Yılmaz Odabaşı Şiirleri

ashli

Bayan Üye
I
suları
boğdu
dalgalar
...
ses hoyrat
sevinç yılgın
şakaklarım sonbahar

II

"muhbiri çoğalmış sevdanın"
yapışmış tenime ter
elime kir
sessizliğin ortasında bir deli rüzgar

akşamdır
avuçlarında marmara�ın

akşamdır
şiire karıştı sular
sularda çoğalır sevdalar

ellerim ah! ellerim
nasıl
anlatsam
gece
gece kokuyor çocuklar
 
Yılmaz Odabaşı - Aşk Bize Küstü

I
biz bu kentlere sığdık da
bu kentler bize sığmadı âsiya
ve bir çığlık gibi günlerin çarmıhında
arttıkça yalnız, sustukça silik...

ay ışığı gölgeleri büyüttü
son kuşlar da vuruldular dağlarda
yakamozları söndü sahillerin, ışıkları evlerin
çağın vebalı gövdesinde
bir hayalet gibi gölgemizde yalnızlık

kaldık... kırık bardaklar gibi
içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi...
II
düşler artık ölü çocuklar doğuruyorsa
sevgiler boğduruluyorsa kürtajlarda
ve daha eskimemiş tüfeklerle
ordusu bozguna uğramış askerler gibi kalıp
bozuk paralar gibi yuvarlanıyorsak kaldırımlarda
bir bedeli vardır elbet cennetini çaldırmanın
ömrünü piç bir bebek gibi
bırakmanın
bulvarlara
bozgunlara
ve yanlış yalan aşklara;
bir bedeli
bu kuşatmaların, ilkyazları kurşunlatmaların...

biz bu kentlere sığdık aslında
bu kentler bize sığmadı âsiya
ah son kuşlar da vuruldular dağlarda!
III
ay ışığı gölgeleri büyüttü
mutluluk oyununa geç kalan ölü kuşlarla geldim
geldim... kırık bardaklar gibi
içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi

ve ömürlerimizde bin kasvetle upuzun
sefalet seferlerinin ayazı
belki de yalnız geçireceğiz artık kimbilir
batan gemiler gibi yiten aşklardan geride
kalan her kışı, güzü ve yazı

ay ışığı gölgeleri büyüttü
ayrılıklar eskidi... biz eskidik

aşk bize küstü âsiya...

IV
belki de uzun sürecek bu bozgunun saçağında
sen şarkılarını sesine yasla
ve bırak beni de usulca
bir apansız yalnızlığa!

ay ışığı gölgeleri büyüttü
büyüdü ölüm
ve biz küçüldük âsiya...
 
Yılmaz Odabaşı - Aşkın Bilançosu

I
gidersin; yağmurlarda kırık kalır mızrabım
gidersin; ardından dilsiz bir ihanet gider

gidersin; her şey gider
gidersin; kalbimde bir tabur ayaklanır
ilgilenmez ordular, hükümetler

gidersin; ne rezil bir andır bu
yazdıkça silinen sözcükler gibidir hayat
gidersin; bir hazin dramdır bu

kanmadım aynalara sana kandığım kadar
içimde bir boşluk sana yandığım kadar

II
bugün hasretin kırlarında dolaştım
senin adınla
aşkın adıyla
savrulup aktım o ırmaklardan;
ırmakları çöllerle
çölleri denizlerle
denizleri düşlerle buluşturdum
sustum kaldım sonra böyle günleri savuşturdum...

ne ses ne nefes ne de bu rüzgâr bağışlar seni
simsiyah gecelerde budanırken ah ömrüm
dönüp sırtını giderken kimler karşılar seni?


III
sen olmayınca sesin de yoktu, gözlerin de
bu yüzden odama resmini yaptım
söküp kalbimi yanına astım
sensiz kalan yılları da ben buruşturdum
kalbim hasretinde asılı kaldı
yetim kalmış anıları ben tokuşturdum

IV
daha bu solgun günlerde aşk,
yaşanır
sözde!

kalp,
yitik bedende;
yağmur değil, sanki efkâr yağıyor kente
yağıyor ömrüme
senin yerine
kanmadım aynalara sana kandığım kadar
içimde bir boşluk sana yandığım kadar
 
Yılmaz Odabaşı - Aynı Göğün Ezgisi

Abdülselam
Daha aşksız ve kitapsız
lisede
ipince
esmer yürekli bir oğlan

Bu yağmur nerden gelir:
Sular bulanır
Bu çığlık nasıl büyür:
Yürek daralır
Bu kavga ne de bıçkın
Meydan aranır

Aranır Abdülselam
Bilmez bir oğlan

Diyarbakır'ın göğsünde terli bir akşam
Daralan sokaklarda bir yaşamı çaldılar
Abdülselam kardeşimi arkasından vurdular

...
Koştum kan mevsimine erken sarıldım
Bir kanlı geçitte vuruldum kaldım
 
Yılmaz Odabaşı - Bir Liseli Silueti

hayat hattında acemi tayfalardık
ne avunduk sevinç müsvetteleriyle
aşktan ikmale kaldık...

bak her sabah bağıran yeni sabaha
artık iklimler değişmiş, kuşlar da gitmiş
tenimde eski ateş, gözlerimde fer bitmiş

heybetli dağlar arasında
göğümde yıldız yitmiş...

sen
hala
anılarımın
en
beyaz
yanısın

sen buğulu bir camın ardından izlediğim hayatın
yarısısın
sen sağanakla gelen sabahlarda
çok eski bir şarkının adısın...

*
daha adamlar şehirlere otomobillerle
geceler anılarla birlikte gelir
siluetin giderek uzaklaşır, düşler de kilitlenir
efkarım bir yaralı ayrılıktan beslenir

(artık ne teneffüs zilleri çalar
ne otobüs duraklarında sabırsız bekleyişler var...)

*
kimse bilmez
yıllar yılı hep aynı beyazla gezmek nedendi
olsun!
Yirmi yıl seni özleyerek yaşlanmak da güzeldi...

Çünkü sen buğulu bir camın ardından izlediğim hayatın
yarısısın
sen sağanakla gelen sabahlarda çok eski
çok eski bir şarkının adısın...
 
Yılmaz Odabaşı - Bir Nehrin Tükenişi

hasretin kan çanağı gözlerinde oturuyorsun
seni soruyorum
hiçbir şey bilmiyorsun

hep bir çağlayan gibi senin sevdana aktım
sen ise sularını kaçıran bir nehir gibi uzaktın...

tükenişi bir aşkın
bir nehrin tükenişine benzer
ne deniz olabildin
ne nehir kalabildin...

kendin ol
kendin ol
sen buysan başkası ol!

buysan kederden öleceğim
başkası olursan da kimi seveceğim?

ne diyarbakır anladı beni ne de sen
oysa ne çok sevdim ikinizi de bir bilsen.../
 
Yılmaz Odabaşı - Bitme

bitme!bak,içtim,yürüdüm,kederlendim
denize girdim,üşüdüm,sana geldim

düş bitmeden sen bitme
bitmeden sevgi gitme

bitme!bak,koştum,savruldum,hep örselendim
cıgara ziftlendim,ille de seni sevdim
uzaklarda öyle çok kederlendim

günler bitmeden bitme
bitmeden hasret gitme

bu yangın geceler,bu intihar
gidersen paramparça yüreğimde ağıtlar
bu dolunay gecenin göğsünü yarar
benim göğsümde de sana geniş bir yer var

düş bitmeden sen bitme
bitmeden sevgi gitme...
 
Yılmaz Odabaşı - Bu Sensin

Bu sensin
Ve sesin

Bu terin ve tenin haklı ıslaklığı
Kal öyle
Isıt gözlerimi gülüşlerinle

Birazdan kapılar kırılacak belki de
Birazdan kapkara bir örtü olabilir gözlerimizde
Biz diz kırarken sinesinde sancının
Yolunur papatya
Deşilir ten
Ve yara da !
Çünkü ölmek günleri biraz da
Gülmek günleri(de), inadına
Gün gülümsemeleri ardında

Gün gülümsemeleri ardında
Dağlandıkça
Dağlaşmak
Ve dağları sevmeye yaraşmak
Yaraşmaya
Yanaşmak günleri

Sen de yanaş kıyılarıma bir vapur gibi
Çarpıp durayım güvertelerde gözlerine
 
Yılmaz Odabaşı - Cizre Yolunda Güneşe Bakan Asker

kuşatılmışlığa kar yağıyordu
toprağın mayınlı şakağı ürkek
ve sabahın yeni renginde bir asker
cizre yolunda güneşe bakıyordu

herkes bir dünya konuşurken dilinin yordamıyla
en önce aşklar bitiyordu cizre yolunda
sonra cıgara paketleri ve sofralar
sonra mevsimler
çocuklar ergenliğe bitiyordu...

kar beyaz, bembeyazdı morarmanın dilini bilmiyordu
cizre'de havalar o gün ayazdı
neredeydi o alabalık sürüleri, turna katarı
nerede bulurduk çılgınlıklarla yonttuğumuz
ve karlar gibi eriyip yiten baharı

/cizre yolunda güneşe bakan asker sesini nerede bulur?/

özlemler biraz kalsın, bırak
bırak her özlem önüne bir yol bulur
sen de o fısıltıya savrulma asker
cizre ellerimize, hayat düşlerimize yeter..
 
Yılmaz Odabaşı - Defolu Çıkan Hayat ve İyi Yürekli Çocuklar

I
uzun boylu ağrılara atıldım
sokaklarda
hırçın rüzgârlara katıldım
iyi yürekli çocuklar sessizce
büyümekte
Dünyanın şavkı kendine,
efkârı bize mi? demekte;
kimileri taburlara, koğuşlara gitmekte
kimileri sidikli döşeklerde upuzun uykulara
düşmekteydiler
uzaklarda yaşlı çam ağaçları sessizce çürümekteydiler...

iyi yürekli çocuklar
günlerin rahmine yaslarken düşlerini
bazen apansız ölmekte
ölmekteydiler...

ama şalvarları gül desenli döneker
yeniden dillenip döllenmekte
doğrulup yeniden dillenmekte
ve sokakların, a(damların), kedilerin üstünden
rüzgârlar esmekteydiler...
(gecede bir fahişenin koynunda uzun donlu, nizipli bir tüccar üşümekte; kaçak elektrik kullanılan evlerde sümüklü oğlanlar �üsküvit!) istemekte ve sımsıcak somunları kavrayan yaslı eller, balta girmemiş hayatın ortasından korkak ve küstah bir tevazuyla yürümekteydiler... iyi yürekli çocuklar düzineler halinde feleğe küfrederek geçmekteydiler; sonra gecede mart kedileri, ay ışığı ve iniltiler... hep aynı nakaratta köhne bir hayat...)
sonra bildik törenler, kanıksanmış itaatler
ve her aşkın künyesine bir gün
dökülen küller...

sonrası pazaryerleri: patates, pırasa vs.
taksitler ödenip senetler alınacak bu ay da
bu ay da sürüm sürüm
turplara sıkılan limon damlaları gibi duraklarda

defolu çıkmış hayat
kimin umurunda!

II
kimin umurunda
yeni donlar giyen eski kadınlar
ve bilumum ötekiler
dolup boşalan kültablaları
bozuk sifonlar
******** adisyonlar
ve yamalı bohçalar gibi uzayan yollar

kimin umurunda
buharlaşmış oğullarını arayan anaların acısı
ve yaşlı bir kemancının eskimiş papyonundaki keder...

sürerken ıssızlığın ödül töreni
sen topla dur topla dur dağılan sevinçleri...

III
vay anasını bu maçı da alamadık abiler
ipne hakemler bizi yine mağlup ettiler!
iyi yürekli çocuklar sessizce büyümekte
en pahalı düşleri dolara endeksleyip
en ucuz pazarlara sürmekteydiler
sonrası aşkın
ve şarabın şanına düşen gölgeler...

gölgeler
kimin umurunda?
yoruldu yorgunluk da
aşk bir yana, düş bir yana!

paranın sultası düştükçe
düştükçe aşka, ışığa ve şarkıya
her şey hızla ayrışmakta
üstelik gün ortası, ışıkta!

her şey pazar
ve karmaşa...
sürerken ıssızlığın ödül töreni
sen topla dur topla dur kirletilmiş düşleri...

IV
iyi yürekli çocuklar sessizce
o aşınmış saçaklarda, yollarda
ısrarla yanlış atlara binip
ısrarla düşmekteydiler...

-yok yoluna geçti geçen günler
..k yoluna kaldı kalan günler geride
bu yüzden aşk dediğiniz nedir ki be abiler?
camları buğulu bir genelev odasında
vizite fiyatına...

solarken
gecekonduların dar pencerelerinde bal gözlü kızlar...

V
sürerdi
yine sürerdi mırıltılar ve homurtularla hayat
bu maçı da alamazken abiler iyi yürekli çocuklar sessizce büyümekte
büyüdükçe kirlenmekte
kirlendikçe ölmekte
öldükçe bilmekte
bildikçe acımakta
acıdıkça görmekteydiler
ki her fırtınadan ve anıdan geride
herkes figüran
yaşamın sahnesinde...

sahnesinde
yaşamın
kentlerin kaldırımlarında upuzun dilenciler
minibüslerde demlenmiş ter ve çürük sperm kokusu
sahnesinde
aşklarla rus ruleti
ve tel kaçıran çorapların kederi...

sahnesinde
brüt bir yaşam
net bir ölüm

(bırak rezil gündüzleri
geceye yaslan gülüm!)

VI
iyi yürekli çocuklar o mahallelerden
düzineler halinde geçmekteydiler...
uzak ormanlarda yalnız meşeler sessizce büyümekteydiler

-işte bu vuruşlar sürdükçe
maç mı alınır ulan sayın abiler
ipne hakemler bu sezon da bizi mağlup ettiler!

aşkta
düşte
işte
birer
birer
inerken
beyaz
bayrakları

bizim çocuklar,
bütün maçlarda yenildiler...
 
Yılmaz Odabaşı - Dışarda Üşüyen Haziran Kalbimde Hazan

uygarlık ve barbarlık kardeştir. -Havel-

dünya sığmıyor insana havel
yüzlerdeki, yüreklerdeki maske
parada kir, suda klor, havada nem
yüksek borsa, alçak basınç
ve kanun hükmünde ihanetler, sahtekâr jestler

/insan, sığmıyor insana havel!/

ve her şey:
şey!
mesela o takvimler, o günler
her biri şimdi kim bilir neredeler
yalancıdır aynalara gülümseyen o muhteşem gençlikler
bir yaz yağmuru gibi çabucak geçecekler
bize kalan kurt kapanı sözleşmeler
ve iş akdi kıvamında morarmış evlilikler

oysa insanı büyüten yalnızlık mıdır havel?
biz bu kentlerde
bu ömürlerin gecelerinde çürüsek bile
şimdi eski dağlarda vakur bir şafak yırtılmaktadır
ve dışarıda üşüyen bir haziran
kalbimde yılların tufanından artık bir hazan

(kalbimde hazan
ve şairdir elbet
sözcüklere rus ruleti oynatıp yazan!)

dışarıda üşüyen bir haziran
kanımda nikotin cehennemi
kısa kibrit uzun duman
yaan!
yine yaan! yine yaaaan!
yan ki yangınlar bile yansın
haklıdır içindeki abdal bırak ağlasın...
bırak ağlasın artık gündüzlerin ışığında aşk
gecelerin sularında yakamozlar yok
ve kuşlar konsun diye gerilmiyor balkonlara
çamaşır ipleri
duyuyorsun işte şiir de yazıyorlarmış iğfal şebekeleri(!)

dışarıda üşüyen bir haziran
dışarıda aşksız aşk, aids, hepatit b
dışarıda hormonlu sevinçler, kokmayan güller
viagra cinsellikler, çıldırtan günler!

ve dışarıda dostluğun, puştluğun kolunda gülümsemesi
ama öğrendim karanlıklardan ışık destelemeyi
ve baka baka irkilmiş gözlerine hayatın
inatla!
inatla gülümsemeyi
öğrendim içimdeki abdalı hünerle gizlemeyi...

(herkes fanusuna asmış kendini
bu yüzden beklemiyorum farklı kıyametleri...)
dışarıda üşüyen bir haziran
dışarıda öldü insan
öldü insan
hiçbir kitaba yakışmadan!

ben de yaza yaza çürütüp dünlerimi
her gün bu cehennemden çalıyorum kendimi

bu yüzden her şey:
şey!
havada hava, günlerinde gün, evlerde sarmısak soğan;
hepsi bu işte basit, olağan
her şey şeydir; inandıklarımızdır belki de yalan
abarttığımızdır,
küldür herkesin payına kalan...
 
Yılmaz Odabaşı - Dağınık Gazel


eski güzel şeylerden değil,
yeni kötü şeylerden başlamak gerekir. -Walter Benjamin-

göç
geçer...

geçer ayrılıklar baladı
siyah bir orman olur gençliğimiz
bize böyle pay kalır
bize böyle pay kalır...

ağla sömürgem... belki dönemem
oralarda usul usul talazlanan nehirlerde yaz kalır
kış yanar, düş üşür yüreğimde
ağlarım, gözyaşım beyaz kalır...

sonra askerler yeniden kuşatırlar aşınmış kaleleri
bin havaar parçalar gecenin döşeğini
ocaklar iniler, yas büyür, orta yerde kan kalır
dıngılavada peştamallı çocuklar havuzlara işerler
gözlerinde bir mahmur özlem kalır...
derken bir ankara, bir poyraz beni döve döve içeri alır
yollarda giderek uzaklaşır... giderek uzaklaşır
fahişeler terli kasıklarıyla sabaha uğurlanır
kuşlar inkâr edilir, gökyüzü yağmalanır
ben büyürüm bu kederle kalbim uslanır...

ağla sömürgem! ağla ve kucakla kumral delikanlını
buralarda çatılmış bir tüfeğim böğrümde taflan kalır
şimdi kızılay da oturmuşum hasretin kancasında
geçer zaman, geçer yıllar, günlere bir yeni hazan kalır...
ağla sömürgem... sen hep mağlup bir ağlayışta
ben uzak susarım bu mağlubiyet için hep anlayışla
bak, çöpçüler bu geceyi de piç edip süpürdüler
ben ise haber değeri bile olmayan bir haykırışta
özleminle hâlâ bir yakarışta...

ağla! ben de ağlarım gözyaşlarım özlemine az kalır
buralarda nem var! nem varsa sende kalır
daha çağırırken
anı bile kalmaya tenezzül etmeyen o dağ dorukları
sömürgem yaslar durur sesime kırgın ayrılıkları...
ben gittim
ve yittim!
oralarda usul usul talazlanan nehirlerde yaz kalır
yaslarım günleri yüzüme gözyaşım beyaz kalır
burada yıllar küfürle uğurlanır
ben büyürüm içindeki haylaz çocuk uslanır
ve günler geçer, herkes gider, pistler boşalır
sahnede bir ben, bir kurtlar, bir klasik dans kalır...

ağla sömürgem... buralarda döne döne-
mem! artık bir yeşile dolmasak da anılardan haz kalır
sen de bir zaman duyarsın
bir gün bir taze mezar kazılır
ardında bir dağınık gazel ile, kül ile
ankara'da bir ölü yılmaz kalır...
 
Yılmaz Odabaşı - Ey Hayat

(ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın
aslında yokum ben bu oyunda
ömrüm beni yok saysın

yaşam bir ıstaka
gelir vurur ömrünün coşkusuna
hani tutulur dilin
konuşamazsın!

tırmandıkça yücelir dağlar
sen mağlupsun sen ıssız
ve kalbinde kuşların gömütlüğü
tutunamazsın
eloğlu sevdalardan dem tutar
aşk büyütür yıldızlardan
yasak senin düşlerin
dokunamazsın...

birini sevmişsindir geçen yıllarda
açık bir yara gibidir hâlâ
hâlâ ne çok özlersin onu
ağlayamazsın...

yolunda köprüler çürür
sesin, sessizlik sanki bir uğultuda
savurur hayat kül eyler seni
doğrulamazsın!

yapayalnız bir ünlemsin
dünyayı ıslatan şu yağmurlarda
herşey çeker ve iter
anlatamazsın...

yaşam bir ıstaka
gelir vurur işte ömrünün coşkusuna
sesinde çığlıklar boğulur ama
bağıramazsın
sonra vakt erişir, toprak gülümser sana
upuzun bir ömrün ortasında
ne hayata ne ölüme
yakışamazsın!

yazdırmalısın mezar taşına:
ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın
aslında hiç olmadım ben bu oyunda
ömrüm beni yok saysın
 
Yılmaz Odabaşı - Fire Veren Coğrafyada

bir düğün gecesi mardin'de çektirdiğimiz resim
benden söz eder
yüzüm, bu öksüz ülkenin bütün sabrını kuşanmış
örtülmüş perdeleri gülümsemenin
demek mardin'de biraz akşammış
o kent hâlâ albümlerden, kadir'den ve lütfü'den
birisi sevgilisi tutuklu bir genç kız kederinden
birisi gidilemeyen kentlerden, nar mevsiminden
söz eder
ve yürürüz
yürümek her bahar papatya kokularıyla sarhoş
sonra merakla açtığım mektup:
Çankırı cezaevi, görülmüştür kadir'den;
zarfta o düğün gecesi mardinli resim
ve bir hükümlü merhaba bizden söz eder

öylesine çoktuk ki ve çoktu kadir
daha çoğaltır kendini taş odalarda
her geçen gün fire veren bu coğrafyada
 
Yılmaz Odabaşı - Genelleme

arınıyor, deviniyor gökyüzü
toz
ve ter karışıyor hayatıma

uzak git bölünüp dağılan
eksilip savrulan ne varsa!
...

merhaba doğrulup dirilten yanm
ve deli dizelerime biriken çığlık
merhaba
uğultusu rüzgarların bahar akşamlarında

arınıyor, deviniyor gökyüzü
akıyor zaman
sevdalar karışıyor hayatıma
 
Yılmaz Odabaşı - Gittiğin Yer

gittiğin yer bir yağmur damlası kadar yakın
gittiğin yer bir uçurum kadar uzak

herkes yeniden yazgısına kanacak
gittiğin yer kalbimde hep kan kadar sıcak

gittiğin yeri anlamak
gittiğin yeri ağlamak

bir çerçevede yarım bir gülüş
ve yalnız bir fotoğraf bırakarak

yine bahar açacak, güvercinler uçacak
gittiğin yerlerde sana kimler bakacak?

gittiğin yer bir yağmur damlası kadar yakın
gittiğin yer bir uçurum kadar uzak

seni benden zaman, seni ölüm alırdı ancak
gittiğin yer hasretimin kavalyesi olacak...
 
Yılmaz Odabaşı - Gözlerin Gökyüzünde Bir Dolunay

diyelim ki sessiz gecede poyraz
sis çökmüş o heybetli dağlara
yurdun da kar altında, gözlerin gök-
yüzünde bir dolunay

diyelim ki sınamışsın uzaklığın ihanetini
seslere çarpmış sesin
ama ulaşmamış nefesin

diyelim ki şarabın dökülmüş, suların kesik
bu hayat seni bir oyuncak sanıyor

diyelim ki sana çıldırmak yasak, sana ağlamak
yasak, yarın yasak, düş yasak sana

diyelim ki üşüyorsun kısacık bir ömrün sığınağında
bir çay bile ısmarlamıyor hayat!

diyelim ki lekesiz hiçbir şey kalmamış artık
sis çökmüş güvendiğin dağlara...

kederli bir süvari ol
orda! sen orda
bırakma atını mahmuzlamaktan

bıkma bu puştlar panayırında
berrak nehirler aramaktan!

yaslı bir kışa rehin düşse de günler
kalbindeki tomurcuğu bahara büyüt
o tomurcuk düşlerin yağmuruyla ıslansın

(o tomurcuklar ki bahçedir bir gün insanlığa güllerden
hep ilenç mi?
sevinçler de devşirmeli bu ayaz mevsimlerden!)

çünkü her insan bir limandır baş ucunda tekneler
çünkü herkesin hüznü kocaman, aşkları dalgın

kimi kesik, kanıyor şah damarından
kimi bozgunda yetim dervişan
kimi aşklarıyla, düşleriyle perişan

(yamalı yerlerinde
kanıyor hayat
tutunduğun yerlerinden
soluyor hayat...)

bu yüzden salıver düşlerini kendi uğruna yansın
salıver düşlerini ateşlere abansın!

tutunduğun yerlerinden solarken hayat
bıkma atını mahmuzlamaktan

bıkma sendeki insan için
derin uçurumlar arşınlamaktan...

yaslı bir kışa rehin düşse de günler
bir gün rüzgar esecektir suların serinliğinden
bir gün kırlangıçlar da geçecektir göğün genişliğinden

yaslı bir kışa rehin düşse de günler kalbindeki tomurcuğu bahara büyüt
o tomurcuk düşlerinin yağmuruyla ıslansın

çünkü senin de bir ütopyan varsa,
i n s a n s ı n...
 
Yılmaz Odabaşı - Güne Dönersin

garına ve akşamına varmamış bir trenle
yolcusun
özlemin, kimliğin ve arka cebinde terlemiş biletinle

sen iki ömrü törpülerken sevgilim
ve sürdürürken o civan ısrarı kederinle
tut ki nice trenler kalkacak dünyanın her yerinde
sonra da biz kalkacağız/topla kendini

şimdi elini tutuşum bir anıdır/sen güne dönersin
tren usul usul gelir azar azar gidersin
ben de burada özlerim rengini yüzüne yazdığım bir çiçeği
onlarca, yüzlerce, binlerce bölünmüş kanıyorsun
topla kendini...

ve hüzün kara bir bulut gibi çöküyor gözlerine
ötede güz çöküyor üstüne yaz mevsiminin
her mevsimin tükenişi intihar çağrıştırırken bende
güzse hep aynı iklimdir yara yerimde
git!
uzaklığa dolan yol gibi dol hasretime...
 
Yılmaz Odabaşı - Hayat Gül Kokulu Bir Sağanak

gözlerimin önünde ıslak dağların kabaran yalnızlığı
ne varsa uçurumlar eşiğinde
hüzünlerle yalpalayan ne varsa
gözlerimin önünde

ve hayat gül kokulu bir sağanak yine
birşeyler anlatmak istiyor hayat
ve alıp götürmek bir şeyleri kurt sofralarına
gün batıyor
gün batıyor bukağısı paslı bir sevinç oluyor yalnızlığım

unutuyorum sevgilim suretini
durgunluğun "niçin" di unutuyorum

gün batıyor ürkek yıldızlar dolanıyor yalnızlığıma
umurumda değil ne yağmur ne ayaz
ne de kerpiç kokusu havada
unutuyorum/sabaha/kadar/ gün batıyor
sonra bir akasyayı okşuyor gözlerim
geciken sabahlara koşuyor kuşlar
gözlerimin önünde
ve hayat gül kokulu bir sağanak yine
 
Yılmaz Odabaşı - İdris

içindeki çocuğu alıp kaç idris
bırak paslı hançerlerle parçalamayı
uykularını
ihanet torpil yapmaz
hasret ardına bakmaz
kır kanlı bıçakları
içindeki çocuğu alıp gel idris...

bir mavi için ağlama idris
itme şu duvarları
gülümse, sütünü ve içindeki çocuğun

bilirim, mağlûbiyet
esrik gülüşler ardında paramparça bir perde
yeter idris, vakur ol, onur var serde
anladım, vazgeçemezsin ondan
asla!
kardeşim, fazla alkol mevcut şimdi
damarlarındaki asil kanda...
aldırma demiyorum sana
aldırarak
aldırma
içindeki çocuğu şu kirli hayata uyandırma!

içindeki çocuğu alıp gel idris
coşkunu parlat ya da birkaç tek at
küfürlerine tutunarak geç kaldırımlardan
sonra bir kerhaneye git ve oturup ağla

kerhaneleri bütün dünyanın
aşk kangrenlerinin yıkık çarşılarıdır...

aldırma demiyorum
aldırarak
aldırma
içindeki çocuğu idris, çocuğu uyandırma!

ve yıllar geçer
idrislerin kalplerindeki çocuklar
daha ölüdür

düşleri hâlâ terasta
idrisler ise zemin katta kiracı oturur...
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers haber
vozol puff
Geri
Üst