğrudan İstanbul'a değil Anadolu ve Rumeli'de muhtelif yerlere gelirlerdi.Ok,yay,balta,pala,mızrak,hançer,kalkan ve bozdoğan (gürz) kullanırlardı.

Eyalet Askerleri

Osmanlı ordusunun asıl büyük kısmıydı.Tımarlı sipahiler ve Yerlikulu teşkilatı olmak üzere ikiye ayrılırdı:
a)Tımarlı Sipahiler: Eyalet askerlerinin dolayısıyla Osmanlı ordusunun en önemli kesimiydi.Tımarlı sipahiler tımar sahiplerinden ve bunların beslemekle yükümlü oldukları askerlerden meydana gelirdi.Bir seferden 2-3 ay önce tımarlı sipahilere hazır olmaları emredilirdi.Bütün sipahilerin sefere katılması zorunluydu.Sipahilerin subaylarına Alaybeyi denirdi.Her alaybeyi 1000 sipahiye kumanda ederdi.Silahları kılıç,ok,kalkan,mızrak idi.Başlarında miğfer üstlerinde zırh bulunurdu.

b)Yerlikulu Teşkilatı:
Yerlikulu teşkilatı üç bölüme ayrılır:

Yurtiçi teşkilatı:
Voynuklar,cerahorlar,martalozlar,derbentçiler,beld eranlar ve menzilciler gibi gruplardan meydana gelirlerdi.

Geri Hizmet Teşkilatı:
Yaya ve müsellemler Yeniçeri Ocağı kurulduktan sonra yol açmak, köprü yapmak,kale tamir etmek,zahire nakli vb. geri hizmetler ve kalelerin muhafazalarıyla görevlendirildi.

Kale Kuvvetleri Teşkilatı:
Sınırda ve stratejik bölgelerde muhafızlıkla görevli askerler,azablar gönüllü ve beşlilerden oluşan kuvvetlerdir.Azablar kale muhafızlığı dışında köprücülük ve lağımcılık gibi işlerde de kullanılırdı.Gönüllü ve beşliler sınır bölgelerindeki kasabalar,şehir ve kalelerin muhafazalarıyla görevliydiler.Bunlar çoğunlukla yerli halktan ve müslümanlığı kabul etmiş olanlardan seçilirdi.Gönüllüler süvari ve maaşlı olurdu.Bunların maaşlarını bölgenin maliyesi karşılardı.Beşliler bölgedeki köylerden bir mükellefiyet (beş evden bir kişi=Pençik) şeklinde toplanırdı.

Akıncılar:
Hafif süvari birliği idi.Rumeli'de hudutlara yakın yerlerde bulunurlardı.Devamlı düşman memleketlere akınlar yapıp para,mal ve esirler elde ederlerdi.Bu arada elde ettikleri bilgileri merkeze bildirirlerdi.Savaş zamanında ordunu 3-4 günlük mesafe ile önünde giderler keşifte bulunurlar,yol ve köprüleri emniyete alırlardı.Silahları pala,mızrak,kılıç,kalkan ve "bozdoğan" denen gürzdü.



Osmanlı Ordusu'nun Savaş Düzeni:


Osmanlı ordusu savaş durumunda ve yürüüşlerde merkez sağ kol ve sol kol düzenini alırdı.Ordu yürüyüş halindeyken baskın tehlikesini önlemek için önde akıncılar ilerlerdi. Akıncıların gerisinde ise yol açan küprüleri tamir eden yol göstermek için kazık çakan kazmacılar yürürdü.Onların gerisinden azablar ve karakol kuvvetleri gelirdi.Osmanlı ordusu genellikle geceyarısı yürüyüşe çıkar ertesi gün öğleye kadar yürüyüş devam ederdi.Geceleyin yolu ve ordugâhı aydınlatmak için meşaleler kullanılırdı.Savaş meydanında da hilal ya da at nalı şeklinde pozisyon alınırdı.Merkezde yeniçeriler onların önünde toplar,topların önünde ise azablar bulunurdu.Sağ ve sol kollarda ise eyalet askerleri bulunurdu.Savaşta düşman hilalin merkezine çekilir sonra çevresi sarılıp yok edilirdi.

Osmanlı'da Toprak İdaresi

Arazinin Bölünmesi: Osmanli'da toprağın bölünmesine ilişkin meseleleri düzenleyen kurallar ancak belirli olaylara çözüm şekli getiren fetvalarda ortaya konuluyordu.Bunların en tanınmışları şeyhülİslam Ebussuud Efendi tarafından hazırlanan Maruzatı Ebussud'da yer alır.1858 tarihli arazi kanunu Osmanlı Devletinde daha önce uygulanmakta olan toprak türlerini bir sistem halinde düzenlemişti.Buna göre topraklar bağlı olduğu hukuki rejim ve statüsüne göre 5 kısma ayrılırdı. Genellikle Osmanlı Tarihiyle ilgili eserlerde bu toprakların 3'e ayrıldığı görülür.(Öşri,Haraci ve miri) Mali,iktisadi, ve sosyal ilişkiler yönünden elverişli sayılabilecek bu sınıflandırma mülkiyet tasarruf ve topraktan yararlanma şekilleri bakımından eksik kalmaktadır.Arazinin hukuki yönü bakımından topraklar şu bölümlere ayrılıyordu.

-Mülk Topraklar
-Metruk Topraklar
-Ölü Topraklar
-Vakıf Topraklar
-Miri Topraklar

-Mülk Topraklar:
Mülkiyet suretiyle tasarruf edilirdi.Arazi sahipleri topraklarını hiçbir izne bağlı olmadan diledikleri gibi kullanabilirdi.Mülk topraklar dört çeşittir:

*-Arazii Öşriyye:
Yeni fethedilen bir ülkenin halkı müslümansa ya da bu yere müslümanlar yerleştirilirse böyle yerler öşri arazi olarak kabul edilirdi.

*-Arazii Haraciyye:
Harac-ı Muvazzaf ve Harac-ı Mukasseme adıyla ıkı ceşit vergı toplanırdı. Öşri ve haraci arazi sahibi olanlar eğer vasiyet vermeden ölürlerse araziye devlet el koyardı.

*- Daha önce devlet malı olan toprakların hazine ihtiyacı ya da gelirlerinin giderlerini karşılayamaması durumunda mülkiyet ve tasarrufunun şahıslara devredıildigi araziler.

*- Köy ve kasaba sınırları içinde bulunan arsalara,oturulan yerlerin tamamlayıcısı sayılan yarım dönüm kadar olan arsalar.

-Metruk Topraklar:
Kullanma ve yararlanma hakkı kamuya bırakılan topraklar.Bu tür araziler ikiye ayrılırdı.

*-Genel yollar,pazarlar,panayırlar,namazgah,iskele

*-Bir veya birkaç köyle kasaba halkının yararlanmasına ayrılan mera,yaylak ve kışlaklar.

-Ölü Topraklar:
Kasaba ve köylerden yarım saat uzaklıkta zıraata elverişsiz topraklardı.Osmanlı hukukuna göre ölü toprakların tarıma elverişli hale getirilmesi izne bağlıydı.Kanunlar bu imkanı herkese tanıyordu.

-Vakıf Topraklar:
Vakıf mahiyetindeydi ve tarım yönünden büyük önem taşıyordu.Yolların köprülerin meydanların okulların ve çeşmelerin yapım ve narım görevlerinin maddi külfetini üslenirlerdi.Vakıflar ikiye ayrılırdı:

*-Doğrudan doğruya "ayn"larından yararlanılan vakıflar

*-Yanlız sağladıkları gelirlerden faydalanılanlar.

Vakıf idaresi sadece vakfın mülkiyetine sahipti.Bu tür vakıfları kiralayanlar ölünce yararlanma hakkı mirasçılarına geçebiliyordu.

-Miri Topraklar:
Osmanlı'da ziraat yapılan toprağın büyük bir kısmını kapsıyordu.Bu topraklarda mülkiyet devlette kalır, geniş ölçüde yararlanma hakkı ve tasarruf hakları da kişilere ait olurdu. Osmanlılar ele geçirdikleri yerleri düzenli bir şekilde kayda alırlardı.Bu kayıtları nişancı adlı görevli yapardı.Bu tespiti yapılan araziler bir çok bölüme ayrılıyordu.Bunların büyük parçalar halinde olanları şunlardı:

*-Havası Hümayun: Devlet hissesi olarak ayrılan ve geliri direk hazineye ait olan araziler.

*-Has:
Devletin yüksek memurları için ayrılırdı.Bunların gelirleri 100 000 akçenin üstündeydi.

*-Paşmaklık:
Geliri padişahın annesi kız kardeşi ve zevcelerine ayrılan araziydi.

*-Malikhane Arazi:
Kişiye hayatı byunca işletmek için verilirdi.Fakat satamaz ve miras bırakamazdı.

*-Vakıf Arazi:
Geliri kamu yararına olan arazidir

*-Arpalık Arazi:
Yüksek rütbeli görevlilere çalışırken ek gelir emekli olduktan sonra da emekli aylığına benzer bir gelir oluşturması için verilen araziler.

*-Yurtluk ve Ocaklık:
Bir ülkenin fethi sırasında bazı ümeyraya yararlılıkları karşılıgında verilirdi.

*-Zeamet :
Hizmet karşılığı tasarrufu verilen arazilerdi.Yıllık gelirleri 20 000 ila 100 000 arasında olana denilirdi.

*-Tımar:
Bir toprak parçasının gelirinin belirli bir görev karşılığı belirli şartlarla bir kişiye tahsisinin genel adıdır.Tımar sahibi kendisine verilen toprağınşeri ve örfi vergilerini alır buna karşılık savaş zamanlarında tımarın gelirlerine göre yanında silahlı süvariler ***ürürdü.Özürsüz olarak savaşa katılmayan tımarlıların ellerinden arazileri alınırdı.Tımar sahibi ölünce toprağın bir kısmı varislere kalırdı diğer kısmı ise dağıtılırdı.Tımar çeşitleri ise şöyle özetlenebilir:

-İleri Hizmetlilere mahsus tımarlar:

Tezkireli Tımar: Dağıtımı merkez tarafından yapılırdı.

Tezkiresiz tımar:Vilayet valisi vezir veya beylerbeyi tarından dağıtılan tımarlar.

Benevbet Tımar:Bir tımara birden fazla kişinin sahip olması ve savaşa nöbetleşe gitmesine denirdi.

Mülk Tımar:Sahibinin elinden arazisi alınması mümkün olmayan tımarlardır.Kaydı hayat şartıylla verilmiştir.

Merkezde bulunan humbaracı ve lağımcılara verilmiş olan tımarlar.

-Geri Hizmetlilere mahsus tımarlar:

Eşkinci Tımarı:Savaşa katılan demektir.Kapıkulları için kullanılmazdı.

Müsellem ve Kızılca Müsellemler:Ordu hizmetinde yol ve köprü yapımı kale onarımı gibi işlerde çalıştırılır bir tımara ocak şeklinde birkaç kişi sahip bulunurdu.

Piyadeler:Sefer zamanlarında 2 akçe gündelikle çalışırlar savaştan sonra memleketlerine dönüp zıraatle uğraşırlardı.Buna karşılık her türlü vergiden muaftılar.Yayalara piyade süvarilere müsellem denirdi.

Yörükler ve Cambazlar:Ocak şeklinde tımara sahiptiler.Orduda geri hizmetlerde gürevlilerdi.Toprak vergilerinin bir kısmından muaftılar.Cambazların seferlerdeki görevlerivezir ve devlet adamlarının atlarına bakmaktı.Öteki zamanlarda ise has ahır ve çayırlarda hizmet ederlerdi.Aynı hizmeti gören voynuklar hristiyan cambazlar ise müslümanlardı.

-Sefere gitme şartı olmayanlara mahsus tımarlar:

Kale muhafızlarına verilen tımarlar:Osmanlı Devletinin sınırları genişledikçe yeni askeri ihtiyaçlar ortaya çıktı.Korunması önemli kaleler için yeni birlikler oluşturuldu.Bunlara da tımarlar verildi.Bu kuvvetler azablar,gönüllüler ve beşli gibi birlikler meydana getiriyordu.

-Şahinci,yuvacı,okçu gibi belirli hizmetlere verilen tımarlar.

-Devlet merkezinde görevli Divan-ı Hümayun katibi,müteferrika gibi hizmetlilere verilen tımarlar

-Makamı hizmette tımar,genellikle doğu illerinde bulunan kürt beyzadelerine devlete daha sadakatle bağlanmalarını sağlamak için hizmet beklemeden verilen tımarlardır.

Tımar sistemi 17.yy.başlarında niteliğini kaybetmeye başladı,aynı yüzyılın ortalarında tamamen bozuldu.Köprülüler devrinde gösterilen çabalar sistemi düzeltmeye yetmedi.Bu sistem 18.yy. da değerini kaybetti.Tanzimattan sonra Tımarlar,kurulan süvari aialylarına tahsis edildi.Bir süre sonra ise kaldırıldı.


OSMANLI DONANMASI

Osmanli denizciliginin temelinde, Anadolu Selçuklu Devleti, Aydinogullari ve Karesi Beyligi gibi komsu devlet ve beyliklerin teknik ve tesirleri bulunmaktadir. Gerçekten, Osmanli Beyligi gelisip denizlere ulastigi ve kiyi sahibi oldugu zaman, komsu Türk beyliklerinin gemilerinden istifade etmisti. Nitekim Rumeli'ye de bu beyliklerin gemileri ile geçmisti. Bununla beraber Osmanlilarin ilk zamanlarda küçük de olsa Karamürsel, Edincik ve Izmit'te tersane kurduklari bilinmektedir. Gelibolu'nun fethinden sonra burada bir tersane kurularak denizcilik yolunda ilk önemli adim atilmis oluyordu. Bundan baska Saruhan, Aydin ve Mentese beylikleri gibi denizde kiyisi olan beylikler, Osmanli Devleti'nin idaresine girince, onlarin tersanelerinden de istifade edilmisti. Böylece daha ilk dönemlerden itibaren tarih sahnesinde önemli rol alip hizmet yapacak olan muazzam bir devletin donanmasinin temelleri atilmis oluyordu. Gibbons'un ifadesine göre, Osmanlilardan önce Ege sahillerine yerlesmis bulunan Türklerden de Latinler gibi Akdeniz'de korsanlik yâpanlar vardi. Bunlar, Venedik ve Cenevizlilerin ticareti ile Yunanistan ve adalarda kalmis olan Latin prenslerinin hakimiyetleri için tehlike teskil etmeye baslamisti. Bu korsanlar daha sonra Osmanli donanmasinin hizmetine alinmislardi. Osmanli donanmasi, özellikle Yildirim Bâyezid zamaninda büyük bir gelisme göstermisti. Bu arada Sakiz ve Egriboz adalari ile Yunanistan'in dogusuna akinlarda bulunulmustu. Bu yüzden Venedikliler, Ceneviz gemileri ile birleserek Çanakkale Bogazindan içeri girmislerdi. Fakat Saruca Pasa komutasindaki on sekiz parçadan meydana gelmis olan Osmanli donanmasina yenilmislerdi. Buna karsilik Rodos sövalyeleri ve yeni gemilerle takviye edilen Venedikliler, Osmanli donanmasini maglup ettikleri gibi onu yakmislardi.

Osmanli donanmasinin ikinci ciddi çatismasi Çelebi Sultan Mehmed zamaninda meydana gelmisti. Çali Bey komutasindaki Osmanli donanmasi, Ege'de Naksos dükaligina ait adalari vurduktan sonra 1415'te Venediklilerle savasti. Bu savasta Çali Bey sehid olmus, donanma da yok olurcasina zayiat verip maglub olmustu. Bu maglubiyetler, Osmanli denizciliginin gelismesini yavaslatmissa da, devletin büyüyüp gelismesinde, donanmaya olan ihtiyaci açikça ortaya koymustur. Bu anlayis, iyi bir donanmaya sahib olmak için gerekli çalismalarin hizlandirilmasina sebep olmustur. Nitekim Sultan II. Murad döneminde donanma, Karadeniz'de Trabzon Rum Imparatorlugu'nu tehdid edecek bir güce ulasmisti. Ayni donanma, Fâtih Sultan Mehmed zamaninda ve Istanbul'un fethi sirasinda Baltaoglu Süleyman Bey komutasinda önemli roller oynamisti. Bununla beraber henüz Venedik donanmasiyla boy ölçüsecek bir güce ulasamamisti. Bu sebeple Istanbul'un fethini müteakip, donanmanin daha da gelismesi için çalismalar yapildigi ve hatta Fâtih'in Trabzon seferi sirasinda Osmanli ordusuna denizden büyük destek sagladigi görülmektedir.

Osmanli harp gemileri, Gelibolu ile Istanbul tersanelerinden baska Karadeniz, Marmara ve Akdeniz sahillerindeki birçok iskele ve mevkide yapilirdi. Donanmaya olan ihtiyaç sebebiyle bu hariç tersanelerde yapilacak gemilerin sayi ve çesitleri, hükümet tarafindan o mahallin kadilarina bildirildigi gibi bunlarin insa müddeti de tayin edilirdi. Bunlarin insasi için icab eden malzeme ile mühendis ve ustalar, ya mahallinden tayin olunur veya gönderilirdi. Onyedinci asrin ortalarina kadar her sene kirk tane kadirga yapilmasi kanundu. Daha sonraki tarihlerde bu kanun terk edilerek yavas yavas kalyon tipi gemilerin insasi ehemmiyet kazanmisti.

Osmanlilarin, kurulustan itibaren XVI. asir sonlarina kadar kullandiklari gemilerin esasini çekdiri sinifindan gemiler teskil etmekteydi. Kürekle hareket eden gemiler, genellikle çekdiri sinifindandi. Bununla beraber yelkenli gemiler de vardi. Buna göre Osmanli donanmasinda biri kürekli ve yelkenli, digeri de sadece yelkenli olmak üzere iki çesit gemi bulunuyordu. Çekdirilerin en küçük gemisine Karamürsel, en büyügüne de Bastarde denirdi. Bastarde, kaptanin bindigi otuz alti oturakli en büyük savas gemisi idi ki, her oturaginda bes ila yedi kürekçi bulunurdu. Gemi mevcudu kürekçi, savasçi, topçu vs. ile birlikte sekiz yüz kadardi. Bunlardan baska gerek ince donanmada, gerekse büyük donanmada kullanilan gemilerden bazilari sunlardir: Uçurma, Varna bes çifteleri, Aktarma, Çete kayigi, Celiye, Kütük, Kancabas, Sayka, Sahtur, Çekelve, Kirlangiç, Firkate, Mavna, Kadirga. Yelkenlerle hareket eden gemilere gelince bunlar da iki ve üç direkli olarak iki kisimdi. Salope, Brik ve Uskuna iki direkli; Kalyon, Firkateyn ve Korvet üç direkli idiler.
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

ASKERİ TEŞKİLAT

Osmanlı İmparatorluğu'nda Askeri Teşkilat

Osmanlı Devletinde kurulan ilk düzenli kara kuvveti yaya ve müsellemlerdir.Bu kuvvet Orhan Gazi'nin veziri Aleaddin Paşa ve Çandarlı Kara Halil'in önayak olmalarıyla kurulmuştur.Piyade (yaya) ve süvari (müsellem) olmak üzere iki kısımdan oluşur.Ancak fetihlerle genişleyen Osmanlı Devletine bu kuvvetler yetersiz kalmaya başladı.Ve yeni bir askeri teşkilata ihtiyaç doğdu.Bunun üzerine Kapıkulu ocağı meydana getirildi.

Kapıkulu Ocakları

Piyadeler:

1.Acemi Ocağı:
İlk Acemi Ocağı Gelibolu'da Çandarlı Kara Halil ve Rüstem Paşaların önayak olmalarıyla Murad I. zamanında kuruldu.Acemi Ocağına savaş esirlerinin beşte biri (Pençik) ve Osmanlı tebasında bulunn Hristiyanların çocukları (Devşirme) alınırdı.Bu esirlerle çocuklar önce Anadolu'da Türk ailelerin yanına Türkçeyi ve Türk gelenek ve göreneklerini öğrenmeleri için verilirdi. Küçükler oda hizmetinde büyükler ise devlet ileri gelenlerinin hizmetine veriliyorlardı.Sonra bunlar, yer açıldıkça Yeniçeri Ocağına ya da Bostancı Ocağına girerlerdi.

2.Yeniçeri Ocağı:
Kapıkulu Ocaklarının en önemlisidir.Mevcudu devamlı değişmekle beraber orta sayısı hiç değişmemiştir.Bu ortalar üç kısma ayrılmıştır.

a)Yaya Ortaları:
En eski yeniçeri ortalarıydı.Bunların her biri Deveci,Tekke,Katrancılar,İmam,Haseki,Solak,Zağarac ılar,Turnacılar,Seksoncu,
Zemberekçi,Tüfenkçi ortaları gibi adlar alırlardı.
Ortabaşlarına yayabaşı adı verilirdi.Bu ortalar diğer (Ağa ve Sekban) ortalarına göre imtiyazlı idiler.
En önemli hudut kalelerine muhafız olarak bu ortalar gönderilirdi.

b)Sekban Bölükleri:
Yaya ve atlı olmak üzere iki kısımdı.33. bölüğüne Avcı başlarına ise sekbanbaşı denirdi.1451 yılına kadar yeniçeriocağından ayrı bir bölümdü bu tarihten sonra Yeniçeri ağalarının sekbanbaşı olması kuralı getirildi.Piyade ve süvari sekbanlar padişahla birlikte ava çıkarlardı.

c)Ağa Bölükleri:
Bayezıd II. zamanında kuruldu.Padişahın cülûsu sırasında bazı Yeniçerilerin isyankar hareketleri sonucu sekbanbaşıların Yeniçeri Ağası olma usülü kaldırıldı.Bunun yerine sarayda padişaha bağlı birinin ağa olması getirildi.

Yeniçeri Ocağının en büyük kumandanı yeniçeri ağasıdır.Padişahların tahta geçebilmeleri bu yeniçeri ağalarının onlara olan itaatine bağlı olduğu için padişahlar çoğunlukla bunları en güvendikleri kişilerden seçerlerdi.Yeniçeriler padişahın hassa askerlerinde olduğu için padişahla beraber sefere çıkarlar padişah çıkmazsa onlar çıkmazlardı.Seferlerde çadırlarını Otağ-ı Hümayunun etrafına kurup Otağa yabancı birinin girmesini engellerlerdi.Savaşlarda da ordunun merkezinde bulunurlardı.

4.Cebeci Ocağı:
Yeniçerilerin tüm silah araç ve gereçlerinin bakımı onarımı ve muhafazasınla görevli teknik bir sınıftır.Ayıca tüm bunların harp alanına nakilleriyle de görevliydiler.Bu ocaktan olanlar yeniçeriler gibi Acemi ocağından yetişmeydi.Tüm Kapıkulu ocakları gibi bu ocak da 1826 da kaldırıldı.

5.Topçu Ocağı:
Osmanlı ordusunda top Murad I. devrinden beri kullanılıyordu.Fakat topçu ocağının kesin olarak ne zaman kurulduğu bilinmemektedir.Osmanlı topçuluk Fatih devriyle gelişmeye başlamış 16.yy'da ise en mükemmel haline gelmiştir.Bu zarfta Osmanlıların kazandığı zaferlerde topların büyük payları vardı.Bu ocağın kışlaları ve dökümhaneleri bugünkü Tophane denilen semtteydi.Burada top dökümcüleri tarafından (Rihtegânı top ) tarafından dökümler yapılırdı. İmparatorluğun gelişmesiyle beraber buradaki dökümhaneler yetersiz hale geldi bunun üzerine Anadolu ve Rumeli'de yeni dökümhaneler yapıldı ayrıca 18.yy'da sürat topçuları ocağı kuruldu. Böylece topçu ocağı hem yeterli kapasiteye ulaştı hemde teknoljik gelişmelere ayak uydurabildi.

6.Lağımcı Ocağı:
Lağımcılar kale kuşatmalarında yeraltından yollar yaparak fitil ve barutla kale duvarlarını yıkmakla görevli bir teknik sınftı.Bir kısmı Cebeci ocağına bağlı bir kısmı ise tımar ve zeamet sahibi idi.Lağımcıların başına Lağımcıbaşı denirdi.Tımar sahibi olanlar Cebecibaşına bağlıydı.

7.Humbaracı Ocağı:
Humbaracılar savaş sırasında humbara ( Demirden veya tunçtan içi patlayıcı madde dolu top veya elle atılan bir savaş aleti.) kullanmakla görevliydi.Humbaracılar Cebeci ve topçu ocağına bağlı olmakla birlikte kale muhafazasında görevli humbaracılarda vardı.Cebeci ocağına bağlı humbaracılar daha çok humbara yapımıyla uğraşıyorlardı.Topçu ocağına bağlı humbaracılar ise savaşta bu savaş aracını kullanmaka görevliydi.

Süvariler:
Kapıkulu Süvari Ocağının temeli Murad I. zamanında sipahi ve silahtar birliklerinin kurulmasıyla atıldı.Sonra sağ ve sol ulufeciler ve sağ ve sol garipler bölüklerinin kurulmasıyla tamamlandı.Kapıkulu süvarileri de yeniçeriler gibi padişahın atlı askerleriydi..Derece ve maaş olarak üstün olmalarına rağmen devletteki nüfuz ve savaşlardaki rol bakımından yeniçeriler daha üstündü. Yeniçeriler acemi ocağından gelirdi.süvariler ise yeniçeriler,cebeciler ve saraydaki hizmetlilerin başarı gösterenleri ve terfiye hak kazananları arasından seçilirdi.

1.Sipahi Bölüğü:
Fatih Sultan Mehmet zamanında kurulmuştu.Bu bölük barış zamanında çeşitli vergileri toplamakla görevliydi.Bunların savaştaki görevleri padişahın çadırını korumak Sancak tepesi denilen yerleri yaparak orduya yol göstermek,siper kazdırmak ve kuşatılan kalelere toprak sürdürtmekti.

2.Silahtar Bölüğü:
Bu bölüğe Harem-i Hûmayundan çıkan iç oğlanlarla Galatasaray ve İbrahimpaşa sarayından çıkanlar alınırdı.

3-4. Ulufeciler:
Ulufecıyan-ı Yesar (Sol ulufeciler),Ulufecıyanı Yemin (Sağ ulufeciler) bölükleri mensupları da savaşta ve barışta padişahın hizmetinde bulunurlar ;savaşta hazineyi ve padişahın sancağını korurlardı.

5-6. Garipler:
Gurebayı Yemin (Sağ garipler) Gurebayı Yesar ( Sol Garipler ) bölüklerinin en önemli görevleri padişahın sancağını korumaktı.Bu bölüklere Galata,İbrahimpaşa ve Edirne saraylarından çıkanlara ve savaşlarda büyük kahramanlık gösterenler alınırdı.Atları için büyük otlaklara gereksinim olduğundan bu süvariler doğrudan İstanbul'a değil Anadolu ve Rumeli'de muhtelif yerlere gelirlerdi.Ok,yay,balta,pala,mızrak,hançer,kalkan ve bozdoğan (gürz) kullanırlardı.

Eyalet Askerleri

Osmanlı ordusunun asıl büyük kısmıydı.Tımarlı sipahiler ve Yerlikulu teşkilatı olmak üzere ikiye ayrılırdı:
a)Tımarlı Sipahiler: Eyalet askerlerinin dolayısıyla Osmanlı ordusunun en önemli kesimiydi.Tımarlı sipahiler tımar sahiplerinden ve bunların beslemekle yükümlü oldukları askerlerden meydana gelirdi.Bir seferden 2-3 ay önce tımarlı sipahilere hazır olmaları emredilirdi.Bütün sipahilerin sefere katılması zorunluydu.Sipahilerin subaylarına Alaybeyi denirdi.Her alaybeyi 1000 sipahiye kumanda ederdi.Silahları kılıç,ok,kalkan,mızrak idi.Başlarında miğfer üstlerinde zırh bulunurdu.

b)Yerlikulu Teşkilatı:
Yerlikulu teşkilatı üç bölüme ayrılır:

Yurtiçi teşkilatı:
Voynuklar,cerahorlar,martalozlar,derbentçiler,beld eranlar ve menzilciler gibi gruplardan meydana gelirlerdi.

Geri Hizmet Teşkilatı:
Yaya ve müsellemler Yeniçeri Ocağı kurulduktan sonra yol açmak, köprü yapmak,kale tamir etmek,zahire nakli vb. geri hizmetler ve kalelerin muhafazalarıyla görevlendirildi.

Kale Kuvvetleri Teşkilatı:
Sınırda ve stratejik bölgelerde muhafızlıkla görevli askerler,azablar gönüllü ve beşlilerden oluşan kuvvetlerdir.Azablar kale muhafızlığı dışında köprücülük ve lağımcılık gibi işlerde de kullanılırdı.Gönüllü ve beşliler sınır bölgelerindeki kasabalar,şehir ve kalelerin muhafazalarıyla görevliydiler.Bunlar çoğunlukla yerli halktan ve müslümanlığı kabul etmiş olanlardan seçilirdi.Gönüllüler süvari ve maaşlı olurdu.Bunların maaşlarını bölgenin maliyesi karşılardı.Beşliler bölgedeki köylerden bir mükellefiyet (beş evden bir kişi=Pençik) şeklinde toplanırdı.

Akıncılar:
Hafif süvari birliği idi.Rumeli'de hudutlara yakın yerlerde bulunurlardı.Devamlı düşman memleketlere akınlar yapıp para,mal ve esirler elde ederlerdi.Bu arada elde ettikleri bilgileri merkeze bildirirlerdi.Savaş zamanında ordunu 3-4 günlük mesafe ile önünde giderler keşifte bulunurlar,yol ve köprüleri emniyete alırlardı.Silahları pala,mızrak,kılıç,kalkan ve "bozdoğan" denen gürzdü.



Osmanlı Ordusu'nun Savaş Düzeni:


Osmanlı ordusu savaş durumunda ve yürüüşlerde merkez sağ kol ve sol kol düzenini alırdı.Ordu yürüyüş halindeyken baskın tehlikesini önlemek için önde akıncılar ilerlerdi. Akıncıların gerisinde ise yol açan küprüleri tamir eden yol göstermek için kazık çakan kazmacılar yürürdü.Onların gerisinden azablar ve karakol kuvvetleri gelirdi.Osmanlı ordusu genellikle geceyarısı yürüyüşe çıkar ertesi gün öğleye kadar yürüyüş devam ederdi.Geceleyin yolu ve ordugâhı aydınlatmak için meşaleler kullanılırdı.Savaş meydanında da hilal ya da at nalı şeklinde pozisyon alınırdı.Merkezde yeniçeriler onların önünde toplar,topların önünde ise azablar bulunurdu.Sağ ve sol kollarda ise eyalet askerleri bulunurdu.Savaşta düşman hilalin merkezine çekilir sonra çevresi sarılıp yok edilirdi.

Osmanlı'da Toprak İdaresi

Arazinin Bölünmesi: Osmanli'da toprağın bölünmesine ilişkin meseleleri düzenleyen kurallar ancak belirli olaylara çözüm şekli getiren fetvalarda ortaya konuluyordu.Bunların en tanınmışları şeyhülİslam Ebussuud Efendi tarafından hazırlanan Maruzatı Ebussud'da yer alır.1858 tarihli arazi kanunu Osmanlı Devletinde daha önce uygulanmakta olan toprak türlerini bir sistem halinde düzenlemişti.Buna göre topraklar bağlı olduğu hukuki rejim ve statüsüne göre 5 kısma ayrılırdı. Genellikle Osmanlı Tarihiyle ilgili eserlerde bu toprakların 3'e ayrıldığı görülür.(Öşri,Haraci ve miri) Mali,iktisadi, ve sosyal ilişkiler yönünden elverişli sayılabilecek bu sınıflandırma mülkiyet tasarruf ve topraktan yararlanma şekilleri bakımından eksik kalmaktadır.Arazinin hukuki yönü bakımından topraklar şu bölümlere ayrılıyordu.

-Mülk Topraklar
-Metruk Topraklar
-Ölü Topraklar
-Vakıf Topraklar
-Miri Topraklar

-Mülk Topraklar:
Mülkiyet suretiyle tasarruf edilirdi.Arazi sahipleri topraklarını hiçbir izne bağlı olmadan diledikleri gibi kullanabilirdi.Mülk topraklar dört çeşittir:

*-Arazii Öşriyye:
Yeni fethedilen bir ülkenin halkı müslümansa ya da bu yere müslümanlar yerleştirilirse böyle yerler öşri arazi olarak kabul edilirdi.

*-Arazii Haraciyye:
Harac-ı Muvazzaf ve Harac-ı Mukasseme adıyla ıkı ceşit vergı toplanırdı. Öşri ve haraci arazi sahibi olanlar eğer vasiyet vermeden ölürlerse araziye devlet el koyardı.

*- Daha önce devlet malı olan toprakların hazine ihtiyacı ya da gelirlerinin giderlerini karşılayamaması durumunda mülkiyet ve tasarrufunun şahıslara devredıildigi araziler.

*- Köy ve kasaba sınırları içinde bulunan arsalara,oturulan yerlerin tamamlayıcısı sayılan yarım dönüm kadar olan arsalar.

-Metruk Topraklar:
Kullanma ve yararlanma hakkı kamuya bırakılan topraklar.Bu tür araziler ikiye ayrılırdı.

*-Genel yollar,pazarlar,panayırlar,namazgah,iskele

*-Bir veya birkaç köyle kasaba halkının yararlanmasına ayrılan mera,yaylak ve kışlaklar.

-Ölü Topraklar:
Kasaba ve köylerden yarım saat uzaklıkta zıraata elverişsiz topraklardı.Osmanlı hukukuna göre ölü toprakların tarıma elverişli hale getirilmesi izne bağlıydı.Kanunlar bu imkanı herkese tanıyordu.

-Vakıf Topraklar:
Vakıf mahiyetindeydi ve tarım yönünden büyük önem taşıyordu.Yolların köprülerin meydanların okulların ve çeşmelerin yapım ve narım görevlerinin maddi külfetini üslenirlerdi.Vakıflar ikiye ayrılırdı:

*-Doğrudan doğruya "ayn"larından yararlanılan vakıflar

*-Yanlız sağladıkları gelirlerden faydalanılanlar.

Vakıf idaresi sadece vakfın mülkiyetine sahipti.Bu tür vakıfları kiralayanlar ölünce yararlanma hakkı mirasçılarına geçebiliyordu.

-Miri Topraklar:
Osmanlı'da ziraat yapılan toprağın büyük bir kısmını kapsıyordu.Bu topraklarda mülkiyet devlette kalır, geniş ölçüde yararlanma hakkı ve tasarruf hakları da kişilere ait olurdu. Osmanlılar ele geçirdikleri yerleri düzenli bir şekilde kayda alırlardı.Bu kayıtları nişancı adlı görevli yapardı.Bu tespiti yapılan araziler bir çok bölüme ayrılıyordu.Bunların büyük parçalar halinde olanları şunlardı:

*-Havası Hümayun: Devlet hissesi olarak ayrılan ve geliri direk hazineye ait olan araziler.

*-Has:
Devletin yüksek memurları için ayrılırdı.Bunların gelirleri 100 000 akçenin üstündeydi.

*-Paşmaklık:
Geliri padişahın annesi kız kardeşi ve zevcelerine ayrılan araziydi.

*-Malikhane Arazi:
Kişiye hayatı byunca işletmek için verilirdi.Fakat satamaz ve miras bırakamazdı.

*-Vakıf Arazi:
Geliri kamu yararına olan arazidir

*-Arpalık Arazi:
Yüksek rütbeli görevlilere çalışırken ek gelir emekli olduktan sonra da emekli aylığına benzer bir gelir oluşturması için verilen araziler.

*-Yurtluk ve Ocaklık:
Bir ülkenin fethi sırasında bazı ümeyraya yararlılıkları karşılıgında verilirdi.

*-Zeamet :
Hizmet karşılığı tasarrufu verilen arazilerdi.Yıllık gelirleri 20 000 ila 100 000 arasında olana denilirdi.

*-Tımar:
Bir toprak parçasının gelirinin belirli bir görev karşılığı belirli şartlarla bir kişiye tahsisinin genel adıdır.Tımar sahibi kendisine verilen toprağınşeri ve örfi vergilerini alır buna karşılık savaş zamanlarında tımarın gelirlerine göre yanında silahlı süvariler ***ürürdü.Özürsüz olarak savaşa katılmayan tımarlıların ellerinden arazileri alınırdı.Tımar sahibi ölünce toprağın bir kısmı varislere kalırdı diğer kısmı ise dağıtılırdı.Tımar çeşitleri ise şöyle özetlenebilir:

-İleri Hizmetlilere mahsus tımarlar:

Tezkireli Tımar: Dağıtımı merkez tarafından yapılırdı.

Tezkiresiz tımar:Vilayet valisi vezir veya beylerbeyi tarından dağıtılan tımarlar.

Benevbet Tımar:Bir tımara birden fazla kişinin sahip olması ve savaşa nöbetleşe gitmesine denirdi.

Mülk Tımar:Sahibinin elinden arazisi alınması mümkün olmayan tımarlardır.Kaydı hayat şartıylla verilmiştir.

Merkezde bulunan humbaracı ve lağımcılara verilmiş olan tımarlar.

-Geri Hizmetlilere mahsus tımarlar:

Eşkinci Tımarı:Savaşa katılan demektir.Kapıkulları için kullanılmazdı.

Müsellem ve Kızılca Müsellemler:Ordu hizmetinde yol ve köprü yapımı kale onarımı gibi işlerde çalıştırılır bir tımara ocak şeklinde birkaç kişi sahip bulunurdu.

Piyadeler:Sefer zamanlarında 2 akçe gündelikle çalışırlar savaştan sonra memleketlerine dönüp zıraatle uğraşırlardı.Buna karşılık her türlü vergiden muaftılar.Yayalara piyade süvarilere müsellem denirdi.

Yörükler ve Cambazlar:Ocak şeklinde tımara sahiptiler.Orduda geri hizmetlerde gürevlilerdi.Toprak vergilerinin bir kısmından muaftılar.Cambazların seferlerdeki görevlerivezir ve devlet adamlarının atlarına bakmaktı.Öteki zamanlarda ise has ahır ve çayırlarda hizmet ederlerdi.Aynı hizmeti gören voynuklar hristiyan cambazlar ise müslümanlardı.

-Sefere gitme şartı olmayanlara mahsus tımarlar:

Kale muhafızlarına verilen tımarlar:Osmanlı Devletinin sınırları genişledikçe yeni askeri ihtiyaçlar ortaya çıktı.Korunması önemli kaleler için yeni birlikler oluşturuldu.Bunlara da tımarlar verildi.Bu kuvvetler azablar,gönüllüler ve beşli gibi birlikler meydana getiriyordu.

-Şahinci,yuvacı,okçu gibi belirli hizmetlere verilen tımarlar.

-Devlet merkezinde görevli Divan-ı Hümayun katibi,müteferrika gibi hizmetlilere verilen tımarlar

-Makamı hizmette tımar,genellikle doğu illerinde bulunan kürt beyzadelerine devlete daha sadakatle bağlanmalarını sağlamak için hizmet beklemeden verilen tımarlardır.

Tımar sistemi 17.yy.başlarında niteliğini kaybetmeye başladı,aynı yüzyılın ortalarında tamamen bozuldu.Köprülüler devrinde gösterilen çabalar sistemi düzeltmeye yetmedi.Bu sistem 18.yy. da değerini kaybetti.Tanzimattan sonra Tımarlar,kurulan süvari aialylarına tahsis edildi.Bir süre sonra ise kaldırıldı.


OSMANLI DONANMASI

Osmanli denizciliginin temelinde, Anadolu Selçuklu Devleti, Aydinogullari ve Karesi Beyligi gibi komsu devlet ve beyliklerin teknik ve tesirleri bulunmaktadir. Gerçekten, Osmanli Beyligi gelisip denizlere ulastigi ve kiyi sahibi oldugu zaman, komsu Türk beyliklerinin gemilerinden istifade etmisti. Nitekim Rumeli'ye de bu beyliklerin gemileri ile geçmisti. Bununla beraber Osmanlilarin ilk zamanlarda küçük de olsa Karamürsel, Edincik ve Izmit'te tersane kurduklari bilinmektedir. Gelibolu'nun fethinden sonra burada bir tersane kurularak denizcilik yolunda ilk önemli adim atilmis oluyordu. Bundan baska Saruhan, Aydin ve Mentese beylikleri gibi denizde kiyisi olan beylikler, Osmanli Devleti'nin idaresine girince, onlarin tersanelerinden de istifade edilmisti. Böylece daha ilk dönemlerden itibaren tarih sahnesinde önemli rol alip hizmet yapacak olan muazzam bir devletin donanmasinin temelleri atilmis oluyordu. Gibbons'un ifadesine göre, Osmanlilardan önce Ege sahillerine yerlesmis bulunan Türklerden de Latinler gibi Akdeniz'de korsanlik yâpanlar vardi. Bunlar, Venedik ve Cenevizlilerin ticareti ile Yunanistan ve adalarda kalmis olan Latin prenslerinin hakimiyetleri için tehlike teskil etmeye baslamisti. Bu korsanlar daha sonra Osmanli donanmasinin hizmetine alinmislardi. Osmanli donanmasi, özellikle Yildirim Bâyezid zamaninda büyük bir gelisme göstermisti. Bu arada Sakiz ve Egriboz adalari ile Yunanistan'in dogusuna akinlarda bulunulmustu. Bu yüzden Venedikliler, Ceneviz gemileri ile birleserek Çanakkale Bogazindan içeri girmislerdi. Fakat Saruca Pasa komutasindaki on sekiz parçadan meydana gelmis olan Osmanli donanmasina yenilmislerdi. Buna karsilik Rodos sövalyeleri ve yeni gemilerle takviye edilen Venedikliler, Osmanli donanmasini maglup ettikleri gibi onu yakmislardi.

Osmanli donanmasinin ikinci ciddi çatismasi Çelebi Sultan Mehmed zamaninda meydana gelmisti. Çali Bey komutasindaki Osmanli donanmasi, Ege'de Naksos dükaligina ait adalari vurduktan sonra 1415'te Venediklilerle savasti. Bu savasta Çali Bey sehid olmus, donanma da yok olurcasina zayiat verip maglub olmustu. Bu maglubiyetler, Osmanli denizciliginin gelismesini yavaslatmissa da, devletin büyüyüp gelismesinde, donanmaya olan ihtiyaci açikça ortaya koymustur. Bu anlayis, iyi bir donanmaya sahib olmak için gerekli çalismalarin hizlandirilmasina sebep olmustur. Nitekim Sultan II. Murad döneminde donanma, Karadeniz'de Trabzon Rum Imparatorlugu'nu tehdid edecek bir güce ulasmisti. Ayni donanma, Fâtih Sultan Mehmed zamaninda ve Istanbul'un fethi sirasinda Baltaoglu Süleyman Bey komutasinda önemli roller oynamisti. Bununla beraber henüz Venedik donanmasiyla boy ölçüsecek bir güce ulasamamisti. Bu sebeple Istanbul'un fethini müteakip, donanmanin daha da gelismesi için çalismalar yapildigi ve hatta Fâtih'in Trabzon seferi sirasinda Osmanli ordusuna denizden büyük destek sagladigi görülmektedir.

Osmanli harp gemileri, Gelibolu ile Istanbul tersanelerinden baska Karadeniz, Marmara ve Akdeniz sahillerindeki birçok iskele ve mevkide yapilirdi. Donanmaya olan ihtiyaç sebebiyle bu hariç tersanelerde yapilacak gemilerin sayi ve çesitleri, hükümet tarafindan o mahallin kadilarina bildirildigi gibi bunlarin insa müddeti de tayin edilirdi. Bunlarin insasi için icab eden malzeme ile mühendis ve ustalar, ya mahallinden tayin olunur veya gönderilirdi. Onyedinci asrin ortalarina kadar her sene kirk tane kadirga yapilmasi kanundu. Daha sonraki tarihlerde bu kanun terk edilerek yavas yavas kalyon tipi gemilerin insasi ehemmiyet kazanmisti.

Osmanlilarin, kurulustan itibaren XVI. asir sonlarina kadar kullandiklari gemilerin esasini çekdiri sinifindan gemiler teskil etmekteydi. Kürekle hareket eden gemiler, genellikle çekdiri sinifindandi. Bununla beraber yelkenli gemiler de vardi. Buna göre Osmanli donanmasinda biri kürekli ve yelkenli, digeri de sadece yelkenli olmak üzere iki çesit gemi bulunuyordu. Çekdirilerin en küçük gemisine Karamürsel, en büyügüne de Bastarde denirdi. Bastarde, kaptanin bindigi otuz alti oturakli en büyük savas gemisi idi ki, her oturaginda bes ila yedi kürekçi bulunurdu. Gemi mevcudu kürekçi, savasçi, topçu vs. ile birlikte sekiz yüz kadardi. Bunlardan baska gerek ince donanmada, gerekse büyük donanmada kullanilan gemilerden bazilari sunlardir: Uçurma, Varna bes çifteleri, Aktarma, Çete kayigi, Celiye, Kütük, Kancabas, Sayka, Sahtur, Çekelve, Kirlangiç, Firkate, Mavna, Kadirga. Yelkenlerle hareket eden gemilere gelince bunlar da iki ve üç direkli olarak iki kisimdi. Salope, Brik ve Uskuna iki direkli; Kalyon, Firkateyn ve Korvet üç direkli idiler.
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

İKTİSADİ YAPI

OSMANLI MALIYESI

Osmanli Devleti, beylik döneminden itibaren sistemli bir malî teskilâta sahip olmustu. Kaynaklarin verdigi bilgiye göre Osmanlilardaki ilk maliye teskilâtinin Murad Hüdavendigâr (I. Murad) zamaninda Çandarli Kara Halil ile Karamanli Kara Rüstem tarafindan yapildigi belirtilmektedir. Bu bilgiler isiginda meseleye bakildigi zaman Osmanli maliyesinin daha ilk kurulus dönemlerinde ortaya çiktigi ve devletin buna büyük bir itina gösterdigi anlasilmaktadir. Gerçekten Fâtih zamaninda tedvin edilmis olan kanunnâmede "Bu kanunnâme atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur" ifadesi ile tarihî bilgilere göre ilk Osmanli hükümdarlarinin, bir araya getirilip tedvin edilmemis kanunnâme hükümleri ile âmil olduklari anlasilmaktadir. Fâtih kanunnâmesinde yer alan "Ve yilda bir kerre rikâb-i Hümâyunuma defterdarlarim irad ve masrafim okuyalar hil'at-i fahire giysinler." ve "Ve hazineme dahil ve hariç olan akça, defterdarlarim emri ile dahil-hariç olsun" ifadeleri, Osmanlilarin maliye teskilâtina ne denli önem verdiklerini, bu anlayisa daha ilk zamanlardan beri nasil sahip çiktiklari görülmektedir. Aslinda bu gerekli idi. Çünkü gelir ve gider hesaplari olmayan, neyin nereden ve ne zaman gelecegi bilinmeyen ve bu konuda matematikî bir bilgiye sahip olmayan bir devlet düsünülemez.
Görüldügü gibi Osmanli maliye teskilâtinin basinda "Defterdâr" adi verilen bir görevli bulunmaktadir. Bu görevli, günümüzdeki Maliye Bakanlarinin yerine getirmekle yükümlü olduklari görevleri yapiyordu. Önceleri teskilatin basinda bir defterdarla, onun maiyeti vardi. Bütün malî islerden bu Bas defterdar sorumlu idi. Ancak zamanla Osmanli ülkesinin genislemesi üzerine defterdar sayisi ikiye çikarildi. Kanunnâmede de belirtildigi gibi defterdar padisah malinin vekili idi.

Kurulus döneminde gelirler, daha fazla bir yekûn tutuyordu. Buna karsilik masraflar pek o kadar fazla degildi. Zira bu dönemde Osmanli askerinin büyük bir kismi timarli sipahi idi. Ayrica devlet erkânindan çogunun has ve timarlarinin geliri kendilerine yetiyordu. Devletin masrafi ise sadece Kapikulu askerlerine verilen para (maas) idi. Gelirlerin fazlasi ise cami, medrese, köprü, han, hamam vs. gibi imar islerinde kullaniliyordu.

Osmanli maliyesi, "Miri hazine" (veya dis hazine) ile Enderûn (veya iç hazine) hazinesi olmak üzere iki kisimdi. Dis hazinenin görev ve yetkisi, devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli masraflari yerli yerinde kullanmak seklinde belirlenmisti. Iç hazine ise padisaha aitti. Padisahlar, bu hazineyi istedikleri sekilde kullaniyorlardi. Sayet dis hazinenin parasi yetismez ise iç hazineden borçlanmak suretiyle ödünç para alinirdi. Dis hazine, vezirde bulunan hükümdar mührü ile açilip kapanirdi. Bu hazine, defterdarin sorumlulugu ve vezirin denetimi altinda idi.

Bundan bir müddet öncesine kadar ilk Osmanli sikkesinin Orhan Bey'e ait oldugu biliniyordu. Fakat Osman Bey'e ait sikkenin bulunmasiyla eski bilgi, geçerliligini kayb etti. Buna göre ilk Osmanli parasinin Osman Gazi döneminde tedavüle çiktigi anlasilmaktadir. Gümüsten mamul Osmanli parasina "akça" deniyordu. Her padisah, hükümdarlik alameti olarak kendi adina para bastirirdi. Osmanli hükümdarlari Fâtih Sultan Mehmed dönemine kadar gümüs ve bakir para bastirdilar. Kurulus döneminde ve daha sonraki dönemlerde paranin ayarina ve saf gümüs olmasina özen gösteriliyordu.

VERGILER

Osmanli maliyesinin farkli gelir kaynaklari vardi. Bunlarin basinda da halktan toplanan vergiler geliyordu. Tarihî bir vakia olan vergi,amme hizmetlerinin muntazam bir sekilde devamliligini temin için bas vurulan bir çaredir. Bu yüzden verginin, devletlerin ekonomik ve sosyal hayatlarinda önemli bir yeri bulunmaktadir.

Siyasî bir çevre içinde ortaya çikan Islâm, kendisinden önceki din ve toplumlarda mevcud olup tatbik edilen vergilerle karsilasti. Vergi, amme menfaat ve islerinin tanzimi söz konusu oldugu zamanlarda, fertlere yüklenen bir mükellefiyet olduguna göre Islâm, kendisinden müstagni kalamazdi. Bununla beraber Islâm vergi sistemi, birdenbire ve topyekûn vaz' edilip uygulama sahasina konmamistir. O, Islâm'in yayilisina ve ihtiyaçlarin ortaya çikisina göre yirmi senelik tesriî bir tekâmül sonunda müesseselesmistir.

Osmanli devlet rejiminin, kendinden öncekilerden devr alip tatbik ve inkisaf ettirdigi vergi sistemi, amme idaresi ve devletin iktisadî tarihi bakimindan önemli bir yer tutar. Bunun için, iktisadî tarihin önemli bir bölümünü meydana getiren vergi sistemini iyi degerlendirmek gerekir.

Kurulusundan itibaren Müslüman bir toplumu ifade eden Osmanli Devleti, inkisâf ettirip kemâl mertebesine ulastirdigi müesseseleri ile, tebeasindan tahsil ettigi verginin temeli, Islâm hukukunun kaynaklarina dayaniyordu.

Siyasî bir birlik olarak tarih sahnesinde görünmesinden itibaren birçok vergi kalemi tarh etmek zorunda kalan Osmanli Devleti'nin bu uygulamasi, yüzlerce vergi ismi gösteren cetvellerle tasvir edildigi kadar karmasik ve anlasilmaz degildir. Gerçekten mintika ve zamanlara göre farkli isimlerle toplanan bunca vergi kalemi, saglam kaidelere dayanan bir sistemin esas hatlarini çizmek suretiyle, bize lüzumlu bilgiyi verecek sekilde basitlestirilebilir.

Bilindigi gibi Osmanli devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri olan mâliyenin, temel dayanagini teskil eden vergi, genel mânâda iki ana bölüme ayrilir. Bunlardan biri tamamiyle seriata dayanan ve esas itibari ile Kitab (Kur'an) ile Sünnet'ten kaynaklanan "Ser'î Vergiler"dir ki buna "Tekâlif-i Ser'iyye" denmektedir. Ikincisi de bas gösteren malî sikintilar yüzünden devlet tarafindan bir zorunluluk sonucunda konan "Örfî Vergiler"dir ki buna da "Tekâlif-i Örfiye" denir.

Müslüman bir cemiyete istinad eden bünyesi ile ser'î hukuku hem nazarî hem de amelî bir sekilde ve her sahada uygulamaya koyan Osmanli Devleti, diger Müslüman devletlerin bu konudaki tatbikatlarini gözden irak tutmuyordu. Bu bakimdan, Osmanli tarih ve teskilâtlarini basli basina ve kendinden öncekilerden tamamen ayri düsünemeyiz. Çünkü Osmanlilar, kendilerinden önce Anadolu'ya gelip yerlesmis bulunan Müslüman Türklerin yasayis tarzlarini, ahlâk, iktisat, âdet, örf ve diger özelliklerini almaktan çekinmiyorlardi. Bunun içindir ki, bir sehir veya kasaba Karamanlilardan, Selçuklulardan, Germiyandan veya baska bir beylikten Osmanlilara geçmekle fazla bir degisiklige ugramiyordu. Çünkü Osmanli Devleti teskilât ve müesseseleri ile Anadolu beylikleri teskilât ve müesseseleri arasinda pek büyük farklar bulunmuyordu.

Osmanli vergi sisteminin özelliklerinden biri de tebeadan alinan verginin kendisini (tebea) ne malî, ne de hukukî yönden rencide etmemis olmasidir. Hatta bu, sadece devletin bizzat kendisinin aldigi vergilerde degil, onun adina timar sahibinin aldigi vergilerde de geçerli idi. Öyle ki, dirlik sahibi, reâyadan cins ve miktarlari kanunlarla tayin edilmis olan bir kisim vergiden fazlasini tahsile selahiyetli degildi. Yetkisini asip onu kötüye kullanandan dirligi, bir daha geri verilmemek üzere alinirdi.

Ana hatlari ile Osmanli vergi sisteminden bahs ettikten sonra artik vergi çesitlerini görebiliriz. Daha önce de temas edildigi gibi Osmanli vergisi iki ana bölümde inceleniyordu. Bunlardan biri Ser'î Vergiler, digeri de Örfî vergilerdir.

SER'Î VERGILER (TEKÂLIFI SER'IYYE)

Osmanli Devleti'nde "Tekâlif-i Ser'iyye"nin temelini teskil eden vergilerin tarh, cibâyet vs. gibi hükümleri, fikih kitaplarinda tafsilâtli bir sekilde anlatildiklari gibiydi. Bununla beraber farkli din, dil ve milliyetlere mensup kimseleri sinirlari içinde barindirdigi için, tekâlif-i ser'iyye bölümüne dahil vergilerin isim ve çesitleri de farkli olagelmislerdir. Bu bakimdan Zekât, Ösür, Cizye ve Harac gibi temel vergilerden baska bunlarin kisimlari olarak seksen kadar vergi kalemi bulunmaktaydi.

ZEKAT

Bilindigi gibi zekât, Islâm'in üzerine bina kilindigi bes esas rükünden birini teskil etmektedir. Islâm hukukuna göre zekât, bir ihsan veya basit bir sadaka degildir. O, devlet ve toplumun fert üzerindeki hakkidir. Binaenaleyh devlet, zekât verip vermeme hususunda mükellefi serbest birakmaz. Onu, âmilleri vâsitasiyla toplamak ve yerine sarf etmek zorundadir. Nisaba mâlik bulunan ve belli sartlari tasiyan her müslümanin vermekle mükellef oldugu zekât, Osmanli Devleti'nde diger Müslüman devletlerde oldugu gibi uygulaniyordu. Bu sebeple biz, konunun detaylarina girmek istemiyoruz.

HARAC

Osmanlilarda daha ziyade gayr-i müslim tebeayi ilgilendiren vergilerden biri, Harac adini tasimaktadir. Islâm vergi hukukunda oldugu gibi Osmanlilarda da Harac iki kisma ayrilmaktadir. Bunlar Harac-i Muvazzaf ve Harac-i Mukasem adini tasimaktadirlar. Harac'in bu iki kismi da ser'î vergilerden oldugu için gerek ilk tarhi, gerekse ilk tahsili ile ilgili bir baslangiç tesbit etmek mümkün degildir. Bununla beraber 11 Cemaziyelahir 860 (17 Mayis 1456) tarihli bir fermanda belirtildigine göre Fâtih Sultan Mehmed, babasi II. Murad'in Kostandin'de derbent bekleyen yirmi kadar kefereyi haractan muaf saydigi, kendisinin de buna aynen uydugu görülmektedir. Bu belge, harac uygulamasinin kurulus döneminde mevcud oldugunu göstermektedir.

Harac-i Muvazzaf, arazi üzerine maktu bir sekilde konmus bulunan akça olup zaman ve mintikalara göre farkli isimler aliyordu. Bunlarin bir kismi adeta topragin ücreti olarak alinmaktaydi. Bu gruba girenlerden bir kismim söyle isimlendirmek mümkün olacaktir: Resm-i Çift, Resm-i Zemin, Resm-i Asiyâb, Resm-i Tapu, Bir kismi da bir çesit sahsî vergilere girmekteydi ki bunlar da: Resm-i Arûs, Resm-i Mücerred, Ispenç ve Dühan gibi isimler aliyordu. Biraz asagida görülecegi gibi Harac-i Mukasem, Osmanlilar döneminde "ösür" kelimesi ile ifade ediliyordu. Bu bakimdan biz de ösür bahsinde ona temas edecegiz.

ÖSÜR

Bilindigi gibi Islâm vergi hukukuna göre, ziraî mahsullerden belli nisbetler sartlar dahilinde Müslüman tebeadan alinan vergiye Ösür denir. Osmanli Devleti'nin kurulus yillarinda diger Müslüman devletlerde oldugu gibi, mülk olan "arazi-i ösriyye"den sadece ösür alinmaktaydi. Bu dönemde Osmanlilarda arazi biri "Ösriyye" digeri de "Haraciyye" olmak üzere ikiye ayriliyordu. Fakat XIV. asrin son çeyreginden itibaren bazi sebeplerden dolayi birtakim degisiklikler yapilarak, arazinin bir kismi "Emiriyye" olarak kabul edildi. Bu durum, daha sonralari Hicaz mintikasi hariç kalmak üzere "Osmanlilarda arazi sultaniyyedir" seklinde ifadesini bulacak olan bir vaziyete getirilmis oldu. Binaenaleyh, Osmanli Devleti'nde ösür denince biri kurulus dönemindeki mülk arazi mahsulatindan alinan vergi ve sonralari sadece Hicaz bölgesinde alinan ösür ile, digeri de arazi-i emiriyyeye mahsus olmak üzere alinan ve "amme-i nâs tarafindan galat-i fâhis" olarak kendisine ösür denen "harac-i mukasem" anlasilmaktadir. Zira Osmanlilarda haracin mukasem kismina ösür adi verilmekteydi.

Osmanli Devleti'nde, Ösür kelimesi yerine baska tabirler de kullaniliyordu ki bunlar, son dönemlerde ortaya çikmisti. Dimus, Ikta ve Sâlariye bu neviden kelimelerdi. Dimus, Suriye'ye ait defterlerde, Ikta, Irak mintikasina ait defterlerde Sâlariye ise Anadolu ve Rumeli defterlerinde zikr edilmekteydi. Osmanli Devleti'nde ösür, su asagidaki maddalerden de alinmaktaydi: Bag, sira, bahçe, bostan, fevakih, kovan, harir, pamuk, giyah, odun ve ag (balik).

CIZYE

Islâm hukukuna göre cizye, devletin, müslüman olmayan vatandasini (tebeasini) yakindan ilgilendiren bir vergidir. Bir mânâda buna, devletin müslüman tebeadan aldigi zekât karsiligidir denebilir. Zira müslüman olmayan tebeayi cizyeye baglamakla, devlette bir denge saglanmis bulunuyordu. Islâm nazarinda müslümanlarla zimmîler (devletin müslüman olmayan tebeasi = ehl-i zimmet) devletin vatandaslaridir. Ayni haklardan faydalanmakta ve ayni ölçülerde devletin imkanlarindan yararlanmaktadirlar. Bu sebeple, Müslümanlarin ödedigi zekâta karsilik, ehl-i zimmette cizye vermekteydi. Gerçekten Islâm Devleti, bu vergiyi koyarken yukarida belirtilen dengeyi saglamaktan baska bir sey düsünmüyordu. Nitekim ilk Islâm fetihleri ve bu fetihlerin sonucunda Islâm devletinin idaresine giren Gayr-i müslimlerin durumundan bahs edilirken "zimmîler bazan eski idarecilerinin topladiklari vergiden daha az bir vergi yükü ile mükellef tutuluyorlardi. Bu hal, Islâm'in onlari hakkiyle himaye ettigini göstermesi bakimindan Islâm devleti için bir serefti" denilmektedir.

Osmanli vergi hukukunun "Tekâlif-i Ser'iyye" bölümüne dahil olan cizye, maliyenin en önemli gelir kaynaklarindan birini teskil ediyordu. Müslüman bir devlet olmasi hasebiyle bu devlete, cizye uygulamasinin ilk kurulus yillarindan itibaren basladigi söylenebilir.

Devletin, idaresinde bulunan gayr-i müslimlerin haklarim korumak, onlara gelebilecek zararlari ortadan kaldirmak ve askerlik hizmeti karsiliginda aldigi bu vergi, önemsiz denebilecek kadar az bir seydir. O kadar ki bunu, müslüman vatandas ile müslüman olmayan vatandas arasinda mühim ve farkli bir muamele olarak görmek mümkün degildir. Gerçekten devlet, tebeasi olan zimmîlerin bütün haklarini korudugu gibi onlara gelebilecek zararlari da ortadan kaldirmaya çalisiyordu. Hatta, onlara yapilan bir haksizlik veya onlara karsi islenen bir suç, aninda en agir bir sekilde cezalandirilirdi. Nitekim 24 Cemaziyelevvel 975 (26 Kasim 1567) tarihli ve Alacahisar Beyi'ne gönderilen bir hükümde, dagda üç nefer zimmîyi katl eden dört sipahinin suçlarinin sabit görülmesi üzerine idam edilmeleri gerektigi bildirilmektedir. Bu belge, suç isleyenlerin din, irk ve milliyetlerine bakilmaksizin, suçlarinin gerektirdigi cezalarin verildigini göstermektedir. Günümüzde çok normal görünen bu olay, o asirlarin dünyasinda bu kadar rahatlikla uygulanamazdi.

Osmanlilarda, padisahlarin cizye ile ilgili bütün resmî tahrirleri seriatin cizyeye ait kararlarina dayaniyordu. Nitekim daha Sultan I. Murad Han zamaninda bu verginin Islâm hukukuna uygun olarak iki sekilde cibayet edildigi (toplandigi) görülmektedir. Bu sekillerden biri, Köstendil Tekfuru Konstantin ile anlasilarak alinan "Maktu Cizey", digeri de Bosna ve Hersek ile sair tebeadan alinan "Ale'r-Ruûs Cizye"dir.

Osmanli Devleti'nde bu vergiyi vermekle yükümlü tutulan kimseler, sadece ergenlik (bulûg) çagina gelmis akil ve vücutça saglam olan erkeklerdir. Binaenaleyh sadaka ile geçinen rahipler, çalisamayacak derecede bir rahatsizligi olup fakir düsenler, 14-75 yaslarindan küçük veya büyük olanlar ile kadinlar cizyeden muaf idiler. Bundan da anlasilacagi üzere Osmanlilarda cizye, tamamen Islâm hukukunun esaslarina göre uygulaniyordu.

Baslangiçta, devletin bütün bölgelerinde ayni miktarda cizye alinmiyordu. Zira bu dönemde, tedavülde bulunan paranin kiymet ve degeri de ayni degildi. Bu sebeple cizye miktari, verilen fetvalara ve bölgelere göre azalip çogalabiliyordu. Bu konuda dikkatimizi çeken en önemli fetva Seyhülislâm Ebû Suûd Efendi (1545-1574)'nin fetvasidir. Bu fetvaya göre biz, o dönemin fakirlik ve zenginlik ölçüleri gibi toplumun sosyal yapisi hakkinda da bilgi sahibi oluyoruz. Nitekim o, "amele kadir olan kâfir ki, ikiyüz dirhem-i ser'iyeye kadir olmaya, ol makule ednâdir, on iki dirhem-i ser'î alinir. Ikiyüz dirhem-i ser'iyyeye kadir olup amele kadir olan evsat makulesidir, yirmi dirhem-i ser'î alinir. On bin dirhem-i ser'iyyeye malik olan 'a'la makulesidir, onlarin cizye-i ser'iyeleri kirk dirhem-i ser'idir" demektedir.

Kismen toplumun sosyoekonomik durumundan kaynaklansa bile büyük ölçüde devlet müsamahasinin bir neticesi olarak cizye mükellefinin tabi bulundugu siniflamada en az cizye verenler (ednâ sinifi), her zaman öbür siniflardan daha fazla olmuslardir. Örnek olmasi bakimindan 1103 (1691) senesinin Brud (Brod) kazasi ve tevabiinde cizye verenlerin siniflarina göre sayisina baktigimiz zaman karsimiza asagidaki tablo çikmaktadir:

A'la: 27 Evsat: 147 Ednâ: 166.

Daha önce de belirtildigi gibi, Müslüman devletlerde cizye mükellefi, bütün insanî hak ve vecibelerden rahatlikla istifade edebilmekteydi. C.H. Becker'in Islâm Ansiklopedisi'ndeki "Cizye" maddesinde belirttigi gibi cizye ödeyen mükellefler, Islâm devleti ile yalniz iman ve âyinlerine müsamaha degil, hatta himaye isteme hakkini da kendilerine bahs eden bir mukavele akd etmis olurlar ki, benzer örnekleri Osmanli Devleti'nde çokça görmek mümkündür. Nitekim Edirne'de meydana gelen bir yanginda, dükkânlari yanan Yahudilere, devlet tarafindan verilen atiyye ile yardimin taksim seklini gösteren bir belgeye sahip bulunuyoruz.

Osmanli Devleti'nde hazine için tahsil edilen cizye, her senenin Muharrem ayinda degisik müesseselerce toplaniyordu. Birligi ortadan kaldiran bu uygulama, bazen devlet hazinesini büyük sikintilara sokuyordu. Bu durumu düzeltmek için 1101 (1689) senesinde Sadrazam Köprülüzâde Fâzil Mustafa Pasa, devrin ilgilileri ile yaptigi istisareden sonra, cizyenin toplanmasini belli kaide ve sistemlere baglayarak toplama isinin tek elden yapilmasini sagladi. Bundan sonra her üç sinif zimmî için ayri birer mühür kazdirdi. Bunlara "a'la", "evsat" ve "edna fakir" gibi kayitlar koydurttu. Her sene için tarihleri degisen bu mühürlerin ve dolayisiyle cizye mükelleflerinin, birbirinden açik ve kesin çizgilerle ayrilabilmesi için bunlarin gerek sekillerinde ve gerekse yazi karakterlerinde farkli uygulamalara gidildi. Bu uygulama o kadar yayginlasti ki, asagida fotokopilerini göreceginiz mühürler 1269 (1852) senesine aittir. Demek oluyor ki cizyenin kaldirilisina kadar bu uygulama devam etmistir.

Bu uygulamada cizye mühürleri ile birlikte cizye kagitlarinin renkleri de degisiyordu. Kagitlarin üzerinde de cizyenin hangi seneye ait oldugu, sinifi, cizye muhasebesi, bas hazinedar ve cizye umum mülteziminin isimleri vardi.

Osmanlilarda cizye uygulamasi, 1272 (1855) senesinde cizyenin, "Bedel-i askeriye"ye tebdili zamanina kadar devam etti.

ÖRFÎ VERGILER (TEKALIFI ÖRFIYYE)

Osmanlilarda ser'î vergilerin yaninda, temeli ihtiyaçlardan dogan ve örfe dayanan bir verginin daha bulunduguna temas edilmisti. Bu, örfî vergiler veya tekâlif-i örfiyye denilen ayri bir kategoride mütalaa edilir. Osmanli Devleti, kendisinden önceki diger devletlerde oldugu gibi, örfî vergileri belirleyip koymak zorunda idi. Zira devrin özelligi diyebilecegimiz harpler, durmaksizin devam ediyor ve ser'î vergiler de bu durumun yükledigi masraflari karsilamaktan uzak bulunuyordu. Külliyetli miktarda askerin beslenmesi, donatilmasi ve harbe hazir bir duruma getirilebilmesi ile donanmanin hazir halde bulundurulmasi gibi mecburiyetler, devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda birakiyordu. Iste bunun için devlet, II. Bâyezid (1481-1512)'in son senelerine tesadüf eden günlerde "Imdadiye-i seferiye" adi ile bir örfî vergi koymak suretiyle bu sikintiyi ortadan kaldirip gidermeye çalisiyordu.

Görüldügü gibi, devlet için ser'î vergilerden ayri olarak örfî vergi tarh etmek, bir zaruret halini almisti. Bu mecburiyet, devleti, vaz' ettigi (koydugu) bu örfî vergileri devam ettirmek ve miktarinin azalmamasi için gerekli tedbirlere bas vurmak zorunda birakiyordu. Yine bu zaruretin bir sonucu olarak örfî vergilerin sayi ve kalemleri, belirten ihtiyaçlara göre çogaltiliyordu. Böyle bir uygulamaya müsaade edildigine daha önce de temas edilmisti. Zaten Osmanli sultanlarinin bu hususta ser'î hukuka göre hareket ettikleri, emir ve fermanlari ile, eski uygulamalari bir araya toplayan kanunnâme mecmualarinin basinda bulunan "ser'-i serife muvafakati mukarrer olup hâlen muteber kavanîn ve mesâli-i ser'iyyedir" ifadesinden de açikça anlasilmaktadir.

Normal olarak geçici olmasi gereken ve fakat bir biri ardi sira gelen muharebe ve ekonomik sikintilar neticesinde devamlilik kazanan örfî vergileri de iki kisma ayirmak mümkündür:

1- Tekâlifiâdiye

2- Tekâlif-i sakka

1- Tekâlif-i Âdiye: Ser'î hukuka göre malî bir terim olarak "ca'l" adi da verilen bu vergi türü, araliksiz devam eden harp ve malî krizlerin bir sonucu olarak ortaya çikmisti. Böyle bir zaruretin, örfî vergilerin konmasina cevaz ve imkân sagladigi daha önce anlatilmisti. Binaenaleyh, Islâm hukukunun müsaade ettigi bu nevi vergilerin Osmanli Devleti'nde bulunmasinda bir sakinca yok demektir. Bu yüzden "tekâlif-i örfiyye" diye zikr edilen vergilere ser'an ruhsatin verildigini söyleyebiliriz.

2- Tekâlif-i Sakka: Bu, harp, malî kriz ve tabii âfet gibi bir zarurete bagli olmadan tekâlif kaideleri disina çikilarak konmus bulunan vergilerdir. Belli bir kaide ve sistemi olmadigindan bu tip vergilerde hak ve adâlete pek riayet edilmeyeceginden, böyle vergilere ser'an müsaade edilmemistir. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) devrinin sadrazami Lütfi Pasa (H. 942-947) bu konuya temasla söyle der: "Cenk içinde askere hilaf-i kanun vergi vermemek gerektir."

Osmanlilarda, Tanzimat'a kadar devam eden örfî vergilerin bu ikinci kismi olan "sakka"nin olmadigini, tebea üzerine böyle bir verginin tarh edilmedigi, ancak bazi vergilerin buna benzemelerinden dolayi "sakka" zannedildikleri belirtilmektedir. Bununla beraber, bilhassa XVII. asirdan itibaren bu tip vergilerin zaman zaman ortaya çiktigi bilinmektedir. Fakat padisahlar, bununla mücadele ediyor ve böyle bir yola bas vurulmamasi için "adâletnâmeler" gönderiyorlardi.

Örfî vergilerin tahsili, ser'î vergilerin tahsilinden farkli idi. Ser'î tekâlif, umumiyetle ziraî mahsul sahibi reâyâya, daha dogru bir ifade ile köylüye hasr edilmis görünmektedir. Gerçi zekât ve cizye gibi ser'î vergiler, bu kaidenin disinda bulunmaktadir. Fakat ziraî mahsûl ile daha çok hasir nesir olan köylü, ösür ve harac gibi ziraî vergilerin mükellefi bulunmaktadir. Buna karsilik örfî vergiler, daha çok sehirliyi bilhassa ticaret erbabini ve pazarlarla alakali kimseleri kapsamaktaydi. Sehirlerde tatbik olunan örfî tekâlif sekli, bilhassa ticaret ve sanayi faaliyetine dayanmakta oldugundan birçok vergi bu kisma dahil bulunuyordu. Keza büyük bir kisminin devlet adina sipahîler tarafindan alindigini bildigimiz ser'î vergilerin aksine bu, her sene vali, mütesellim ve voyvodalar tarafindan, mintika ileri gelenleri ve kadi marifetiyle memleketin nüfusu veya evi (hâne) üzerine tarh olunuyordu. "Rûz-i Hizir" ve "Rûz-i Kasim" hesabina göre senede iki taksitle alinmak üzere tevzi defterleri tanzim ediliyordu. Tanzim edilen bu defterler, ser'iye mahkemelerinin siciline kayd edilirdi. Bu defterlere bir memleket halkindan, toplanmasi kararlastirilmis ne kadar örfî vergi varsa tamami yazilirdi. Yazilan bu miktar, esit sekilde fertlere taksim edilerek alinirdi. Bu defterlerin tasdikli bir sureti, tahsil için kethüda, emin veya özel memurlara verilirdi. Vergi mükellefleri de bu defterlerin kapsadigi sekil ve miktarda vergilerini vererek, kendilerine düsen vatandaslik görevlerini yerine getirmis olurlardi.

Zaman ve mintikalara göre isimleri ile birlikte çesitleri de degisen örfî vergiler, hazinenin vaz geçemiyecegi bir malî yardim halini almisti. Bu vergilerin basinda "îmdadiye" diye isimlendirilen vergi gelmektedir. "îmdadiye-i seferiye" ve "îmdadiye-i hazariye" olmak üzere iki kisma ayrilan bu vergi, isminden de anlasilacagi üzere sefer ve harplere bagli olarak tarh ve cibâyet edilen bir vergi kalemidir. Muharebe masraflarini karsilamak üzere vatandaslardan alinan bir vergidir. Bu vergi, Osmanli Devleti'nin, durmak bilmeyen harplerle karsilasmasi yüzünden hazinenin, malî külfeti kaldiramamasi sebebiyle konulmustu.

Muharebeler esnasinda, bosalan devlet hazinesinin (beytü'l-mal) ihtiyaci olan parayi tedarik etmek ve askerin donatilmasini saglamak için konulan imdadiye vergisi, bazan hazineye gönderilir, bazan da dogrudan dogruya orduya memur olan serdarlara verilirdi. Miktari, durum ve ihtiyaca bagli olarak fermanlarla artip eksilen bu vergi kalemi, tevzi defterlerine yazilip toplanirdi. Bu vergi, sadece esnaf, tüccar vs. gibi halk tabakalarindan alinmiyordu. Duruma göre devlet adamlari da bu vergiye istirak ediyorlardi.

Osmanli Devleti'nde, örfî vergiler kismina giren vergi kalemlerinden biri de "Avânz" adini tasiyan vergidir. Bu vergi, olaganüstü hallerde, tebeaya yüklenen bedenî, malî ve aynî bir vergidir. Avâriz-i divâniye adi ile de anilan bu vergi, devlet masraflarinin memleket nüfusuna tevzi ve taksimi sonucu ortaya çikmistir. Çok eski bir vergi olmakla beraber, ne zaman ihdas olundugu kesin olarak bilinememektedir. Bununla beraber bu verginin Osmanlilardan önce Anadolu beyliklerindeki mevcudiyetinden bazi vesikalar sayesinde haberdar olmaktayiz. Vergi muafiyetini ilgilendiren bu belgeleri nesr eden Uzunçarsili, benzerinin Osmanlilarda da aynen uygulandigini bildirerek söyle der: "Anadolu beyliklerindeki vergi ve rüsûmdan yani "avâriz-i divaniye" ve "rüsûm-i örfiyye"den muafiyet muameleleri, birbirlerinin aynidir. Bu hususa dair asagida vesikalar kisminda Karamanogullarina ait kayitlarla Osmanli tahrir kayitlan karsilastirilacak olursa görüsümüz kesinlik kazanir."

Bu verginin 4-5 yilda bir defa alindigini belirten Lütfi Pasa, bunun Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde sadece bir defa alindigini kaydeder.

Devlet, fevkalade bir vaziyetin icab ettirdigi masraflar ile muayyen vasiflan haiz yiyecek maddelerini, harp levazim ve masraflarini, belirü vergi kaynaklarindan karsilayamayacagini anladigi zaman, özel bazi tedbirler ile memleketin bütün imkânlarini seferber etmeye karar verirdi. Bu karar geregince vaziyetin icabina göre, kendisine lazim olan para, hizmet, esya ve mahsûl miktari tesbit edilerek muhtelif bölge ve mahallere tevzi edilirdi.

Halk arasinda "salgun" diye de adlandirilan bu vergi XIX. asirda tamamen paraya çevrildi. Tanzimat fermani ile de ortadan kaldirildi.

"Avâriz" vergisi, degisik isimlerle zikr ediliyordu. Menzil mali, bedel-i nüzûl, zahire baha, han, resm-i sürsat, kürekçi bedeli, kömür ve kereste bedeli, beldaran, hâne, çayir kirasi gibi isimler bunlardan birkaçidir."

Diger bütün vergilerde oldugu gibi, bazi sinif ve zümreler avârizdan muaf tutulmuslardir. Askerî sinifa mensub olanlarla ilmî ve dinî bazi mansiblarin sahipleri, derbentçi, tuzcu, çeltikçi, ortakçi, katranci ve dogancilar ile bazi vakiflarin reâyasi ve bazi hizmet erbabini burada zikredebiliriz.

Osmanli örfî vergilerinden bir kalem de "Harçlar" adi altinda zikredilmektedir. Bu vergi, daha ziyade resmî dairelere isi düsenlerden alinmaktaydi. Degisik isimlerle alinan bu harçlar, mahkemelerde hakim, kadi ve naiblerin verdikleri hüccetlerden, sicillere geçirilen hükümlerden, mesihat makamindan yazili olarak çikan fetvalardan, ölen bir kimsenin mirasçilari arasinda yapilan miras taksiminden, nikah vs. gibi muamelelerin karsiligi olarak alinmaktaydi.



TOPRAK IDARESI



Osmanli Devleti'nin kurulus döneminde ve bu devletin ekonomik, sosyal ve askerî gelismesinde önemli derecede rol oynayan etkenlerden biri de süphesiz ki toprak sistemidir. Bu sistemin gelismesi ile ilgili müesseseler, devlete bir dinamizm veriyordu. Bu sebepledir ki ortadan kalkip tarihe mal olusuna kadar toprak, bu devletin hayatinda önemli bir rol oynamisti.

Bir toplumun, devlet olabilmesi için, bazi hususiyetleri tasimasi gerekir. Toprak (ülke) bu hususiyetlerin basinda gelmektedir. Çünkü her bagimsiz devletin, hak ve selahiyetlerini, mutlak surette kullanabildigi, belirli sinirlarla tesbit ve tayin edilmis bulunan cografî bir toprak parçasi diye tarif edilen "ülke" kavrami, ancak belli bir topraga sahip olmakla mümkün olabilir.

Islâm öncesi Türklerinde toprak, biri fertlerin digeri de cemaatin olmak üzere iki kisma ayriliyordu. Islâm öncesi Türk devletlerinin, kismen yerlesik de olsa, göçebe hayat tarzi ve an'anelerine göre bir mülkiyet telakkisine sahip olduklari bilinmektedir. Hayvanlarina otlak vazifesi görmesinden dolayi göçebeler için topragin ehemmiyeti büyüktü. Eski Türklerde otlaklar, fertlerin degil, kabile veya cemaatlerin mülkiyetinde bulunuyorlardi. Yedisu havalisinde oturan Kazak-Kirgizlarin isledikleri topraklarda, özel mülkiyet ve cemaat mülkiyeti olmak üzere iki tip mülkiyet vardi. Özel mülkiyete dahil bulunan arazi, kabilenin müsterek mülkiyetinde bulunan topraklarin paylasilmasi ve sahis ile kabileye ait olmayan bos yerlerin benimsenmesi suretiyle meydana gelmisti. Hususi mülkiyette sahibi, tam anlamiyla toragi temellük eder. Öldügü zaman arazi, ogullarina miras kalir. Ancak vâris bulunmadigi zaman söz konusu olan toprak cemaata kalir. Cemaat içerisinde yeni bir aile kurulunca, cemaat ona idaresindeki araziden bir hisse verir. Sayet verilebilecek yeni bir arazi yoksa, cemaat tarafindan onun için, bir arazinin tedarik edilmesine çalisilirdi. Cemaat mülkiyetine ait olan arazi, muayyen parçalara ayrilarak bir kira karsiliginda geçici olarak fertlerin istifadesine terk edilirdi. Bu arazinin kiracilar elinde birakilma müddeti, muhtelif yerlerde toprak, su ve ekim sartlarina göre degisiyordu.

Türklerin Islâm'i kabul edip Islâm medeniyeti içindeki yerlerini almalarindan sonra, dinî, iktisadî ve ictimaî hayatlarinda degisiklikler meydana geldi. Bu sebeple Müslüman Türkler, her konuda oldugu gibi toprak hukuku ve idaresi bakimindan da Islâmî prensiplere bagli kaldilar. Bunun içindir ki, Islâm toprak hukuku ile ilgilenenler tarihî açidan bu sistemi dört ana devreye ayirirlar. Bunlar:

a)Islâmiyetin baslangicindan Hz. Ömer'in halifeligi dönemine kadar olan devre,

b)Hz. Ömer devri,

c)Abbasi ve Selçuklu devri,

d)Osmanli devri.

Islâm medeniyeti içerisinde basli basina bir devreye konu olabilecek olan Osmanli toprak uygulamasi, gerçekten toprak hukuku bakimindan büyük bir önem arz eder. Filhakika Osmanlilar, birçok müessesede oldugu gibi toprak mevzuunda da kendisinden önceki müslüman devletlerin tatbikatindan istifade etmislerdi. Zaten onlara bigâne kalmalari da mümkün degildi. Bu sebepledir ki devlet, henüz bir beylik durumunda oldugu zaman bile, Islâmî bir sistemin yerlesmesi için çalisiyordu. Bunun içindir ki bu Müslüman unsurlar (göçlerle gelen ve uçlarda yasayan göçebe Müslüman Türkler) Osmanli Beyligi'ni siyasî ve kültürel bakimlardan, klasik Islâm geleneklerinin ihyasini hedef tutan bir devlet olmaya dogru gelistirdiler. Osman Gazi'nin halefleri, tedricen "sultan"lar haline geldiler. Onlarin etrafinda karakterini dil ve irktan ziyade din ve medeniyetin tayin ettigi bir "Osmanlilar cemiyeti" tesekkül etti.

Islâm âleminde bir gelenek olarak, Osmanlilardan önceki müslüman devletlerde ve özellikle Büyük Selçuklularda görülen ikta sistemi, Büyük Selçuklulardan sonra gelen bütün Türk Islâm devletlerinde uygulanmistir.

Selçuklularin, askerî mukataalar ihdas etmeleri, hanedanin, kendi baslica dayanagi olan Türk unsuruna mensup kütleleri yabanci sahalarda yerlestirmek, onlara hem toprak vermek hem de lüzumunda askerî bir kuvvet olarak faydalanmak fikrinden dogmustur. Bu suretle yavas yavas topraga baglanan göçebeler, hem bir karisiklik âmili olmaktan çikiyor, hem de devlete kuvvetli bir askerî dayanak teskil ediyorlardi. Bu usulün ehemmiyet ve faydasi, bilhassa Bizans'tan zapt edilen yeni sahalarda daha açik bir sekilde görünüyordu. Kismen harplerde ve fetihlerde imha veya esir edilen ve kismen de yerlerinde birakilan yerli ahaliden kalmis genis Anadolu topraklari, Selçuklularin takib ettikleri ikta sistemi sayesinde yavas yavas Türklesti.

Osmanlilarin, kendilerinden önceki Müslüman Türk devletlerinden mâhirâne bir usul ile alip tatbik ettikleri timar sistemi, Osman Gazi ile baslar. O, zapt ettigi bütün yerleri timar olarak silah arkadaslari ile askerlerine veriyordu. Itaat eden yerli halki da yerinde birakiyordu. Hatta o, arkadaslarindan bazilarinin uysal ve itaat eden ahaliyi herhangi bir sebeple yerlerinden kaçirmalarina engel oluyordu. Âsikpasazâde'ye göre o: "Her kime kim bir timar virem âni sebepsiz elinden almayalar ve hem ol öldügü vakitte ogluna ve eger küçücük dahi olsa vireler. Hizmetkârlari sefer vakti olicak sefere varalar, tâ ol sefere yarayinca. Ve her kim kanun düzse Allah andan râzi olsun. Ve eger neslimden bir kisi bu kanundan gayri bir kanun koyacak olursa edenden ve ettirenlerden Allah Teâla râzi olmasin" demistir. Selçuklu uygulamasi ile ayni özellikleri tasiyan bu sözlerden su sonuçlar çikmaktadir:

1- Sebepsiz yere hiç kimsenin timari elinden alinamaz.

2-Timar sahibinin ölümü halinde timari ogluna intikal eder.

3-Ogul sefere gidemeyecek kadar küçükse, harbe gidecek yasa gelinceye kadar onun yerine hizmetkârlari sefere gideceklerdir.

Anadolu'da, Osman Gazi ile baslayan timar sistemi, ondan sonra gelen torunlari tarafindan devam ettirildi. Gerçekten de Orhan zamaninda timar tevcihlerine dair bir çok tarihî kayit bulunmaktadir. Ayrica gazilerin yani timar erlerinin yeni zaptedilen uslara yerlestirildigi hakkindaki rivayetler de timarlarin askerî özellik ve mahiyetlerini daha iyi anlamamiza vesile olmaktadir. Hatta timarlarda bulunan yerli halk da zaman zaman sipahilerle birlikte kendi din kardeslerine karsi harplere katiliyorlardi. Rumeli fetihleri baslayinca timar sistemi oralarda da uygulanmaya basladi. Gelibolu havalisinin Yakub Ece ile Gazi Fazil'a timar olarak verildigi ilk tarihî kaynaklarda belirtilmektedir. Sultan I. Murad devrinde Rumeli fütuhati ehemmiyet kazaninca Anadolu'dan pekçok halk ve bazi Türk asiretleri oradan alinip Rumeli'ye iskan ettirildiler. Bu yeni gelenlerin geçimlerini saglamak için onlara toprak tahsis edilmesi gerekiyordu. Bu durum sebebiyle, timar sistemi daha da yayginlik kazanmaya basladi.

Baslangiçta "Has" ile "Timar" seklinde ikiye ayrilmis olan birlikler, I. Murad döneminde yeni bir kategorinin katilmasi ile üç kisma ayrildilar. Rumeli Beylerbeyi Lala Sahin Pasa ölünce, onun yerine Kara Ali oglu Kara Timurtas Pasa beylerbeyi olmustu. Dirlikleri yeniden düzenlemek isteyen Kara Timurtas Pasa, "Has" ile "Timar" arasinda "Zeâmet" adi ile yeni bir derece ihdas etti. Tedricî bir tekâmül takib ettigi muhakkak olan bu toprak sistemi, topragin mülkiyet haklari ile ilgili degildir. Böylece rakabesi (possesio) devlet elinde alikonulmus topraklar rejimi, Osmanli Devleti'nde en genis ölçüde ve en serbest bir sekilde tatbik edilebilmistir. Bu rejimde, topragin menfaati kendisine birakilan sinif, topragi fiilen isleyen reâyâdir. Burada sunu da hemen belirtelim ki, Osmanli reâyasinin sahip bulundugu haklar, Avrupa'daki "Serf'lerin sahip oldugu haklar ile kiyas edilemeyecek kadar daha medenî, daha insanî ve daha mütekâmildir. Konuyu daha netlestirmek ve bir fikir vermek üzere Osmanli reâyasinin muasiri olan Avrupa'daki serflikten ve onlarin durumundan kisaca söz etmek gerekir.

Avrupa'da topraga yerlestirilmis olan köle (serf, çiftçi) bazi isleri hür insanlar gibi yapamaz. O, birçok haktan mahrumdur. Derebeylik sisteminin getirdigi feodalizme göre serfler, hukukî bakimdan diger insanlardan tamamen farkli bir hüviyete sahiptirler. Asagidaki maddeler, onlarin nasil bir statüye sahip olduklarini ortaya koyacaktir:

a- Istedikleri ile evlenemezler, baska senyörlerin serfleri veya hürlerle evlenemez.

b- Serflerin mirasi hür olan insanlarinki gibi vârislerine intikal etmez, sahipleri istedikleri gibi mirasa müdahale edebilirler.

> c-Istedikleri meslegi seçme, çalisip çalismamada serbestlikleri yoktur.

d-Efendilerinin angarya islerinde çalismak ve belli zamanlarda onlara hediye takdim mecburiyetleri var.

e- Serfleri cezalandirmak efendilerine aittir.

f-Serfler, ruhban sinifi ve manastirlara giremezler, mahkemelerde hür bir insana karsi sahidlikleri kabul edilmez.

Serflerin içinde bulundugu bu duruma karsilik Osmanli reâyâsi hür insanlardi. Onlar ,her türlü hukukî statüye sahiptirler. Serf veya ortakçi kullarla bir ilgileri yoktur. Bu sebepledir ki, Avrupa feodal toplum yapisinda görülen köylü isyan ve ihtilallerine, son derece karisik dinî ve sosyal gruplari bünyesinde toplayan Osmanli Devleti'nde tarihin hiç bir döneminde rastlanmaz. Sinif tesekkül ve kavgasina zemin hazirlamayan Osmanli toplum yapisi, baska toplumlarla kiyasi mümkün olmayan sosyal bir özellik arzeder. Bati insaninin yüzyillar boyu sürdürdügü sinif mücadelesini ve kölelikten kurtulma savasinin izlerini Türk ictimaî hayatinda görmek mümkün degildir.

Osmanli Devleti kuruldugu ve daha sonra feth ettigi memleketlerde, bir çesit toprak köleliginin mevcud oldugu düzensiz bir derebeylik nizami ile karsilasmistir. Bu nizamin, toprak münasebetlerinde sebep olacagi düzensizlikleri önlemek için mevcud toprak düzenine sür'atle müdahale etmis, topraga dayanan asalete son vermek suretiyle, topragi isleyenleri serf olmaktan çikarmis, derebeylik yerine timar sistemini, serf yerine timar sahibi olan sipahî ile aralarinda sadece akdî bir münasebet bulunan, bir çesit aynî hak sahibi kiraciya benzer toprak mutasarriflarini ikame etmistir. Böyle bir toprak düzeni ise topragin mülkiyetinin devlette olmasiyla mümkündür. Iste bunun içindir ki Osmanli hükümdarlari, Islâm fetihlerinin baslangicinda oldugu gibi, fethedilen topraklarin bir kisminin mülkiyetini halka birakirken, bir kisminin rakabesini hazine için alikoymus ve sadece tasarruf hakkini halka tefviz etmistir.

Baslangiçta, arazinin mülk ve mirî olarak ikiye ayrildigi Osmanli Devleti'nde, bilahare arazinin tam***** yakin bir kismi mirî rejime tabi tutulmustur. Üsküp ve Selânik kanununun basina koydugu mukaddimesinde Ebu Suud Efendi (898-982/1490-1574), arazinin mirî olus sebeplerine temas ederken ayni zamanda, Islâm hukukuna göre arazinin mahiyetinden de söz eder. Ona göre:

"Bilâd-i Islâmiyede olan arazi, muktezay-i seriat-i serife üzre üç kisimdir:

Bir kismi arz-i ösriyyedir ki hin-i fetihte (fetih esnasinda) ehl-i Islâm'a temlik olunmustur. Sahih mülkleridir (gerçek mülkleridir). Sâir mallari gibi nice dilerlerse tasarruf ederler. Ehl-i Islâm üzerine ibtidâen harac vaz'i, na mesrû olmagin (mesru olmadigi için) ösür vaz' olunmustur. Ekerler, biçerler, hâsil olan gallenin ösründen gayri asla bir habbe alinmaz. Âni dahi kendiler fukara ve mesâkine virürler. Sipahdan ve gayridan asla bir ferde helâl degüldür. Arz-i Hicaz ve arz-i Basra böyledir.

Bir kismi dahi arz-i haraciyedir ki, hin-i fetihte keferenin ellerinde mukarrer kilinup kendilerine temlik olunub üzerlerine hasillarindan ösür yahut sümün yahud subu', yahud südüs, nisfa degin (1/10, 1/8, 1/7, 1/6, 1/2) arzin tahammülüne göre harac-i mukaseme vaz' olunup yilda bir miktar akça dahi harac-i muvazzaf vaz' olunmustur. Bu kisim dahi sahiplerinin mülk-i sahihleridir. Bey'a ve siraya (satma, satin alma) vesair enva-i tasarrufata kadirdirler. Istira edenler dahi vech-i mezbur üzerine ekerler biçerler, harac-i mukasemin ve harac-i muvazzafin verirler. Ehl-i Islâm istira etseler dahi kefereden alinagelen haraclari sâkit olmaz (haraçlari düsmez). Bi kusur edâ ederler. Egerçi ehl-i Islâm'a ibtidâen harac vaz' olunmak mesru degildir. Amma bekaen alinmak mesrudur. Mutasarrif olanlar eger ehl-i zimmettir eger ehl-i islâmdir madem ki ellerinde olan yerleri ziraat ve hiraset edüp ta'dil eylemeyeler asla dahl ve taarruz olunmaz nice dilerler ise tasarruf ederler. Fevt oldukta sair emvâl ve emlakleri gibi vereselerine intikal eder. Sevad-i Irak arazisi böyledir. Kütüb-i ser'iyyede mestûr ve meshur olan arazi bu iki kisimdir.

Bir kisim dahi vardir ki, ne ösriyyedir ne de vech-i mezbûr üzerine haraciyyedir. Âna arz-i memleket derler. Asli haraciyedir. Lakin sahiplerine temlik olundugu takdirde fevt olup verese-i kesire mabeynlerinde taksim olunup her birine bir cüz'î kit'a degüp her birinin hissesine mabeynlerinde taksim olunup her birine bir cüz'î kit'a degiip her birinin hissesine göre haraclari tevzi ve tayin olunmakta kemal-i suûbet ve iskâl olup belki âdeten muhal olmagin rakabe-i arazi, beytü'l-mal-i müslimîn içün alikonulup reâyaya ariyet tarikiyla virülüp ziraat ve hiraset idüp, bag, bahça ve bostan idüp hâsil olandan harac-i mukasemin ve harac-i muvazzafin vermek emr olunmustur. Sevad-i Irak'in arazisi eimme-i din mezheblerinde bu kabildendir.

Bu diyar-i bereket siarin arazisi dahi bu uslûb üzerine arz-i memlekettir ki, arz-i mîrî demekle mâruftur. Reâyânin mülkleri degüldür. Ariyet tarikiyla tasarruf idüp ziraat ve hiraset idüp ösür adina harac-i mukasemesin ve çift akçasi adina harac-i muvazzafin virüp madem ki, ta'til itmeyüp vücuh-i merkume üzerine tamir idüp hukukun eda ederler kimesne dahl ve taarruz eylemeyüp fevt oluncaya degin nice dilerler ise tasarruf ederler. Fevt oldukta ogullari kendilerin makamlarina kayimlar tafsil-i mezbur üzerine tasarruf ederler. Ogullan kalmaz ise hariçten tamire kadir kimesnelere ücret-i muaccele alinip tapuya verilip anlar dahi tafsil-i sâbik üzere tasarruf ederler."

Görüldügü gibi devlet, reâyânin elindeki topragin miras yolu ile parçalanmasi, serbest alisveris usûlü ile gelisigüzel sahip degistirmesi ve borç için hacz edilmesi gibi sebeplerie müstakil küçük köylü isletmelerinin mevcudiyetini tehlikeye düsüren muameleleri önleyici hükümler koymustu. Bu yüzden kanunnâmelerde "yer beyliktir", yerde bey'u sira ve hibe ve miras vesair tasarrufat ser'an ve örfen memnudur denilmektedir.

Müslüman Devletlerde arazinin mîrî olus sekillerini söyle siralayabiliriz:

a) Fethedilen arazi, gâliplere (fâtihlere) tevzi, veya mahallî halk elinde birakilmayarak devlete (beytü'l-mal) mal edilmek suretiyle. Islâm hukukuna göre devlet baskani bu arazi ile ilgili olarak istedigi gibi tasarrufta bulunabilir.

b) Fetih esnasinda nasil muamele gördügü belli olmayan arazi.

c) Mülk araziden olan topragin, mâlikinin mirasçi birakmadan ölmesi ve vasiyette bulunmamasi halinde arazinin hazineye intikal etmesi ile.

d) Topragin, mururu zaman (zaman asimi) ile sahibi bilinememek yüzünden hazineye intikali suretiyle.

e) Rakabesi devlete ait olmak üzere ihya edilen ölü (mevat) toprak.

Osmanli toprak sisteminde "emîriyye" denilen arazi de iki kisma ayrilmaktadir. Bunlar:

1- Arazi-i emirîye-i sirfa (beytü'l-male ait)

2- Arazi-i emirîye-i mevkufa (vakfa ait)

Tafsilatina girmeden,sadece kaç kisim olduguna isaret ettigimiz arazi-i emirîye, 1274/1858 tarihli arazi kanunnâmesinin 3. maddesinde söyle tarif edilmektedir:

"Arazi-i emirîyye, beytü'l-male ait olarak ihale ve tefvizi, taraf-i Devlet-i Aliyye'den icra olunagelen tarla ve çayir ve yaylak ve kislak ve korular ve emsali yerlerdir ki, mukaddema ferag ve mahlulat vukuunda sahib-i arz itibar olunan timar ve zeamet ashabinin ve bir aralik mültezim ve muhassillarin izin ve tefviziyle tasarruf olunur iken, muahharan bunlarin ilgasi hasebiyle el-haletu hazihi taraf-i Devlet-i Aliyye'den bu hususa memur olan zatin izin ve tefviziyle tasarruf olunup mutasarriflari yedlerine bâlâsi tugrali tapu senetleri verilir."

1858 tarihli arazi kanununa göre Osmanlilarda arazi: a- Arazi-i Memlûke, b- Arazi-i Emîrîye, c- Arazi-i Mevkufa, d- Arazi-i Metrûke, e- Arâzi-i Mevât olmak üzere bes gruba ayrilmaktadir:

> a- Arazi-i Memlûke: Mülkiyet yolu ile tasarruf edilen topraklar olup dört kisimdan ibarettir: 1- Kasaba ve köylerdeki arsalar olup yarim dönümlük yerlerdir. 2- Emîrîye topraklardan mülkiyete dönüstürülen yerlerdir. 3- Ösrî topraklardir. 4- Haracî topraklardir.

Arazi-i Memlûkeye mâlik olanlar, mallarini diledikleri gibi kullanir, isler, satar, hibe veya vakf edebilir. Bütün bu muamelat için fikhî hükümler tatbik edilir.

b- Arazi-i Emirîye: Devlete ait olup fertlere, tarla, otlak, yaylak, kislak vs. olarak tahsis edilen yerlerdir. Eskiden timar ve zeamet sahipleri tarafindan kullanilan bu topraklar, arazi kanunnâmesi hükümlerine göre tapu ile tasarruf edilir hale getirilmistir.

c- Arazi-i Mevkufa: Toplumun menfaati göz önünde bulundurularak vakf edilmis olan topraklardir. Vakfi yapan (vâkif) tarafindan tesbit edilen sartlara göre kullanilir.

d- Arazi-i Metrûke: Toplumun menfaati için yapilan yollar, köprüler ile köy ve kasaba halkinin birlikte istifade edebilmesi için birakilan mera, koru vs. gibi yerlerdir.

e- Arazi-i Mevât: Köy, kasaba ve fertlere tahsis edilmemis bulunan ve imar bölgeleri disinda birakilmis olan topraklardir.

TIMAR (DIRLIK)
Bu sistem, devlete ait mîrî arazinin, savaslarda yararliligi görülen, kale yapim ve tamirinde bulunan, devlete hizmet eden mücahidlere, askerlere ve diger bazi hizmet erbabina dagitilarak, bu kimselerin, kendilerine verilen araziye ait örfî ve ser'î vergileri toplamasi seklinde belirlenebilir. Topragin "rakabe" denilen çiplak mülkiyeti devlete, kullanma ve yararlanma hakki timar sahibine aittir. Daha önce de temas edildigi gibi toprak üzerindeki bu hak, babadan ogula intikal etmekte, ancak timar sahibinin topragi satmasi, hibe etmesi, bagislamasi, rehine koymasi veya miras olarak intikal ettirmesi mümkün degildir.

Osmanli Devleti'nde, mirî arazi rejiminin sonucu olarak timar (dirlik) adi verilen bir sistem ortaya çikti. Bu, daha önceki Müslüman devletlerdeki "Ikta" sistemi ile ayni olmakla birlikte ona göre biraz daha gelismisti. Osman Gazi'nin fetihleri ile ortaya çiktigini daha önce gördügümüz bu uygulama, I. Murad döneminde teskilâtli ve sistemli bir kurum haline geldi. Önceleri timar ve has diye ikiye ayrilan dirliklere bu devirde Kara Timurtas Pasa yardimiyla "zeâmet" diye malî yönde ikinci derecede bulunan bir kisim daha ilave edildi.

Devlette, büyük bir fonksiyonu bulunan timar sistemi, Osmanli toprak rejiminin temelini teskil ediyordu. Zira bu toplumda iktisadî, ictimaî, askerî ve idarî teskilâtlarin tamami büyük ölçüde toprak ekonomisine dayanmaktaydi. Toplum hayatinda en küçük vazife sahibinden, devletin en üst kademesinde bulunan hükümdara varincaya kadar hemen hemen bütün sosyal gruplar, geçimlerini toprak ürünleri ile sagliyorlardi.

Toprak taksimatinin en küçük bölümü olan timar, geliri 3 bin ila 20 bin akça arasinda degisen askerî dirliklere verilen bir isimdir. Devrin imkânlari göz önünde bulundurularak bir kisim asker ve memurlara geçimlerini temin hususunda böyle bir kaynak saglanmistir. Nitekim bu mânâda "zeâmet ve timar ki defi a'da için tâyin olunan mal-i mukateledir ve asker dahi bunlari tasarruf edenlerdir denilmektedir. Keza, Islâm Ansiklopedisindeki genis makalesinde Barkan da bu mevzuda sunlari söylemektedir:

"Osmanli Imparatorlugunda geçimlerini veya hizmetlerine ait masraflari karsilamak üzere bir kisim asker ve memurlara, muayyen bölgelerden kendi nâm ve hesaplarina tahsil selâhiyeti ile birlikte tahsis edilmis olan vergi kaynaklarina ve bu arada bilhassa defter yazilarindaki senelik geliri 20 bin akçaya kadar olan askerî dirliklere verilen isimdir." Kendisine böyle bir imkân taninan kisi (timar sahibi, sipahî), buna karsilik bâzi vazifelerle mükellef tutulmaktadir. O, batidaki toprak sahiplerinin, serflerine karsi takindiklari tavir gibi bir pozisyonda bulunamaz. Keza, timari içinde meydana gelen olaylara, toprak sahibi sifatiyle müdahalede bulunamaz. Zira "Osmanli Imparatorlugunun adlî düzeni icabi, herhangi bir cezanin tatbiki için bütün suçlarin kadi mahkemeleri önünde usûlü vechiyle tesbit edilerek hükme baglanmis bulunmasi lâzimdir. Ne kadar kudretli kisiler olurlarsa olsunlar, timar sahipleri reâyanin hukuk ve ceza dâvalarina bakmak ve onlara ceza tâyin etmek yetkisine sahip degildi. Hatta diger askerî sinif mensuplari gibi, timar sahiplerinin de kendi reâyasi ile beraber ayni mahkemeler önünde, ayni kanunlara göre muhakeme edilerek hüküm giymeleri icabediyordu. Mahkeme karari olmaksizin, kimsenin hapsedilmesi, zincire vurulmasi, iskenceye tâbi tutulmasi veya para cezasi ödemesi câiz degildi." Osmanlilarda topragin rakabesi devlete aittir. Bununla beraber, çiftçinin vermekle mükellef tutuldugu vergiyi dogrudan dogruya devlet degil ve fakat onun adina bir maas karsiligi olarak herhangi bir memur alir ki, böyle bir memuriyeti bulunana sipahî, bu tatbikata da, "timar sistemi" adi verilmektedir. Sipahî, timari içinde çalisanlara haksiz bir ceza veremiyecegi gibi, onlara angarya da yükleyemez. Zira Osmanlilarda, timari içinde, sipahinin bir kisim topraklari kendi nâm ve hesabina isleten ve bu maksatla idaresi altinda bulunan reâyânin isgücünü angarya mükellefiyetleri ile kullanmak mecburiyetinde olan büyük bir çiftlik sâhibi durumunda olmadigi anlasilmaktadir. Ayni sekilde, mîrî arazi tasarruf eden bir reâyâ ile sipahî arasinda, büyük ölçüde ekonomik bir farklilasma görülmez. Birisi, idarîaskerî vazifeler karsiligi toprak gelirinden istifade ederken, digeri sadece emek karsiligi bu ürünlerden faydalanmaktadir. Osmanli cemiyetindeki bu iki sinif insanin emeklerini toprak geliri ile karsilamasi, maddî farklilasmayi ortadan kaldiran önemli bir âmil olmustur.

Sipahî, reâyâdan miktar ve cinsleri kanunlarla tesbit ve tâyin edilmis olan bir kisim vergiden fazlasini tahsile selâhiyetli degildi. Selâhiyetini tecavüz edenden de dirligi, bir daha geri verilmemek sartiyle alinirdi. Nitekim, 14 Muharrem 973 (12 Agustos 1565) de Sivas Beylerbeyi, Sivas ve Arapkir kadilarina yazilan bir hükümde, Divrigi Beyi Kasim'in seriat ve kanuna aykiri olarak reâyâya haksizlik ettiginin mahkeme tarafindan tesbit edilmis olmasi cihetiyle, sancaginin tebdiline karar verildigi bildirilmektedir. Ayni seneye 973 (1565) ait baska bir belgeye göre Avlonya Kadisina yazilan bir hükümde de mezkûr kazaya bagli Aspurokilise adindaki köyde timar tasarruf eden Burhan oglu Ahmed Sipahî, ehl-i senaattan olmak, çesitli kötülük ve haksizliklari bulunmakla hapsedilmesi ve timarinin elinden alinmasina dair tafsilâtli bilgi verilmektedir. Ekonomik ve sosyal durumlari ile dinî inançlari tamamen farkli, çesitli kavimlere mensup kimseleri sinirlan içinde barindirarak onlari tebea edinen Osmanli Devleti, böylece timar sahibinin yapabilecegi herhangi bir haksizligin önünü almis oluyordu.

Sipahî, mîrî arazinin halka tefvizinde, devletin bir temsilcisi olarak vazife görmektedir. O, arazinin gerçek sahibi degildir. Bunun içindir ki devlet, timarlarin kapali bir sistem halinde çalismasini engellemek, onlari devamli kontrol etmek ve gerektiginde müdahalede bulunmak için devamli surette buralara çesitli memurlarini gönderir. "Timar sahiplerinin kendilerine tahsis edilmis olan arazi ve reâyâya ait ser'î veya örfî bir takim hak ve resimleri (vergi) kendi nâm ve hesaplarina toplayip onlarin gelirleri ile birtakim vazifelerin ifâsini temin ettiklerini biliyoruz. Bununla beraber, sipahî timarlarini, malî bakimdan hârice karsi tamamiyle kapali ve müstakil bir bütün, bir müafiyet (imnunite) sahasi olarak kabul etmek de mümkün degildir. Çünkü vergilerin toplanma sekli ile aidiyyeti hususlari, siki bir sekilde merkeziyetçi bir devlet teskilâti tarafindan mürakebe edilmekte ve sipahî timarina, muhtelif hak ve vazifeler dolayisiyle birçok devlet memuru girip çikmaktadir."

TIMAR SISTEMININ TEKÂMÜLÜ
Osmanlilarda, Osman Gazi ile baslayan timar sistemi, Yildirim Bâyezid zamaninda Timur'la yapilan savastan dolayi bir duraklama devresine girmisti. Bu hâl, Fâtih devrine kadar tesirini göstermistir. Fâtih Sultan Mehmed, devletin artan ihtiyaçlarina uygun olarak, devlet teskilâtini tanzim etmek ve bu arada timar sistemini gelistirmek için yeni kanunlar çikarmistir. Nitekim o, timar sisteminin düzenlenmesi, timar topraklarinin arttirilmasi ve aksakliklarin giderilmesi konusunda önemli yeniliklerde bulunmustu. Onun, aslinda devlete ait olup çesitli yollarla devletin elinden çikarak mülk veya vakif haline gelmis olan topraklan tekrar mîrî haline getirmesi operasyonu meshurdur. Bu dönemde bütün vakif ve mülkler gözden geçirilerek 20.000'den fazla köy ve mezra vakif veya mülk olmaktan çikarilip sipahilere dagitilmistir.

II. Bâyezid (1481-1512) zamaninda timar teskilâtinda pek büyük bir degisiklik yapilmadi. Yavuz Sultan Selim (1512-1520) devrinde timar sistemi mükemmel bir sekilde islenmis, sipahî ve "cebelû"lerin miktari 1514 yilinda 140 bin kisiyi bulmustu.

Timar teskilâti, Kanunî Sultan Süleyman devrinde tekâmülünün zirvesine ulasmistir. Kanunî'nin timarlarla ilgili fermanlari bu hususta çok açik birer delil teskil etmektedirler. Keza bu dönemdeki timar sayisindan ve "cebelû" miktarindan da haberdar bulunmaktayiz. Nitekim, Kanunî zamaninda irili ufakli 37521 timar vardi. Bunlardan 6620 Rumeli, 2614 Anadolu, 419 Haleb ve Sam vilâyetlerinde bulunuyordu. Bunlardan 9653'ü kale muhafiz timari, geriye kalan 27868'i ise tamamiyle eskinci timari idi. Bahis mevzu 27868 eskinci timari sahiplerinin, harbe beraber ***ürmek mecburiyetinde olduklari "cebelû" (veya cebelî) denilen silâhli ve zirhli askerlerle 70-80 bin kisilik atli bir timarli sipahî ordusu teskil ettikleri tahmin edilmektedir. Padisahin hassa ordusu demek olan Istanbul'daki KapiKulu Ocaklarinin bu devirdeki mevcudu ise henüz 27 bin civarinda idi. Kanunî zamaninda bütün müesseseler gibi dirlik (timar) sistemi de tekâmülünün zirvesine ulasmistir. Bu dönemdeki timarli asker sayisinin yukanda verilenden daha fazla oldugu ve bunun 200 bin civarinda bulundugu da söylenmektedir.

Osmanli toprak düzeninde dirlikler, üç kisma ayriliyordu. Bunlar:

a) Has: Padisah, vezir ve ileri gelen devlet adamlarina tahsis edilip, senelik hâsilati 100 bin akçadan fazla olan yerlere (dirliklere) denirdi. Her has sahibi, gelirinin her bes bin akçasi için bütün masraflari kendisine ait olmak üzere bir "cebelû" yetistirmek ve beraberinde harbe ***ürmek mecburiyetindeydi. Haslar irsî degildir.

b) Zeâmet: Senelik hâsilati 20-100 bin akça arasinda degisen dirliklerdir. Bu gelirin 20 bin akçasi kiliç hakki oldugundan, zeâmet sahibi bunun disinda kalan her bes bin akça için bir "cebelî"yi yetistirmek ve harbe ***ürmek zorundaydi. Zeâmetler, devlet merkezinde bulunan hazine ve timar defterdarlarina, zeâmet kethüdalarina, sancaklardaki alay-beyine kale dizdarlarina, kapicibasilara, hâcegan-i divan-i hümâyuna ve müteferrikalara tevcih olunurdu. Bunlarin büyük bir suçu görülmedikçe zeâmetleri ellerinden alinmazdi.

c) Timar: En küçük kategoriyi teskil eden ve senelik geliri 3.000-20.000 akça arasinda olan dirliklerdir. Bu dirlikte, cinslerine göre kiliç hakki degismektedir. Nitekim, Rumeli'de bulunan Budin, Bosna, Timasvar beylerbeyliklerindeki 6000'lik tezkireli timarlarin kiliçlari 3'er bindir. Anadolu, Karaman, Maras, Rum, Diyarbekir, Erzurum, Haleb, Sam, Bagdad ve Kibris eyâletlerindeki tezkireli timarlarin kiliçlan ise 2 bindir. Kiliç hakkinin disinda kalan her üç bin akça için timar sâhibi bir "cebelî" yetistirmek zorundadir.

Osmanli toprak rejiminde her dirligin çekirdegini teskil eden ve "kiliç" adi verilen bir kisim vardir. Timarlar, kiliç tâbir edilen ve hiç degismeyen bir çekirdek kismi ile bu kisma zamanla ilâve edilmis olan hisselerden tesekkül eder. Timarlarin bulundugu yer ve durumuna göre farklilik arz eden her "kiliç"a bir timar sahibinin tayin edilmis olmasi lâzimdir. Bir kiliç yerine iki kisi tayin edilemez. Bu, her sancaktaki zeâmet ve timarlarin büyüklü-küçüklü dagilis seklinin ve kadro mevcutlarinin ayni kalmasini temin için bas vurulmus bir çaredir.

TIMAR ÇESITLERI
Osmanli toprak düzeninde, timarlari siniflandirmak güç ve ince bir is olmakla birlikte onlari tiplerine göre birkaç kisma ayirabiliriz. Bunlar:

1. Timar arazisinin mülk olarak verilip verilmemesine göre:

a) Mülk timarlar: Anadolu'nun bazi vilâyetlerinde mevcud olan bu tip timar sâhipleri, sefer aninda yerlerine "cebelû"lerini gönderebiliyor, kendileri ise sefere istirak etmeyebiliyorlardi. Bu mükellefiyetini yerine getirmeyen timar sahibinin bir yillik geliri hazine tarafindan alinirdi. Fakat timar baskasina verilmezdi. Ölümü halinde ogluna, yoksa diger mirasçilarina kalirdi.

b) Mülk olmayan timarlar: Bunlar, hizmet mukabili vâridatinin bir kisminin tahsisi suretiyle verilen timarlardir ki, Osmanli timarlarinin çogu bu nevi'dendir.

2. Timar sahiplerinin gördügü islere göre:

a) Eskinci timarlari: Bunlarin sahipleri alay beyinin sancagi altinda sefere eserler (giderler). "Cebelî"leri ile birlikte sefere gitmek zorunda olan bu tip timarlarin mutasarriflari, sefere esmedikleri zaman timarlan ellerinden alinirdi. Osmanli toprak sisteminde bu nevi'den olan timarlar çogunlukta idi.

b) Mustahfiz timarlari: Bu timarlarin sahipleri, mensubu bulunduklari kale muhafazasinda bulunurlardi.

c) Hizmet timarlari: Bâzi serhadlerde bulunan câmilerin imâmet ve hitâbetinde bulunanlar ile saraya hizmet edenlere verilen timarlardir.

3. Verilis sekillerine göre: Timarlarin, beylerbeyi tarafindan veya Istanbul'dan verilmesine göre siniflandirilmasi ile ilgilidir. Buna göre timarlar ikiye ayrilmaktadir:

a) Tezkireli: Beylerbeyilerin, bir tezkire ile devlet merkezine teklif ettikleri timarlara bu isim verilirdi.

b) Tezkiresiz: Beylerbeyilerin, kendi beratlari ile verdikleri timarlara da tezkiresiz adi verilir.

Küçük timarlarin dagitilmasinda beylerbeyilerin selâhiyetleri büyüktü. Muhtelif eyâletlerde degisik baremlerde olmak üzere defter yazilari belirli bir rakamin altinda olan timarlarin sahiplerini beylerbeyiler kendi tugralarini tasiyan beratlarla dogrudan dogruya tâyin edebiliyorlardi. Daha büyük bir gelir saglayan timarlarda ise beylerbeyi, o timara hak kazanmis olan sipahinin eline bir "tezkire" vererek tâyinini devlet merkezine teklif eder. Bu sipahinin berati, devlet merkezinden verilirdi. Beylerbeyinden böyle bir tezkire alan sipahî, Istanbul'a giderek 6 ay içinde beratini almak zorunda idi. Aksi takdirde timarinin gelirinden faydalanamazdi.

Dogrudan dogruya beylerbeyi tarafindan verilen tezkiresiz timarlarin defter geliri düsüktür. Bunlarin en büyügü Rumeli'deki eyâletlerle (Budin, Bosna, Timasvar vs.) Sam, Haleb, Diyarbekir, Erzurum ve Bagdad bölgelerinde 6000, Anadolu ve Kibris eyâletlerinde 5000, Karaman, Zülkadiriye ve Rum eyâletlerinde de 3000 akçalik geliri olan timarlardir.

Osmanli timar sisteminde dikkat edilen hususlardan biri de tezkireli timarlarin bozulup tezkiresiz hâle getirilemeyisidir.

4. Malî durumlarina göre:

a) Serbest timarlar: Timar sahibinin "resm-i arûs", "resm-i tapu", "kislak", "yaylak", "cürüm, cinayet" vs. gibi vergileri, alma hakkina sahip bulundugu timarlardir, (dirliklerdir). Bunlar, vezir, beylerbeyi, sancakbeyi, nisanci, defterdar, divan kâtipleri, çavuslar çeribasilari, sübasilar ve dizdarlar gibi yüksek rütbeli idare âmirleri ile memur ve askerlerin has ve zeâmetleridir. Bunlar, bazi imtiyazlara sahiptirler.

b) Serbest olmayan timarlar: Böyle bir timari tasarruf eden sipahînin, serbest timar tasarruf eden gibi bir yetkisi yoktur. Onun için yukarida adi geçen vergileri kendi nâm ve hesabina alamaz.

Çesitli yönleri ile tedkik ettigimiz timar sisteminin geçirmis oldugu merhaleler ile farkli sebeblere bagli olarak aldiklari degisik isimleri gördük. Beldiceanu, kendine göre ve özellikle timar tasarruf eden kimselere göre ayri bir siniflandirma yapmaktadir.

TIMAR SISTEMININ BOZULMASI VE ORTADAN KALKMASI
Kanunî Sultan Süleyman devrinde, tekâmülünün zirvesine erisen timar sistemi, bu pâdisahin ölümünden sonra bozulma temâyülü göstermeye baslamis olacaktir. Koçi Bey (? 1640), 992 (1584) tarihine kadar timarlarin kiliç ehli elinde ve ocakzâdelerde bulundugunu, bu sinifa yabanci ve kötü kisilerin girmedigini keza timarlarin büyükler ile âyânin sepetine de girmedigini belirterek o ana kadar bir bozulma belirtisi görülmedigine isaret eder. Fakat XVI. asrin sonlarina dogru timarlarin iltizam usûlü ile verilmesi, bunun neticesinde mültezimlerin fazla kâr saglayabilmeleri için reâyâya haksizliklarda bulunmalari, bozulmanin baslangici sayilmaktadir. III. Murad (1574-1595) devrinde bozulma emâreleri, daha belirgin bir sekil almisti. Zira bu devrede eski kanunlara riayet edilmeyerek çesitli yollardan timar sahibi olan kimseler türedi. Bununla ilgili olarak Koçi Bey, "bosalan timar ve zeâmetler de eski kanunlara aykiri olarak Istanbul tarafindan verilmeye baslandi. Ileri gelenler ve vükelâ, bosalan yerleri adamlarina ve akrabalarina verip, Islâm memleketinde olan timar ve zeâmetin seçmelerini ser'-i serife ve yüksek kanuna aykiri olarak kimini mülk olarak, kimini vakif olarak, kimini vücudu sihhatta olan kimselere emeklilik olarak verip bütün zeâmet ve timar, ileri gelenlerin yemligi oldu. Bu bozukluklar, devletin en secaatli, güçlü, san ve sevkete sebep olan askerinin harap olmasina sebep oldu. Halbuki parali asker, asagi tabaka halkindan devsirilirse hiç bir yararligi olmaz. Aksine bunlar, baris günlerinde azginlik ve isyana sebep olup ser aleti olduklarindan epeyce zamandan beri taskinligin ardi arkasi kesilmemektedir. Bu beylerbeyliklerinde ve sancakbeyliklerinde, vezirlerin agalarin, müteferrika, çavus ve kâtipler zümresinde, dilsiz, cüce taifesinde, padisah nedimlerinde bölük halkinin ileri gelenlerinde bir çok timar ve zeametler olup, kimi hizmetkârlari üzerine, kimi azadsiz kullan üzerine berat çikarmislardir. Nâm adamlarinin olup, mahsûlü kendileri yerler. Içlerinde öyleleri vardir ki, yirmiotuz belki, kirkelli kadar zeâmet ve timari bu yoldan alip, ürününü kendileri yeyip, sefer-i hümâyun olunca, cebe ve cevsen yerine aba ve kebe giydirip birer semerli beygir ile sefere gönderirler. Kendileri evlerinde zevk ve safâ, seyir ve sohbette olurlar" diyerek bozulmanin sebep ve sekillerini göstermeye çalismistir.

Iltizam usûlünün dogmasi, timarlarin akraba ile yakinlara dagitilmasi ve rüsvetin ortaya çikmasi sonucu, timar sahiplerinin askere gitmemesi üzerine bas gösteren bozulmanin sebeplerini söyle siralayabiliriz:

a) Merkezî devlet bürolarinda timar kayitlarinin son derece karisik bir hâle düsmesi. Timar sahiplerinin seferlerde yapilmasi gerekli yoklamalarinin türlü tesirler altinda iyi bir sekilde yapilamamasi ve bu yoklamalarin daha sonraki timar dagitimi için iyice muhafaza edilmemesi.

b) Bos kalan timarlarin, istihkak sahiplerine verilmesi yerine bir kenara ayrilarak (sepete konarak) çesitli hileli yollarla bazi nüfûzlu kisilerin adamlarina verilmesi.

c) Is adami vasfindaki yeni timar sahipleri, sefer zahmetinden, baç ve can korkusundan halas olup safâ ve huzur içinde kâr ve kazançlari ile mesgul olabilmek için, harp zamanlarinda timarlarini bir takim aracilara, seferden dönüste bu timarlardan eski sahipleri lehine feragat etmek sartiyle, devir ve tahvil ettirmenin yolunu bulmakta idiler.

Görüldügü gibi timar sisteminde, reâyâ, sipahi ve devlet olmak üzere üç temel taraf bulunmaktadir. Bunlarin, birbirlerine karsi nasil davranmalari gerektigi, kanunnâme, adaletnâme ve zaman zaman isdar edilen fermanlarla tesbit edilmisti. Bununla beraber bu üçlünün bazan birbirlerine karsi olan yanlis davranislari, Osmanli sosyoekonomik tarihinin en önemli konusu olmustur. Bilindigi gibi dirlik sisteminde devlet, arazinin rakabesine yani çiplak mülkiyetine sahiptir. Sâhib-i arz veya timar sahibi adiyla da anilan sipahi ise devlete ait araziyi isleten, devletin reâyâdan alacagi vergileri toplayan kimsedir. Sipahi, topladigi bu paralarin bir kismini kendine ayirmakta, kalan kismi ile asker besleyip bu askerlerle birlikte seferlere istirak etmektedir. Bu durumu ile sipahi, mîrî topragi isleyen bir devlet memurudur. Bu bakimdan, reâyâ üzerinde herhangi bir tasarruf yetkisi bulunmamaktadir. O, sorumlulugu altinda bulunan topraklarda devletin otoritesini temsil etmektedir.

Reâyâ ise üzerinde yasadigi topraklan isleyip bunlarin vergisini devlet adina sipahiye vermek zorundadir. O asirlarda halkin elinde nakit para pek fazla bulunmadigindan vergileri aynî (mahsûl) olarak öderlerdi. Reâyâ bu mahsulü teslim etmek üzere kendisine en yakin pazara ***ürmek zorunda idi. Sipahi, reâyânin bunu daha uzaktaki pazara ***ürmesini isteyemezdi. Bundan baska reâyâya eziyet edilmesine, maddî ve manevî külfet yüklenmesine (angarya) izin verilmezdi. Devlet, sipahi, reâyâ üçlüsünün statüleri ve karsilikli mükellefiyetleri "Tahrir Defterleri"nin basinda yer alan sancak kanunnâmelerinde genis ve etrafli bir sekilde belirlenmistir. Ayrica siyasetnâme nevinden olan eserlerde devletin bekasinin reâyâ ile mümkün oldugu ifade edilmektedir. Nitekim Kâtib Çelebi (Düsturu'l-Amel li Islahi'l-Halel, Istanbul 1280, s. 124) söyle demektedir: "Evvela reâyâ ve berâyâ selâtin ve ümerâya vediat-i ilâhiye oldugundan gayri La mülke illâ bi'rricâl, velâ ricâle illâ bi's-seyf velâ seyfe illâ bi'l-mal, velâ mâle illâ bi'rraiyye, velâ raiyye illâ bi'l-adl."

Farkli sebeplere bagli olarak bozulmaya yüz tutan timar sisteminin islahi için, çesitli tedbirlere bas vurulmus olmakla beraber, bu gidisin önü bir türlü alinamamistir.

Kurulusundan beri, Osmanli Devleti'nin ekonomik, sosyal ve askerî tarihinde büyük bir rol oynayarak önemli bir hizmet ifa etmis olan timar rejimi, birkaç asirdan beri buhranlar içinde geçen hayatinin son safhasinda sessiz sedasiz bir sekilde ve herhangi bir sarsintiya sebep olmadan ortadan kalkti. Tarihe mal olmasi çesitli safhalar geçiren bu sistemin ilk tatbikati, 1703 senesinde Girit adasinda basladi. Ülkenin diger mintikalarindaki timarlar ise 1812 yilindan itibaren mahlul oldukça (bosaldikça) baskasina verilmemeye baslandi. Bu uygulama ile timar sahiplerinin sayisi gittikçe azalmaya yüz tuttu. Nihayet, Yeniçeri Ocagi'nin lagv edilmesi ile muntazam ve disiplinli bir askerî sinif vücuda getirildikten sonra, intizamlarini büsbütün kaybetmis olan timar sahiplerinin de eskiden oldugu gibi kendi hallerine birakilmasi uygun görülmedi. Bu sebeple H. 1263 (M. 1848) senesinde bütün timar sahipleri kaydi hayat sartiyla ve yarim timar bedeli ile emekliye sevk edilerek timar sistemine son verildi.



KAPİTÜLASYONLAR



Sözlük anlamıyla; bir ülkenin, vatandaşlarının zararına olacak şekilde yabancılara verilen ayrıcalıklar. Osmanlı Devleti'nde Kanuni Sultan Süleyman döneminde 1535'de ilk kez padişah fermanıyla Fransızlara tanınan hakların tümü.

Fransa Kralı I. François 1525'de Cermen İmapartoru V. Carlos tarafından esir alınmış bunun üzerine Kralın annesi Kanuni'ye bir mektup yazarak yardım istemiştir. Bu sırada Mohaç Seferi'ne çıkacak olan Kanuni, bu yardımla Habsburglarla yakınlaşma sağlanabilir düşüncesiyle, yardım etmeyi kabul etmiştir. Fakat herşey Sultan Süleyman'ın planladığı gibi olmamış, Fransız dostluğu zamanla resmi bir kimlik kazanmıştır.

1535'te Fransızlarla Osmanlı Devleti arasında imzalanan antlaşmayla Fransızlara birtakım haklar verilmiştir. Kapitülasyonlar, bu dostluk antlaşmasının yarattığı yakınlaşma ortamında verilmiş olan haklardır. Buna göre; Fransız bayrağı taşıyan gemiler Osmanlı egemenliğinde bulunan bütün limanlarda serbestçe ticaret yapabileceklerdi. Diğer yabancı devletler gemilerini, Osmanlı egemenliğinde bulunan denizlerde ancak Fransız bayrağı altında ticaret yapabileceklerdi. Bu sayede Fransızlar kapitülasyonlar gereği Osmanlı denizlerinde serbestçe ticaret yapma özgürlüğüne kavuşmuştu. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Katoliklere ibadet özgürlüğü verilmesi, Fransız konsoloslarına kendi vatandaşlarıyla ilgili sorunların çözümlenmesinde yargı yetkisi tanınması gibi hükümler, daha sonraki yıllarda İmparatorluğun zayıflamasıyla, devletin bağımsızlığını yok edecek kurallar haline getirilmiştir.

1569, 1581, 1597, 1614, 1673 ve 1740 yıllarında yeni kapitülasyonlar verilmiştir. 1740 kapitülasyonlarıyla, Fransa'ya tanınan haklar daha da genişletilmiş, diğer batılı ülkelere de aynı hakların tanınması kabul edilmiştir. 1740 kapitülasyonlarından sonra Osmanlı sınırları içerisindeki yabancı devletlere çok geniş ticaret yapma olanakları sağlanmış, hatta bu haklar sayesinde İstanbul'da yanacı postaneler açılmıştı.

Sevr Antlaşması'nın imzalanmasıyla kapitülasyonlardan yararlanma hakkı Yunanistan ve Ermenistan'a verilmiş, yabancı gemilere, Türk gemilerine tanınan bütün hakların tanınması kararlaştırılmıştır. 22 Mart 1922'deki Sakarya Zaferi'nden sonra Paris'te toplanan İtilaf Devletleri Dışişleri bakanları konferansında ise İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Türkiye ve kapitülasyonlardan yararlanan öbür devletlerin katılmasıyla kurulacak bir komisyonca kapitülasyon hükümlerinin gözden geçirilmesi konusunda karara varılmıştır. Kapitülasyonlar Lozan Barış Antlaşmasıyla yürürlükten kalkmıştır
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

İKTİSADİ YAPI

OSMANLI MALIYESI

Osmanli Devleti, beylik döneminden itibaren sistemli bir malî teskilâta sahip olmustu. Kaynaklarin verdigi bilgiye göre Osmanlilardaki ilk maliye teskilâtinin Murad Hüdavendigâr (I. Murad) zamaninda Çandarli Kara Halil ile Karamanli Kara Rüstem tarafindan yapildigi belirtilmektedir. Bu bilgiler isiginda meseleye bakildigi zaman Osmanli maliyesinin daha ilk kurulus dönemlerinde ortaya çiktigi ve devletin buna büyük bir itina gösterdigi anlasilmaktadir. Gerçekten Fâtih zamaninda tedvin edilmis olan kanunnâmede "Bu kanunnâme atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur" ifadesi ile tarihî bilgilere göre ilk Osmanli hükümdarlarinin, bir araya getirilip tedvin edilmemis kanunnâme hükümleri ile âmil olduklari anlasilmaktadir. Fâtih kanunnâmesinde yer alan "Ve yilda bir kerre rikâb-i Hümâyunuma defterdarlarim irad ve masrafim okuyalar hil'at-i fahire giysinler." ve "Ve hazineme dahil ve hariç olan akça, defterdarlarim emri ile dahil-hariç olsun" ifadeleri, Osmanlilarin maliye teskilâtina ne denli önem verdiklerini, bu anlayisa daha ilk zamanlardan beri nasil sahip çiktiklari görülmektedir. Aslinda bu gerekli idi. Çünkü gelir ve gider hesaplari olmayan, neyin nereden ve ne zaman gelecegi bilinmeyen ve bu konuda matematikî bir bilgiye sahip olmayan bir devlet düsünülemez.
Görüldügü gibi Osmanli maliye teskilâtinin basinda "Defterdâr" adi verilen bir görevli bulunmaktadir. Bu görevli, günümüzdeki Maliye Bakanlarinin yerine getirmekle yükümlü olduklari görevleri yapiyordu. Önceleri teskilatin basinda bir defterdarla, onun maiyeti vardi. Bütün malî islerden bu Bas defterdar sorumlu idi. Ancak zamanla Osmanli ülkesinin genislemesi üzerine defterdar sayisi ikiye çikarildi. Kanunnâmede de belirtildigi gibi defterdar padisah malinin vekili idi.

Kurulus döneminde gelirler, daha fazla bir yekûn tutuyordu. Buna karsilik masraflar pek o kadar fazla degildi. Zira bu dönemde Osmanli askerinin büyük bir kismi timarli sipahi idi. Ayrica devlet erkânindan çogunun has ve timarlarinin geliri kendilerine yetiyordu. Devletin masrafi ise sadece Kapikulu askerlerine verilen para (maas) idi. Gelirlerin fazlasi ise cami, medrese, köprü, han, hamam vs. gibi imar islerinde kullaniliyordu.

Osmanli maliyesi, "Miri hazine" (veya dis hazine) ile Enderûn (veya iç hazine) hazinesi olmak üzere iki kisimdi. Dis hazinenin görev ve yetkisi, devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli masraflari yerli yerinde kullanmak seklinde belirlenmisti. Iç hazine ise padisaha aitti. Padisahlar, bu hazineyi istedikleri sekilde kullaniyorlardi. Sayet dis hazinenin parasi yetismez ise iç hazineden borçlanmak suretiyle ödünç para alinirdi. Dis hazine, vezirde bulunan hükümdar mührü ile açilip kapanirdi. Bu hazine, defterdarin sorumlulugu ve vezirin denetimi altinda idi.

Bundan bir müddet öncesine kadar ilk Osmanli sikkesinin Orhan Bey'e ait oldugu biliniyordu. Fakat Osman Bey'e ait sikkenin bulunmasiyla eski bilgi, geçerliligini kayb etti. Buna göre ilk Osmanli parasinin Osman Gazi döneminde tedavüle çiktigi anlasilmaktadir. Gümüsten mamul Osmanli parasina "akça" deniyordu. Her padisah, hükümdarlik alameti olarak kendi adina para bastirirdi. Osmanli hükümdarlari Fâtih Sultan Mehmed dönemine kadar gümüs ve bakir para bastirdilar. Kurulus döneminde ve daha sonraki dönemlerde paranin ayarina ve saf gümüs olmasina özen gösteriliyordu.

VERGILER

Osmanli maliyesinin farkli gelir kaynaklari vardi. Bunlarin basinda da halktan toplanan vergiler geliyordu. Tarihî bir vakia olan vergi,amme hizmetlerinin muntazam bir sekilde devamliligini temin için bas vurulan bir çaredir. Bu yüzden verginin, devletlerin ekonomik ve sosyal hayatlarinda önemli bir yeri bulunmaktadir.

Siyasî bir çevre içinde ortaya çikan Islâm, kendisinden önceki din ve toplumlarda mevcud olup tatbik edilen vergilerle karsilasti. Vergi, amme menfaat ve islerinin tanzimi söz konusu oldugu zamanlarda, fertlere yüklenen bir mükellefiyet olduguna göre Islâm, kendisinden müstagni kalamazdi. Bununla beraber Islâm vergi sistemi, birdenbire ve topyekûn vaz' edilip uygulama sahasina konmamistir. O, Islâm'in yayilisina ve ihtiyaçlarin ortaya çikisina göre yirmi senelik tesriî bir tekâmül sonunda müesseselesmistir.

Osmanli devlet rejiminin, kendinden öncekilerden devr alip tatbik ve inkisaf ettirdigi vergi sistemi, amme idaresi ve devletin iktisadî tarihi bakimindan önemli bir yer tutar. Bunun için, iktisadî tarihin önemli bir bölümünü meydana getiren vergi sistemini iyi degerlendirmek gerekir.

Kurulusundan itibaren Müslüman bir toplumu ifade eden Osmanli Devleti, inkisâf ettirip kemâl mertebesine ulastirdigi müesseseleri ile, tebeasindan tahsil ettigi verginin temeli, Islâm hukukunun kaynaklarina dayaniyordu.

Siyasî bir birlik olarak tarih sahnesinde görünmesinden itibaren birçok vergi kalemi tarh etmek zorunda kalan Osmanli Devleti'nin bu uygulamasi, yüzlerce vergi ismi gösteren cetvellerle tasvir edildigi kadar karmasik ve anlasilmaz degildir. Gerçekten mintika ve zamanlara göre farkli isimlerle toplanan bunca vergi kalemi, saglam kaidelere dayanan bir sistemin esas hatlarini çizmek suretiyle, bize lüzumlu bilgiyi verecek sekilde basitlestirilebilir.

Bilindigi gibi Osmanli devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri olan mâliyenin, temel dayanagini teskil eden vergi, genel mânâda iki ana bölüme ayrilir. Bunlardan biri tamamiyle seriata dayanan ve esas itibari ile Kitab (Kur'an) ile Sünnet'ten kaynaklanan "Ser'î Vergiler"dir ki buna "Tekâlif-i Ser'iyye" denmektedir. Ikincisi de bas gösteren malî sikintilar yüzünden devlet tarafindan bir zorunluluk sonucunda konan "Örfî Vergiler"dir ki buna da "Tekâlif-i Örfiye" denir.

Müslüman bir cemiyete istinad eden bünyesi ile ser'î hukuku hem nazarî hem de amelî bir sekilde ve her sahada uygulamaya koyan Osmanli Devleti, diger Müslüman devletlerin bu konudaki tatbikatlarini gözden irak tutmuyordu. Bu bakimdan, Osmanli tarih ve teskilâtlarini basli basina ve kendinden öncekilerden tamamen ayri düsünemeyiz. Çünkü Osmanlilar, kendilerinden önce Anadolu'ya gelip yerlesmis bulunan Müslüman Türklerin yasayis tarzlarini, ahlâk, iktisat, âdet, örf ve diger özelliklerini almaktan çekinmiyorlardi. Bunun içindir ki, bir sehir veya kasaba Karamanlilardan, Selçuklulardan, Germiyandan veya baska bir beylikten Osmanlilara geçmekle fazla bir degisiklige ugramiyordu. Çünkü Osmanli Devleti teskilât ve müesseseleri ile Anadolu beylikleri teskilât ve müesseseleri arasinda pek büyük farklar bulunmuyordu.

Osmanli vergi sisteminin özelliklerinden biri de tebeadan alinan verginin kendisini (tebea) ne malî, ne de hukukî yönden rencide etmemis olmasidir. Hatta bu, sadece devletin bizzat kendisinin aldigi vergilerde degil, onun adina timar sahibinin aldigi vergilerde de geçerli idi. Öyle ki, dirlik sahibi, reâyadan cins ve miktarlari kanunlarla tayin edilmis olan bir kisim vergiden fazlasini tahsile selahiyetli degildi. Yetkisini asip onu kötüye kullanandan dirligi, bir daha geri verilmemek üzere alinirdi.

Ana hatlari ile Osmanli vergi sisteminden bahs ettikten sonra artik vergi çesitlerini görebiliriz. Daha önce de temas edildigi gibi Osmanli vergisi iki ana bölümde inceleniyordu. Bunlardan biri Ser'î Vergiler, digeri de Örfî vergilerdir.

SER'Î VERGILER (TEKÂLIFI SER'IYYE)

Osmanli Devleti'nde "Tekâlif-i Ser'iyye"nin temelini teskil eden vergilerin tarh, cibâyet vs. gibi hükümleri, fikih kitaplarinda tafsilâtli bir sekilde anlatildiklari gibiydi. Bununla beraber farkli din, dil ve milliyetlere mensup kimseleri sinirlari içinde barindirdigi için, tekâlif-i ser'iyye bölümüne dahil vergilerin isim ve çesitleri de farkli olagelmislerdir. Bu bakimdan Zekât, Ösür, Cizye ve Harac gibi temel vergilerden baska bunlarin kisimlari olarak seksen kadar vergi kalemi bulunmaktaydi.

ZEKAT

Bilindigi gibi zekât, Islâm'in üzerine bina kilindigi bes esas rükünden birini teskil etmektedir. Islâm hukukuna göre zekât, bir ihsan veya basit bir sadaka degildir. O, devlet ve toplumun fert üzerindeki hakkidir. Binaenaleyh devlet, zekât verip vermeme hususunda mükellefi serbest birakmaz. Onu, âmilleri vâsitasiyla toplamak ve yerine sarf etmek zorundadir. Nisaba mâlik bulunan ve belli sartlari tasiyan her müslümanin vermekle mükellef oldugu zekât, Osmanli Devleti'nde diger Müslüman devletlerde oldugu gibi uygulaniyordu. Bu sebeple biz, konunun detaylarina girmek istemiyoruz.

HARAC

Osmanlilarda daha ziyade gayr-i müslim tebeayi ilgilendiren vergilerden biri, Harac adini tasimaktadir. Islâm vergi hukukunda oldugu gibi Osmanlilarda da Harac iki kisma ayrilmaktadir. Bunlar Harac-i Muvazzaf ve Harac-i Mukasem adini tasimaktadirlar. Harac'in bu iki kismi da ser'î vergilerden oldugu için gerek ilk tarhi, gerekse ilk tahsili ile ilgili bir baslangiç tesbit etmek mümkün degildir. Bununla beraber 11 Cemaziyelahir 860 (17 Mayis 1456) tarihli bir fermanda belirtildigine göre Fâtih Sultan Mehmed, babasi II. Murad'in Kostandin'de derbent bekleyen yirmi kadar kefereyi haractan muaf saydigi, kendisinin de buna aynen uydugu görülmektedir. Bu belge, harac uygulamasinin kurulus döneminde mevcud oldugunu göstermektedir.

Harac-i Muvazzaf, arazi üzerine maktu bir sekilde konmus bulunan akça olup zaman ve mintikalara göre farkli isimler aliyordu. Bunlarin bir kismi adeta topragin ücreti olarak alinmaktaydi. Bu gruba girenlerden bir kismim söyle isimlendirmek mümkün olacaktir: Resm-i Çift, Resm-i Zemin, Resm-i Asiyâb, Resm-i Tapu, Bir kismi da bir çesit sahsî vergilere girmekteydi ki bunlar da: Resm-i Arûs, Resm-i Mücerred, Ispenç ve Dühan gibi isimler aliyordu. Biraz asagida görülecegi gibi Harac-i Mukasem, Osmanlilar döneminde "ösür" kelimesi ile ifade ediliyordu. Bu bakimdan biz de ösür bahsinde ona temas edecegiz.

ÖSÜR

Bilindigi gibi Islâm vergi hukukuna göre, ziraî mahsullerden belli nisbetler sartlar dahilinde Müslüman tebeadan alinan vergiye Ösür denir. Osmanli Devleti'nin kurulus yillarinda diger Müslüman devletlerde oldugu gibi, mülk olan "arazi-i ösriyye"den sadece ösür alinmaktaydi. Bu dönemde Osmanlilarda arazi biri "Ösriyye" digeri de "Haraciyye" olmak üzere ikiye ayriliyordu. Fakat XIV. asrin son çeyreginden itibaren bazi sebeplerden dolayi birtakim degisiklikler yapilarak, arazinin bir kismi "Emiriyye" olarak kabul edildi. Bu durum, daha sonralari Hicaz mintikasi hariç kalmak üzere "Osmanlilarda arazi sultaniyyedir" seklinde ifadesini bulacak olan bir vaziyete getirilmis oldu. Binaenaleyh, Osmanli Devleti'nde ösür denince biri kurulus dönemindeki mülk arazi mahsulatindan alinan vergi ve sonralari sadece Hicaz bölgesinde alinan ösür ile, digeri de arazi-i emiriyyeye mahsus olmak üzere alinan ve "amme-i nâs tarafindan galat-i fâhis" olarak kendisine ösür denen "harac-i mukasem" anlasilmaktadir. Zira Osmanlilarda haracin mukasem kismina ösür adi verilmekteydi.

Osmanli Devleti'nde, Ösür kelimesi yerine baska tabirler de kullaniliyordu ki bunlar, son dönemlerde ortaya çikmisti. Dimus, Ikta ve Sâlariye bu neviden kelimelerdi. Dimus, Suriye'ye ait defterlerde, Ikta, Irak mintikasina ait defterlerde Sâlariye ise Anadolu ve Rumeli defterlerinde zikr edilmekteydi. Osmanli Devleti'nde ösür, su asagidaki maddalerden de alinmaktaydi: Bag, sira, bahçe, bostan, fevakih, kovan, harir, pamuk, giyah, odun ve ag (balik).

CIZYE

Islâm hukukuna göre cizye, devletin, müslüman olmayan vatandasini (tebeasini) yakindan ilgilendiren bir vergidir. Bir mânâda buna, devletin müslüman tebeadan aldigi zekât karsiligidir denebilir. Zira müslüman olmayan tebeayi cizyeye baglamakla, devlette bir denge saglanmis bulunuyordu. Islâm nazarinda müslümanlarla zimmîler (devletin müslüman olmayan tebeasi = ehl-i zimmet) devletin vatandaslaridir. Ayni haklardan faydalanmakta ve ayni ölçülerde devletin imkanlarindan yararlanmaktadirlar. Bu sebeple, Müslümanlarin ödedigi zekâta karsilik, ehl-i zimmette cizye vermekteydi. Gerçekten Islâm Devleti, bu vergiyi koyarken yukarida belirtilen dengeyi saglamaktan baska bir sey düsünmüyordu. Nitekim ilk Islâm fetihleri ve bu fetihlerin sonucunda Islâm devletinin idaresine giren Gayr-i müslimlerin durumundan bahs edilirken "zimmîler bazan eski idarecilerinin topladiklari vergiden daha az bir vergi yükü ile mükellef tutuluyorlardi. Bu hal, Islâm'in onlari hakkiyle himaye ettigini göstermesi bakimindan Islâm devleti için bir serefti" denilmektedir.

Osmanli vergi hukukunun "Tekâlif-i Ser'iyye" bölümüne dahil olan cizye, maliyenin en önemli gelir kaynaklarindan birini teskil ediyordu. Müslüman bir devlet olmasi hasebiyle bu devlete, cizye uygulamasinin ilk kurulus yillarindan itibaren basladigi söylenebilir.

Devletin, idaresinde bulunan gayr-i müslimlerin haklarim korumak, onlara gelebilecek zararlari ortadan kaldirmak ve askerlik hizmeti karsiliginda aldigi bu vergi, önemsiz denebilecek kadar az bir seydir. O kadar ki bunu, müslüman vatandas ile müslüman olmayan vatandas arasinda mühim ve farkli bir muamele olarak görmek mümkün degildir. Gerçekten devlet, tebeasi olan zimmîlerin bütün haklarini korudugu gibi onlara gelebilecek zararlari da ortadan kaldirmaya çalisiyordu. Hatta, onlara yapilan bir haksizlik veya onlara karsi islenen bir suç, aninda en agir bir sekilde cezalandirilirdi. Nitekim 24 Cemaziyelevvel 975 (26 Kasim 1567) tarihli ve Alacahisar Beyi'ne gönderilen bir hükümde, dagda üç nefer zimmîyi katl eden dört sipahinin suçlarinin sabit görülmesi üzerine idam edilmeleri gerektigi bildirilmektedir. Bu belge, suç isleyenlerin din, irk ve milliyetlerine bakilmaksizin, suçlarinin gerektirdigi cezalarin verildigini göstermektedir. Günümüzde çok normal görünen bu olay, o asirlarin dünyasinda bu kadar rahatlikla uygulanamazdi.

Osmanlilarda, padisahlarin cizye ile ilgili bütün resmî tahrirleri seriatin cizyeye ait kararlarina dayaniyordu. Nitekim daha Sultan I. Murad Han zamaninda bu verginin Islâm hukukuna uygun olarak iki sekilde cibayet edildigi (toplandigi) görülmektedir. Bu sekillerden biri, Köstendil Tekfuru Konstantin ile anlasilarak alinan "Maktu Cizey", digeri de Bosna ve Hersek ile sair tebeadan alinan "Ale'r-Ruûs Cizye"dir.

Osmanli Devleti'nde bu vergiyi vermekle yükümlü tutulan kimseler, sadece ergenlik (bulûg) çagina gelmis akil ve vücutça saglam olan erkeklerdir. Binaenaleyh sadaka ile geçinen rahipler, çalisamayacak derecede bir rahatsizligi olup fakir düsenler, 14-75 yaslarindan küçük veya büyük olanlar ile kadinlar cizyeden muaf idiler. Bundan da anlasilacagi üzere Osmanlilarda cizye, tamamen Islâm hukukunun esaslarina göre uygulaniyordu.

Baslangiçta, devletin bütün bölgelerinde ayni miktarda cizye alinmiyordu. Zira bu dönemde, tedavülde bulunan paranin kiymet ve degeri de ayni degildi. Bu sebeple cizye miktari, verilen fetvalara ve bölgelere göre azalip çogalabiliyordu. Bu konuda dikkatimizi çeken en önemli fetva Seyhülislâm Ebû Suûd Efendi (1545-1574)'nin fetvasidir. Bu fetvaya göre biz, o dönemin fakirlik ve zenginlik ölçüleri gibi toplumun sosyal yapisi hakkinda da bilgi sahibi oluyoruz. Nitekim o, "amele kadir olan kâfir ki, ikiyüz dirhem-i ser'iyeye kadir olmaya, ol makule ednâdir, on iki dirhem-i ser'î alinir. Ikiyüz dirhem-i ser'iyyeye kadir olup amele kadir olan evsat makulesidir, yirmi dirhem-i ser'î alinir. On bin dirhem-i ser'iyyeye malik olan 'a'la makulesidir, onlarin cizye-i ser'iyeleri kirk dirhem-i ser'idir" demektedir.

Kismen toplumun sosyoekonomik durumundan kaynaklansa bile büyük ölçüde devlet müsamahasinin bir neticesi olarak cizye mükellefinin tabi bulundugu siniflamada en az cizye verenler (ednâ sinifi), her zaman öbür siniflardan daha fazla olmuslardir. Örnek olmasi bakimindan 1103 (1691) senesinin Brud (Brod) kazasi ve tevabiinde cizye verenlerin siniflarina göre sayisina baktigimiz zaman karsimiza asagidaki tablo çikmaktadir:

A'la: 27 Evsat: 147 Ednâ: 166.

Daha önce de belirtildigi gibi, Müslüman devletlerde cizye mükellefi, bütün insanî hak ve vecibelerden rahatlikla istifade edebilmekteydi. C.H. Becker'in Islâm Ansiklopedisi'ndeki "Cizye" maddesinde belirttigi gibi cizye ödeyen mükellefler, Islâm devleti ile yalniz iman ve âyinlerine müsamaha degil, hatta himaye isteme hakkini da kendilerine bahs eden bir mukavele akd etmis olurlar ki, benzer örnekleri Osmanli Devleti'nde çokça görmek mümkündür. Nitekim Edirne'de meydana gelen bir yanginda, dükkânlari yanan Yahudilere, devlet tarafindan verilen atiyye ile yardimin taksim seklini gösteren bir belgeye sahip bulunuyoruz.

Osmanli Devleti'nde hazine için tahsil edilen cizye, her senenin Muharrem ayinda degisik müesseselerce toplaniyordu. Birligi ortadan kaldiran bu uygulama, bazen devlet hazinesini büyük sikintilara sokuyordu. Bu durumu düzeltmek için 1101 (1689) senesinde Sadrazam Köprülüzâde Fâzil Mustafa Pasa, devrin ilgilileri ile yaptigi istisareden sonra, cizyenin toplanmasini belli kaide ve sistemlere baglayarak toplama isinin tek elden yapilmasini sagladi. Bundan sonra her üç sinif zimmî için ayri birer mühür kazdirdi. Bunlara "a'la", "evsat" ve "edna fakir" gibi kayitlar koydurttu. Her sene için tarihleri degisen bu mühürlerin ve dolayisiyle cizye mükelleflerinin, birbirinden açik ve kesin çizgilerle ayrilabilmesi için bunlarin gerek sekillerinde ve gerekse yazi karakterlerinde farkli uygulamalara gidildi. Bu uygulama o kadar yayginlasti ki, asagida fotokopilerini göreceginiz mühürler 1269 (1852) senesine aittir. Demek oluyor ki cizyenin kaldirilisina kadar bu uygulama devam etmistir.

Bu uygulamada cizye mühürleri ile birlikte cizye kagitlarinin renkleri de degisiyordu. Kagitlarin üzerinde de cizyenin hangi seneye ait oldugu, sinifi, cizye muhasebesi, bas hazinedar ve cizye umum mülteziminin isimleri vardi.

Osmanlilarda cizye uygulamasi, 1272 (1855) senesinde cizyenin, "Bedel-i askeriye"ye tebdili zamanina kadar devam etti.

ÖRFÎ VERGILER (TEKALIFI ÖRFIYYE)

Osmanlilarda ser'î vergilerin yaninda, temeli ihtiyaçlardan dogan ve örfe dayanan bir verginin daha bulunduguna temas edilmisti. Bu, örfî vergiler veya tekâlif-i örfiyye denilen ayri bir kategoride mütalaa edilir. Osmanli Devleti, kendisinden önceki diger devletlerde oldugu gibi, örfî vergileri belirleyip koymak zorunda idi. Zira devrin özelligi diyebilecegimiz harpler, durmaksizin devam ediyor ve ser'î vergiler de bu durumun yükledigi masraflari karsilamaktan uzak bulunuyordu. Külliyetli miktarda askerin beslenmesi, donatilmasi ve harbe hazir bir duruma getirilebilmesi ile donanmanin hazir halde bulundurulmasi gibi mecburiyetler, devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda birakiyordu. Iste bunun için devlet, II. Bâyezid (1481-1512)'in son senelerine tesadüf eden günlerde "Imdadiye-i seferiye" adi ile bir örfî vergi koymak suretiyle bu sikintiyi ortadan kaldirip gidermeye çalisiyordu.

Görüldügü gibi, devlet için ser'î vergilerden ayri olarak örfî vergi tarh etmek, bir zaruret halini almisti. Bu mecburiyet, devleti, vaz' ettigi (koydugu) bu örfî vergileri devam ettirmek ve miktarinin azalmamasi için gerekli tedbirlere bas vurmak zorunda birakiyordu. Yine bu zaruretin bir sonucu olarak örfî vergilerin sayi ve kalemleri, belirten ihtiyaçlara göre çogaltiliyordu. Böyle bir uygulamaya müsaade edildigine daha önce de temas edilmisti. Zaten Osmanli sultanlarinin bu hususta ser'î hukuka göre hareket ettikleri, emir ve fermanlari ile, eski uygulamalari bir araya toplayan kanunnâme mecmualarinin basinda bulunan "ser'-i serife muvafakati mukarrer olup hâlen muteber kavanîn ve mesâli-i ser'iyyedir" ifadesinden de açikça anlasilmaktadir.

Normal olarak geçici olmasi gereken ve fakat bir biri ardi sira gelen muharebe ve ekonomik sikintilar neticesinde devamlilik kazanan örfî vergileri de iki kisma ayirmak mümkündür:

1- Tekâlifiâdiye

2- Tekâlif-i sakka

1- Tekâlif-i Âdiye: Ser'î hukuka göre malî bir terim olarak "ca'l" adi da verilen bu vergi türü, araliksiz devam eden harp ve malî krizlerin bir sonucu olarak ortaya çikmisti. Böyle bir zaruretin, örfî vergilerin konmasina cevaz ve imkân sagladigi daha önce anlatilmisti. Binaenaleyh, Islâm hukukunun müsaade ettigi bu nevi vergilerin Osmanli Devleti'nde bulunmasinda bir sakinca yok demektir. Bu yüzden "tekâlif-i örfiyye" diye zikr edilen vergilere ser'an ruhsatin verildigini söyleyebiliriz.

2- Tekâlif-i Sakka: Bu, harp, malî kriz ve tabii âfet gibi bir zarurete bagli olmadan tekâlif kaideleri disina çikilarak konmus bulunan vergilerdir. Belli bir kaide ve sistemi olmadigindan bu tip vergilerde hak ve adâlete pek riayet edilmeyeceginden, böyle vergilere ser'an müsaade edilmemistir. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) devrinin sadrazami Lütfi Pasa (H. 942-947) bu konuya temasla söyle der: "Cenk içinde askere hilaf-i kanun vergi vermemek gerektir."

Osmanlilarda, Tanzimat'a kadar devam eden örfî vergilerin bu ikinci kismi olan "sakka"nin olmadigini, tebea üzerine böyle bir verginin tarh edilmedigi, ancak bazi vergilerin buna benzemelerinden dolayi "sakka" zannedildikleri belirtilmektedir. Bununla beraber, bilhassa XVII. asirdan itibaren bu tip vergilerin zaman zaman ortaya çiktigi bilinmektedir. Fakat padisahlar, bununla mücadele ediyor ve böyle bir yola bas vurulmamasi için "adâletnâmeler" gönderiyorlardi.

Örfî vergilerin tahsili, ser'î vergilerin tahsilinden farkli idi. Ser'î tekâlif, umumiyetle ziraî mahsul sahibi reâyâya, daha dogru bir ifade ile köylüye hasr edilmis görünmektedir. Gerçi zekât ve cizye gibi ser'î vergiler, bu kaidenin disinda bulunmaktadir. Fakat ziraî mahsûl ile daha çok hasir nesir olan köylü, ösür ve harac gibi ziraî vergilerin mükellefi bulunmaktadir. Buna karsilik örfî vergiler, daha çok sehirliyi bilhassa ticaret erbabini ve pazarlarla alakali kimseleri kapsamaktaydi. Sehirlerde tatbik olunan örfî tekâlif sekli, bilhassa ticaret ve sanayi faaliyetine dayanmakta oldugundan birçok vergi bu kisma dahil bulunuyordu. Keza büyük bir kisminin devlet adina sipahîler tarafindan alindigini bildigimiz ser'î vergilerin aksine bu, her sene vali, mütesellim ve voyvodalar tarafindan, mintika ileri gelenleri ve kadi marifetiyle memleketin nüfusu veya evi (hâne) üzerine tarh olunuyordu. "Rûz-i Hizir" ve "Rûz-i Kasim" hesabina göre senede iki taksitle alinmak üzere tevzi defterleri tanzim ediliyordu. Tanzim edilen bu defterler, ser'iye mahkemelerinin siciline kayd edilirdi. Bu defterlere bir memleket halkindan, toplanmasi kararlastirilmis ne kadar örfî vergi varsa tamami yazilirdi. Yazilan bu miktar, esit sekilde fertlere taksim edilerek alinirdi. Bu defterlerin tasdikli bir sureti, tahsil için kethüda, emin veya özel memurlara verilirdi. Vergi mükellefleri de bu defterlerin kapsadigi sekil ve miktarda vergilerini vererek, kendilerine düsen vatandaslik görevlerini yerine getirmis olurlardi.

Zaman ve mintikalara göre isimleri ile birlikte çesitleri de degisen örfî vergiler, hazinenin vaz geçemiyecegi bir malî yardim halini almisti. Bu vergilerin basinda "îmdadiye" diye isimlendirilen vergi gelmektedir. "îmdadiye-i seferiye" ve "îmdadiye-i hazariye" olmak üzere iki kisma ayrilan bu vergi, isminden de anlasilacagi üzere sefer ve harplere bagli olarak tarh ve cibâyet edilen bir vergi kalemidir. Muharebe masraflarini karsilamak üzere vatandaslardan alinan bir vergidir. Bu vergi, Osmanli Devleti'nin, durmak bilmeyen harplerle karsilasmasi yüzünden hazinenin, malî külfeti kaldiramamasi sebebiyle konulmustu.

Muharebeler esnasinda, bosalan devlet hazinesinin (beytü'l-mal) ihtiyaci olan parayi tedarik etmek ve askerin donatilmasini saglamak için konulan imdadiye vergisi, bazan hazineye gönderilir, bazan da dogrudan dogruya orduya memur olan serdarlara verilirdi. Miktari, durum ve ihtiyaca bagli olarak fermanlarla artip eksilen bu vergi kalemi, tevzi defterlerine yazilip toplanirdi. Bu vergi, sadece esnaf, tüccar vs. gibi halk tabakalarindan alinmiyordu. Duruma göre devlet adamlari da bu vergiye istirak ediyorlardi.

Osmanli Devleti'nde, örfî vergiler kismina giren vergi kalemlerinden biri de "Avânz" adini tasiyan vergidir. Bu vergi, olaganüstü hallerde, tebeaya yüklenen bedenî, malî ve aynî bir vergidir. Avâriz-i divâniye adi ile de anilan bu vergi, devlet masraflarinin memleket nüfusuna tevzi ve taksimi sonucu ortaya çikmistir. Çok eski bir vergi olmakla beraber, ne zaman ihdas olundugu kesin olarak bilinememektedir. Bununla beraber bu verginin Osmanlilardan önce Anadolu beyliklerindeki mevcudiyetinden bazi vesikalar sayesinde haberdar olmaktayiz. Vergi muafiyetini ilgilendiren bu belgeleri nesr eden Uzunçarsili, benzerinin Osmanlilarda da aynen uygulandigini bildirerek söyle der: "Anadolu beyliklerindeki vergi ve rüsûmdan yani "avâriz-i divaniye" ve "rüsûm-i örfiyye"den muafiyet muameleleri, birbirlerinin aynidir. Bu hususa dair asagida vesikalar kisminda Karamanogullarina ait kayitlarla Osmanli tahrir kayitlan karsilastirilacak olursa görüsümüz kesinlik kazanir."

Bu verginin 4-5 yilda bir defa alindigini belirten Lütfi Pasa, bunun Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde sadece bir defa alindigini kaydeder.

Devlet, fevkalade bir vaziyetin icab ettirdigi masraflar ile muayyen vasiflan haiz yiyecek maddelerini, harp levazim ve masraflarini, belirü vergi kaynaklarindan karsilayamayacagini anladigi zaman, özel bazi tedbirler ile memleketin bütün imkânlarini seferber etmeye karar verirdi. Bu karar geregince vaziyetin icabina göre, kendisine lazim olan para, hizmet, esya ve mahsûl miktari tesbit edilerek muhtelif bölge ve mahallere tevzi edilirdi.

Halk arasinda "salgun" diye de adlandirilan bu vergi XIX. asirda tamamen paraya çevrildi. Tanzimat fermani ile de ortadan kaldirildi.

"Avâriz" vergisi, degisik isimlerle zikr ediliyordu. Menzil mali, bedel-i nüzûl, zahire baha, han, resm-i sürsat, kürekçi bedeli, kömür ve kereste bedeli, beldaran, hâne, çayir kirasi gibi isimler bunlardan birkaçidir."

Diger bütün vergilerde oldugu gibi, bazi sinif ve zümreler avârizdan muaf tutulmuslardir. Askerî sinifa mensub olanlarla ilmî ve dinî bazi mansiblarin sahipleri, derbentçi, tuzcu, çeltikçi, ortakçi, katranci ve dogancilar ile bazi vakiflarin reâyasi ve bazi hizmet erbabini burada zikredebiliriz.

Osmanli örfî vergilerinden bir kalem de "Harçlar" adi altinda zikredilmektedir. Bu vergi, daha ziyade resmî dairelere isi düsenlerden alinmaktaydi. Degisik isimlerle alinan bu harçlar, mahkemelerde hakim, kadi ve naiblerin verdikleri hüccetlerden, sicillere geçirilen hükümlerden, mesihat makamindan yazili olarak çikan fetvalardan, ölen bir kimsenin mirasçilari arasinda yapilan miras taksiminden, nikah vs. gibi muamelelerin karsiligi olarak alinmaktaydi.



TOPRAK IDARESI



Osmanli Devleti'nin kurulus döneminde ve bu devletin ekonomik, sosyal ve askerî gelismesinde önemli derecede rol oynayan etkenlerden biri de süphesiz ki toprak sistemidir. Bu sistemin gelismesi ile ilgili müesseseler, devlete bir dinamizm veriyordu. Bu sebepledir ki ortadan kalkip tarihe mal olusuna kadar toprak, bu devletin hayatinda önemli bir rol oynamisti.

Bir toplumun, devlet olabilmesi için, bazi hususiyetleri tasimasi gerekir. Toprak (ülke) bu hususiyetlerin basinda gelmektedir. Çünkü her bagimsiz devletin, hak ve selahiyetlerini, mutlak surette kullanabildigi, belirli sinirlarla tesbit ve tayin edilmis bulunan cografî bir toprak parçasi diye tarif edilen "ülke" kavrami, ancak belli bir topraga sahip olmakla mümkün olabilir.

Islâm öncesi Türklerinde toprak, biri fertlerin digeri de cemaatin olmak üzere iki kisma ayriliyordu. Islâm öncesi Türk devletlerinin, kismen yerlesik de olsa, göçebe hayat tarzi ve an'anelerine göre bir mülkiyet telakkisine sahip olduklari bilinmektedir. Hayvanlarina otlak vazifesi görmesinden dolayi göçebeler için topragin ehemmiyeti büyüktü. Eski Türklerde otlaklar, fertlerin degil, kabile veya cemaatlerin mülkiyetinde bulunuyorlardi. Yedisu havalisinde oturan Kazak-Kirgizlarin isledikleri topraklarda, özel mülkiyet ve cemaat mülkiyeti olmak üzere iki tip mülkiyet vardi. Özel mülkiyete dahil bulunan arazi, kabilenin müsterek mülkiyetinde bulunan topraklarin paylasilmasi ve sahis ile kabileye ait olmayan bos yerlerin benimsenmesi suretiyle meydana gelmisti. Hususi mülkiyette sahibi, tam anlamiyla toragi temellük eder. Öldügü zaman arazi, ogullarina miras kalir. Ancak vâris bulunmadigi zaman söz konusu olan toprak cemaata kalir. Cemaat içerisinde yeni bir aile kurulunca, cemaat ona idaresindeki araziden bir hisse verir. Sayet verilebilecek yeni bir arazi yoksa, cemaat tarafindan onun için, bir arazinin tedarik edilmesine çalisilirdi. Cemaat mülkiyetine ait olan arazi, muayyen parçalara ayrilarak bir kira karsiliginda geçici olarak fertlerin istifadesine terk edilirdi. Bu arazinin kiracilar elinde birakilma müddeti, muhtelif yerlerde toprak, su ve ekim sartlarina göre degisiyordu.

Türklerin Islâm'i kabul edip Islâm medeniyeti içindeki yerlerini almalarindan sonra, dinî, iktisadî ve ictimaî hayatlarinda degisiklikler meydana geldi. Bu sebeple Müslüman Türkler, her konuda oldugu gibi toprak hukuku ve idaresi bakimindan da Islâmî prensiplere bagli kaldilar. Bunun içindir ki, Islâm toprak hukuku ile ilgilenenler tarihî açidan bu sistemi dört ana devreye ayirirlar. Bunlar:

a)Islâmiyetin baslangicindan Hz. Ömer'in halifeligi dönemine kadar olan devre,

b)Hz. Ömer devri,

c)Abbasi ve Selçuklu devri,

d)Osmanli devri.

Islâm medeniyeti içerisinde basli basina bir devreye konu olabilecek olan Osmanli toprak uygulamasi, gerçekten toprak hukuku bakimindan büyük bir önem arz eder. Filhakika Osmanlilar, birçok müessesede oldugu gibi toprak mevzuunda da kendisinden önceki müslüman devletlerin tatbikatindan istifade etmislerdi. Zaten onlara bigâne kalmalari da mümkün degildi. Bu sebepledir ki devlet, henüz bir beylik durumunda oldugu zaman bile, Islâmî bir sistemin yerlesmesi için çalisiyordu. Bunun içindir ki bu Müslüman unsurlar (göçlerle gelen ve uçlarda yasayan göçebe Müslüman Türkler) Osmanli Beyligi'ni siyasî ve kültürel bakimlardan, klasik Islâm geleneklerinin ihyasini hedef tutan bir devlet olmaya dogru gelistirdiler. Osman Gazi'nin halefleri, tedricen "sultan"lar haline geldiler. Onlarin etrafinda karakterini dil ve irktan ziyade din ve medeniyetin tayin ettigi bir "Osmanlilar cemiyeti" tesekkül etti.

Islâm âleminde bir gelenek olarak, Osmanlilardan önceki müslüman devletlerde ve özellikle Büyük Selçuklularda görülen ikta sistemi, Büyük Selçuklulardan sonra gelen bütün Türk Islâm devletlerinde uygulanmistir.

Selçuklularin, askerî mukataalar ihdas etmeleri, hanedanin, kendi baslica dayanagi olan Türk unsuruna mensup kütleleri yabanci sahalarda yerlestirmek, onlara hem toprak vermek hem de lüzumunda askerî bir kuvvet olarak faydalanmak fikrinden dogmustur. Bu suretle yavas yavas topraga baglanan göçebeler, hem bir karisiklik âmili olmaktan çikiyor, hem de devlete kuvvetli bir askerî dayanak teskil ediyorlardi. Bu usulün ehemmiyet ve faydasi, bilhassa Bizans'tan zapt edilen yeni sahalarda daha açik bir sekilde görünüyordu. Kismen harplerde ve fetihlerde imha veya esir edilen ve kismen de yerlerinde birakilan yerli ahaliden kalmis genis Anadolu topraklari, Selçuklularin takib ettikleri ikta sistemi sayesinde yavas yavas Türklesti.

Osmanlilarin, kendilerinden önceki Müslüman Türk devletlerinden mâhirâne bir usul ile alip tatbik ettikleri timar sistemi, Osman Gazi ile baslar. O, zapt ettigi bütün yerleri timar olarak silah arkadaslari ile askerlerine veriyordu. Itaat eden yerli halki da yerinde birakiyordu. Hatta o, arkadaslarindan bazilarinin uysal ve itaat eden ahaliyi herhangi bir sebeple yerlerinden kaçirmalarina engel oluyordu. Âsikpasazâde'ye göre o: "Her kime kim bir timar virem âni sebepsiz elinden almayalar ve hem ol öldügü vakitte ogluna ve eger küçücük dahi olsa vireler. Hizmetkârlari sefer vakti olicak sefere varalar, tâ ol sefere yarayinca. Ve her kim kanun düzse Allah andan râzi olsun. Ve eger neslimden bir kisi bu kanundan gayri bir kanun koyacak olursa edenden ve ettirenlerden Allah Teâla râzi olmasin" demistir. Selçuklu uygulamasi ile ayni özellikleri tasiyan bu sözlerden su sonuçlar çikmaktadir:

1- Sebepsiz yere hiç kimsenin timari elinden alinamaz.

2-Timar sahibinin ölümü halinde timari ogluna intikal eder.

3-Ogul sefere gidemeyecek kadar küçükse, harbe gidecek yasa gelinceye kadar onun yerine hizmetkârlari sefere gideceklerdir.

Anadolu'da, Osman Gazi ile baslayan timar sistemi, ondan sonra gelen torunlari tarafindan devam ettirildi. Gerçekten de Orhan zamaninda timar tevcihlerine dair bir çok tarihî kayit bulunmaktadir. Ayrica gazilerin yani timar erlerinin yeni zaptedilen uslara yerlestirildigi hakkindaki rivayetler de timarlarin askerî özellik ve mahiyetlerini daha iyi anlamamiza vesile olmaktadir. Hatta timarlarda bulunan yerli halk da zaman zaman sipahilerle birlikte kendi din kardeslerine karsi harplere katiliyorlardi. Rumeli fetihleri baslayinca timar sistemi oralarda da uygulanmaya basladi. Gelibolu havalisinin Yakub Ece ile Gazi Fazil'a timar olarak verildigi ilk tarihî kaynaklarda belirtilmektedir. Sultan I. Murad devrinde Rumeli fütuhati ehemmiyet kazaninca Anadolu'dan pekçok halk ve bazi Türk asiretleri oradan alinip Rumeli'ye iskan ettirildiler. Bu yeni gelenlerin geçimlerini saglamak için onlara toprak tahsis edilmesi gerekiyordu. Bu durum sebebiyle, timar sistemi daha da yayginlik kazanmaya basladi.

Baslangiçta "Has" ile "Timar" seklinde ikiye ayrilmis olan birlikler, I. Murad döneminde yeni bir kategorinin katilmasi ile üç kisma ayrildilar. Rumeli Beylerbeyi Lala Sahin Pasa ölünce, onun yerine Kara Ali oglu Kara Timurtas Pasa beylerbeyi olmustu. Dirlikleri yeniden düzenlemek isteyen Kara Timurtas Pasa, "Has" ile "Timar" arasinda "Zeâmet" adi ile yeni bir derece ihdas etti. Tedricî bir tekâmül takib ettigi muhakkak olan bu toprak sistemi, topragin mülkiyet haklari ile ilgili degildir. Böylece rakabesi (possesio) devlet elinde alikonulmus topraklar rejimi, Osmanli Devleti'nde en genis ölçüde ve en serbest bir sekilde tatbik edilebilmistir. Bu rejimde, topragin menfaati kendisine birakilan sinif, topragi fiilen isleyen reâyâdir. Burada sunu da hemen belirtelim ki, Osmanli reâyasinin sahip bulundugu haklar, Avrupa'daki "Serf'lerin sahip oldugu haklar ile kiyas edilemeyecek kadar daha medenî, daha insanî ve daha mütekâmildir. Konuyu daha netlestirmek ve bir fikir vermek üzere Osmanli reâyasinin muasiri olan Avrupa'daki serflikten ve onlarin durumundan kisaca söz etmek gerekir.

Avrupa'da topraga yerlestirilmis olan köle (serf, çiftçi) bazi isleri hür insanlar gibi yapamaz. O, birçok haktan mahrumdur. Derebeylik sisteminin getirdigi feodalizme göre serfler, hukukî bakimdan diger insanlardan tamamen farkli bir hüviyete sahiptirler. Asagidaki maddeler, onlarin nasil bir statüye sahip olduklarini ortaya koyacaktir:

a- Istedikleri ile evlenemezler, baska senyörlerin serfleri veya hürlerle evlenemez.

b- Serflerin mirasi hür olan insanlarinki gibi vârislerine intikal etmez, sahipleri istedikleri gibi mirasa müdahale edebilirler.

> c-Istedikleri meslegi seçme, çalisip çalismamada serbestlikleri yoktur.

d-Efendilerinin angarya islerinde çalismak ve belli zamanlarda onlara hediye takdim mecburiyetleri var.

e- Serfleri cezalandirmak efendilerine aittir.

f-Serfler, ruhban sinifi ve manastirlara giremezler, mahkemelerde hür bir insana karsi sahidlikleri kabul edilmez.

Serflerin içinde bulundugu bu duruma karsilik Osmanli reâyâsi hür insanlardi. Onlar ,her türlü hukukî statüye sahiptirler. Serf veya ortakçi kullarla bir ilgileri yoktur. Bu sebepledir ki, Avrupa feodal toplum yapisinda görülen köylü isyan ve ihtilallerine, son derece karisik dinî ve sosyal gruplari bünyesinde toplayan Osmanli Devleti'nde tarihin hiç bir döneminde rastlanmaz. Sinif tesekkül ve kavgasina zemin hazirlamayan Osmanli toplum yapisi, baska toplumlarla kiyasi mümkün olmayan sosyal bir özellik arzeder. Bati insaninin yüzyillar boyu sürdürdügü sinif mücadelesini ve kölelikten kurtulma savasinin izlerini Türk ictimaî hayatinda görmek mümkün degildir.

Osmanli Devleti kuruldugu ve daha sonra feth ettigi memleketlerde, bir çesit toprak köleliginin mevcud oldugu düzensiz bir derebeylik nizami ile karsilasmistir. Bu nizamin, toprak münasebetlerinde sebep olacagi düzensizlikleri önlemek için mevcud toprak düzenine sür'atle müdahale etmis, topraga dayanan asalete son vermek suretiyle, topragi isleyenleri serf olmaktan çikarmis, derebeylik yerine timar sistemini, serf yerine timar sahibi olan sipahî ile aralarinda sadece akdî bir münasebet bulunan, bir çesit aynî hak sahibi kiraciya benzer toprak mutasarriflarini ikame etmistir. Böyle bir toprak düzeni ise topragin mülkiyetinin devlette olmasiyla mümkündür. Iste bunun içindir ki Osmanli hükümdarlari, Islâm fetihlerinin baslangicinda oldugu gibi, fethedilen topraklarin bir kisminin mülkiyetini halka birakirken, bir kisminin rakabesini hazine için alikoymus ve sadece tasarruf hakkini halka tefviz etmistir.

Baslangiçta, arazinin mülk ve mirî olarak ikiye ayrildigi Osmanli Devleti'nde, bilahare arazinin tam***** yakin bir kismi mirî rejime tabi tutulmustur. Üsküp ve Selânik kanununun basina koydugu mukaddimesinde Ebu Suud Efendi (898-982/1490-1574), arazinin mirî olus sebeplerine temas ederken ayni zamanda, Islâm hukukuna göre arazinin mahiyetinden de söz eder. Ona göre:

"Bilâd-i Islâmiyede olan arazi, muktezay-i seriat-i serife üzre üç kisimdir:

Bir kismi arz-i ösriyyedir ki hin-i fetihte (fetih esnasinda) ehl-i Islâm'a temlik olunmustur. Sahih mülkleridir (gerçek mülkleridir). Sâir mallari gibi nice dilerlerse tasarruf ederler. Ehl-i Islâm üzerine ibtidâen harac vaz'i, na mesrû olmagin (mesru olmadigi için) ösür vaz' olunmustur. Ekerler, biçerler, hâsil olan gallenin ösründen gayri asla bir habbe alinmaz. Âni dahi kendiler fukara ve mesâkine virürler. Sipahdan ve gayridan asla bir ferde helâl degüldür. Arz-i Hicaz ve arz-i Basra böyledir.

Bir kismi dahi arz-i haraciyedir ki, hin-i fetihte keferenin ellerinde mukarrer kilinup kendilerine temlik olunub üzerlerine hasillarindan ösür yahut sümün yahud subu', yahud südüs, nisfa degin (1/10, 1/8, 1/7, 1/6, 1/2) arzin tahammülüne göre harac-i mukaseme vaz' olunup yilda bir miktar akça dahi harac-i muvazzaf vaz' olunmustur. Bu kisim dahi sahiplerinin mülk-i sahihleridir. Bey'a ve siraya (satma, satin alma) vesair enva-i tasarrufata kadirdirler. Istira edenler dahi vech-i mezbur üzerine ekerler biçerler, harac-i mukasemin ve harac-i muvazzafin verirler. Ehl-i Islâm istira etseler dahi kefereden alinagelen haraclari sâkit olmaz (haraçlari düsmez). Bi kusur edâ ederler. Egerçi ehl-i Islâm'a ibtidâen harac vaz' olunmak mesru degildir. Amma bekaen alinmak mesrudur. Mutasarrif olanlar eger ehl-i zimmettir eger ehl-i islâmdir madem ki ellerinde olan yerleri ziraat ve hiraset edüp ta'dil eylemeyeler asla dahl ve taarruz olunmaz nice dilerler ise tasarruf ederler. Fevt oldukta sair emvâl ve emlakleri gibi vereselerine intikal eder. Sevad-i Irak arazisi böyledir. Kütüb-i ser'iyyede mestûr ve meshur olan arazi bu iki kisimdir.

Bir kisim dahi vardir ki, ne ösriyyedir ne de vech-i mezbûr üzerine haraciyyedir. Âna arz-i memleket derler. Asli haraciyedir. Lakin sahiplerine temlik olundugu takdirde fevt olup verese-i kesire mabeynlerinde taksim olunup her birine bir cüz'î kit'a degüp her birinin hissesine mabeynlerinde taksim olunup her birine bir cüz'î kit'a degiip her birinin hissesine göre haraclari tevzi ve tayin olunmakta kemal-i suûbet ve iskâl olup belki âdeten muhal olmagin rakabe-i arazi, beytü'l-mal-i müslimîn içün alikonulup reâyaya ariyet tarikiyla virülüp ziraat ve hiraset idüp, bag, bahça ve bostan idüp hâsil olandan harac-i mukasemin ve harac-i muvazzafin vermek emr olunmustur. Sevad-i Irak'in arazisi eimme-i din mezheblerinde bu kabildendir.

Bu diyar-i bereket siarin arazisi dahi bu uslûb üzerine arz-i memlekettir ki, arz-i mîrî demekle mâruftur. Reâyânin mülkleri degüldür. Ariyet tarikiyla tasarruf idüp ziraat ve hiraset idüp ösür adina harac-i mukasemesin ve çift akçasi adina harac-i muvazzafin virüp madem ki, ta'til itmeyüp vücuh-i merkume üzerine tamir idüp hukukun eda ederler kimesne dahl ve taarruz eylemeyüp fevt oluncaya degin nice dilerler ise tasarruf ederler. Fevt oldukta ogullari kendilerin makamlarina kayimlar tafsil-i mezbur üzerine tasarruf ederler. Ogullan kalmaz ise hariçten tamire kadir kimesnelere ücret-i muaccele alinip tapuya verilip anlar dahi tafsil-i sâbik üzere tasarruf ederler."

Görüldügü gibi devlet, reâyânin elindeki topragin miras yolu ile parçalanmasi, serbest alisveris usûlü ile gelisigüzel sahip degistirmesi ve borç için hacz edilmesi gibi sebeplerie müstakil küçük köylü isletmelerinin mevcudiyetini tehlikeye düsüren muameleleri önleyici hükümler koymustu. Bu yüzden kanunnâmelerde "yer beyliktir", yerde bey'u sira ve hibe ve miras vesair tasarrufat ser'an ve örfen memnudur denilmektedir.

Müslüman Devletlerde arazinin mîrî olus sekillerini söyle siralayabiliriz:

a) Fethedilen arazi, gâliplere (fâtihlere) tevzi, veya mahallî halk elinde birakilmayarak devlete (beytü'l-mal) mal edilmek suretiyle. Islâm hukukuna göre devlet baskani bu arazi ile ilgili olarak istedigi gibi tasarrufta bulunabilir.

b) Fetih esnasinda nasil muamele gördügü belli olmayan arazi.

c) Mülk araziden olan topragin, mâlikinin mirasçi birakmadan ölmesi ve vasiyette bulunmamasi halinde arazinin hazineye intikal etmesi ile.

d) Topragin, mururu zaman (zaman asimi) ile sahibi bilinememek yüzünden hazineye intikali suretiyle.

e) Rakabesi devlete ait olmak üzere ihya edilen ölü (mevat) toprak.

Osmanli toprak sisteminde "emîriyye" denilen arazi de iki kisma ayrilmaktadir. Bunlar:

1- Arazi-i emirîye-i sirfa (beytü'l-male ait)

2- Arazi-i emirîye-i mevkufa (vakfa ait)

Tafsilatina girmeden,sadece kaç kisim olduguna isaret ettigimiz arazi-i emirîye, 1274/1858 tarihli arazi kanunnâmesinin 3. maddesinde söyle tarif edilmektedir:

"Arazi-i emirîyye, beytü'l-male ait olarak ihale ve tefvizi, taraf-i Devlet-i Aliyye'den icra olunagelen tarla ve çayir ve yaylak ve kislak ve korular ve emsali yerlerdir ki, mukaddema ferag ve mahlulat vukuunda sahib-i arz itibar olunan timar ve zeamet ashabinin ve bir aralik mültezim ve muhassillarin izin ve tefviziyle tasarruf olunur iken, muahharan bunlarin ilgasi hasebiyle el-haletu hazihi taraf-i Devlet-i Aliyye'den bu hususa memur olan zatin izin ve tefviziyle tasarruf olunup mutasarriflari yedlerine bâlâsi tugrali tapu senetleri verilir."

1858 tarihli arazi kanununa göre Osmanlilarda arazi: a- Arazi-i Memlûke, b- Arazi-i Emîrîye, c- Arazi-i Mevkufa, d- Arazi-i Metrûke, e- Arâzi-i Mevât olmak üzere bes gruba ayrilmaktadir:

> a- Arazi-i Memlûke: Mülkiyet yolu ile tasarruf edilen topraklar olup dört kisimdan ibarettir: 1- Kasaba ve köylerdeki arsalar olup yarim dönümlük yerlerdir. 2- Emîrîye topraklardan mülkiyete dönüstürülen yerlerdir. 3- Ösrî topraklardir. 4- Haracî topraklardir.

Arazi-i Memlûkeye mâlik olanlar, mallarini diledikleri gibi kullanir, isler, satar, hibe veya vakf edebilir. Bütün bu muamelat için fikhî hükümler tatbik edilir.

b- Arazi-i Emirîye: Devlete ait olup fertlere, tarla, otlak, yaylak, kislak vs. olarak tahsis edilen yerlerdir. Eskiden timar ve zeamet sahipleri tarafindan kullanilan bu topraklar, arazi kanunnâmesi hükümlerine göre tapu ile tasarruf edilir hale getirilmistir.

c- Arazi-i Mevkufa: Toplumun menfaati göz önünde bulundurularak vakf edilmis olan topraklardir. Vakfi yapan (vâkif) tarafindan tesbit edilen sartlara göre kullanilir.

d- Arazi-i Metrûke: Toplumun menfaati için yapilan yollar, köprüler ile köy ve kasaba halkinin birlikte istifade edebilmesi için birakilan mera, koru vs. gibi yerlerdir.

e- Arazi-i Mevât: Köy, kasaba ve fertlere tahsis edilmemis bulunan ve imar bölgeleri disinda birakilmis olan topraklardir.

TIMAR (DIRLIK)
Bu sistem, devlete ait mîrî arazinin, savaslarda yararliligi görülen, kale yapim ve tamirinde bulunan, devlete hizmet eden mücahidlere, askerlere ve diger bazi hizmet erbabina dagitilarak, bu kimselerin, kendilerine verilen araziye ait örfî ve ser'î vergileri toplamasi seklinde belirlenebilir. Topragin "rakabe" denilen çiplak mülkiyeti devlete, kullanma ve yararlanma hakki timar sahibine aittir. Daha önce de temas edildigi gibi toprak üzerindeki bu hak, babadan ogula intikal etmekte, ancak timar sahibinin topragi satmasi, hibe etmesi, bagislamasi, rehine koymasi veya miras olarak intikal ettirmesi mümkün degildir.

Osmanli Devleti'nde, mirî arazi rejiminin sonucu olarak timar (dirlik) adi verilen bir sistem ortaya çikti. Bu, daha önceki Müslüman devletlerdeki "Ikta" sistemi ile ayni olmakla birlikte ona göre biraz daha gelismisti. Osman Gazi'nin fetihleri ile ortaya çiktigini daha önce gördügümüz bu uygulama, I. Murad döneminde teskilâtli ve sistemli bir kurum haline geldi. Önceleri timar ve has diye ikiye ayrilan dirliklere bu devirde Kara Timurtas Pasa yardimiyla "zeâmet" diye malî yönde ikinci derecede bulunan bir kisim daha ilave edildi.

Devlette, büyük bir fonksiyonu bulunan timar sistemi, Osmanli toprak rejiminin temelini teskil ediyordu. Zira bu toplumda iktisadî, ictimaî, askerî ve idarî teskilâtlarin tamami büyük ölçüde toprak ekonomisine dayanmaktaydi. Toplum hayatinda en küçük vazife sahibinden, devletin en üst kademesinde bulunan hükümdara varincaya kadar hemen hemen bütün sosyal gruplar, geçimlerini toprak ürünleri ile sagliyorlardi.

Toprak taksimatinin en küçük bölümü olan timar, geliri 3 bin ila 20 bin akça arasinda degisen askerî dirliklere verilen bir isimdir. Devrin imkânlari göz önünde bulundurularak bir kisim asker ve memurlara geçimlerini temin hususunda böyle bir kaynak saglanmistir. Nitekim bu mânâda "zeâmet ve timar ki defi a'da için tâyin olunan mal-i mukateledir ve asker dahi bunlari tasarruf edenlerdir denilmektedir. Keza, Islâm Ansiklopedisindeki genis makalesinde Barkan da bu mevzuda sunlari söylemektedir:

"Osmanli Imparatorlugunda geçimlerini veya hizmetlerine ait masraflari karsilamak üzere bir kisim asker ve memurlara, muayyen bölgelerden kendi nâm ve hesaplarina tahsil selâhiyeti ile birlikte tahsis edilmis olan vergi kaynaklarina ve bu arada bilhassa defter yazilarindaki senelik geliri 20 bin akçaya kadar olan askerî dirliklere verilen isimdir." Kendisine böyle bir imkân taninan kisi (timar sahibi, sipahî), buna karsilik bâzi vazifelerle mükellef tutulmaktadir. O, batidaki toprak sahiplerinin, serflerine karsi takindiklari tavir gibi bir pozisyonda bulunamaz. Keza, timari içinde meydana gelen olaylara, toprak sahibi sifatiyle müdahalede bulunamaz. Zira "Osmanli Imparatorlugunun adlî düzeni icabi, herhangi bir cezanin tatbiki için bütün suçlarin kadi mahkemeleri önünde usûlü vechiyle tesbit edilerek hükme baglanmis bulunmasi lâzimdir. Ne kadar kudretli kisiler olurlarsa olsunlar, timar sahipleri reâyanin hukuk ve ceza dâvalarina bakmak ve onlara ceza tâyin etmek yetkisine sahip degildi. Hatta diger askerî sinif mensuplari gibi, timar sahiplerinin de kendi reâyasi ile beraber ayni mahkemeler önünde, ayni kanunlara göre muhakeme edilerek hüküm giymeleri icabediyordu. Mahkeme karari olmaksizin, kimsenin hapsedilmesi, zincire vurulmasi, iskenceye tâbi tutulmasi veya para cezasi ödemesi câiz degildi." Osmanlilarda topragin rakabesi devlete aittir. Bununla beraber, çiftçinin vermekle mükellef tutuldugu vergiyi dogrudan dogruya devlet degil ve fakat onun adina bir maas karsiligi olarak herhangi bir memur alir ki, böyle bir memuriyeti bulunana sipahî, bu tatbikata da, "timar sistemi" adi verilmektedir. Sipahî, timari içinde çalisanlara haksiz bir ceza veremiyecegi gibi, onlara angarya da yükleyemez. Zira Osmanlilarda, timari içinde, sipahinin bir kisim topraklari kendi nâm ve hesabina isleten ve bu maksatla idaresi altinda bulunan reâyânin isgücünü angarya mükellefiyetleri ile kullanmak mecburiyetinde olan büyük bir çiftlik sâhibi durumunda olmadigi anlasilmaktadir. Ayni sekilde, mîrî arazi tasarruf eden bir reâyâ ile sipahî arasinda, büyük ölçüde ekonomik bir farklilasma görülmez. Birisi, idarîaskerî vazifeler karsiligi toprak gelirinden istifade ederken, digeri sadece emek karsiligi bu ürünlerden faydalanmaktadir. Osmanli cemiyetindeki bu iki sinif insanin emeklerini toprak geliri ile karsilamasi, maddî farklilasmayi ortadan kaldiran önemli bir âmil olmustur.

Sipahî, reâyâdan miktar ve cinsleri kanunlarla tesbit ve tâyin edilmis olan bir kisim vergiden fazlasini tahsile selâhiyetli degildi. Selâhiyetini tecavüz edenden de dirligi, bir daha geri verilmemek sartiyle alinirdi. Nitekim, 14 Muharrem 973 (12 Agustos 1565) de Sivas Beylerbeyi, Sivas ve Arapkir kadilarina yazilan bir hükümde, Divrigi Beyi Kasim'in seriat ve kanuna aykiri olarak reâyâya haksizlik ettiginin mahkeme tarafindan tesbit edilmis olmasi cihetiyle, sancaginin tebdiline karar verildigi bildirilmektedir. Ayni seneye 973 (1565) ait baska bir belgeye göre Avlonya Kadisina yazilan bir hükümde de mezkûr kazaya bagli Aspurokilise adindaki köyde timar tasarruf eden Burhan oglu Ahmed Sipahî, ehl-i senaattan olmak, çesitli kötülük ve haksizliklari bulunmakla hapsedilmesi ve timarinin elinden alinmasina dair tafsilâtli bilgi verilmektedir. Ekonomik ve sosyal durumlari ile dinî inançlari tamamen farkli, çesitli kavimlere mensup kimseleri sinirlan içinde barindirarak onlari tebea edinen Osmanli Devleti, böylece timar sahibinin yapabilecegi herhangi bir haksizligin önünü almis oluyordu.

Sipahî, mîrî arazinin halka tefvizinde, devletin bir temsilcisi olarak vazife görmektedir. O, arazinin gerçek sahibi degildir. Bunun içindir ki devlet, timarlarin kapali bir sistem halinde çalismasini engellemek, onlari devamli kontrol etmek ve gerektiginde müdahalede bulunmak için devamli surette buralara çesitli memurlarini gönderir. "Timar sahiplerinin kendilerine tahsis edilmis olan arazi ve reâyâya ait ser'î veya örfî bir takim hak ve resimleri (vergi) kendi nâm ve hesaplarina toplayip onlarin gelirleri ile birtakim vazifelerin ifâsini temin ettiklerini biliyoruz. Bununla beraber, sipahî timarlarini, malî bakimdan hârice karsi tamamiyle kapali ve müstakil bir bütün, bir müafiyet (imnunite) sahasi olarak kabul etmek de mümkün degildir. Çünkü vergilerin toplanma sekli ile aidiyyeti hususlari, siki bir sekilde merkeziyetçi bir devlet teskilâti tarafindan mürakebe edilmekte ve sipahî timarina, muhtelif hak ve vazifeler dolayisiyle birçok devlet memuru girip çikmaktadir."

TIMAR SISTEMININ TEKÂMÜLÜ
Osmanlilarda, Osman Gazi ile baslayan timar sistemi, Yildirim Bâyezid zamaninda Timur'la yapilan savastan dolayi bir duraklama devresine girmisti. Bu hâl, Fâtih devrine kadar tesirini göstermistir. Fâtih Sultan Mehmed, devletin artan ihtiyaçlarina uygun olarak, devlet teskilâtini tanzim etmek ve bu arada timar sistemini gelistirmek için yeni kanunlar çikarmistir. Nitekim o, timar sisteminin düzenlenmesi, timar topraklarinin arttirilmasi ve aksakliklarin giderilmesi konusunda önemli yeniliklerde bulunmustu. Onun, aslinda devlete ait olup çesitli yollarla devletin elinden çikarak mülk veya vakif haline gelmis olan topraklan tekrar mîrî haline getirmesi operasyonu meshurdur. Bu dönemde bütün vakif ve mülkler gözden geçirilerek 20.000'den fazla köy ve mezra vakif veya mülk olmaktan çikarilip sipahilere dagitilmistir.

II. Bâyezid (1481-1512) zamaninda timar teskilâtinda pek büyük bir degisiklik yapilmadi. Yavuz Sultan Selim (1512-1520) devrinde timar sistemi mükemmel bir sekilde islenmis, sipahî ve "cebelû"lerin miktari 1514 yilinda 140 bin kisiyi bulmustu.

Timar teskilâti, Kanunî Sultan Süleyman devrinde tekâmülünün zirvesine ulasmistir. Kanunî'nin timarlarla ilgili fermanlari bu hususta çok açik birer delil teskil etmektedirler. Keza bu dönemdeki timar sayisindan ve "cebelû" miktarindan da haberdar bulunmaktayiz. Nitekim, Kanunî zamaninda irili ufakli 37521 timar vardi. Bunlardan 6620 Rumeli, 2614 Anadolu, 419 Haleb ve Sam vilâyetlerinde bulunuyordu. Bunlardan 9653'ü kale muhafiz timari, geriye kalan 27868'i ise tamamiyle eskinci timari idi. Bahis mevzu 27868 eskinci timari sahiplerinin, harbe beraber ***ürmek mecburiyetinde olduklari "cebelû" (veya cebelî) denilen silâhli ve zirhli askerlerle 70-80 bin kisilik atli bir timarli sipahî ordusu teskil ettikleri tahmin edilmektedir. Padisahin hassa ordusu demek olan Istanbul'daki KapiKulu Ocaklarinin bu devirdeki mevcudu ise henüz 27 bin civarinda idi. Kanunî zamaninda bütün müesseseler gibi dirlik (timar) sistemi de tekâmülünün zirvesine ulasmistir. Bu dönemdeki timarli asker sayisinin yukanda verilenden daha fazla oldugu ve bunun 200 bin civarinda bulundugu da söylenmektedir.

Osmanli toprak düzeninde dirlikler, üç kisma ayriliyordu. Bunlar:

a) Has: Padisah, vezir ve ileri gelen devlet adamlarina tahsis edilip, senelik hâsilati 100 bin akçadan fazla olan yerlere (dirliklere) denirdi. Her has sahibi, gelirinin her bes bin akçasi için bütün masraflari kendisine ait olmak üzere bir "cebelû" yetistirmek ve beraberinde harbe ***ürmek mecburiyetindeydi. Haslar irsî degildir.

b) Zeâmet: Senelik hâsilati 20-100 bin akça arasinda degisen dirliklerdir. Bu gelirin 20 bin akçasi kiliç hakki oldugundan, zeâmet sahibi bunun disinda kalan her bes bin akça için bir "cebelî"yi yetistirmek ve harbe ***ürmek zorundaydi. Zeâmetler, devlet merkezinde bulunan hazine ve timar defterdarlarina, zeâmet kethüdalarina, sancaklardaki alay-beyine kale dizdarlarina, kapicibasilara, hâcegan-i divan-i hümâyuna ve müteferrikalara tevcih olunurdu. Bunlarin büyük bir suçu görülmedikçe zeâmetleri ellerinden alinmazdi.

c) Timar: En küçük kategoriyi teskil eden ve senelik geliri 3.000-20.000 akça arasinda olan dirliklerdir. Bu dirlikte, cinslerine göre kiliç hakki degismektedir. Nitekim, Rumeli'de bulunan Budin, Bosna, Timasvar beylerbeyliklerindeki 6000'lik tezkireli timarlarin kiliçlari 3'er bindir. Anadolu, Karaman, Maras, Rum, Diyarbekir, Erzurum, Haleb, Sam, Bagdad ve Kibris eyâletlerindeki tezkireli timarlarin kiliçlan ise 2 bindir. Kiliç hakkinin disinda kalan her üç bin akça için timar sâhibi bir "cebelî" yetistirmek zorundadir.

Osmanli toprak rejiminde her dirligin çekirdegini teskil eden ve "kiliç" adi verilen bir kisim vardir. Timarlar, kiliç tâbir edilen ve hiç degismeyen bir çekirdek kismi ile bu kisma zamanla ilâve edilmis olan hisselerden tesekkül eder. Timarlarin bulundugu yer ve durumuna göre farklilik arz eden her "kiliç"a bir timar sahibinin tayin edilmis olmasi lâzimdir. Bir kiliç yerine iki kisi tayin edilemez. Bu, her sancaktaki zeâmet ve timarlarin büyüklü-küçüklü dagilis seklinin ve kadro mevcutlarinin ayni kalmasini temin için bas vurulmus bir çaredir.

TIMAR ÇESITLERI
Osmanli toprak düzeninde, timarlari siniflandirmak güç ve ince bir is olmakla birlikte onlari tiplerine göre birkaç kisma ayirabiliriz. Bunlar:

1. Timar arazisinin mülk olarak verilip verilmemesine göre:

a) Mülk timarlar: Anadolu'nun bazi vilâyetlerinde mevcud olan bu tip timar sâhipleri, sefer aninda yerlerine "cebelû"lerini gönderebiliyor, kendileri ise sefere istirak etmeyebiliyorlardi. Bu mükellefiyetini yerine getirmeyen timar sahibinin bir yillik geliri hazine tarafindan alinirdi. Fakat timar baskasina verilmezdi. Ölümü halinde ogluna, yoksa diger mirasçilarina kalirdi.

b) Mülk olmayan timarlar: Bunlar, hizmet mukabili vâridatinin bir kisminin tahsisi suretiyle verilen timarlardir ki, Osmanli timarlarinin çogu bu nevi'dendir.

2. Timar sahiplerinin gördügü islere göre:

a) Eskinci timarlari: Bunlarin sahipleri alay beyinin sancagi altinda sefere eserler (giderler). "Cebelî"leri ile birlikte sefere gitmek zorunda olan bu tip timarlarin mutasarriflari, sefere esmedikleri zaman timarlan ellerinden alinirdi. Osmanli toprak sisteminde bu nevi'den olan timarlar çogunlukta idi.

b) Mustahfiz timarlari: Bu timarlarin sahipleri, mensubu bulunduklari kale muhafazasinda bulunurlardi.

c) Hizmet timarlari: Bâzi serhadlerde bulunan câmilerin imâmet ve hitâbetinde bulunanlar ile saraya hizmet edenlere verilen timarlardir.

3. Verilis sekillerine göre: Timarlarin, beylerbeyi tarafindan veya Istanbul'dan verilmesine göre siniflandirilmasi ile ilgilidir. Buna göre timarlar ikiye ayrilmaktadir:

a) Tezkireli: Beylerbeyilerin, bir tezkire ile devlet merkezine teklif ettikleri timarlara bu isim verilirdi.

b) Tezkiresiz: Beylerbeyilerin, kendi beratlari ile verdikleri timarlara da tezkiresiz adi verilir.

Küçük timarlarin dagitilmasinda beylerbeyilerin selâhiyetleri büyüktü. Muhtelif eyâletlerde degisik baremlerde olmak üzere defter yazilari belirli bir rakamin altinda olan timarlarin sahiplerini beylerbeyiler kendi tugralarini tasiyan beratlarla dogrudan dogruya tâyin edebiliyorlardi. Daha büyük bir gelir saglayan timarlarda ise beylerbeyi, o timara hak kazanmis olan sipahinin eline bir "tezkire" vererek tâyinini devlet merkezine teklif eder. Bu sipahinin berati, devlet merkezinden verilirdi. Beylerbeyinden böyle bir tezkire alan sipahî, Istanbul'a giderek 6 ay içinde beratini almak zorunda idi. Aksi takdirde timarinin gelirinden faydalanamazdi.

Dogrudan dogruya beylerbeyi tarafindan verilen tezkiresiz timarlarin defter geliri düsüktür. Bunlarin en büyügü Rumeli'deki eyâletlerle (Budin, Bosna, Timasvar vs.) Sam, Haleb, Diyarbekir, Erzurum ve Bagdad bölgelerinde 6000, Anadolu ve Kibris eyâletlerinde 5000, Karaman, Zülkadiriye ve Rum eyâletlerinde de 3000 akçalik geliri olan timarlardir.

Osmanli timar sisteminde dikkat edilen hususlardan biri de tezkireli timarlarin bozulup tezkiresiz hâle getirilemeyisidir.

4. Malî durumlarina göre:

a) Serbest timarlar: Timar sahibinin "resm-i arûs", "resm-i tapu", "kislak", "yaylak", "cürüm, cinayet" vs. gibi vergileri, alma hakkina sahip bulundugu timarlardir, (dirliklerdir). Bunlar, vezir, beylerbeyi, sancakbeyi, nisanci, defterdar, divan kâtipleri, çavuslar çeribasilari, sübasilar ve dizdarlar gibi yüksek rütbeli idare âmirleri ile memur ve askerlerin has ve zeâmetleridir. Bunlar, bazi imtiyazlara sahiptirler.

b) Serbest olmayan timarlar: Böyle bir timari tasarruf eden sipahînin, serbest timar tasarruf eden gibi bir yetkisi yoktur. Onun için yukarida adi geçen vergileri kendi nâm ve hesabina alamaz.

Çesitli yönleri ile tedkik ettigimiz timar sisteminin geçirmis oldugu merhaleler ile farkli sebeblere bagli olarak aldiklari degisik isimleri gördük. Beldiceanu, kendine göre ve özellikle timar tasarruf eden kimselere göre ayri bir siniflandirma yapmaktadir.

TIMAR SISTEMININ BOZULMASI VE ORTADAN KALKMASI
Kanunî Sultan Süleyman devrinde, tekâmülünün zirvesine erisen timar sistemi, bu pâdisahin ölümünden sonra bozulma temâyülü göstermeye baslamis olacaktir. Koçi Bey (? 1640), 992 (1584) tarihine kadar timarlarin kiliç ehli elinde ve ocakzâdelerde bulundugunu, bu sinifa yabanci ve kötü kisilerin girmedigini keza timarlarin büyükler ile âyânin sepetine de girmedigini belirterek o ana kadar bir bozulma belirtisi görülmedigine isaret eder. Fakat XVI. asrin sonlarina dogru timarlarin iltizam usûlü ile verilmesi, bunun neticesinde mültezimlerin fazla kâr saglayabilmeleri için reâyâya haksizliklarda bulunmalari, bozulmanin baslangici sayilmaktadir. III. Murad (1574-1595) devrinde bozulma emâreleri, daha belirgin bir sekil almisti. Zira bu devrede eski kanunlara riayet edilmeyerek çesitli yollardan timar sahibi olan kimseler türedi. Bununla ilgili olarak Koçi Bey, "bosalan timar ve zeâmetler de eski kanunlara aykiri olarak Istanbul tarafindan verilmeye baslandi. Ileri gelenler ve vükelâ, bosalan yerleri adamlarina ve akrabalarina verip, Islâm memleketinde olan timar ve zeâmetin seçmelerini ser'-i serife ve yüksek kanuna aykiri olarak kimini mülk olarak, kimini vakif olarak, kimini vücudu sihhatta olan kimselere emeklilik olarak verip bütün zeâmet ve timar, ileri gelenlerin yemligi oldu. Bu bozukluklar, devletin en secaatli, güçlü, san ve sevkete sebep olan askerinin harap olmasina sebep oldu. Halbuki parali asker, asagi tabaka halkindan devsirilirse hiç bir yararligi olmaz. Aksine bunlar, baris günlerinde azginlik ve isyana sebep olup ser aleti olduklarindan epeyce zamandan beri taskinligin ardi arkasi kesilmemektedir. Bu beylerbeyliklerinde ve sancakbeyliklerinde, vezirlerin agalarin, müteferrika, çavus ve kâtipler zümresinde, dilsiz, cüce taifesinde, padisah nedimlerinde bölük halkinin ileri gelenlerinde bir çok timar ve zeametler olup, kimi hizmetkârlari üzerine, kimi azadsiz kullan üzerine berat çikarmislardir. Nâm adamlarinin olup, mahsûlü kendileri yerler. Içlerinde öyleleri vardir ki, yirmiotuz belki, kirkelli kadar zeâmet ve timari bu yoldan alip, ürününü kendileri yeyip, sefer-i hümâyun olunca, cebe ve cevsen yerine aba ve kebe giydirip birer semerli beygir ile sefere gönderirler. Kendileri evlerinde zevk ve safâ, seyir ve sohbette olurlar" diyerek bozulmanin sebep ve sekillerini göstermeye çalismistir.

Iltizam usûlünün dogmasi, timarlarin akraba ile yakinlara dagitilmasi ve rüsvetin ortaya çikmasi sonucu, timar sahiplerinin askere gitmemesi üzerine bas gösteren bozulmanin sebeplerini söyle siralayabiliriz:

a) Merkezî devlet bürolarinda timar kayitlarinin son derece karisik bir hâle düsmesi. Timar sahiplerinin seferlerde yapilmasi gerekli yoklamalarinin türlü tesirler altinda iyi bir sekilde yapilamamasi ve bu yoklamalarin daha sonraki timar dagitimi için iyice muhafaza edilmemesi.

b) Bos kalan timarlarin, istihkak sahiplerine verilmesi yerine bir kenara ayrilarak (sepete konarak) çesitli hileli yollarla bazi nüfûzlu kisilerin adamlarina verilmesi.

c) Is adami vasfindaki yeni timar sahipleri, sefer zahmetinden, baç ve can korkusundan halas olup safâ ve huzur içinde kâr ve kazançlari ile mesgul olabilmek için, harp zamanlarinda timarlarini bir takim aracilara, seferden dönüste bu timarlardan eski sahipleri lehine feragat etmek sartiyle, devir ve tahvil ettirmenin yolunu bulmakta idiler.

Görüldügü gibi timar sisteminde, reâyâ, sipahi ve devlet olmak üzere üç temel taraf bulunmaktadir. Bunlarin, birbirlerine karsi nasil davranmalari gerektigi, kanunnâme, adaletnâme ve zaman zaman isdar edilen fermanlarla tesbit edilmisti. Bununla beraber bu üçlünün bazan birbirlerine karsi olan yanlis davranislari, Osmanli sosyoekonomik tarihinin en önemli konusu olmustur. Bilindigi gibi dirlik sisteminde devlet, arazinin rakabesine yani çiplak mülkiyetine sahiptir. Sâhib-i arz veya timar sahibi adiyla da anilan sipahi ise devlete ait araziyi isleten, devletin reâyâdan alacagi vergileri toplayan kimsedir. Sipahi, topladigi bu paralarin bir kismini kendine ayirmakta, kalan kismi ile asker besleyip bu askerlerle birlikte seferlere istirak etmektedir. Bu durumu ile sipahi, mîrî topragi isleyen bir devlet memurudur. Bu bakimdan, reâyâ üzerinde herhangi bir tasarruf yetkisi bulunmamaktadir. O, sorumlulugu altinda bulunan topraklarda devletin otoritesini temsil etmektedir.

Reâyâ ise üzerinde yasadigi topraklan isleyip bunlarin vergisini devlet adina sipahiye vermek zorundadir. O asirlarda halkin elinde nakit para pek fazla bulunmadigindan vergileri aynî (mahsûl) olarak öderlerdi. Reâyâ bu mahsulü teslim etmek üzere kendisine en yakin pazara ***ürmek zorunda idi. Sipahi, reâyânin bunu daha uzaktaki pazara ***ürmesini isteyemezdi. Bundan baska reâyâya eziyet edilmesine, maddî ve manevî külfet yüklenmesine (angarya) izin verilmezdi. Devlet, sipahi, reâyâ üçlüsünün statüleri ve karsilikli mükellefiyetleri "Tahrir Defterleri"nin basinda yer alan sancak kanunnâmelerinde genis ve etrafli bir sekilde belirlenmistir. Ayrica siyasetnâme nevinden olan eserlerde devletin bekasinin reâyâ ile mümkün oldugu ifade edilmektedir. Nitekim Kâtib Çelebi (Düsturu'l-Amel li Islahi'l-Halel, Istanbul 1280, s. 124) söyle demektedir: "Evvela reâyâ ve berâyâ selâtin ve ümerâya vediat-i ilâhiye oldugundan gayri La mülke illâ bi'rricâl, velâ ricâle illâ bi's-seyf velâ seyfe illâ bi'l-mal, velâ mâle illâ bi'rraiyye, velâ raiyye illâ bi'l-adl."

Farkli sebeplere bagli olarak bozulmaya yüz tutan timar sisteminin islahi için, çesitli tedbirlere bas vurulmus olmakla beraber, bu gidisin önü bir türlü alinamamistir.

Kurulusundan beri, Osmanli Devleti'nin ekonomik, sosyal ve askerî tarihinde büyük bir rol oynayarak önemli bir hizmet ifa etmis olan timar rejimi, birkaç asirdan beri buhranlar içinde geçen hayatinin son safhasinda sessiz sedasiz bir sekilde ve herhangi bir sarsintiya sebep olmadan ortadan kalkti. Tarihe mal olmasi çesitli safhalar geçiren bu sistemin ilk tatbikati, 1703 senesinde Girit adasinda basladi. Ülkenin diger mintikalarindaki timarlar ise 1812 yilindan itibaren mahlul oldukça (bosaldikça) baskasina verilmemeye baslandi. Bu uygulama ile timar sahiplerinin sayisi gittikçe azalmaya yüz tuttu. Nihayet, Yeniçeri Ocagi'nin lagv edilmesi ile muntazam ve disiplinli bir askerî sinif vücuda getirildikten sonra, intizamlarini büsbütün kaybetmis olan timar sahiplerinin de eskiden oldugu gibi kendi hallerine birakilmasi uygun görülmedi. Bu sebeple H. 1263 (M. 1848) senesinde bütün timar sahipleri kaydi hayat sartiyla ve yarim timar bedeli ile emekliye sevk edilerek timar sistemine son verildi.



KAPİTÜLASYONLAR



Sözlük anlamıyla; bir ülkenin, vatandaşlarının zararına olacak şekilde yabancılara verilen ayrıcalıklar. Osmanlı Devleti'nde Kanuni Sultan Süleyman döneminde 1535'de ilk kez padişah fermanıyla Fransızlara tanınan hakların tümü.

Fransa Kralı I. François 1525'de Cermen İmapartoru V. Carlos tarafından esir alınmış bunun üzerine Kralın annesi Kanuni'ye bir mektup yazarak yardım istemiştir. Bu sırada Mohaç Seferi'ne çıkacak olan Kanuni, bu yardımla Habsburglarla yakınlaşma sağlanabilir düşüncesiyle, yardım etmeyi kabul etmiştir. Fakat herşey Sultan Süleyman'ın planladığı gibi olmamış, Fransız dostluğu zamanla resmi bir kimlik kazanmıştır.

1535'te Fransızlarla Osmanlı Devleti arasında imzalanan antlaşmayla Fransızlara birtakım haklar verilmiştir. Kapitülasyonlar, bu dostluk antlaşmasının yarattığı yakınlaşma ortamında verilmiş olan haklardır. Buna göre; Fransız bayrağı taşıyan gemiler Osmanlı egemenliğinde bulunan bütün limanlarda serbestçe ticaret yapabileceklerdi. Diğer yabancı devletler gemilerini, Osmanlı egemenliğinde bulunan denizlerde ancak Fransız bayrağı altında ticaret yapabileceklerdi. Bu sayede Fransızlar kapitülasyonlar gereği Osmanlı denizlerinde serbestçe ticaret yapma özgürlüğüne kavuşmuştu. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Katoliklere ibadet özgürlüğü verilmesi, Fransız konsoloslarına kendi vatandaşlarıyla ilgili sorunların çözümlenmesinde yargı yetkisi tanınması gibi hükümler, daha sonraki yıllarda İmparatorluğun zayıflamasıyla, devletin bağımsızlığını yok edecek kurallar haline getirilmiştir.

1569, 1581, 1597, 1614, 1673 ve 1740 yıllarında yeni kapitülasyonlar verilmiştir. 1740 kapitülasyonlarıyla, Fransa'ya tanınan haklar daha da genişletilmiş, diğer batılı ülkelere de aynı hakların tanınması kabul edilmiştir. 1740 kapitülasyonlarından sonra Osmanlı sınırları içerisindeki yabancı devletlere çok geniş ticaret yapma olanakları sağlanmış, hatta bu haklar sayesinde İstanbul'da yanacı postaneler açılmıştı.

Sevr Antlaşması'nın imzalanmasıyla kapitülasyonlardan yararlanma hakkı Yunanistan ve Ermenistan'a verilmiş, yabancı gemilere, Türk gemilerine tanınan bütün hakların tanınması kararlaştırılmıştır. 22 Mart 1922'deki Sakarya Zaferi'nden sonra Paris'te toplanan İtilaf Devletleri Dışişleri bakanları konferansında ise İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Türkiye ve kapitülasyonlardan yararlanan öbür devletlerin katılmasıyla kurulacak bir komisyonca kapitülasyon hükümlerinin gözden geçirilmesi konusunda karara varılmıştır. Kapitülasyonlar Lozan Barış Antlaşmasıyla yürürlükten kalkmıştır
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

HUKUK

TANZIMAT FERMANI
3 Kasim 1839'da Sultan Abdülmecid'in sadrazami Mustafa Resid tarafindan Gülhane Parki'nda yabanci devletlerin elçileri ve büyük bir halk toplulugunun huzurunda okunan, kisilerle devlet arasindaki iliskilere hukuki yönden yenilikler getiren, seriata dayanan eski yasalari tamamen degistirmeyi öngören, Tanzimat-i Hayriye adi verilen islahat hareketinin siyasal ve hukuki yönden teminat altina alan belge.

Yeniçeri Ocagi'nin bozulmaya baslamasi nedeniyle Sultan II. Mahmud döneminde baslayan yenilik hareketleri ve Sultan Abdülmecid'in tahta çikar çikmaz islahat hareketine devam etmek amacinda oldugunu göstermesi Osmanli Devlet yapisindaki degismin baslangiciydi. Sadrazam Mustafa Resid Pasa, Gülhane Hatt-i Hümayununu Padisah adina kaleme almis; devlet ve birey arasindaki iliskilerde devletin modernlestirilmesi amacina dayanan temel ilkeler kabul ve ilan edilmistir. Tanzimat Fermani'nin tam metni söyledir ;

Herkesin bildigi gibi, devletimizde, kurulusundan beri Kuran'in yüce hükümlerine ve seriat yasalarina tam uyuldugundan, ülkemizin gücü ve bütün tab'asinin refah ve mutlulugu en yüksek noktaya çikmisti. Ancak, yüz elli yil var ki, birbirlerini izleyen karisikliklar ve çesitli nedenlerle seriata ve yüce yasalara uyulmadigindan evvelki kuvvet ve refah, tam tersine zayiflik ve fakirlige dönüstü. Oysa, seriat yasalari iel yönetilmeyen bir ülkenin varligini sürdürebilmesinin imkansizligi açik seçik ortadadir.

Tahta geçtigimiz mutlu günden bu yana bütün çabalarimiz, hep ülkenin kalkinmasi, ahalimiz ve fakirlemizin refahi amacina yönelik oldu. Eger, yüce devletimize dahil ülkelerin cografi konumu, verimli topraklari ve halkinin yetenekleri gözönünde tutularak gerekli girisimler yapilirsa, yüce Tanri'nin yardimi ile, bes-on yilda kalkinabilecegimiz söz ***ürmez.

Ulu Tanri'nin yardimina ve Peygamberimiz hazretlerinin ruhaniyetine siginarak, yüce devletimizin ve ülkemizin iyi bir biçimde yönetilmesi için bundan böyle bazi yeni yasalar çikarilmasi gerekli görüldü.

Söz konusu yasalarin basinda can güvenligi; irk, namus ve malin korunmasi; vergi toplanmasi; halkin askere alinip silah altinda tutulma süresi gibi hususlar gelmektedir. Söyle ki; Dünyada can, irz ve namustan daha kiymetli birsey yoktur. Bir insan bunlari tehlikede görünce, yaradilistan kötü olmasa bile, canini ve namusunu korumak için olmadik çarelere basvurur. Bunun devlet ve memlekete zarar verecegi açiktir. Buna karsilik, can ve namustan emin olan bir kimse sadakat ve dogruluktan ayrilmaz, isi ve gücü ile devletine ve milletine yararli olur.

Mal güvenliginin olmadigi yerde ise kimse devlet ve ulusuna isinamaz, ülkesinin yükselmesi ile ilgilenmez, hep korku ve üzüntü içinde yasar. Buna karsilik, malindan, mülkünden emin olmadigi zaman hep kendi isi ve isinin genisletilmesi ile ugrasir. Devlet ve millet gayreti, vatan sevgisi kendisinde her gün artar.

Vergi konusuna gelince: Bir devlet, ülkesini korumak için askere ve gerekli öbür masraflara muhtaçtir. Bu, para ile olur. Para, tab'adan toplanacak vergiler ile olustugundan bunun en iyi sekilde toplanmasi gerekir.

Evvelce gelir sanilmis olan "yed'i vahit" belasindan ülkemiz hamdolsun, kurtulmussa da yikici bir yöntem olup hiçbir zaman yararli sonuç dogurmamis olan iltizam usülü hala sürüyor. Bu, ülkenin siyasi islerini ve mali konularini bir adamin keyfine, hatta cebir ve zulmüne teslim etmek demektir. Bu adam iyi bir insan degilse hep kendi çikarina bakar, bütün davranislarinda kötülüge, zulme yönelir. Bu nedenle, ülkemiz insanlarinin her biri için, malina ve gelirine göre bir verginin saptanmasi ve kimseden bundan fazla birsey alinmamasi gerekir. Yüce devletimizin karada ve denizdeki askeri masraflari ile öbür masraflari yasalarla belirlenip sinirlandirilmali ve uygulama ona göre yapilmalidir.

Askerlik de, yukarida belirtildigi gibi, önemli konulardan biridir. Ülkenin korunmasi için asker vermek halkin baslica borcudur. Fakat, bir memleketin mevcut nüfusuna bakilmaksizin, simdiye kadar yapildigi gibi, kiminden tahammülünden çok, kiminden az asker alinmasi hem düzesizlige; hem tarim, ticaret ve bayindirlik iserinin kötü gitmesine; hem ömür boyu askerlik bikkinliga; hem de nüfusun azalmasina yol açar. Bu nedenle, her memlektten alinacak asker miktari için uygun yöntem konulmali ve dört veya bes yil hizmet için sira ussulü getirilmelidir. Bunlar yapilmadikça devletin kuvvetlenip gelismesi, huzur ve asayisin saglanmasi mümkün olmaz. Bütün bunlarin dayanagi yukarida açiklanan hususlardir.

Bu nedenle, bundan böyle suç isleyenlerin durumlari seriat yasalari geregince açikca incelenip bir karara baglanmadikça kimse hakkinda, açik veya gizli, idam ve zehirleme islemi uygulanmayacaktir. Hiç kimse, baskasinin irz ve namusuna saldirmayacaktir. Herkes malina, mülküne tam sahip olacak, bunlari diledigi gibi kullanacak, bunu yaparken de devlet büyüklerinin müdahalesine ugramayacaktir. Birinin suçlulugunun saptanmasi halinde mirasçilarin o isle ilgileri bulunmayacagindan suçlunun mallari elinden alinip varisleri miras hakkindan yoksun birakilmayacaklardir.

Yüce devletimizin tab'asi Müslümanlarla öbür uluslar bu haklardan tam yararlanacaklardir. Can, irz, namus ve mal konularinda, ülkemizin tüm halkina seriat yasalari geregince garanti verilmistir. Öbür konularda da oybirligi ile karar verilmesi için, Meclisi Ahkam-i Adliye üyeleri gerektikçe artirilacaktir. Yüce devletimizin bakanlari ile ileri gelenleri belirli günlerde orada toplanarak, görüslerini çekinmeden açikça söyleyeceklerdir. Can, mal güvenligine ve vergilerin belirlenmesine ait yasalar böyle hazirlanacaktir.

Askerlikle ilgili konular Bab-i Seraskeri Dar-i Surasi'nda görüsülüp karara baglandiktan sonra sonsuza dek uygulanmalari için tasdik edilmek üzere tarafima gönderilecektir. Söz konusu yasalar sirf din, devlet, ülke ve ulusu kalkindirmak amaci ile çikarilacaklardindan bunlara tam uyacagimiza yemin ederiz. Bu konuda, Hirka-i Serife odasinda, tüm din adamlari ile bakanlarin hazir bulunacaklari bir sirada yemin edecektir.

Din adami ve vezirlerden yasalara aykiri hareket edenlerin, kanitlanacak suçlarina göre, rütbelerine ve hatir ve gönüle bakilmaksizin cezalandirilmalari için özel ceza yasasi çikarilacaktir.

Memurlara yeterli maas baglanmis olup, henüz baglanmis olanlarinkiler de belirlenecektir. Bu yolla da, seriata aykiri olan ve ülkenin gerilemesinde basrolü oynayan rüsvet belasi güçlü bir yasa ile ortadan kaldirilmis olacaktir.

Bütün bu sayilan hususlar eski hükümlerin tümden degistirilmesi demek olacagindan isbu fermanimiz Istanbul halkina ve ülkemiz halkina duyurulacaktir. Bundan baska, dost devletlerin de bu yönetimin sonsuza dek uygulanmasina tanik olmalari için fermanimiz, Istanbul'daki tüm büyükelçilere resmen bildirilecektir.

Tanri hepimizi basarili kilsin; yasalara uymayanlar Tanri'nin lanetine ugrasin ve ömürleri boyunca rahat yüzü görmesin. Amin.


ISLAHAT FERMANI


Tanzimat fermani yeterli bulunmayarak, gayr-i müslimlere daha fazla haklarin verilmesi için 1856'da yayinlanan ferman. Gül hâne Hatt-i hümâyûnu gibi, imparatorlukta yapilmasi kararlastirilan yeni bir düzenin program ve prensiplerini içine alir. Bu ferman esâs olarak Tanzîmât hükümlerini tekrarlayan, onlari açiklayan ve genisleten bir fermandir.

Rusya, Avrupa siyâsetinde te' sirli bir rol oynamaya basladiktan sonra, Osmanli Devleti'ni tasfiye ederek sicak denizlere inmegi ana siyâseti kabul etmisti. Bu gayesine erisebilmek için devletlerarasi münâsebetlerin ortaya çikardigi imkânlara göre; ya Osmanli topraklarini Rus imparatorluguna katacak, bu olmazsa ayni topraklari alâkali Avrupa devletleriyle paylasacak, bu da olmazsa, Osmanli arazisi üzerinde muhtar veya müstakil devletler kurulmasini saglayip, bunlari yeri geldikçe kontrolü altina alacakti. Ilk iki yol imkânsiz göründügü için Rusya bilhassa üçüncü yolu seçip, faaliyetlerini yogunlastirdi. Bu gayenin tahakkuku için Osmanli Devleti içerisindeki Ortodoks tebeayi himaye etme ve imtiyazlarini çogaltmak isteklerinde bulundu. Diger taraftan, Rusya'nin sicak denizlere inmesini, bilhassa Akdeniz'e inerek Hindistan yolunda tehlike teskil etmesini istemeyen Ingiltere de Ruslara karsi çikiyor ve Osmanli Devleti'ni destekler görünüyordu. Böylece bir taraftan Ruslara mâni olurken, diger taraftan Osmanli Devleti'ni Ruslarla mesgul ederek Hindistan'da serbestçe hareket ediyordu. Fransa ise; Avrupa siyâsetinde Rusya ve ingiltere'den geri kalmak istemiyor, Rusya'nin Akdeniz'e inmesinin Fransizlarin buradaki ticâretine sekte vuracagini düsünüyordu. Bu maksatla Osmanli Devleti'ni Ruslara karsi destekliyordu. Diger taraftan da Osmanli Devleti içindeki Katoliklerin hâmiligine tâlib oluyordu. Iste bu siyâsî atmosferde 1854 senesinde çikan Osmanli Rus harbinde, Avrupa devletleri Osmanli kuvvetlerinin yaninda yer aldilar.

Ingiltere, Fransa ve Avusturya daha Nisan 1855'de Viyana'da Kirim savasi sonrasinda yapilacak andlasmanin esaslarini görüserek bâzi kararlar almislar ve 16 Aralik 1855'de bir andlasmaya varmislardi. Bu kararlar dört madde olup, Avusturya imparatorunun ültimatomuyla çara bildirildi. Bu kararlarin dördüncü maddesi; "Osmanli memleketlerinde bulunan hiristiyan tebeanin haklari, pâdisâhin istiklâl ve hâkimiyetine asla dokunulmamak sartiyla tasdîk olunacak, pâdisâh bu hususta Rusya'nin muvafakatini îcâb ettiren bir taahhütte bulunacak" idi. Bu maddede de görüldügü üzere Osmanli ordusunun kazandigi zafer bile, gayr-i müslimlere imtiyaz sebebi oluyordu. Rusya, kurulacak Avusturya, Fransa, ingiltere ittifaki tehlikesi karsisinda bu kararlari kabul etti. Osmanli hükümeti, kendi hiristiyan tebeasi ile ilgili maddenin devletin iç islerine karisma anl***** gelecegini bildirerek, 16 Aralik tarihli kararlar arasinda yer almamasina çalisti ise de basarili olamadi. Neticede bu maddenin programlastirilmasi için su tezler ortaya atildi. Rus tezi: "Osmanli Devleti sinirlari içinde yasayan hiristiyanlarin hak ve imtiyazlari Avrupa devletlerinin müsterek garantileri altina alinmalidir." ingiliz tezi: "Tam ölçüde bir din serbestligi ve hukuk esitligi saglanmalidir." Fransiz tezi: "Müslüman tebea ile hiristiyan tebea arasinda cemiyet, haklar, vergiler, millî egitim ve devlet me' murluklarina geçme bakimindan sürüp gelen farklar, bir ferman ile kaldirilarak Gülhâne hattinda isaret edilen tebea esitligi tam manâsiyla gelistirilmelidir." Bâb-i âlî, Rusya'nin teklifini, hükümranlik haklarina müdâhale, ingiliz teklifini de islâmiyet'i küçültücü gördügü için, Fransiz teklifini kabul etti. Ayrica yapilacak Paris konferansinda Ruslarin gayr-i müslimler konusunda bir istekleri ile karsilasmak istemiyordu. Fransiz tezinin kabulü üzerine, bunun bir ferman hâline getirilmesi Bâb-i âli'ye birakildi.

Alî Pasa hükümeti tarafindan îlân edilen bu fermanin hazirlanmasinda Ingiliz ve Fransiz elçileri de bulunmustu. Bu sekilde hazirlanan ferman, Paris konferansindan önce, 28 Subat 1856'da Bâb-i âli'de Islâhat hatt-i hümâyûnu adiyla devlet erkâni, seyhülislâm, patrikler, hamambasi ve cemâatlerin ileri gelenleri önünde okunarak îlân edildi. Otuz bes maddeden meydana gelen fermanin getirdigi önemli hususlar özetle sunlardi:

1- Tanzimat fermani ile degisik din ve mezheplerdeki bütün tebeaya verilen te'minât, bu fermanla yenilendiginden, bunlarin uygulamasi için gerekli tedbirler alinacaktir.

2- Müslümanlar ile müslüman olmayanlar kânun önünde esit olacaklardir.

3- Patrikhanelerde yeni meclisler kurulacak ve bu meclislerin verecekleri kararlar Bâb-i âlî tarafindan onaylandiktan sonra yürürlüge girecektir.

4- Patrikler kayd-i hayat sartiyla bu makama seçileceklerdir.

5- Cemâatlerin ruhanî reislerine verdikleri cevâiz ve avâidât tamâmiyle kaldirilarak hepsi maasa baglanacaktir.

6- Sehir ve kasabalarda bulunan azinliklara ait kilise, manastir, mezarlik, okul ve hastahâne gibi yerlerin tamir veya yeniden yapilmasina izin verilecektir.

7- Hiç kimse din degistirmeye zorlanmayacaktir.

8- Devlet hizmetlerine, askerlik görevine ve okullara bütün tebea esit olarak kabul edilecektir.

9- Irk, din, dil, farki gözetilmeyecek ve hiç bir mezheb digerine üstün sayilmayacaktir.

10- Bütün toplumlar okul açabilecektir.

11- Hangi uyruktan olursa olsun her vatandasin esit ve serbest sekilde ticâret ve ekonomik girisimlerde bulunmasi saglanacaktir.

12- Müslümanlar ile gayr-i müslimler arasindaki dâvalari görmek üzere, karisik mahkemeler kurulacaktir.

13- Yabanci devlet ile yapilacak andlasmalar geregince yabancilar da Osmanli Devleti sinirlan içerisinde mülk sahibi olabileceklerdir.

14- Her cemâatin ruhanî reisiyle, devlet tarafindan bir sene müddetle tâyin edilecek birer me' muru, bütün tebeayi ilgilendiren mes'elelerde Meclis-i vâlâyi ah kâm-i adliye müzâkerelerine istirak ettirilecektir.

Islâhat fermani da, maddelerinden anlasilacagi üzere Tanzimat fermani gibi Osmanli imparatorlugu içerisindeki gayr-i müslimleri, özellikle hiristiyanlari müslümanlarla ayni haklara kavusturmayi esas almistir. Bu iki fermanin görünürdeki gayeleri, bütün Osmanli toplumunu; irk, din ve dil ayrimi gözetmeden kaynastirmayi saglamak idiyse de tatbiki aksi oldu. Bu ferman, gayr-i müslimlerle müslümanlari kaynastirmak söyle dursun, çesitli gayr-i müslim unsurlarin hattâ ayni mezhepten olan çesitli irklarin bile birbirleriyle bir arada yasamalarini saglayamadi.

Bu ferman, konu olarak, sâdece müslüman olmayan uyrugun ayricaliklarini genisletmistir. Nitekim Tanzimat'in ve arkasindan 1856 Islâhat fermaninin getirdigi yeni haklarla, Osmanli tebeasi içindeki gayr-i müslimlerin durumu müslümanlara nazaran çok daha iyi bir duruma geldi. Avrupa'nin himaye siyâseti sayesinde büyük ekonomik güce sâhib olan azinliklar, yavas yavas siyâsî haklara da kavusuyorlardi. Artik resmen millet terimiyle tanimlanan dînî cemâatlerin gelisme ve genisleme imkânlari artmis bulunuyordu. Öte yandan Avrupa devletlerinin, Osmanli hükümetini böyle bir fermani îlâna mecbur birakmasi, kendilerine siyâsî, ekonomik, hukukî ve kültür alanlarinda yeni çikarlar saglamayi hedef aliyordu. Ingiltere, Kirim savasi ile Ruslarin sicak denizlere inmesini önlemis, Fransa da Akdeniz ticâretini emniyete almis, ayrica Katoliklerin hâmiligini üzerine almisti. Rusya ise savasta kaybettigini bu fermanla masa basinda kazanmisti. Ayrica Alî Pasa'nin bu fermani Pâris and lasmasi maddeleri içinde yer almasini istemesi, batili devletlerin iç islerimize müdâhalesine imkân verdi.

Islâhat fermani, Gülhâne Hatt-i hümâyûnu gibi sessizlikle karsilanmamis ve çesitli yönlerden elestirilmistir. En büyük elestiriyi Fransiz elçisi; "Devlet-i âliyyenin bu kadar fedâkârlik edecegini me' mûl etmez idik (ummazdik). Can ning (Ingiliz elçisi) ne dediyse vükelâyi devlet-i âliyye (Osmanli devlet adamlari) kabul etti. Eger biraz dayanilmis olsaydi, ben bâzi mertebe kendilerine yardim ederdim" diyerek olmamasi gereken bir gafleti dile getirmistir. Cevdet Pasa da; "Bu Islâhat fermanindan dolayi rnillet-i islâmiyye dilgîr (gönlü kirik) olarak vükelâyi hâzirayi fasi ve mezemmet (kötüler) oldular" diyerek fermanin nasil karsilandigini ifâde etmektedir. Hâriciye nâzin Fuâd Pasa ise aksine bu belgenin andlasmaya konulmasi ile yabanci müdâhalenin önlenecegini savunmustur.

Islâhat fermaninda gayr-i müslim vatandaslarin lehine oldugu kadar, onlari tedirgin eden hükümler de bulunmakta idi. Askerlik mükellefiyeti, Fâtih devrinden beri bahsedilen dînî imtiyazlarla muafiyetlerin yeni sartlar dâhilinde tedkîki, papazlarin öteden beri cemâatlerinden almakta olduklari haraç ve keyfî aidatin ilgâsiyla ayliga baglanmalari ve bütün ruhanî reislerin sadâkat yeminiyle mükellef tutulmasi gibi esaslar, onlara çok agir gelen hükümler idi. Bu yüzden müslümanlar kadar gayr-i müslimlerde (Tanzimat fermaninda oldugu gibi) Islâhat fermaninin aleyhinde bulunmuslardir. Devlet içerisinde bu sekilde karsilanan Islâhat fermani, uygulamada da bir çok güçlüklerle karsilasti. Bunlar, Osmanli Devleti'nin yapisi, Avrupa'nin siyâset, cemiyet ve ekonomi alaninda geçirdigi gelisme ve Paris andlasmasina imza koyan devletlerin islerine karismalarindan doguyordu. Bu sebeble de bâzi hükümleri kagit üzerinde kaldi.

Mustafa Resîd Pasa tarafindan hazirlanan Tanzîmât fermani ile onun yetistirmesi Alî Pasa tarafindan hazirlanan Islâhat fermani arasindaki fark, hazirlik safhasinda kendisini gösterir. Tanzîmât fermani hazirlanirken açik bir yabanci te'siri görülmezken, Islâhat fermani Alî Pasa ile istanbul'daki Fransiz ve Ingiliz elçileri arasinda kararlastirilmistir. Gülhâne hatt-i hümâyûnu, yayinlandiktan sonra yabanci elçilere sâdece bilgi edinmeleri için bildirildigi hâlde, Islâhat fermani Paris konferansina katilan devletlere, Paris andlasmasinin bir maddesinde isaret edilmek için gönderilmisti. Bu durum, Osmanli Devleti'nin iç ve dis siyâsetinde bir yabanci müdâhalesine yer vermisti.

Bâzi bati tarzi kuruluslarin ülkeye girmesi ile cemiyetteki kurulus ve anlayis farklilasmasi, islâmi müesseselerin yaninda bati taklitçisi bir anlayis ve bati taklidi kuruluslarin te'sisine sebeb olmustur. Tanzimat ve Islâhat fermanlari devletin çöküsünü engellemesinde hiç bir müsbet te'siri olmamis, aksine ülkedeki tebea ve cemiyetler arasinda yeni ve daha büyük problemlerin çikmasina zemin hazirlamistir.

Meselâ Suriye'de büyük bir galeyan basladi. Arkasindan 1858'de Cidde'de müslümanlar ile hiristiyanlar arasinda çatisma çikti. Fransiz ve ingiliz konsolostan öldürüldü. Bunun üzerine ingiliz ve Fransiz donanmalari Osmanli Devleti'ne sormadan sehri bombaladilar. Faillerden on kisiyi yakalayarak idam ettiler. Cidde bir Osmanli topragi idi. Bagimsiz bir devletin topraklarinda islenen bir suçun failini ancak o devletin cezalandirmasi milletlerarasi bir kaide, teamül oldugu hâlde, batili devletlerin buna aldirdiklari bile yoktu. Nihayet, Lübnan'da dabüyük bir isyan patlak verdi. Uzun mücâdelelerden sonra 9 Haziran 1861'de "Lübnan Nizâmnâmesi" imzalandi. Buna göre; hiristiyan bir valinin baskanliginda Lübnan muhtar eyâlet hâline getirildi. Böylece Islâhat fermani batili devletlerin istedigi, meyveleri vermeye basladi.


KANUN-İ ESASİ

Osmanlı Devleti'nde mutlak monarşiden anayasalı monarşiye geçişi belirleyen ve meşrutiyet reşiminin temellerini atan anayasadır.

Osmanlı Devleti'nin Rusya ile savaş hazırlıkları içine girdiği sırada Sultan II. Abdülhamid tahta geçti (31 Ağustos 1876). İç ve dış sorunların giderek ağırlaştığı bir sırada Mehmed Rüştü Paşa'nın sadrazamlıktan çekilmesi üzerine II. Abdülhamid, Mithad Paşa'yı bu makama getirmek zorunda kalmıştı.

Mithad Paşa, Avrupa devletlerine verdiği sözü yerine getirerek anayasal düzene geçilmesini savunuyor, uluslararası konferans ve benzeri müdahalelerin ancak bu yolla önlenebileceğini ileri sürüyordu. Padişah, Mithad Paşa'nın hazırladığı "Kanın-ı Cedid" adlı anayasa taslağı yerine, Fransız Anayasası'nı çevirtip nazırlarına inceleterek ikinci bir taslak hazırlattı. Anayasayı hazırlamakla görevli 28 kişilik Cemiyet-i Mahsusa'nın düzenlediği son taslak Heyet-i Vükela'da (Bakanlar Kurulu) kesin biçimini aldıktan sonra padişahın bir hatt-ı hümayunuyla kabul edildi (23 Aralık 1876).

Temsili bir organdan yada meclisten değil, padişahın tek yanlı iradesinden kaynaklanan Kanun-i Esasi bu bakımdan bir ferman anayasasıdır. Meşruti bir rejim öngörmekle birlikte, teokratik Osmanlı monarşisinin geleneksel ilke ve kurumlarını anayasa hükmü haline getirmeye öncelik verir. Saltanat hakkı Osmanoğulları soyuna aittir ve umumun kefaleti altındadır. Geleneksel yetkilerinin büyük bölümünü sürdüren padişah hukuken sorumsuzdur. Devletin dini İslam'dır; padişah aynı zamanda halifedir ve şeriat kurallarını uygulatır, yasalar din kurallarına aykırı olamaz, şeyhülislamlık makamı ve şeriye mahkemeleri anayasada öngörülmektedir.

Yasama ve yürütme organ ve yetkilerini birbirinden açıkça ayırmayan Kanun-ı Esasi sistemi yürütmenin, özellikle de padişahın üstünlüğü ilkesine dayalıdır. Sadrazamı, nazırları ve şeyhülislamı padişah seçerek atar; vekiller meclise değil padişaha karşı sorumludur. Yaşama organı sayılan Meclis-i Umumi'nin toplantı döneminin kısaltılmasına, uzatılmasına ya da seçimlerin yenilenmesi kaydıyla feshine karar vermeye padişah yetkilidir. Meclis-i Umumi'nin senato kanadı durumundaki Heyet-i Ayan'ın üyelerini de padişah atar.

Padişahın kişiliği kutsaldır; işlem ve eylemlerinden ötürü hukuki ya da cezai sorumluluk altında değildir; anayasaya bağlılık yemini etmesi bile öngörülmemeiştir. Heyet-i Ayan ve seçimle gelen Heyet-i Mebusan üyeleri anayasaya değil, padişaha sadakat yemini ederek göreve başlarlar. Heyet-i Vükela'nın, kendi gündemini belirlemesi ve aldığı kararları uygulatabilmesi için de padişahın izni ve onayı gerekir. Meclisler de ancak kendi alanlarına giren sınırlı konularda ve padişahın izniyle yasa önerilebilir. Padişahın yasaları veto etme yetkisi de vardır.

Ayrıca Heyet-i Ayan padişahın haklarını korumakla yükümlüdür. Heyet-i Vükela ile Heyet-i Mebusan arasında uyuşmazlık çıkması ve Heyet-i Mebusan'ın görüşünde iki kez direnmesi durumunda da padişah altı ay içinde yeniden toplanması koşuluyla meclisi feshedebilir. Meclislerin toplantıda olmadığı dönemlerde ülke, yasa hükmünde özel kararlarla yönetilebilirdi.

Kanun-ı Esasi sistemi gerçek bir meşrutiyet ya da anayasal düzen sayılmaz. Anayasa düşüncesinin somutlaşması, yasama meclislerinin ve temsili sistemin oluşması, bütün kısıtlamalara karşı (örn:113. maddeyle padişaha tanınan sürgün yetkisi) bazı hak ve özgürlüklerin bir anayasal metinde yer alması, yargı bağımsızlığını ve güvencelerini sağlamaya yönelik ilkelerin düzenlenmesi vb. noktalar Kanun-ı Esasi'nin Osmanlı devlet düzenine önemli katkıları olmuştur.

Kanun-ı Esasi'nin öngördüğü yasama organı 19 Mart 1877-16 Şubat 1878 arasında bazı aralıklarla toplam beş ay görev yaptı. Ama özellikle eleştirici davranışlarıyla tutucu çevrelerin ve padişahın tepkisini çekti. Bunun üzerine Rusya ile yapılan savaşı bahane eden II: Abdülhaid, Meclis-i Umumi'yi tatil etti ve bir daha toplantıya çağırmadı ve Kanun-ı Esasi 1908'e kadar hukuken yürürlükte kalmakla birlikte uygulamadan düştü.

1908'de II. Meşrutiyet'in ilanı ile yeniden yürürlüğe girdi ve 31 Mart Olayı'ndan sonra yeni değişiklikler yapıldı (22 Ağsutos 1909). Buna göre 21 madde değiştirildi ve üç yeni madde eklenerek gerçekten meşruti ve parlementer bir sistem oluşturuldu. Yapılan değişikliklerle; padişah anayasaya bağlılık yükümlülüğü altına girdi. Hükümet padişaha değil meclise karşı sorumlu olacaktı. Hükümet ve Heyet-i Mebusan bağımsız kişilik kazandı, yasama ve yürütme ilişkileri dengeli duruma getirildi, kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsendi, padişahın mutlak veto yetkisi kaldırıldı. Ayrıca dernek kurma, toplantı vb. özgürlükler tanındı, 113. madde kaldırıldı.

II. Meşrutiyet'in çalkantılı siyasal süreçlerinde başka değişikliklere de uğrayan Kanun-ı Esasi, özellikle I. Dünya Savaşı'nın başlamasından sonra fiilen tek parti durumuna gelen İttihat ve Terakki'nin yönetim süresince uygulanmadı. Ama Kurtuluş Savaşı döneminde, hatta 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun çıkarılmasından sonra bile Kanun-ı Esasi'nin yeni anayasaya aykırı düşmeyen hükümlerinin yürürlükte kalacağı düşüncesi benimsendi. 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 1921 Anayasası'yla birlikte Kanun-ı Esasi'yi de kesin olarak yürürlükten kaldırdı.


KANUNNAME-İ ALİ OSMAN

Kanunname-i Osmani veya Kanun-ı Kadim olarak da bilinmektedir. Osmanlı Devleti'nde cezalandırma, yönetim ve maliye alanlarında şer'i hukuka uygun olmak koşuluyla padişahın koyduğu yasadır.

Kanunları geniş bir şekilde inceleyen Osmanlı hukukçuları, kavanin-i şeriyeyle (dinsel yasalar) kavanin-i örfiyeyi (töresel yasalar) birbirinden ayırmışlardır. Kamu ve özel hukuku ilgilendiren töresel kaynaklı yasaların en önemli örnekleri Fatih Kanunamesi ve Sultan Süleyman Kanunnamesi'dir. Bu düzenlemeler hükümdarın mutlak töresel yetkilerinden kaynaklanan hükümleri içerdikleri için, yasayı çıkaran hükümdarın adıyla anılmıştır.

Fatih Kanunnamesi'nden sonra Sultan II. Bayezid döneminde (1481-1512) şer-i vergilendirme ilkeleri ile tımar işlemlerinin yasallaştırıldığı Kanunname-i Sultani Ber Muceb-i Örf-i Osmani adlı kapsamlı bir yasa derlemeleri yapıldı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise kanunname çalışmaları kapsamlı ve sistemli bir hale getirildi. Böylece Divan-ı Hümayun'un ve eyaletlerin yürürlükte olan sistemlerinde ayrıntılı düzenlemeler yapıldı. Bu düzenlemeler, Tımarlı sipahilerin hak ve sorumluluklarından pazar düzenine, kılık kıyafet zorunluluklarına kadar bir çok alandaki değişiklikleri kapsıyordu. Yeni fethedilen ülkeler ve bölgeler için de o bölgeye ait yeni kanunnameler hazırlanıyordu. Bölge kanunnameleri birbirinde oldukça farklıydı. Bu nedenle ükle içinde yer değiştiren yükümlü, yerleştiği yerin kanunnamesinin yükümlülüğüne girer, eski yükümlülüğünden kurtulurdu. Ayrıca Müslümanlar ve gayri müslimler için de kanunnamelerde farklı düzenlemeler vardı.

17. yüzyılda Osmanlı Kanunnameleriyle ilgili ilk önemli çalışma Hazerfen Hüseyin Efendi tarafından hazırlanan Osmanlı kanunnamelerinin özet ve yorumlarının yer aldığı Telhisü'l-Beyan fi Kananin-i Al-i Osman'dır.
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

HUKUK

TANZIMAT FERMANI
3 Kasim 1839'da Sultan Abdülmecid'in sadrazami Mustafa Resid tarafindan Gülhane Parki'nda yabanci devletlerin elçileri ve büyük bir halk toplulugunun huzurunda okunan, kisilerle devlet arasindaki iliskilere hukuki yönden yenilikler getiren, seriata dayanan eski yasalari tamamen degistirmeyi öngören, Tanzimat-i Hayriye adi verilen islahat hareketinin siyasal ve hukuki yönden teminat altina alan belge.

Yeniçeri Ocagi'nin bozulmaya baslamasi nedeniyle Sultan II. Mahmud döneminde baslayan yenilik hareketleri ve Sultan Abdülmecid'in tahta çikar çikmaz islahat hareketine devam etmek amacinda oldugunu göstermesi Osmanli Devlet yapisindaki degismin baslangiciydi. Sadrazam Mustafa Resid Pasa, Gülhane Hatt-i Hümayununu Padisah adina kaleme almis; devlet ve birey arasindaki iliskilerde devletin modernlestirilmesi amacina dayanan temel ilkeler kabul ve ilan edilmistir. Tanzimat Fermani'nin tam metni söyledir ;

Herkesin bildigi gibi, devletimizde, kurulusundan beri Kuran'in yüce hükümlerine ve seriat yasalarina tam uyuldugundan, ülkemizin gücü ve bütün tab'asinin refah ve mutlulugu en yüksek noktaya çikmisti. Ancak, yüz elli yil var ki, birbirlerini izleyen karisikliklar ve çesitli nedenlerle seriata ve yüce yasalara uyulmadigindan evvelki kuvvet ve refah, tam tersine zayiflik ve fakirlige dönüstü. Oysa, seriat yasalari iel yönetilmeyen bir ülkenin varligini sürdürebilmesinin imkansizligi açik seçik ortadadir.

Tahta geçtigimiz mutlu günden bu yana bütün çabalarimiz, hep ülkenin kalkinmasi, ahalimiz ve fakirlemizin refahi amacina yönelik oldu. Eger, yüce devletimize dahil ülkelerin cografi konumu, verimli topraklari ve halkinin yetenekleri gözönünde tutularak gerekli girisimler yapilirsa, yüce Tanri'nin yardimi ile, bes-on yilda kalkinabilecegimiz söz ***ürmez.

Ulu Tanri'nin yardimina ve Peygamberimiz hazretlerinin ruhaniyetine siginarak, yüce devletimizin ve ülkemizin iyi bir biçimde yönetilmesi için bundan böyle bazi yeni yasalar çikarilmasi gerekli görüldü.

Söz konusu yasalarin basinda can güvenligi; irk, namus ve malin korunmasi; vergi toplanmasi; halkin askere alinip silah altinda tutulma süresi gibi hususlar gelmektedir. Söyle ki; Dünyada can, irz ve namustan daha kiymetli birsey yoktur. Bir insan bunlari tehlikede görünce, yaradilistan kötü olmasa bile, canini ve namusunu korumak için olmadik çarelere basvurur. Bunun devlet ve memlekete zarar verecegi açiktir. Buna karsilik, can ve namustan emin olan bir kimse sadakat ve dogruluktan ayrilmaz, isi ve gücü ile devletine ve milletine yararli olur.

Mal güvenliginin olmadigi yerde ise kimse devlet ve ulusuna isinamaz, ülkesinin yükselmesi ile ilgilenmez, hep korku ve üzüntü içinde yasar. Buna karsilik, malindan, mülkünden emin olmadigi zaman hep kendi isi ve isinin genisletilmesi ile ugrasir. Devlet ve millet gayreti, vatan sevgisi kendisinde her gün artar.

Vergi konusuna gelince: Bir devlet, ülkesini korumak için askere ve gerekli öbür masraflara muhtaçtir. Bu, para ile olur. Para, tab'adan toplanacak vergiler ile olustugundan bunun en iyi sekilde toplanmasi gerekir.

Evvelce gelir sanilmis olan "yed'i vahit" belasindan ülkemiz hamdolsun, kurtulmussa da yikici bir yöntem olup hiçbir zaman yararli sonuç dogurmamis olan iltizam usülü hala sürüyor. Bu, ülkenin siyasi islerini ve mali konularini bir adamin keyfine, hatta cebir ve zulmüne teslim etmek demektir. Bu adam iyi bir insan degilse hep kendi çikarina bakar, bütün davranislarinda kötülüge, zulme yönelir. Bu nedenle, ülkemiz insanlarinin her biri için, malina ve gelirine göre bir verginin saptanmasi ve kimseden bundan fazla birsey alinmamasi gerekir. Yüce devletimizin karada ve denizdeki askeri masraflari ile öbür masraflari yasalarla belirlenip sinirlandirilmali ve uygulama ona göre yapilmalidir.

Askerlik de, yukarida belirtildigi gibi, önemli konulardan biridir. Ülkenin korunmasi için asker vermek halkin baslica borcudur. Fakat, bir memleketin mevcut nüfusuna bakilmaksizin, simdiye kadar yapildigi gibi, kiminden tahammülünden çok, kiminden az asker alinmasi hem düzesizlige; hem tarim, ticaret ve bayindirlik iserinin kötü gitmesine; hem ömür boyu askerlik bikkinliga; hem de nüfusun azalmasina yol açar. Bu nedenle, her memlektten alinacak asker miktari için uygun yöntem konulmali ve dört veya bes yil hizmet için sira ussulü getirilmelidir. Bunlar yapilmadikça devletin kuvvetlenip gelismesi, huzur ve asayisin saglanmasi mümkün olmaz. Bütün bunlarin dayanagi yukarida açiklanan hususlardir.

Bu nedenle, bundan böyle suç isleyenlerin durumlari seriat yasalari geregince açikca incelenip bir karara baglanmadikça kimse hakkinda, açik veya gizli, idam ve zehirleme islemi uygulanmayacaktir. Hiç kimse, baskasinin irz ve namusuna saldirmayacaktir. Herkes malina, mülküne tam sahip olacak, bunlari diledigi gibi kullanacak, bunu yaparken de devlet büyüklerinin müdahalesine ugramayacaktir. Birinin suçlulugunun saptanmasi halinde mirasçilarin o isle ilgileri bulunmayacagindan suçlunun mallari elinden alinip varisleri miras hakkindan yoksun birakilmayacaklardir.

Yüce devletimizin tab'asi Müslümanlarla öbür uluslar bu haklardan tam yararlanacaklardir. Can, irz, namus ve mal konularinda, ülkemizin tüm halkina seriat yasalari geregince garanti verilmistir. Öbür konularda da oybirligi ile karar verilmesi için, Meclisi Ahkam-i Adliye üyeleri gerektikçe artirilacaktir. Yüce devletimizin bakanlari ile ileri gelenleri belirli günlerde orada toplanarak, görüslerini çekinmeden açikça söyleyeceklerdir. Can, mal güvenligine ve vergilerin belirlenmesine ait yasalar böyle hazirlanacaktir.

Askerlikle ilgili konular Bab-i Seraskeri Dar-i Surasi'nda görüsülüp karara baglandiktan sonra sonsuza dek uygulanmalari için tasdik edilmek üzere tarafima gönderilecektir. Söz konusu yasalar sirf din, devlet, ülke ve ulusu kalkindirmak amaci ile çikarilacaklardindan bunlara tam uyacagimiza yemin ederiz. Bu konuda, Hirka-i Serife odasinda, tüm din adamlari ile bakanlarin hazir bulunacaklari bir sirada yemin edecektir.

Din adami ve vezirlerden yasalara aykiri hareket edenlerin, kanitlanacak suçlarina göre, rütbelerine ve hatir ve gönüle bakilmaksizin cezalandirilmalari için özel ceza yasasi çikarilacaktir.

Memurlara yeterli maas baglanmis olup, henüz baglanmis olanlarinkiler de belirlenecektir. Bu yolla da, seriata aykiri olan ve ülkenin gerilemesinde basrolü oynayan rüsvet belasi güçlü bir yasa ile ortadan kaldirilmis olacaktir.

Bütün bu sayilan hususlar eski hükümlerin tümden degistirilmesi demek olacagindan isbu fermanimiz Istanbul halkina ve ülkemiz halkina duyurulacaktir. Bundan baska, dost devletlerin de bu yönetimin sonsuza dek uygulanmasina tanik olmalari için fermanimiz, Istanbul'daki tüm büyükelçilere resmen bildirilecektir.

Tanri hepimizi basarili kilsin; yasalara uymayanlar Tanri'nin lanetine ugrasin ve ömürleri boyunca rahat yüzü görmesin. Amin.


ISLAHAT FERMANI


Tanzimat fermani yeterli bulunmayarak, gayr-i müslimlere daha fazla haklarin verilmesi için 1856'da yayinlanan ferman. Gül hâne Hatt-i hümâyûnu gibi, imparatorlukta yapilmasi kararlastirilan yeni bir düzenin program ve prensiplerini içine alir. Bu ferman esâs olarak Tanzîmât hükümlerini tekrarlayan, onlari açiklayan ve genisleten bir fermandir.

Rusya, Avrupa siyâsetinde te' sirli bir rol oynamaya basladiktan sonra, Osmanli Devleti'ni tasfiye ederek sicak denizlere inmegi ana siyâseti kabul etmisti. Bu gayesine erisebilmek için devletlerarasi münâsebetlerin ortaya çikardigi imkânlara göre; ya Osmanli topraklarini Rus imparatorluguna katacak, bu olmazsa ayni topraklari alâkali Avrupa devletleriyle paylasacak, bu da olmazsa, Osmanli arazisi üzerinde muhtar veya müstakil devletler kurulmasini saglayip, bunlari yeri geldikçe kontrolü altina alacakti. Ilk iki yol imkânsiz göründügü için Rusya bilhassa üçüncü yolu seçip, faaliyetlerini yogunlastirdi. Bu gayenin tahakkuku için Osmanli Devleti içerisindeki Ortodoks tebeayi himaye etme ve imtiyazlarini çogaltmak isteklerinde bulundu. Diger taraftan, Rusya'nin sicak denizlere inmesini, bilhassa Akdeniz'e inerek Hindistan yolunda tehlike teskil etmesini istemeyen Ingiltere de Ruslara karsi çikiyor ve Osmanli Devleti'ni destekler görünüyordu. Böylece bir taraftan Ruslara mâni olurken, diger taraftan Osmanli Devleti'ni Ruslarla mesgul ederek Hindistan'da serbestçe hareket ediyordu. Fransa ise; Avrupa siyâsetinde Rusya ve ingiltere'den geri kalmak istemiyor, Rusya'nin Akdeniz'e inmesinin Fransizlarin buradaki ticâretine sekte vuracagini düsünüyordu. Bu maksatla Osmanli Devleti'ni Ruslara karsi destekliyordu. Diger taraftan da Osmanli Devleti içindeki Katoliklerin hâmiligine tâlib oluyordu. Iste bu siyâsî atmosferde 1854 senesinde çikan Osmanli Rus harbinde, Avrupa devletleri Osmanli kuvvetlerinin yaninda yer aldilar.

Ingiltere, Fransa ve Avusturya daha Nisan 1855'de Viyana'da Kirim savasi sonrasinda yapilacak andlasmanin esaslarini görüserek bâzi kararlar almislar ve 16 Aralik 1855'de bir andlasmaya varmislardi. Bu kararlar dört madde olup, Avusturya imparatorunun ültimatomuyla çara bildirildi. Bu kararlarin dördüncü maddesi; "Osmanli memleketlerinde bulunan hiristiyan tebeanin haklari, pâdisâhin istiklâl ve hâkimiyetine asla dokunulmamak sartiyla tasdîk olunacak, pâdisâh bu hususta Rusya'nin muvafakatini îcâb ettiren bir taahhütte bulunacak" idi. Bu maddede de görüldügü üzere Osmanli ordusunun kazandigi zafer bile, gayr-i müslimlere imtiyaz sebebi oluyordu. Rusya, kurulacak Avusturya, Fransa, ingiltere ittifaki tehlikesi karsisinda bu kararlari kabul etti. Osmanli hükümeti, kendi hiristiyan tebeasi ile ilgili maddenin devletin iç islerine karisma anl***** gelecegini bildirerek, 16 Aralik tarihli kararlar arasinda yer almamasina çalisti ise de basarili olamadi. Neticede bu maddenin programlastirilmasi için su tezler ortaya atildi. Rus tezi: "Osmanli Devleti sinirlari içinde yasayan hiristiyanlarin hak ve imtiyazlari Avrupa devletlerinin müsterek garantileri altina alinmalidir." ingiliz tezi: "Tam ölçüde bir din serbestligi ve hukuk esitligi saglanmalidir." Fransiz tezi: "Müslüman tebea ile hiristiyan tebea arasinda cemiyet, haklar, vergiler, millî egitim ve devlet me' murluklarina geçme bakimindan sürüp gelen farklar, bir ferman ile kaldirilarak Gülhâne hattinda isaret edilen tebea esitligi tam manâsiyla gelistirilmelidir." Bâb-i âlî, Rusya'nin teklifini, hükümranlik haklarina müdâhale, ingiliz teklifini de islâmiyet'i küçültücü gördügü için, Fransiz teklifini kabul etti. Ayrica yapilacak Paris konferansinda Ruslarin gayr-i müslimler konusunda bir istekleri ile karsilasmak istemiyordu. Fransiz tezinin kabulü üzerine, bunun bir ferman hâline getirilmesi Bâb-i âli'ye birakildi.

Alî Pasa hükümeti tarafindan îlân edilen bu fermanin hazirlanmasinda Ingiliz ve Fransiz elçileri de bulunmustu. Bu sekilde hazirlanan ferman, Paris konferansindan önce, 28 Subat 1856'da Bâb-i âli'de Islâhat hatt-i hümâyûnu adiyla devlet erkâni, seyhülislâm, patrikler, hamambasi ve cemâatlerin ileri gelenleri önünde okunarak îlân edildi. Otuz bes maddeden meydana gelen fermanin getirdigi önemli hususlar özetle sunlardi:

1- Tanzimat fermani ile degisik din ve mezheplerdeki bütün tebeaya verilen te'minât, bu fermanla yenilendiginden, bunlarin uygulamasi için gerekli tedbirler alinacaktir.

2- Müslümanlar ile müslüman olmayanlar kânun önünde esit olacaklardir.

3- Patrikhanelerde yeni meclisler kurulacak ve bu meclislerin verecekleri kararlar Bâb-i âlî tarafindan onaylandiktan sonra yürürlüge girecektir.

4- Patrikler kayd-i hayat sartiyla bu makama seçileceklerdir.

5- Cemâatlerin ruhanî reislerine verdikleri cevâiz ve avâidât tamâmiyle kaldirilarak hepsi maasa baglanacaktir.

6- Sehir ve kasabalarda bulunan azinliklara ait kilise, manastir, mezarlik, okul ve hastahâne gibi yerlerin tamir veya yeniden yapilmasina izin verilecektir.

7- Hiç kimse din degistirmeye zorlanmayacaktir.

8- Devlet hizmetlerine, askerlik görevine ve okullara bütün tebea esit olarak kabul edilecektir.

9- Irk, din, dil, farki gözetilmeyecek ve hiç bir mezheb digerine üstün sayilmayacaktir.

10- Bütün toplumlar okul açabilecektir.

11- Hangi uyruktan olursa olsun her vatandasin esit ve serbest sekilde ticâret ve ekonomik girisimlerde bulunmasi saglanacaktir.

12- Müslümanlar ile gayr-i müslimler arasindaki dâvalari görmek üzere, karisik mahkemeler kurulacaktir.

13- Yabanci devlet ile yapilacak andlasmalar geregince yabancilar da Osmanli Devleti sinirlan içerisinde mülk sahibi olabileceklerdir.

14- Her cemâatin ruhanî reisiyle, devlet tarafindan bir sene müddetle tâyin edilecek birer me' muru, bütün tebeayi ilgilendiren mes'elelerde Meclis-i vâlâyi ah kâm-i adliye müzâkerelerine istirak ettirilecektir.

Islâhat fermani da, maddelerinden anlasilacagi üzere Tanzimat fermani gibi Osmanli imparatorlugu içerisindeki gayr-i müslimleri, özellikle hiristiyanlari müslümanlarla ayni haklara kavusturmayi esas almistir. Bu iki fermanin görünürdeki gayeleri, bütün Osmanli toplumunu; irk, din ve dil ayrimi gözetmeden kaynastirmayi saglamak idiyse de tatbiki aksi oldu. Bu ferman, gayr-i müslimlerle müslümanlari kaynastirmak söyle dursun, çesitli gayr-i müslim unsurlarin hattâ ayni mezhepten olan çesitli irklarin bile birbirleriyle bir arada yasamalarini saglayamadi.

Bu ferman, konu olarak, sâdece müslüman olmayan uyrugun ayricaliklarini genisletmistir. Nitekim Tanzimat'in ve arkasindan 1856 Islâhat fermaninin getirdigi yeni haklarla, Osmanli tebeasi içindeki gayr-i müslimlerin durumu müslümanlara nazaran çok daha iyi bir duruma geldi. Avrupa'nin himaye siyâseti sayesinde büyük ekonomik güce sâhib olan azinliklar, yavas yavas siyâsî haklara da kavusuyorlardi. Artik resmen millet terimiyle tanimlanan dînî cemâatlerin gelisme ve genisleme imkânlari artmis bulunuyordu. Öte yandan Avrupa devletlerinin, Osmanli hükümetini böyle bir fermani îlâna mecbur birakmasi, kendilerine siyâsî, ekonomik, hukukî ve kültür alanlarinda yeni çikarlar saglamayi hedef aliyordu. Ingiltere, Kirim savasi ile Ruslarin sicak denizlere inmesini önlemis, Fransa da Akdeniz ticâretini emniyete almis, ayrica Katoliklerin hâmiligini üzerine almisti. Rusya ise savasta kaybettigini bu fermanla masa basinda kazanmisti. Ayrica Alî Pasa'nin bu fermani Pâris and lasmasi maddeleri içinde yer almasini istemesi, batili devletlerin iç islerimize müdâhalesine imkân verdi.

Islâhat fermani, Gülhâne Hatt-i hümâyûnu gibi sessizlikle karsilanmamis ve çesitli yönlerden elestirilmistir. En büyük elestiriyi Fransiz elçisi; "Devlet-i âliyyenin bu kadar fedâkârlik edecegini me' mûl etmez idik (ummazdik). Can ning (Ingiliz elçisi) ne dediyse vükelâyi devlet-i âliyye (Osmanli devlet adamlari) kabul etti. Eger biraz dayanilmis olsaydi, ben bâzi mertebe kendilerine yardim ederdim" diyerek olmamasi gereken bir gafleti dile getirmistir. Cevdet Pasa da; "Bu Islâhat fermanindan dolayi rnillet-i islâmiyye dilgîr (gönlü kirik) olarak vükelâyi hâzirayi fasi ve mezemmet (kötüler) oldular" diyerek fermanin nasil karsilandigini ifâde etmektedir. Hâriciye nâzin Fuâd Pasa ise aksine bu belgenin andlasmaya konulmasi ile yabanci müdâhalenin önlenecegini savunmustur.

Islâhat fermaninda gayr-i müslim vatandaslarin lehine oldugu kadar, onlari tedirgin eden hükümler de bulunmakta idi. Askerlik mükellefiyeti, Fâtih devrinden beri bahsedilen dînî imtiyazlarla muafiyetlerin yeni sartlar dâhilinde tedkîki, papazlarin öteden beri cemâatlerinden almakta olduklari haraç ve keyfî aidatin ilgâsiyla ayliga baglanmalari ve bütün ruhanî reislerin sadâkat yeminiyle mükellef tutulmasi gibi esaslar, onlara çok agir gelen hükümler idi. Bu yüzden müslümanlar kadar gayr-i müslimlerde (Tanzimat fermaninda oldugu gibi) Islâhat fermaninin aleyhinde bulunmuslardir. Devlet içerisinde bu sekilde karsilanan Islâhat fermani, uygulamada da bir çok güçlüklerle karsilasti. Bunlar, Osmanli Devleti'nin yapisi, Avrupa'nin siyâset, cemiyet ve ekonomi alaninda geçirdigi gelisme ve Paris andlasmasina imza koyan devletlerin islerine karismalarindan doguyordu. Bu sebeble de bâzi hükümleri kagit üzerinde kaldi.

Mustafa Resîd Pasa tarafindan hazirlanan Tanzîmât fermani ile onun yetistirmesi Alî Pasa tarafindan hazirlanan Islâhat fermani arasindaki fark, hazirlik safhasinda kendisini gösterir. Tanzîmât fermani hazirlanirken açik bir yabanci te'siri görülmezken, Islâhat fermani Alî Pasa ile istanbul'daki Fransiz ve Ingiliz elçileri arasinda kararlastirilmistir. Gülhâne hatt-i hümâyûnu, yayinlandiktan sonra yabanci elçilere sâdece bilgi edinmeleri için bildirildigi hâlde, Islâhat fermani Paris konferansina katilan devletlere, Paris andlasmasinin bir maddesinde isaret edilmek için gönderilmisti. Bu durum, Osmanli Devleti'nin iç ve dis siyâsetinde bir yabanci müdâhalesine yer vermisti.

Bâzi bati tarzi kuruluslarin ülkeye girmesi ile cemiyetteki kurulus ve anlayis farklilasmasi, islâmi müesseselerin yaninda bati taklitçisi bir anlayis ve bati taklidi kuruluslarin te'sisine sebeb olmustur. Tanzimat ve Islâhat fermanlari devletin çöküsünü engellemesinde hiç bir müsbet te'siri olmamis, aksine ülkedeki tebea ve cemiyetler arasinda yeni ve daha büyük problemlerin çikmasina zemin hazirlamistir.

Meselâ Suriye'de büyük bir galeyan basladi. Arkasindan 1858'de Cidde'de müslümanlar ile hiristiyanlar arasinda çatisma çikti. Fransiz ve ingiliz konsolostan öldürüldü. Bunun üzerine ingiliz ve Fransiz donanmalari Osmanli Devleti'ne sormadan sehri bombaladilar. Faillerden on kisiyi yakalayarak idam ettiler. Cidde bir Osmanli topragi idi. Bagimsiz bir devletin topraklarinda islenen bir suçun failini ancak o devletin cezalandirmasi milletlerarasi bir kaide, teamül oldugu hâlde, batili devletlerin buna aldirdiklari bile yoktu. Nihayet, Lübnan'da dabüyük bir isyan patlak verdi. Uzun mücâdelelerden sonra 9 Haziran 1861'de "Lübnan Nizâmnâmesi" imzalandi. Buna göre; hiristiyan bir valinin baskanliginda Lübnan muhtar eyâlet hâline getirildi. Böylece Islâhat fermani batili devletlerin istedigi, meyveleri vermeye basladi.


KANUN-İ ESASİ

Osmanlı Devleti'nde mutlak monarşiden anayasalı monarşiye geçişi belirleyen ve meşrutiyet reşiminin temellerini atan anayasadır.

Osmanlı Devleti'nin Rusya ile savaş hazırlıkları içine girdiği sırada Sultan II. Abdülhamid tahta geçti (31 Ağustos 1876). İç ve dış sorunların giderek ağırlaştığı bir sırada Mehmed Rüştü Paşa'nın sadrazamlıktan çekilmesi üzerine II. Abdülhamid, Mithad Paşa'yı bu makama getirmek zorunda kalmıştı.

Mithad Paşa, Avrupa devletlerine verdiği sözü yerine getirerek anayasal düzene geçilmesini savunuyor, uluslararası konferans ve benzeri müdahalelerin ancak bu yolla önlenebileceğini ileri sürüyordu. Padişah, Mithad Paşa'nın hazırladığı "Kanın-ı Cedid" adlı anayasa taslağı yerine, Fransız Anayasası'nı çevirtip nazırlarına inceleterek ikinci bir taslak hazırlattı. Anayasayı hazırlamakla görevli 28 kişilik Cemiyet-i Mahsusa'nın düzenlediği son taslak Heyet-i Vükela'da (Bakanlar Kurulu) kesin biçimini aldıktan sonra padişahın bir hatt-ı hümayunuyla kabul edildi (23 Aralık 1876).

Temsili bir organdan yada meclisten değil, padişahın tek yanlı iradesinden kaynaklanan Kanun-i Esasi bu bakımdan bir ferman anayasasıdır. Meşruti bir rejim öngörmekle birlikte, teokratik Osmanlı monarşisinin geleneksel ilke ve kurumlarını anayasa hükmü haline getirmeye öncelik verir. Saltanat hakkı Osmanoğulları soyuna aittir ve umumun kefaleti altındadır. Geleneksel yetkilerinin büyük bölümünü sürdüren padişah hukuken sorumsuzdur. Devletin dini İslam'dır; padişah aynı zamanda halifedir ve şeriat kurallarını uygulatır, yasalar din kurallarına aykırı olamaz, şeyhülislamlık makamı ve şeriye mahkemeleri anayasada öngörülmektedir.

Yasama ve yürütme organ ve yetkilerini birbirinden açıkça ayırmayan Kanun-ı Esasi sistemi yürütmenin, özellikle de padişahın üstünlüğü ilkesine dayalıdır. Sadrazamı, nazırları ve şeyhülislamı padişah seçerek atar; vekiller meclise değil padişaha karşı sorumludur. Yaşama organı sayılan Meclis-i Umumi'nin toplantı döneminin kısaltılmasına, uzatılmasına ya da seçimlerin yenilenmesi kaydıyla feshine karar vermeye padişah yetkilidir. Meclis-i Umumi'nin senato kanadı durumundaki Heyet-i Ayan'ın üyelerini de padişah atar.

Padişahın kişiliği kutsaldır; işlem ve eylemlerinden ötürü hukuki ya da cezai sorumluluk altında değildir; anayasaya bağlılık yemini etmesi bile öngörülmemeiştir. Heyet-i Ayan ve seçimle gelen Heyet-i Mebusan üyeleri anayasaya değil, padişaha sadakat yemini ederek göreve başlarlar. Heyet-i Vükela'nın, kendi gündemini belirlemesi ve aldığı kararları uygulatabilmesi için de padişahın izni ve onayı gerekir. Meclisler de ancak kendi alanlarına giren sınırlı konularda ve padişahın izniyle yasa önerilebilir. Padişahın yasaları veto etme yetkisi de vardır.

Ayrıca Heyet-i Ayan padişahın haklarını korumakla yükümlüdür. Heyet-i Vükela ile Heyet-i Mebusan arasında uyuşmazlık çıkması ve Heyet-i Mebusan'ın görüşünde iki kez direnmesi durumunda da padişah altı ay içinde yeniden toplanması koşuluyla meclisi feshedebilir. Meclislerin toplantıda olmadığı dönemlerde ülke, yasa hükmünde özel kararlarla yönetilebilirdi.

Kanun-ı Esasi sistemi gerçek bir meşrutiyet ya da anayasal düzen sayılmaz. Anayasa düşüncesinin somutlaşması, yasama meclislerinin ve temsili sistemin oluşması, bütün kısıtlamalara karşı (örn:113. maddeyle padişaha tanınan sürgün yetkisi) bazı hak ve özgürlüklerin bir anayasal metinde yer alması, yargı bağımsızlığını ve güvencelerini sağlamaya yönelik ilkelerin düzenlenmesi vb. noktalar Kanun-ı Esasi'nin Osmanlı devlet düzenine önemli katkıları olmuştur.

Kanun-ı Esasi'nin öngördüğü yasama organı 19 Mart 1877-16 Şubat 1878 arasında bazı aralıklarla toplam beş ay görev yaptı. Ama özellikle eleştirici davranışlarıyla tutucu çevrelerin ve padişahın tepkisini çekti. Bunun üzerine Rusya ile yapılan savaşı bahane eden II: Abdülhaid, Meclis-i Umumi'yi tatil etti ve bir daha toplantıya çağırmadı ve Kanun-ı Esasi 1908'e kadar hukuken yürürlükte kalmakla birlikte uygulamadan düştü.

1908'de II. Meşrutiyet'in ilanı ile yeniden yürürlüğe girdi ve 31 Mart Olayı'ndan sonra yeni değişiklikler yapıldı (22 Ağsutos 1909). Buna göre 21 madde değiştirildi ve üç yeni madde eklenerek gerçekten meşruti ve parlementer bir sistem oluşturuldu. Yapılan değişikliklerle; padişah anayasaya bağlılık yükümlülüğü altına girdi. Hükümet padişaha değil meclise karşı sorumlu olacaktı. Hükümet ve Heyet-i Mebusan bağımsız kişilik kazandı, yasama ve yürütme ilişkileri dengeli duruma getirildi, kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsendi, padişahın mutlak veto yetkisi kaldırıldı. Ayrıca dernek kurma, toplantı vb. özgürlükler tanındı, 113. madde kaldırıldı.

II. Meşrutiyet'in çalkantılı siyasal süreçlerinde başka değişikliklere de uğrayan Kanun-ı Esasi, özellikle I. Dünya Savaşı'nın başlamasından sonra fiilen tek parti durumuna gelen İttihat ve Terakki'nin yönetim süresince uygulanmadı. Ama Kurtuluş Savaşı döneminde, hatta 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun çıkarılmasından sonra bile Kanun-ı Esasi'nin yeni anayasaya aykırı düşmeyen hükümlerinin yürürlükte kalacağı düşüncesi benimsendi. 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 1921 Anayasası'yla birlikte Kanun-ı Esasi'yi de kesin olarak yürürlükten kaldırdı.


KANUNNAME-İ ALİ OSMAN

Kanunname-i Osmani veya Kanun-ı Kadim olarak da bilinmektedir. Osmanlı Devleti'nde cezalandırma, yönetim ve maliye alanlarında şer'i hukuka uygun olmak koşuluyla padişahın koyduğu yasadır.

Kanunları geniş bir şekilde inceleyen Osmanlı hukukçuları, kavanin-i şeriyeyle (dinsel yasalar) kavanin-i örfiyeyi (töresel yasalar) birbirinden ayırmışlardır. Kamu ve özel hukuku ilgilendiren töresel kaynaklı yasaların en önemli örnekleri Fatih Kanunamesi ve Sultan Süleyman Kanunnamesi'dir. Bu düzenlemeler hükümdarın mutlak töresel yetkilerinden kaynaklanan hükümleri içerdikleri için, yasayı çıkaran hükümdarın adıyla anılmıştır.

Fatih Kanunnamesi'nden sonra Sultan II. Bayezid döneminde (1481-1512) şer-i vergilendirme ilkeleri ile tımar işlemlerinin yasallaştırıldığı Kanunname-i Sultani Ber Muceb-i Örf-i Osmani adlı kapsamlı bir yasa derlemeleri yapıldı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise kanunname çalışmaları kapsamlı ve sistemli bir hale getirildi. Böylece Divan-ı Hümayun'un ve eyaletlerin yürürlükte olan sistemlerinde ayrıntılı düzenlemeler yapıldı. Bu düzenlemeler, Tımarlı sipahilerin hak ve sorumluluklarından pazar düzenine, kılık kıyafet zorunluluklarına kadar bir çok alandaki değişiklikleri kapsıyordu. Yeni fethedilen ülkeler ve bölgeler için de o bölgeye ait yeni kanunnameler hazırlanıyordu. Bölge kanunnameleri birbirinde oldukça farklıydı. Bu nedenle ükle içinde yer değiştiren yükümlü, yerleştiği yerin kanunnamesinin yükümlülüğüne girer, eski yükümlülüğünden kurtulurdu. Ayrıca Müslümanlar ve gayri müslimler için de kanunnamelerde farklı düzenlemeler vardı.

17. yüzyılda Osmanlı Kanunnameleriyle ilgili ilk önemli çalışma Hazerfen Hüseyin Efendi tarafından hazırlanan Osmanlı kanunnamelerinin özet ve yorumlarının yer aldığı Telhisü'l-Beyan fi Kananin-i Al-i Osman'dır.
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

EĞİTİM VE BİLİM

OSMANLILARDA EGITIM VE ÖGRETIM


Islâm ülkelerindeki ilmî hayatin gelismesinde XI. asrin müstesna bir yeri vardir. Zira bu asirdan itibâren sistemli bir egitim ve ögretim mahalli olarak medreseler, halkin kültürel ve dinî anlayis bakimindan yetisip gelismesinde faal bir rol oynamaya basladilar. Osmanlilar döneminde ise medreseler, hem program,hem de mimarî sahada büyük bir yenilik ve ilerleme kayd ettiler. Bu bakimdan, Osmanli sehirlerinin fizikî gelismesinde de medreselerin önemli bir yeri oldugu söylenebilir.

Osmanlilar, medrese egitimi ve dolayisiyla ilim ve bu sahanin adamlarina deger verdiklerinden, bunlarin tahsil ve egitim konusunda karsilasabilecekleri her türlü sikintiyi ortadan kaldirmaya çalismislardi. Bu devlette ilim ve mensuplarina itibar edilip saygi gösterildigi için Iran, Turan, Horasan, Dagistan, Hindistan, Buhara, Haleb, Sam, Misir ve Karaman gibi birçok Islâm ülkesinden bilginler Istanbul'a akin etmisti. Bu akin sebebiyle devletin merkezi olan Istanbul, yavas yavas Islâm dünyasinin ilim merkezi haline gelir.


Osmanlilar, medreselerdeki egitim ve ögretim faaliyetlerini vakiflar vasitasiyla devam ettirdiler. Fatih Sultan Mehmed'in, Istanbul'u feth eder etmez "Sahn-i Semân" medreselerini tesis ettirmesi ve bunlarin giderlerini saglamak için vakif kurmasindan sonra, devlet merkezi oldugu gibi ilim merkezi haline de gelen Istanbul'da basta hükümdarlar olmak üzere sultanlar, vezirler, ilim adamlari, bazi saray mensuplari ve maddî durumu iyi olan halk tarafindan pekçok medrese insa olunmustu. Yalniz Mimar Sinan'in bas mimarligi sirasinda Istanbul'da insa edilen medreselerin sayisi, 6'si Süleymaniye medreseleri olmak üzere 55'i bulmaktadir. XVII. asrin son çeyregi basinda ise Istanbul'daki medrese sayisinin 126'ya ulastigi görülmektedir. Fetihten XIX. asra kadar Istanbul'da insa edilen medrese sayisi 500'ü asmaktadir. Ancak bunlarin büyük bir kismi yangin ve deprem gibi tabiî âfetlere maruz kalarak yikilip yok olmus veya terk edilmistir.

Orta ve yüksek ögretimi gerçeklestiren Osmanli medreselerinin ilki, Orhan Gazi tarafindan 731 (1330) tarihinde Iznik'te açilmisti. Orhan Gazi, bu medrese için vakiflar kurmustu. Geliri, medrese, müderris ve talebeye tahsis edilen vakif köyler, her türlü "Tekâlif-i Örfiyye"den (Örfî vergiler) muaf idiler. Nitekim Orhan Gazi'den çok daha sonraki tarihlere uzanan 27 Cemayizelevvel 1136 (23 Subat 1724) tarihli bir "arz" (arsiv belgesi), Iznik'e bagli Kozluca Köyü'nün, adi geçen medreseye vakfedildigini göstermektedir.

Ilk dönem Osmanli ilim hayati hakkinda bilgi veren D'Ohsson'a göre Osmanli Devleti'ndeki ilmî faaliyetler, daha Osman Gazi döneminde baslamisti. O, bu konuda su bilgileri vermektedir: "Osman Gazi, Sögüt'te yeni imparatorlugun temelini atarken hazine ve silah ile beraber ilmî ve kültürel faaliyetlere karsi da gayet mütesebbis idi. Ilmî yönden ilerlemeyi ve en azindan eski medreseleri olduklari gibi muhafaza etmeyi arzu ederdi. Veliahdi ve oglu Orhan Gazi, Iznik'te imparatorluk camiini yükseltirken orada bir de, bir asri mütecaviz bir zaman boyunca Osmanli medreselerinin en yüksegi olarak bakilacak olan bir medrese yaptirdi. Yeni kurulmus (731/1330) ve kendi ismi ile adlandirilmis olan bu medresenin idaresi, Islâm âlemindeki diger bütün medreseler gibi müderris titri altinda Seyh Davud-i Kayserî'ye verildi."

Iznik, bir ilim merkezi olarak önemini XV. yüzyilda da korumus ve bu yüzden sehre "âlimler yuvasi" ünvani verilmisti. Iznik Medresesinin yetistirdigi ünlü âlimlerden biri de Osmanlilarin ilk Seyhülislâmi Molla Fenarî'dir. Osmanlilarin, ilk birbuçuk asir içinde yaptirmis olduklari medreselerin derece ve sinif itibariyle en mühimleri Iznik, Bursa ve Edirne'de idi. Devletin kurulusu esnasinda Iznik Medresesi, beyligin birinci sinif medresesi idi. Bu medresede yapilan egitim ve görülen ögretimin derecesi hakkinda kesin bir bilgiye sahip olmamakla beraber, müderrisligine (Ögretim Üyeligi'ne) tayin edilmis olan sahislar, bunlarin hayatlari ve eserleri, dolayisiyla ilmî kapasiteleri tedkik edilecek olursa bu medresenin oldukça yüksek seviyede bir egitim ve ögretim kurumu oldugu düsünülebilir. Gerçekten Kahire'de ihtisasini yapip memleketine dönen ve orada birçok talebe yetistiren Davud-i Kayserî (öl. H. 751/M. 1350)'nin söhretini duyan Orhan Gazi, onu Kayseri'den getirterek Iznik'te yaptirdigi medreseye müderris olarak tayin eder. Iznik medresesinin ilk müderrisi olan Davud-i Kayserî, Muhyiddin Arabî'nin üvey oglu Sadreddin Konevî'nin halifelerinden tefsir sahibi ve Muhyiddin Arabî'nin "Fusûsu'l-Hikem" adli eserini serheden Kemaleddin Abdurrezzak el-Kâsî (öl. 1329)'nin halifesi olup yüksek tahsilini Misir'da yapmisti. Davud'un halefleri olan Taceddin el-Kürdî ve Alaeddin el-Esved de devrin büyük bilginleri arasinda sayiliyorlardi. Bu nokta göz önünde tutulursa Iznik Orhaniye medresesini yüksek seviyeli egitim ve ögretim veren bir müessese olarak kabul etmek gerekir.

Bursa'nin fethinden sonra orada da medreseler kurulur. Bundan dolayi Iznik ikinci dereceye inerek Bursa'daki Sultan Medresesi birinci dereceyi alir. Orhan Gazi'den sonra oglu Murad (Murad Hüdâvendigâr), Bursa Çekirge'de eski Kaplica civarinda bir câmi, medrese ve imâret yaptirarak, bu konuda babasindan asagi olmadigini göstermisti.

Yildirim Bayezid, Hisar disinda bir câmi ve medrese yaptirmakla Bursa'nin bir ilim ve irfan merkezi haline gelmesini ve sehrin hisar disina tasmasi ile genislemesini sagladi. Çelebi Sultan Mehmed'in Bursa'da kurdugu medrese, digerlerine nazaran ayri bir hususiyete sahiptir. "Sultaniye Medresesi" denilen bu tahsil kurumunda ilk müderris Mehmed Sah Efendi (öl. 839/1435)'dir. Molla Semseddin Fenarî'nin oglu olan bu zatin ilk dersinde ögrencilerden baska Bursa'nin belli basli âlimleri de hazir bulunmus, yeni müderris Mehmed Sah Efendi de medreselerde okutulan ilimlere dair sorulan suallere cevap vermisti. Sultaniye müderrislerinin, böyle umumî sekilde ders vermeleri bir gelenek haline gelmistir. Bilhassa Bursa Sultaniyesi kurulduktan sonra Iznik medresesi, ikinci dereceye düsmüstü. Buna karsilik bir ilim merkezi olarak Bursa ilk siraya yükselmisti. Bu durum, Sultan II. Murad'in Edirne'de Üç Serefeli Câmii yanindaki Saatli medresesini kurana kadar devam eder. Edirne devlet merkezi olduktan sonra II. Murad zamaninda 841 (1437) yilinda baslanarak bazi ârizalar sebebiyle 851 (1447) senesinde tamamlanan Üç Serefeli Câmii yanindaki medrese ile Dâru'l-Hadis, o tarihte Osmanli ülkesindeki medreselerin üstünde yer aldi. Böylece, Bursa'daki Sultaniye Medresesi, gerek egitim ve ögretim, gerekse tahsisati bakimindan ikinci dereceye düstü. Üç Serefeli medrese müderrisine o tarihe kadar hiç bir medrese ögretim üyesine verilmeyen yüz akça yevmiye verildi. Halbuki bundan önce Iznik medresesi müderrisinin yevmiyesi otuz, Bursa'daki Sultan Medresesi müderrisinin ise günde (yevmiye) elli akça idi.

Görüldügü gibi Bursa'nin fethinden hemen sonra orada da çesitli medreseler kuruldu. Suurlu ve ne yaptigini bilen bir politika sonucu sinirlari yavas yavas genisleyen Osmanli Devleti'nde, pekçok devlet ricali, mektep, medrese, imâret ve câmi gibi farkli sahalara hizmet veren kurumlari açmakta adeta birbirleri ile yarisiyorlardi. Örnek olmasi bakimindan sadece Istanbul'un 1453 yilindaki fethinden sonra Fatih'in yaptiklarini vermek istiyoruz. Buna göre otuz yillik hükümdarligi döneminde basta Istanbul, Bursa ve Edirne olmak üzere devletin çesitli sehirlerinde 85'i kubbeli olarak 300 kadar câmi 57 medrese, 59 hamam, 29 bedesten, çesitli saraylar, hisar, kale, sur ve köprüler yaptirdigi görülmektedir. Bunlarin çogunun zamanla yikildigina da isaret etmek gerekir.*

764 (1363) tarihinde Edirne'nin fethinden sonra, Rumeli'deki fetihlerin daha saglikli ve basarili olabilmesi için devlet merkezi buraya nakledilir. Edirne'nin devlet merkezi olmasi, burada da medreselerin hizla açilip çogalmasina sebep olur. Zira biraz önce de görüldügü gibi herkesten önce devletin basinda bulunanlar, bulunduklari yerlerde egitim kurumu açmayi bir gelenek haline getirmislerdi. Böyle bir anlayistan dolayidir ki, hemen her zaman devlet merkezinin bulundugu yer, ilmî faaliyetlerin en çok yogunlastigi merkez oluyordu. Nitekim Istanbul'un fethi ve devletin merkezi haline gelmesinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafindan yaptirilan "Sahn-i Semân" medreseleri ön plana geçtiler. Fatih Kanunnâmesinde "Sahn-i Semân" diye meshur olan medreselere vakfiyesinde "Medâris-i Semâniye" denilmektedir.

Fatih külliyesi kurulunca sekiz büyük medreseye "sahn" adi verilmisti. Bu tabiri her ne kadar ilk tomar Arapça vakfiyede bulamiyorsak da Fatih'in tashihinden ve külliye müderrislerinin tedkikinden geçen meshur kanunnâmede bu tabiri görüyoruz. O halde bu tabir, Fatih'ten günümüze kadar gelmektedir. Fatih külliyesi büyük medreselerinden her birini mâna itibariyle birer fakülte sayabiliriz. Vakfiyelerinde buralara aklî ve naklî ilimlerde mütehassis müderrislerin (profesör) tayin olunacagi açikça belirtildigine göre buralarda tip, fikih (Islâm hukuku), hey'et (astronomi) ve ilâhiyat okutuluyordu. Bu büyük medreselerin odalarinda birer yüksek ilim talebesi (danismend) oturuyordu. Bunlar, seviyesi yüksek dersleri okuyunca branslarina göre daha sonra hekim (doktor), fakih, fen adami, maliye ve devlet memuru oluyorlardi. Bu sahn medreselerine musila-i sahn olan Tetimmeler de, adeta bugünkü lise tahsilini bitirerek geldiklerine göre Semaniye Medreselerine alem olan sahn tabiri yüksek bir tahsil derecesini gösteriyordu.

Osmanli medreselerindeki egitim ve ögretim usulü, diger Islâm devletlerinde oldugu gibi bir metod takip etmis olup, medreselerin sayilari arttikça bunlar da derece ve siniflarina göre bir düzene tabi tutulmuslardi. Bunun içindir ki ilk defa Sultan II. Murad, daha sonra da Fâtih Sultan Mehmed tarafindan medreselerin bir siniflandirilmaya tabi tutuldugu görülür. Fatih medreselerinin (Sahn-i Semân) yapilmasi, Osmanli ülkesindeki medrese teskilâti için bir yenilik sayilmaktadir. Onun için kisa ve özet bir sekilde de olsa bu medreselerden bahsetmek istiyoruz.

Fatih'in kanunnâmesinde "Sahn-i Semân" diye adlandirilan medreselere "Semâniye medreseleri" de denilmektedir. Fatih Sultan Mehmed, Istanbul'u feth ettikten sonra, Imparator Jüstinyen'in esi Teodora tarafindan yaptirilan Havariyûn kilisesi yerine câmi yaptirir. Daha sonra câminin dogu ve bati kismina "Sahn-i Semân" denilen sekiz medrese yapti ki, bunlar yüksek tahsil içindi. Bunlarin arkalarinda da "Tetimme" adi verilen ve sahn medreselerine ögrenci yetistiren sekiz medrese daha yaptirir. Vakfiyedeki bilgi ve Âli'nin kaydina göre burasi Istanbul'un ortasina denk geldigi için buraya sahn denmistir. Tarihî rivayetlere göre bu medresenin programini Vezir Mahmud Pasa ile matematik ve astronomi âlimi Ali Kusçu tertip etmislerdir. Dördü câmiin dogu kisminda, dördü de bati tarafinda bulunan bu medreselerden her birinin ondokuz odasi vardi. Sekiz müderristen her birinin birer odasi ve elli akça yevmiyesi vardi. Ayrica, beser akça yevmiye ile bir oda, ekmek ve çorba verilmek üzere sekiz medreseden her birine birer "muid" (asistan) verildi. Her medresenin onbes odasina ikiser akça yevmiye (burs, kredi), imâretten ekmek ve çorba (yemek) verilmek üzere birer "danismend" konuldu. Geri kalan iki oda da kapicilarla ferras denilen temizlik isçilerine tahsis olundu.

Sahn medreselerinin arka taraflarinda yüksek tahsile, yani Sahn-i Semân medreselerine danismend yetistirmek üzere "Tetimme" veya "Musila-i Sahn' ismiyle sahn medreselerinden küçük olarak sekiz medrese daha insa edilmisti. Bu medrese, derece itibariyle orta tahsil seviyesinde idi.

Sahn medresesi talebelerine danismend, Tetimme talebesine de Suhte (galat olarak softa) deniyordu. Tetimmelerden her hücreye üç ögrenci konmustu. Bu odalardan her birisine ihtiyaçlarina sarf edilmek ve mum parasi olmak üzere 5'er akça tahsis edildigi gibi yemekleri de imâretten veriliyordu.

Bilindigi gibi egitim ve ögretim, hiç bir devletin vazgeçemeyecegi bir mecburiyettir. Bununla beraber her devlet, vatandasini, kendi sartlari, ihtiyaçlari ve ileriye dönük hedeflerini gözönünde bulundurarak yetistirmeye çalisir. Osmanli Devleti de vatandasini kendi durum ve sartlarina uygun bir sekilde yetistirmeye gayret etmistir. Bu gayenin tahakkuku için de egitim ve ögretim müesseseleri kurmustur. Devletin kurulusu ile baslayip, yikilisina kadar çesitlenerek gelisen bu müesseseler, devlet ve çogunlukla vakiflar vasitasiyla kuruluyorlardi. Bu müesseseleri, klasik ve yeni diye iki gruba ayirabilecegimiz gibi, örgün ve yaygin egitim müesseseleri diye de ayirmak mümkündür.


ÖRGÜN EGITIM MÜESSESELERI
Bu müesseseler, belirli yas ve bilgi seviyesindeki insanlari, yine belirli zaman ve disiplinlere göre yetistirmek üzere kurulmus bulunan müesseselerdir. Bu kuruluslarin, sivil ve askerî olmak üzere iki sahada sekillendiklerini görüyoruz. Bir bakima, özel egitim ve ihtisas konusuna girdigi için askerî müesseseleri daha sonraya birakip sivil egitim kurumlarindan bahsetmek istiyoruz. Bu arada, yaygin egitim müesseseleri diyebilecegimiz, câmi ve tekke gibi kurumlardan bir önceki ciltte bahsedildigi için burada bunlara temas edilmeyecektir.
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

KÜLTÜR-SANAT

Osmanlı İmparatorluğunda Kültürel Hayat

Asya Türk Toplumlarında, kültürel hayat, Türk düşüncesi ve hayat tarzına bağlı olarak gelişti, ileri, yüksek ve etkin bir düzeye ve konuma ulaştı. Tüm kültür unsurlarında yapıcı ve kalıcı değerler oluştu. Bu toplumlar siyasi, iktisadi ve askeri varlıklarını ve güçlerini kültür değerleri üzerine kurdular. Kurdukları devletlerin varoluş nedenlerini ve devamlarını kültür unsurlarını korumada ve geliştirmede gösterdikleri özen oranında sağlayabildiler. Yaşadıkları coğrafi alanlarda, inaçları, dilleri, tarihi yakınlıkları ortak olan, kültür çevreleri meydana getirdiler. (Hun-Göktürk-Uygur-Oğuz. kültür çevreleri) Yaşadığımız zaman kesitinde görülen ve etkinliği giderek artan kültür toplumları çoğunlukla tek bir tanrıya inanıyor ve O'nu yaradılışın sahibi olarak düşünüyorlardı. Doğayı ve insanı yaratan büyük bir güç vardı. Bu güç aynı zamanda doğanın ve toplumun düzeninin de kurucusu idi. Göktürkler "Tengri" değimiyle tanrıyı algılıyor, anlıyor ve anlatıyorlardı. "Tengri", Türklerin tanrısı idi. Tengri, insanları ve toplumları yönetsin diye onların başına Kağan gönderiyordu. Türk devletleride bu yolla kuruluyordu. Yaradılış düşüncesine ve "Tengri" (Tanrı) tarafından görevlendirilme inancına dayanarak Kağan ve bazı yöneticiler ile siyasi, sosyal yapı ve kurumlar, toprak ve su gibi temel iktisadi kaynaklar kutsal sayılıyordu. Dil, Türk toplumlarının kurucu ve devam ettirici unsuruydu. Türk düşüncesinde ve şuurlaşmasında en önemli etmendi. "Dilini kaybeden, Türklüğünü kaybederdi." Türkçe çeşitli lehçeleri, ağızları kapsamına alıyordu. Herbiri aynı kökten gelen lehçeler çeşitli adlar altında tanımlanıyordu. (Oğuzca, Uygurca, Kırgızca... gibi) Yazı dili, binlerce senelik tarihi süreci içerisinde gelişti. Taşlara, kayalara, duvarlara, çeşitli kullanım araçlarına ve silahlara çizilen ender olarak renklerle süslenen şekillerle başlamışdı. M.Ö. yazı dili harflere dönüşdü. Göktürkler döneminde ilk Türk alfabesi tarihi varlık alanına çıktı. "Göktürk Alfabesi"ni "Uygur Alfabesi" izledi. Tarihi yazıtlar bu alfabelerle yazıldı. Türk toplumları "Atın ehlileştirilmesinden ve ulaşım aracı olarak kullanılmasından" başlayarak her alanda ileri bir medeniyet yarattılar. Musikide, sanatta, estetikte, mimaride, folklörde kendine özgü ve birçok toplumu etkisi altına alan kültürün temsilcileri oldular. Töreleri binlerce yıl devam etti. Sosyal ve iktisadi hayatlarında, ticari ilişkilerinde, ulaştırma, bayındırlık, haberleşme, güvenlik hizmetlerinde, eğitim ve öğretimde insanlık dünyasına büyük katkılar sağladılar. Yüzbinlerce askerden oluşan ordularını sevk ve idarede gösterdikleri yetenekleri ve güvenlik stratejilerinin uygulanmasındaki diplomasi, propaganda ve harp araçlarını kullanma üstünlükleri büyük ve ileri bir kültür toplumu olmalarının sonucuydu.

Türk İslam Toplumlarında, kültürel hayat, islam kültür çevresinin etkisi altında gelişti. Türklerin bu çevreye girmeleri onların her alanda ilerlemesine ve yükselmesine sebep oldu. Türk düşüncesi, bir yandan tarihi gelişimini devam ettirirken diğer yandan İslam düşüncesi ve felsefesiyle bütünleşti. Bu toplumların hayat tarzlarında islamın yüce ve ebedi ilkelerine, esaslarına ve kurallarına uyum sağlayacak değişmeler meydana geldi. Hukuk düzenleri "Şerri" esaslara ve "Törelere" göre yeniden kuruldu, düzenlendi. Arap ve Fars dil ve kültürlerinin baskısına rağmen, Türk dili korundu. Karamanoğullarının başlattıkları resmi dilin türkçe olması hareketi, bazı olumsuz dönemler dışında devam etti. İslamın koruyuculuğunu üstlenen Türkler, Türk tasavvuf düşünce ve eylemleriyle müslümanlığın çağlar boyu gelişmesini ve yönlendiriciliğini sağladılar. Anadolu Türk toplumu oluşturduğu kültür çevresinde, manevi ve maddi kültür hayatını sürekli şekilde güçlendirdi. Kurduğu imparatorluklar o çağların siyasette, sosyal düzen ve sosyal adalette, iktisadi alanda, özellikle bilimde, eğitim ve öğretimde, hukuk hayatında, en medeni ve en ileri devletleri oldular. Osmanlı imparatorluğu kuruluşundan başlayarak, tarihi varlık alanından çekilişine kadar altıyüz yıl boyunca İslam Dünyasının, Türk İslam kültür çevresinin tek temsilcisi oldu. Bir dünya devleti niteliğini koruyarak, kültür hayatını inançlarda, adalette, dilde, musikide, sanat ve estetikte, mimaride, folklörde, eğitim ve öğretimde, sosyal ilişkilerde, diplomasi de özenle güçlendirdi. İnsanlık tarihine sayısız örnekler verdi. Kültür varlığımızın zenginleşmesini sağladı.



OSMANLILARDA GUZEL SANAT
Güzel San'atlar, mîmârî, çinicilik, minyatür sahalarinda muhtesem, nâdide eserler verildi. Mîmarlik sahasinda, kendine has, estetik mâhiyette sanat eserleri yapildi. Bunu sivil, askerî, dînî, mülkî, adlî, sosyal ve kültürel eserlerde en güzel sekilde basta Istanbul olmak üzere, memleketin her tarafinda görmek mümkündür. Topkapi, Yildiz, Çiragan, Göksu Kasri, Dolmabahçe, Beylerbeyi saraylari, Selimiye Kislasi, Kuleli Askerî Lisesi, Anadolu ve Rumeli Hisarlari, Bursa Yesil, Ulu câmileri, Edirne'deki Selimiye Câmii, Istanbul'daki Fâtih, Mahmûd Pasa, Süleymâniye, Sehzâdebasi, Sultanahmed, Nûruosmâniye, Vâlide Sultan; Manisa'da Murâdiye, Hâtuniye câmileri; Mahmûdpasa, Sultan Süleyman, Sultanahmed, Fuadpasa, Mahmud Sevket Pasa, Hürrem Sultan, Naksidil Sultan türbeleri; Nilüfer Hâtun Imâreti, Kapaliçarsi, Sultanahmed Çesmesi, Mîmar Sinân Sebili, Fâtih, Süleymâniye medreseleri, Haseki, Gureba Hastâneleri Osmanli mîmârî eserlerinin nümûneleridir.

Çinicilik; dekoratif sekiller olup yaygin olarak câmilerde, saraylarda ve diger eserlerde kullanildi.

Minyatür; nakkaslar tarafindan kâgit, duvar, tahta ve tasa zarif sekilde islenirdi. Kat'i denilen kâgit oymaciligi sanati da vardi.

Hat; güzel yazi sanati olup, yazarlarina hattat denir: Kûfî, Sülüs, Nesih, Muhakkak, Reyhânî, Tevkî', Icâze, Ta'lik, Divânî, Celi, Rik'a, Ma'kili dâhil, bin kadar çesidi vardi. Halicilik, kumasçilik, dericilik, ciltçilik, kitapçilik, tezhipçilik, porselencilik, kehribarcilik, mürekkepçilik, mobilya, sandalcilik da ayri birer sanat dali olarak, her sahada eserler verildi.

Ahlâk; Osmanli idâresinde Islâm ahlâki hâkimdi. Pâdisâhin sarayinda Islâm ahlâki en güzel sekliyle yasanir, buradan halka yayilirdi. Enderunda yetistirilerek tasra çikarilan beyler ve askerler bir taraftan haremde yetistirilerek üstün ahlâk sâhibi kimselerle evlendirilen câriyeler, güzel ahlâkin çevreye yayilmasinda baslica âmil oldular. Memlekette umûmî kâideler dâhil gayri müslimler hâriç herkes Islâm ahlâkina ve örfe uymak mecburiyetindeydi. Vatanseverlik, Osmanlilik suuru, vakâr, büyüge hürmet, küçüge sefkât, vefâ ve sadâkat, hayirseverlik, cömertlik, merhamet ve müsâmaha, tevekkül, nâmus, temizlik, hayvan ve bitki sevgisi, his, kiymet ve idealleri basligi altinda toplanabilen ahlâk ölçülerine riâyet edilirdi. Güzel ahlâk, kiymet ölçüleri sâyesinde memleket emniyet ve huzur içinde olup, tam bir kardeslik havasi hâkimdi. Osmanli ahlâkini gören devrin sefir ve seyyahlari yazdiklari eserlerde gibtayla bahsetmekte ve okuyanlari imrendirmektedirler. Sultan Ikinci Abdülhamîd Han (1876-1909) zamâninda Osmanli ülkesinde bulunan Edmondo da Amicis, Constantinople (Istanbul) 1883 adli eserinde söyle yazmaktadir: "Pasasindan sokak saticisina kadar istisnâsiz her Türkte vakâr, agirbaslilik ve asillik ihtisami vardir. Hepsi derece farklari ile, ayni terbiyeyle yetistirilmislerdir. Kiyâfetleri farkli olmasa, Istanbul'da bir baska tabakanin oldugu belli degildir... Istanbul'un Türk halki, Avrupa'nin en nâzik ve kibar cemâatidir. En issiz sokaklarda bile bir yabanci için küçük bir hakârete ugrama tehlikesi yoktur. Namaz kilinirken bile bir Hiristiyan câmiye girip Müslüman ibâdetini seyredebilir. Size bakmazlar bile, küstahça bir bakis degil, sizinle ilgilenen mütecessis bir nazar dahi göremezsiniz. Kahkaha ve kadin sesi duyamazsiniz. Fuhusla ilgili en küçük bir tezâhüre sâhit olmak imkân disidir. Sokaklarda bir yerde birikmek, yolu tikamak, yüksek sesle konusmak, çarsida bir dükkâni lüzûmundan fazla isgâl etmek, ayip sayilir."
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

OSMANLI PADİŞAHLARI

01osmangazi4gr.jpg



Adı : Osman Gazi
Doğum tarihi : 1258
Doğum yeri : Söğüt
Babası : Ertuğrul
Annesi : Türk
Aşiret olduğu tarih : 1281
Uç reisi olduğu tarih : 1299
Saltanatının sonu : 1326
Tahttan ayrılma sebebi : Oğlu Orhan lehine feragat-ölüm (?)
Saltanatının süresi : 27 yıl
Ölüm tarihi : 1326
Ölüm sebebi : Felç (?)-nikris (gut)
Öldüğü yer : Söğüt-Bursa (?)
Gömülü olduğu yer : Bursa, Hisar içinde Osmaniye meydanında Gümüşlü Kümbet'te.
Devri : Kuruluş devri


Dönemin olayları

Osman Gazi, bağımsızlığını ilân ederek Osmanlı Beyliğini kurdu.-1299

Yenişehir kalesi fethedildi ve komuta merkezi buraya taşındı.-1301

Koyunhisar Savaşı: Osman Bey, Gemlik’in güneyindeki Koyunhisar’da (Baphaon) yapılan savaşta Bizans ve müttefiklerinden oluşan orduyu bozguna uğrattı.-1302

Dinbaz zaferi: Kestel ve Ulubat kaleleri fethedildi.-1306

İznik kuşatması başladı.-1307

Ulubat gölü üzerindeki Alyos adası, Aygut Alp’in oğlu Kara Ali tarafından barış yoluyla teslim alındı.-1308

İznik-İzmit yolu üzerinde yer alan İznik’in ileri karakollarından Karahisar (Trikokiya) fethedildi.-1308

Osman Gazi’nin sadık dostu Harmankaya Tekfuru Köse Mihal, İslâm dinini kabul etti; kalesi ve adamlarıyla Osmanlılara katıldı.-1313

Lefke (Osmaneli), Mekece, Akhisar, Geyve ve gölpınarı yakınındaki Leblebici (Löblüce) kaleleri fethedildi.-1314

Bursa kuşatması başladı.-1314

Orhan Bey ve Nilüfer Hatun’un büyük oğlu, geleceğin Rumeli Fatihi Şehzade Süleyman dünyaya geldi.-1316

Osman Gazi’nin rahatsızlığı nedeniyle oğlu Orhan Bey yönetimi ele aldı.-1320

Orhan Bey, Mudanya’yı fethetti.-1321

Küçük bir Türk Beyliği olan Umur-Han Beyliği elindeki Akyazı fethedildi.-1324

İzmit yakınlarındaki Karamürsel, Kara Mürsel Bey tarafından fethedildi.-1324

Bursa’nın ele geçirilmesini engelleyen önemli kalelerden Orhaneli (Atranos)ele geçirildi.-1325

Şeyh Edebâli öldü.-1326

Orhan Bey’in ikinci oğlu Murat Hüdavendigâr doğdu.-1326

On yılı aşkın bir süredir kuşatılan Bursa fethedildi (6 Nisan).-1326

Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve birinci hükümdarı Osman Gazi öldü.-1326
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

03imurad0ik.jpg


Adı : Murad Hüdavendigar(I. Murad)
Doğum tarihi : 1326
Doğum yeri : Bursa
Babası : Orhan
Annesi : Nilüfer Hatun (Rum)
Tahta çıktığı tarih : 1362
Tahta çıktığında yaşı : 36
Saltanatının sonu : 1389
Tahttan ayrılma sebebi : Ölüm
Saltanatının süresi : 27 yıl
Ölüm tarihi : 1389
Ölüm sebebi : Şehit edildi
Öldüğü yer : Kosova
Gömülü olduğu yer : Bursa, Çekirge, I. Murat Camii ve imareti karşısındaki türbesinde (iç uzuvları, şehit edildiği yerde gömülüdür:Meşhed-i Hüdavendigâr).
Valilikleri : İzmit (1329), Sultanönü (1330), Bursa, Gelibolu (1359)
Devri : Kuruluş devri


Dönemin olayları

3.Osmanlı Padişahı I.Murat tahta geçti.Babası Orhan Bey’in sağlığında ağabeyi Süleyman Paşa ile birlikte Trakya’nın fethinde görev alan I.Murat,Bursa’ya giderek idareyi ele aldı.-1362

I.Murat,Karamanoğullarının teşvikiyle isyan edip Ankara’yı ele geçiren Ahiler üzerine yürüyerek Ankara’yı geri aldı.-1362

Rumeli’ye geçen I.Murat,Bizanslılar tarafından geri alınan Çorlu ve çevresini ikinci kez ele geçirdi.-1362

“Pencik Kanunu” ile Yeniçeri Ocağı’nın temeli atıldı.-1362

Babaeski ve Pınarhisar arasındaki Sazlıdere bölgesinde Rum ve Bulgar kuvvetleriyle yapılan meydan savaşı sonunda Edirne zaptedildi.-1363

İpsala,Dedeağaç,Dimetoka,Lüleburgaz,Pınarhisar ve Babaeski fethedildi.-1363

Bursa’daki Hüdavendigâr Camii adıyla anılan I.Murat Camii’nin yapımı tamamlandı.-1363

Filibe,Lala Şahin Paşa kuvvetlerince ele geçirildi.-1364

Gümülcine ve çevresi Evrenos Bey tarafından fethedildi.-1364

Sırpsındığı Savaşı.-1364

Korsan gemileriyle Osmanlıları tehdit eden Katalanların elindeki Biga fethedildi.-1365

Devlet merkezi,Bursa’dan Edirne’ye nakledildi.-1365

Bulgarların elindeki Yanbolu (Diampolis),Kızılağaç ve İhtiman fethedildi.-1367

Hayrabolu,Vize ve Kırkkilise (Kırklareli) fethedildi.-1369

Bulgar Kralı Yuvan Şişman ve Makedonya Sırp kuvvetleriyle savaşan Lala Şahin Paşa,Sofya’nın güneyindeki Samakov’u fethetti.-1371

Çirmen Savaşı.-1372

Köstendil kuşatıldı.Sırp kralı,Osmanlı devletine vergi ve savaşlarda yardımcı kuvvet vermeyi kabul etti.-1372

Vizeyi almaya çalışan Bizans İmparatoru üzerine yürüyen Osmanlılar İnceğiz,Çatalburgaz ve Ferecik kalelerini ele geçirdi.Yenilgiye uğrayan Bizanslılar barış antlaşması istedi.-1373

Rumeli’de savaşa son veren I.Murat tarafından Anadolu’da tımar ve zeamet teşkilatı kuruldu ve bazı askerî ıslahatlar yapıldı.-1376

I.Murat’ın büyük oğlu Şehzade Bayezid(geleceğin Yıldırım Bayezid’i) Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın kızı Devlet Hatun’la evlendi.Süleyman Şah,kızının çeyizi olarak Kütahya,Simav ve Tavşanlı’yı Osmanlılara bıraktı.-1378

Sadrazam Çandarlı Halil Hayrettin Paşa tarafından İznik’te yaptırılan Yeşil Cami inşaatına başlandı. Mimar Hacı Musa’ya yaptırılan ve asıl adı Halil Hayrettin Paşa Camii olan bu eser, minaresindeki yeşil çinileri yüzünden Yeşil Camii adı ile tanındı.-1378

Arnavutluk’ta İştip fethedildi.-1380

Manastır ve Pirlepe, Timurtaş Paşa kuvvetlerince fethedildi.-1382

Uzun süredir kuşatma altında olan Sofya teslim olarak Osmanlı ülkesine katıldı.-1385

Arnavutluk’taki Ohri, Çandarlı Halil Paşa ve Evrenos Bey tarafından fethedildi.-1385

Niş, Yahşi Bey komutasındaki Osmanlı kuvvetlerince fethedildi.-1386

Karaman tahtına oturan Alâeddin Ali Bey’in Osmanlı topraklarına saldırısı üzerine Osmanlı-Karaman savaşı başladı. Konya önlerine kadar gelen I. Murat, Karamanlıların sulh teklifini kabul ederek geri çekildi.-1386

Vezir Çandarlı Halil Paşa öldü, yerine oğlu Çandarlı Ali Paşa getirildi.-1387

Osmanlı hâkimiyetini kabul etmiş bulunan Sırp Kralı Lazar’la Boşnak, Hırvat ve Arnavut prensleri, Türklere karşı birleşerek harekete geçtiler. Akıncı kumandanlarından Şahin paşa kumandasındaki Türk kuvvetleri Ploşnik’te pusuya düşürüldü.-1387

Balkanlar’daki ittifakı önlemek üzere harekete geçen I. Murat ve Çandarlı Ali Paşa idaresindeki Osmanlı ordusu, Bulgaristan’ın önemli kentlerinden Tırnova’yı zaptetti. Kayıtsız şartsız teslim olan Bulgaristan Kralı Yuvan Şişman affedilerek vergiye bağlandı.-1388

I. Kosova Savaşı.-1389
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

04ibayezid9yj.jpg


Adı : Yıldırım Bayezid (I.Bayezid)
Doğum tarihi : 1360
Doğum yeri : Edirne
Babası : I. Murat
Annesi : Gülçiçek Hatun (Rum)
Tahta çıktığı tarih : Haziran 1389
Tahta çıktığında yaşı : 29
Saltanatının sonu : 28 Temmuz 1402
Tahttan ayrılma sebebi : Tutsaklık
Saltanatının süresi : 13 yıl 1 ay
Ölüm tarihi : 9 Mart 1403
Ölüm sebebi : İntihar
Öldüğü yer : Akşehir
Gömülü olduğu yer : Bursa, Yıldırım Bayezid Camii yanındaki türbesinde.
Devri : Kuruluş devri


Dönemin olayları

Şehzade Yıldırım Bayezid (I. Bayezid), devlet erkânı tarafından savaş meydanında Osmanlı hükümdarı ilân edildi.-1389

Yıldırım Bayezid’in ağabey’i Şehzade Yakup, bir saltanat kavgasını önlemek amacıyla Kosova’da idam edildi.-1389

Yıldırım Bayezid’in en küçük oğlu Çelebi Sultan Mehmet (I. Mehmet) doğdu.-1389

Sırbistan, Osmanlı Devletine bağlandı; Kosova zaferinden sonra Sırp Kralı Lazar’ın oğlu Etiyen (Stefan), Yıldırım Bayezid tarafından Sırbistan tahtına oturtuldu ve dostluk anlaşması imzalandı. Kral Etiyen, kız kardeşini padişaha eş olarak takdim etti.-1389

Bulgaristan ve Bosna toprakları fethedildi.-1389

Yıldırım Bayezid’in ilk Anadolu seferi: Osmanlılara karşı ittifak kuran Saruhan, Aydın, Germiyan, Menteşe, Hamit ve Teke beylikleri, Osmanlı hâkimiyetine alındı.-1390

Anadolu’da tek Bizans kenti olarak kalan Alaşehir fethedildi.-1390

Yıldırım Bayezid, Sırp prensesi Olivera ile evlendi.-1390

Çanakkale’deki Gelibolu kalesi yeniden yapılmaya ve çevreye askerî tesisler kurulmaya başlandı.-1390

İstanbul, Osmanlılar tarafından ilk kez kuşatıldı: Bizans a gözdağı vermek için yapılan ve yedi ay süren kuşatma sonunda Bizanslılardan bazı imtiyazlar elde edildi.-1391

Mora yarımadası ve Macaristan çevrelerine çeşitli akınlar yapıldı.-1391

Karaman seferi.-1391

Bizans İmparatoru V.Yuanis’in ölümü üzerine,Yıldırım Bayezid’in elinde rehine olarak bulunan oğlu II.Manuel Paleologos,Bursa’dan İstanbul’a kaçarak Bizans tahtına oturdu.-1391

Kastamonu beyliği fethedildi.-1392

Merkezi Sinop olan Candaroğulları Beyliği,Osmanlı hakimiyeti altına girdi.-1392

Antalya alınarak Hamitoğulları Beyliği’ne son verildi.-1392

Bulgaristan topraklarına hücum eden Macarlar,Niğbolu ve çevresini ele geçirdi.Yıldırım Bayezid’in buraya büyük bir kuvvet göndermesi üzerine Sigismund yönetimindeki Macarlar her şeyi bırakarak kaçtı.-1392

Yıldırım Bayezid komutasındaki Osmanlı ordusu ile Sivas yöresini elinde tutan Kadı Burhanettin komutasındaki ordu arasında Çorum yakınlarında yapılan savaşta Osmanlı ordusu yenildi. Yıldırım Bayezid’in oğlu Ertuğrul çatışmada öldü.-1392

Arnavutluk’taki İşkodra kenti işgal edildi.-1392

Şehzade Çelebi Mehmet komutasındaki Osmanlı kuvvetleri Amasya’yı işgal etti.-1393

Türklerin egemenliği altındaki Bulgar krallığının başkenti olan Tırnova kalesi ele geçirildi. Böylece siyasi anlamda devam eden Bulgar krallığı tümüyle kaldırılarak Bulgaristan’ın tamamı ele geçirildi.-1393

İstanbul kuşatması sırasında Bizanslılara yardım eden Avrupa ülkeleri gemilerinin Selânik’te demirlemesi üzerine Yıldırım Bayezid, Selânik’i kuşattı. Kuşatma sonunda Selânik ele geçirildi.-1394

Selânik’ten sonra Kuzey Yunanistan’daki Yenişehir (Larisa) ve çevresi ele geçirildi.-1394

İşkodra’nın güney bölgelerine hücum eden Osmanlı kuvvetleri, Arnavutluk’taki birçok bölgeyi ele geçirdi.-1394

Yıldırım Bayezid, uzun süre abluka altında tuttuğu İstanbul’u ikinci kez kuşattı. Kış mevsiminin yaklaşması üzerine kuşatmaya son verildi.-1395

Yıldırım Bayezid, Mısır’daki Abbasî halifesine elçiler göndererek kendisine “sultan” unvanının verilmesini istedi.-1395

Niğbolu Zaferi: Niğbolu’da Haçlılarla karşılaşan Yıldırım Bayezid komutasındaki Osmanlı ordusu, Haçlı ordusunu mağlûp etti.-1396

Niğbolu Zaferi üzerine Mısır’daki Abbasî Halifesi I. Mütevekkil tarafından Yıldırım Bayezid’e “Sultan-ı İklim-i Rum” unvanı verildi.-1396

Arnavutluk topraklarına yapılan yeni akınlarda İşkodra çevresi, Kesriye, Draç ve Berat gibi kentler ele geçirildi.-1396

Karadeniz Boğazı girişindeki Şile ele geçirildi.-1396

Boğziçi’nde Göksu deresi ağzında Anadolu Hisarı’nın yapımına başlandı.-1396

İstanbul üçüncü kez kuşatıldı.-1396

Yunanistan üzerine yapılan sefer sonunda Atina ve çevresi ele geçirildi.-1397

Yunanistan topraklarında ilerleyen Osmanlı kuvvetleri, Mora üzerine yaptığı akınlardan üçüncüsünde Argos kalesini ele geçirdi.-1397

Karaman hükümdarı Alâeddin Ali Bey’in yeniden Osmanlı topraklarına saldırması üzerine savaş açan Yıldırım Bayezid, bu savaşı kazandı ve Alâeddin Ali Bey’i idam ettirerek Karamanoğulları topraklarını ele geçirdi.-1397

Karadeniz bölgesindeki Samsun, Ordu, Giresun, Çarşamba, Merzifon ve Havza’daki küçük Türk beylikleri ve ellerindeki topraklar Osmanlı yönetimine girdi.-1398

Sivas ve çevresini egemenliğinde bulunduran Kadı Burhanettin Ahmet, Karayülük diye tanınan Akkoyunlu hükümdarı Kara Osman Bey’le yaptığı savaşta öldürüldü. Yardım isteyen Sivaslıların çağrısı üzerine Akkoyunlu hükümdarını mağlûp eden Osmanlılar, tüm Sivas çevresini ele geçirdi.-1398

Memlûklere ait olan Malatya, Kâhta, Divriği ve Dulkadiroğulları egemenliğindeki Elbistan, Osmanlı kuvvetlerince ele geçirildi. Böylece Osmanlı toprakları, Fırat boylarına kadar yayılmış oldu.-1399

Bizans İmparatoru II. Manuel Paleologos, Türklere karşı yeni bir Haçlı seferi hazırlamak amacıyla İtalya, Fransa ve İngiltere’ye gitti.-1399

Irak ve Azerbaycan’ı işgal ederek Osmanlı Devleti’yle komşu olan Timur ile Yıldırım Bayezid arasında, Timur’dan kaçarak Osmanlılara sığınan hükümdarlar nedeniyle ortaya çıkan anlaşmazlık giderek düşmanlığa dönüştü.-1399

Bursa’da Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılan Ulu Camii inşaatı bitti.-1400

Dördüncü İstanbul kuşatması:Bizans imparatorunun Avrupa ülkelerini yeni bir Haçlı seferi için örgütlemeye çalışması üzerine Yıldırım Bayezid, İstanbul’u dördüncü kez işgal etti.Timur’un Anadolu’ya girmesi üzerine kuşatma kaldırıldı.-1400

Timur’un Anadolu’ya ilk hücumu: Sivas kalesini kuşatan Timur, şehri ele geçirdikten sonra yaptığı katliamda binlerce Osmanlı askerini öldürerek Sivas kalesini yerle bir etti.-1400

Sivas katliamı üzerine, Timur’un himayesindeki Erzincan’a yürüyen Yıldırım Bayezid, Erzincan beyliğini ele geçirdi ve Kemah Kalesi’ni aldı.-1401

Yıldırım Bayezid ile Timur arasında yapılan Ankara Meydan Savaşı’nda Osmanlı ordusunu yenen Timur, Yıldırım Bayezid’i esir aldı.-1402
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

05imehmed8ky.jpg


Adı : Çelebi Mehmet (I.Mehmed)
Doğum tarihi : 1379
Doğum yeri : Edirne
Babası : I. Bayezid
Annesi : Devletşah Valide Sultan
Amasya'da hükümdarlığını ilân ettiği tarih : Ağustos, 1402
Amasya ve Bursa'da hükümdarlığını ilân ettiği tarih : 1404 (806)
Edirne'de tahta çıktığı tarih (Fetret devrinin sonu) : 5 Temmuz 1413
Tahta çıktığında yaşı : 26
Saltanatının sonu : 26 Mayıs 1421
Tahttan ayrılma sebebi : Ölüm
Saltanatının süresi : 7 yıl, 11 ay
Ölüm tarihi : 26 Mayıs 1421
Ölüm sebebi : Dizanteri-zehir (?)-felç (?)
Öldüğü yer : Edirne
Gömülü olduğu yer : Bursa, Yeşil türbe
Valilikleri : Amasya (1393-?)
Devri : Fetret devri


Dönemin olayları

Yıldırım Bayezid’in oğullarından Şehzade Süleyman Çelebi Edirne’de; Mehmet Çelebi Amasya’da ve İsa Çelebi Balıkesir ve Bursa yöresinde padişahlığını ilân etti. Böylece Osmanlı toprakları üç hükümetli bir idare altına girmiş oldu.-1402

Timur kuvvetleri, ele geçirdiği Bursa ve İznik’i yağma ederek ateşe verdi ve buradaki halkın büyük bir kısmını kılıçtan geçirdi.-1402

Timur, Osmanlıların ele geçirdiği Anadolu beyliklerinin topraklarını eski sahiplerine ve vârislerine iade etti.-1402

Rodos şövalyelerinin elinde bulunan İzmir kalesi ve limanı Timur tarafından fethedilerek Aydınoğulları’na verildi.-1402

Timur tarafından tutsak edilen Yıldırım Bayezid, Akşehir’de öldü.-1403

Timur ve ordusu, her yeri yağmalayarak ve yakıp yıkarak Anadolu’dan çekildi.-1403

Amasya’da hükümdar olan Yıldırım Bayezid’in küçük oğlu Mehmet Çelebi, yönetimleri Timur tarafından Türkmen beylerine bırakılan Niksar, Tokat, Şarkîkarahisar ve Sivas’ı kendi topraklarına kattı.-1403

Edirne’de hükümdarlığını ilan eden Süleyman Çelebi (Emir Süleyman) ile Bizans İmparatoru Manuel Paleologos arasında İstanbul Antlaşması imzalandı. Buna göre; İstanbul önlerinden Selânik’e kadar uzanan Ege sahil bölgesi ile Varna’ya kadar uzanan Karadeniz sahil bölgesi, Bizans İmparatoru’na bırakıldı. Amasya’da hükümdarlığını ilan etmiş bulunan Mehmet Çelebi, Sivas yöresini ele geçirdikten sonra Bursa, Balıkesir ve çevresini kendi topraklarına kattı.-1403

Mehmet Çelebi, kendisine hücum eden büyük kardeşi İsa Çelebi’yi Ulubat’ta yapılan savaşta mağlûp edip öldürttü.-1405

Saruhan ve çevresi Mehmet Çelebi tarafından ele geçirildi.-1405

Timurlenk öldü.-1405

Edirne’de hükümdarlığını ilan eden Süleyman Çelebi, kuvvetleriyle birlikte Bursa’ya geldi ve şehri ele geçirdi. Bursa’ya sahip olan, ancak ağabeyinin ordusuna karşı koyacak gücü olmayan Mehmet Çelebi, Bursa’yı terk ederek şehri ve hükümdarlığı büyük kardeşi Süleyman çelebi’ye bıraktı.-1406

Süleyman Çelebi’nin sadrazamı Çandarlı Ali Paşa öldü. Babası Çandarlı Hayrettin Paşa’nın 1387’de ölümünden sonra I. Murat, Yıldırım Bayezid ve Fetret Devri’nde Süleyman Çelebi’ye sadrazamlık yapan Çandarlı Ali Paşa, İznik’e gömüldü.-1406

Osmanlı tahtını ele geçirmek için mücadele eden Musa çelebi, Rumeli’ye geçti. Süleyman Çelebi’de bu harekâtı önlemek amacıyla Bursa’da Edirne’ye geldi.-1406

Süleyman Çelebi tarafından Bursa’da inşa ettirilen Yıldırım Bayezid Türbesi’nin yapımı tamamlandı.-1407

Süleyman Çelebi ile Venedik Cumhuriyeti arasında dostluk antlaşması imzalandı. Antlaşmaya göre; Venedik Cumhuriyeti’nin, Arnavutluk sahilindeki topraklarının emniyeti karşılığı olarak Osmanlı padişahına yıllık 1600 duka haraç vermesi kararlaştırıldı.-1408

Dönemin büyük şairi Süleyman Çelebi, Bursa’da, günümüzde de okutulmakta olan dinî edebiyatımızın “Mevlid” manzumesini tamamladı.-1409

Emir Süleyman (Süleyman Çelebi) vefat etti.-1410

Rumeli’de Osmanlı tahtına Musa Çelebi çıktı.-1411

Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedrettin kadıaskerliğe tayin edildi.-1411

Musa Çelebi’nin, Bizans İmparatoru Manuel’e bir elçi göndererek 1402’den beri verilmemiş haraçları istemesi üzerine Bizans ile Emir Süleyman Çelebi zamanında imzalanan antlaşma bozuldu.-1411

Mehmet Çelebi ile Bizans imparatoru arasında ittifak antlaşması imzalandı.İmparator, Mehmet Çelebi kuvvetlerini İstanbul Boğazı’ndan Rumeli’ye geçirmeyi taahhüt etti.-1411

İstanbul’u kuşatan Musa Çelebi, Mehmet Çelebi’nin Rumeli’ye geçmesi üzerine kuşatmayı kaldırdı.-1412

Kardeşini tahtan indirmek üzere Rumeli’ye geçen Mehmet Çelebi kuvvetleriyle Musa Çelebi kuvvetleri, Çamurluova bölgesinde karşılaştı. Yapılan savaşta mağlûp olan Musa Çelebi öldürüldü. Çelebi Mehmet’in yönetimi ele geçirmesiyle 11 yıl süren Fetret Devri sona erdi. Böylece Mehmet Çelebi, Anadolu ve Rumeli’deki bütün Osmanlı topraklarını egemenliği altına aldı.-1413

Divan şairlerinden Ahmedî öldü.-1413

İktidar mücadelesini kazanan Mehmet Çelebi (I. Mehmet), Edirne’de tahta çıktı.-1413

Büyük bir alim olmasına rağmen fikirleri ile Anadolu’daki Türk ve Müslüman camiası için tehlikeli görülen kadıasker Simavnalı Şeyh Bedrettin Mahmut azledildi ve İznik’te sürgün olarak oturmaya mahkûm edildi.-1413

Karamanoğlu Mehmet Bey, Bursa’yı kuşattı. İvaz Paşa tarafından savunulan kenti ele geçiremeyen Karamanoğlu Mehmet Bey, şehrin kenar mahallelerini yıkarak geri çekildi.-1414

Karamanoğlu tarafından kışkırtılan Aydınoğlu Cüneyt Bey isyan etti. Çelebi Sultan Mehmet, üzerine asker gönderince aman dileyip affedildi. Böylece İzmir kenti dışında bütün İzmir ve Aydın bölgesi Osmanlı topraklarına katılmış oldu.-1414

Çelebi Sultan Mehmet, Karaman seferine çıktı. Konya ele geçirildi ve esir düşen Karamanoğlu Mehmet Beyle oğlu Mustafa Bey affedildi. Yapılan antlaşmayla Akşehir ve Ilgın, Karamanoğullarından alınarak Çelebi Sultan Mehmet’in dostu ve müttefiki Germiyanoğlu Yakup Bey’in topraklarına katıldı.-1415

Karamanoğlu Mehmet Bey, Çelebi Mehmet’in Rumeli’de Musa Çelebi ile savaşmasını fırsat bilerek, Osmanlı topraklarına saldırmıştı. Çelebi Mehmet, Rumeli’de duruma hâkim olduktan sonra Anadolu’ya geçti. Cüneytoğullarından İzmir’i aldıktan sonra, Karamanoğulları üzerine yürüdü. Akşehir, Beyşehir ve Seydişehir alındı. Karamanoğlu Mehmet, yaptığı üç savaşı da kaybettikten sonra barış istedi.-1415

Osmanlılarla Venedikliler arasında ilk deniz savaşı: Gelibolu’da yapılan bu savaş sonunda Osmanlıların 27 gemisi Venediklilerin eline geçti.-1416

Çelebi Sultan Mehmet’in Eflâk Seferi.-1416

Aydınoğlu Cüneyt Bey, Niğbolu beyliğine atandı.-1416

Çankırı, Tosya ve Kalecik dolayları Candaroğullarından alındı.-1416

Arnavutluk’taki Avlonya kenti feshedildi.-1417

Çelebi Sultan Mehmet, 14 yaşındaki büyük oğlu Şehzade Murat’ı (geleceğin II. Murat’ı) Amasya valiliğine tayin etti.-1417

Samsun Seferi:Bir kısmı Ceneviz kolonisinin bir kısmı da İsfendiyaroğlu Hızır Bey’in elinde olan Samsun, Osmanlı topraklarına katıldı.-1418

Bursa’da Yeşil Cami adıyla anılan Çelebi Sultan Mehmet Camii’nin yapımı tamamlandı.-1419

Timur’un saldırıları sırasında Bizanslılar tarafından ele geçirilen Darıca, Hereke, Gebze, Pendik ve Kartal gibi sahil kasaba ve kaleleri ikinci defa fethedildi.-1419

Düzmece Mustafa olayı.-1419

Şeyh Bedrettin’in önderliğinde Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal kuvvetleri, toprak ve vergi düzeninin bozukluğu sebebiyle ayaklandı. Anadolu’daki ilk toplumsal içerikli bu ayaklanma güçlükle bastırılabildi ve Şeyh Bedrettin, Serez’de asıldı.-1420

Edirne’de katıldığı bir av sırasında kalp krizi geçiren Çelebi Sultan Mehmet öldü.Çelebi Sultan Mehmet’in ölümü, halk ve asker arasında karışıklık çıkmaması için duyurulmadı. Şehzade Murat’ın Amasya’dan gelmesine değin yaklaşık 40 gün ölümü herkesten gizlendi.-1421
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

06iimurad7hk.jpg


Adı : II. Murad
Doğum tarihi : 1404
Doğum yeri : Amasya
Babası : I. Mehmet
Annesi : Emine Hatun (Dulkadirli)
Tahta çıktığı tarih : 5 Temmuz 1421
Tahta çıktığında yaşı : 17 yaş, 1 ay
Saltanatının sonu : 1 Aralık 1444
Tahttan ayrılma sebebi : II. Mehmet lehine feragat
Saltanatının süresi : 23 yıl, 5 ay
İkinci defa tahta çıktığı tarih : 1446
Tahta çıktığında yaşı : 42 yaş, 3 ay
Saltanatının sonu : 3 Şubat 1451
Tahttan ayrılma sebebi : Ölüm
Saltanat süresi : 4 yıl, 5 ay
Ölüm tarihi : 3 Şubat 1451
Ölüm sebebi : Felç
Öldüğü yer : Edirne
Gömülü olduğu yer : Bursa, Muradiye Camii yanında kubbesinin üzeri açık olan türbesinde.
Valilikleri : Amasya
Devri : Kuruluş devri


Dönemin olayları

İkinci Murat, Bursa’da tahta çıktı.-1421

Şehzade Mustafa Çelebi olayı.-1421

II. Murat’la amcası Şehzade Mustafa Çelebi arasındaki Ulubat savaşı.-1422

İstanbul kuşatması.-1422

Dinî edebiyatımızım şaheserlerinden “Mevlid” manzumesinin yazarı Süleyman Çelebi, Bursa’da öldü.-1422

Osmanlı topraklarına akınlar yapan ve çeşitli huzursuzlukların kaynağı haline gelen Eflâk, Arnavutluk ve Mora üzerine seferler düzenlendi.-1423

Candaroğlu İsfendiyar Bey’in Osmanlı hâkimiyetini kabulü.-1424

Almanya ve Macaristan’la iki yıl için mütareke imzalandı. 1411’de Almanya imparatorluğuna seçilen Macar Kralı Sigismund, on dört yıl sonra tebrik edildi.Kendisine hediye olarak kıymetli Türk halıları ve kumaşları gönderildi; imparator da altın kabzalı bir kılıç, atlar ve kumaşlar yolladı.-1425

Aydınoğlu Cüneyt Bey yakalandı ve idam edildi.-1425

II. Murat tarafından varlığına son verilen Menteşe Beyliği toprakları Osmanlı hâkimiyetine geçti.-1425

Teke Beyliği işgal edildi.-1426

Germiyanoğlu beyi II. Yakup öldü. Bıraktığı vasiyetname gereği, ülke toprakları, varis olarak gösterdiği II. Murat’a verilerek Osmanlı hakimiyetine girdi.-1427

Bayramîliğin kurucusu Mutasavvıf Hacı Bayram Veli, Ankara’da öldü.-1429

Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşa öldü.-1429

Din alimlerinden Mutasavvıf Emir Sultan, Bursa’da öldü.-1429

Venediklilerin eline geçmiş bulunan Selânik, üçüncü kez ele geçirildi.-1430

Divan edebiyatının önemli şairlerinden Şeyhî öldü.-1431

İtalyan beylerinin hâkimiyeti altındaki Yahya halkı, II. Murat’a başvurarak özgürlüklerine dokunulmaması koşuluyla kenti Osmanlı idaresine teslim ettiler.-1431

Geleceğin İstanbul Fatihi Şehzade Mehmet (Fatih Sultan Mehmet), Edirne’de doğdu.-1432

Osmanlılar aleyhine Macaristan ve Eflâk hükümetleriyle işbirliği yapan ve Osmanlı topraklarına saldıran Karamanoğlu İbrahim Bey, Konya’da mağlûp edildi.Yenilen İbrahim Bey, İçel’in dağlık bölgelerine kaçtı.-1435

Sırp Kralı Yorgi Brankoviç, güzelliğiyle meşhur kızı Prenses Mara’yı II. Murat’a eş olarak sundu ve Sırp Krallığı, Osmanlı Devleti’ne bağlandı.-1435

Edirne’de Muradiye Camii yapıldı.-1436

Evrenosoğlu Ali Bey’in kumandasında Macaristan’a bir akın düzenleyen Türk akıncıları, Trasilvanya’ya kadar ilerlediler.-1437

II. Murat, Macar kralı ile ittifak yapan Sırp Kralı Jorj Brankoviç’in oturduğu başkent Semendire’yi fethetti. Kızı Mara’yı II. Murat’a vererek akraba olan Brankoviç ise yenilgi üzerine Macaristan’a kaçtı.-1439

Belgrad kuşatması:Osmanlı ordusu ile Sırp ordusu arasında yapılan savaşlarda bir netice alınamadı ve altı ay süren kuşatma, bir sonuç alınamadan kaldırıldı.-1441

Transilvanya prensi ve Macar ordusu Başkumandanı Jan Hunyat (Hunyadi Yanoş), Mezid Bey kumandasında Transilvanya’ya giren Türk akıncılarını Hermanstad (Erdel) önünde mağlûp etti. Mezid Bey ve oğluyla birlikte 20.000 Türk akıncısı öldürüldü.-1442

Jan Hunyat (Hunyadi Yanoş), Hermanstad (Erdel) yenilgisinin intikamını almak için sefer düzenleyen Hadım Lala Şahabettin Şahin Paşa komutasındaki 40.000 kişilik Osmanlı ordusunu Vegas’da yapılan savaşta ikinci kez mağlûp etti.-1442

Karamanoğlu Seferi.-1443

Avrupa ülkelerini harekete geçirip Türklere karşı yeni bir Haçlı seferi düzenleyen Jan Hunyat (Hunyadi Yanoş), Sofya yakınlarındaki İzladi Derbendi ve Niş yakınlarındaki Morova’da yapılan savaşlarda Osmanlı ordusunu mağlûp etti.-1444

Edirne-Segedin Antlaşması.-1444

II. Murat padişahlıktan çekildi.-1444

Varna Savaşı kazanıldı (10 Kasım 1444).-1444

Yeniçerilerin başlattığı Buçuktepe İsyanı üzerine II. Mehmet tahttan çekildi ve babası II. Murat yeniden tahta çıktı.-1445

İkinci kez tahta çıkan II. Murat, Mora şehirlerini geri alan Prens Constanios’a karşı Mora seferine çıktı. Savaşta yenilen Mora despotu haraca bağlandı ve Mora kentleri tekrar Osmanlı egemenliğini altına girdi.-1446

II. Murat, Arnavutluk kraliyet ailesinden İskender Bey’in isyan etmesi üzerine Arnavutluk’a bir sefer düzenledi. Kroya (Akçahisar) Kalesi kuşatıldı ve yeni bir Haçlı seferi tehlikesi üzerine kuşatma yarım bırakıldı.-1447

İkinci Kosova Savaşı.-1448

Arnavutluk’ta isyan eden İskender Bey’e karşı ikinci bir Arnavut seferi düzenlendi. Berat kenti ele geçirildi. Kroya (Akçahisar) Kalesi ikinci kez kuşatıldıysa da alınamadı.-1450

Bir felç geçiren II. Murat, Edirne’de öldü. Bursa’ya nakledilen cenazesi, kendisinin yaptırdığı Büyük Cami’nin yanındaki türbesine defnedildi.-1450
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

07iimehmed9um.jpg



Adı : Fatih Sultan Mehmet
Doğum tarihi : 30 Mart 1432
Doğum yeri : Edirne
Babası : II. Murat
Annesi : Hümâ Hatun
Aşiret olduğu tarih : 1 Aralık 1444
Birinci kez tahta çıktığı tarih : 1 Aralık 1444
Tahta çıktığında yaşı : 12 yaş, 8 ay
Tahttan ayrılma sebebi : Babası lehine terk
Saltanatının süresi : 1 yıl, 9 ay
İkinci kez tahta çıktığı tarih : 18 Şubat 1451
Tahta çıktığında yaşı : 18 yaş, 11 ay
Tahttan ayrılma sebebi : Oğlu Orhan lehine feragat-ölüm (?)
Saltanatının sonu : 3 Mayıs 1481
Tahttan ayrılma sebebi : Ölüm
Saltanat süresi : 30 yıl, 3 ay
Ölüm tarihi : 3 Mayıs 1481
Ölüm sebebi : Nikris-şeker-zehir (?)
Öldüğü yer : Gebze-Hünkâr çayırı
Gömülü olduğu yer : İstanbul, Fatih Camii mihrabı önündeki türbesinde.
Valilikleri : Amasya (1437-1439); Manisa (1439-1444, 1446-1451)
Devri : Kuruluş devri


Dönemin olayları

Geleceğin Fatih Sultan Mehmet’i II. Mehmet, babası II. Murat’ın ölümü üzerine Edirne’de tahta çıktı.-1451

II. Murat’ın cenazesi Bursa’ya nakledilerek kendisinin yaptırdığı Muradiye Camii’nin yanındaki türbesine gömüldü.-1451

II. Mehmet’in çok küçük yaştaki kardeşi Şehzade Ahmet, “Nizam-ı Âlem” için boğularak öldürüldü. Bu tarihten sonra Kanunname-i Âl-i Osman’a, şehzadelerin saltanat kavgalarına son vermek amacıyla öldürülmesinin yasalara uygun olduğunu belirten bir madde kondu.-1451

Dinî edebiyatın Mevlid gibi bestelenerek okunan eserlerinden biri olan Muhammediye yazarı Yazıcıoğlu Mehmet Efendi, Gelibolu’da öldü.-1451

Karamanoğlu İbrahim Bey’in Osmanlı topraklarına saldırması üzerine II. Mehmet, Karaman seferine çıktı. Barış isteyen Karamanoğlu İbrahim Bey’in teklifi kabul edildi.-1451

II. Mehmet, Bizans’a gelecek yardımları önlemek ve İstanbul’u kuşatmada üst olarak kullanacağı Rumeli Hisarı’nın yapımına başladı.-1452

Rumeli Hisarı’nın yapımına engel olamayan Bizans İmparatoru, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti ve sur kapılarını ördürerek kapattı.-1452

2 Nisan: II. Mehmet’in, Edirne’de döktürdüğü ve Şubat ayında yola çıkan “Şahi” adı verilen büyük top İstanbul önlerine getirildi.-1453

5 Nisan: Bizanslılar, gemilerin girmesini önlemek amacıyla İstanbul halicine zincir gerdiler.-1453

6 Nisan: İstanbul kuşatması başladı.-1453

12 Nisan: Osmanlı donanması Dolmabahçe önlerine demirledi.-1453

18 Nisan: İstanbul çevresindeki adalar fethedildi.-1453

20 Nisan: Bizans’ın yardımına gelen 5 gemi Osmanlı donanmasından kurtulup Haliç’e girdi.-1453

22 Nisan: Osmanlı donanmasına ait gemiler karadan taşınarak Haliç’e indirildi.-1453

23 Nisan: Osmanlı askerleri Haliç’te köprü kurdu. Bizans imparatoru, II. Mehmet’e barış teklifinde bulundu.-1453

18 Mayıs: Kuşatmada önemli rol oynayan tekerlekli kule, surların önünde kullanıldı.-1453

28 Mayıs: II. Mehmet, genel saldırıdan önce Bizans imparatoruna, teslim olması teklifinde bulundu.-1453

29 Mayıs: Genel saldırıya geçen Türk kuvvetleri, sabah saatlerinde İstanbul’u fethetti. Fethi gerçekleştiren ve bundan böyle Fatih Sultan Mehmet olarak anılacak olan II. Mehmet, İstanbul’a girdi. İstanbul başkent oldu.-1453

1 Haziran:Bizans’ın en önemli eserlerinden Ayasofya Kilisesi, camiye dönüştürüldü. Bizanslılarla anlaştığı öne sürülerek azledilen Sadrazam Çandarlı Halil Paşa idam edildi.Yerine Mahmut Paşa getirildi.-1453

Fatih Sultan Mehmet, yeni bir Rum Ortodoks patrik tayin etti.-1453

İstanbul Beyazıt’ta şimdiki üniversite binasının bulunduğu yerdeki Eski Saray’ın yapımı tamamlandı.-1454

Birinci Sırbistan seferi.-1454

İkinci Sırbistan seferi.-1455

Arnavutluk’ta Berat zaferi.-1455

Üçüncü Sırbistan Seferi ve Belgrad Kuşatması.-1456

Belgrad kuşatmasında yaralanan Sırp Hükümdarı Hunyadi Yunoş öldü (11 Ağustos).-1456

Cenevizlilere ait olan Enez ve Ege adalarından Semadirek ve Taşoz fethedildi.-1456

Birinci Mora Seferi ve Atina’nın fethi.-1458

Sırbistan’da çıkan karışıklıklar üzerine bu ülkeye sefer yapıldı ve Semendire kuşatıldıysa da alınamadı.-1458

İstanbul surlarının Yedikule kısmında iki yeni sur ve kulelerin inşaatı tamamlandı.-1458

Semendire Savaşı.-1459

Eyüp Camii ve türbesinin inşaatı tamamlandı.-1459

Din bilgini ve Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemsettin öldü.-1459

İkinci Mora Seferi.-1460

Cenevizlilerin egemenliğindeki Amasra fethedildi.-1461

Sinop ve çevresine egemen olan İsfendiyaroğulları Beyliği, Osmanlı topraklarına katıldı.-1461

Trabzon Rum İmparatorluğu fethedildi.-1461

Midilli Adası fethedildi.-1462

Eflâk prensliği, Osmanlılara bağlı bir eyalet haline getirildi.-1462

İstanbul’daki Fatih Camii’nin inşaatına başlandı.-1463

Bosna ve Hersek krallığı fethedildi.-1463

Karada ve denizde 16 yıl sürecek Osmanlı-Venedik savaşı başladı.-1463

Karamanoğlu İbrahim Bey’in ölmesi üzerine çocukları arasında taht mücadelesi başladı.-1464

Arnavutluk üzerine sefere çıkan Fatih Sultan Mehmet, Elbasan kalesini yaptırdı ve Akçahisar hariç tüm Arnavutluk’u ele geçirdi.-1466

Karamanoğlu toprakları Osmanlılara katıldı.-1466

Sadrazam Mahmut Paşa azledildi ve yerine Mehmet Paşa sadrazam oldu.-1466

Arnavutluk hükümdarı İskender Kastriyoti öldü.-1468

Fatih Sultan Mehmet’in 9 yaşındaki oğlu Şehzade Cem, Kastamonu valiliğine tayin edildi.-1468

Karamanoğullarının İçel’deki kuvvetlerine karşı sefere çıkan Rum Mehmet Paşa , Ermenek, Aksaray ve İçel’i aldıktan sonra Silifke civarında yenilgiye uğrayınca sadrazamlıktan azledildi. Yerine İshak Paşa getirildi.-1469

Venediklilerin egemenliğindeki Eğriboz adası fethedildi.-1470

Fatih Camii inşaatı tamamlandı.-1470

Sadrazam İshak Paşa, Karamanoğulları beyliğine karşı sefere çıktı. Niğde, Üçhisar ve Ortahisar kaleleri ele geçirildi.-1470

Gedik Ahmet Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetlerince kuşatılan Alâiyye (Alanya) beyliği ele geçirildi.-1471

Venediklilerle yaptığı anlaşmaya güvenen Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, yeğeni Yusufça Mirza komutasındaki askerleriyle Karamanoğlu topraklarını eski sahiplerine geri vermek amacıyla Osmanlı ordusuna saldırdı. Yapılan savaşta Gedik Ahmet Paşa kuvvetleri yenildi.-1472

Fatih Sultan Mehmet, Konya’da valilik yapan Şehzade Mustafa’yı Yusufça Mirza kuvvetleri üzerine göndererek yenilginin öcünü almasını istedi.Beyşehir Gölü yakınlarındaki Kıreli’de yapılan savaşta Osmanlı ordusu, Yusufça Mirza’yı yendi ve esir aldı.-1472

Topkapı Sarayı’nın (o zamanki adıyla Yeni Saray) yapımına başlandı.-1472

Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Topkapı Sarayı çevresindeki Çinili Köşk inşaatı bitti.-1472

Murat Paşa tarafından yaptırılan İstanbul Aksaray’daki Murat Paşa Camii ve külliyesi inşaatı tamamlandı.-1472

Otlukbeli Savaşı (11 Ağustos).-1473

Akkoyunlularla ittifak yapan Venedik, Papalık ve Rodos şövalyelerinin gemilerinden oluşan bir donanmayla Antalya, İzmir ve Midilli limanlarına saldırarak her tarafı yakıp yıktılar.-1473

Kastamonu valiliği yapmakta olan Şehzade Cem, Şehzade Mustafa’nın ölümü nedeniyle boşalan Karaman (Konya) valiliğine tayin edildi.-1474

Osmanlı ordusu, Venediklilerin elinde bulunan İşkodrayı kuşattı.Üç buçuk ay süren kuşatma sonunda çok kayıp verildiği için kent ele geçirilemedi ve kuşatma kaldırıldı.-1474

Otlukbeli Savaşı’ndan sonra azledilen Sadrazam Mehmet Paşa idam edildi, yerine Gedik Ahmet Paşa tekrar sadrazam oldu.-1474

Fatih Döneminin ünlü astronomu ve matematikçisi bilgin Ali Kuşçu, İstanbul’da öldü (16 Aralık).-1474

Sadrazam Mahmut Paşa tarafından yaptırılan İstanbul Mahmutpaşa semtindeki Mahmut Paşa Camii ve külliyesinin yapımı tamalandı.-1474

Osmanlıların Boğdan adını verdikleri Romanya’daki Moldova prensliğine hücum eden Osmanlı ordusu yenilgiye uğradı ve büyük kayıplar verdi.-1475

Kırım’daki karışıklıklar üzerine gönderilen Osmanlı donanması buradaki Kefe kalesini ve çevresini ele geçirdi. Böylece Kırım Hanlığı, Osmanlı yönetimi altına girmiş oldu. Kırım Hanlığına da Mengi Giray getirildi.-1475

Fatih Sultan Mehmet’in Boğdan seferi.-1476

Arnavutluk üzerine sefer yapmaktan kaçınan Arnavut asıllı sadrazam Gedik Ahmet Paşa, azledildi ve hapse atıldı. Yerine Karamanî Mehmet Paşa getirildi.-1477

Venediklilerin elinde olan Kuzey Yunanistan’daki İnebahtı (Leponto) kalesi kuşatıldıysa da ele geçirilemedi.-1477

Arnavutluk’taki Akçahisar (Kroya) kalesi, on üç aylık bir kuşatma sonunda fethedildi (16 Haziran).-1478

Fatih Sultan Mehmet, Akçahisar’dan sonra İşkodra’yı kuşattı. Üç ay süren kuşatma sırasında çevredeki kaleler fethedildiyse de kışın yaklaşması nedeniyle çevrede bir kuvvet bırakılarak kuşatmaya son verildi.-1478

Tutuklanarak Rumeli Hisarı’na hapsedilen eski sadrazam Gedik Ahmet Paşa affedilerek Selânik’e tayin edildi.-1478

Osmanlı-Venedik barışı.-1479

Yunanistan’ın batı sahilindeki Levkas (Aya Mavri), Kefalonya ve Zenta adaları Gedik Ahmet Paşa yönetimindeki Osmanlı donanması tarafından zaptedildi.-1479

Fatih Sultan Mehmet’in Venedikten bir ressam gönderilmesini istemesi üzerine seçilen İtalyan ressam Gentile Bellini İstanbul’a geldi.-1479

İtalya seferi ve Otranto limanının fethi.-1480

Rodos kuşatması.-1480

Osmanlı Devleti’nde adalet işlerine bakan kazaskerlik makamı, Anadolu ve Rumeli kazaskerliği adıyla ikiye ayrıldı.-1480

Doğuya Doğru bir sefere çıkan Fatih Sultan Mehmet, Maltepe yakınlarındaki Hünkâr çayırında hastalanarak öldü (3 Mayıs).-1481
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

08iibayezid0ud.jpg



Adı : II. Beyazid
Doğum tarihi : Ocak 1448
Doğum yeri : İstanbul
Babası : II. Mehmet
Annesi : Gülbahar Valide Sultan (Dulkadirli)
Tahta çıktığı tarih : 4 Mayıs 1481
Tahta çıktığında yaşı : 33 yaş 4 ay
Saltanatının Sonu : 24 Nisan 1512
Tahttan ayrılma sebebi : Ölüm
Saltanatının süresi : 22 yıl
Ölüm tarihi : 26 Mayıs 1512
Ölüm sebebi : İntihar (rivayet)
Öldüğü yer : Çorlu dolayında, Dimetoka'ya giderken
Gömülü olduğu yer : İstanbul, Bayezid Camii mihrabı önündeki türbesi
Devri : Yükselme devri


Dönemin olayları

Fatih Sultan Mehmet’in ölümü üzerine oğulları II. Bayezid ve Cem Sultan arasında iktidar mücadelesi başladı.-1481

II. Bayezid, valilik yapmakta olduğu Amasya’dan İstanbul’a gelip tahta çıktı (21 Mayıs).-1481

II. Bayezid kuvvetlerini Bursa’da yenen Şehzade Cem’de Bursa’da tahta çıktı (28 Mayıs).-1481

II. Bayezid komutasındaki Osmanlı ordusu ile Şehzade Cem’in kuvvetleri arasında Bursa yakınlarındaki Yenişehir’de yapılan savaşta yenilen Cem Sultan önce Konya’ya, ardından da Mısır’a kaçtı.-1481

İtalya topraklarından Otranto’yu işgal eden Gedik Ahmet Paşa’nın, Fatih’in ölümü üzerine İstanbul’a çağrılmasından sonra bir saldırı düzenleyen İtalyanlar kaleyi geri aldı.-1481

Kahire’de Memlûklere sığınan Cem Sultan, Karamanoğullarının daveti üzerine Anadolu’ya geçti ve Konya’da Osmanlı ordusuyla yaptığı savaşlarda mağlûp oldu ve önce Rodos’a, ardından da Fransa’ya gitti.-1482

II. Bayezid, Cem Sultan’la mücadelesinde kendi yanında olan, ancak Cem’den yana olduğundan kuşkulandığı Sadrazam Gedik Ahmet Paşa’yı idam ettirdi (18 Kasım).-1482

Osmanlı-Venedik barış antlaşması yenilendi.-1482

II. Bayezid Morova seferine çıktı.-1483

Cem Sultan olayları nedeniyle ihmal edilen Hersek’te başlayan karışıklıklar üzerine Hersek yeniden işgal edildi.-1483

Karamanoğlu Kasım Bey’in ölümü üzerine yönetimindeki İçel Beyliğine Mahmut Bey getirildi.-1483

II. Bayezid, Boğdan (Moldova) üzerine sefere çıktı.Tuna üzerindeki Kilya (Kili) kalesi ve Akkerman kaleleri fethedildi. Bu seferde Kırım ordusu, Osmanlı ordusu yanında yer aldı.Boğdan’ın fethi ile Karadeniz’in kuzeybatı ve güney kıyıları Osmanlı hakimiyeti altına girmiş oldu.-1484

Osmanlı Devleti ile Mısır’daki Memlûkler arasındaki altı yıl sürecek olan savaş başladı.-1485

İstanbul’daki Davut Paşa Külliyesinin yapımı tamamlandı.-1485

Osmanlılar ile Memlûkler arasında Adana’da yapılan savaşta Osmanlı ordusu yenildi. Komutan Hersekzade Ahmet Paşa esir alınarak Kahire’ye ***ürüldü.Tarsus ve Adana, Memlûklerin eline geçti.-1486

Tanrısal aşkı dile getiren Tazarruname yazarı, matematikçi, bilgin ve sadrazam Sinan Paşa öldü.-1486

II. Bayezid tarafından Amasya’da yaptırılan II. Bayezid Camii inşaatı tamamlandı.-1486

İstanbul Yedikule’deki Studios Manastırı’nın bir parçası olan Ayios loannes Prodromos (Vaftizci Yahya) Kilisesi, kiliseden camiye çevrilerek İmrahor Camii adıyla ibadete açıldı.-1486

II. Bayezid tarafından Edirne’de yaptırılan II. Bayezid Camii ve külliyesi inşaatı tamamlandı.-1487

Memlûk kuvvetleriyle Osmanlı ordusunun Tarsus-Adana arasındaki Ağaçayırı’nda yaptıkları savaşta Osmanlı ordusu mağlûp oldu.-1488

Rodos şövalyeleri tarafından Papalık makamına satılan Cem Sultan, Fransa’dan Roma’ya gönderildi.-1488

Osmanlı şeyhülislâmlarından, Fatih’in hocası Molla Gürani İstanbul’da öldü.-1488

İstanbul’daki ilk büyük şiddetli depremde birçok ev yıkıldı (16 Ocak).-1489

Memlûkler tarafından kuşatılan Adana teslim oldu.-1489

II. Bayezid tarafından Çorum-Osmancık arasında yaptırılan II. Bayezid köprüsü inşaatı tamamlandı.-1489

Osmanlı Devleti ile Lehistan (Polonya) arasında barış antlaşması imzalandı.-1490

Dulkadiroğlu Beyliği’nin de Memlûkler yanına geçmesiyle oluşan ordu ile Osmanlı kuvvetleri arasında Kayseri’de yapılan savaşta Osmanlı ordusu mağlûp oldu.-1490

II. Bayezid’in hazinedarbaşısı tarafından İstanbul Divanyolu’nda yaptırılan Firuzağa Camii inşaatı tamamlandı.-1490

Osmanlı Devleti ile Mısır’daki Memlûk Devleti arasında altı yıl devam eden savaş, Kahire’de yapılan barış antlaşmasıyla son buldu. Her iki taraf için de büyük kayıplara neden olan bu savaşlar, Tunus beyinin aracılığı ile sona erdi. Osmanlılar, bu savaşlarda ele geçirmiş oldukları Çukurova yöresini (Mekke ve Medine evkafına ait olması nedeniyle) Memlûklere bıraktılar.-1491

İstanbul Tünel’de Galip Dede Dergâhı olarak da anılan Galata Mevlevihanesi inşaatı bitti.-1491

Macaristan seferi ve Belgrad kuşatması.-1492

Bosna Beylerbeyi Yakup Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Hırvatistan’ın Kırbova (Adbina) bölgesinde Macarlarla yaptığı savaşta Macar ordusunu mağlûp etti ve büyük kayıp verdirdi.-1493

Napoli’ye getirilirken hastalanan Cem Sultan öldü (25 Şubat).-1495

İlk Rus elçisi İstanbul’a geldi.Ancak Mihail Pleçsef adındaki bu elçi, “görgü kurallarını bilmeyen kaba bir adam” olduğu gerekçesiyle padişah tarafından kabul edilmeden ülkesine geri gönderildi.-1495

Venediklilere bağlı bulunan Karadağ Beyliği, Osmanlı koruması altına alındı.-1497

XV. Yüzyılın en önemli divan şairlerinden Ahmet Paşa, Bursa’da öldü.-1497

II. Bayezid’e 15 yıl sadrazamlık yapan Davut Paşa azledildi. İstanbul’un bir semtine de adı verilen Davut Paşa, cami, medrese ve birçok çeşme yaptırmıştı.-1497

Azledilen Davut Paşa’nın yerine Hersekzade Ahmet Paşa getirildi.-1497

Lehistan (Polonya) Kralı Jean Arbert’in, Boğdan’a saldırması üzerine Silistre Sancakbeyi Bali Bey komutasındaki Türk akıncıları Lehistan’daki birçok kaleyi ele geçirip Varşova yakınlarına kadar sokuldular ve pek çok ganimet ele geçirdiler.-1498

Sadrazam Hersekzade Ahmet Paşa azledildi, yerine Çandarlı İbrahim Paşa tayin edildi.-1498

II. Bayezid’in Yunan Seferi.-1499

Burak Reis’in Sapienza Zaferi (28 Temmuz).-1499

Cem Sultan’ın İtalya’dan getirilen cenazesi Bursa’daki Muradiye türbesine gömüldü.-1499

Karadan ve denizden kuşatılan İnebahtı fethedildi (30 Ağustos).-1499

Venediklilere ait olan Mora yarımadasının güneyindeki Modon kenti, II. Bayezid tarafından fethedildi. Donanmanın da denizden saldırması ile Modon’dan başka Koron ve Navarin kentleri de Osmanlıların eline geçti.-1500

İstanbul’daki Bayezid Camii’nin temel atma töreni yapıldı.-1501

Midilli adasını ele geçiren Fransız donanmasına karşı saldırıya geçen Osmanlı kuvvetleri Fransızları mağlûp etti.Yenilen Fransız donanması kaçtı. Arnavutluk kıyısındaki Dıraç limanı ve kenti fethedildi.-1501

Arnavutluk kıyısındaki Dıraç limanı ve kenti fethedildi.-1501

Avarız vergisi alınmaya başlandı: Avrupa’daki Hıristiyan ittifakına karşı açılan seferlerin masraflarını karşılamak amacıyla her evden 10 akçe alınmasıyla başlayan bu vergi Tanzimat dönemine kadar devam etti.-1501

Osmanlı-Venedik Barışı imzalandı.-1502

Osmanlılarla Macarlar arasında barış anlaşması yapıldı.-1503

Sadrazam Hadem Halil Paşa azledildi; yerine ise tekrar Hersekzade Ahmet Paşa getirildi.-1503

1501 yılında temeli atılan Bayezid Camii’nin yapımı tamamlandı.-1505

İkinci kez sadrazam olan Hersekzade Ahmet Paşa azledildi ve yerine tekrar Hadım Ali Paşa tayin edildi.-1506

Divan şairlerinden Mihri Hatun, Amasya’da öldü.-1506

Bayezid Camii külliyesine bağlı olan Bayezid Medresesi açıldı.-1507

Divan şairi Necati öldü.-1508

Yusuf ile Züleyha yazarı divan şairi Hamdullah Çelebi öldü.-1508

Şehzade Korkut, Manisa’ya tayin isteğinin kabul edilmemesi üzerine Mısır’a iltica etti.-1509

İstanbul’da deprem: “Küçük Kıyamet” adı verilen deprem sonunda İstanbul yerle bir oldu (22 Ağustos)-1509

Deprem sonucu yıkılan İstanbul; Anadolu ve Rumeli’den getirilen seksen bin kişiyle yeniden inşa edildi-1510

Rumeli sancaklarından birine naklini isteyen geleceğin Yavuz Sultan Selim’i Şehzade Selim, bu isteği reddedilince, kardeşi Şehzade Ahmet’in padişah olmaması için Edirne’ye gelerek saltanatını ilan etti. 40 bin kişilik bir orduya sahip olan Şehzade Selim, Çorlu’da babası II. Bayezid ile yaptığı savaşta mağlûp oldu ve Kefe’ye kaçtı.-1511

İstanbul hükümeti tarafından tahta çağrılan Şehzade Ahmet’in yola çıkması üzerine Selim taraftarı yeniçeriler isyan etti.-1511

Saray önünde toplanan yeniçerilerin, Şehzade Selim’in başa geçmesini istemeleri üzerine Selim, tahta çağrıldı ve İstanbul’da büyük bir merasimle karşılandı.-1512

Şehzade Selim’in ve yeniçerilerin baskılarına dayanamayan II. Bayezid, tahttan çekildi ve yerine, gelecekte Yavuz Sultan Selim olarak anılacak I. Selim tahta çıktı.-1512

Yavuz Sultan Selim Halep’e girdi (28 Ağustos).-1516
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

09iselim9df.jpg



Adı : Yavuz Sultan Selim
Doğum tarihi : 1470
Doğum yeri : Amasya
Babası : II. Bayezid
Annesi : Ayşe Hatun (Dulkadirli)
Tahta çıktığı tarih : 24 Nisan 1512
Tahta çıktığında yaşı : 42 yaş
Saltanatının sonu : 22 Eylül 1520
Tahttan ayrılma sebebi : Ölüm
Saltanatının süresi : 8 yıl, 5 ay
Ölüm tarihi : 22 Eylül 1520
Ölüm sebebi : Kanser
Öldüğü yer : Çorlu
Gömülü olduğu yer : İstanbul, Sultan Selim Camii mihrabı önündeki türbesinde.
Valilikleri : Trabzon (1494-1510), Semendire (1511)
Devri : Yükselme devri


Dönemin olayları

II. Bayezid’in tahtı bırakmak zorunda kalarak ayrılması üzerine başa geçen Şehzade I. Selim (Yavuz Sultan Selim) İstanbul’da tahta çıktı.-1512

II. Bayezid’in ölümü.-1512

Anadolu’da isyan edan Şehzade Ahmet, Amasya’ya saldırdı ve kenti ele geçirerek padişahlığını ilan etti.-1512

Sadrazam Koca Mustafa Paşa idam edildi.-1512

Yavuz Sultan Selim, babaları daha önce ölmüş olan 5 yeğenini idam ettirdi.-1512

Yavuz Sultan Selim, yeniden iktidar mücadelesine başlayacağını haber aldığı kardeşi Manisa Valisi Şehzade Korkut’u idam ettirdi.-1513

Yavuz Sultan Selim’e karşı taht mücadelesine başlayan öteki kardeşi Şehzade Ahmet, Mudanya’da yapılan savaşta yenildi ve idam edilerek öldürüldü.-1513

Yavuz Sultan Selim, İran seferine çıktı (26 Mayıs)-1514

Çaldıran Savaşı: İran Hükümdarı Şah İsmail kuvvetleriyle Van Gölü’nün kuzeyindeki Çaldıran’da karşılaşan Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail kuvvetlerini mağlûp etti.-1514

Kışı Amasya’da geçiren ve tekrar İran’a yürümek isteyen Yavuz Sultan Selim’e karşı çıkan yeniçeriler isyan etti.Yavuz Sultan Selim, askeri bu isyana teşvik eden Sadrazam Ahmet Paşa’yı idam ettirdi.-1515

Amasya’dan Kemah üzerine yürüyen Yavuz Sultan Selim, Kemah ve tüm Dulkadiroğulları ülkesini Osmanlı topraklarına kattı.-1515

İran seferini tamamlayan Yavuz Sultan Selim, İstanbul’a döndü ve İran seferinde askeri kışkırtmakla suçladığı kazasker ve tarihçi Tacızade Cafer Çelebi ile Sekbanbaşı Balyemez Osman Ağa’yı idam ettirdi.-1515

Yavuz Sultan Selim’in İstanbul’a dönmesini fırsat bilen Şah İsmail yanlısı Kara Han kuvvetleri Diyarbakır’ı ele geçirdi. Bunun üzerine bu kente büyük kuvvetler gönderilmesi kararlaştırıldı. Bıyıklı Mehmet Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu, durumun kötüye gittiğini gören Kara Han’ın kaçmasıyla Diyarbakır’ı olaysız ele geçirdi.-1515

Diyarbakır’ı ele geçiren Bıyıklı Mehmet Paşa, Mardin yakınlarındaki Koçhisar’da yaptığı savaşta Şah İsmail kuvvetlerini yendi.Böylece Güneydoğu Anadolu toprakları Osmanlı Devleti’ne geçti ve Mısır’ın fethi yolu açılmış oldu (26 Nisan).-1516

Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi ve Mercidabık Savaşı.-1516

Şam’a doğru harekete geçen Yavuz Sultan Selim, teslim olan Hama kentine girdi (19 Eylül).-1516

Yavuz Sultan Selim, Şam kentine girdi (27 Eylül).-1516

Sadrazam Sinan Paşa, Memlûk komutanı Canberdi Gazali komutasındaki orduyu Gazze yakınlarındaki Han Yunus’ta mağlûp etti (21 Aralık).-1516

Yavuz Sultan Selim, Kudüs’e girdi (30 Aralık).-1516

Yavuz Sultan Selim, Gazze’ye girdi (2 Ocak).-1517

Mısır seferine karşı çıkan ve orduyu Sina çölünden geçirmenin imkansız olduğunu ileri süren Sadrazam Hüseyin Paşa idam edildi.-1517

Ridaniye Savaşı (22 Ocak).-1517

Kahire’nin fethi (29 Ocak).-1517

Osmanlı topraklarına katılan Hicaz’daki “Kutsal Emanetler” Yavuz Sultan’a teslim edildi.-1517

Osmanlı donanması İstanbul’a döndü.-1517

Yavuz Sultan Selim, Mısır’dan ayrılarak Suriye’ye geçti.-1517

Mısır seferine ve fethedilen Mısır’a Çerkez Hayır Bey’in tayin edilmesine sitem eden Sadrazam Yunus Paşa’nın idam edilmesi üzerine sadrazamlığa Piri Mehmet Paşa getirildi.-1518

İki yıla aşkın bir süredir devam eden Mısır seferini başarıyla bitiren Yavuz Sultan Selim, İstanbul’a döndü. Bir süre İstanbul’da kalan padişah daha sonra Edirne’ye gitti.-1518

Anadolu’da ilk Celâli İsyanı.-1519

Cezayir beyi Barbaros Hayrettin, Yavuz Sultan Selim’e başvurarak Osmanlılara bağlanmak istediğini bildirdi. Teklifi kabul edilen Barbaros Hayrettin’e Cezayir Beylerbeyliği verildi.-1519

Yavuz Sultan Selim, büyük bir donanma yapımına kara verdi ve görevlendirdiği Piri Mehmet Paşa’dan, Haliç’te yeni bir tersane yapılmasını istedi.-1519

İstanbul’dan Edirne’ye gitmek üzere yola çıkan Yavuz Sultan Selim, sırtında çıkan çıbandan dolayı oluşan hastalığı nedeniyle Çorlu yakınlarında öldü.-1520
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

10isuleyman8te.jpg


Adı : Kanuni Sultan Süleyman
Doğum tarihi : 6 Kasım 1494
Doğum yeri : Trabzon
Babası : I. Selim
Annesi : Hafize (Hazfa) Valide Sultan (Türk-Kafkas)
Tahta çıktığı tarih : 30 Eylül 1520
Tahta çıktığında yaşı : 25 yaş,11 ay
Saltanatının sonu : 7 Eylül 1566
Tahttan ayrılma sebebi : Ölüm
Saltanatının süresi : 45 yıl, 11 ay
Ölüm tarihi : 7 Eylül 1566
Ölüm sebebi : Felç
Öldüğü yer : Zigetvar
Gömülü olduğu yer : İstanbul, Süleymaniye Cami mihrabı önündeki türbesinde.
Valilikleri : Bolu (1509), Kefe (1509-1512), Manisa (1513-1520)
Devri : Yükselme devri

C0M!S3R - eX
Dönemin olayları

Yavuz Sultan Selim’in ölümü üzerine oğlu Şehzade Süleyman (I. Süleyman-Kanunî Sultan Süleyman) İstanbul’da tahta çıktı (30 Eylül).-1520

Çorlu yakınlarında ölen Yavuz Sultan Selim’in cenazesi İstanbul’a getirilerek Fatih’te, daha sonra adına bir cami ve türbe yapılacak semte gömüldü.-1520

Kanunî’ye karşı isyan eden Şam Valisi Canberdi Gazalî, üzerine gönderilen kuvvetler tarafından mağlûp edildi ve başı kesilerek İstanbul’a gönderildi (6 Şubat).-1521

İstanbul Fatih semtinde Kanunî tarafından, babası Yavuz Sultan Selim adına yaptırılan Sultan Selim Camii’nin yapımına başlandı (17 Mayıs).-1521

Kanunî Sultan Süleyman’ın Belgrad seferi, Böğürdelen Kalesi ve Belgrad’ın fethi (29 Ağustos).-1521

Rodos üzerine bir sefere çıkan Kanunî Sultan Süleyman, Rodos’u fethetti (20 Aralık).-1522

Kanunî Sultan Süleyman’ın babası Sultan Selim adına İstanbul Fatih semtinde yaptırdığı Sultan Selim Camii ve türbesinin inşaatı tamamlandı.-1522

Rodos’u fethettikten sonra oradaki şövalyelerin adadan ayrılmasına izin veren Kanunî Sultan Süleyman, İstanbul’a döndü.-1523

Sadrazamlıktan emekliye ayrılan Pirî Mehmet Paşa’nın yerine Pargalı Makbul İbrahim Paşa getirildi (27 Haziran).-1523

Yeni sadrazam Makbul İbrahim Paşa’nın rakibi olan ikinci vezir (Hain) Ahmet Paşa, Mısır Valiliğine tayin edildi (15 Temmuz).-1523

Mısır’a vali olarak gönderilen ve sadrazam olmamasına içerleyen (Hain) Ahmet Paşa, Mısır’da isyan ederek sultanlığını ilan etti.-1524

Sadrazam Makbul İbrahim Paşa ile Yavuz Sultan Selim’in kızı ne Kanunî’nin kız kardeşi Hatice Sultan, görkemli bir düğün töreni ile evlendi.-1524

Geleceğin II. Selim’i Şehzade Selim, İstanbul’da doğdu (28 Mayıs).-1524

Mısır’da isyan eden ve sultanlığını ilan eden (Hain) Ahmet Paşa, veziri olan Kadızade Mehmet Bey tarafından öldürüldü ve kesik başı İstanbul’a gönderildi.-1524

Düzenlemeler yapmak için Mısır’a gönderilen Sadrazam Makbul İbrahim Paşa’yı azlettirmek için rakipleri tarafından çıkarılan Yeniçeri isyanı bastırıldı (25 Mart).-1525

Mısır’a ıslahat amacıyla gönderilen Makbul İbrahim Paşa, beş aylık bir yolculuktan sonra büyük bir törenle Kahire’ye girdi. İbrahim Paşa karışıklıkları bastırıp hukuki ve idari reformlar yaptıktan sonra, Kanunî tarafından İstanbul’a çağrıldı (14 Haziran).-1525

Fransa Kralı I. François’nın annesi, Kanunî Sultan Süleyman’a bir elçiyle mektup göndererek Almanlara tutsak düşen oğlunu Almanlardan kurtarmak için kendisinden yardım istedi. Kanunî, verdiği cevapta, Fransa kralının kurtulması için çalışacağını birdirdi (6 Aralık).-1525

Ünlü Osmanlı şeyhülîslamlarından Zembilli Ali Efendi, İstanbul’da öldü.-1525

Kanunî Sultan Süleyman, Mohaç seferi için İstanbul’dan hareket etti.-1526

Mohaç seferine katılan Osmanlı Tuna donanması, Belgrad önlerine geldi (10 Temmuz).-1526

Tuna nehri üzerindeki Petervaradin Kalesi fethedildi (27 Temmuz).-1526

Tuna nehri üzerindeki İllok (Ujlak) Kalesi fethedildi. Drava nehri üzerindeki Eszek (Osiyek) Kalesi ise teslim oldu (8 Ağustos).-1526

Drava nehri üzerine ordunun geçmesi için bir köprü yapıldı. Beş günde kurulan köprü, ordunun geçişi sağlandıktan sonra yıkıldı (19-23 Ağustos).-1526

Mohaç Meydan Savaşı Osmanlı ordusunun zaferiyle sonuçlandı (29 Ağustos).-1526

Kanunî Sultan Süleyman, Macaristan’ın başkenti Budin’e girdi (11 Eylül).-1526

Budin’de on gün kalan Kanunî, Peşte’ye geçti (21 Eylül).-1526

Tisa nehri üzerindeki Szegedin (Segedin) Kalesi işgal edildi (28 Eylül).-1526

Baç (Bacs) Kalesi fethedildi (29 Eylül).-1526

Macar soylularının bulunduğu Beçne (Becsne) kenti fethedildi. Macarlar, savunma sırasında Osmanlı ordusuna pek çok kayıp verdirdiler (7 Ekim).-1526

Kanunî Sultan Süleyman, Osmanlı himayesinde kurdurduğu Macaristan Krallığının başına Erdel voyvodası Yanoş’u (Jan Zapolya) getirdi (16 Ekim).-1526

Macaristan seferini bitiren Kanunî, İstanbul’a döndü (13 Kasım).-1526

Anadolu isyanları.-1527

Kalenderoğlu isyanı.-1527

I.Viyana Kuşatması başladı (27 Eylül).-1529

Avusturya, barış antlaşması isteğini ulaştırmak için elçilerini İstanbul’a gönderdi (17 Ekim).-1530

İki ay süren Alman kuşatması altında kalan Budin kurtarıldı, Alman komutan savaş meydanından kaçtı (1530-1531).-1530

Kanunî Sultan Süleyman, Alman seferine çıktı (25 Nisan).-1532

Belgrad üzerinden harekete geçen Kanunî Sultan Süleyman, Tuna nehri çevresindeki pek çok kaleyi ele geçirdikten sonra, Kanije ve Guns kalelerini de fethetti.-1532

Venedik donanması komutanı Andrea Doria, Osmanlı kıyılarına ilk kez saldırdı ve Mora Yarımadasındaki Koron Kalesi’ni ele geçirdi (21 Eylül).-1532

Türk ordusuna Orta Avrupa kapılarını açan ve Türk donanmasına Akdeniz’de zaferler kazandıran eski veziriazam Pirî Mehmet Paşa öldü (13 Kasım).-1532

Alman seferini tamamlayan Kanunî, İstanbul’a döndü (21 Kasım).-1532

Alman seferinde Osmanlıların karşısına ordusu ile çıkamayan Avusturya Kralı Ferdinand’ın gönderdiği elçilerle, iki ülke arasında bir barış anlaşması imzalandı (22 Haziran).-1533

Sadrazam İbrahim Paşa, Doğu seferine öncü kuvvet olarak çıktı (21 Ekim).-1533

Barbaros Hayrettin Paşa, Cezayir’den İstanbul’a geldi ve Kanunî’ye bağlılığını bildirdi. Kanunî tarafından kendisine kaptan-ı deryalık görevi verildi (27 Ekim).-1533

Kanunî Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Hatun öldü; kocası Yavuz Sultan Selim’in türbesi civarına defnedildi (19 Mart).-1534

Mora sahilindeki Koron Kalesi ele geçirildi (2 Nisan).-1534

Cezayir Beylerbeyi Barbaros Hayrettin Paşa’ya kaptan-ı deryalık unvanı verildi (6 Nisan).-1534

Şeyhülîslâm Kemal Paşazade Ahmet Şemsettin Efendi (İbni-Kemal) öldü (16 Nisan).-1534

Irakeyn Seferi’ne çıkan Kanunî Sultan Süleyman, İstanbul’dan Üsküdar’a geçti (11 Haziran).-1534

Kanunî Sultan Süleyman, Bağdat’a girdi (28 Ekim).Barbaros Hayrettin Paşa, Tunus seferine çıktı (11 Ağustos); kalabalık müttefik donanması ile yaptığı savaşı kazanan Hayrettin Paşa, Tunus’u ele geçirdi (22 Ağustos)-1534

Kanunî Sultan Süleyman, ikinci Azerbaycan seferi için Bağdat’tan hareket etti (1 Nisan).-1535

İran Şahı Tahmasb’ın barış isteği kabul edilmedi (21 Haziran).-1535

Osmanlı tarihinde Tebriz, üçüncü kez işgal edildi (30 Haziran); Kanunî, kendi döneminde ikinci defa Tebriz’e girdi (3 Temmuz).-1535

Aynı zamanda İspanya kralı olan Almanya İmparatoru V. Karl, Tunus’a hücum edip Halk-ul-Vâd Kalesi’ni zaptetti; Tunus, İspanyolların eline geçti (15 Temmuz).-1535

Kanunî, Tebriz üzerinden İran’a hareket etti (20 Temmuz). İran Şahı Tahmasb’ın kardeşi Sâm-Mirzâ, Osmanlı tarafına geçti (21 Temmuz). İran, barış isteğinde bulundu (3 Ağustos) ve Osmanlı ordusu Tebriz’e döndü (20 Ağustos).-1535

Kanunî, Tebriz’den İstanbul’a hareket etti (27 Ağustos).-1535

Fransızlarla “Kapitülâsyon Anlaşması” adıyla ilk imtiyazlı ticaret ve dostluk anlaşması imza edildi (18 Şubat).-1536

Veziriazam Makbul İbrahim Paşa idam edildi; yerine Ayas Mehmet Paşa getirildi (15 Mart).-1536

Barbaros Hayrettin Paşa, Güney İtalya sahillerine ve Minorka adasına çıkarak, bölge halkından 6000 kadar esirle geri döndü (18 Kasım).-1536

Dalmaçya’da Klissa Kalesi ve Bozko, Beriszlo, Obrovaz gibi birkaç küçük kale daha işgal edildi (12 Mart).-1537

Osmanlı donanması İtalya seferi için İstanbul’dan hareket etti (11 Mayıs).-1537

Kofu Seferi (29 Ağustos).-1537

Kanunî, İtalya’dan yola çıkıp (15 Eylül) İstanbul’a döndü (22 Kasım).-1537

Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa, Kiklad takımadalarını ele geçirdi.-1537

Mısır Valisi Hadım Süleyman Paşa, Süveyş limanından hareketle Hint seferine çıktı (13 Haziran).-1538

Sekizinci Seferi- Hümâyun: Kanunî, Boğdan seferi için İstanbul’dan hareket etti (8 Temmuz).-1538

Barbaros Hayrettin Paşa, Girit akını sırasında Kerpe ve Kaşot adalarını ele geçirdi (13 Temmuz).-1538

Hindistan seferine çıkan Hadım Süleyman Paşa, Aden’e ulaşıp Aden emirliğini zaptetti (27 Temmuz).-1538

Osmanlı donanması Hindistan’a ulaştı ( 4 Eylül).-1538

Kırım Hanı Sahip Giray, Osmanlı ordusuna katıldı (9 Eylül).-1538

Boğdan’ın başkenti Suçava şehri fethedildi (15 Eylül).-1538

Barbaros Hayrettin Paşa, Preveze Zaferi’ni kazandı (28 Eylül).-1538

Hindistan seferinden dönen Hadım Süleyman Paşa, Yemen’de bir Türk vilâyeti kurduktan sonra Cidde limanına döndü (13 Mart).-1539

Ayas Paşa’nın ölümü üzerine veziriazamlığa ikinci vezir Lütfi Paşa getirildi (13 Temmuz).-1539

Osmanlı-Venedik Barış Antlaşması imzalandı (20 Ekim).-1540

Veziriazam Lütfi Paşa azledilip yerine Hadım Süleyman Paşa getirildi.-1541

Kanunî Sultan Süleyman, İstanbul’dan hareketle Budin seferine çıktı (20 Haziran):-1541

Istabur Zaferi (21-22 Ağustos): Alman ordularına karşı kazanılan bu zafer, Macaristan’ın Avusturya-Alman istilasından kurtulmasını sağlaması açısından çok önemlidir.-1541

Budin ele geçirildi ve bütün Macar toprakları Osmanlı topraklarına katıldı (29 Ağustos).-1541

Şair, Bektaşî dervişi Gül Baba öldü.-1541

Kanunî Sultan Süleyman, Budin’den İstanbul’a hareket etti (28 Eylül).-1541

Peşte Savaşı (24 Kasım).-1542

Kanunî Sultan Süleyman, onuncu sefer-i hümayuna (Estergon Seferi) çıktı (23 Nisan).-1543

Barbaros Hayrettin Paşa, İtalya sahillerindeki Messina ve Reggio kalelerini teslim aldı (20 Haziran).-1543

Estergon Kalesi kuşatılıp (29 Temmuz) ele geçirildi (10 Ağustos).-1543

Nice (Nis)’in fethi (20 Ağustos).-1543

İstolni Belgrad Kalesi kuşatılıp (20 Ağustos) ele geçirildi ( 4 Eylül).-1543

Kanunî sultan Süleyman’ın oğlu Manisa Valisi Şehzade Mehmet vefat etti (6 Kasım).-1543

Kanunî, oğlunun cenaze törenine katılmak için İstanbul’a döndü ( 16 Kasım).-1543

Şehzade Camii’nin yapımına başlandı (23 Mayıs).-1544

Budin Beylerbeyi Mehmet Paşa, Macaristan’daki Avusturya kalelerini ele geçirmek için harekete geçti (23 Nisan).-1544

Hadım Süleyman Paşa görevinden alınarak yerine Kanunî’nin kızı Mihrimah Sultan’ın kocası Damat Rüstem Paşa veziriazamlığa getirildi (28 Kasım).-1544

Almanya İmparatoru V. Karl ve Avusturya Arşidükası I. Ferdinand’la 18 ay süreli barış antlaşması imzalandı (10 Kasım). Bu antlaşmada, Osmanlıların tespit ettiği sınırlar esas alındı ve Osmanlıların tüm istekleri kabul edildi. Alman elçisi Veltwick, ertesi yıl İstanbul’a gelerek Ferdinand ile Charles Quint’in altın ve gümüş sürahilerini armağan olarak sundu.-1545

Büyük Türk amirali Barbaros Hayrettin Paşa (Hızır Reis), 73 yaşında İstanbul’da öldü (4 Temmuz); Beşiktaş’ta Mimar Sinan’ın eseri olan türbesine defnedildi.-1546

Kanunî Sultan Süleyman’ın torunu Şehzade Murat (III. Murat, II. Selim’in oğlu) dünyaya geldi (4 Temmuz).-1546

Yapılan antlaşma gereği, Almanya ve Avusturya haraca bağlandı (13 Haziran), Türk-Alman barış antlaşması imzalandı (19 Haziran). Antlaşma, Charles Quint tarafından tasdik edildi (1 Ağustos). İspanya :Krallığı, Papa ve Venedik Cumhuriyeti de antlaşmaya katılıp, antlaşma şartlarını kabul ettiler.-1547

Yemen’in merkezi olan San’a Kalesi, Özdemir Paşa tarafından fethedildi (23 Ağustos).-1547

İran Şahı I. Tahmasb’ın kardeşi Elkas Mirza, Türkiye’ye iltica etti.-1547

Kanunî Sultan Süleyman, ikinci İran seferi için İstanbul’dan Üsküdar’a geçti (29 Mart).-1548

Şehzade Camii’nin yapımı tamamlandı.-1548

Kanunî Sultan Süleyman, kış mevsimini geçirmek için Halep şehrine geldi (25 Kasım) ve bu tarihî beldede altı ay kadar ikâmet etti.-1548

Kanunî Sultan Süleyman’ın kızı tarafından yaptırılan İstanbul Üsküdar’daki Mihrimahsultan Camii inşaatı tamamlandı.-1548

Tortum Kalesi fethedildi (17 Eylül).-1549

Kanunî Sultan Süleyman, İkinci İran seferi sonrası İstanbul’a döndü (21 Aralık).-1549

Süleymaniye Camii’nin temel atma töreni yapıldı (13 Haziran).-1550

Avusturyalılara karşı Macaristan Serdarlığına atanan Rumeli Beylerbeyi Sokullu Mehmet Paşa, orduyla beraber Belgrad’a hareket etti (10 Temmuz).-1551

Turgut Reis komutasında 174 gemiden oluşan Osmanlı donanması, Malta’yı bombaladı. Gozzo adasını da tahrip edip yağmaladıktan sonra Trablusgarp’a hareket etti (14 Temmuz).-1551

İran Şahı Tahmasb, Kanunî’nin İran seferine karşılık olarak Van gölünün kuzey ve kuzeybatısını baştanbaşa tahrip ederek binlerce insanı öldürdü (Ağustos).-1551

Trablusgarp’ın fethi (15 Ağustos).-1551

Erdel Seferi.-1551

Segedin baskını, büyük bir Türk zaferiyle sonuçlandı (23-24 Şubat gecesi).-1552

Pirî Reis, Hint deniz seferinde aşırı fırtına ve kürekçilerin kaçması nedeniyle başarılı olamadı (Nisan).-1552

Veszprem Kalesi, Hadım Ali Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından ele geçirildi (11 Nisan).-1552

Tamışvar Kalesi kuşatıdı (28 Haziran); 26 Temmuz günü fethedildi.-1552

Palast Savaşı (11 Ağustos).-1552

Szolnok Savaşı (4 Eylül).-1552

Eğri Savaşı (9 Eylül).-1552

İstanbul’da imzalanan himaye anlaşması gereğince Fransızlar, Osmanlılara vereceği tazminata karşılık, donanmalarını Türklere rehin bıraktılar (1 Şubat).-1553

Hint deniz seferinde başarılı olamayan Pirî Reis, Süveyş’e geldi.-1553

Turgut Reis, Fransa’yı himaye maksadıyla Akdeniz seferine çıktı (15 Haziran).-1553

On ikinci “Sefer-i Hümayun”: Nahcıvan seferine çıkan Kanunî Sultan Süleyman, İstanbul’dan Üsküdar’a geçti (28 Ağustos).-1553

Osmanlı denizcisi ve haritacı Pirî Reis idam edildi.-1554

Seydi Ali Reis, Basra donanmasıyla Hint Denizi’ne açıldı (2 Temmuz).-1554

Ressam Melhicor Lorichs, Avusturya elçisi Busbecq’in heyetiyle birlikte İstanbul’a geldi (2 Ocak). İstanbul’da kaldığı dörtbuçuk yıl içinde İstanbul’da muhtelif görünümler çizdi.-1555

Osmanlı-İran Barışı (29 Mayıs).-1555

Barış antlaşması amacıyla Amasya’ya geldikleri halde ancak altı aylık bir ateşkes anlaşması yapabilen Avusturya elçiler, ülkelerine döndüler (2 Haziran).-1555

Kanunî Sultan Süleyman, Amasya’dan İstanbul’a hareket etti (21 Haziran).-1555

Kaptan-ı Derya Piyale Paşa ve Trablusgarp Valisi Turgut Paşa, Fransızların yardım isteği karşısında yeniden İtalya’ya sefere çıktı (26 Haziran). Riçe (Reggio) şehri ele geçirildi. Napoli dolaylarında seyreden Andrea Doria’nın donanması Türklere görünmedi. Osmanlı donanması Elbe adasında Fransa amirali ile buluştu. Kışın yaklaşması yüzünden Osmanlı donanması İstanbul’a döndü.-1555

Rumeli’de büyük bir isyan hareketi başladı. Osmanlı tahtında hak iddia eden ve kendisini, Kanunî’nin büyük oğlu olarak tanıtan Düzmece Mustafa adlı kişi yakalanarak idam edildi (31 Temmuz).-1555

Veziriazam Kara Ahmet Paşa idam edilip yerine ikinci defa Rüstem Paşa getirildi (29 Eylül).-1555

İstanbul’da kahve içilmeye başlandı.-1555

Büyük Türk şairi Fuzuli öldü.-1556

Ünlü hattat Ahmet Şemsettin Karahisari, 87 yaşında İstanbul’da öldü (17 Haziran).-1556

Szigeth (Zigetvar) kuşatması kaldırıldı. (31 Temmuz).-1556

Fransız haritacı, ressam ve yazar Nicolas de Nicolay, Fransız elçiliğinde görev yapmak üzere İstanbul’a geldi. Bu dönemden sonra çizdikleri 1567’de Lyon’da yayımlandı.-1556

Süleymaniye Camii’nin yapımı tamamlanıp halka açıldı (7 Haziran).-1557

Mayorka Seferi.-1558

Kanuni Sultan Süleyman’ın oğulları Şehzade Bayezid ve Selim’in saltanat kavgası, savaşa dönüştü (30 Mayıs).-1559

Sad Çukuru Savaşı (7 Temmuz).-1559

Avlonya seferi.-1559

Osmanlı donanması, tarihteki en şanlı zaferlerinden birini daha kazandı (14 Mayıs).-1560

Rüstem Paşa’nın ölümü üzerine veziriazamlığa Semiz Ali Paşa getirildi (10 Temmuz).-1561

İran Şahı Tahmasb’a sığınan Şehzade Bayezid ve dört oğlu, Osmanlılardan gelen 500 bin altın ve çeşitli hediyeler karşılığı Kazvin’de idam edildi (25 Eylül).-1561

Osmanlı-Avusturya Barış Antlaşması (1 Haziran).-1562

İstanbul’da büyük bir sel felaketi yaşandı (20 Eylül).-1563

Denizci, şair ve bilgin Seydi Ali Reis öldü.-1563

Ressam, şair matematikçi Matrakçı Nasuh öldü (28 Nisan).-1564

Turgut Paşa, Saint-Elme kuşatmasında, bir top mermisinin başına isabeti sonucu şehit oldu (17 Haziran).-1565

Saint-Elme Kalesi fethedildi (23 Haziran).-1565

Ünlü Osmanlı devlet adamı Sokullu Mehmet Paşa, Semiz Ali Paşa’nın vefatı üzerine veziriazamlığa getirildi (28 Haziran).-1565

Malta kuşatması kaldırıldı (8 Eylül).-1565

Cenevizlilerin elinde bulunan Sakız adası, Osmanlı topraklarına katıldı (14 Nisan).-1566

Mimar Sinan’ın bir yapı şaheseri olan Büyükçekmece köprüsünün yapımına başlandı.-1566

Zigetvar Seferi.-1566

46 yıllık saltanatı sırasında zaferden zafere koşmuş “Muhteşem” unvanıyla da anılan Kanunî Sultan Süleyman öldü (6-7 Eylül).-1566
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

11.jpg



Adı : II. Selim (Sarı)
Doğum tarihi : 30 Mayıs 1524
Doğum yeri : İstanbul
Babası : I. Süleyman
Annesi : Hürrem Sultan (Slav)
Tahta çıktığı tarih : 24 Eylül 1566
Tahta çıktığında yaşı : 42 yaş, 4 ay
Saltanatının sonu : 15 Aralık 1574
Tahttan ayrılma sebebi : Ölüm
Saltanatının süresi : 8 yıl, 3 ay
Ölüm tarihi : 15 Aralık 1574
Ölüm sebebi : Düşme - Alkol
Öldüğü yer : İstanbul
Gömülü olduğu yer : İstanbul, Ayasofya, II. Selim türbesi.
Valilikleri : Konya (1542-1544), Manisa (1544-1558), Konya (1558-1559), Kütahya (1559-1566)
Devri : Yükselme devri


Dönemin olayları

II. Selim, İstanbul’da tahta çıktı (30 Eylül).-1566

II. Selim, babası Kanunî Sultan Süleyman’ın cenazesini almak üzere Belgrad’a geldi (17 Ekim).-1566

Kanunî’nin, askerden 48 gün gizlenen ölüm haberi açıklandı (24 Ekim).-1566

Kanunî Sultan Süleyman’ın cenazesi, İstanbul’a gönderilmek üzere asker tarafından Belgrad’a ***ürüldü (26 Ekim).-1566

Devşirme yeniçeriler, II. Selim’in tahta çıkışı nedeniyle dağıttığı cülusa ilk defa tepki gösterdiler (26 Ekim).-1566

II. Selim’in Belgrad’dan İstanbul’a dönüşünde yeniçeriler ikinci kez ayaklandı (5 Aralık).-1566

Cülus bahşişinden ilmiye sınıfının da yararlanması kabul edildi (7 Aralık).-1566

Rıdvan Paşa’nın başarısızlığı sonucu Yemen ikiye ayrıldı ve topraklarının büyük bölümü kaybedildi (16 Ağustos).Özdemiroğlu Osman Paşa, San’a Beylerbeyliğine tayin edildi (16 Aralık).-1567

Sekiz yıl süreli Osmanlı-Avusturya Barış Antlaşması Edirne’de imzalandı (17 Şubat).-1568

Özdemiroğlu Osman Paşa, Yemen’i fethedip Taaz ve çevresini ele geçirdi.-1568

Edirne’de Mimar Sinin’ın eseri olan Selimiye Camii’nin yapımına başlandı.-1568

Yemen Serdarlığına tayin edilen Mısır Beylerbeyi Koca Sinan Paşa, Kahire’den Hicaz yoluyla Yemen’e hareket etti (5 Ocak). Yemen’in stratejik bakımdan önemli kalelerinden Kahire Kalesi ele geçirildi (3 Mayıs). Koca Sinan Paşa ile anlaşmazlığa düşen Özdemiroğlu Osman Paşa, Yemen valiliğinden alındıktan sonra İstanbul’a döndü.-1569

Hazar Denizi’ne dökülen Volga ile Azak Denizi’ne dökülen Don nehirlerini birleştiren kanalın açılmasına başlandıysa da Rus Çarı IV. İvan’ın engellemesi yüzünden çalışmalar durdu (4 Ağustos).-1569

Bir hafta süren İstanbul yangınında binlerce ev yandı; bir çok tarihi eser ve belge yok oldu (19 Eylül).-1569

İstanbul’da ikinci Fransız kapitülasyonu imza edildi (18 Ekim).-1569

Osmanlı donanması, Venedik hakimiyetindeki Kıbrıs’a sefer için İstanbul’dan hareket etti (15 Mayıs).-1570

Kıbrıs adasının Limasol koyuna asker çıkarılıp Leftari (2 Temmuz) ve Girne kaleleri (9 Temmuz) alındı.-1570

Lefkoşa Kalesi kuşatıldı (22 Temmuz); 49 gün süren kuşatma sonunda fethedildi ( 9 Eylül). Bu fetih sonrası Lefkoşa’nın Ayasofya Kilisesi, camiye dönüştürüldü.-1570

Magosa Kalesi kuşatıldı (18 Eylül); kuşatma uzun süre devam ettikten sonra kaldırıldı ve kışın yaklaşması nedeniyle Osmanlı donanması İstanbul’a hareket etti (6 Ekim).-1570

Magosa Kalesi’ne Venedik tarafından yapılan erzak ve mühimmat yardımının farkına varamayan Sakız sancakbeyi idam edildi (23 Ocak).-1571

İki yıl Yemen’de kalıp sorunların üstesinden gelen ve bu başarılarından ötürü “ Yemen Fatihi” adıyla ünlenen Koca Sinan Paşa, İstanbul’a dönünce yedinci vezirliğe getirildi (1 Mart).-1571

Denizcilikle hiçbir ilgisi olmadığı halde Sokullu Mehmet Paşa tarafından kaptan-ı deryalığa getirilen Müezzinzade Ali Paşa ve serdarlığa getirilen Pertev Paşa komutasındaki donanma, Akdeniz seferinde Dalmaçya Kalesini fethetti (4 Mayıs).-1571

Megosa Kalesi teslim alınıp Kıbrıs’ın fethi tamamlandı (1 Ağustos).-1571

İnebahtı Deniz Savaşı (7 Ekim).-1571

Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa, 250 gemiden oluşan büyük bir donanmayla Akdeniz seferine çıktı. Müttefik düşman donanmasının savaştan kaçınması üzerine Mataban burnu açıklarından İstanbul’a geri döndü (13 Haziran).-1572

Şair ve ressam Nigarî, İstanbul’da öldü.-1572

Osmanlı-Venedik arasında İstanbul Barışı imzalandı (7 Mart).-1573

Ayasofya Camii’ne iki minare daha ilave edildi.-1573

Piyalepaşa Camii’nin yapımı tamamlandı.-1573

Osmanlı donanması, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa komutasında İnebahtı yenilgisini unutturmak için Akdeniz’de Tunus seferine çıktı (15 Mayıs).-1574

Şeyhülislâm Ebussuud Efendi, 84 yaşında İstanbul’da öldü (23 Ağustos).-1574

40 yıl İspanyolların elinde kalan ve alınması imkansız sayılan Goletta Kalesi, 33 günlük bir kuşatmadan sonra fethedildi (24 Ağustos).-1574

Tunus şehrini koruyan Bastian Kalesi ele geçirildi (13 Eylül).-1574

Sekiz yıl süreli Osmanlı-Avusturya anlaşma belgesi, yenilenmek üzere Viyana’ya gönderildi (4 Aralık).-1574

Edirne’de Selimiye Camii’nin yapımı tamamlandı.-1574

On birinci Osmanlı padişahı II. Selim (Sarı Selim) vefat etti (15 Aralık).-1574
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

3MURAD.jpg



Adı : III. Murat
Doğum tarihi : 4 Temmuz 1546
Doğum yeri : Manisa.Bozdağı yaylağı
Babası : II. Selim
Annesi : Nûrubanû Valide Sultan
Tahta çıktığı tarih : 22 Aralık 1574
Tahta çıktığında yaşı : 28 yaş, 6 ay
Saltanatının sonu : 16 Ocak 1595
Tahttan ayrılma sebebi : Ölüm
Saltanatının süresi : 21 yıl
Ölüm tarihi : 16 Ocak 1595
Ölüm sebebi : Felç
Öldüğü yer : İstanbul, Sinan Paşa (İncili) Köşkü
Gömülü olduğu yer : İstanbul, Ayasofya, III. Murat türbesi.
Valilikleri : Akşehir (1558-1561), Manisa (1562-1574)
Devri : Yükselme devri


Dönemin olayları

III. Murat, babası II. Selim’in ölümü üzerine tahta çıktı. Tahta çıktığında 1.100.000 altın cülus dağıttı (22 Aralık).-1574

II. Selim ve Nizâm-ı Âlem’e kurban edilen beş oğlu defnedildi (23 Aralık).-1574

Nişancı Feridun Ahmet Bey tarafından kaleme alınan, 1299-1575 tarihleri arası Osmanlı padişahlarının mektuplarını, fermanlarını içeren “Münşeât-us-Selâtin’’ (2 cilt) adlı eser tamamlanıp padişaha takdim edildi (22 Ocak).-1575

Osmanlı-Venedik barış anlaşması yenilendi.Venedik Cumhuriyeti, cülus tebriki olarak III. Murat’a 54.000 duka altını verdi (8 Ağustos).-1575

El Raken Savaşı.-1576

İran Şahı I. Tahmasb’ın ölümü üzerine İran’da karışıklıklar çıktı (21 Mayıs)-1576

Osmanlı-Avusturya Antlaşması sekiz yıl süreyle uzatıldı (1 Ocak).-1577

Osmanlı-Lehistan Barış Antlaşması imzalandı (30 Temmuz). Böylece, Lehistan Krallığı, Osmanlı İmparatorluğu himayesine girdi.-1577

İstanbul’daki Azapkapı Camii’nin yapımı tamamlandı.-1577

Alman din adamı ve gezgin Salomon Schweigger, Alman elçilik heyetiyle birlikte İstanbul’a geldi (1 Ocak).-1578

Osmanlı tarihinin en büyük denizcilerinden Piyâle Mehmet Paşa, yedi yıl da ikinci vezir olarak hizmet ettikten sonra öldü.-1578

Kanunî Sultan Süleyman’ın biricik kızı ve Veziriazam Rüstem Paşa’nın karısı Mihrimah Sultan vefat etti.-1578

İran’da Şah I. Tahmasb’ın ölümü üzerine doğu sınırlarımızdaki karışıklıkları önlemek üzere Lala Mustafa Paşa, komutasındaki orduyla Şirvan ve Gürcistan seferine çıktı (28 Nisan).-1578

Çıldır Savaşı (9 Ağustos).-1578

Osmanlı-İran Savaşı (1578-1590).-1578

Tiflis, Osmanlı topraklarına katıldı (24 Ağustos). Kral ve halk, önceden şehri terk ettiğinden Tiflis’e kan dökülmeden girildi. Tiflis beylerbeyliğine, Kastamonu Sancakbeyi Mehmet Bey, paşa unvanıyla tayin edildi.-1578

Koyungeçidi Savaşı (9 Eylül).-1578

Ereş Kalesi’nin fethi üzerine Şirvan işgal edildi. Böylece bütün Kafkasya, Osmanlı hakimiyet ve nüfuzuna alındı.-1578

İstanbul’da ilk gözlemevi kuruldu.-1578

Gürcistan’daki İmerethi Krallığı ve Guria Prensliği, teslim olup Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarını bildirdi (11 Kasım).-1578

Üç gün üç gece süren I. Şamahı Muharebesi, Özdemiroğlu Osman Paşa’nın zaferiyle sonuçlandı (11 Kasım).-1578

II. Şamahı Savaşı (27 Kasım).-1578

Asker arasındaki bozgunculuk propagandası nedeniyle Özdemiroğlu Osman Paşa, Şirvan’ı tahliye edip Şamahı’dan Demir-Kapu’ya (Derbend) hareket etti.-1579

Osmanlı-İngiliz ticari ve siyasi münasebetlerinde ilk adım atıldı; İngiliz ticaret gemilerinin, Türk limanlarına kendi bayraklarıyla gelebilecekleri tebliğ edildi (Mart 1579).-1579

Gürcilerden yardım gören Safevîler, Tiflis’i kuşattı (30 Mart).-1579

Çok zor şartlar altında kalan Tiflis, Maraş Beylerbeyi Mustafa Paşa komutasında 12.000 kişilik yardım kuvvetinin gelmesiyle muhasaradan kurtuldu (1 Ağustos).-1579

Kars Kalesi’nin ardından Kars şehrinin yapımı 58 günde tamamlandı (22 Eylül).-1579

Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, III. Murat’ın gizli buyruğuyla, Bosnalı bir derviş tarafından hançerlenerek şehit edildi (12 Ekim).-1579

Sokullunun öldürülmesi üzerine, ikinci vezir Semiz Ahmet Paşa sadrazamlığa getirildi (13 Ekim).-1579

Semiz Ahmet Paşa’nın vefatı ile Lala Mustafa Paşa, Vekil-i Saltanat unvanıyla sadarete getirildi (28 Nisan).-1580

Lala Mustafa Paşa, bir rivayete göre zehir içerek intihar etti (7 Ağustos).-1580

Sadarete Koca Mustafa Paşa getirildi (25 Ağustos).-1580

Safevîler, Kanunî Sultan Süleyman Devrindeki sınırlar esas alınmak kaydıyla barış teklifinde bulundu. Bu teklif kabul edilmedi. Özdemiroğlu Osman Paşa’nın görevlendirdiği Kırım prenslerinden Gazi Giray, 18.000 kişilik düşman kuvvetlerini imha ederek 40 gün kuşatma altında kalan Bakû’yu kurtardı (7 Ocak).-1581

Fransızlara üçüncü kez kapitülasyon izni verildi. Buna göre, İngilizler dışında, Türk limanlarına girecek bütün yabancı gemilere Fransız bayrağı çekme mecburiyeti getirildi ( 6 Temmuz).-1581

III. Murat’ın oğlu Şehzade Murat için 57 gün süren ve Osmanlı tarihinde eşi görülmemiş sünnet şenlikleri yapıldı. Bu düğünde hüner gösterenler Yeniçeri Ocağı’na kaydedildi ve Ocak yasaları ilk defa ihlâl edilip bozulmaya başladı.-1582

İkinci vezir Kanijeli Siyavuş Paşa sadrazamlığa getirildi (24 Aralık).-1582

İngiltere Krallığı’nın ilk elçisi İstanbul’a ulaştı (29 Mart).-1583

Doğuya takviye olarak gönderilen kuvvetlerden Rumeli askerlerinin, Şirvan ve Dağıstan Serdarı Özdemiroğlu Osman Paşa’yı, dinlemeyerek ihtiyatsızca düşman üzerine saldırmaları sonucu Niyazâbâd bozgunu yaşandı (24 Nisan).-1583

Özdemiroğlu Osman Paşa, kuzeye doğru ilerlemekte olan 50.000 kişilik Safevi ordusunu Meş’ale Savaşı’nda bozguna uğrattı (11 Mayıs).-1583

Şehzade Mehmet (III. Mehmet), Manisa valiliğine tayin edildi (17 Aralık).-1583

Özdemiroğlu Osman Paşa, İstanbul’dan aldığı yardımcı kuvvetlerle Kırım Hanı II. Mehmet Giray’ı yenip Kırım meselesini halletti.Daha sonra İstanbul’a geldi. Gelişinde halkın sevgi gösterileriyle karşılanıp padişah III. Murat’tan büyük ilgi gördü. Bu ilgiyi çekemeyen bazı devlet adamları, askeri, Osman Paşa aleyhine ayaklandırma teşebbüsünde bulundu. Bu yüzden Veziriazam Kanijeli Siyavuş Paşa azledilip yerine Özdemiroğlu Osman Paşa getirildi (28 Temmuz).-1584

Özdemiroğlu Osman Paşa, gönderdiği kuvvetlerle Kırım isyanını yeniden bastırdı (18 Aralık).-1584

Türk minyatür sanatçısı Nakkaş Osman, ünlü eseri Hünername’yi tamamladı.-1584

II. Selim’ın kızı Sokullu Mehmet Paşa’nın karısı Esma Sultan öldü (7 Ağustos). Ayasofya’daki II. Selim Türbesi’ne defnedildi.-1585

Abvâr Savaşı (21 Eylül).-1585

Tebriz Savaşı (24 Eylül).-1585

Neheng Savaşı (15 Ekim).-1585

Fahusfene Savaşı (25 Ekim)-1585

Şenbi Gazan Savaşı (28 Ekim).-1585

Osmanlı tarihinin en büyük kahramanlarından Kafkasya Fatihi Özdemiroğlu Osman Paşa öldü. Cenazesi Diyarbakır’a ***ürülerek Kurşunlu Cami yakınındaki türbesine defnedildi (28-29 Ekim)-1585

Acısu Savaşı (30 Ekim).-1585

Hadım Mesih Paşa’nın istifası üzerine, veziriazamlığa ikinci kez Kanijeli Siyavuş Paşa getirildi (15 Nisan).-1586

Turna Çayırı Savaşı.-1586

Safevî veliahtı Hamza Mirza, hançerlenerek öldürüldü.-1586

Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa ( Uluç Ali Paşa) öldü. Cenazesi, Mimar Sinan’ın eseri olan İstanbul Tophane Camii’ndeki türbesine defnedildi (21 Haziran).-1587

Ahıska Beyliği, Osmanlılara bağlandı (7 Ekim).-1587

En büyük Osmanlı mimarı Koca Sinan (Mimar Sinan) 98 yaşında vefat etti. Süleymaniye Camii’nin yanındaki türbesine gömüldü (8-9 Nisan).-1588

Aras Irmağı kenarında Safevî ordusu mağlûp edildi (29 Eylül).-1588

Osmanlı tarihinde “Beylerbeyi Vak’ası’’ adıyla anılan ilk yeniçeri ayaklanması sonucu Veziriazam Siyavuş Paşa azledilip yerine ikinci kez Koca Sinan Paşa getirildi (2 Nisan).-1589

Ferhat Paşa (İstanbul) Barışı (21 Eylül).-1590

Osmanlı-Avusturya barışı, sekiz yıl süreyle yenilendi (29 Kasım).-1590

Sakarya Nehri-Sapanca Gölü-İzmit Körfezi arasında bir kanal açılması konusunda ferman çıktı (6 Mart) ve daha sonra bu karardan vazgeçildi (11 Nisan).-1591

Koca Sinan Paşa azledildi;Şark Serdarı Ferhat Paşa veziriazamlığa getirildi (1 Ağustos).-1591

Sinan Paşa Köşkü yapıldı.-1591

Azledilen veziriazam Ferhat Paşa’nın yerine üçüncü kez Kanijeli Siyavuş Paşa getirildi.-1592

Avusturya imparatoru, Osmanlı-Avusturya barışının Türkler tarafından bozulduğu gerekçesiyle haracın kesildiği bildirildi (Ekim).-1592

Osmanlı sarayının tören yaşamında önemli yeri olan Yalı Köşkü’nün yapımı tamamlandı.-1592

Batıl inançlar yüzünden ilk sadaret değişikliği yapıldı. Veziriazam Siyavuş Paşa, “uğursuz’’luğundan dolayı azledilip yerine Koca Sinan Paşa üçüncü kez veziriazamlığa getirildi.-1593

Cerrahpaşa Camii ve Külliyesi açıldı.-1593

Kulpa Savaşı (20 Haziran).-1593

Sadrazam Koca Sinan Paşa, Avusturya seferine çıktı (19 Temmuz).-1593

Bespirem Kalesi teslim alındı (6 Ekim).-1593

Palota Kalesi teslim alındı (14 Ekim).-1593

İstolni-Belgrad Savaşı (4 Kasım).-1593

Avusturya, Gran (Usturgon) ve Hatvan kalesi kuşatmalarını kaldırdı (1 Haziran).-1594

Tata Kalesi teslim alındı (17 Temmuz).-1594

Saint-Marton kalesi teslim alındı (29 Temmuz).-1594

Yanık (Raab) kalesi kuşatıldı (7 Ağustos); Kırım Hanı Gazi Giray orduya katıldı (11 Ağustos) ve kalesi teslim alındı (27 Eylül).-1594

Papa kalesi fethedildi (3 Ekim).-1594

16 Ekim’deki Komorn Kalesi kuşatması kaldırıldı (22 Ekim).-1594

Osmanlı ordusu Budin’e döndü (28 Ekim).-1594

Erdel, Eflâk ve Boğdan’da voyvodaları, Türklere karşı Papalık makamı tarafından hazırlanan “Kutsal İttifak’’a katıldı (5 Kasım).-1594

Eflâk ve Boğdan’da Müslümanlar kılıçtan geçirildi (13 Kasım).-1594

Eflâl ordusu, İbrail kalesine saldırıp kenti yaktı (1 Ocak).-1595

Onikinci Osmanlı Padişahı III. Murat öldü (15-16 Ocak).-1595
 
---> Osmanlı Devleti (Dev Kaynak)

200px-III._Mehmet.jpg


Adı : III. Mehmet
Doğum tarihi : 26 Mayıs 1566
Doğum yeri : Manisa
Babası : III. Murat
Annesi : Safiye Valide Sultan
Tahta çıktığı tarih : 27 Ocak 1595
Tahta çıktığında yaşı : 28 yaş, 8 ay
Saltanatının sonu : 20 Aralık 1603
Tahttan ayrılma sebebi : Ölüm
Saltanatının süresi : 8 yıl, 11 ay
Ölüm tarihi : 20 Aralık 1603
Ölüm sebebi : Depresyon - Felç
Öldüğü yer : İstanbul
Gömülü olduğu yer : İstanbul, Ayasofya haziresi, III. Mehmet türbesi.
Valilikleri : Manisa (1583-1595)
Devri : Duraklama devri


Dönemin olayları

Osmanlı padişahı III. Mehmet tahta çıktı (27 Ocak).-1595

Koca Sinan Paşa azledilip Ferhat Paşa ikinci kez veziriazam oldu (16 Şubat).-1595

Ferhat Paşa, Eflâk Seferi’ne çıkmak üzere İstanbul’dan hareket etti (27 Nisan).-1595

Eflâk ve Boğdan, ayrıcalıklı voyvodalık durumlarına son verilerek vilayet durumuna getirildi (14 Mayıs).-1595

Estergon Kalesi,Alman kumandan Mansfeld tarafından kuşatıldı (1 Temmuz).-1595

Cephede bulunan Veziriazam Ferhat Paşa azledilip Koca Sinan Paşa dördüncü kez sadarete getirildi (7 Temmuz).-1595

Kalugeran Savaşı (24 Ağustos).-1595

Düşmanın yakıp yıktıktan sonra terk ettiği Bükreş kenti işgal edildi (26 Ağustos).-1595

70 bin kişilik Hrıstiyan ordusu tarafından 61 gün kuşatma altında kalan Estergon Kalesi düşmana teslim edildi (2 Eylül).-1595

Eski veziriazam Ferhat Paşa idam edildi (9 Ekim).-1595

Tergoviş Savaşı (19 Ekim).-1595

Veziriazam Lala Mehmet Paşa öldü (28 Kasım).-1595

Koca Sinan Paşa, beşinci defa veziriazamlığa getirildi (1 Aralık).-1595

Veziriazam Koca Sinan Paşa öldü (3 Nisan).-1596

İkinci vezir Damat İbrahim Paşa, veziriazamlığa getirildi (4 Nisan).-1596

III. Mehmet, Eğri Seferi için İstanbul’dan hareket etti (20 Haziran).-1596

Eğri Kalesi kuşatıldı (24 Eylül).-1596

Eğri’nin fethi (12 Ekim).-1596

Haçova Meydan Savaşı (26 Ekim).-1596

Haçova Meydan Savaşı’nın kazanıldığı gün Sadrazam İbrahim Paşa azledilerek yerine Cağaloğlu Sinan Paşa getirildi.-1596

Tata-Dotis Kalesi geri alındı (11-12 Ekim).-1597

Damat İbrahim Paşa’nın yerine Hadım Hasan Paşa veziriazam oldu (3 Kasım).-1597

Yanık Kalesi, Düşman kuvvetleri tarafından zaptedildi (29 Mart).-1598

Yenicami’nin yapımına başlandı (9 Nisan).-1598

Veziriazam Hadım Hasan Paşa azledilip Yedikule zindanında idam edildi. İkinci vezir Cerrah Mehmet Paşa veziriazamlığa getirildi (9 Nisan).-1598

Niğbolu’da uğranılan bozgun haberi İstanbul’a iletildi (30 Eylül).-1598

28 Eylül’de başlayan Avusturya’nın Budin Kalesi kuşatması kaldırıldı (3 Kasım).-1598

Veziriazam Cerrah Mehmet Paşa’nın yerine Damat İbrahim Paşa üçüncü kez sadarete getirildi (6 Ocak).-1599

Ordu komutanı Satırcı Mehmet Paşa, Belgrad’da idam edildi.-1599

Şeyhülislâm ve tarihci Hoca Sadettin Efendi öldü (2 Ekim).-1599

Asi kuvvetler tarafından ele geçirilen Urfa Kalesi kurtarıldı.-1599

XVI. Yüzyıl divan şiirinin önde gelen şairlerinden Nev’i öldü.-1599

İstanbul’da sipahi ayaklanması baş gösterdi. Gümrüklerden sorumlu ve adeta sarayın rüşvet eli olarak kabul edilen Ester Kira adlı Yahudi kadın, kocası ve çocuklarıyla birlikte linç edildi (1 Nisan).-1600

Divan edebiyatımızın ünlü şairi Bâki vefat etti (7 Nisan).-1600

Osmanlı ordusu, Kanije kuşatması için Belgrad’dan hareket etti (14 Ağustos).-1600

Bobofça Kalesi fethedildi (5 Eylül).-1600

Kanije Kalesi teslim alındı (22 Ekim).-1600

Tarihçi ve şair Gelibolulu Ali Mustafa vefat etti.-1600

Veziriazam Damat İbrahim Paşa, Belgrad’da vefat etti (10 Temmuz);yerine Yemişçi Hasan Paşa geçti (22 Temmuz).-1601

Sepetli Savaşı (12 Ağustos): Anadolu’da saltanatını ilan eden asi Karayazıcı Halim Şah kuvvetleri mağlûp edildi.-1601

Kanije Kaesi, düşman orduları tarafından kuşatıldı (9-10 Eylül).-1601

Kanije Savaşı (18 Kasım).-1601

Anadolu’daki Celâli isyanlarını önlemeye çalışan Anadolu Serdarı Sokullu Hasan Paşa, Tokat’ta öldürüldü (20 Nisan).-1602

İstolni- Belgrad Kalesi kuşatıldı (12 Temmuz); kale, 26 gün süren çatışma sonucu Türk kuvvetleri tarafından teslim alındı (6 Ağustos).-1602

Peşte’yi alıp Budin’i kuşatan Avusturya ordusu, silahlarını bırakıp geri çekildi (18 Kasım). Budin savunmasındaki başarılarından dolayı Rumeli Beylerbeyi Lala Mehmet Paşa, Üçüncü vezirliğe terfi ettirildi.-1602

Bosna Beylerbeyliğine getirilen Celali reisi Deli Hasan Paşa,10.000 askeriyle birlikte Gelibolu’ya geçti(12 Nisan).-1603

III.Mehmet,büyük oğlu Şehzade Mahmut’u idam ettirdi(7 Haziran).-1603

Türk ordusu,Peşte’de bozguna uğradı.-1603

Sofyan bozgunu(29 Eylül).-1603

Veziriazam Yemişçi Ali Paşa azledildi(4 Ekim) ve daha sonra idam eildi(16 Ekim).-1603

9 yıl sürecek Osmanlı-İran Savaşı başladı.-1603

Tebriz Savaşı(21 Ekim).-1603

Erivan şehri düşman eline geçti(15 Kasım).-1603

III.Mehmet,39 yaşında öldü (20-21 Aralık).-1603
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol
Geri
Üst