Mezbaha Terörü

---> Mezbaha Terörü

The Blue Elephant (2014)

2sa. 50dk. - Dram, Korku, Gizem, Gerilim -
Yönetmen: Marwan Hamed
Senarist: Ahmed Mourad

blue_00_14_29_00001.jpg


The.jpg


2f29b3ef5680e7ee2441b26481633a03.jpg


TheBlueElephant10092014.jpg


67495.jpg
 
---> Mezbaha Terörü



Amacı ne bu konunun yani? Kafana göre videolar paylaşmak filan mı yoksa başka bir amacı var mı?

Bir nevi arşiv yapıyorum. İzlediğim filmleri arşivlediğim bir site var. Beğendiğim filmleri burada paylaşıyor, isteyenlerin istifade etmesini istiyorum.

Okuduğum kitapları elimde tutmam, hediye ederim. Okuduğum kitapların beğendiğim yazılarını buraya aktarıp, o yazıları hatırlamam gerektiğinde bakacağım yeri biliyorum. Aynı zamanda yazıları buradaki insanlarla da paylaşmış oluyorum. Bilgisayarıma henüz indirmediğim fakat indireceğim müzikler için de aynı mutualist durum söz konusu.

Forumda benim için ehemmiyeti en yüksek konu bu. Okuduğum araştırma yazılarını, köşe yazılarını da paylaşmak niyetindeyim. Bakalım.
 
---> Mezbaha Terörü

Bir nevi arşiv yapıyorum. İzlediğim filmleri arşivlediğim bir site var. Beğendiğim filmleri burada paylaşıyor, isteyenlerin istifade etmesini istiyorum.

Okuduğum kitapları elimde tutmam, hediye ederim. Okuduğum kitapların beğendiğim yazılarını buraya aktarıp, o yazıları hatırlamam gerektiğinde bakacağım yeri biliyorum. Aynı zamanda yazıları buradaki insanlarla da paylaşmış oluyorum. Bilgisayarıma henüz indirmediğim fakat indireceğim müzikler için de aynı mutualist durum söz konusu.

Forumda benim için ehemmiyeti en yüksek konu bu. Okuduğum araştırma yazılarını, köşe yazılarını da paylaşmak niyetindeyim. Bakalım.

Anladım dostum, güzel konu.

Kolay gelsin.
 
Cumhuriyetçiler mi, Demokratlar mı Türkiye İçin Daha Hayırlı?

Prof. Dr. ÇAĞRI ERHAN
Kemerburgaz Üniversitesi Rektörü

Geçtiğimiz salı günü ABD başkanlık seçiminde yarışacak adayları belirleyecek delegeleri seçmek için aynı anda birçok eyalette ‘eğilim yoklaması’ yapıldı. ‘Süper Salı’ olarak isimlendirilen bu çoklu yoklamalar önümüzdeki aylarda da birkaç kez tekrar edilecek. İlkinde Cumhuriyetçi parti aday adaylarından Donald Trump, Demokrat parti aday adaylarından ise Hillary Clinton galip çıktı. Mevcut tablo diğer eyaletlerde yapılacak eğilim yoklamalarında da değişmezse, bu iki isim kasımda düzenlenecek seçimde partilerinin başkan adayları olarak yarışacaklar.

Siyasi, askerî ve ekonomik gücündeki göreli düşüşe rağmen halen tek hiper güç konumunda olan ABD’de kimlerin iktidarda olacağının tüm dünyada yakından takip edilmesinden daha tabii bir şey olamaz. Hâl böyle olunca da, birçok ülkede şimdiden, Ocak 2017’de başkanlık koltuğuna oturabilecek kişi ve onun takip edeceği siyasete ilişkin, basit tahminlerin ötesinde, bilimsel dayanakları olan çalışmalar yürütülüyor.

ABD başkanlık seçimi hâliyle Türkiye’de de ilgi çekiyor. Bunu ikiye ayırarak değerlendirmek lazım. Bir yanda, devletin önümüzdeki dönemde ABD’yle ilişkilerinin nasıl şekillenebileceğine dair detaylı ve ayakları yere basan analizler hazırlayan çeşitli devlet kurumları, özel teşebbüs ve onların iş birliği hâlinde olduğu uzman kuruluşlar var. Diğer yanda da toplumun çeşitli kesimlerinin yaptığı ve zaman zaman gazete köşelerine de yansıyan kısmen yüzeysel tartışmalar söz konusu. Birincisi daha kapalı kapılar ardında, ikincisi ise kamuoyunun gözünün önünde yürüdüğü için, halkımızın ABD’deki adaylar, partiler ve onların muhtemel kadrolarının takip edeceği siyaset hakkındaki izlenimleri de, daha çok ikinci tartışma süreci üzerinden oluşuyor.

Şüphesiz bu Türkiye’ye özgü değil. Kamuoyu önünde, televizyon ekranlarında ve gazetelerde yapılan ABD seçimi tartışmalarının popülist söylemler içermesi, sığ bilgi kırıntılarıyla bezenmiş temenni yumaklarından teşekkül etmesi dünyanın dört bir köşesinde ziyadesiyle yaygın bir durum. İkili ilişkilerdeki uyuşmazlık alanlarının son dönemde artması sebebiyle, ülkemizdeki tartışma ortamı sadece biraz daha yoğun ve duygusal.

Dış politikanın kamuoyunun ilgisini çekmeye başladığı son 40-50 yılı göz önünde bulundurursak, esasen 1968 başkanlık seçiminden bu yana Türkiye’de geniş halk kitlelerinin dört yılda bir iki temel soru üzerinden ABD’deki adayları değerlendirmeye tabi tuttuğunu söyleyebiliriz:

‘Hangi aday Türkiye’yi seviyor?’ ‘Hangi partinin kadroları Türkiye’nin millî menfaatlerine daha sıcak bakıyor?’

Bu iki soru, hâlihazırda devam eden başkan adaylarını belirleme sürecinde sıklıkla sorulmaya başladı. Adaylar netleştikten sonra da, ABD seçimiyle ilgili televizyon ve gazete haberlerinde bu sorular daha çok gündeme gelecek. Daha önce defalarca olduğu gibi.

İlk bakışta anlamlı gibi gözükseler de, bu sorulara verilecek basit cevaplar ‘yeni’ ABD yönetiminin Türkiye ile yürütebileceği ilişkilerin sağlıklı bir analizinin yapılmasına zemin oluşturamaz. Adayların herhangi birinin ‘Türkiye düşmanı’ olduğu yorumu ya da bir partinin muhtemel yönetim kadrosunda yer alabilecek bir ismin Türkiye’nin çıkarlarına açıkça karşı olduğu değerlendirmesi ancak başka verilerle desteklendiği, ikili, çok taraflı, bölgesel ve küresel değişkenler ışığında işlendiği vakit bir mana kazanabilir.

Geçmişteki birçok örnekte görüldüğü üzere, seçim çalışmaları sırasında Türkiye’de büyük sempati uyandıran, hatta seçildikten sonra da bir süre Türkiye ile çok yakın ilişkiler geliştiren bir başkan, bir süre sonra iç ve dış dinamiklerde meydana gelen değişiklikler sebebiyle, tam aksi istikamette bir tavır takınabilir. Çok gerilere gitmeden, mevcut ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın ilk yıllarındaki Türkiye-ABD ilişkilerinin durumuyla, bugünkü durum arasında mukayese yapmak yeterlidir.

Zannediyorum ki, ülkemizde yapılan ABD’yle ilgili değerlendirmelerde en sık tekrar ettiğimiz hata, ABD devlet yönetiminde kişilerin katkısını olduğundan daha büyük görmemizdir. Hatta bazılarımız, ‘ABD başkanı ne derse o olur’ sanıyor. ABD seçim sürecini biraz farklı gözle izlersek, belki bu kez daha sağlıklı değerlendirmeler yapma ihtimalimiz artar…
 
Çevreciliğin Siyasallaşması

H. HÜMEYRA ŞAHİN
University of London, The School of Oriental and African Studies

Çevre konusu, zaman zaman ateşli siyasal tartışmalara sebep oluyor. Temelde ağaç, doğal çevrenin korunması gibi yeşil odaklı ‘soft’ bir konu görünümündeyken, bir anda ‘hard’ bir siyasal mücadelenin mevzu haline geliyor. Gezi’de, Cerattepe’de ya da dünyada hükümetleri, devlet başkanlarını hedef alan birçok örnekte olduğu gibi… Peki yeşilin korunması, çevre gibi gayet spesifik bir konu, nasıl geniş kitlelerin siyasal ilgilerini şekillendiren bir tartışmaya dönüşüyor? Siyasal kutupların mücadele haline alanı haline geliyor?

1860’da Ekoloji biliminin kurucusu Ernst Heackle ile doğan çevreci hareket, ilk başta bilimsel bir arka plana sahipken, 68 olaylarıyla toplumsal harekete, 80 sonrasında da siyasal bir harekete dönüştü.

Elbette bu siyasal evrilmenin reel ihtiyaçlar dünyasında bir karşılığı var; Sanayileşmenin sebep olduğu olumsuz etkiler, nüfus artışı, doğal kaynakların azalması ve adaletsiz kullanımı gibi hususlar…

Bu nedenle, son 20-30 yılda birey için çevre konusu, güvenlik, refah, özgürlük gibi talepler arasında yer almaya başladı. Üretim ilişkileri ve teknolojinin kullanım biçimlerine karşıtlık, savurgan kaynak kullanımına itiraz gibi yüksek sesli siyasal talepler ortaya çıktı.

Bu talepler, aynı zamanda ahlaki bir tutumdan ilham alıyordu. Ancak sade bir yaşamın anlamlı bir muhtevaya sahip olabileceği görüşü, çevreci hareketin değer dinamiği olarak kabul edildi. Tabiatın dengesi ancak insanın kibrinden vazgeçmesiyle korunabilirdi.

Sade bir yaşam, karşılıklı toplumsal dayanışma, göç gibi nüfus hareketlerini minimum düzeye indirmek, dolayısıyla ulaşım araçlarını, ihtiyaç oldukça kamusal ölçeklerde kullanmak gibi hedefler, bu ahlaki tutumu pratize etmeye yönelik tedbirlerdi.

Fakat dünya her geçen gün bu ideallerin zıddı bir istikamete gidiyor. Araba aşkı, orta sınıfın yükselişi, modern toplumun her sorunu teknolojik çözümlerle aşabileceği anlayışı, meseleyi içinden çıkılmaz bir noktaya getiriyor. Savurgan tüketim ve üretim kalıpları, gündelik hayatı adeta kuşatıyor. Bu çerçevede, çevreci hareket, insanların sömürülmesi sonlandırılmadan çevrenin sömürülmesi de sona erdirilemez fikriyle, kendi talebini kapitalizm karşıtlığıyla birlikte dillendiriyor.

Fakat tüm bu teorik arka plana rağmen, siyasal çevreciler toplumdan kopuk profiller olarak karşımıza çıkıyor. Ve taleplerini muhalif bir ideolojik söylemle dile getiriyor. Gerçekten de çevre hareketlerine bakıldığında sol ideolojinin kuşatması altında olduğu görülür.

Oysa çevreci bir hareketin başarıya kavuşması, toplumun içinden bir ses olmasına bağlı. Sol ideolojinin çatışmacı dili yerine toplum değerleriyle örtüşen bir söylem belirlemek önemli. Meselenin eğitim boyutunu ihmal etmeden, bireylerin kişisel hayatına yerleşmiş alışkanlıklarla, tasarruf bilinci ve tabiatı kendi bedeninin bir parçası olarak görebilecek bir ahlaki olgunluğa yaklaşmak aslolan.

Yeşil bir ekonomi, yeşil teknoloji, yeşil eğitim, gelecek 50 yılın en önemli konuları. Fakat bunun toplum tabanına yayılmış samimi, uygulanabilir bir hassasiyetle ele alınması önemli. Toplumu dışlayarak, muhalif bir dil üreterek değil.
 
Berimene re skilos (Bekle be it)

Prof. Dr. ATA ATUN
Kıbrıs Yakın Doğu Üniversitesi

1974 öncesinde, Rumların mutlak hakimi oldukları Kıbrıs’ta yaşamımı sürdürürken, Rum kişi ve bürokratlardan sıklıkla duyduğum bir cümleydi bu (bekle be it). Çocukluğumuzda “skilosgagi” (küçük it) idik, Rum çocuklar bize öyle hitap ederlerdi, büyüyünce de “skilos”a (it) terfi ettik hep birlikte, “gagi”si kaldırıldı.

Bana kim olduğumu ve nerede yaşadığımı hatırlatan 2 buçuk kelimelik bu cümleyi çok sık duyardım Rumlardan, özellikle de Rum bürokratlardan. Daha doğrusu ister devlet dairesi olsun, ister Belediye veya da şantiye, tümü böyle hitap ederlerdi Kıbrıslı Türklere. Randevu almış olsanız bile, saatinde gitmenize rağmen önce bu hitabı duyar sonra da saatlerce bekletilirdiniz. Herkes gelir, işi olur biter giderdi ama sizin işiniz yapılmaz ve hep sona bırakılırdınız, çoğu zamanda ertesi güne veya da ertesi haftaya veya da adı konmamış çok uzaktaki bir tarihe.

“Skilos” kelimesini ilk kez, ne tesadüftür, Makarios’tan duymuştum.

1960’lı yılların ilk başlarıydı ve İngiliz Sömürge dönemi de son aylarını yaşamaktaydı. Makarios, 1959’un Aralık ayında yoğun bir şeçim propagandası ve faaliyetinden sonra rakibi, solcuların lideri Yorgo Klerides’i ezip geçmiş, 1960 yılının Ağustos ayında ilan edilecek Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçilmişti. Sanki de Kıbrıslı Rumların Kralıydı. Kıbrıslı Rumlar kendisine tapıyorlardı ve ne derse, ne isterse anında yapıyorlardı. Her gittiği yerde etrafında büyük bir kalabalık vardı… Hem kendisine tezahüratta bulunuyor, hem de sıraya girip elini öpüyorlardı.

Babam, nurlar içinde yatsın, Prof. Dr. Hakkı Atun, o yıl Lefkoşa’da, Veteriner Dairesi ile Lefkoşa Genel Hastanesinin laboratuvarında yoğun bir araştırma yapmaktaydı. İnsanlara ve hayvanlara musallat olan bir mikrobu teşhis etmeye ve sınıflamaya çalışıyordu. O dönemde Lefkoşa Genel Hastanesi Kan Bankası Müdiresi rahmetlik Melahat Hulusi (Melahat Hacıburgul) hanımla da Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Rumların kan grupları üzerinde ortak bir çalışma da yapmaktaydı. Sonradan yayınladığı makalesinde Kıbrıslı Rumların kan grubunun Kıbrıslı Türklerle ve Anadolu insanı ile aynı olduğu, (Yunanistan’da yaşayan) Yunanlıların ise çok farklı bir kan grubundan oldukları bulgusunu ortaya koymuştu. Makale yayınlanınca bu sonucu gören Kıbrıslı Rumlar çılgına dönmüştü.

Günümüzde Lefkoşa Surlar içinde Turizm Bakanlığının bulunduğu binada eğitim veren Bayraktar Ortaokulundaki dersler bitince bisikletime biner, ya dosdoğru Küçük Kaymaklı’daki evimize giderdim ya da nüfusunun çok büyük bir kısmını Rumların oluşturduğu bölgede yer alan babamın yöneticisi olduğu laboratuvara… Babam mesleğinde çok iyi olduğundan ve uluslararası tanınmışlığından dolayı, İngilizler kendisini adaya geri dönmesi için binbir zorlukla ikna etmişler, laboratuvarın da başına koymuşlardı. Babama verdikleri maaşı, Kıbrıs’ın o dönemdeki İngiliz Valisi Sir Hugh Foot’a dahi veriyorlar mıydı, emin değilim.

O gün dersten çıkınca, babası bir ayakkabıcı ustası olan sınıf arkadaşım Aydın’la birlikte amcasının yattığı Lefkoşa Genel Hastanesine gitmeye karar verdik. O amcasına gidecekti, ben de babama. Bisikletlerimize bindik, Selimiye camisinin yanından geçip, Arasta’ya daldık. Önce Ermu caddesine girdik, oradan da sanırım bir Ermeni olan Lokmacının yanından da Ledra sokağına büktük. O dönem Ledra sokağının adı “Uzun Yol”du. Uzun Yol’u boydan boya geçerek meydana gelince sağa döndük. O dönemin en meşhur oteli olan Regina Otel, Palmiyelerin yer aldığı sokağın üzerindeydi ve önünde de hep açık saçık giyinen kadınlar dururdu. Tam karşı sağ çaprazında da, sonradan adada yaşanan tüm felaketlerin kaynağı olacak olan Polis merkezi yer almaktaydı.Dönemin Polis (Genel) Müdürü Lağudontis idi. Üç yıl sonra Kıbrıslı Türklere toptan saldırıların başlangıcını teşkil edecek olan Tahtakala’daki saldırının talimatını veren, İçişleri Bakanı Polikarpos Yorgacis’in de has adamı olan Lağudontis…

Otelin önünden geçip Polis merkezinin önünden iniş aşağı hızlanıp, Baf kapısının içinde yer aldığı tünele hızla girdik ve oradan da surların dışına adeta fırlayarak çıktık. Bundan sonrası dümdüz tabak gibi bir yoldu. Yunanistan Elçiliğin önünden geçtikten sonra yarışmaya başladık Aydın’la… Soluğumuz kesildiğinde artık Lefkoşa Genel hastanesine gelmiştik.

Gözüm hemen babamın yeni aldığı arabayı aradı. Süt beyazı renkli, Y066 plakalı yepyeni bir Jaguar’dı babamın arabası. En çok da deri koltukları, ön iki koltuğun arasında yer alan gösterişli ve cilalanmış tahta topuzlu vites kolu ve de sürat göstergesinin ve diğer göstergelerin yer aldığı ön tablosu hoşuma giderdi. Göstergelerin hepsi yuvarlak şekilde ve tahtadan yapılmış, çok da güzel cilalanmış bir konsolun içine gömülüydü. Babamın bir evvelki arabası, “P” plakalı “O…’ marka bir araçtı. Numarasını nedense hatırlamıyorum. 268, 468 gibi bir sayıydı sanırım. Hiçte hoşnut değildi o araçtan. Zaman zaman canı sıkılır “bir daha “O…” marka araba alanın…” diye söylenirdi kendi kendine. Neydi hoşuna gitmeyen o arabada hiç öğrenemedim ama bayağı da şikayetçiydi. Jaguar’ı alınca şikayetleri bıçak gibi kesildi babamın. O dönemde yollarda seyreden araç sayısı az olduğundan adeta rüzgarla yarış ederdi babam yeni Jaguar’ı ile. Öndeki iki kapının da kelebek camları vardı. Ben ön sol koltuğa oturduğumda en çok, kelebek camını açıp yüzüme doğru çevirmek hoşuma giderdi. Kliması sadece ısıtmak için miydi, yoksa hem ısıtıp hem de yazın soğutuyor muydu hiç hatırlamıyorum ama ısıttığından eminim.

Babamın arabası yerindeydi. Özel bir yer vermişlerdi babama aracını koyması için Hastane binasının yer aldığı bahçenin içinde. Giriş kapısına yüzümü dönünce sol taraftaydı. Dört direkten oluşan, üstü kapalı bir garajdı. Görevi gölge yapmaktı sadece. Garajın ön kısmı da içinde yeşil ağaçların yer aldığı bir koruluğa veya da park alanına bakıyordu. Hastanede çalışan kişilerin araçları ise daha farklı bir yerde, zemini toprak olan geniş bir alanın içindeydi.

Her zamankinden farklı olarak Hastanenin önü ana baba günüydü o gün. Her zaman olmayan bir kalabalık vardı kapının girişine yakın yerde. Etrafı bir uğultu kaplamıştı ve “Zito Enosis”, “Zito Makariotuto”, “Zito EOKA”, “Zito Makarios”, (Yaşasın Yunanistan’la birleşme, Yaşasın ulu Makarios, Yaşasın EOKA, Yaşasın Makarios) bağrışları duyuluyordu birbiri arkasına. Birçoğunun ellerinde Yunan bayrağı ile mavi zemin üzerine yataylama beyaz büyük bir haçın olduğu, ortasında da EOKA yazısı ile Akropolis tapınağı olduğunu sandığım bir tapınağın resminin bulunduğu bayraklar vardı. Coşkulu coşkulu sallayıp bağırıyorlardı.

Belli ki olağanın dışında bir durum yaşanmaktaydı hastanenin giriş kapısı önünde. Meraktan çatlayacaktık Aydın’la birlikte. Bisikletlerimizi babamın garajının direklerinden bir tanesine yaslayıp, kilitledikten sonra uçarcasına koştuk kalabalığa doğru. Boyumuz da oradaki yetişkinlere kıyasla yarı boyda olduğundan daldık kalabalığın içine.

İtile kakıla, onu bunu çekiştirerek, bazen eğilip bacak aralarından da geçerek önlere doğru ilerlemeyi başardık. Biraz önümüzde siyah cübbesinin içinde bütün haşmeti ile Makarios durmaktaydı. Başında da silindir biçiminde, üstü düz, siyah renkli, kenarlarından aşağıya doğru da siyah bir kumaşın indiği başlık vardı. Boynunda ise iri gümüş renkli bir zincire takılı kocaman bir ıstavroz (haç) sallanıyordu. Elinde de bir sopa vardı ama asası mıydı yoksa bastonu muydu hiç hatırlamıyorum. Süslü güzel bir sopaydı. Elle tutulan yeri gümüş gibi parlıyordu. Büyük bir olasılıkla da gümüşten yapılmıştı. Hiç koskoca Başpiskopos ve de yeni Cumhurbaşkanı tahta sopa taşır mıydı?…

Herkes yan yana, ucu Makarios’ta biten dört-beş sıranın içinde, arka arkaya durmuş öne doğru gitmeye, ite kaka Makarios’a ulaşmaya çalışıyordu. Önlerde, rakiplerini saf dışı bırakarak Makarios’un elini tutmaya başaran hızlıca Makarios’un elini öpüyor ve sıradan çıkma uğraşı vermeye başlıyordu. Sıraya girmek ne kadar zor idiyse, çıkmak da o denli zordu.

Ağır ağır öne doğru yaklaşmaya başladık. Önümüzde bir ana kız duruyordu. Kızı bizim yaşlarda ve bizim boydaydı. Üstünde, uzun kollu, yakası beyaz, kız manastır okulunda giyilen tek parça koyu lacivert renkli bir elbise vardı. Terra Santa (manastır) kız okulundan veya da Faneromeni (kilise) kız okulundan olmalıydı. Annesinin elini sıkı sıkı tutmuştu, o kalabalıkta kaybolmamak ve ezilmemek için. O kıza bir vücut çalımı atıp bir sıra öne geçtik ama annesi bir kartal gibi elimi tutarak, Aydın’la beni geriye fırlattı. Bayağı canı sıkılmıştı anlaşılan önlerine geçmemizden.

O hengamede Makarios’a ilk ulaşmayı başaran Aydın oldu. Arkasında manastırda okuyan kız, onun arkasında da ben vardım. Aydın, Makarios’un elini tutmayı başarınca, ne olur olmaz kaçmasın diye iyice kavradı ve elinin üstünü, parmakların başladığı yer ile bileğin arasında kalan yeri, öpüp arkasından da başına koydu…

Makarios sanki de eline pislik bulaşmış gibi, yüzünü buruşturarak aniden elini geri çekti. Aydın’ı kendinden uzağa itelerken ağzından da “skilos” kelimesi döküldü. Ben duyduklarıma inanamamış ve gördüklerimden de donup kalmışken, önümdeki ana kız herhalde çok heyecan içindeydiler ki, neler olup bittiğini anlamadan ileri doğru bir hamle yapıp, Makarios’un eline yapıştılar ve gülücükler içinde birkaç kelime söyleyip Makarios’un elini öptüler. Makarios’un yüzü de hemen değişmiş, nefret ve iğrenme ifadesi yok olmuştu aniden Rum ana kızı karşısında görünce.

Benim ayaklarım geri geri gitmeye başladı, arkamdakilerin beni iteleyip öne geçmelerine gücümce izin verdim. Büyük bir düş kırıklığına uğramıştım… İçimden de Makarios’a ulaşmak ve Rumların yaptığı gibi elini öpmek geçmiyordu. Nasıl olsa bana da “it” deyip, iğrenç bir mahlukmuşum gibi yüzünü buruşturup, kafasını çevirecekti. Belki de elini bile vermeyecekti.

Çocuk kafamın içinde aklımı iki soru birden kurcalıyordu. Makarios bizim Türk olduğumuzu nasıl anlamıştı ve de niye bize böyle davranmıştı…

Biraz daha geriye ve yana giderek Makarios’un elini öpen insanları pür dikkat izlemeye başladım. Rumlar, Başpiskoposun elini farklı bir biçimde tutup, parmakların 2. ile 3. boğumu arasını öpüyorlardı. Elini öptükten sonra başa koymak gibi bir davranışları da yoktu. Biz, Kıbrıslı Türklerin el öpme ritüeli ise biraz farklıydı. Büyüğümüzün elini sağ elimizle iyice kavrayıp, elinin üstünü, parmakların başladığı yer ile bilek arasını öpüyor, sonra da alnımıza koyuyorduk. Makarios belli ki daha elini tutuşundan Aydın’ın Kıbrıslı Türk olduğunu anlamıştı ama tepkisini ortaya koyana dek Aydın çoktan elini öpmüş ve başına koymuştu bile.

Aklımdan, acaba mahalledeki Rum çocuklarından bir tanesi ile Makarios’un akrabalığı mı var da bize taktıkları “skilos” lakabını kendisine de söylediler diye de geçmedi değil.

Aradan yıllar geçtikten sonra ancak çocuğundan büyüğüne, en alt seviyedeki bürokratından Başpiskoposuna, Cumhurbaşkanına kadar tüm Rumların, Kıbrıslı Türklere “skilos” yani “it” diye hitap ettiklerini düş kırıklığı içinde öğrenebildim. Biz onlar için sadece bir köpektik, adayı paylaşan ortaklar değil…

Şimdi de birileri çıkmış, bizi ne pahasına olursa olsun ortak bir devlet çatısı altında birleştirmeye çalışıyor. Ne oldu acaba, biz Rumların aklında “skilos” olmaktan çıkarıldık ve terfi ederek “gaydaros” (eşek) sınıfına mı konduk….

T%C3%BCrkler-ve-k%C3%B6pekler-giremez1-300x300.jpg


Türkler ve köpekler giremez-Larnaka 1964
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol
Geri
Üst