Tasavvuf , Tasavvuf nedir ,Tasavvufun Doğuşu

уαяєη

ɘƨмɘя
Bayan Üye
TASAVVUFUN DOĞUŞU

nokta.gif
:: 1 ::
nokta.gif


Cenâb-ı Hak, insanoğluna ihsân ettiği sonsuz nîmetlerine ilâveten:

نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِى

"Rûhumdan (kudretimden bir sır) üfledim"1 buyurarak, kendi katından bir cevheri ikram etmekle, ona kıymetlerin en yücesini lutfetmiştir. Buna mukabil olarak da onun, Zât-ı Ulûhiyyet'ine muhabbet sûretiyle kullukta bulunmasını, neticesinde de mârifetten nasîb alarak, vuslata ermesini murâd etmiştir.

Hak Teâlâ, kullarını hidâyete ulaştırmak için, insana birtakım üstün vasıflar lutfetmiştir. Buna ilaveten bir de, aralarından müstesna yaratılışlı, vahye mazhar olmuş bazı kullarını peygamber olarak vazifelendirmek sûretiyle onlara ihsanda bulunmuştur. Peygamberlerin olmadığı zamanlarda ise, verese-i enbiyâ olan sâlih kullarıyla bu lutfunu devâm ettirmiştir.

Rabbin insanlığa müstesna bir yardımını ifâde eden peygamber gönderme keyfiyeti, bütün insanlığı şümûlüne alabilmesi için Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ile başlamıştır. Hazret-i Âdem, hem ilk insan ve hem de ilk peygamberdir.

Bu mübârek hidâyet yolu, ilâhî kudret akışları içinde bir nûr şerâresi hâlinde müteselsilen gelen yüz yirmi bin küsur peygamberle te'yîd ve takviye edile edile, insanlığın kaydettiği terakkîye muvâzî bir tekâmül kazanmıştır. Devrin husûsiyetlerine ve muhâtapların seviyelerine uygun bir teblîgatla devâm edip giden bu silsile, nihâyet son peygamber Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'de kemâline erişip âzamî zirveye ulaşmıştır.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nûruyla Hazret-i Âdem'den önce, cismâniyetiyle bütün peygamberlerden sonra zuhur etmekle, nübüvvet takviminin ilk ve son yaprağı olmuştur. Yâni risâlet takvimi, varlığın ilki olan Nûr-i Muhammedî ile başlamış, son yaprağı da "Cismâniyet-i Muhammedî" ile nihâyet bulmuştur. Dolayısıyla O, zaman itibariyle son, yaradılış itibariyle ilk peygamberdir.

Bütün mevcudâtın varlık sâikı, nûr-i Muhammedî olduğundan , Cenâb-ı Hak Hazret-i Peygamber'i "Habîbim" hitabına mazhar olacak bir liyâkatte yaşatmıştır. Rabbimiz, O'nun müstesna ve mûtenâ hayatını zâhiren ve bâtınen en güzel bir şekilde terbiye ederek, bütün insanlığa bir armağan olarak lutfetmiştir.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sîreti ve mübarek şahsiyeti, sırf insan idrâkine sığabilen tezahürleri ile dahî, beşerî davranışlar manzûmesinin en ulaşılmaz zirvesini teşkil eder. Zîrâ Allâh -celle celâlühû- O mübarek varlığı, bütün insanlığa bir "Üsve-i Hasene" yâni en mükemmel bir ahlâk numûnesi kılmıştır. Bundan dolayıdır ki, O'nu insan topluluğu içinde acziyet bakımından en altta bulunan "yetim çocukluk"tan başlatarak, hayatın bütün kademelerinden geçirip, kudret ve salâhiyet bakımından en üst noktaya, yâni devlet reisliği ve peygamberliğe kadar yükseltmiştir. Tâ ki beşeriyet kademelerinin herhangi bir yerinde bulunan herkes, O'ndan kendileri için en mükemmel fiilî davranışları örnek alıp, kendi iktidar ve istîdâdı nisbetinde bunları gerçekleştirmeye meyledebilsin.


Esâsen Cenâb-ı Hak, O'nun, bi'setinden (peygamber olarak gönderilişinden) itibaren dünyânın sonuna kadar gelecek bütün insanlara bir örnek teşkil ettiğini beyân buyurmaktadır:




لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ
لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا الله َ وَالْيَوْمَ الآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا


"Andolsun ki, sizin için; Allâh'a ve âhiret gününe kavuşacağını uman ve Allâh'ı çok zikreden (mümin)'ler için Rasûlullâh'ta en mükemmel bir örnek (üsve-i hasene) vardır." (el-Ahzâb, 21)

Bu demektir ki bütün insanlık, îmânî ve ahlâkî -daha umûmî bir tâbirle- tasavvufî davranış mükemmelliğine ulaşabilmek için o mübârek varlığın hayat ve faâliyetlerini lâyıkıyla öğrenmek mecbûriyetindedir. Öğrendiklerini kendi istîdâdı nisbetinde taklîde yönelmeli ve zamanla tahkîke ulaşmayı hedeflemelidir. Bu ise, O'na duyulan muhabbet ve O'nun rûhâniyetine bürünebilme nisbetinde gerçekleşir. O'nunla duygulanıp feyz-yâb olmada sayısız rûhânî nasip ve tecellîler vardır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in örnek şahsiyet ve kalbî hayatından tâkatimiz kadar nasib alabilmek, O'nun ahlâkıyla ahlâklanabilmek, dünya ve âhiretteki şereflerin en yücesidir.

Âlemlerin Rabbi, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i zâhiren ve bâtınen en güzel bir fıtratta yaratıp terbiye etmiştir ki O, bu ilâhî terbiyesini:
"Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi ne güzel kıldı." (Süyûtî, Câmiu's-Sağîr, I, 12) sözleriyle ifâde buyurmuştur.

1.Hicr Sûresi, 29.
 
---> Tasavvuf , Tasavvuf nedir ,Tasavvufun Doğuşu

TASAVVUFUN DOĞUŞU

nokta.gif
:: 2 ::
nokta.gif


Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dünyâ âlemine teşrîfinden itibaren, kırk yıl dehşetli bir câhiliyye toplumu içinde yaşadı. Buna rağmen ilâhî sıyânet, muhafaza ve terbiye altında büyüdü. Câhiliye döneminin hiçbir mâsiyetine bulaşmadı. Hattâ nübüvvete hazırlık mâhiyetinde mübarek sadırları yarılarak kalb-i şerîfleri temizlenmiş, mânevî füyuzât ve nurlarla müzeyyen kılınmıştır.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamberlikten önce de tevhid muhtevâsı içinde asîlâne bir hayat yaşamış, bilhassa risâletle vazifelendirilmesine yakın zamanlarda kendini daha çok Allâh -celle celâlühû-'ya gerçek bir kul olmaya adamıştı. Nûr dağında uzun müddet inzivâlara çekilmiş ve derin tefekkürlere dalmıştı. Bu inzivânın sebebi, zâhirde halkın içine düştüğü sapıklık, zulüm ve sefâletten gönlüne akseden ızdıraplarla bütün âleme şâmil merhameti idi. Hakîkatte ise, insanlığa ebedî bir meş'ale olan Kur'ân'ın ind-i ilâhîden kalb-i pâk-i Muhammedî vâsıtasıyla beşer idrâkine intikâlini sağlayacak bir hazırlık safhasıydı. Bu tecellî ve tezahürlerle onun kalb âlemi, gerçek bir sâfiyete ererek, vahyi telakkî edebilecek bir seviyeye ulaştı. Vahye hazır hâle gelen o mübarek kalb, altı ay müddetle sâdık rüyâlar şeklinde tecellî eden mânevî işaretler ve ilhamlara mazhar oldu.


Böylece kendisine mâneviyât âleminden esrar perdeleri aralandı. Bu hâl, vahye muhâtap olmak gibi, sıradan kullar için tahammülü imkansız ağır bir yükü taşımak hususundaki fıtrî istîdâdın, zâhire çıkma mevsimi idi. Tıpkı ham demirin derûnundaki istîdâd ile çelikleşmesi gibi
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün peygamberlerin salâhiyet ve vazifelerinin cümlesini şahsiyet ve davranışlarında cem etti. Neseb ve edeb asâleti, cemâl ve kemâl saâdeti onda zirveye ulaştı. Ahkâm vaz etti. Tasavvufun özü olan kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye keyfiyetini tâlim edip, berrak bir kalb ile Cenâb-ı Hakk'a karşı yapılacak kulluk ve duâyı öğretti. En güzel ahlâkı yaşayarak insanlığa mükemmel bir numûne teşkil etti. Kırkıncı yaşı ise, kendisi ve beşeriyet için en mühim dönüm noktası oldu.


cicek.gif



Tasavvuf, özü itibariyle gönül âlemimizin selîm bir hâle gelip, mârifetullâh ve muhabbetullâhtan hisse alacak bir seviyeye ulaşabilmesi ve bu sâyede ilâhî vuslata medâr olabilecek bir kıvâma gelebilmesidir. Bu kıvâm, bizi kurtaracak olan rûh, Hira ve Sevr'den kalan mukaddes bir mîrastır. Zîrâ gerek bu husûsî mekânlarda gerek diğer mekân ve zamanlarda Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e, vahyi telakkîde takip ettirilen bu mânevî eğitim, kalb tasfiyesi ve nefs tezkiyesinin feyizli zeminini teşkil etmektedir.
Henüz vahiy gelmeden önce belli bir kalbî ve rûhî seviyeye ulaşmış olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ulvî bir hayatın ve yüksek bir ahlâkın içindeydi. Lâkin ilâhî bir tâlimat ile Hira Mağarası'ndan döndüğünde, eski hayatını fersah fersah aşan yüce bir merhaleye ulaşmış bulunuyordu. Yüce Rabbiyle derin ve kuvvetli bir kalbî irtibâta geçmiş, tevhid ve mârifetullâh nûrunu bütün zerrelerine sindirerek, kullukta takvâ ve huşûun zirvesine ulaşmıştır. Öyle ki, geceleri ayakları şişinceye kadar gözyaşları içinde kulluk ve ibâdete devam etmiş, gözleri uyusa bile kalbi dâimâ uyanık kalmış, Allâh'ın zikrinden, tefekkür ve murâkabesinden bir an bile uzak kalmamıştır.


Gerçekten O Yüce Varlık, kendisine vahyedilen Kur'ân-ı Kerîm'in ortaya koyduğu ilim ve hikmet muhtevâsıyla, devrinin seçkinlerini dahî âciz bırakmış, hayat ve icraatiyle o güne kadar ulaşılmamış ve kıyâmete kadar da ulaşılamayacak olan bir mûcize deryası hâline gelmiştir. Artık kıyâmete kadar vâkî olabilecek hiçbir keşif, O'nu tekzip edemeyecek ve hiçbir mürebbî de O'nun terbiyesinin kâbına erişemeyecektir.

Zamanla Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'deki bu rûhî ve kalbî kıvam, daha da zirveleşmiş, Mahbûb'un Habîb'ine eşsiz ikramı olan Mîraç'la O, bir "sonsuzluk yolcusu" olmuştur. O gece Rabbinin husûsî misâfiri olarak ötelerin ötesine geçmiş, âyet-i kerîmede beyân edildiği vechile:
قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنىَ 1
sırrına mazhar olmuştur.


İsrâ ve Mîraç olarak ifâdelendirilen bu büyük ikram-ı ilâhî, bütün beşerî perdeler kaldırılarak idrâk üstü ve tamamen ilâhî ölçülerle gerçekleşen bir lutuftur. Beşerî mânâda mekân ve zaman mefhumu kalkmış, milyarlarca insan ömrüne sığmayacak kadar uzun bir yolculuk ve müşâhedeler, çok az bir zaman içinde vukû bulmuştur. Âlemleri, kürsîyi, arşı ve sidretü'l-müntehâ'yı aşmış, ru'yetullâh tecellîsine mazhar olarak Rabbiyle vasıtasız bir şekilde mükâleme gibi müstesnâ bir nîmete nâil olmuştur.

Allâh'ın lutfu sâyesinde ulaştığı bu kalbî kıvam ve kemâl ile, bütün beşeriyeti hidâyete getirme iştiyâkı içinde dîn-i mübîni tebliğe devâm etmiş, kendisine tevdî edilen bu ilâhî emaneti îfâ şuuru, onu zirvelerin zirvesi hâline getirmiştir. Vazifesini icrâya mânî olacak bütün dünyevî teklifleri tereddütsüz reddetmiş, Hakk'a kulluğu her şeyin üzerinde telakkî etmiştir. Tebliğin ilk döneminde vukû bulan şu hâdise, bu hakîkati ne güzel ifâde etmektedir:


1.Kaabe kavseyni ev ednâ: Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mîraç Gecesi'nde, Cebrâil dâhil hiçbir mahlûkun hudûdunu aşamadığı Sidre-i Müntehâ'nın ötesine geçirildi. Âyette beşer idrâkine "birleştirilmiş iki yay arası veya daha az" mesâfe olarak bildirilen keyfiyetiyle, kullarca telakkîsi muhâl ve mahrem olan bir vuslat vukû buldu. Bkz. Necm Sûresi, 9.
 
---> Tasavvuf , Tasavvuf nedir ,Tasavvufun Doğuşu

TASAVVUFUN DOĞUŞU
nokta.gif
:: 3 ::
nokta.gif


Müşrikler, Ebû Tâlib vâsıtasıyla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e haber göndererek dâvâsından vazgeçmesini istemişlerdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cevap olarak amcasına şöyle buyurdu:

"- Amca! Vallâhi, Allâh'ın dînini tebliğden vazgeçmem için, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya yüce Allâh, onu bütün cihâna yayar, vazîfem biter; ya da bu yolda ölür giderim!"1

İslâm nûrunun doğuşundan rahatsız olan müşrikler, Ebû Tâlib vâsıtasıyla yaptıkları teşebbüslerinin netîcesiz kalması karşısında, bu defa Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e geldiler ve şu tekliflerde bulunmaya cür'et ettiler:

"- Zengin olmak istiyorsan, sana istediğin kadar mal verelim; öyle ki kabîleler arasında senden zengin kimse bulunmasın!
Reislik arzusundaysan, seni kendimize baş yapalım; Mekke'nin hâkimi ol!
Şâyet asîl bir kadınla evlenmek fikrinde isen, sana Kureyş'in en güzel kadınlarından hangisini istersen verelim!

Ne istersen yapmaya hazırız. Yeter ki, gel bu dâvâdan vazgeç!"
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de o gâfillere, yaptıkları ve yapacakları bütün süflî ve nefsânî taleplerin hepsine birden cevap mâhiyetinde şöyle buyurdu:

"- Ben sizden hiçbir şey istemiyorum. Ne mal, ne mülk, ne saltanat, ne reislik, ne de kadın! Benim tek istediğim, tapmakta olduğunuz âciz putlardan vazgeçerek yalnız Allâh'a kulluk etmenizdir!" 2

Hiç şüphesiz bütün insanlığa emsâl olacak bu tavır ve beyânlar, îmânda sebatın ve vazife şuurunun en mükemmel bir tezâhürüdür. İdeal ve tertemiz bir kulluk hâlidir.

Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e yapılan bu kabil yersiz teklif, talep ve seslenişler, dünyâ mukâbilinde âhiretten "vazgeçmek" mâhiyetindeydi. Nitekim insanlık târihi, dünyânın, nefislere seslenip onları kendisine çağırması ve sonsuz olanı perdeleyip fânîliğe âit hevâ ve hevesleri yaldızlaması karşısında eriyen nice irâdeler ve sayısız aldanışlarla doludur.
Esasen, ilk olarak Âlemlerin Rabbine hamd ile başlayan, neticede de kalbi menfî duygu, düşünce ve vesveselerden arındırıp bütün mahlûkâtın yegâne Rabbine mutlak mânâda sığınmayı emrederek son bulan Kur'ân-ı Kerîm'in, kıyamete kadar insanlığa nazarî bir hidâyet rehberi oluşuna mukâbil; insanlığın fiiliyattaki rehberi olan, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-'ın yolundan ve izinden yürümek, iki cihan ufkuna şâmil beşerî saâdetin yegâne vesîle ve vâsıtasıdır. Bu büyük nîmetten vazgeçmek, hangi şey mukâbilinde mâkul olabilirdi ki?
nokta.gif


O Kur'ân-ı Kerîm ki, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ve O'nun vasıtasıyla bütün beşeriyete ikram olunmuştur. O ilâhî kelâm, insanı, kendisini tanıyıp eserden müessire, sebepten müsebbibe, sanattan sanatkâra ve mahlûktan Hâlık'a varmaya çağırmaktadır. Nihâyetinde Allâh'ı çokça zikrederek, bütün hayatını sanki O'nu görüyormuşçasına ihsân ve takvâ duyguları içerisinde geçirip, böylece hakikî bir ilâhî murâkabe altında olduğu şuuruna erdirerek, Cenâb-ı Hakk'ın muhabbet ve rızasına vâsıl olma yollarını tâlim etmektedir.
Bilmelidir ki, Allâh'a muhabbet deryasına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. Öyle ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e muhabbet, Allâh'a muhabbet; O'na itaat Allâh'a itaat; O'na isyan ise Allâh'a isyan mâhiyetindedir.
Yukarıda temâs etmiş olduğumuz üzere mevcudâtın varlık sâikı, hilkatta ilk olan Nûr-i Muhammedî'ye O'nu yaratanın muhabbetidir. Bu sebeple bütün kâinât, yaratılışta ilk olan Nûr-i Muhammedî'nin şerefine ve O'na bir mazrûf olmak üzere halkedilmiştir. Nûr-i Muhammedî'ye mazrûf olan bu kâinâtın ilâhî lutuflara nâil ve muhâtap olmak yönünden zirvesi insandır. İnsanlık manzûmesinin zirvesi de vucûd-ı Muhammedî'dir. O insan ki, bu koskoca kâinâtın bir yelpaze misâli, içinde dürülüp meknûz bulunduğu minyatür bir âlemdir. Bu sebeple kendisinden aynı zamanda "âlem-i sağîr" (küçük âlem) diye de bahsedilir. O, tohum içinde gizli koca bir çınar, zerrede gizli büyük bir kürre ve ferd içinde bir cemiyet mevcûd olması kabîlinden, bünyesinde -müspet ve menfî- büyük ve küllî oluşların hülâsasını taşıyan zübde (öz) bir varlıktır. Bu vasıfları itibariyle "eşref-i mahlûkât" olan insan zerreciklerinin ummânında, hayâl ötesi bir zirve vardır ki o da vücûd-i Peygamberî'dir. O'na muhâtap olanlar Fahr-i Kâinât'ı, istîdâd ve iktidarları nisbetinde ve bir de muhabbet veya husûmetleri îcâbına göre telakkî etmişlerdir. O'na muhabbetle nûr, husûmetle nâr (ateş) görünür. Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali ile Ebû Cehil'in vücûd-ı Muhammedî'yi telakkîleri arasındaki fark, bu keyfiyette tezâhür etmiştir. Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ali, Âlemlerin Efendisi'ne, büyük bir aşk ve muhabbetle bakabildikleri için, öze inerek tasavvufun altın silsilelerinde ilk halkayı teşkîl edebilme şerefine nâil olmuşlardır.

1.Bkz. İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Târîh, II, 64
2.Bkz. İbn-i Hişâm, es-Sîre, I, 236.
 
takipçi satın al
Uwell Elektronik Sigara
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
Geri
Üst