Kitap ÖzetLeri !

PReѧ

Kayıtlı Üye
Çalıkuşu, Reşat Nuri Güntekin’in Türk Tarihi ve edebiyatı açsından çok önemli bir eseridir.Bu romanı okurken harp yıllarında çekilen zorluklar ve insanların hayat tarzları,düşüce biçimleri,ve inançları hakkında önemli bilgiler edinebiliyoruz.Reşat Nuri Güntekin’in üslubundaki yalınlık,sadelik ve akıcılık kitabın önemini daha fazla arttırıyor çünkü Reşat Nuri o dönemin birçok edebiyatçısından farklı olarak dilin sadeleşmesinde çok önemli katkıları olan yazarlarımızdandır. Çalıkuşu gerçekten zevkle okunabilecek, sürükleyici ve her insanın değişik yerlerde kendini bulabileceği bir roman. Sinemaya uyarlanması, buna ek olarak dizi filminin çekilmesi bence romanın önemini kanıtlayan en önemli faktörlerdir. Reşat Nuri Güntekin Türk edebiyatına mükemmel denilebilecek bir yapıt kazandırmıştır. Kendisine çok teşekkür ediyorum.
Çalıkuşu özellikle Feride karakterinin üzerinde yoğunlaşmış bir romandır. Feride daha iki buçuk yaşındayken, babası, askerlik mesleğinden dolayı Musul’da bulunuyordu.Babasının devamlı uzakta olması buna ek olarak annesinin ağır sağlık sorunları nedeniyle Feride,hizmetçileri Fatma ve emireri Hüseyin gibi kişilerle zamanını geçirmektedir.Annesi hastalığına yenik düşer ve vefat eder.Bunun üzerine babası Feride’yi İstanbul’a babaannesinin ve teyzesinin yanına gönderir.Fakat Feride burada da mutluluğu yakalayamaz.Babaannesi,Feride henüz dokuz yaşındayken vefat eder.Bunun üzerine,Feride’nin teyzesinin yanında,besleme gibi yaşamasını engellemek için O’nu yatılı bir Fransız okuluna gönderir.Çünkü o zamanlarda uluslararası dil Fransızca idi ve Fransızca bilmek insana çok büyük bir ayrıcalık kazandırıyordu.
Feride çok sevimli bir çocuktur.Fakat bunun yanında aşırı hareketli ve yaramaz bir mizaca sahip olması hocalarının ve arkadaşlarının O’n dan dan sıkılmalarına ve ÇALIKUŞU ismi takmalarına sebep olur.Bu arada Feride on iki yaşına bastığında babasını kaybeder.
Bu kadar üst üste sevdiklerini kaybetmek, Feride’nin güçlü kişiliğine hiçbir zarar verememişti.
Yazları Besime Teyzesinin köşküne gider ve orda çok iyi vakit geçirirdi. Feride, teyzesinin uslu kızı Necmiye ve kendinden oldukça büyük olan teyzesinin oğlu Kamuran ile anlaşmak ta güçlük çekiyordu. Çünkü çok yaramazdı ve köşkün altını üstüne getiriyordu. Ancak asıl anlaşamadığı kişi Kamuran idi.O,Feride’ye bir erkek için fazlasıyla nazik ve kırılgan geliyordu,bunun için de sürekli Kamuran ile dalga geçiyordu.Fakat daha o zamanlarda Feride ile Kamuran arasında duygusal bir yakınlaşma oluşmuştu.Bu yakınlaşma daha çok Feride’nin yaz tatilleri sırasında oluşmuştu.
Feride, ondört_onbeş yaşlarına geldiğinde, erkek arkadaş edinme konusunda yaşına göre fazlasıyla ciddi düşünceleri vardı.Fakat kişilik yapısından kaynaklanan bir şey O’nun bu gibi düşünceleri ertelemesine yol açıyordu.Kamuran ise bu sıralarda,Feride’nin okuluna çok sık uğramaya başlamıştı.Feride’yi görmeden fazla uzun süre dayanamıyordu.Feride,bu durumu çok iyi kullanıyor ve abartarak arkadaşlarına anlatıyordu.Bütün arkadaşları doğal olarak Kamuran ile dalga geçiyorlardı.Feride ile Kamuran’ın karışık gibi görünen ilşkileri,ev halkı tarafından değişik yorumlara maruz kalmıştır.
Feride’nin Tekirdağ’da oturan bir başka teyzesi daha vardı. Feride,yaz tatillerinden birinde oraya gitmeye karar verdi.çünkü teyzesinin kızı Müjgan ile çok iyi anlaşıyordu.Müjgan,Feride’den Kamuran ile ilgili hikayalari dinleyince,Tekirdağ’a sadece Feride’yi görmek amacıyla gelen Kamuran’a ilk fırsatta bunları açar.Bunun üzerine Kamuran Feride’ye evlenme teklif eder ve nişanlanırlar.Sonra hep beraber,Müjgan ve annesi dahil olmak üzere İstanbul’a dönerler.Feride,kişiliğindeki inatçılık ve toplumdaki klasikleşmiş “nişanlı kız”pozlarından hoşlanmadığı için,yaramazlıklarına devem ediyordu,bunun sonucunda da Kamuran ile araları sürekli bozuluyordu.
Tam bu sıralarda,Feride’nin okulu açılmıştı.Ancak,Kamuran’ın bir iş seyahati dolayısıyla Avrupa’ya gitmesi söz konusu olunca,Feride bir yolunu bulur ve köşke gider.Burada Kamuran ile aralarındaki sorunları çözerler ve Kamuran’ın gelmesiyle düğünün yapılacağı kararı verilerek Kamuran Avrupa seyahatine gider.
Aradan dört sene geçer.Bu sürenin sonunda,Kamuran,Avrupa’dan dönmüş,Feride,okulunu bitirip diplomasını almış,düğün hazırlıkları başlamıştır.Fakat,Feride’nin yaramazlıkları tüm hızıyla devam etmekte ve Kamuran ile sürekli tartişmaktadırlar.Birgün yine bu tartışmalardan birinin sonunda barışmak için bahçe de buluşmak üzere sözleştiler.Feride,önce gider ve Kamuran’I beklerken kendisini arayan bir kadın gelir.Feride,kadını bahçeye davet eder,ve bir bankın üzerine oturup konuşmaya başlarlar.Bu kadın,Feride’ye Kamuran’ın başka bir kadınla ilşkisi olduğunu,bu kadının hasta olduğunu,ve eğer aradan çekilirse kadının hayatının kurtulacağını söyler.Kanıt olarak ta Kamuran’ın el yazısı ile bu kadına yazılmış güzel sözlerle dolu olan mektubu gösterir.Feride bu duyduklarından dolayı çok üzülmüştür.Fakat çok kısa bir zaman sonra bu üzüntüsü,kızgınlığa dönüşür ve ağır laflar içeren bir mektup bırakarak köşkten habersizce ayrılır.Sütninesinin yanına Sahraicedid’e gider.Burada,amacı uğradığı ihaneti unutabilmek,acılarını dindirebilmek ve elindeki diploma ile Anadolu’da öğretmenlik yaparak hayatını kazanmaktı.
Daha sonra Feride, annesinin dadısı, Gülmisal Kalfa’nın yanına Eyüp Sultan’a gider ve orada kaldığı süre içinde Maarif Nezareti’ne başvurarak öğretmrnlik talebinde bulunur. Feride, hemen kabul edimez.Çalışmadığı süre içersinde,bol bol düşünme imkanı bulur ve uğradığı ihaneti haketmediğine karar verir.Kamuran’ affetmeyi ise hiç aklından bile geçirmemektedir
Bir süre sonra işe kabul edilen Feride,görevine coğrafya ve resim öğretmeni olarak başlar.Deniz yoluyla işe kabul edildiği yere ulaştıktan sonra bir otala yerleşir.Oteldeki Hacı Kalfa ismindeki şahıs kendisine çok yardımcı olur.
Feride,anılarını işte bu otel odasında yazmaya başlar.Feride’nin şanssızlığı devam etmektedir.İşe başladığı ilk gün,yerine başka birinin bir hafta önce getirildiğini öğrenir.Yerine gelen kişi,aslında Feride’den çok daha az kültürlü ve bu işi yapacak yeteneğe sahip olmadığı halde Feride hakkında çıkardığı asılsız suçlamalar sebebiyle görevi kendi eline geçirebilmiştir.Fakat,Feride’nin bu işi kaybetmesinde yatan asıl etken,aydın bir kişilik olması ve gittiği yerdeki insanların bilgiden ve yeni şeyler öğrenmekten korkmalarıydı.İşte bu tüzden kabul etmediler Feride’yi.
Feride, oradaki görevinden istifasını verir ve Zeyniler Köyü diye bilinen yere gitmeyi kabul ettiğini gösteren imzalı bir mektup yazar ve oraya bir araba ile ulaşır. Fakat, burada dini eğitim bile almamış olan,sadece kulaktan dolma hurafeleri çocuklara öğreten Hatice Hanım vardır.Hatice Hanım ilk zamanlarda,kazancına mani olur düşüncesiyle Feride’yi kabule yanaşmamıştır.Fakat maaşını almaya devam edince,Feride’ye karşı davranışları birden değişir.Feride bu köyde mutluluğu yakalayabilmişti.Çünkü,öğrencilerini çok seviyor fakat özellikle Munise adlı bir kız çocuğuna daha farklı bir ilgisi vardı.Çünkü bu kız babası ile üvey annesinin yanında yaşıyor ve ve bir sürü eziyete maruz kalıyordu.Gerçek annesi ise kötü yola düşmüş olmasından dolayı,toplum tarafından dışlanmış bir insan olarak,kızına hiçbir yardımda bulunamıyordu.Anne_kız,ancak gizlice görüşebiliyorlardı.Feride,Muhtar ve Hatice Hanım ile görüşerek,Munise’yi evlat edinmek istediğini bildirdi.Munise’ninde bu olayı çok istemesi üzerine babası da razı edildi va artık Munise,Feride’nin kızı olmuştu Feride,Munise’de,kendi çocukluğunu görüyordu.Kendisi de anne_baba sevgisinden uzak büyüdüğü için Munise’nin duygularını çok iyi anlıyordu.
.Bu arada, Feride, Kamuran’dan gelen mektupları hiç okumadan ateşe atıp yakıyordu. Fakat, tesadüfen birini yanmamış kısmıyla okudu.
Köye yakın bir yerde jandarma ile soyguncular arsında çıkan çatışma da yaralanan bir asker köye getirilir. Köy halkı o kadar cahildir ki doktor Hayrullah Bey bile pansumanlar için Feride’yi çağırır,bu esnada tanışırlar.Doktor Feride gibi birinin böyle bir yerde yaşamasına şaşırır ve isterse taininde yardımcı olmayı teklif eder.Bu arada okula müfettişler gelir ve okulu kapatmaya karar verirler.Müfettişlerden biri Feride’ye kendisini görmesini söyler.Bunun üzerine Feride,Munise ile birlikte,Hacı Kalfa’nın oteline yeniden yerleşir ve ve kandisini görmesini söyleyen müfettişi görmeye gider.Fakat müfettiş kendisine kötü davranır.Tam bu sırada içeriye Feride’nin okul arkadaşı girer ve aralarında Fransızca konuşmaya başlarlar.Bunun üzerine müfettiş,Feride’ye haksızlık yaptığını düşünür ve kendisini Darülmaullimatına vekil tayin eder.Feride buradaki kızlarla çok iyi geçinir.Okulun müzik öğretmeni Hafız Yusuf Efendi de Feride’ye ilgi duymaktadır.Yusuf Efendi,kızkardeşinin ağır hastalığı nedeniyle buraya gelmiş bir öğretmen olmanın dışında aynı zamanda da tanınmış ve çok sevilen bir bestakardır.
İzmir’deki öğretmenlik sınavına giren Feride’ye kazanamadığı söylenir. Bunun üzerine bölgenin ileri gelenlerinden Reşit Bey kendisine özel öğretmenlik yapmayı teklif eder. Özel öğretmenlik kendi prensiplerinin dışında olduğu halde parası bitmek üzere olduğundan kabul eder. Reşit Beyin köşkünde iki kızının yanısıra birde Cemil adında oğlu vardır. Cemil’in yaptığı bir terbiyesizlikten sonra köşkten ayrılmak ister ama hemen ayrılamaz. Bu arada evin kızlarının yanında ve onlarla beraber oturmaya gittiğinde, kızlarının teyzesinin, Kamuran’ın eşi olduğunu öğrenir.Bu arada Kuşadası’na tayini çıkar.Bunu tam köşke söyleyecek iken,köşkün kalfası Feride’ye Reşit Bey’in ona eş olarak uygun olduğunu söyleyerek ağzını arar.Bu Feride’nin sınavı neden kazanamadığını açıklıyordu.Bunun üzerine Feride,köşkten ayrılarak Kuşadası’na gitti.
Kuşadası’nda göreve başladıktan kısa bir süre sonra harp başlar. Yaralılar, fazla olduğundan okul kapatılıp hastane olarak kullanılmaya başlanacaktır. Bu sırada hastane başhekiminin zeniler Köyünden tanıdığı Hayrullah Bey olduğunu öğrenir. Doktor, Feride’ye hastane’de çalışmayı teklif eder ve bundan sonra Feride ile Doktor arasında bir baba_kız ilişkisi gelişir. Doktor, Feride’nin evden ayrılış nedeninin bir kısmını öğrenir, her türlü sorununda yardımcı ve destek olmaya çalışır.Feride,hastane de çalışırken,getirilen bir ağır yaralının İhsan Bey olduğu ortaya çıkar.Doktor’un,Kamuran’I unutamadığını sürekli yüzüne vurması üzerine Feride çok sıkılır ve İhsan Bey’e isterse kendisiyle evlenebileceğini söyler.Fakat İhsan Bey kendi yüzündeki yanık izlerini de düşünerek reddeder çünkü aralarındaki ilişkinin yürüyemeyeceğini önceden görebilmektedir.Bunun üzerine İhsan Bey çıkınca yeni görevine başlar.
Beş yıl sonra okul yeniden faaliyete geçer ve kendinden daha kıdemli kişiler varken Feride müdire hanım olarak göreve başlar.
Bu arada Munise on dört yaşına basmıştır. Doktorun uzakta olduğu bir sırada Munise rahatsızlanır ve doktorun gelmesini beklerken daha da kötüleşir. Doktor Hayrullah ve diğer hekimler çok uğraşırlar fakat Munise’yi kurtaramazlar. Feride, bunun üzerine bir beyin humması geçirir ve kendini bilmeden on yedi gün uyur.Doktor Hayrullah Feride’yi kendi evine alır ve orada bakar.Feride,kendine geldikten sonra bile sık sık ağlama krizleri geçirir.Bir süre sonra iyileştiğini düşünüp gitmek ister ancak doktorun kızması üzerine bu kararını ertelemek durumunda kalır.Feride yatarken kızı gömülmüştür ve Hayrullah Bey mezar taşına Feride’nin kızı Munise diye yazdırmıştır.
Doktor Feride’ye bir baba gibi davranmaktadır ve ruhsal durumu iyi oluncaya kadar O’na kendi çiftliğinde çok iyi bakmıştır. Bir süre sonra tekrar gitme isteğini bildirir fakat ısrar üzerine gitmekten vazgeçer. Bu arada Feride’nin terfisini çekemeyip, hakkında, Doktor’la evlilik dışı ilişki yaşıyor diba dedikodu çıkartanlarda vardı. Doktor isterse Feride’nin kendisi ile evlenip maddi yönden rahat edebileceğini söyler. Feride, İzmir’e ilk geldiği günlerde açlıktan dolayı geçirdiği baygınlık krizini düşününce bu teklifi kabul eder. Feride, buraya kadar başından geçenleri anlatırken defterin son sayfalarına gelmiştir.
Bu sırada Kamuran’ın rahatsızlığı ve eşinin ölümü ardından Ayşe Teyze’nin yanına davet edilir. Enişte Aziz Bey ile Kamuran arasında geçen konuşma da Kamuran, eşi ile sırf hastalığı sebebiyle evlendiğini, Feride’nin arkasından gitmemesinin sebebinin de Onu fazla kızdırmamak olduğunu söyler. Kamuran, Ferdenin öğretmenlik yaptığı yere gidip Onu bulmak ister fakat rahatsızlığı ve duyduğu dedikodulardan etkilenerek vazgeçer. Şu anda ise Feride’nin zengin, yaşlı bir doktor ile evli olduğunu ve Kuşadası’nda bir kimsesiz çocuklar okulu işlettiğini söyler. Bütün bu bilgileri maarifteki bir dostundan almıştır. Bütün bunlar Feride’nin İstanbul’u unuttuğunun kanıtıdır der ve eniştenin yanından ayrılarak yalnız yürümeye devam eder.Eve geldiğinde ise bir sürprizle karşılaşır,Feride eve gelmiştir
Feride,işleri için geldiği İstanbul’da gelmişken akrabalarını ziyaret etmek için uğradığını söyler.Kamuran’a da karısından dolayı başsağlığı diler ve çocuğunun çok tatlı olduğumu söyler.
Feride’nin çevredeki arkadaşları O’nu hiç yalnız bırakmadılar ve dolayısıyla Kamuran ile görüşemediler. Feride gidiş tarihini son anda haber verir dolayısıyla ev halkı ve arkadaşları çok üzülmüştür.
Feride, gitmeden önceki gece, Müjgan’ın odasına gider ve Doktor ile olan ilişkisinin baba_kız ilişkisi olduğunu,evlenme amacını anlatır.Ölmek üzere olan vasiyeti olarak bir paketi Kamuran’a gönderdiğini fakat kendisinin gitmesinden sonra açmasını istedi.Fakat,Mülgan hemen Kamuran’ın yanına gider ve olanları anlatır.Paketi açarlar,içinden bir mektup ve Feride’nin günlüğü çıkar.Mektup ta Feride ile Doktor’un ilişkisinin içeriği ve bazı önemli noktalar anlatılmıştır.Ertesi sabah,gitme vakti geldiğinde,ev halkı Feride’yi bırakmaz ve Kamuran ile Çalıkuşu evlenirler.
Her ne kadar sonu Türk Filmlerini andırsa da Çalıkuşu’nun, Türk Edebiyatına katkısı olan en önemli yapıtlardan biri olduğunu düşünüyorum.
 
Halide Edip Adıvar - HARAP MABEDLAR

Ruhun alem-i hariciden çekilmiştir.Ben uyuyordum; fakat o kendi hazaini,kendi kainatı içinde kimsenin sezemediği zengin kabiliyetli yaşıyordu. Dünya ile revabilim kesildiği zamanları çok severim:Gözlerim ziyalara kapalı,kulaklarım sedalara tıkalı,mevcudiyetim bütün temaslardan uzaktan,yalnızca yaşarım.

İşte öyle bir an idi.Yabancı bir varlığın ipek ihtizazlarla etrafımda dolaştığını duydum. Ruhumda akşamdı:Şimai akşamlarının uzun, renksiz,müphem hayalleri içinde yüzüyordum. Alemde renkenari ,gümüşümsü bir ışık ağaçlardan akıyor,suların yüzünde uzanıyor; yıldızların uzak gözlerinde meyceleniyor;bütün heva-yı nesimide yumuşak,sakit titreşiyordu.Evvela bunu etrafımda ihtizaz eden ateşsiz,parıltısız ziyanın ruhu zannettimdi, fakat bu ihtizazda sükunet'i denizlerin sahilleri yalarken gönderdikleri musikiye benzer bir şey vardı.Halbuki bu ziya dilsizdir.Onun yalnız renksiz gölgeleri veda ilahesiyle hem ahenk hareketleri vardır.

Etrafımda hissettiğim varlık,tebessüme benzer bir sesle dedi ki:

-Beni tanımadın mı?

Ruhum fısıldadı:

-Hayır!

O vakit daha tatlı:

-Öyle ise bana bak.

Dedi;ve ruhum etrafında ihtiraz eden tayfı gördü.Şafak sislerine benzer şeffaf,pembe kanatlarıyla pür tayeran,pür ihtizaz şekerrenk bir mahlukta, gözleri rüya ziyasının aksiyle açılıyor,gülüyor,hüzünleniyor,daima tahavvül ediyordu.O vakit ruhum onu tanımak arzusuyla müteezzi ve mütehassir,yalvardı:

-Söyle,seni ben ne vakit gördüm?Bana ilk defa ne zaman göründün Havada kaybolan esiri kanatlarıyla çırpınıyordun;sen onun mavi ziyadar gözlerini düşünürken,o coşan hülyalar hep dudaklarından ve gözlerinden dökülen handeler ve giryeler benim sedamın,benim kanatlarımın darbeleriyle hem-ahenkti.Muharrik,ince,sabırsız çalak!Hala bilemedin mi?Ben Suzinak'ım!

İşte o vakit ruhum,ilk hatıratının musikisiyle bihuş,esiri penbe kanatlar arasında ebediyen yaşamak arzusuyla ağladı:

-Şimdi seni tanıdım.Bir gece papatya tarlasının yumuşak,saf kalbinde yatıyor,ilk aşkımı düşünüyordum;gözlerim nihayetsiz bir elmas tarlası gibi başımın üstünde pırıldaşan yıldızların gözlerindeki namütenahi manayı içerken seni gördüm.Çünkü sen,onun Chopin'in ruhunu yaşatan parmaklarından, Chopin'in gamları ısrarla tekrar eden seda darbeleri arasından birdenbire gülüvermiştin.Nasıl en ağır,en muazzam gamlar, sedalar arasında gömülmüş bir hande ile kanatların ruhu okşardı.Fakat çoktan beri sen kıyafetini değiştirmiştin.Seneler,ama seneler var ki, sen tozlu,bayağı,bayat şarkılar arasında yeknesak nağmelerinle beni ta'zib ediyordun.

Ruhumun ilk billur handelerini leziz bir hatıra ile diriltir gibi Suzinak güldü:

-Artık on altı yaşında değilsin,dedi.Şimdi sendeki sesler Hüzzam ve Acemaşiran dostlarımın pest iniltileri,gayesini kaybetmiş yeisli giryeleri ve sendeki renkler kanatlarımın dilber renklerine hiç benzemeyen ebedi kurşunilikleridir.İster misin,seni bütün hayat-ı ruhunun muhtelif lisanları olan makamatın ervahına takdim edeyim.

Fakat beni dinlemedi;kanatlarının iki nağmekar darbesiyle uçtuk ve kendimizi nihayetsiz bir çam ormanının muzlim ve solgun ziyalarla yıkanan kurşuniliğinde bulduk.Hülya perver dallarında renksiz ışıklar akıtan bu levend ve güzel ağaçlar zirvelerini bir tarafa temayül ettirmişler; bütün iğnelerde dolaşan sesi bir ihtizaz-ı lezzetle aralarındaki konseri dinliyorlardı. Bu sahile doğru uzanan ormanlı vadinin ta orta yerinden billur köpükler ve dalgalarla raksan beyaz bir su,yosunların,kayaların,taşların üstünden atlayarak,kayarak terennüm ederek bin dilber akışlarla çağlayarak kendisini dinler gibi uyuyan bir denize akıp gidiyor.Burada öyle gaşy edici bir ahenk,bir ahenk-i ruh vardı ki bütün aşıkların ervahı burada ağlaşıyorlar;bütün tabiatın ağaçları,yaprakları,dağları,suları en güzel mersiyelerini burada ittihad ettirmişler zannediliyordu.Fakat bu nihayetsiz denizlerin hareketsiz sinesine,heva-yı nesiminin en gizli mesamatına uzanan nağmelerle şimal akşamlarının renksiz ziyalarına benziyorlardı. Ateşten,galeyandan,çılgınlıktan,tufandan ari!Hep hüzün,sadegi,gumum ile meşgun ve pest eninler!

Suzinak beni ulu ve himayekar bir çamın gölgesine tevdi ederken:

-Şimdi onları göreceksin,dedi.

Gözlerim bu ziyaların mübhem ka'rını delmeğe alıştıktan sonra,ilk gördüğü,ruh suların ortasından yükseliyordu.Evvela ince,yüksek bir taşla onun üzerinde atlayıp giden beyaz bir su zannetmiştim.Sonra gördüm ki,melal içinde inleyen bir tayf,bütün varlığıyla ağlayan ve gözyaşından libasını daima sulara mezc eden ince,uzun bir hayal!

Üzerinde nuşin dalgalarla akıp giden muhayyel,seyyal tülleri altında uzun,narin,nefis azaları vardı.İnce kolları sesinin melalamiz musikisiyle semalara doğru kalıyor,kurşuni ziyanın leventlerine benzeyen uzun saçları seyyal tül libasıyla akıp gidiyordu.Bütün bu giryelerle beraber renksiz ve güzel dudaklarından serpilen nağmeler geçmiş bir acının ebediyyen devam eden hummasıyla sayıklıyordu:

-Muhteşem bir saray,sonra şaşaalar debdebeler, altınlar, zebercetler, yakutlar, ipekler, süsler,hepsinin ortasında o... mehip çehresi,güneşten gözleriyle bakan o... ateş dudaklarının bir busesiyle ruhumu masseden o şehinşah,o ilah!.. Ebediyete kadar rüyalarımda ağlatan bir saatlik hayat! Değil mi ki beni bir saat için sevdi;değil mi ki beni o altuni,ihtişamı itmam eden yüzlerce güzeller içinde güneşten gözlerinin bir lemasıyla çekti, götürdü... Bir saat ziya, renk, hayat, güneş, sonra ebediyyen renksiz gölgeler arasında dolaşan bir enin,bir tayf!.. Bir an için rüyalarıma bile gelmez misin? Bak,kollarım senin için kıyamete kadar güşade bak,gözlerim seni ebediyete kadar bekleyecek birer şefkat!.. Bak, dudaklarım muazzam varlığı oyalamak için ruhumu ebedi bir nağme gibi sana akıtacak!..

Hayretle, gözlerimle o hayali dinlerken Suzinak tiz,kıskanç bir nağme ile dedi ki:

-Bu Yavuz Sultan Selim'in bir saat sevdiği bir kız,Hüseyni'nin anası!Hüznü terennüm eden bir divanedir.Gel,gidelim.

Derenin ucuna doğru büyük beyaz kavuklu,sarı cübbeli,ağır cepheli karışık kaşlı,yeşil gözlü,biri bağdaş kurmuş,elinde tanbur,daima çalıyordu. Bati, azametli, mukanna tek seslerlerle daima söylüyordu.Suzinak:

-Bu musikinin haşmetli bir perisidir.Evc-i ara! Dedi.Biraz ötede bir taşın üzerinde kurşuni,büyük gözleri esrarla perdelenmiş,ismini bilmediğim telli bir saz çalan bir tayf vardı.

Tanıdım,Hüzzam idi.Arkasında Uşşak,Ferahnak ve Yegah hülyalı çehreleriyle onu dinliyorlardı.Uzak ağaçların ortasında küçük gümüşi ziyalı bir meydancıkta Karcığar, Hicaz, Hicazkar siyah saçları,uzun beyaz libasları,gülen gözleriyle müterennim neşedar,raksan bir namenin uçan kahkahalarıyla dönüp oynuyorlardı.

Uzun sikkesinin altındaki şi'r-i hüznle nemlak gözleri,kibar,zayıf vücudunun hayali huhutunu tezyin eden yumuşak abasıyla Saba,büyük bir mevlevinin dualar, vecdler, sırlar içinde tapınan ruhunu terennüm ediyordu.Acemaşiran ve isfahan siyah cübbeleri,büyük kavuklu, muzlim çehreleriyle, hürmetkar,onun etrafında toplaşıyorlardı.

Bu gümüşlü ormanı,billur suyu dolduran bilmediğim kıyafetler,çehreler,mahluklar ve bütün onların manasını sezmek için ruhumun gerildiği mütenevvi,mübhem teraneler vardı.Bütün bu muhtelif seslerin,sazların ittihadıyla aşk ervahının ağlaştığı bir neşide husule geliyordu; onu,iradem yumuşamış,biraz da mahmurlaşmış olduğu halde uzun müddet dinledim. Halbuki tahlil edilirse bir ses yoktu ki ruhumun bir levnini ifade etmesin; bir nağme yoktu ki ruhumun bir safhasını tersim etmesin;bir parça yoktu ki en mühim hayatımın en mühim bir acısını,bir hikayesini terennüm etmesin.Suzinak'ın penbe kanatlarına sokularak dedi ki:

-Beni artık yatağıma götür,bütün ömrümü terennüm eden neşidelerin hayaliyle ebediyyen uyuyayım.

Çok sürmeden çalıların arasında bir potin gıcırtısı işittim,hayret ettim,çünkü bütün ervah ya cedik pabuç giyiyorlar,ya billuri çıplak ayaklarla çam iğneleri üzerinde basıyorlar,ya solgun, ziyadar kanatlarla uçuyorlar,ya rengin ve zarif deniz kızı kuyruklarıyla sürünüyorlardı. Bununla beraber yine döndüm, baktım. Siyah bir cübbenin altına yüksek bir yakalık takmış,şık bir pantolon giymiş. Gözünde bir tek gözlük, gözlük, siyah gözlü,küçük kafalı,mütehalik ve acul tavırlı. Evzaıyla teranelerine can veren bir gençti. Herkesten çok bağırarak, mütekebbir ve müftehir daima söylüyordu.Yanında onun bütün sözlerini dikkatle dinleyen setre ve pantolonlu,züppe tavırlı birisi vardı. Lostirin potinlisi diyordu ki:

-Şimdi Grand Opera'dan geliyorum.Garbın en büyük bestelerine mutlak beni karıştırırlar.Bazen Norveçya'ya kadar gittiğim vardır efendim,Nihavent olmak bütün makamatın şahı olmak demektir.Garbta ne zengin,ne pür-hayat,ne muşaşaa sadalar vardır. Bazen bu efendilerle gelip terennüm ederim.Fakat ben asıl garbın,o büyüklerin malıyım.

Bu sözlere ötekilerin canı sıkılmış gibiydi.Hepsi istihfafkar başlarını çeviriyorlardı.Yalnız Rast homurdandı:

-Maskara,züppe,yalnız kantoya yarar.

O aldırmadı, devam ediyordu:

-Ben bu efendilere söylüyorum.Artık kanunda valsler,santurda galopler,tanburda noktürnler çalınacak zaman geldi.bu semailer, peşrevler, besteler hep size ait!

Yanındaki Hicazkar Kürdi ceketini,boyunbağını düzelterek hep onun dediklerini tekrar ediyordu:

-Bendeniz, acizane o eski,ağır,müziç şeyleri bıraktım,küçük şık şarkılarım var. Güfteler tebni tenlerden artık azade.bir yenilik olsun diye güftelerime birer doktor sıkıştırıyorum.

Bir açık yareye doktor vurulur mu neşter?

Eski tuyuf kendi ahenglerine müstagrak,onu dinlemeğe tenezzül etmiyorlardı. Fakat o an,samedani bir orkestra kemanlarının ilk darbesi gibi muazzam bir sesle hepimiz silkindik. Herkes sahile koşuyordu.Cübbeler,harmaniler,uzun libaslar,kanatlar hep birden dalgalanıyor, çırpınıyor, uçuşuyordu. Sahilde bu ervah-ı makamat dizleri üstüne çöktüler,biraz evvel uykuda görünen renksiz ve sessiz denizler şimdi ulu dalgalar,köpükler ile huruş etmiş akıyor ve altın ve la'l gölgeler bu hareket ve renk deryası üzerinde titreyip uzanıyordu.Sonra bu nihayetsiz yangınlardan,güneşlerden,bulutlardan,toplanmış renklerle yanan bir ufuk vardı. Bu ihtişam-ı rengi gönderen güneşlerin altın,ateş cereyanlarının akışını işitiyorduk ve güneşleri takip eden seyyeratın musikisiyle eziliyorduk.Ya rab! O ufuktan,o denizden,o güneşten insanı ne ağlatıcı,ne harab edici sesler, nasıl bütün varlığı sarsan neşide-i elemler,aşklar akıp geliyordu.Suzinak hayretkar, yaşlı bir sesle bana diyordu ki:

-Bu yıldızların,denizlerin,renklerin terennüm ettiği büyük şeyler neden bizi sarsıyor,eziyor,hiç ediyor,kasırgaya tutulmuş bir çöpe döndürüyorlar, bilir misin? Onlar hep hayatın,yaşayanların,kalblerin lisanını söylüyorlar;ruhların harekette olan anlarını,tabiatın heyecanda olan safhalarını terennüm ediyorlar.

-Ya biz? Dedim.

-Biz gölgeleri,eski insanların sükunette olan kalblerini,eski rüyalarını tekrar ediyoruz.

-Ya kendi tahassürümüz,kendi gözyaşlarımız?

-Hayır.Onları hiç söylemeyiz.Ebediyyen geçmiş hulyaları tekrar eder,kurumuş yaşları akıtırız,hissiyat,hayat-ı hazır garbındır,işte!
 
Buket Uzuner - Kırk Yıllık Dostum

Sabahın o muhteşem ilk saatlerini yakalayabilen akıllı adamlardan olamadım hiç. Ancak kuvvetli bir dürtü olursa, isteyerek ve severek erkenden uyanır, her gün böyle erkenci olmaya söz verir, sonra hemen unuturum. Fakat son iki haftadır yalnızca onunla beraber olabilmek için erkenden kalkıyorum.Saat altı oldu mu, beynim otomatik olarak uyanıyor, ama bedenim yarı uykuda,bir kavgadır başlıyor:

"Yat uyu! Tatildesin. Öğleye doğru kalkarsın, iki rafadan yumurta,sıcak ballı süt, peynir, tereyağı, kızarmış ekmek ve tavşan kanı büyük bir bardak çayla güzel bir kahvaltı yaparsın. Denizi seyredersin. Gazetelerin beş para etmez sayfaları arasında tembellik edersin. Yat uyu. Tatildesin.Ta-til-de-sin!"

"Hayır. Hemen fırla yataktan. Soğuk bir duş yap. Çivi gibi ol. Sokağa at kendini. Şimdi herkes uyuyor. Sokaklar senin, köy senin. Doğmakta olan güneş senin. Deniz senin. Sabah rüzgarının genç, uçuk mavi ışıltısı, taze serinliği senin. Çok erken sabahın o inanılmaz gücü senin. Tembellik etme.Kalk. Bütün bunların tadına var."

Kısa bir sessizlik olur, hangi yanı tutacağıma karar veremem bir süre."Tatildesin. Yıllardır sabahları erkenden kalkıp işe gitmekten bıkmadın mı?Şimdi tatil yapıyorsun. Yat uyu. Yastık yumuşak, yatak sıcak. Çek pikeyi üzerine, bir düş düşle. Dünyanın herhangi bir kuzey kentine uçak bileti alıyorsun. Neresi olduğunu sakın belirleme. Sonrasını düşünde görürsün. Bırak kendini uykunun şefkatli kollarına. Bırak rüyanın sihirli değneği işlesin.

Bırak uyku çeksin seni. Uzun, sessiz, dipsiz bir kuyuya deli bir hızla yuvarlan. Uyu. Uyku alsın götürsün seni. Uykularında olsun bir kez teslim olmayı dene. Gevşe, rahatla. Uyu. Tatildesin!"

"Peki ya Sulhi?"

"Ta-til-de-sin!”

Sulhi şimdi dükkanını açmaktadır. Bu saatte müşterisi olmaz. Müşterisi olsun diye açmaz zaten: Kendisi için. Çiçeklerini sular bir bir. Yeni bir konserve kutusuna birkaç gündür kökü suya bırakılmış bir bitki diker. Bol bol sardunyalar... Rengi artık hiç çıkmayacak ilaçlarla boyanmış vişne çürüğü parmak uçları toprakla kaynaşır. Çamurlu ellerini kadife pantolonuna siler,sonra kapının önünü sular. Sabahın en erken toprağı Akdeniz açlığıyla emer suyu. Mis gibi kokar sabah.

Kısa bacaklı bir tabure koyar dükkanının önüne. Eski, her yanı eğrilmiş, isten kapkara olmuş küçük cezvesine ölçerek bir fincan su doldurur. İspirto ocağını yakar. Bir çay kaşığı şeker. Şeker suya iyice karışmalıdır.İki kaşık kahve. Dikkatle karıştırır kahveyi. Severek ve özenle. Sorunca; "iyi ve güzel işler severek, özenle yapılmalıdır." der. Kahve ve şeker tamamen suya karışmıştır ki, cezveyi ateşe koyar. Büyük bir sabırla kahvenin hifif ateşte köpüklenmesini bekler. O sırada ne düşünür, nereleri yaşar bilmiyorum.Çözemiyorum. Biraz sonra dünyanın en güzel kokusu yayılır çevreye: Sabah kahvesi kokusu! Toprak, sabah kahvesi ve su kokusu birbirine karışır. Bu, çok sık rastlanmayan bir güzellik yaratır. Görülür, koklanır ve tadılır bir güzellik... Önce kahvenin köpüğünü boşaltır fincana, sonra tekrar cezveyi ateşe tutar, fokur fokur kaynayana dek. Kahve pişmiştir artık. Günün ilk sigarasının vaktidir şimdi. Mavi-beyaz kareli gömleğinin sol cebinden bir sigara çeker, kibrit aranır. Dükkana girer, kibrit bakınır. O karmaşa ve deli dağınıklıkta masanın altına düşmüş kibriti bulur. Sigarasını yakar. Kısa bacaklı taburesine döner. Höpürdeterek kahvesinden bir yudum alır, bir nefes de sigarasından. Oh be! Gözlerini kısar, kimselerin bilmediği bir yeri görür gibi gizemli, hazlı birkaç dakika yaşar. Derin bir iç çekerek elli sekiz yaşında yaşamaktan ne kadar çok tat aldığına yanarak, kahrolarak sevinir.Sabahı koklar, kahve içer, sigara içer.

"Uyu. Tatildesin."

"Kalk ve Sulhi ile sabahı yaşa."

"Ta-til-de-sin!"

"Sulhi'nin sabah kahvesini kaçırma!"

Kalktım. Uykumu soğuk duş ve sabah ile yendim. Ayak seslerimi dinleyerek paket taş döşeli, dar köy sokaklarında yürüdüm. Yalnızca kendi ağırlıklarını omuzlarında taşıyan bağımsız ve yalnız adamların gururuyla keyiflendim. Onu dükkanının önünde oturmuş, kahvesini içerken buldum. Gözlerini uzaklara dikmiş düşünüyordu. Bir teneke kutunun üzerine miden koyup oturdum karşısına. Bana baktı. Beni gördü. "N'aaber" anl***** göz kırpıp, başını salladı. "İyidir" gibisine gülümsedim. Kahvesinin kalan kısmını ben orada yokmuşum gibi ağır ağır içti, bitirdi. Kalktı. Yaşına bir türlü uymayan çevik adımlarla fırladı gitti. Elinde bir fincan suyla geri geldi. Suskun ve dikkatli yeniden şekeri sonra kahveyi suya karıştırdı. Sorunca: "İnsan susar,varlığı konuşur." der. Varlıklarımız konuştu. Varoluşumuzun bilincine ve tadına vardık. Kahvemi uzattı, bir de sigara yakıp verdi. Yıllar var birilerine hiç yakın olamazken, Sulhi'ye yakın oluşum, varlığını duyabilişim tedirgin etmeden şaşırttı beni. Onun yanında hoşnuttum ve böyle kolay hoşnut oluşumdan huzursuz değildim. Kendimi sorgulayıp, hırpalamadım bu kez.Hoşnutluğumu yaşadım kahvemin tadında. "İnsana insan gerek" diye geçti içimden. Bu da yetmedi. İçimdeki sesi de susturdum. Sessizleştim. Dükkanın açık kapısından içerdeki berbat dağınıklığa gözlerimi diktim. Gördüğüm en gösterişli dağınıklık beni yine büyüledi. Bana hep sevimli ve zekice gelen o kocaman STÜDYO levhasının, aslında bana ince ince dokunan bir acıklı yanı vardı ki, yıkıntılar üzerine kurulu bir imparatorluk gibiydi. Don Quichote'u pek severim ben.

Sulhi yeniden kalktı, yirmi yıl önce ömrünü tamamlamış Stüdyoya girdi.Bir zamanlar masa olan bir tahtanın çekmecesinden bir zarf çıkarttı, geldi karşıma oturdu. Zarfın içinde kurutulmuş bir kelebek vardı. Özenle kurutulmuş,sonra eski bir masa gözüne hapsedilmiş.

"Askerliğimi yapmak için geldim buraya ilk kez. Askerlik bitince de yerleştim. O zamanlar adı pek bilinmez bir köydü burası; ama güzelliği tanır gözlerim. Bu kelebek köydeki ilk dostumdu. Onu çok severdim. Öldürdüm ve saklıyorum. Başkası öldürmesin diye."

Kelebeğe baktım. Yüzünde en yakın dostun eliyle öldürülmüş olmanın kederini aradım. Bulamadım.

"Askere gitmeden önce İstanbul'da bir sevgilim vardı. Onunla evlenmedim. Karım olmak onu soldurur diye. Başkasının mutfağında soluyor şimdi, benimkinde değil."

Sevdiği kızı düşündüm. Terk edilişinin nedenini ve anlamını kavradı mı diye. Hiç inanmadım.

"İlk müşterim ebe hanımdı. Geldi. Vesikalık resim çektirdi. Onun kızıile evlendim. İlk müşteri uğurludur diye."

Karısının Akdeniz köylüsü yüzü ve iri elleri geldi aklıma. Gençken güzeldi herhalde dedim. Yine de Sulhi'yle yan yana koyamadım bir türlü. Sulhi yeniden dükkana girdi. Küçük, eski "mono" teybine Vivaldi kaseti koydu. Dört Mevsim yayıldı dükkana, içeriye sığmadı, kapıdan taştı, kapı önüne birikti;tam benim oturduğum yere. Müzikle beraber, hala ıslak toprak canlandı. Havada rengarenk bir sevinç kıpırdadı. İçim kımıl kımıl, sıcacık, ışıl ışıl oluverdi.

Komşu köylerden biri bebek, üç kadın ve bir erkek çıkageldiler. Yeni doğmuş bebek kucaklarında bir "aile hatırası" çektirdiler. Sulhi o zavallı stüdyosuna aldı onları. Sanki muhteşem bir kraliyet ailesinin fotoğrafını çekiyormuş gibi özenle öne üç kadını oturttu. Bebeği ortada oturan "yeni-anne"nin kucağına verdi. Baba arkada, ayakta elleri iki kız kardeşinin omuzlarında vakurca dikildi. Bu pozu üç kez çekti Sulhi. Sonra bir de, baba,bebek ve annenin üçlü fotoğrafını. Köylüler sevinç içinde teşekkür edip gittiler. Teypte hala Vivaldi çalıyordu. Bu kadar birbirini tutmaz manzaraları iç içe yaşamak beni hem şaşırtıyor, hem de anlatılmaz biçimde çekiyordu.

İzin isteyip kalktım. Sahile indim. Bir sahil kahvesinde çay içtim.Biraz dolaştım ve pansiyonuma döndüm. Günün kalan kısmı herkesle ve herkesinki gibi geçti: Arkadaşlar, deniz, güneş, yemek falan filan... Bunlar bedenimi dinlendiriyor ya, aklım fikrim Sulhi'de.

Benim gibi sevgililerine -topu topu üç tane zaten- bile çok yakın olamamış, kuşkucu, soğuk bir insanın, bu garip yaşlı adamı böyle çok seviyor oluşu bir garibime gidiyordu. Buna en çok tatile beraber geldiğim iki erkek arkadaşım gülüyor, açık açık dalga geçiyorlardı benimle.

Akşam yemeğinden sonra Sulhi'yi her zamanki sahil lokantasında yakaladım. Bozuk Fransızcası ile bir turist kıza bir şeyler anlatıyordu."Denizi ve güneşi en erken ve en saatlerinde yaşamamış olanlar daima ortalama kalacak insanlardır." Kızcağız anlamamış, kocaman gözlerle şaşkın,Sulhi'ye bakıyordu. Ben anlattım. Güldü kız. "Bu adam filozof" dedi ve gitti.Burun büktü Sulhi kızın ardından. Filozof kelimesini sevmemişti besbelli. Ben de onun gibi bir kadeh rakı alıp, oturdum karşısına. Deniz önümüzde simsiyah uzanıyordu. Hiç konuşmadan uzun bir süre denize baktık. Kumların üzerindeki tahta masada rakı içtik, denizi dinledik. Ne sabırlı bir derinlik, ne anlatılmaz bir huzur taşır bu konuşulmadan paylaşılan dostluk anları....

"Büyük oğlumdan mektup aldım bugün. Hollanda'da gitar çalıyor oğlum."Baktım. Sesindeki kederi gördüm. Dükkânının duvarında asılı fotoğraflarından iki oğlunu anımsadım. Yakışıklı, uzun boylu iki delikanlı. "Büyük oğlum bana benzer. Hiç uslanmayacak ve hiç mutlu olmayacak!"

Yeni bir rakı daha istedi. Canı sıkkın diye düşündüm. Çok içiyor diye hayıflandım. O orada, gözleri denizde, kaskatı oturuyordu. Konuşmaya cesaret edemedim. Bu ne garip bir adam diye yeniden düşünmeye başladım. Bazen ne olağandışı, inanılmaz güzel, bazen de ne sıradan... İşte şimdi karşımda alkole düşkün, oğlunu özleyen yaşlı bir baba olmuş oturuyor, oysa bu sabah köylü ailenin soylu fotoğrafçısı, Vivaldi sever, düşünen bir adamdı. "Yarın sabah erkenden yola çıkıyoruz. İstanbul'a dönüyoruz" dedim. Başını çevirmeden, buz gibi "İyi ya, yolun açık olsun" dedi. Bu kadar mı? Hepsi bu mu? Keyfim kaçtı.Öyle ya, ben onun gözünde tatilini deniz kenarında, turistik bir köyde geçiren, biraz da içine kapanık bir genç adamdım. Daha ne deseydi yani? Beni çok özleyeceğini falan mı? Kim bilir o kimlerle karşılaşıyordu her yaz bu köyde. Bir şeyler kırıldı içimde. Ne duygusal bir herifim, diye kızdım

kendime. Yapayalnız, buruk, kederli kalakaldım. Bir sigara yaktım. Kendimi toparlamaya çalıştım. O hâlâ yanı başımda oturuyor, dalgın, denizi seyrediyordu. Sanki ben orada yoktum. Belki de hiç olmadım! Birden fırladı yerinden. "Eve gidip, biraz da bizim Halime'yi memnun edeyim, anlarsın ya!"dedi. Tanrım ne bayağılık, ne çürümüşlük! İçim bulandı. Bu adamı ne sandım ben? Yine kitaplarda yaşıyorum. Yaşlı adam ve Deniz. O Santiago, ben Manolin!Oh ne âlâ! Ah bu benim sınır bilm düşçülüğüm... Pansiyonuma ayaklarım sürüklenerek döndüm. Uzun süre yatakta döndüm durdum. İçim sıkılıyor, güçlükle nefes alıyordum. Yaşayan birisini ölü saymaya çalışmak, bir insanı öldürmekten güç olmalı diye düşündüm. Rüyamda Hemingway ile bir sal üzerinde dalgalarla boğuştuk gece boyu.

Ertesi sabah erkenden uyandırıldım. Güneş doğmadan yola çıkmalıymışız. Sıcağa yakalanmadan yolu yarılayacağımızı söylüyordu arabayı kullanacak arkadaşım. Son bir-iki havlu, diş fırçası ve terliği de çantama attım.Arabanın arka koltuğuna oturdum. Bir karış suratım, güneş yanığıyla acıyan sırtım ve sabahın erken saatlerinde bir türlü ayılamayışım... En kötüsü Sulhi'nin dün geceki hali. Kimse dokunmasın bana. Kimse konuşmasın benimle...

Arabamız hareket etti.

"Bak az daha unutuyordum. Şu senin pek sevgili fotoğrafçı dostun sabahın köründe geldi, seni sordu. Uyandırayım, dedim, dokunmayın, sabahları güç uyanır o, dedi. Sana bunu bırakıp gitti." Sulhi'ye duyduğum yakınlığı başından beri sezip, bunu kendisine yapılmış bir haksızlık gibi algılayan arkadaşım bir konserve kutusuna dikilmiş sardunyayı ve kirli bir dosya kağıdına kötü bir el yazısıyla yazılmış bir notu pis pis sırıtarak uzattı. Umurumda mı sanki, uzaktaki sevgilisinden mektup almış liseli bir delikanlı gibi heyecanlandım. Uykum filan kalmadı, ayıldım, sevindim, heyecanlandım.Buyrun işte, ben adam olmam! Kağıdı açtım:

"Çiçek dostluk demektir.Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.Sulhi."

Yalvar yakar, iki arkadaşımı Sulhi'nin dükkanına geri dönmeye razı ettim. Ama o ne? Neden kapalı bu dükkan? Halbuki şimdi dükkanının önünü suluyor, sabah kahvesini...
 
Adalet Ağaoğlu - Yüksek Gerilim

Yağmurlar dindi. Ovanın böğründeki hafif eğimli toprak kanallar taralarda biriken fazla suyu denize akıttı; akıntı, kıyılarında sivrisineklerini ve kurbağalarını çoğaltı. Tarlalar da kanalların toprakta bıraktığı nemi sakladı, pamuğunu büyüttü.

Tek pervaneli uçaklar mayıs sonu ovanın üstünde dolaşmaya başladılar. Sonra artık tarlaların üstünde sık sık uçtular, ovaya ilaç püskürttüler. Siyolan kokusu, bir yol ayrımındaki çilek tarlasında olgunlaşan çiçeklerin tadına sindi. Ardından sırayla ekmeğin, etin, sebzenin tadına sindi. Çevredeki hüsnüyusufların, morsalkımların, ıtırların özsuyuna yürüdü; şantiyelerdeki araçların dişlilerine, çimento ve çakıla, battaniyelerle karavanalara; işinden göçenlerin ve iş aramaya gelenlerin yatağına, yorganına, poturlarına, mintanlarına sindi.

Tek pervaneli uçakların attığı ilaç, pamuk fidanları üstünde kurudu. Damarlı yüzlerinde benek benek beyaz lekeler bıraktı. Dümdüz ovayı yer yer kesen çitler arasındaki otlar, önceleri pamuk tarlalarına dolan fazla suyu bir uçtan çaldı, emdi, azıp gelişti. Kanallar suyun fazlasını denize attıkça otların payına düşen nem de azaldı. Yaz boyu azaldı bu pay ve otlar kurudu, dikene sardı. Dikenleşen sürgünlerde gövdeler, yolun tozuyla havanın ilacını tuttu; beyaza yakın bir kül rengine buladı. Bu kirli beyaz öbekler arasında kurumamakta direnen ince mor çiçekli ılgınlarla süpürgeotları ve çavşırlar güneşten renklerini attılar. Atılan rengin yerini hemen ilacın beyazlığı aldı.

Kuru pamuklar eylülde toplanmaya başlandı. Sulanan ekim pamukları daha dolup gürbüzleşerek, yağmurlara kalmadan toplanacakları günleri beklediler. Yaprakları genişti. Üstlerinde daha çok ilaç lekesi biriktirdiler.

Güneş, bütün yaz denizin üstünü kaynattı. Kaynatıp buharını aldı. Getirip taa ötelerden, ovanın üstüne saldı. Buhar tabakası, uçakların püskürttüğü ilacın pek az kısmını kaptı. Yine de yoğunlaşıp kalın bir sis bulutu yaptı. Uçaklar yeniden ilaç püskürtmeye geldiklerinde ovaya doğru biraz daha alçaldılar. Sisin altından uçup buer seferinde biraz daha alçaldılar ve artık son ilaçlarını püskürtecekleri zaman, yoğun buhar tabakasıyla benekli bitki örtüsü arasında kalan ensiz bir koridorda uçtular.

Hafif eğimli kanallardan akan suyu yüzü hareketsiz ince, kahverengi, tahıl kabuğunu andıran nesnelerle örtüldü. Böylece kanallar, ovadan çektikleri fazla suyun yüklediği sivrisinek ölülerini de denize akıttılar. Ama kanalların nemli karanlığında kurbağalar yaşamlarını sürdürdüler. Kanalların içinde siyonlardan korunup büyüdüler. Gece ay, yoğun buhar tabakasını delip de tarlaları aydınlattığında tedirginleşip daha çok bağırdılar.

Yukarda, kuzeyde baraj, behrin bahar suyunu biriktirdi. Biriktirip güçlü çarklarında döndürdü, ağdırdı. Ağdırıp ağdırıp bu suyu elektrik gücüne dönüştürdü ve yüksek gerilim hattına akıttı. Durmadan akıttı. Yüksek gerilim hattı, direkler üstünde ovaya uzandı. Tarlalarda, yol kıyılarında dura dikile; sulama kanallarının ve bu kanal yavrularının döşenme çizgilerini şurda burda kese atlaya daha güneye, kalabalığın toplaştığı yerlere uzandı. Uzanıp, yüklendiği öldürücü ve diriltici gücü bu yerlere taşıdı. Geçtiği her yerde kendisiyle kesişen her şeye ve herkese güçlü adını kazdı, bıraktı. Ama oralara uzanmadan önce bu yüksek gerilim hattı, geçtiği yerlerde hiç bir katı cismin kendisine elli santimden daha yakın gelmesine izin vermedi. Yağışlı havalarda çevresini daha geniş tuttu; yüz elli santimlik bir çapın çizdiği daire içinde egemenliğini kurdu. Dokunulmazlığını koruyarak yürüdü, gitti ve milyarda bir gücünden daha çok, ama çok daha azını vinç operatörü Kadir Çiçek’in ot-sap tavanından sarkan yirmi beş mumluk ampulüne boşalttı.

Ampul, Kadir Çiçek’in tavanında bir saat kadar ışıdı. Karısı çocukları yatırdı, bulâşıkları yıkadı, ekşimiş yoğurt artığının üstüne tel kasnağı iyice örttü; öylece getirip pencere önüne bıraktı. Cansız pencereye ince naylon bir gergi gerdi; dışarı, avluya çıktı.
Kadir Çiçek, yirmi beş mumluk ampulün kapı önüne vuran aydınlığında tuzlu su kabını önüne çekti. Kabaran avuçlarını tuzlu suyun içine soktu. “Çok erken varmalı şantiyeye. Vinvin makarasını yağlatmalı. Doğru sürmeli kanaletlerin başına. Hava kararmadan ne kadar çoğunu oturtursak eğerlerine, o kadar iyi.”
Ellerini tuzlu sudan çıkardı, üstündeki atlet fanilaya sildi. Kapıdan süzülen ölü aydınlıkta baktı ellerine:
“—Dürzünün vinci!” dedi. Güldü yine de.
Karısı tuzlu su dolu kaba uzandı:
“—Oldu mu?” dedi.
“—Oldu, oldu” dedi Kadir Çiçek. “Götür dök”
Sakine çiçek, tası aldı, avlunun karanlığına daldı. Kocası bir sigara yaktı. Duvar dibindeki peykede yatan kardeşi Hasan’a baktı: “Aferin ülen” dedi nerdeyse yüksek sesle. “Dünün çocuğu... Şaka maka, kıvırdın gitti bu işi... Çabuk öğrendin orta halat yardımcılığını...”
hasan uykusunda mırıldandı. Sonra bir bağırdı ve peykeden aşağı sarkan sol bacağı seğirdi. Bacağını çekti yukarı. Yan döndü. Derin uyuyordu.
Damın üstünde Hasan’ın küçüğü Sefer’le kendi büyük oğlu Kemal yatıyorlar. Uyumadıkları, cibinlik bezinin altında itişip kakıştıkları duyuluyordu. Kemal, neye gülüyorsa, kikir kikir gülüyordu. Sefer:
“—Sus be, uyu artık!” diye bağırdı.
Kadir Çiçek başını yukarı kaldırdı. Sefer’le Kemal’i görecekmiş gibi baktı. Oysa dam, ensesinin üstünde kalıyordu.
“—Seslen şuna. Rahat versin. Her akşam bir oyun bulur. Uyutmaz küçük amcasını it”.
Karısı, dama çıkan merdiven başına vardı. Yıkarı seslendi:
“—Kemal! Baban yanına varıyor ha!”
Kemal’in zorla sindirmeye çalıştığı sesi yine de bıcır bıcır duyuluyordu aşağıdan.
“—İşin bittiyse söndür ışığı” dedi Kadir Çiçek karısına.
“—Yatacaksan yatağını açayım mı?”
Sakine Çiçek, yeniden içeri yöneldi.
“—Açma daha. Çok sıcak. Uyunacak gibi değil. Işığı söndür. Sivriler dolmasın içeri”.
Kapıdan dışarı süzülen sarı ışık birden yitti. Kadir Çiçek, kapının önünde ak bir leke olup kaldı.
Uzaklarda kurbağalar durmadan haykırıyorlar. Bütün kanalların, derelerin, su birikintilerinin içinde yükseliyor bu haykırışlar ve yankılanıp geliyor: Kadir Çiçek’in avlusundaki bütün sesleri, Kemal’in gülüşlerini falan bastırıyordu.
Sakine usulca çıktı içerden. Usulca konuştu:
“—Sivriler pek eskisi kadar değil artık. Azaldılar”.
“—Uyumuş mu kızlar?”
“—Uyumuşlar. Oğlan da uyusun iyice, alıcam yanıma”.
Kocasının soluna bir sandık çekti. Üstüne ilişti. Karanlıkta onun yüzünü seçmeye çalıştı. Daha otuzuna varmadan yaşlı bir ağaç gibi kalın kabuklu, yol yol çizgiliydi kocasının yüzü. “Bütün gün vincin üstünde. Ha babam, de babam. Ovanın güneşi üç yılda çökertti onu da”.
İçini çekti:
“—Nasıl avuçların?”
Kadir Çiçek dizlerine sürttü avuçlarını. Ses vermedi.
“—Düşünme Kadir. Ne düşünüyorsun anam? Borçlarımız tükendi oldu işte. De işine bak. Kışa pencereleri camlarız”.
Kocası başını çevirip baktı ona. “Yine de kurban olduğum güneş. Yaz boyu Kadir’min gözlerine dolmuş dolmuş da şimdi, gece ortasında gelmiş ordan şavkıyor”. Böyle geçti Sakine Çiçek’in içinden. Kocasının gözlerindeki parıltıdan hoşlanıp eğdi başını.
Peykede bir kıpırdanma oldu. Hasan doğrulup kalktı.
“—Uyunmuyor be yenge. Çok sıcak...”
Genç irisi gövdesiyle dikildi peykenin önüne. Ayak alışkanlığı gitti, avlunun bir köşesindeki musluklu tenekeden su çarptı yüzüne. Kollarını iyice ıslattı. Çizgili pijama altlığını çekerek şöyle bir dolandı avlunun ortasında. Abisi bir kibrit çaktı. Bir sigara daha ateşledi:
“—Hasan...” dedi sonra, “demin uykunda konuşuyordun düdük...”
Hasan, kötü şaşırdı:
“—Yok yahu abi?... Ne diyordum ki?...”

(Vinç operatörü treylerin üstündeki Hasan’ı gördü şimdi. Bütün gün gözü onun gözlerindeydi. İki yardımcı da treylerin üstünde, yan halatları bir kanaletin iki ucuna geçiriyorlar, kancalarına takıyorlar, onlar kancaları takar takmaz Hasan abisine “vinç askısını indir” işareti veriyor, sonra acele çelik halatı döndürüyor, vinç askısını çelik halata geçiriyor, yeniden abisine bakıyor, tam zamanında “kaldır” işareti veriyor.
Önceleri bu iş sesli sürüyordu. Giderek iki kardeş gözleriyle anlaştılar. Hasan’ın işi çok dikkat istiyordu. Orta halatı döndürmekte, anında “indir” ya da “kaldır” işaretini vermekte ustalaşıyordu. Bakışları hep öyle çocuksu bir ciddiyeti, çocuksu bir önemsemeyi barındırıyordu. İşini öğrenmekte gösterdiği tükenmez çaba; o, kollarını oyuna çıkmış gibi gerişi; o, boynunu balıkçıl kuşu gibi dikişi, hep bir kıvırmayla, bir gülme duygusunu da birlikte getiriyordu Kadir’in yüreğine).

“—Söyleyim mi?” dedi, Hasan’ın ürkek gözlerine bakıp.
“—Söyle...”
“—Yengenin yanında?”
Durdu Hasan. Uykusunda olmadık sözler ettiyse yengesinden çok abisinden utanacak.
“—Olan olmuş zaten. Duymuşsun ya” dedi.
Pijamasının altlığını az daha çekti yukarı. Gidip yeniden musluklu tenekenin önüne çöktü. Ağzına bir lokma su alıp çalkaladı, tükürdü. Arkasını dönmedi hiç. Öyle çömeldiği yerden:
“—Yengem de duysun, n’olacak” dedi, isteksiz.
“—Hadi Kadir, deyiver neyse...”
“—Ah oğlum, kız adı sayaydın daha iyi olurdu ya...”
“—Eee, ne saymışım?”
“—Kaldır, kaldııır!.. İndir, indiiir!..”
Hep birlikte güldüler. Geniş bir soluk aldı Hasan. Gelip abisinin dizi dibine çöktü:
“—Başka?”
“—Ne olsun başka?”
“—Pek bir sevdin sen bu işi Hasan... Pek bir sevdin... Etmemeydiniz... Askere gideydin daha iyiydi ya, askerden gelmiş gibi yapacağınıza...”
Sakine, bitirmedi sözünü. Gülmeler durdu. Uzun sustular. Olmadı. Sakine, başka yerden aldı sözü:
“—İşte, öyle istedin, öyle oldu; ne deyim?...”
“—Aman be yenge! Der der aynı şeyi dersin. Bitirmişim ortaokulumu sayesinde abimin. Yarın bitirir Sefer de ortaokulunu acık benim sayemde... Derken Kemal, derken Gülten, derken Ayten ve dahi girer sıraya Orhan... Birbirimize dayanacağız demedik mi?”
“—Yapsaydın askerliğini önden...”
Kocasının kıpırdandığını, yüreğinin daraldığını bildi; kesin sustu. Yetmedi, koydu parmaklarını dudaklarının üstüne, kitledi onları. Kadir Çiçek, dibe eren sigarayı yere attı, tokyosuyla bastı üstüne.
“—Kaç metre döşedik bu ay?”
Hasan okulda derse kaldırılma korkusuna benzer bir korkuyu atlatmış gibiydi. Öğretmenin gözleri bir değip geçmişti kendisine, işte o kadar. Şimdilik. Şimdilik yine iyiydi her şey.
“—Bugün yüz yetmiş metre geçtik abi... Öyle ya, eğere son monte ettiğimiz kanaletle yüz yetmiş metre geçtik... Yarın beşyüz metre fazlayı doldurursak primimiz üç bin lira tutar, değil mi?”
“—Doldurursak tutar” dedi, Kadir Çiçek.
“—Üç bini de pay ettin mi dördümüze...”
Kafasında hesabını kurdu.
“—Kadir Usta...” dedi sonra, “Kadir Usta... Yevmiyelerle, iki saat fazlalıkla birlik bu ay sade benim elime ne geçiyor biliyor musun? Tam bin dörtyüz elli lira geçiyor. İlk bu kadar çok olacak, biliyor musun? Şimdiye kadar en çok dokuz yüz elli olmuştu... İlk bin dört yüz elli lira. Para bu be!... Gidip hemen bir buzdolabı alıcam şuraya... Taksitle maksitle... Konduracam avluya... Çekecem bir de elektrik hattı içeri ampule giren hattan buraya.. Artık buz gibi içeriz suyumuzu... Ayranımızı da soğuturuz...”
Göz kırptı abisine:
“—Rakını da soğuturuz. Dolabın rakısı benden haa! Her zaman... Çocukların kitabı, aklemi, defteri de benden... Her zaman...”
Abisi sevinmeye çalıştı ama, gelmedi içinden sevinmek.
Sakine, Hasan’ın çoşkusu çözülmesin diye çözdü parmaklarını dudaklarından, güldü:
“—amanın şuna bakın!... Büyümüş, adam olmuş da...”
Olmadı. Oturmadı bir şeyler yine yerine. Bu konu ne zaman açılsa bir söz ya fazla, ya eksik söylenmiş oluyor.
“—Sağol Hasan... Sağol yine de...”
“—Bir de Almanyalara gitmeye kalktındı abi. Hepimizi böylece döküm saçım bırakıp buralarda... Şimdi yani, kötü mü oldu?...”
“—Amma öttün be sümüklü!” dedi Kadir.
Yüreği hopladı Sakine’nin. Ama baktı ki, karanlıkta güzel parlamakta kocasının gözleri. Güzel, yumuşak. Hasan da baktı. Baktı ki, alay değil abisinin gözlerindeki. Öfke değil. Horlama değil. Sarıldı ona:
“—Baba Kadir... Kadir Usta... Baba kadir Usta abim benim be...” dedi; kardı karıştırdı bu adları-sıfatları birbirine.

Yüksek gerilim hattı yukarlardan dolandı, alçaklara indi. Yine döndü, dolandı ve gecenin ortasında kararmış bakır telleriyle gücünün milyarda birinden çok daha, çok daha azını, bir gün Kadir Çiçek’in avlusuna yerleşecek soğutucuya da aktarmak üzere hazır etti; bekledi.

Yirmi altı beton kanaletle yüklü treyler, akşama doğru yükünden hafiflemiş olarak birkaç metre daha ilerledi. Kanalet hattına çapraz durdu, bekledi.
Vinç operatörü Kadir Çiçek, boynuna bağladığı turuncu mendili çözdü; vincin üstündeki yerinde kımıldadı; alnının terini havalandırdı; parmaklarını büktü, açtı, levyeyi kavradı ve vinci, yirmi dördüncü kanaleti yerine oturtmak üzere treylerin ilerleyip durduğu yere sürdü; vinç askısını doğrultup bekledi.
Az önce yirmi üçüncü kanaleti yerine oturtmak üzere, ellerinde katranlı iple eğerlerin başına koşmuş olan iki yan yardımcı, boşalan vinç halatlarının kancalarını çözmüşler, yirmi dördüncü kanaleti vince takmak için yeniden treylerin üstüne çıkmışlardı. Hasan Çiçek, katranlı iplerin eğerlerinden tam yerine konulup konulmadığına bakmış, abisine “tamam” işareti vermiş, yirmi üçüncü kanalet eğerlerindeki yerine oturduktan sonra o da dönmüş; treylere, yirmi dördüncü kanaletin ortasına çıkıp durmuştu. Vinç burnundan sarkan çelik askı halatını yakalayıp bekledi.
Sağ yardımcı Bilal ile sol yardımcı Osman, yirmi dördüncü kanaletin iki ucundaki yerlerini aldılar, beklediler. Hasan orta halatı öptü. Orta halattan sarkan iki yan askıyı ayırıp birini Osman’a, ötekini Bilal’e attı. Vincin üstünde, gözlerini kendisinden ayırmayan, her hareketini hoşgörmez bir usta dikkatiyle izleyen abisine gülümsedi. Vinç motorunun büyük gürültüsünü bastırarak:
“—Varan yirmi dört!” diye bağırdı ona.
Sesini daha çok yükseltti:
“—Geçtik! Dokuz kilometreyi tam dört yüz doksan metre geçtik şimdi!”
Kadir Çiçek, yeniden önündeki kola uzandı. Kolu çekti. Çatırtı büyüdü.
“—Kes hesabı! İşi bitirelim!..” diye haykırdı kardeşine. Çenesinde bir damar seğirdi. Hasan’ın o anda derin bir utanç ve saygıyı yükleniveren bakışlarını görmemek için gözlerini uzak denizle ova arasına kalın bir perde çeken yoğun sis tabakasına çevirdi.
Güneş iyice alçalmış, şeklini iyice dağıtmıştı. Bir buzlu camın ardından yansıtıyordu kendini. Nerdeyse, haşlanmış, haşlanıp diriliğini itirmiş püskül püskül radika ortları gibi, radika otlarının renksiz kökleri gibi buharlar saçarak ve artık her an biraz daha biçimini dağıtarak ovayı tarıyordu. Buharını koyveren ova mı, buzlu bir cam gerisinden yansıyan ışınlar mı, ayırdetmek her an güçleşiyordu.

Taa uzaklarda, büyük kentin güneye bakan salkım saçak dış mahallesinde bu kereste bıçkısının cızırtılı sesi bütün gün Sakine Çiçek’in dişlerini kamaştırdı. Gürültüye alışkın kulakları, duyarlığını ağzına, dişetlerine aktarmıştı. Küçük bütan gaz ocağını avlua çıkardı. Tüpün düğmesini çevirdi, kibriti çaktı. Hışırtıyı duydu ve ocağın yanmış olduğunu bu güçlü hışırtıdan bildi. Yanmış gazın deliklerden fışkıran parıltısı, alçaldıkça aydınlığı yayvanlaşan ova güneşin parıltısını yine de bastıramıyordu.
Sakine Çiçek, avluda çok eski bir bisiklete düşe kalka alışmaya çalışan Kemal’e:
“—Koş anam, Sefer abine söyle, bir paket de Sana alıversin gelirken” dedi.
Bütan gaz ocağının üstüne bir tencere su kodu. Kemal, annesini duymamış gibi bisikleti yalpalatarak bir kez daha döndü avlunun içinde. Gaz ocağına sürtünerek geçti. Sakine’nin içinde bir şey sıçrayıp indi. Dışarıdan avluya dolan bıçkı sesine arkasını dönüp yeniden seslendi:
“—Sağır mısın Kemal? Sana söylüyorum!”
“—Duydum” dedi, Kemal. Bisikletin cantını duvara sürttü.
Sakine’nin dişleri daha bir derin kamaştı. Dilini dişetlerinin üstünde gezdirdi. Tükrüğünü yuttu.
“—Duydunsa koşuversene. Gelirler nerdeyse. Hazır edelim yemeklerini ...”
“—Erken daha”.
“—Erken... Sana erken. Bana her şey geç, baksana... Koş hadi!”
Kemal isteksiz, bisikleti duvara dayadı. Camsız pencere önünde duran plastik sürahiyi ağzına dikti, içti.
“—Ilık. Kan gibi” dedi.
“—Buzdolabı alacak Hasan Amcan. Akşam söyledi. Babanla bir olup alırlar...”
“—Ne zaman?”
“—Bu ay başında”.
“—Yarından sonra yani?”.
“—Yarından sonra belki. Belki birkaç gün daha sonra... Hesaplarını bir yapsınlar hele... Borç-harç ne kalmış, görsünler de...”
“—Fruko da koyalım içine anne. Şişe şişe, her çeşidinden koyalım”.
“—Bakalım. Belki. Bir gün koyarız belki”.
“—Keşke yaz başında alsaydık be anne!”
“—Sana konuşması kolay. Fırla hadi!.. Yağ lazım bana. Koşuver Sefer Abin dönmeden...”
Orhan, peykenin üstünde bir mısır koçanıyla oynuyordu. Koçanı ağzına, yeni çıkan diş yerlerine sürtüyor, salyasını akıtıyordu. Ayten’le Gülten, musluklu tenekenin başında bez bebeklerinin çamaşırlarını yıkıyorlardı. Kemal, avlu kapısından çıktı. Sakine Çiçek, kızların yanında yanına koştu; çekip aldı onları ordan.
“—Bütün suyumu harcadınız yine!... Su nerede?...”

Beton sulama kanallarının içi kuruydu. Çeşmeler çoktan kurumuştu. Eğimli kanallar, yaz başı pamuk tarlalarından artan suyu denize akıttıktan sonra, şimdi bu kanalların içbükey toprak duvarlarında dağınık tebeşir tozunu andıran ince, beyaz, iplik iplik, düzensiz bir çizgi kalmıştı. Çizgiler kendilerini yenileyerek dibe indikçe iç bükey duvarlarda da ince çatlaklar açılmıştı.

Ovanın pamuğunu ilerde daha uyumlu sulayacak kanalet yapım tasarısı kağıtlar üstünden kalkıp her gün biraz daha genişleyerek, büyüyerek, uzayıp oranlarını çoğaltarak ovayı örtmeye başlamıştı. Bütün yaz ovaya ilaç püskürten üçük uçak pilotları, mat sedef renkli kalın çizgilerin ovayı düzgün parçalara bölerek toprakta yürüdüğünü görmüşlerdi.

Güneyde iki büyük kenti birleştiren asfalt yol üstündeki kanalet fabrikası her gün biraz daha çok sayıda kanalet üretti. Fabrikanın önündeki yapım şantiyesinde, duvara asılı ova haritasına bir mühendis, her akşam daha çok sayıda renkli topluiğneler batırdı. Topluiğneler arasındaki uzaklığı gözüyle birleştirdi; her santimini iki binle çarptı; şantiye muhasebecisi, bu çarpımdan çıkan metre ve kilometre fazlalarını paraya dönüştürüp yevmiyelere böldü. Şirket mühendisi her akşam, yerleştirilen kanaletlerin en son ucuna gitti; işçilerin kaç eğere kaç kanalet oturttuklarına baktı. Evlet kontrol mühendisi, her ay sonuna doğru gidip, yerlerine oturtulan kanaletlere ayağının ucuyle vurdu ve dönüp masasının başına, şirketin devlet alacağını hesabetti. Akşamları şirket mühendisleri devlet mühendislerini içkili, serin lokantalarda ağırladılar. Ağırlamadıkları zaman, devletin şirkete sunduğu aylık payı alabilmek için beklemek zorunda kaldılar. Böyle zamanlarda işçiler, bakkal ve fırınlardaki veresiye hesaplarını, bankalar ise kredi faizlerindeki toplamları çoğalttılar. Ama bütün bu, çok sayıda insanı içine alıp döndüren geniş çember, ovanın az sayılı sahipleri adına her gün biraz daha hızlı devindi ve ova, pamuğunu her gün biraz daha onlar için büyüttü. Şantiye mühendislerinden biri “bankalar için” dedi. Kontrol mühendislerinden biri “ovayı bölüşenler için” dedi. Kuşkulandılar birbirlerinden; küstüler ve ayrı adlı partilere oy verdiler. Durup seçim sonuçlarını beklediler.

Güneş biraz daha dağıtıp yaydı ışığını.

Vinç bumunun gerisinde, eli levyenin üstünde oturup bekleyen vinç operatörü Kadir Çiçek, gölgesini ardına düşürdü. Orta halat yardımcısı Hasan Çiçek, sağına baktı; sağ halat yardımcısı Bilal, yirmi beşinci kanaletin sağ altından ipi geçirirken o da hızla sola döndü. Sol halat yardımcısı Osman’ın da kanaletin sol alt ucundan halatı geçirdiğini gördü. İki yanına yeniden baktı. İki uçtan sarkan çelik halatların askı halkalarına geçirilmesini bekledi. Vinç askısından sarkan orta halatı eliyle tarttı. Dengeyi duydu avuçlarında. Çelik halatı büktü, vinç askısının ağır ağır dönmesini sağladı. Kadir Çiçek, gözüyle izledi dönüşü ve bakışlarını çevirip kardeşinin gözlerine dikti. İşin bu en önemli, en çok dikkat isteyen anını kaçıncı kez yine gözleriyle paylaştılar. Hasan’ın gözünde Kadir’in artık ezbere tanıdığı ışık parladı: “Kaldır!”
Kadir, işaret parıltısını yakalar yakalamaz vinci çalıştırdı. Vinç bumunu ağır ağır kaldırıp döndürmeye başladı. Bilal ve Osman bir sıçrayışta treylerden indiler. Ellerinde katranlı halatlar, ovada birkaç metre aralıkla çifter çifter ve çatal ağızlarıyla açılıp duran beyon kanalet eğerlerinden en yakındaki çiftin başına kondular. Katranlı İplerini eğerlerin üstüne serdiler. Onlar bu serme işini yaparken Hasan, sürekli olarak abisine işaret verdi. Vinç bumunun ucunda askıya alınmış ağır beton kanalet, tam eğerlerin üstüne oturacak biçimde geldi, orada bekledi.
Hasan, treylerin üstünden yer atladı. Bilal’le Osman’ın yanına koştu. Katranlı iplerin eğerler üstüne uygun serilip serilmediğine baktı. İpler güzel serilmişti. Başını kaldırdı, abisine baktı:
“—İndir!” dedi, bu kez sesli olarak.
Kadir Çiçek, kolu çekti. Vinç bumu ağır ağır indi eğerlere. Eğerlerdeki katranlı ipler üstüne. Hasan, kanalet iki uçtan iki eğer üstüne tam oturana dek işaret verdi abisine. Bu arada treyler hareket etti ve bir sonra konulacak kanalet yerine ilerledi. Hasan:
“—Tamam!” diye haykırdı.
Sağ ve sol yardımcılar, gevşeyip boşalan çelik askı halatlarını büyük bir çabuklukla kancalarından çözdüler, vinci serbest bıraktılar. Hasan’la birlik yeniden treylerin üstüne çıktılar. Kadir Çiçek, vinci, bir sonraki ve en sonuncu kanaleti kaldırıp yerine oturtmak üzere, treylerin şimdi bulunduğu yere sürdü. Orada bekledi.
Yukarlardan inip gelen yüksek gerilim hattı, ekibin ulaştığı kilometre noktasının az ötesinde kanalet hattını kesiyordu. Treylerde kalan son kanalet de az sonra yüksek gerilim hattının toprakta bıraktığı yayvan gölgeyi bıçkı gibi kesecek. Kesip taa ötelere uzanacak. Uzanan her fazla metresi, kanalet döşeme ekibinin her bir i için birer öğün demek olacak.

Sakine Çiçek, duvar dibindeki ıtırlarla sardunyalara, camsız pencere dibinde ağır ağır boy veren mor çiçekli hüsnüyusufa su verdi. Diplerini serinletti. Plastik ibrikte kalan suyu avlunun içinde acele gezdirdi. Avlu taşları önce halka halka esmerleşti, sonra hemen kayboldu esmer, kıvrık çizgiler. Avluya çizgilerin cılızlığında ince bir serinlik dokunup geçti.
Çapraz ayaklı masayı ıtırların yanına taşıdı Sakine. açtı. Masanın yeşil-beyaz muşambası üstüne cacığı koydu. Cacığın yoğurdu, yüzeyinde, henüz gözle seçilemeyen hafif bir fışırdamayı gizledi.
Sakine Çiçek, bütan gaz ocağının başında durdu. Kaynayan suya evde kesilmiş makarna saldı. Boynunu dikip gökyüzüne baktı yine. Zamanı anlamaya çalıştı. Ay çıkıyordu. Buzlu cam gerisinde irin renkli bir ışık, şimdi maviye çalan beyaz bir ışıkla kavgaya başlıyordu. “Vakittir” dedi Sakine Çiçek. Peykenin üstünde yüzükoyun sızıldanan Orhan’ı doyurmaya koyuldu. Bıçkı sesi dinmişti.

Vincin bumu askısını sarkıttı. Hasan, çelik halatı yakaladı. Aşağıdan gelen soluk yeşil renkli bir pikap kızını yavaşlattı. Şantiye mühendisi Nazif, pikabını yolun kıyısına bıraktı, indi. Bir hendeği atlayıp ekibin yanına vardı. Eliyle “durun” işareti yaptı. Durdular. Kadir Çiçek’in canı sıkıldı. Hasan Çiçek, orta halatı gevşetti avucunda, ama bırakmadı. Kadir Çiçek levyeyi boşa aldı, kalktı, başını Nazif beye uzattı.
“—Elektrik hattını görüyorsun değil mi usta?”
“—Biliyorum” dedi Kadir Çiçek.
“—Dikkatli olmak gerek. Bumu uzak tut. Yaklaştırma”.
“—Evet, evet” dedi Kadir Usta.
“—Kötü bir saat. Geç. Uzaklıklar yanıltır şimdi...”
Hasan Çiçek atıldı:
“—Tek kanalet kaldı!” dedi.
“—Olsun. En iyisi bırakın işi artık. Sabah yerleştirirsiniz”.

(Yaşını on sekizden büyük ve askerliğini yapmış gösteren bir sahte kimlik kartıyla abisinin karşısına dikildiği günden bu yana altı ay geçmişti. O sabah abisi kendisini kovalamıştı. Akşam, evde dövmüştü. “—Kaç kişi girdi bu yoldan işe. Şantiye anlamıyor. Anlasa da anlamazlığa geliyor. Bilal nasıl çalışıyor sanıyorsun?” diye karşı durmuştu Hasan yine de. Yumuşamadı abisi. “—Sıkıntıdasın... Çok sıkıntıdasın. Bilmiyor muyum ben?” dedi Hasan. O zaman iki tokat daha yedi abisinden. “—Sana ne ulan? Benim bileceğim iş! Okula gideceksin. İşte bu kadar!..”
İlk büyük çatışmalarıydı abisiyle. Çocuklar yadırgadılar. Hepsi korktular, ağladılar. Kadir Çiçek, fırlayıp kahveye gitti. Gece çok geç döndü. Konuyu açtırmadı bir daha. Hasan’la konuşmadı. Evin kereste borcu hesabını ona değil, Kemal’e yazdırdı. Üçüncü gün, memleketlisi Avni’den biraz daha borç para istemek için de Sefer’i gönderdi. Sefer, eli boş döndü. Dördüncü gün, Osman’ın beşiğini götürdü. Beşik bir daha geri gelmedi, ama Kadir Çiçek, akşam Sefer’le eve üç ekmek ve bir takım ciğer gönderdi. Kendi gelmedi. Beşinci gün yevmiye dağıtma günüydü. Sakine Çiçek, gözünü avlu kapısından ayırmadı. Bütan gaz ocağını yakmak için kocasının dönmesini bekledi. “Kıyma getirirse patatesi vururum ocağa...”
Yağışlar dinmemişti daha. Bütün ay vinç de, treyler de araziye çok seyrek girebilmişti. Fazla çalışma, prim söz konusu değildi. İş günleri bile sayılıydı. “—Hepsi hepsi yediyüz tutar bu ay. Fazla tutmaz” demişti Kadir Çiçek. Karısı, bütün bir ayı nasıl geçireceklerini düşünmeyi çoktan unutmuştu. En yakın akşamı ve en yakın sabahı düşünebiliyordu o. Hasan, damın üstüne çıkmış, akan yerine bir çinko parçası çakıyordu. Damın üstünde eğilip doğruldukça yengesini görüyordu. Yengesinin işi her gün biraz daha azalmıştı. Her gün biraz daha az tencere ovuyordu. Çamaşırı biriktiriyordu. Biriktirmeye olanak kalmayınca, düz suda çalkalıyordu. Terden kayışa dönmüş gömlek yakalarını bir tutam kille ovuyordu.
Hasan, elini cebine sokmuştu. Sahte kimlik kartını çıkarmıştı. Karta, herkese iyi gelecek bir iksir gibi bakmıştı. Damdan indi sonra. Yengesinin, yeşil lastik ayakkabılarının ucuyla bir su birikintisini incitmeden dürtüklediğini gördü. “—Ne inat u benim abim!.. Ne inat...” dedi. Sakine Çiçek, kocasını savunmak istedi. Ama şu an savunacak belli bir ipucu yakalayamadı. “—Seni düşündüğünden...” dedi sadece. “—Bu yaz çalışsam... İlerde yine okurum...”
Hasan sözünü tamamlamadan avlu kapısı gıcırdadı. O yana fırladı Sakine. Baktı, kocasının elleri bomboş değil. Eski gazete kağıtlarına sarılmış paketlere uzandı. “—Al. Götür ocağa bir şeyler koy”. Kadir Çiçek’in sesi başka bir adamın sesiydi. Yüzü başka bir adamın yüzüydü. “—Hasta mısın Kadir?”
Kadir, karşılık vermedi. Kaç gündür tek söz etmediği, yüzüne bakmadığı hasan’a doğru yürüdü. Hasan, abisi yeniden tokatlarsa diye kendini hazır etti. Söyleyeceklerini bir bir dizdi içinden. Abisi yanından geçti. Peykenin ucuna ilişti. Ellerine baktı. Parmaklarını kenetleyip şıklattı. “—Sen git, ocağa bir şeyler koy” dedi yine karısına. Hasanelindeki çekici toprak duvara sürttü. Kabaran toprak hemen döküldü yere.
“—Hasan...” dedi Kadir Çiçek, “yanıma gel”.
Hasan, yanına gitti abisinin. Ama çok yakınına değil.
“—yarın birlikte gidelim şantiyeye. Kağıtlarına bakacaklar. Uygunsa iş verecekler sana.”
Hasan’ın yutkunma bezleri sızlamıştı. Göz çevrelerinde bir yanma olmuştu. “—Sağol abi” demişti, sızlama ve yanmaları bastırıp.
“—Doğramacı yevmiyelerimi kestirmiş. Şantiye şefi haberliydi. Kesmiş. Bu ay öderim demiştim”.
Başka bir açıklama yapmamıştı Kadir Çiçek. Sadece sözü bağlamıştı: “—Yanıma alacağım seni. Belki ilerde iyi bir vinç ustası olursun sen de”. “—Olurun” demişti Hasan da. “Senin borçların var, keserler. Benim borçlarım yok kesemezler” demişti, dili ağzına dolaşarak. “yani diyeceğim... bir yandan kesilirsek, bir yandan damlarız hiç değilse... Öyle değil mi abi?)

Mühendis Nazif, kararsız duruyordu.
“—En iyisi boşaltın treyleri. O gitsin. Bilal vincin başında kalsı”, dedi. “Gerçi evet... tek kanalet için... Yine de, boşaltın”.
Kadir Çiçek, kararlı konuştu:
“—Çift iş olur bey. Şimdi oturturuz onu biz. Yerleştiririz geçeriz”.
Mühendis Nazif, artık bir şey demedi. Bütün gün yerlerine oturtulmuş kanaletlerin simdi iyice belirginleşen aklığına baka baka yürüdü. Bir boydan bir boya geçti döşenmiş kanalet hattının yanından ve çatlayan eğerlerden birini kafasına not ederek pikabına döndü.
“—Yine de dikkatli olun” diye bağırdı ekibe; bindi, gaza bastı, doğu yönünde sürdü pikabını.
Vincin bumu son kanaleti kavradı, kaldırdı.
Hasan çelik orta halatı büktü.
Bum ağır ağır döndü, yüksek gerilim hattının altına özenle girdi. Operatörün gözüyle ayarladığı sınırı bir milim aşmadan girdi hattın altına; kanaleti hizaladı, eğere yakın yere indi ve orada başı eğik bekledi.
Kadir Çiçek de sabırsız bekledi. Hasan’ın bakışları seçilmez olmuştu. Sesini duymayı bekledi. O, her gün biraz daha erkekleşen, artık neredeyse tam kendisi olmaya aday sesin “boşalt” demesini bekledi. Ama Osman, kendi payına düşen katranlı ipi aceleden kötü sermişti. Halat tam yerinde değildi. Hasan, çelik orta halatı bırakmadan sol yardımcıya seslendi:
“—Düzelt ipi! İpi düzelt!.. Oturt yerine Osman!..”
Sol yardımcı, ipi düzletmek için askıda kanaleti usulca itti; itip yer açmak istedi. Açtığı yerden eğere doğru eğildi, sığmadı. Az daha itti kanaletin ucunu. Kadir Çiçek, vincin gürültüsünü bastırmak, bastırıp sesini duyurmak ve:
“—Oyun mu oynuyorsunuz be? diye bağırmak için soluğunun hepsini topladı, ağzını açtı ve:
“—Oy...” diyebildi.
Kanaleti taşıyan askılardan biri kaymış ve kanaletin bir ucu yere vurmuştu. Bozulan denge, o anda ağırlığından kurtulan vinç bumunu yukarı doğru esnetti. Yukarı doğru esneyen bum, yüksek gerilim hattının egemenlik alanına girdi; gücünün milyarda birinden pek azını kapıp, elinde hâlâ çelik halatı tutmakta olan Hasan’ın gövdesine akıttı. Çelik halat ucunda iri, siyah bir kömür asılıp kaldı.
İş erken başlamıştı. Şimdi ay, kalın buhar tabakası ardında, az önceki kavgadan yorgun, erin soluyarak, derin soluyup durmadan terleyerek ovaya çiseliyordu. Islak ışık vincin ucundaki iri kömür parçasında ince cızırdıyordu.

Sakine Çiçek, cacık yoğurdunun yüzeyinde giderek çoğalan fışırdamayı gördü. Daha bekledi. Fışırtı derine, dibe indi. O zaman, artık beklemedi. Çocukları Sefer’e bıraktı. Başına bir örtü örttü, yanına Kemal’i aldı; siyolanlı pamuk tarlalarının kıyıcıklarında dura dikile, yüksek gerilim hattı direklerinin koyduğu işaretleri izleye ede, bir kalabalığın toplaştığı, resmi araçların mavi ve kırmızı ve sarı ışıklarını durmadan yakıp söndürdükleri bir yere doğru yürüdü. Ama Sakine Çiçek daha oraya varamadan, asfalt yoldan sirenlerini öttürerek bir polis aracı geçti. Ters yönde, kente gitti. Polis aracının içinde biri:
“—Kardeşim ha?” dedi, Kadir Çiçek’e.
Kadir Çiçek bumun ucundaki kömür parçasından daha kara görünüyordu. Bir kömür parçası nasıl ses vermezse, o da öyle ses vermedi.
“—Demek iş kazası?” dedi, aracın içindeki öbür polis. “Sigortanız vardır. Kaz ise iyi. Kardeşininki sana kalır”.
Kuşkuyla baktı Kadir Çiçek’e.
“—Yaşı uygun ki çalıştı. Vardır sigortası kardeşinin de”. dedi beriki.
Hasetle baktı Kadir Çiçek’e.

Yağmurlar yeniden başladı. Ovanın böğrüne sokulmuş hafif eğimli toprak kanallar, pamuk tarlalarının fazla suyunu denize akıtmaya yetişemedi. Tarlalarda küçük, durgun göller oluştu.
Kuzeyde baraj, daha çok elektrik gücü üretti. Ve bu gücü yüksek gerilim hattına akıttı. Durmadan akıttı.
Yüksek gerilim hattı, direkler üstünden ovaya uzandı. Dokunulmazlığını koruyarak, büyük kentlerin kapılarında bölünüp kollara ayrılarak, caddelerde yeniden kollara ayrılarak, dış mahallelerde daha ince kollara ayrılarak, ayrılan en ince kollarından birini Kadir Çiçek’in ot-sap tavanından aşırtarak gitti; gücünün milyarda birinden daha çok azını bir kez daha parçalara böldü ve böldüğü daha küçük çaplı güçleri cezaevlerinde durmadan çoğalan koğuşlara, o koğuşların tepelerindeki en küçük ampullere boşalttı. Çoğalan koğuşlarda ampuller, en uzak yıldızların ışıltıları kadar ölü bir ışıkla sabahlara dek yandı.
Kadir Çiçek, koğuşta gözünü bu soluk ışıktan hiç ayırmadı. Üşenmesiz, uzun baktı. Aylarca baktı: Işığı iyice tanıdı. Tanıyıp beynine akıttı; gerildi. Her sabah daha yüksek gerildi.
 
Sait Faik Abasıyanık - Mahalle Kahvesi

Yazın bu küçük mahalle kahvesinin bahçesine sık sık gittiğim için, karayelin, tipinin çılgınca savrulduğu akşam, içeriye girdiğim zaman yadırganmadım. Kahve sapa bir yerdeydi. Yapraklarını dökmüş iki söğüt ağacı ile üzerinde hâlâ üç dört kuru yaprak sallanan bir asmayı kar öyle işlemişti ki bahar akşamları, yaz geceleri pek sevimli olan bahçenin mora kaçan beyaz bir ışıkla dibinden aydınlık haldeki güzelliğine şöyle bir göz attığım halde, camın kenarına yerleşip de buğuları silince uzun zaman daldım, hem sevdalandım. Bu mor ışık o kadar çabuk koyulaştı ki, kahve daha ışıkları bile yakmamıştı. İnce belli çay bardaklarının en güzelini bırakıp giden kahveci:
-Kışın da güzel değil mi, bahçe? -dedi.
Bahçedeki mavi boyalı kasımpatılarının üzerine birikmiş karları gösterdi.
-Morukların söylenmeyeceğini bilsem, ışıkları daha yakmazdım ya -dedi-, neredeyse homurdanmaya başlarlar.
Kahve, ışıklarını yakınca dışarıdaki karın ışığı söndü. Sekiz kişi ya var, ya yoktu. Küçük kapağının içinden alevler atarak yanan saç sobanın sağ tarafının neredeyse kıpkırmızı kızaracağını biliyor, bekliyor, bekliyordum. Yanımda tavla oynayanlar vardı. Bir zaman onlara daldım. Ara sıra camı silerek alnımı camlara yapıştırıp dışarıyı seyrettim.
Evimden çıkınca ortalığın sessizliğini, bu sessizliğe lapa lapa kar yağdığını görmüş, yürümek hevesine kapılmış; ana caddeleri, arkadaş tesadüflerini, malum kalabalık yolları bırakmış, karın daha tez, daha temiz biriktiği, insanların az geçtiği bir semte gitmek üzere tenha tramvaya atlamış, buraya gelmiştim. Ama ben gelirken yarım saat içinde hava değişmiş, karayel kudurmuş, lapa lapa yağan kar, küçücük küçücük soğuk darı taneleri halinde kaynaşmaya başlamıştı.
Kahveciye:
-Bugünkü gazete var mı? -diye sordum.
Elime bir gazete tutuşturdu. Bir taraftan kafamdaki havadislere dalmaya çalışıyor, öte yandan kahveciyi dinliyordum. Maişet derdi münakaşalarından öte insanlar bir şey konuşmuyorlardı. Bir ara kahvenin kapısı rüzgârla, bir adamla beraber açılıyor, avuçlarını üfleyerek o adam içeriye dalıyor, sobanın önünde karnını, göbeğini, göğsünü, dizini iyice ısıttıktan sonra bir tarafa ilişiyor, ya kendi kendine hülyaya dalıyor, yahut da bir tavla partisinin iki kişilik eğlencesine, oyuncuların itirazlarına rağmen bir üçüncü olarak katılıyordu.
Sedirde oturan ihtiyarların yanına da orta yaşlı, ciddi adamlar gelip oturdu. Benden uzakta idiler. Ne konuştuklarını duyamıyordum, ama yüzlerinde hüzünlü bir şeyler vardı. Uzun uzun susuyorlardı. Artık epey bir zamandır kahveye insan gelmediğini farkettim. Küçücük yuvarlak saat, kahveciden yana dönük olduğu için, saatin kaç olduğunu kestiremiyordum. Epey bir zaman geçti. Birçok insan gitti. Kahveci, nihayet saatini benden yana çevirdi. On buçuktu. Öyle bir uyuşukluk içinde idim ki kalkıp gidemiyordum. Gitmek ister gibi kımıldandığımı sezen kahveci:
-Eviniz yakınsa acele etmeyin -dedi-. Biz, bire kadar açığız. Buradan iyi yer mi bulacaksınız?
-Ya? -dedim-. Bana bir çay daha yap öyleyse... Bir dilim de limon.
Tam bu sırada içeriye birisi girdi. Kaşına, kirpiğine kar dolmuş, üstüne beyaz bir ceket giymişti sanki. Gelen adam sobaya doğru yürüdü. Üstünü başını süpürdü. Bir sandalyeye çöktü. Genç, çok genç bir adamdı. Yüzündeki karlar eriyince beyaz, yuvarlak bir yüz meydana çıktı.
Kahvede o gelmeden evvel konuşmalar oluyorken, o girince herkes susmuştu. Kenarda tavla oynayanlar da tavlalarını şakırtı ile kapatıp çıkıp gittikten sonra bu sükût büsbütün arttı, uzadı.
Genç adama baktım. Bir sandalyenin üzerinde oturmuş, önüne bakıyordu: İhtiyarlar sakin, ciddi, âdeta haindiler. Kahveci, başını iki eli arasına almış, kahve ocağında oturuyordu. On dakika bir mecliste insanların susması korkunç bir şeydir: Dehşetli bir sükût uzuyordu.
Genç adam ayak ayak üstüne atıyor, sonra ayağını değiştiriyor, bir türlü oturduğu yerde rahat edemiyordu. Belinden yukarısı, imtihan olan bir talebeyi andırıyordu, korkak korkak bakıyor, ayakları ise imtihan heyeti masa altından ayak ayak üstüne attığını göreceklermiş korkusu içinde gibi, bir inip bir kalkıyordu. Ayağının birisine altında kırmızı yamalar sallanan bir lastik artığı geçirmiş, bunu iple de bağlamıştı. Ötekisinde, torik ağzı gibi açılmış, altından hâlâ ızgaraları sallanan bir futbol ayakkabı eskisi vardı.
Kahvede sessizlik uzadıkça uzuyordu. Şaşırmıştım. Neredeyse birinin, ya:
-Şeytan geçti!
Yahut da:
-Kız doğdu!
Diyeceğini bekliyordum. Hepimiz gülüşecektik.
Hâlâ kimse bir şey söylemiyordu. Tekrar gözüm adama ilişti. Yüzünü değil, geniş alnını görüyordum: Kırışıksızdı, manasızdı. Üstünde ceket yoktu. Yalnız siyah çizgili beyaz bir mintan vardı. Kirli beyaz renkli bol bir kazağa bürünmüştü. Kazağın ön zaviyesini bir çengel iğne ile tutturmuştu.
Meraklanmış, şaşırmıştım. Bir hareket bile yapamıyordum.
Bu sırada kahvenin kapısı açıldı. İçeriye bir adam girdi. İhtiyarlara doğru yürüdü:
-Sizi çağırıyor -dedi-. Aklı yerinde ama, sabaha çıkamayacağına kalıbımı basarım. Ara sıra fena dalıyor. Seni istedi Ali Ağa. Seni de Mahmut Çavuş. İstersen sen de gel Hasan. Seni çok severdi.
Orada oturan üç kişi ayağa kalktılar. Soba kenarında oturana en küçük bir göz atmadan, ama ona dik dik bakarmış gibi bir halde geçip gittiler. Sanki gözlerini mahsus ondan çeviriyorlardı. Genç adam, büyük gözlerini açmış, gidenlere yalvarır gibi bakıyordu.
Kahveci yeni gelene bir çay olsun getirmiyordu. Az sonra yerinden kalktı. Önümdeki fincanı kaldırırken:
-Şu zavallıya da, benden bir çay yap -dedim.
Bana, yalnız gözkapaklarını kaldırıp indirerek bir tuhaf baktı. Çay getirmeye gittiğini sandım.
Önümden geçerken çocuk birden ayağa kalktı. Kahvecinin önüne dikilmişti. Kahveci farkında değilmiş gibi yan dönerek uzaklaşırken:
-Babam, değil mi? -dedi-. Ölüyormuş değil mi?
Kahveci susuyordu. Bu hain, kötü, acı bir sükûttu. Sonra sanki buzlar erimiş gibi oldu. Ama cevap yine benim için manasız, çocuk için de acı idi:
-Senin baban değil o.
Genç adam bir şey söylemedi. Bir şeye karar vermiş gibi hızla yürüdü. Kapıyı bir türlü açamıyordu.
Kahveci:
-Sakın eve gideyim deme. Kapıda teyzenin oğlu bekliyor, gebertir seni!
Çocuk düşündü. Bütün kararları uçmuştu. Yüzünde iradesiz hatlar belirdi. Kendisini içeriye iten rüzgârı deler gibi gitti.
Bir zaman bir şey soramadım. Kahvecinin arkası bana dönüktü. Gürültü ile bir şeyler yıkıyordu. Yüzünü benden yana döndürmesini bekledim. Ama bir türlü işini bitiremiyordu. Nihayet döndü.
Ben:
-Nedir bu Allah aşkına? -dedim.
Belindeki önlüğü çıkarmaya uğraşıyor, cevap arıyor gibi, düşünüyordu.
Kapı açıldı. Bir ihtiyarla beraber deminki adam girdi. Daha kapıdan girerken:
-Ruhunu teslim etti -dedi-, öteki savuştu mu?
Kahveci elleri önlüğünün arkadaki bağlarında, donmuş gibiydi. Onu çözeceğine tekrar bağladı. Masama doğru geldi. Sanki bana açıklaması lazımmış gibi:
-Arabacı Kâmil Ağa -dedi-, öldü de... O deminki it, oğlu idi. Kız kardeşini kötü yola sürükledi diye babası reddetmişti.
Sonra öteki adamlara döndü:
-Namussuzum -dedi-, pişmanlığından değil, miras vururum diyedir.
İhtiyarlardan biri, bu söze taraftar olmadığını gösteren bir yüzle:
-Pişman olsa da affedilmez o! -dedi.
Ben dudaklarımın ucuna gelen bir suali nasıl sorduğumu, niçin sorduğumu bilmiyorum. Bu tesiri yapacağını hiç düşünmeden budalaca sordum:
-Kız ne oldu?
Tuhaf bir şey oldu. Birbirlerine bakmadan, halleriyle bakar gibi yaptılar. Ses seda çıkmadı. Deminki sükûtun bir başka türlüsü içine düştük.
Hatta gözlerle değil ama, sükûtta ve sükûtun hareketsizliğinde:
-Bunu niye sordun?
-Ne lüzumu vardı?
Başka soracak şey yok muydu?
-Ne de meraklı imişsin!...
Diyen bir hal vardı.
Kimse cevap vermedi, parayı masanın üzerine bıraktım. Kahveciye baktım. Başı önünde düşünüyordu. Sapsarı idi. Elleri hâlâ önlüğünün bağlarını çözmeye çalışıyordu. Kapıyı açtım. Çekip gittim. Kızın ne olduğunu öğrenemedim ama, onu kahvecinin kötü hayattan çekip aldığını mı anladım nedir?

Sait Faik Abasıyanık, Mahalle kahvesi - Havada Bulut Yok, Bütün Eserleri 4, Bilgi Yayınevi, Ankara 1995
 
Ayşe Kulin - Köprü

Bir gün Erzincan Valisinin odasına bir köylü gelir ve masasının üstüne yeni doğmuş bir bebek bırakır. Vali köylü Bayram'a ne olduğunu sorunca durum anlaşılır. Bir süre önce Bayram karısının doğum vakti gelince, doğumun köydeki birkaç kadının yardımıyla yapılamayacağını anlamış ve karısını ****ünün çektiği taş arabasıyla su kenarına getirmiştir. Fırat Nehri üstündeki Başpınar Köprüsü bir süre önce baraj suları tarafından yıkıldığından, nehrin iki kenarı arasındaki ulaşım küçük bir feribot tarafından sağlanmaktadır; fakat o an feribotun kaptanı ortalarda yoktur. Güllü saatlerce bekler ama karşıya geçemediğinden kan kaybederek ölür. Bayram son anda çocuğunu Güllü'nün karnını keserek kurtarır ve tüm bunlardan devletin sorumlu olduğunu düşünerek validen hesap sormak istemektedir.

Aslında bu olay köprü yüzünden nehrin iki kenarındaki köylülerin yaşadığı ilk olay değildir, vali de bunun farkındadır ama yıllardır bir türlü bir çözüm yolu bulunamamıştır. Devlet her seferinde Kemaliye'ye gereğinin yapılacağı sözünü vermekte; fakat hükümet veya iktidardaki partiler değiştiğinde bir önceki dönemin projeleri rafa kaldırılmakta ve valilikle Ankara arasındaki uzun yazışma dönemi tekrar başlamaktadır.

Bayram, Vali'den oğluna bir anne bulmasını ister. Bunun üstüne Vali, Bayram'ı köye yeni gelmiş ve çocukları yeni doğmuş olan Mevlüt ve Elmas'a yollar. Elmas alevi bir aileden geldiği için Ailesi onun Mevlüt'le evlenmesine izin vermemiş, başka biriyle evlendirmeye kalkışmışdır. Mevlüt de Elmas'ı kaçırmış ve İstanbul'a gitmek için yola düştüklerinde doğum için bir süre bu köyde kalmaya karar vermişlerdir. Bayram'ın durumunu öğrenen Elmas az bir maddi yardım karşılığında Öksüz'ü emzirmeyi kabul eder, kendi oğlu Erdal'dan ayrı tutmayacağını söyler. Bayram ise arasıra Öksüz'ü görmeye gelmek için izin ister ve para bulmak için iş aramaya başlar.

Sonunda Bayram iş bulur. Yakında tekrar inşa edileceği söylenen köprünün temel inşaatında çalışmaktadır. İşini büyük bir gayretle yaptığı için herkesin taktirini toplar. Bayram'ın tek sıkıntısı Elmas ile Mevlüt'ün yakında köyden ayrılacak olmasıdır. Eğer onlar giderse Öksüz'e ne bir ev, ne de bir aile ortamı sağlayabilecektir. Bu nedenle gidip ustasıyla konuşur ve Mevlüt için de iş ister. Bayram'a çok güvenen usta onun bu isteğini kabul eder. Bayram içinde büyük bir sevinçle Mevlüt'ün yolunu tutar. Eve vardığında Mevlüt "Ben de seni çağıracaktım, konuşacaklarım vardı." der. Bayram Mevlüt'e ona iş bulduğunu söyler; fakat Mevlüt ve Elmas bir hafta içinde köyden ayrılmaya karar vermişlerdir. Her ne kadar Bayram onları ikna etmeye çalışsa da, başarılı olamaz.

Kısa bir süre sonra Mevlüt'lerin evinin kapısı yumruklanır, onlar bunun kendi köylerinden kaçtıkları için peşlerinden gelen kanlıları olduğunu düşünür ama içeri maskeli adamlar girer ve Mevlüt'ü sürükleyerek köyün meydanına çıkarırlar. Elmas köyün tüm erkeklerinin köy meydanına toplandığını görünce bunun bir terörist baskını olduğunu anlar. Kadınların ve çocukların gözlerinin önünde Başbağlar Köyü'nün tüm erkekleri kurşuna dizilir. Bunun üzerine Elmas koşarak eve gider ve Erdal ile Öksüz'ü saklamaya çalışır; ama bu sırada teröristlerden biriyle çatışır, onun yüzünü keser ve o zaman onun yıllar önce evden kaçan erkek kardeşi olduğunu anlar. İçeri giren başka bir terörist ise arkadaşına yapılanı görünce Elmas'ın oğlunu öldürür, bu arada Elmas'ın erkek kardeşinin ağacın dalları arasına sakladığı Öksüz ise kurtulur.

PKK baskınından sonra Bayram, Vali'nin odasına gelir ve teröristlerin tekrar salındığını söyler. Vali başta buna inanmasa da sonradan telefonla gerçek olduğunu öğrenir ve müdahele etmek için hemen mahkemeye gider. Bu sırada köprü yapımı için çalışmalar yapılmaktadır. Belediye Başkanı, Erzincan'ın yerlisi olan müteahhitler ve vali bir olup en sonunda Ankara'dan bir mühendisle anlaşırlar; köprünün masraflarını devletin karşılamayacağını anladıklarından ülkenin Erzincan'lı zenginlerinden para yardımı toplarlar. Vali mühendisi köye çağırır. Her ne kadar Hüdai bir yerli mühendis olarak Ankara'lı mühendisi ve projesini hiç beğenmese de, valilik projeyi kabul eder. Köprü çelikten yapılacaktır, tam yüz kırk ton ağırlığında olacaktır. Ankara'lı mühendisin inşa edeceği köprü ilk kez kullanılacak olan bir sistemle Ankara'da yapılacak, sonra parçalara ayrılıp demir çubuklar halinde Erzincan'a taşınacak ve parçalar tekrar birleştirilecektir. Köprünün Başpınar tarafında oturacağı nokta doldurularak üç yüz metre açıklık, altmış metreye düşürülecektir. İşte çelik köprü de bu dolgunun üzerindeki beton ayağın üzerine konacak ve karşı yakadaki diğer ayağa uzatılacaktır. İşin dolgu kısmını Hüdai'nin bulduğu bir müteahhit tamamlayacak, üzerine kızakları Hüdai yerleştirecek, geri kalanı ise Ankara'daki köprü tamamlanınca mühendis halledecektir.

Bu sırada Elmas hastanede yatmaktadır, vücudunda bir çok yanık olduğundan uzun bir süre hastanede kalması gerekmektedir. Elmas hastanede olduğundan Bayram, Öksüz'ü, Hatçe adında başka bir kadına emanet etmiştir; fakat Öksüz analığını özlemekte ve sürekli ağlamaktadır. Bayram ilk seferde yanına Öksüz'ü almadan Elmas'ı ziyarete gider. Elmas çok solgundur. Hemşire böyle giderse onun çok kısa sürede açlıktan öleceğini söyler. Bayram ne sorsa Elmas cevap vermemektedir, en sonunda Bayram "Öksüz de seni çok özledi." der. Bunun üzerine Elmas ilk kez gözlerini yerden ayırır ve Bayram'a bakar. Bayram bir dahaki gelişine Öksüz'ü de yanında getirir. Elmas'ın kokusunu alan Öksüz keskin yanık ilaçlarının kokusunun da etkisiyle ağlamaya başlar. Elmas Hemen Öksüz'ü emzirmeye başlar ve o da aynı şekilde ağlamaktadır. Bunu gören doktor Bayram'dan Elmas'ın iyileşmesi için her gün Öksüz'ü hasteneye getirmesini ister, aslında Bayram'ın da başka çaresi yoktur; çünkü Öksüz Hatçe'nin evindeyken bile hep analığını özlemektedir. Bayram müteahhiti arayıp bir aylığına işten çıktığını söyler ve Elmas'ın tedavisi bitene kadar her gün Öksüz'ü hasteneye götürüp getirmeye karar verir.

Aradan 2 yıl geçmiş ve Ankara'daki köprünün inşaatı bitmiştir. Mühendis bu haberi valiye müjdeler ve en kısa sürede köprünün parçalarının montaj ekibiyle birlikte Kemaliye'ye geleceğini söyler. Montaj ekibi köye ulaştıktan sonra Ankara'dan mühendisin kalp krizi geçirdiği haberi gelir. Bu, işlerin biraz daha uzayacağı anl***** geldiğinden Vali'nin morali bozulur ama yine de ümidini yitirmez, tek sıkıntısı Erzincanlı'ların sürekli onu suçlaması ve olup bitenlerin hesabını ona sormasıdır.

Bu sırada yeni bir terör saldırısı daha gerçekleşir. Teröristler Fırat üstündeki tek feribotu yakmışlardır. Olay montaj ekibini korkutur ve bir yıl projeye ara verilir.

Bir yıl sonra artık herşey hazırdır, tek sorun o kadar ağır bir köprünün nasıl karşı yakaya geçirileceğidir, bu aşamaya kadar kimse bu konuyu düşünmemiştir. Vali Karayolları'ndan yardım ister fakat bir süre önce kendi emekleriyle yeniledikleri yol bir gazetede Karayolları'nın aleyhinde bir haber olarak yayınlandığı için, teklifi kabul edilmez. Sonunda Çemişgezek'te Belediye'nin elinde üç yüz tonluk kızakta bir feribot bulunur. Artık tek umut bu feribottur.

Vali, Kaymakam ve ekibini feribotu almak için Bölge Müdürü'nü ikna etmek amacıyla Elazığ'a yollar. Bölge Müdürü köprünün o teknikle taşınacağına ikna olmadığı için feribotu vermez. Vali mühendisleri yanına çağırır ve onlara taşınıp taşınamayacağı konusunda eminler mi diye sorar ve tekrar Bölge Müdürü'nü arar. Hararetli bir telefon görüşmesi sonrasında karşı tarafı ikna eder. Feribotun bir an önce Kemaliye'ye ulaşması gerekmektedir; çünkü su seviyesi düştüğü anda köprü inşaatı bir yıl daha beklemek zorunda kalacaktır.

Bir hafta sonra feribot gelir ve köprünün karşı tarafa taşınması için hazırlıklar yapılmaya başlanır. Bütün Erzincan heyecanla bu olayı takip etmektedir. İlk denemelerde feribot gerçekten hiç ümit vermez, sürekli motor bozulur ve saatlerce tamir edilmeye çalışılır. En sonunda tam herkes ümidini yitirmişken köprü karşıya geçirilir ve iki parçası birleştirilerek yerine oturtulur. Köyde bayram havası yaşanır, yıllardır süren hasret ve çile sona ermiştir ve vali adını unutulmamak üzere Erzincan'lıların kafasına kazımıştır.

Bayram ve Vali birlikte köprünün üstünden geçerler. Bayram Vali'ye Elmas'ı nikahına aldığını müjdeler. Öksüz'ün ise adı değişmiştir, Bayram ona Vali'nin ismini vermiştir.
 
Füreyya - Ayşe Kulin

Şakir Paşanın ikinci evliliğinden doğan altı çocuğundan Hakkiye'nin kızı olan Füreya, 1910-1997 yılları arasında yaşamıştır. Füreya zengin bir ailede şımarık ve mutlu bir hayat sürmektedir.

Büyük babası, annesi ve asker babasına konak bahçesindeki evi hediye ettiğinden, konakta çok kalabalık bir ailede büyümüştür. Bir kaza sonucu büyük babasını vuran büyük dayısı ailenin perişan olmasına sebep olmuş, savaşın başlaması bu perişanlığı arttırmıştır. Aile para açısından büyük bir sıkıntıya girmiş, hatta konağı satıp İstanbul'daki evlerine taşınmak zorunda kalmıştır.

Henüz umudunu kaybetmemiş, vatan sevgisi ile dolu gençlerden birisi de Füreya'nın babasıdır. Mustafa Kemal ile Harbiye'den sınıf arkadaşı olan babası, vatan kurtarılırken Büyük Önder'in yanında yer almış ve zaferden sonra ordu komutanı olmuştur. "Dame de Sion" daki tahsilini tamamlayan Füreya, üniversiteyi de bitirir.

Atatürk ve eşinin, evlerini ziyaretlerinde anı defterine "Millet sizden çok şey bekliyor. Siz çalışmalı ve memlekete bir şeyler vermelisiniz." yazması Füreya'yı derinden etkilemiştir.

Erken yaşta evlenen Füreya, eşinin kötü davranışları sonucu çocuğunu kaybederek bunalıma girer. Tedavi ile bunalımı atlatan Füreya ilk evliliğini bitirir.

İkinci evliliğini, Atatürk'ün çok yakın arkadaşlarından birisi olan Kılıç Ali ile ailesinin itirazlarına rağmen gerçekleştirir. Kılıç Ali yaşça kendisinden çok daha büyüktür. Bu evlilik onları protokol içerisine sokar. Ankara sosyetesinin ve toplantılarının en aranılan isimlerinden biri olur. 1938'de Atatürk'ün vefatı, Kılıç Ali'yi derin bir bunalıma iter.

Eşini motive etmek için büyük bir çaba gösteren Füreya, verem teşhisi ile genç yaşta hastahaneye yatırılır. Adadaki evde bir yıla yakın süre tedavi amaçlı kalır. Hastalığı ilerlemeye devam edince İsviçre'deki bir hastahanaye yatar. Tedavi devam ederken ressam olan teyzesinin yönlendirmesi ile kendisini sanatın (seramik) içinde bulur. Önceleri çamur ile olaya başlar.

Tedavi için Fransa'ya nakledildiğinde seramik ile haşır neşir olur. Bir sergi açar, artık o ünlü bir seramik sanatçısıdır. Türkiye Cumhuriyetinin ilk bayan seramik sanatçısı olur. Hayatının devam eden günlerinde hem hastalığı ile hem de seramik ile uğraşır. Dünya çapında ödüller, burslar alır.

Güney Amerika'da Aztek ve Maya uygarlıklarını inceler. Atölyesinde pek çok öğrenci yetiştirir. Çok tehlikeli bir ameliyatla hasta ciğerlerinden birini aldırır. Bu arada Kılıç Ali ile ilişkileri kopma noktasına gelir. Erkek kardeşinin kızı olan Sara'yı gelinlerinin itirazına rağmen evlat edinir. Çocuklara duyduğu özlemi onunla dindirmeye çalışır. İkinci eşi Kılıç Ali'den paylaşacak bir şeyleri kalmadığı için ayrılır. Teyzeleri ve kardeşi maddî ve manevî olarak Füreya'ya her zaman destek olurlar.

Füreya da Türkiye'nin çeşitli yerlerinde ölümsüz sanat eserleri yaratır. Birçok değerli seramik sanatçısının yetişmesinde büyük rol oynar.

Bundan sonraki yaşantısı tamamen sanata ve seramiğe yönelik olur. Seramik adına Türkiye'deki bir çok ilki gerçekleştirir. 1997'de vefat ettiğinde arkasında pek çok seramik sanatçısı, pek çok eşsiz eser ve büyük bir onur mücadelesi bırakır.
 
Mehmet Rauf - Eylül

Romanın yazarı Mehmet Rauf 1875 yılında İstanbul'da doğmuştur. Deniz Harp Okulu'nu bitirerek subay olarak hayata atılır. Serveti-Fünun edebiyat topluluğuna katılarak roman ve hikayeler yayınlamıştır.

Yazar 1908 yılında askerlikten ayrılır. Bu süreden sonra kendisini tamamen basın ve edebiyat hayatına vermiştir. Yazar 1932 yılında İstanbul'da ölmüştür.

Hikaye ve tiyatro eserleri de yazan Mehmet Rauf'un en başarılı yönü romancılığıdır. Romanda Halit Ziya'nın izinden giden yazar, psikolojik tahlillerde ondan daha başarılı olmuştur. Eylül en başarılı romanıdır. Daha sonra yazdıklarında kadın ruhunun derinliklerine inmeye çalışmıştır. Romanlarında; dili ve anlatımı bakımından, diğer yazarlara göre daha rahat ve tabiidir.

Bu romanında kişisel duyguları ile insanlık düşünceleri arasında çırpınan ve bunun savaşını veren bir erkek ve bir kadının dramını dile getirmektedir. Bahsedilen romanın kahramanları Suat, Necip ve Suat'ın kocası Süreyya Beydir.

Süreyya Bey ve Suat Hanım birkaç yıldır evli çifttir. Süreyya Bey memurdur. Fazla zengin olmadığı için babasının yardımıyla geçinmektedirler. Yazları genç çift; babasının çiftlik evinde yaşarlar. Babasından defalarca başka bir ev almalarını, kendilerini yalnız bırakmalarını istese de babası, oğlu Süreyya Beyin sözlerini dinlemez ve yeni bir ev satın almaz.

Süreyya ve Suat'ın evine, Süreyya'nın akrabası olan ve Süreyya'nın çok sevdiği, güvendiği Necip gelip gitmektedir.

Necip'in eve geliş gidişlerinde yine akrabalarından olan Hacer de eve gelir. Hacer, Necip'le ilgilenir, fakat Necip Hacer'e karşı ilgili değildir.

Suat; yaz aylarında yazlıkta bulunmayı çok ister. Suat, babasından yazlık kiralamak için para ister. Babası parayı gönderir. Necip ve Suat bir yalı kiralar eşyalarını oraya taşırlar. Bununla Sürayya'ya sürpriz yaparlar. Yalıda herkes hayatından mennundur. Necip, kış ayını da yalıda geçirmek istese de Süreyya buna izin vermez, konağa inilir.

Artık; Suat ve Necip birbirlerini çok sık görmezler. Hacer ve diğer komşuların dedikoduları iyiden iyiye yayılır. Bu konuşma ve dedikodular Suat ve Necip'in görüşmelerinin azalmasına sebep olur.

Mutsuz günlerin devam ettiği günlerden bir gün Necip, konağa ziyarete gider. O gün konakta yangın çıkar, herkes dışarı fırlar. Suat, bilerek yangında dışarı çıkmaz. Bunun üzerine Süreyya ve Necip, Suat'ın odasına dalarlar. Süreyya da tam odaya girmek üzereyken tavan alevlenir, odanın içindeki genç kadın ve genç erkeğin üstüne tavan çöker. Sonunda olanlar olur ve her ikisi de bu yangında ölür.
 
Duygu Asena - Aslında Özgürsün

Duygu Asena'nın bir internet sitesinde yazılan bu kitabı, yazarın belirttiğine göre okuyuculardan gelen tepkilerle şekillenmiş ve sonuçlanmıştır. Kitap, çocukluklarından beri arkadaş olan Berna ve Belgin adlı iki bayanın hayatlarındaki bir yıllık bir süreyi ele almakta ve bu zaman içerisinde yaşadıklarının da etkisiyle beklentilerinde olan değişiklikleri anlatmaktadır. Bu iki arkadaş fikirlerini birbirlerine bazen bir lokantada, bazen bir sinema çıkışında, bazen telefonda ve bazen de mektupla anlattıkları için kitap kolay takip edilmekte ve zevkle okunmaktadır.

Üniversitede oldukça başarılı ve aktif bir öğrenci olan Berna şu anda ki eşi Erkan'la tanışır ve maddi durumlarının iyi olacağı ve bu nedenle çalışmaya gerek duymayacağı düşüncesiyle eğitimini yarıda bırakarak evlenip bir çocuk sahibi olur. Fakat zaman geçtikçe, üniversitede spor yapan çeşitli sosyal etkinliklerde faal bir şekilde görev alan Berna, ev hanımı olarak içinde bulunduğu hayattan memnun olmadığı gibi iş adamı olan kocasının gittikçe artan ilgisizliğinden de şikayetçi olmaya başlar.

Öte yandan Belgin eğitimini tamamlayıp bir özel şirkette çalışmaya başlamış ve çalışkanlığı sayesinde kısa zamanda mesleğinde yükselmiştir. Bütün bu koşturma esnasında evlenip bir aile kurmaya zaman bulamayan Belgin, hayatta yalnız olduğunu düşünüp çeşitli arayışlara girmiştir. Belgin karakteri ile, çalışan bir bayanın iş yerinde ne gibi zorluk ve kısıtlamalarla karşılaştığını görme imkanına sahip olmaktayız.

Kitap, Belgin ve Berna'nın kısmen tanıtıldığı telefon konuşmaları ile başlar. Erkek arkadaşından ayrılan Berna dertleşmek için Belgin'i arar. Burada kitabın temelde dayandığı "herkes kendi yaşamını sevsin, ondan mutlu olsun" kavramı Berna tarafında dile getirilir.

Pasif ev kadınlığından sıkılan Belgin, arkadaşının teşvikiyle çevreci bir dernekte gönüllü olarak çalışmaya başlar. Zaten çalışkan bir kişiliğe sahip olan Belgin kısa zamanda çevre konusunda kendini yetiştirerek dernekte aktif olarak görev alır. Daha geniş bir sosyal çevrenin içine giren Belgin artık kendine daha fazla zaman ayırmaya, daha bakımlı olmaya ve kısır bir döngünün içinden kurtulmaya başlamıştır. Bunun sonucunda ise eşinin ve çocuğunun kendisine karşı olan tavırları değişmiştir.

Bu arada Berna da kendine başka arkadaşlar bulmaya, yeni ilişkiler yaşamaya başlamıştır. Yaşadığı çeşitli ilişkilerde de aradığını bulamayan Berna artık iyice yıprandığını hissetmekte ama bir türlü bu döngüden kendini kurtaramamaktadır.

Kitabın ilerleyen bölümlerinde Belgin'in babası ölür ve bu güne kadar hep eşinin gölgesinde yaşamış olan annesi yeni duruma alışmakta çok zorlanır. Belgin bu durumu arkadaşına şöyle anlatır: "-Annemin halini görmüyor musun Berna? Babama birşey olursa oda yaşayamaz. Kırkyıl dile kolay. Tam kırk yıldır birlikteler. Her zaman her yerde. Birbirlerinin birer organı birer parçası gibiler. Annem o olmadan, ona sormadan, bir şey yapamaz. Yapamaz da zaten. Nerdeyse sokakta yürüyemez bile."

Ama beklenen olmaz. Belgin'in annesi kısa zamanda toparlanıp yeni bir yaşama başlar ve doğal olarak bu Belgin'i çok etkiler. Başarıları gittikçe artan Belgin bir televizyon programı yapmaya başlar. Bu başarıları sayesinde evliliği de kurtulmuştur.

Bu arada Berna bir reklam ajansı açar ve kendi işini yürütmeye başlar. Bir açılış nedeniyle Şanlıurfa'ya gider. Orada kaldığı kısa zaman bile hayat görüşünün değişimesine neden olur. Artık ordan oraya savrulan amaçsız bir insan değildir. Şanlıurfa'dan arkadaşına yazdığı mektupta o bölgede yaşayan insanların "aslında televizyondan herşeyi öğrenmiş" olduklarını belirtip, " … ama o gördükleri, kendi yaşamlarından öylesine uzak ki, düş bile kuramıyorlar. …. Belgin, bir Güneydoğu turundan söz etmiştin. Mutlaka ona katılalım, mutlaka… İnsanın yalnızca kendi yakın çevresini tanıması ne korkunç şey." diye yazar.

Kitap Berna'nın Belgin'e yazdığı bir mektupla son bulur. Bu mektubun son cümlesi sanki, iki arkadaşın bu zaman dilimi içerisinde geçirdikleri değişimin bir özeti gibidir:
" Beğenmediğim yönlerim hala çok… onları yok edeceğim…Aynaya baktığım zaman kendimi kıyasıya sevmek istiyorum çünkü. …. Ben, kendi sevgimi de hak etmek istiyorum."
 
Marlo Morgan - Bir Çift Yürek

KİTABIN ÖZETİ

Amerikalı bir tıp doktoru olan Marlo Morgan gerçek bir olaya dayanan bu kitabında Avustralya'da yaşadığı ruhsal bir yolculuktan bahsetmektedir. Yazar, göçebe bir kültüre sahip Avustralya yerlileri olan Aborijinler eşliğinde, kabilenin kendilerini adlandırdıkları şekliyle " Gerçek İnsanlarla" birlikte dört ay süren ve çölü boydan boya katettikleri uzun bir yürüyüşe çıkar. Bu süre boyunca, çölün çorak coğrafyasındaki bitkiler ve hayvanlarla uyum içinde yaşamayı öğrenir. Olağandışı insanlardan oluşan bu toplulukla birlikte yaptığı bu yolculukla Morgan, bu insanların 50.000 yıllık kültürlerinin felsefesi ve bilgeliği ile tanışır.

Macerasının ilk gününden itibaren bu çetin yolculuğun zorluklarıyla mücadele etmek zorunda kalır. Dayanıklılığının her gün sınandığı bu zorlu yolculukta, karşılaştığı her zorlukla birlikte ruhu da değişime uğrar. Aborijinler onu, büyük bir alçak gönüllülükle kendilerinden biri olarak kabul ederler ve onun şefkat dolu öğretmenleri olurlar. Öğretmenlerinden, her insanın eşsiz niteliklerini ve içsel ruhunu takdir etmeyi ve kutlamayı öğrenirken bir yandan da güçlü şifa yöntemlerine tanık olup onların canlılarla ilgili farkındalıklarının ne kadar derin ve anlamlı olduğunu da anlamaya başlar.

Yazarın bu kabile ile tanışması bir süreliğine çalışmak için gittiği Avustralya'da, yerlilerin sorunları ile ilgilenmesiyle başlar. Yazarın onların sorunları ile ilgilendiğini ve onları yakından tanımak istediğini gören bir grup yerli onu bir toplantılarına davet ederler. Ancak, bu toplantı hiç de yazarın beklediği gibi bir toplantı değildir. Bu toplantı için çok özel bir şekilde hazırlanan ve onlar için yaptıklarından dolayı özel bir taktir bekleyen yazar kendisini almaya eski bir jip ile gelen bir yerli ile toplantı yerine gitmek üzere yola çıkar. Çoğu çölün ortasında olmak üzere dört saat süren bir yolculuk sonrası yazar kendini ıssız çölün ortasında bir grup "ilkel" yerlinin yanında bulur.
Kendisinden ilk istenen şey üzerindeki her şeyi ama her şeyi çıkartmasıdır. Bir peştamala sarılı ve yalın ayak kalan yazar ve tüm eşyaları kutsanır. Kendisi yerlilerin arasına kabul edilirken o anda sahip olduğu tüm eşya yakılır. Çünkü, "maddi nesnelerden ve bazı önyargılardan kurtulmak 'varolmaya' doğru yapacağı o yürüyüşün gerekli ve vazgeçilmez bir adımıydı". Bundan sonra yazar bu kabile ile çölü boydan boya geçeceği ve bambaşka bir hayat felsefesi ile karşılaşacağı bir yolculuğa başlar.

Yazar yolculuk boyunca önceden ilkel olarak gördüğü bu insanların doğa ile nasıl iç içe yaşadıklarını; bu kupkuru çölde asla aç ve susuz kalmadıklarını; konuşmadan birbirleri ile iletişim kurduklarını; karşılaştıkları her tür sağlık sorununu çözecek bir birikime sahip olduklarını; hırs, kin, nefret, saldırganlık gibi olumsuz duygularının olmadığını; asla yalan söylemediklerini; hiç bir olayı veya kişiyi yargılamadıklarını; dünyada olup biten her şeyden haberdar olduklarını ve daha bir çok olağanüstü yetenekleri olduğunu hayretle görür.

Yazar tüm yolculuk boyunca kendi kentli yaşamı ile yerlilerin yaşamını, hayata bakışını ve felsefelerini karşılaştırdıkça onların bilgeliklerine hayranlık duymaya başlar. Batı toplumlarının aksine hiç bir nesne ve eşyaya bağlanmayan ve mülkiyetçilik bilmeyen bu insanlar yazarda büyük bir saygı uyandırırlar. Çünkü, Tanrısal "Birlik"'e inanan bu insanlara göre " sen birinin canını acıtırsan, kendi canını acıtırsın, birine yardım edersen, kendine yardım edersin. Kan ve kemik tüm insanlarda bulunur. Farklı olan yürek ve niyettir".
 
Yakup Kadri Karaosmanoğlu - Kiralık Konak

KİTABIN ÖZETİ

1600'lü yılların Fransa'sında geçen kraliyet erkanını ve sosyete içersindeki insanların yaşantılarını ve entrikalarını anlatan bir kitaptır.

Madam Dö Servöz, bildiği çok önemli bir sırrı kullanıp çıkar elde edebilmek için elinden geleni yapmayı planlamaktadır. Bunun için ilk olarak maliye bakanının üzerindeki suçlamaların kanıtları sayılabilecek mektupları bakanın yardımcısı Mösyö Kolber' e 5000 altına satar. Bu mektuplar sayesinde Mösyö Fuke görevinden alınır.

Van piskoposu Aramis, Mösyö Fuke' nin verdiği yemeğe katılır ve Mösyö Fuke' ye, kendisine yapılan suçlamaları haklı çıkaracak mektupları, 5000 altına Madam Dö Servöz tarafından kendi yardımcısına satıldığı haberini verir. Mösyö Fuke yapmış olduğu harcamaların makbuzunun çalınmış olduğunu görünce korkup sapsarı olur Aramis ise ona korkmamasını ve hala kendisinin başsavcı olduğunu, kendi kendine dava açamayacağını söyler. Mösyö Fuke ise bu görevi bir buçuk milyon liraya Mösyö Vanel' e sattığını söyler. Aramis, Mösyö Vanal' i anlaşmayı iptal etmeye zorlar ama başaramaz. Aramis Fuke' ye, bu fakirlik durumunda bile zenginliğinin ispatı olarak bir şölen düzenlemesini söyler. Bu konuda ona maddi destek verir.

Bu arada Mösyö Raul, kraliçe tarafından Londra' ya çağırılır. Sebebi ise Raul' un nişanlısı Matmazel Döla Valyer' in kralla ilişkisi olduğunu öğrenmesidir. Bunun üzerine Dartanyan' ın yanına gider. Kral, Raul' un nişanlısı ile buluşmak için Sent-Enyan' ın odasını kullanıyordu. Bu yüzden Raul Porthos ile Sent-Enyan' ın düello haberini yollar. Sent-Enyan bu olayı krala söyler, kral da bu durum karşısında telaşlanır.

Raul' un babası Athos, kraldan Raul ile Matmazel Döla Valyer' in evlenmeleri için izin ister. Kralın izin vermemesi üzerine krala karşı gelir ve onu düşmanı ilan eder. Bu durumda kral da Dartanyan' ı Athos' u tutuklaması için gönderir. Bu arada Aramis de tutuklanır. Dartanyan kralla sert bir dille konuşup Athos' un affedilmesini sağlar.

Aramis, Bastil hapishanesinde müdürle beraber bir mahkumun günah çıkartmasına çağrılır. Aramis gence suçunun ne olduğunu sorunca genç, suçunun ne olduğunu bilmediğini ve buraya ne için kapatıldığını da anlayamadığını söyler. Küçükken annesi ve babasına kraliçeden gelen bir mektubun kuyuya düştüğünü görür. Ailesi mektubu çıkartmak için birini ararken kendisinin kuyuya inip mektubu aldığını ve okuduğunu söyler. Mektubu okuduğunda şimdiye kadar ailesi olarak bildiği kişilerin aslında ailesi olmadığını öğrenir. Daha sonra ailesi bu mektubu bulup kraliçeye haber verir ve bu olaydan sonra buraya kapatılır ve Aramis genci zindandan çıkartmaya söz verir.

Mösyö Fuke' nin verdiği davete hazırlanan Aramis, ziyaretinde Bastil hapishanesinde on yıldır haksız yere yatan Markialli adlı bir gencin salıverilmesi için izin ister Mösyö Fuke ise izni hemen imzalar. Birkaç gün sonra bu belge ile Aramis hapishane müdürü Bezmo' nun yanına gider. Önceden tuttuğu adamlar Aramis ile müdür yemek yerlerken emri getirirler. Bunun üzerine hapishane müdürü çok şaşırır. Müdür düşünürken Aramis kendi yazdığı izinle bu kağıdı değiştirir, Aramis' in söz verdiği genci böylece müdür serbest bırakır.

Aramis ve genç hızla ilerlerken Aramis çocuğa kendisinin aslında on dördüncü Lui’ nin ikiz kardeşi olduğunu söyler. Sonra Atos kralın yerine geçecek olan kardeşine saraydaki kişileri tanıtan bir defter verir. Bu defteri çok iyi ezberleyen Philip artık kralın yerine geçmeye hazırdır. Aramis Mösyö Fuke' nin düzenlediği şölene katılır. Akşama doğru otururlarken Dartanyan' ın şüphelendiğini sezinleyen Aramis, Dartanyan' ın içini rahatlatmak için yemin eder. Genç kral yatacağı zaman Athos ve Philip bulundukları odadan kralın odasını gözetlemektedirler. Böylece Philip kralı daha iyi taklit edebilecektir.

Ertesi gece kral Dartanyan' ı yanına çağırıp Mösyö Fuke' yi tutuklamasını ister ve uykuya yatar. Uyandığında ise kendisini zindanda bulur. Aramis kral rolü yapan Philip' i çok iyi eğitmiştir. Kimse şüphelenmemektedir. Aramis bu olaydan Mösyö Fuke' ye bahseder. Dürüst bir insan olan Mösyö Fuke bu olayın kendi evinde olmuş olmasını kaldıramaz ve gerçek kralı zindandan kurtarmaya gider. Bu arada da Aramis' le Porthos' a kaçmaları için müddet verir. Kurtulan Lui ile Philip karşı karşıya geldiği anda büyük bir şaşkınlık yaşanır. İkisi de kral rolü oynadığı için sahtesini bulmak Dartanyan' a kalır. Dartanyan doğru bir seçimle Philip' i tutuklar.

Aramis ile Porthos hiç zaman kaybetmeden Athos' un kapısına dayanır, burada atlarını değiştirip Güzel Ada' ya gitmek için yola koyulurlar. Athos ve Raul aldıkları yeni görev gereğince Antib' e gideceklerdir. Yolda Sent-Oran adasına uğrarlar ve burada Dartanyan' la karşılaşırlar. Dartanyan adada Philip' in gardiyanlığını yapmaktadır. Paris' te ise Mösyö Fuke iflasın eşiğindedir. Kral Lui ise Kolber' in kışkırtmaları sonucunda Fuke' yi iyice köşeye sıkıştırmış ve ona ait olan Güzel Ada' yı ele geçirmeye kralı ikna etmiştir. Güzel Ada' da bulunan Aramis ve Porthos yardım beklemektedir. Yardım yerine kraliyetin burayı almak için gönderdiği gemilerle karşılaşırlar. Dartanyan komutasındaki filo adaya çıkar. Dartanyan, Aramis ve Porthos' a kralın onları yenmeye kararlı olduğunu söyler. Dartanyan arkadaşlarını tutuklamamak için istifa eder. Bu sefer kralın gizli mektubu doğrultusunda ikinci subay tarafından tutuklanır ve adaya ateş açılır. Aramis' in emriyle adadakiler karşı koymadan dağılır. Aramis’ le Porthos istifasını geri alıp görevine döner ve kral ona mareşallik sözü verir. Bir haftalık araştırma ile arkadaşı Porthos' un öldüğünü Aramis’ in ise İspanya' ya kaçıp özgür olduğunu öğrenir.

Raul gittikten sonra yalnız kalan Athos iyice yaşlanmıştı. Oğlunun Afrika' da öldüğü haberini alınca dayanamayıp ölür. Bu arada Dartanyan gelir, Athos' un öldüğü haberini alıp yıkılır. Bu olaydan dört yıl sonra Dartanyan iyice yaşlanmıştır. Kral onu Hollanda' ya sefere gönderir. Bu sefer de Dartanyan on iki küçük kale ele geçirir. On üçüncü kuşatması sırasında ona kraldan bir mektup ve kutu gelir. Mektubu okur ve mareşal olduğunu öğrenir. Bu sırada subayları kaleyi almak üzeredir. Tam kutuyu açacağı sırada bir top güllesi göğsüne çarpar buruk bir sesle inleyip anlamsız sözler söyler. Bunlar ölmek üzere olan bir insanın sarf ettiği sözlerdir. Gözlerini kapatmadan önce kalenin teslim olduğunu gösteren beyaz bayrak gözüne ilişir. Mareşallik asasını sıkıca kavrar ve bir savaşçı gibi yaşadığı hayatında, bir savaşçı gibi ölür.

Athos, Porthos, Aramis ve Raul' un dostlukları bir destan olmuştur. Bu kitapta işlenen ana tema; insanlar arasında dostluk ve sadakatin her şeyin üzerinde olduğunu, dostların birbirleri için her şeyden vazgeçebileceğini göstermektedir. Eğer hepimizin hayatında böyle dostluklar olsa hayatımız çok daha anlamlı olur.
 
Goethe - Faust
KİTABIN ÖZETİ

Kitap iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde sadelik hakimdir, olaylar tek bir motif etrafında geçmektedir. Anlaşılması büyük bir zorluk göstermez. İkinci bölümde ise bir bütünlük kurmak güçtür. Anlaşılması ve olaylarla bağlantı kurmak , ilişkilendirmek çok zordur.

FAUST: Faust, latince mutluluk demektir. Faust, bilgi ihtirası içinde kıvranan karamsar bir tipi anlatır. Bilim uğruna bütün ömrünü harcamış, nefsine bütün dünya hazlarını yasak etmiş ve tam anlamıyla yasak bir ömür geçirmiş olmasına rağmen, amacına ulaşamamış olmanın ızdırabı içindedir. Bu hal içinde şeytana teslim olduktan sonra, onun akıbeti çeşitli Faust efsanelerinde türlü türlü gösterilmiş ve dünyaya beyan edilmiştir.

MEFİSTO: Mefisto'ya şeytan demek yerinde olur. Mefisto sadece fenalıkları sürükleyen bir hüviyet olmakla kalmaz, aynı zamanda bir çeşit Azrail rolünü de üstlenmektedir.

Eserin anlatımı çok sadedir. Faust, zamanın bütün bilimlerini tahsil edip bitirmiştir. Artık öğrenilecek bir bilim kalmamıştır. Fakat görmektedir ki; gerçeği bulma sahasında bütün bu bildiği şeyler kendisini bir adım bile ileriye götürmemiştir. Halbuki zamanın olanaklarından çok, ileriye göz diken bir ihtirasla, salt gerçekleri anlamak ve bilgi sahibi olmak arzusundadır. Normal bilgi edinmek yollarından bir hayır gelmeyeceğini anlamıştır. Böylece son umut olarak, kendisini büyücülüğe vermiştir. Ruh kuvveti sayesinde arzu ettiği bilgileri elde edebileceğini ummaktadır.

Gökte Tanrı ile Şeytan aralarında bir bahse tutuşmaktadırlar. Şeytan Faust'u kolayca baştan çıkartacağını onu asli kaynağından uzaklaştırıp, sapıklığa sürükleyebileceğini iddia etmektedir. Tanrı ise, insanın yaradılış itibarı ile iyi olduğunu ve yeryüzünde bir gaye için çalışırken yanılabileceğini, fakat şeytan araya girse bile yine kendi ruhunun iyiliği sayesinde doğru yolu bulabileceğini bilmektedir. Bu itibarla şeytanı Faust üzerinde deneme yapmakta serbest bırakmıştır.

Faust, büyücülükle uğraşırken, alışılmış şekilde, ruh çağırmaya başlar. Bu çağırmaların birinde Mefisto karşısına çıkar. Faust, hayattan bezgindir. Hiçbir şeyden tat almamaktadır. Oysa Mefisto, ona parlak vaatlerde bulunmaktadır. Nihayet aralarında bir sözleşme yapılır. Faust der ki; beni istediğin yere götür. Eğer bir an gelip ben, zamana, "dur geçme, ne kadar güzelsin" diyecek kadar bir mutluluk duyarsam, artık ölmeye razı olurum.

Bu bahislerden sonra Mefisto, mel'un teşebbüslerine başlar. O ana kadar kitapların içine kapalı kalmış Faust'u küçük ve büyük alemlerde dolaştırır. Sefil meyhanelerden, en lüks saraylara kadar her yeri gezdirir. Bir taraftan da Faust'u türlü içkilere alıştırır. Bir büyücü kadına hazırlattığı aşk içkisini Faust'a içirdikten sonra, onun karşısına masum Margaret'i çıkarır. Faust 25 yaşındaki bir gencin heyecanı ile kızcağızı sever. Kız da masum duygularla bu aşka karşılık verir. Bu yüzden rahatça baş başa kalabilmeleri için annesinin fincanına Faust'un verdiği zehiri damlatır. Kadıncağız ölür. Margaret, Faust'dan olan çocuğunu boğar. Bu yüzden Margaret'in kardeşi de Faust tarafından öldürülür. Böylece Faust'un eli kana bulanır. Margaret'i hapisten kurtarma denemesi de başarılı olmaz.

Araya Yunan güzeli Helena girer. Faust ona da aşık olur. Fakat aradığı mutluluğu burada da bulamaz. Nihayet İncil'in bir sözüne göre düşünmeye başlar. Yani yaradılışın ilk eseri "söz" müdür, "anlam" mıdır, "faaliyet" midir? Faust beşeri mutluluğu faaliyette bulur. Bir bataklık sahayı bayındır haline getirmeyi tasarladığı anda bir nevi murada erer ve zamana "dur geçme, çok güzelsin" der.

Sonuç olarak yazar her iki bölümde de insan karakterini oldukça detaylı bir şekilde dile getirmiştir. Fakat yazar isterse bir konuyu nasıl haşmetli, heybetli bir sadelik ve bütünlükle işleyebileceğini göstermiştir. Bununla birlikte bazı bölümlerinin anlaşılması ve olaylarla bağlantı kurmak çok güçtür.
 
Necati Cumalı - Susuz Yaz
KİTABIN ÖZETİ

Susuz Yaz, Necati CUMALI'nın, öykülerden oluşan, adını da içindeki bir öyküden alan kitabıdır. Yazar, avukatlık yaptığı yıllarda, hem memleketi olması hem de yaşamının önemli bir kısmını orada geçirmesi nedeniyle, İzmir'in Seferihisar ve Urla ilçelerine bağlı köylere ait deneyim ve izlenimlerini sunar bu kitapta. Yazılanlar her ne kadar kurgu olsa da, öykülerdeki isimler değiştirilmiş olsa da, söz konusu öykülerde yaşananlar gerçeğin ta kendisidir. Susuz Yaz'ı okuyup da Urla ve Seferihisar bölgesine gidenlerin gözünde hemen kitabın satırları canlanırken, bölgeyi iyi bilen biri için de kitabı okuyunca civarın dağları, dereleri ve ormanlarının canlı bir şekilde gözünün önüne geleceği kesindir.

Toplam onbir kısa öyküden oluşan kitapta, Necati Cumalı, gerçekçi köy hikayelerini toplamıştır. Toprak, su davaları, çekişmeler, kıskançlıklar, öç almalar, kavgalar, cinayetler, zorbalıklar ve köylümüzün, kasabalımızın bu konulardaki tutumu anlatılıyor bu hikayelerde. Aynı zamanda şair de olan yazarın bu özelliği konuları anlatış tarzına da yansımış görünmektedir. Olayları o kadar şiirsel bir dille anlatıyor ki okuyucu ister istemez kendisini olayın içinde buluyor. Kitaba adını veren Susuz Yaz'ın yanında on öykü daha vardır: Öç, Yenilmeyen, Dağlı ve Muharrem, Bıçak, Kaatil, Gülsüm Kıza Ağıt, Esma ile İsmail, Aktör, Aksinin Biri ve Selim'i Anarım.

Tiyatroya da uyarlanan Susuz Yaz'ın konusu adından da anlaşılacağı üzere "su"dur; Anadolu'da hep var olan, yüzyılımızın son çeyreğinde sınırları da aşıp uluslar arası, savaş çıkartacak kadar önemli bir hale gelen su paylaşımıdır. Mevcut suyun herkese yetmemesi üzerine, tarlasından su çıkan iki kardeş suyu sahiplenir. Çıkan su kavgası kardeşlerden birinin cinayet işlemesiyle sonuçlanır ve diğeri hapse girer. Ceza evine düşen kardeş evlidir ancak gelenek olduğu üzere suçu küçük üstlenir. Bir süre içerdeki kardeşiyle ilgilenen ağabey daha sonra geline göz koyduğu için kardeşinin ölüm haberinin geldiği yalanını bütün köye yayar ve nihayet böylece çaresiz kalan gelinle evlenir. Ancak yıllar sonra ceza evinden beklenmedik şekilde çıkıp gelen küçük kardeş olayları öğrenince kıyamet kopar.

Sinema uyarlamasında aynı adama âşık ana-kız rekabeti olarak gösterilen Öç'te ise köyün işsiz güçsüz haytasından kızını korumaya çalışan ananın durumu ve olaylarla hiç de ilintisi olmayan insanların trajedisi anlatılmaktadır. Ağabeyinden (Şerif Ali) farklı olarak gözü hep işinde olan küçük Mahmut aşk olayının en hak etmeyen kurbanı olarak, kendisini ve erkekliğini ispatlamak zorunda hisseden, bunu daha çok köylülerin ırz, namuz doldurmalarıyla yapan, kızın (Hacer) erkek kardeşi tarafından öldürülür. Köylerimizde yaygın olarak görülen tipik bir kız kaçma-kaçırılma ve bunu takip eden namus cinayeti olayıdır.

Yenilmeyen'de her şeyini yenilmez bir güreş devesine yatıran bir köylünün kıskançlıklar sonucu devesinin öldürülmesiyle beraber Batı Anadolu'daki deve güreşi geleneği en ince ayrıntısı ve terminolojine kadar okurlara sunulmaktadır. Anlatımdaki şiirsellik bir devenin ölümünü okur vicdanında bir insanınki kadar acıklı ve hüzünlü hale getirmektedir. Bıçak ise insanımızın silaha düşkünlüğünü işleyen, bir bıçağın köy çocuğunun arkadaşları ve büyükleri nezdindeki imajını nasıl güçlendirdiğini anlatan kısa öykülerden bir başkasıdır.

Dağlı ve Muharrem, Katil ile Gülsüm Kıza Ağıt öykülerinde sırasıyla zorbalık, kabadayılık, eğitimsiz ve kocasına tamamen mahkum olan kadının dramı ve bütün bunların karşısında sürekli bastırılan, horlanan, aslında pervasızlığa saygısından dolayı baş vurmayan insanların çileden çıkıp olanlara dur demesi ve kendini savunma ihtiyacı hissetmesi örnekleriyle anlatılmaktadır. Ezilen insanların haklılığını belgelemek istercesine söz konusu hikayelerde cinayet işleyenler yazar tarafından "katil olmalarına rağmen" o şekilde sunulmaktadır ki okuyucu farkında olmadan sempati duyar onlara.

Aktör ve Aksinin Biri öykülerinde ortak olarak insanlarımızın zayıflıkları, içinde bulundukları maddi güçlükler ve bu güçlükler nedeniyle kolayca yoldan çıkarılmaları, devlet memurlarına rüşvet verilerek ulusun ortak değerlerinin nasıl katledildiği anlatılmaktadır. Hayatta hiç bir amacına ulaşamayan sözde aktör, köylü ve kasabalının saf duygularını ve iyi niyetini sömürerek yaşayıp giderken, bir kereste tüccarı da kolcunun maddi açmazlarını ve içkiye düşkünlüğünü kullanarak ormanları talan etmeye devam eder. Tüccarın yolsuzluğu sanki kırk yıl öncesine ait değil de son birkaç yıldır yaşadığımız her türlü yolsuzluk, sahtekârlık, yüzsüzlük ve vurdum duymazlıkları sergiliyor gibidir. Öyküde yaşananlar günümüze adeta nazire yapıyor, bize çok alışık olduğumuz şeyleri bir daha hatırlatıyor.

Öykülerde görülen genel olumsuz havaya rağmen Selim'i Anarım adlı öyküde yazarın kendisi bile çalışkan Türk köylüsüne âşıktır. Elinde bulundurduğu tarla, bağ ve bahçelerini işleyerek, diğer bazı komşuların gerek kendi tembelliklerini bastırma dürtüsü gerekse kıskançlıkları nedeniyle sürekli saldırmaları ve dalga geçmelerine rağmen, etrafını cennete çevirmiştir köylü Selim. Engel olunmadığı, destek olunduğu hatta hiç değilse gölge edilmediği zaman insanımızın yapamayacağı şey yoktur.

Bu kitapta ele alınan konular ve sorunlar aslında yüz yıllardır Türk toplumunun yaşadığı sorunlardır. Yazar kişilerin çatışma ve didişmeleri yoluyla bizi bu sorunlara götürmekte, çözüme hiç de gerek olmadığını, problemin çözümü de içinde barındırdığını olayların inceleniş ve aktarılışı sırasında gayet açık bir şekilde vermektedir: Çözüm eğitimdir. Bu dava ve olaylar köyümüz ve köylümüz (bugün kentlimiz de buna dahil edilmeli) aydınlığa kavuşturulmadıkça sürüp gidecektir. Hatta bugün "kentli" demekte bir hayli zorlandığımız şehirlilerimizin bir çoğu da ironik bir şekilde aynı kadere mahkum olmuştur. Eskiden cehalet yüzünden sadece kırsal kesimde karşılaşılması muhtemel bazı olaylar kentlere kadar gelip dayanmıştır.

Hemen hemen iki çeyrek asır önce yazılmış ve eleştirilmiş olan konular ne gariptir ki hiç değişmeden bugün de karşımızda durmaktadır. Bu bakımdan Necati Cumalı'nın öyküleri güncelliğini, gerçekliğini ve sıcaklığını yitirmeyen öykülerdir. Tüm zamanlarda okunabilecek bir başucu kitabı olma özelliğini taşımaktadır. Su davası (Susuz Yaz), kız kaçırma (Öç), kabadayılık yoluyla para sızdırma (Dağlı ile Muharrem), boşanan kadının dramı (Gülsüm Kıza Ağıt) ve rüşvet, yolsuzluk, memleket kaynaklarını talan etme (Aksinin Biri) konuları hem köy hem kentlerimizde fazlasıyla yaşadığımız, alıştığımız ve iyice kanıksadığımız konulardır. İnsanımızı daha iyi tanımak için okunması gereken bir kitaptır Susuz Yaz.
 
John Steinbeck - Fareler ve İnsanlar
KİTABIN ÖZETİ :

George ve Lennie çiftliklerde dolaşarak işçilik eden iki arkadaştır. George ufak tefek, canlı, yanık tenli, keskin bakışlı bir adamdır. Lennie ise iri bir insandır. Ölgün gözler düşük ama geniş mi geniş omuzlara sahiptir. George ve Lennie iki zıt kutup oldukları halde aralarında büyük bir dostluk vardır. Bu büyük dostlukta, birlikte hep çalışarak çiftlik ararlarken kat ettikleri yollar boyunca kendini göstermiştir. Birbirlerine çok bağlanmışlardır.

George akıllıdır, işini bilir. Tabiatı sever. Lennie ise dev kuvvetine sahiptir. Fakat ruhen çocuktur. Halleri davranışları çocukçadır,aptalcadır. Lennie’nin yumuşak bulduğu her şeyi okşama alışkanlığı vardır. Bu ikisi Soledad kasabasının çiftliğinden bir iş haberi alırlar ve hemen yola koyulurlar. Oraya vardıklarında bu çiftliğin patronu bunları pek de iyi karşılamaz. Patronla kalmayıp birde patronun oğlu çıkar başlarına dert. Kendisi ufak tefek olduğundan Lennie gibi iri vücutlu insanlara gıcık kapar ve bu tip insanları hiç sevmez. Adamın adı Curley’dir. Ama bu Curley’nin başında da bir dert vardır. Yeni evlendiği karisi. Çiftlikte fingirdemediği adam kalmadı derler onun için ve gözünü yeni gelen George Ve Lennie’ye dikmiştir. Çiftlikteki en iyi arkadaşları Slim’dir (özellikle George’un) Çiftliğin bunağı ise Candy denilen bir eli bileğinden kesilmiş olan bazıları için işe yaramayan yaşlı bir adamdır. George ve Lennie’nin planları bu çiftlikte bir ay çalışıp kendilerine bir çiftlik satın almaktır. Tabii Candy’i ve Candy’nin biriktirdiği parasını yanların alarak…

Üç kişinin hayali kendi topraklarını işlemek, kimsenin emri altına girmemektir. Lennie’nin tek isteği ise evlerindeki tavşanlara kendisi bakmak istemesidir.Çiftlikte bir de seyis vardır. Ama zenci olduğu için diğer çalışanlar tarafından dışlanıyordur. Çiftlikte akşamüstü iş bittikten sonra nal oyunu oynanır. Milletin tek eğlencesi bu oyundur. O sırada Lennie samanlıkta Slim’in ona verdiği köpekle oynuyordur. Ama daha önce fareyi severken öldürdüğü gibi bu köpek yavrusunu da oracıkta aşırı sevmekten öldürmüştür. Daha sonra Lennie’nin yanına Curley’nin fingirdek karısı gelir. Lennie kadınla biraz konuştuktan sonra kadın aynen “benim saçımda yumuşaktır gel benimkini de okşa” demiştir. Lennie tuttuğu saçı bırakmadığı için kadın korkuya kapılmıştır ve çığlıklar atarak samanlığı ayağa kaldırır. Lennie’de buna sinirlenerek kadının ağzını kapatır ve onu nefessizlikten öldürür. Oradan hızlıca kaçar. Bunun üzerine çiftlikteki herkes başta Curley olmak üzere Lennie’yi aramaya çıkarlar. Lennie ise daha önceden başlarına bir olay gelirse George ile anlaştıkları çalılıkların arkasına kaçmıştır. George’u buldukları yerde öldüreceklerini bilmektedir. Lennie çocuk ruhlu olduğu için kendini savunması çok zordur. George kahrolurken Lennie’nin saklandığı yere gelmiştir bile. Lennie elindeki küçük ölü köpek yavrusuyla onu beklemektedir. George Lennie’nin arkasına ona hüzünlü hüzünlü bakar. Lennie sahip olacakları evi ve bakacağı tavşanları hayal ederken bir el silah sesi duyulur. Curley ve çalışanlar yanlarına geldikleri zaman Lennie’yi yerde ölü olarak yattığını görürler ve George’a aptal aptal bakarlar. George olayın etkisinden kurtulamaz ve teselli için Slim’le birlikte olay yerinden uzaklaşırlar
 
Grigory Petrov - Beyaz Zambaklar Ülkesinde
KİTABIN ÖZETİ :

Finlandiya'nın tarihinin son aşaması Fin Kültürü'nün hayranlık uyandıran gelişimini ve düşünce gelişimini yakından incelemiş bir yazarın izlenimleridir. Bu izlenimlerin ağırlık merkezi, bir zamanlar bataklıklar diyarı olan Finlandiya'yı "Beyaz Zambaklar Ülkesi"ne dönüştüren kültürel ve sosyal çalışmaların anlatımıdır. Bu çalışmalar arasında Finli aydınlarla halk arasındaki sıcak ilişki ve yakınlaşmanın büyük yeri vardır.

a. Finlandiya'nın Tarihi;
Bugünkü Fin toprakları yüzlerce yıl Rusya ile İsveç arasında doğal bir kale hizmeti görmüştür. Bölgede geniş bataklıklar ve girilmesi zor ormanlar olduğundan ne Ruslar, ne de İsveçliler bu topraklardan ordularını ve ihtiyaç maddelerini geçirememişlerdir.

1808 yılından itibaren Finlandiya bir Rus eyaleti oldu. Bu durum 1nci Dünya Savaşına kadar sürdü. Bu süreçte Finlandiya Çar 1nci Aleksandr tarafından verilen imtiyazlar nedeniyle kendi içinde bağımsız oldu, yasalarını ve yönetimini kendisi belirleme hakkına kavuştu.

Finler, asırlar boyu kimi zaman İsveçlilerin, kimi zaman da Rusların egemenliğinde kalmışlardır. Bu süre zarfında savunma ve diplomasi alanında çaba içinde olmayıp, bütün güçleriyle milli bir Fin kültürü meydana getirmeye çalışmışlardır.

b. Finlandiya'nın Coğrafyası ve Sosyal Durumu ;
Avrupa'nın en kuzeyinde bulunan Finlandiya'nın sert iklimi vardır. Havası genellikle sislidir. İlkbaharda bile don görülür. Çoğu yerler sarp granit kayalarla kaplıdır. Kalan yerler ise oldukça çukur ve bataklıktır. Ülkede maden n***** hemen hemen hiçbir şey yoktur. Tarım güçlükle yapılabilmektedir. Halkı da hiçbir zaman tam bağımsızlıklarını elde edememiştir. Kimi zaman bir komşusunun, kimi zaman da diğer komşusunun yönetimi altında bulunmuştur.

Finler kendilerine "Suomi" derler ve çok sevdikleri ülkelerini "Suomi" diye tanımlarlar ki bu "Bataklık arazi" anl***** gelmektedir. Finlerin sahip oldukları büyük kültür ve medeniyet, halkın bizzat kendi çabasının ürünüdür. Finlandiya'da hiç kimse içki içmez. 1907 yılında çıkarılan bir yasayla insana sarhoşluk veren her türlü içkinin satılması yasaklanmıştır.

c. Lider Halk arasındaki bağlantının incelenmesi;
Bu kitapta, bir milletin kamu kuruluşlarının, okullarının ve askeri kurumlarının birbiriyle işbirliği yaparak ülkeyi kalkındırmak ve yükseltmek için neler yaptıklarını açıkça göstermiş, özellikle Finlandiya'nın yükselmesi için bazı kişilerin gösterdikleri fedakarlık ve başarılardan söz edilmektedir. Bazı kahraman ruhların, Fin milletini nasıl kahraman millet haline getirdikleri anlatılmıştır.

Carlyl'a göre millet cansız bir kil tabakasından ibarettir. Eğer ona bir sanatçının eli değmeyecekse, sonsuza dek şekilsiz ve hareketsiz kalacaktır. Ama Cesar (Sezar), Napoleon, Büyük Petro, Sokrates ve Muhammed gibi bir sanatkar, bir büyük adam, bir önder, bir kahraman çıkıp da bu kili eline alacak olursa, ona istediği şekli verebilir.

Evet, büyük adam bir kahramandır, bir yıldırımdır. Ama halk kitlesi ne kil tabakası, ne de saman yığını değildir. O, yıldırımı meydana getiren milletin kendisidir. Ne zaman bulut kümesi, elektrik oluşturursa yıldırım da kendiliğinden oluşur. Eğer bulutlar elektrikle yüklü değilse, hiçbir zaman şimşek veya yıldırım oluşmaz, yalnızca bulut nemli bir buhar halinde kalır.

Milletler de böyledir. Eğer bir millet büyüklük ve kahramanlık özelliklerini taşıyorsa ondan yıldırımlar doğar, kahramanlar çıkar. Eğer halk kitlesi nemli bir buhar yığınından ibaretse, hiçbir güç ondan yıldırım çıkartamaz.

Ülkenin refah ve mutluluğunun ve toplumun onur ve şerefinin halkın iradesine bağlı olduğunu kanıtlayan çarpıcı bir örnek olması açısından küçük ve yoksul bir ülkeyi gösterebiliriz. Burası iki milyonluk bir nüfusa sahip olan Finlandiya'dır.

d. Kitapta incelenen sosyal olaylardan örnekler;
Bataklık ve ölüm vadisi, yoksulluk ve sefalet yuvası olan Finlandiya diye bilinen, yeryüzünün kuzeyinde, kışı uzun, toprakları verimsiz ve çorak bir ülkede; köy kooperatiflerinin, köy öğretmenlerinin, gönüllü doktorların gayret ve aydınlatmalarıyla, bugün nasıl mutluluklar ve güzellikler ülkesi olduğunu; halk gücünün en küçük ortaklık ve belirtisinin aynı yıl içinde ne şekilde biri, yüze, bine, on bine, milyona çıkarttığını servetler ve mutluluklar fışkırttığını, demokrat bir millet ne demektir, topyekün bir millet nasıl yükselir, aydınların halka karşı rolü nedir, gerçek yurtseverlik nasıl olur? Halka gerçek hizmet nasıl yapılır? Bir avuç aydının kendilerini halka adayan fedakarlıklarıyla, bütün bir çalışma ve üstün gayretler sayesinde Fin ailesi gaflet uykusundan uyanmış ve büyük bir hızla ilerleme ve yükselmeye başlamıştır.

Bu kitapta; harap olmuş bir ülkeyi imar eden, yurdun gelişmesi ve yükselmesi için hiçbir sınıf farkı gözetmeden hep birlikte ve aynı amaçla çalışan; bataklıkları kurutan, sarı tenli, uçuk dudaklı, zayıf bilekli insanlarla çalışarak, bataklıklarını gül bahçelerine ve zümrüt ovalar haline; sarı tenli insanlarını tunç rengine, uçuk dudaklı çocuklarını yakut kızıllığına, zayıf bilekli çocuklarını demir bileklere dönüştüren bu çalışkan Finlerin milli şuurunun bu kadar olağanüstü ve benzersiz olduğu anlatılmakta.

Eserin en güzel bölümlerinden biri de, askeri kışlaların nasıl bir halk okulu olduğunu anlatan kısımlardır. Eski Finli Subayların eğitimi eksikti. Okuldan çıktıktan sonra hiç okumaya, araştırıp düşünmeye yönelmezler, hiçbir toplumsal ve ulusal idealleri yoktu. Yalnızca mağrurca kılıçlarını şakırdatmasını bilirler, şık üniformaları içinde sürekli para harcamaktan başka şey bilmezler, dans salonlarında dans etmekte üstlerine yoktu. Çoğu içki ve kumardan başını kaldırmazdı, Askerlere karşı sürekli kırıcı, kaba ve hatta zalimce davranırlardı, Askerler terhis olduktan sonra Vatan Ana, subaylara, generallere "Evlatlarımı nasıl yetiştirdiniz, sizin ellerinize teslim ettiğimiz yüzbinlerce civanıma ne öğrettiniz?" diye soracaktır.

Kışlayı bir halk okuluna dönüştürme, hatta üniversite haline getirme ideali, Öyle ki, her bir asker, kışlada yaşadığı günleri yaşamı boyunca sevgi ve övgüyle ansın; kışladan öğrendiklerini hayatında başarıyla uygulayarak gurur duyması düşüncesinden hareketle; halk; bereket versin, onu kışla ıslah etti, o eğitimini kışladan aldı, askerliği sırasında dürüst, atik, çalışkan ve kibar olmayı öğrendi..., desin ve bu sözler birer atasözü olsun.

Finlandiya, doğal zenginliklerinden yoksun, kıraç göllerle dolu bir ülke, bir zamanlar işgal altında, yabancı kamçısı altında inlemekteymiş. Bu ülke 60-70 yıl içinde akıllara durgunluk veren bir devrim yapmış, ileri ülkelerle yaptığı yarışta rekor kırmış. Bu ilerlemeyi de öyle büyük bilim adamları, güçlü liderleri olmadan yapmış, ama güçlü nesiller, büyük yurtseverler, çalışmayı seven yurttaşlar, inançları granit gibi sağlam bir toplum yaratmıştır. Ülkenin yetiştirdiği bu insanlar, isimsiz kahramanlar, yer altında çalışan işçiler, halkın aydınlanması için çalışan kültür savaşçılarıdır. Yalnızca yurtlarını ve halklarını düşünmüşler ve bu uğurda her şeylerini feda etmekten çekinmemişlerdir.

Finler uzun yıllar milli kültürlerinin gelişmesi ve ilerlemesi için çalışmışlar ve bugün birçok Avrupa ülkesinden daha yüksek bir uygarlık derecesine ulaşmışlardır. Artık büyük ve küçük komşularının saldırısıyla, özgürlük ve bağımsızlıklarını kaybetme tehlikesinden kurtulmuşlardır.
 
Paulo Coelho - Simyacı
Paulo COELHO, Çeviren : Özdemir İNCE
Can Yayınları,İstanbul,1999

KİTABIN ÖZETİ :

Romanın kahramanı Santiago’nun anne ve babası rahip olması için onu papaz okuluna göndermiştir. Santiago, okuldan arta kalan zamanlarında babasına ait koyun sürüsünü otlatmaya götürür, bu sayede dağ, taş, tepe demeden Endülüs’ü gezerdi. Onaltı yaşına geldiğinde rahip olmak istemediğini, okuldan ayrılmayı ve gezginci olmak istediğini babasına söyler. Bunun üzerine babası da, oğluna içinde üç adet altın İspanyol parası olan bir kese vererek oğluna “git, kendine bir sürü al ve en iyi şatonun bizim şatomuz ve en güzel kadınların bizim kadınlarımız olduğunu öğreninceye kadar dünyayı dolaş” der ve oğlunu kutsar.

Santiago’nun sırtında bir heybesi ve içinde de yatarken yastık olarak başının altına koyduğu bir kitabı ve yamçası vardı. Önce, babasının vermiş olduğu parayla bir koyun sürüsü alır ve yaşamının büyük düşünü gerçekleştirmeye başlar; artık geziyordur. Bazen “Papaz okuluna Tanrı’yı aramak için nasıl gidebilirdim?” diye düşünüp bunun kendisini sıktığını düşleyip tekrar kendi yazgısı doğrultusunda bir başka yolculuğa çıkıyordu. Ancak dünya çok büyüktü, sonu gelmiyordu. Kısa bir süre de olsa koyunlarının kendisine yol göstermesine izin verse de sonunda bir yığın ilginç şeyler keşfederek tekrar onların peşinde sürüklenmekteydi. Her gün yeni bir yere gittikleri otlaklar değiştiği halde bazen mevsimlerin bile birbirine benzemediğini dahi anlamıyorlardı. Koyunların yiyecek ve sudan başka bir kaygıları yoktu. Dağ, taş, köy kasaba geçip akşam hava karardığında koyunları kurtlara karşı emniyete alacak müsait bir yer bulduklarında yatıyor ve sabah hava aydınlanınca da tekrar aynı şekilde gezmeye başlıyordu.

Ancak akşam yattığında uykusunda gördüğü rüyaların da etkisinde kalarak; gördüğü bir düşün gerçekleşme olasılığının yaşamını ilginçleştireceğini düşünüyor ve o şekilde hareket ediyordu. Romanın ana konusunu teşkil eden Mısır Piramitleri’ne gitmesi ve orada hazine bulacağı ona rüyasında söylenmişti. Romanın kahramanı, rüyasını gerçekleştirmek için önce bir falcı kadına rüyasını anlatır. Falcı kadın, kendisine tatmin edici bir cevap veremez, ancak bulacağı hazinenin onda birini kendisine vermesini ister. Bunun üzerine bir daha düşlere inanmamaya karar vererek oradan ayrılır ve yine koyunlarıyla dolaşmaya devam eder. Ancak daha sonra geldiği kasabada karşılaştığı ve kendisini Salem kralı olarak tanıtan yaşlı adamla konuşur, kendi amaçlarını anlatır. Yaşlı adam, hayatın gizemleri hakkındaki bilgiye karşılık Santiago’dan sürüsünün onda birini vermesini ister. Sarayına davet eder ve çobanı bir teste tabi tutar. Bir yemek kaşığının içine sıvı yağ koyarak kaşığı ağzında tutarak sarayını gezmesini ister. Bu testin amacı, “mutluluğun gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan” der. Çoban, mesajı almıştır. Yaşlı adam, Santiago’ya biri beyaz diğeri siyah olmak üzere iki adet gizemli taş verir ve siyah olanı “evet”, beyaz olanı “hayır” anlamını taşıyan bu taşları “zora düştüğün zamanlarda kullanırsın ancak kendi kararını kendin vermeye çalış” der.

Santiago, falcı kadından ve yaşlı adamdan aldığı işaretlerden sonra Mısır’a gitmek için önce koyun sürüsünü satar ve parasını cebine koyarak yola çıkar. Afrika’nın bir liman şehri olan Tanca’da kendisinin turizm danışmanı olduğunu söyleyen bir Arap çocuğu ile tanışır, Mısıra gidebilmek için sahranın geçilmesinin gerektiği bunun içinde deve almak üzere Arap çocuk ile beraber pazara giderler. Fakat Arap paralarla birlikte kaçarak Santiago’yu bu şehirde parasız pulsuz bırakır. Bunun üzerine Santiago para kazanmak için bir billuriyeci dükkanında çalışmaya başlar. Billuriyeci ile ilişkilerini geliştirdikçe ikisinin de hayallerinin benzer olduğunu farkeder. Ancak billuriyecinin yıllardır kutsal yolculuğa (hacca) gidişini gerçekleştiremediğini öğrenir ve hayallerine ulaşmak için daha değişik yöntemlerle para kazanmalarının gerektiğini anlatır. 6 ay kadar burada çalıştıktan sonra Santiago yeterli parayı kazanarak tekrar yola koyulur. Yolda bir İngiliz’le karşılaşır. İngiliz de aslında simyacıyı aramak için çölü geçmek istemektedir. Birlikte bir deve kervanıyla çölü geçmek üzere yola çıkarlar.

Santiago, çölden de daha birçok şey öğrenebileceğini düşünerek dikkatli gözlemler yapmaktadır. Fakat İngiliz arkadaşı ise elindeki kitapları okumakla meşguldür. Yolda karşılaştıkları güçlüklerde kendi kişisel menkıbelerini aramak üzere yola çıktıklarını söylüyorlardı. Kendi kişisel menkıbesini yaşayan kimse, “her şey bir ve tek şeydir” sonucuna varır ve neye ihtiyacı varsa onu elde edebileceğini bilirdi. Simyacı, evrendeki sonsuz yolculuğunda en büyük sorunun her şeyin bir ve tek olduğunu anlamak ve bu biricik şeyin kendi gerçek görevini yerine getirmesiyle her şeyin mümkün olacağını bilirdi.

Santiago, yüreğinin söylediklerini dikkatle dinleyerek çölde ilerlemesine devam etti.Karşılaştıkları güçlükler karşısında hep kendi kişisel menkıbesine güvendi ve sonunda kumullar tepesine ulaştı. Piramitler, bütün görkemiyle karşısında yükseliyordu. Dizüstü düşüp ağladı ve kişisel menkıbesine ulaşırken rastladığı insanlar için Tanrı’ya şükretti. Hazineye ulaşmak için kumulu bütün gece boyunca kazdı. Sabah gün doğarken doğruldu ve piramitlere baktı. “Gerçekte kendi kişisel menkıbesini yaşayan kimseye karşı hayat cömerttir” diye düşündü. Piramitlerin de ona gülümsediğini hissederek yüreği neşeyle dolu olarak o da piramitlere gülümsedi. Sonunda hazinesini bulmuştu.

Sonuç olarak; Romanın kahramanı Santiago babasının verdiği parayla aldığı koyun sürüsü ile birlikte geceyi geçirdiği eski, yıkık bir kilise bahçesindeki incir ağacı altındadır. Sabah uyandığında gerçekten bulunduğu yeri kazmış ve içi mücevher dolu bir sandık bularak rüyasında gördüğü ve Mısır’a piramitlere kadar gidip bulmayı arzuladığı hazineye kavuşmuştur.
 
takipçi satın al
Uwell Elektronik Sigara
vozol
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
Geri
Üst