Baski34
Kayıtlı Üye
Hayal adı altında saçmalamak kabul edilebilir bir davranış mıdır? Bizim hayal dediğimiz şey, tutarlı bir düşünüş mü olmak zorundadır? Ortaokul, lise yıllarımda yazdığım yazıları okudum bugün. İlk fark ettiğim şey, temelde olmasa da hayata bakışımdaki değişikliklerdi. Yasarken değiştiğimizi kendimizin fark etmesi çok zordur, tıpkı kilo aldığımızı birisi bize söyleyene dek fark etmediğimiz gibi. O zamanları hatırladım birden. Neler yapardım, neler düşünür, neler dinlerdim. Bu çok erken bir geriye bakış oldu biliyorum ama bunu zaman zaman yapmak gerekir diye düşünüyorum.
O zamanki hayallerimi okudum. Zaten başka bir şey yazamazdım ki, şimdi olduğu gibi. Hayallerim bile değişmiş. Çok uç noktalardan, ayakları daha yere basan düşüncelere doğru bir değişim göstermişim. İyi ki de yazmışım yani o zamanlar. O amatör ve basit yazıları ne de büyütmüşüm gözümde. Şimdi bakınca, evet edebi olarak hiçbir şeyler; ama bana ifade ettikleri anlam bakımından paha biçilmezler.
Neyse hayal konusuna geri dönelim. Hayalin nasıl olması gerektiği konusunda konuşacak gibi yapmıştım. Kendimle ilgili bu bilgileri vermemin bir sebebi var. Hem o zamanki hem de şimdiki yazılarımın temelini oluşturan öğe hayalmiş. Ancak o zamanki hayallerim, belki de en güzeli olan şekilde, gerçekleştirilebilirliği kesinlikle düşünülmemiş düşünceler. Oysa giderek daha somutlaşmışım ve bugün çok "somut hayaller" yazıyorum galiba. Bence, o zaman hayaller daha saf düşünülüyor. Hayallerin dış dünyadan etkilenmesinin en az olduğu dönem, yazılarda bile görülüyor. Yazılar çok daha uzun ilk zamanlar; ama hiç süslü anlatım yok. Bunun sebebi tecrübesizlik değil bence, sadece ve sadece düşünülenlerin aktarılmak istenmesi. Gereksiz benzetmelerle lafı uzatmanın bir anlamının olmadığının düşünülmesi. İlerleyen zamanlarda yazılar kısalıyor ve süslü anlatım yine yok. Söylenmek istenen daha kısa ve öz söyleniyor; ama artık o öykü tadı yok; çünkü hayaller yere yaklaşmaya başlıyor. Hepsinde bireysel, "bensel" öyküler anlatılıyor; ama başlangıçta evrensel "ben" ön planda; yani insan ön plandayken, daha sonra birey "ben"in içsel fırtınaları ön planda.
Belki şöyle söylemek daha açıklayıcı olur. "Yalnızlık" kavramı bütün
yazılarda var; ama ifade ettiği anlamlar değişik. Başta sosyal yalnızlaşmanın neden olduğu içsel kalabalık varken, zamanla sosyal kalabalıklaşmanın yol açtığı bir içsel yalnızlaşma var. İşte bu denge birey için çok önemlidir. Bana göre, birey ne sosyal anlamda, yüzlerce arkadaşı arasında yalnız kalmalıdır, ne de içsel zenginliğini kendine saklayacak kadar yalnız olmalıdır.
Hep kendimden giderek anlattım; ama kendimden yola çıkarak vardığım bu genellemenin ne kadar insana hitap ettiğinin bilemem. Yine de birçoğunuzun, bahsettiğim denge konusunda benimle hemfikir olduğunuzu düşünüyorum. İste bu noktada, artık yalnızlığın sosyal ve içsel sınırlarını, hayaller bağlamında ele almamız gerektiğini düşünüyorum.
Temel yaklaşımlardan biri, insanin kendisinin de bir insan olduğunun farkına varması ve kendine değer vermesidir. Yani, diğer insanlara zaman ayırdığı gibi, kendisine de zaman ayırmalıdır. Bu önermenin tersi de doğrudur. Kendine zaman ayırdığı gibi, diğer insanlara da zaman ayırmalıdır. Sadece diğer insanlara zaman ayıran insan, kendisini boşlamıştır. Kendini yeterince tanıyamaz ve ilişkileri sorunlu olabilir. Sürekli başkalarıyla var olabilir ve kendi başına var olması, kendi ayakları üzerinde durması, kendi kararlarını vermesi zordur. Bağımlı bir kişilik yapısı oluşturmuştur. Tam tersi durumda, sadece kendine zaman ayıran inanlarsa, kendine gereğinden fazla önem vermiş, diğer insanları dışlamıştır. İnsanları yeterince tanıyamaz ve yine ilişkileri sorunlu olabilir. Kendine güven, ilerleyen seviyelerde narsisizme yol açabilir.
Her iki tip insanin da dezavantajları olduğu gibi avantajları da vardır. Sadece insanlara zaman ayıran insan, çok insan tanır, insanların davranışlarını daha kolay yorumlar ve insan ilişkilerinde daha başarılıdırlar. (Yukarıda, insan ilişkilerinde sorun yasayabilirler demiştim. Oradaki düşünce, ilişkilere kendi bakışlarıyla ilgili, kendileriyle ilgili içsel bir sorundu.) Sadece kendine zaman ayıran insanlarsa, sanatsal yaratıcılığı yüksek insanlardır, Okumak ve düşünmek, bireysel isler olduğundan, bunlara daha çok vakit ayırdıklarını söyleyebiliriz.
Bunlar genel çıkarımlar olduğundan, istisnaların olması doğaldır. Ancak bilim, çıkarımlar üzerinden gider. Bu çıkarımları belirttikten sonra, asil sorumuza yeniden dönelim. Bu iki tip arasındaki dengeyi nasıl sağlayabiliriz? Aslında bu noktada, isin içine kültürleri de katabiliriz. Bireyselciliğin daha ön planda olduğu bati kültürleriyle, toplumun ön planda olduğu doğu kültürlerini belirttiğimiz tipler çerçevesinde düşünebiliriz. Bu noktada kültürler bazında da dengenin sağlanması önemlidir.
Yazının başında kendimle ilgili anlattıklarıma geri dönelim. Biraz daha içebakış kullanarak konuyu en son anlattıklarımla birleştirmek istiyorum. Hayaller ve yalnızlık demiştim. Kendimi bu bağlamda nerde görüyorum? Yazının başında anlattığım bölümde, sadece kendine vakit ayıran birey bölümündeydim sanırım. Ancak şimdi, dengenin yakınında ama yine kendine vakit ayıran uca yakın duruyorum. Şunu da unutmamak gerekir ki, yazınsal yaratıcılığın tek kaynağı yalnızlık değildir. Yazınsal yaratıcılık hayatin her alanından etkilenebilir. Sadece insanlara zaman ayıran insanlar dediğimiz bireyler de gözlem yetenekleriyle çok iyi eserler yaratabilirler. Ancak hayallerin bu noktada nerede durduğunu kesin bir biçimde saptamak zordur. Bencilce düşünmem gerekirse, hayaller, kendine vakit ayıran insanlara daha yakın duruyor. Ama dediğim gibi bu fazlasıyla bencil bir düşünce. Bu iki uçlu denge modelinin diğer ucunda bulunmadığım için bireysel bir çıkarımda bulunamayacağım. Yine de dengenin en iyi çözüm olduğunu söyleyebilirim. Yani, "kendini bilmek" çok önemli ve gerekli bir süreçtir; ama dengeyle yani diğer insanları da bilmekle mümkündür diye düşünüyorum. Bu da basta belirttiğim önermeyi destekler bir görüştür. Birey, kendine ve diğer insanlara eşit mesafede olmalıdır.
*Alıntı...
O zamanki hayallerimi okudum. Zaten başka bir şey yazamazdım ki, şimdi olduğu gibi. Hayallerim bile değişmiş. Çok uç noktalardan, ayakları daha yere basan düşüncelere doğru bir değişim göstermişim. İyi ki de yazmışım yani o zamanlar. O amatör ve basit yazıları ne de büyütmüşüm gözümde. Şimdi bakınca, evet edebi olarak hiçbir şeyler; ama bana ifade ettikleri anlam bakımından paha biçilmezler.
Neyse hayal konusuna geri dönelim. Hayalin nasıl olması gerektiği konusunda konuşacak gibi yapmıştım. Kendimle ilgili bu bilgileri vermemin bir sebebi var. Hem o zamanki hem de şimdiki yazılarımın temelini oluşturan öğe hayalmiş. Ancak o zamanki hayallerim, belki de en güzeli olan şekilde, gerçekleştirilebilirliği kesinlikle düşünülmemiş düşünceler. Oysa giderek daha somutlaşmışım ve bugün çok "somut hayaller" yazıyorum galiba. Bence, o zaman hayaller daha saf düşünülüyor. Hayallerin dış dünyadan etkilenmesinin en az olduğu dönem, yazılarda bile görülüyor. Yazılar çok daha uzun ilk zamanlar; ama hiç süslü anlatım yok. Bunun sebebi tecrübesizlik değil bence, sadece ve sadece düşünülenlerin aktarılmak istenmesi. Gereksiz benzetmelerle lafı uzatmanın bir anlamının olmadığının düşünülmesi. İlerleyen zamanlarda yazılar kısalıyor ve süslü anlatım yine yok. Söylenmek istenen daha kısa ve öz söyleniyor; ama artık o öykü tadı yok; çünkü hayaller yere yaklaşmaya başlıyor. Hepsinde bireysel, "bensel" öyküler anlatılıyor; ama başlangıçta evrensel "ben" ön planda; yani insan ön plandayken, daha sonra birey "ben"in içsel fırtınaları ön planda.
Belki şöyle söylemek daha açıklayıcı olur. "Yalnızlık" kavramı bütün
yazılarda var; ama ifade ettiği anlamlar değişik. Başta sosyal yalnızlaşmanın neden olduğu içsel kalabalık varken, zamanla sosyal kalabalıklaşmanın yol açtığı bir içsel yalnızlaşma var. İşte bu denge birey için çok önemlidir. Bana göre, birey ne sosyal anlamda, yüzlerce arkadaşı arasında yalnız kalmalıdır, ne de içsel zenginliğini kendine saklayacak kadar yalnız olmalıdır.
Hep kendimden giderek anlattım; ama kendimden yola çıkarak vardığım bu genellemenin ne kadar insana hitap ettiğinin bilemem. Yine de birçoğunuzun, bahsettiğim denge konusunda benimle hemfikir olduğunuzu düşünüyorum. İste bu noktada, artık yalnızlığın sosyal ve içsel sınırlarını, hayaller bağlamında ele almamız gerektiğini düşünüyorum.
Temel yaklaşımlardan biri, insanin kendisinin de bir insan olduğunun farkına varması ve kendine değer vermesidir. Yani, diğer insanlara zaman ayırdığı gibi, kendisine de zaman ayırmalıdır. Bu önermenin tersi de doğrudur. Kendine zaman ayırdığı gibi, diğer insanlara da zaman ayırmalıdır. Sadece diğer insanlara zaman ayıran insan, kendisini boşlamıştır. Kendini yeterince tanıyamaz ve ilişkileri sorunlu olabilir. Sürekli başkalarıyla var olabilir ve kendi başına var olması, kendi ayakları üzerinde durması, kendi kararlarını vermesi zordur. Bağımlı bir kişilik yapısı oluşturmuştur. Tam tersi durumda, sadece kendine zaman ayıran inanlarsa, kendine gereğinden fazla önem vermiş, diğer insanları dışlamıştır. İnsanları yeterince tanıyamaz ve yine ilişkileri sorunlu olabilir. Kendine güven, ilerleyen seviyelerde narsisizme yol açabilir.
Her iki tip insanin da dezavantajları olduğu gibi avantajları da vardır. Sadece insanlara zaman ayıran insan, çok insan tanır, insanların davranışlarını daha kolay yorumlar ve insan ilişkilerinde daha başarılıdırlar. (Yukarıda, insan ilişkilerinde sorun yasayabilirler demiştim. Oradaki düşünce, ilişkilere kendi bakışlarıyla ilgili, kendileriyle ilgili içsel bir sorundu.) Sadece kendine zaman ayıran insanlarsa, sanatsal yaratıcılığı yüksek insanlardır, Okumak ve düşünmek, bireysel isler olduğundan, bunlara daha çok vakit ayırdıklarını söyleyebiliriz.
Bunlar genel çıkarımlar olduğundan, istisnaların olması doğaldır. Ancak bilim, çıkarımlar üzerinden gider. Bu çıkarımları belirttikten sonra, asil sorumuza yeniden dönelim. Bu iki tip arasındaki dengeyi nasıl sağlayabiliriz? Aslında bu noktada, isin içine kültürleri de katabiliriz. Bireyselciliğin daha ön planda olduğu bati kültürleriyle, toplumun ön planda olduğu doğu kültürlerini belirttiğimiz tipler çerçevesinde düşünebiliriz. Bu noktada kültürler bazında da dengenin sağlanması önemlidir.
Yazının başında kendimle ilgili anlattıklarıma geri dönelim. Biraz daha içebakış kullanarak konuyu en son anlattıklarımla birleştirmek istiyorum. Hayaller ve yalnızlık demiştim. Kendimi bu bağlamda nerde görüyorum? Yazının başında anlattığım bölümde, sadece kendine vakit ayıran birey bölümündeydim sanırım. Ancak şimdi, dengenin yakınında ama yine kendine vakit ayıran uca yakın duruyorum. Şunu da unutmamak gerekir ki, yazınsal yaratıcılığın tek kaynağı yalnızlık değildir. Yazınsal yaratıcılık hayatin her alanından etkilenebilir. Sadece insanlara zaman ayıran insanlar dediğimiz bireyler de gözlem yetenekleriyle çok iyi eserler yaratabilirler. Ancak hayallerin bu noktada nerede durduğunu kesin bir biçimde saptamak zordur. Bencilce düşünmem gerekirse, hayaller, kendine vakit ayıran insanlara daha yakın duruyor. Ama dediğim gibi bu fazlasıyla bencil bir düşünce. Bu iki uçlu denge modelinin diğer ucunda bulunmadığım için bireysel bir çıkarımda bulunamayacağım. Yine de dengenin en iyi çözüm olduğunu söyleyebilirim. Yani, "kendini bilmek" çok önemli ve gerekli bir süreçtir; ama dengeyle yani diğer insanları da bilmekle mümkündür diye düşünüyorum. Bu da basta belirttiğim önermeyi destekler bir görüştür. Birey, kendine ve diğer insanlara eşit mesafede olmalıdır.
*Alıntı...