FiLozofLar...

Derrida,Jacques

Geliştirdiği “yapısökümcü” okuma yöntemiyle yepyeni bir düşünme olanağının kapılarını aralayan, post-yapısalcı felsefe çerçevesinin kuruluşunda çok önemli bir yeri bulunan Cezayir doğumlu Fransız felsefeci. Derrida’nın hemen bütün metinlerinde kendisini gösteren egemen düşünce, Batı felsefesi geleneğinin yapısökümcü bakış açısından sonuna dek sorgulanmasıdır. Bu anlamda ilk iş olarak Batı felsefesini köküne dek sarmış olduğunu düşündüğü bulunuş metafiziği varsayımının yapısının sökülmesine yönelen Derrida, söz konusu varsayım aracılığıyla kendisiyle özdeş dolaysız bir yaşantı a 1am olarak doğruluk yaşantısının değerinin kesinlendiği, buna bağlı olarak da konuşmaya geleneksel olarak yazı önünde hep varlıkbilgisel bir öncelik ve üstünlük tanındığı saptamasında bulunur. Konuşma ile yazı arasındaki ayrımın ancak öteki’nin şiddet kullanılarak dışlanması yoluyla yapılabileceğini ileri süren Derrida, öteki’ne şiddet uygulanmasına olanak tanımayacak yepyeni bir dil anlayışı geliştirme amacındadır. Bu yeni dilin en belirgin özelliği, ayrımın özdeşliğe indirgenemiyor oluşuna bağlı olarak farklı bir etik ve siyasal sorumluluk anlayışını savunuyor oluşudur. Derrida’nın yazıla rında ele alınan felsefe sorunlarını tam olarak kavrayabilmek için, öncelikle Kant, Hegel, Marx, Nietzsche, Husserl, Heidegger, Levinas, Sausssure ve daha birçok filozofun düşünceleriyle tanışık olmak zorunludur.

Böyle bir tanışıklığın olmayışı, çoğunluk olduğu üzere, Derrida’yı anlamaya çalışan okurları Derrida’ nın metinlerindeki felsefe devinilerini izleyemediklerinden ötürü çok güç bir durumda bırakmaktadır. Derrida’ya göre yapısöküm bir okuma tekniği olmaktan çok “bütünüyle öteki” olana yaklaşmanın, dolayısıyla da baştan olanaksız bir deneyimi ortaya çıkarmanın bir yoludur. Bir bütün olarak Derrida’nın düşünsel konumu, bu anlamda felsefece düşünmenin metafizik dilinin eleştirisi yoluyla düzenli olarak yinelenen dogmacı varsayımlardan kurtarılmasının amaçlandığı Hegel sonrası son derece üretken açılımlara konu felsefe çerçevesine yerleştirilebilir. Kuşkusuz metafiziksel dogmacılıktan kaçınma arayışı, izleri Kant’ın eleştirel felsefesi ile İngiliz Deneyciliği’ne, hatta belli bakımlardan Descartes’a dek sürülebilir olması nedeniyle yeni bir şey değildir. Ancak metafiziksel dogmacılığı eleştirmek ile metafızik dilini eleştirmek bir ve aynı şey değildir. Hegel sonrası felsefe dönemiyle birlikte dili sorgulamak Batı filozofları için sürekli üzerinde durulan bir izlek konumuna gelmiştir. Sorun bu biçimde konduğunda, Derrida ilk bakışta pragmacı ve mantıkçı olgucu düşünce hareketleriyle yakın bir yere yerleştirilebilir gibi görünse de Derrida’nın felsefece ilgilerinin geliştiği çerçevenin Kıta yönelimli olması böyle bir girişime pek olanak tanımayacaktır. İlk yazılarında Derrida, kendi içinde tutarlı bir anlamlandırma çabası olan Husserlci görüngübilim izlencesine derinden bağlıdır. Buna karşı, Husserl’in teksesli dil ülküsünü yeniden canlandırdığını gerekçe göstererek, görüngübilim yönteminin son çözümlemede doğruluğun bulunuş olarak değerlendirilmesi sayıltısından, yani bildik geleneksel metafizikten kurtulamadığı eleştirisinde bulunur. Belli ölçülerde, aşağı yukarı aynı temeller üzerinde Heidegger de Husserl’i eleştirmiştir. Derrida, Husserl’e yönelttiği eleştirileri, buna bağlı olarak da ortaya attığı savları pek çok bakımdan olurlamakla birlikte Heidegger’in vardığı kimi sonuçlara katılmamaktadır. Nitekim yazılarında sık sık yeniden döndüğü, Heidegger’in felsefenin sonuna gelinen bir dönemde düşünmenin ödevini tanımlama ekseni doğrultusundaki girişimine karşı can alıcı önemi bulunan bir takım sorular ortaya atar. Sonraki dönemine karşılık gelen yazılarında Heidegger, dilin insana ait bir şey olmadığını, tersine insanın dile ait bir şey olduğunu öne sürer; bu anlamda insan dili değil dil insanı konuşuyordur. Bir başka açıdan söylenecek olursa, Heidegger’e göre geleneksel olarak savunulanın tam tersine düşüncenin dili belirlemesinden çok dilin düşünceyi belirlemesi söz konusudur. Heidegger’in bu saptamalarının ışığı altında Derrida, yapısökümün ödevini aydınlığa kavuşturabileceği bir zemin bul muş gibidir. Nitekim Derrida’nın kullandığı “yapısöküm” terimi (diconstruction) doğrudan doğruya Heidegger’in Varlık ile Zaman’da (1927) kullandığı Almanca destruktion teriminin Fransızca’ya çevirisidir. Heidegger’in temel savına göre, “Varlığın Utku” olarak zamanı doğru bir biçimde düşünme ödevi, metafizik kavramların tarihinin, özellikle de Aristoteles, Descartes ve Kant’taki zaman tasarımlarının destrüktion’u ile olanaklıdır ancak. Buna karşı Heidegger destrüktion’u asla “geriye tek bir iz kalmayacak biçim de ortadan kaldırmak” olarak anlamaz. Nitekim metafizik tarihi, bir yapının yerinden oynatılamayacak denli sağlam bir biçimde yerleşmesinden (daha sonra ,gestell, ya da “çatı”, diye adlandırır Heidegger bunu) meydana gelmektedir. Bu anlamda destruktion Heideggerci anlamıyla düşünceye yerleşen her türden yapının gevşetilip zayıflatılmasıdır daha çok. Derrida, Heidegger’in terimi bu özel anlam da kullanışını geliştirdiği yöntemin adı yapacak denli önemli görmesine karşın, yine de Heidegger’in destrüktion anlayışının da son çözümlemede bulunuş metafıziğinin izlerini taşıdığının açıkça görüldüğünü belrtmektedir. Özellikle Heidegger’in varlıkların Varlığı’nın sözünü dile getireceğini öngördüğü sahici şiir dilinin metafizik tarihinin bütünüyle destrüktion’una yol açacağı umudunu dile getirdiği yerler, Derrida’nın kuşkuyla yaklaşılması gerektiğini düşündüğü özel yapısöküm alanlarıdır. Nitekim Derrida için Heidegger’in umduğunun ya da varsaydığının tersine, düşüncenin başlayabileceği ya da yeniden oraya geri dönebileceği bir başlangıç noktası ya da konumu yoktur. Böyle bır başlangıca duyulan yersiz “nostalji” ya da yitirilmiş geçmişe duyulan özlem değme bir bulunuş metafıziği örneğidir. Derrida için Batı metafiziği tarihi eninde sonunda doğruluğun gerçek paradigması olarak kendiliğin bulunuşunu olurlayan bir dizi girişimden oluşmaktadır. Bu geleneğin tam göbeğinde, kendi bulunuşunu kendisine ancak dil yoluyla gösterebilen bir varlık olarak “insan” tanımı yer almaktadır. Varlıklar arasında insana tanınan bu özel yere inanç, Derrida’ya göre asla temellendirilebilecek bir şey değildir. (Hiçbir düşünce, “Düşünüyorum” düşüncesi bile, kendisini kendisine dolaysız bir biçimde sunamaz. Derrida’nın bu temel çıkışı, neden dil izleğini bırakıp yazı izleğiyle düşünmeye yöneldiğini de açıklamaktadır. Kendiliğin bulunuşunun değerini tam olarak kesinlemek için, Batı filozofları geleneksel olarak düşüncenin dile ne ölçüde bağımlı olduğu sorusunu göz ardı etmişlerdir. Ne var ki bu temel gerçek öyle kolaylıkla hasır altı edilebilecek gibi değildir Derrida’ya göre; Platon’dan Rousseau’ya, oradan da Hegel’e gelinene değin hemen bütün filozoflar, düşüncenin kendiliğinden kendisine açık seçik olduğu bir ideal dil ile bu teksesli ve özgün “düşünce dili”nin kendisine çevrilebileceği bir ikincil dil arasında bir ayrıma gitmişlerdir. Buna göre, konuşma dilindeki sözcükler hiçbir aracıya konu olmaksızın doğrudan düşüncenin anlatımıdırlar; çünkü onlar yalnızca konuşulduklarında vardırlar, dahası söylendiklerinde konuşanın içinde duyulabilmektedirler. Buna karşı yazı dilindeki sözcükler, onları dile getiren konuşmacı ortadan kaybolduğunda dahi işlevlerini yerine getirebildiklerinden, düşünceye dışsaldırlar. Konuşma bu anlam da doğrudan doğruya düşüncenin gövdelenmesiyken, yazı yalnızca konuşmanın ikincil bir göstergesidir.Derrida’nın gözünde filozofların bu temel yaklaşımı, kendiliğin bulunuşunu sağlama almak adına anlamlandırmanın maddiliğini unutmak gibi çok önemli bir yanlış doğurmuştur. Bu hiç de dayanıklı olmayan uslamlama çatısı altında, Batı filozofları kendi “sesçil” yazılarının abecesinin sesçil olmayan Avrupa dışı dillere göre felsefı bakımdan daha üstünlüklü bir konumda bulunduğunu varsayar olmuşlardır. Ne var ki sesçil yazıyı sesçil kılanın ne olduğu, sesçil olmayan yazıyı sesçil yazıdan neyin ayırdığı öyle hiç de kolayca yanıtlanabilir bir soru değildir. Daha da önemlisi, Derrida’nın Söylediği gibi, salt düşüncenin anlatımı ya da dışa vurumu olacak ideal saltıklıkta bir dil tasarlamak olanaksızdır. Bir başka deyişle, Derrida’ya göre “konuşma” ile “yazı” arasında geçmişte sıkça yapıldığı gibi keskin bir ayrıma gitmenin sağlam bir temeli yoktur. Bu saptamadan harekede Derrida, bulunuş metafiziginin “söz-egemen” ya da “ses-egemen” temellerinin yapısökümüne yönelmektedir. Konuşmanın yazı üzerindeki sıradüzensel üstünlüğü kendisini Batı metafıziğinin üstüne kurulduğu sayısız sıradüzenli karşıtlıklarda göstermektedir. Derrida’nın bu karşıt ikiliklere ilişkin olarak yapmak istediği, kimi yorumcularının belirttiği üzere, karşıtlıkta yer alan terimlerin yerlerini değiştirerek aralarında kurulu bulunan öncelik/ sonralık ya da üstünlük/alçaklık değerlemelerini tersyüz etmek değildir yalnızca. Burada amaçlanan Batı düşüncesinin üstüne kurulduğu bu temel karşıtlıkların mantığının yapısını bütünüyle sökerek bir daha kullanılamaz hale getirmektir. Demek ki Derrida’nın açıklamasına göre, konuşma/yazı ayrımının savunulamaz oluşu yazı kavramını da en az konuşma kadar kendisine kuşkuyla yaklaşılması gereken bir kavram kılmaktadır. Öte yandan, yazı yine de ötekiliği simgeleyen temel beti olarak işlevini yerine getirmeyi sürdürmektedir. Derrida’ya göre bu nedenle, Heidegger’in ileri sürdüğü gibi, düşünmenin ödevinin “dili dil olarak dile taşımak ya da dile getirmek” olması oldukça anlaşılır bir şeydir. Nitekim bu bağlamda Heideggerci bir düşünce çizgisi izleyen yapısökümün temel ödevi de “yarıyı yazı olarak yazıya taşımak ya da getirmektir”. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bulunuş metafiziğinin yapısını sökmek için öncelikle düşüncenin kendisini yazı olarak açığa vurmasının gereğidir. O nedenle yapısökümcü söz dağarında “yazı” kavramı kesinlikle salt arı düşüncelerin kayda alınması demek değildir. Nitekim Derrida bu noktanın ne denli önemli olduğunu vurgulamak için “arke_yazı” kavramı diye yeni bir yazı anlayışı betimleme yoluna gitmiştir. Buna göre, arkhe’siz (yanı “kökensiz”) bir düşüncenin özniteliğini différence (“ayıram”) oluşturmaktadır. Diffrence en genel anlamda, her şeye “ilk” olan ya da her şeyin “merkez”inde duran düşünülebilecek her türden terimi adlandırmanın olanaksızlığını adlandırmaktadır. Metafızik olmayan, metafizikten başka bir düşünce olanağının önünü açmak için, yazının, kendinde bulunan bır “anlam” ya da “doğru dile getirme amacı güdüşüyle tanımlanan metafizik dilinin bütün metafizik içerimlerinden tümüyle kurtarılması zorunludur. Bu sonuca ulaşmak için Derrida, bir dizi değişik yazma stratejisi geliştirmiştir. Bu stratejilerden biri, kendi içinde bütünlüklü tek bir kitap olarak okunmaya izin vermeyecek biçimde aynı metinde sonsuz sayıda metin üretmektir. Nitekim Derrida Glas (Matem Çanı, 1974) adlı yapıtını, bu biçimde parçalara ayırarak, bir anlamda parçala***** yazmıştır. Kitabın ana yapısı, ilk sütunda Hegel’in (giz, örtü) anlayışıyla ilişkili çeşitli konuların incelendiği, ilk sütunun tam yanına yerleştirilen ikincisindeyse Genet’nin yazılarında düzenli olarak karşılaşılan bir giz türü olarak Jean Genet’nin imzasının çok yönlü bir incelemesinin yapıldığı iki ayrı sütundan oluşmaktadır. Glas üzerine söylenebilecek bir dolu şey olmakla birlikte, bunlardan ula ki en önemlisi, kitabın Sartre’ın Aziz Genet adlı incelemesinde yarı Hegelci bir gözle Genet’nın yazılarını özetlemış olmasından duyulan rahatsızlıkla Genet’nin yazılarını kurtarmak adına uygulanmış bır yapısöküm örneği olarak okunabileceğidir. JDerrida’ nın sıkça başvurduğu bır başka yapısöküm stratejisi de geleneksel gösterge kavramını özellikle sorunsallaştırmak amacıyla tasarlanmış différance gibi birtakım metinsel imler üretmektir. Bu imler yalnızca birer yeni sözdük geliştirme arayışına karşılık gelmezler, Çünkü bunlar ne sözlüktürler ne de gösterge (örneğin Fransızca’da “ayrım” anlamına gelen différence sözcüğünden bozmadır); bunlar daha çok anlaşılırlığa karşı kendi dirençlerine ya da korunaklarına dikkat çeken, an tam anlamıyla belirlenemeyen yapısökümcü ifadelerdir. Différance “Varlık” türünden her hangi bir şey üzerine enson sözün söylenemezliğini açığa vuruyor olması, kimi yapısöküm yorumcularınca “olumsuzlamacı tanrı bilim” biçiminde yorumlanması sonucunu doğurmuştur. Derrida aralarında görünen yakınlığın kaçınılmaz olduğunu, ama bu ikisini, yani yapısöküm ile olumsuzlamacı tanrıbilimi eşitlemenin bulunuş metafiziğinin kendinden geçirici yaşantısını yeniden kesinlemek anlamına geleceğini bildirmektedir. Bunun yerine Derrida, bütün deneyimlerin gelecekte neler olacağını bilen bir peygamberlik konumuna indirgemeksizin “şimdi ile burada bulunma”yı kesintiye uğratan, yapısı sökülemez mesihvari bir söz verme ile yapılandırıldığını ileri sürmüştür. Belki de bu noktada, Herakleitos’un oluşu kesinleyişi dc Derrida’nın söz verme yaşantısına değgin açıklaması aynı düzlemde düşünülürse, Herakleitos’un “oluş” anlayışı Derrida’nın différance’ la demek istediğine en yakın düşünsel konum olarak değerlendirilebilir. Bu tür bir Herakleitos okuması, Derrida’nın açıkça yapısökümcü yönlerini Heidegger’in göz ardı ettiğini düşündüğü Nietzsche’nin yazılarında da bulunabilir. Heıdegger’e göre, Nitzsche’nin metinleri tek bir anda tek bir düşünürün tekil düşüncelerini yansıtmaktadır. Derrida, Heidegger’in bu savına Nietzsche’nin yazma biçeminin değişik yönlerine dikkat çekerek karşı çıkar. Buna göre, Nietzsche belli bir anlamı ya da doğruyu dile getirmek yerine, yazılarında daha çok alışıldık geleneksel yorumlama kaynaklarını baştan boşa çıkaran metinsel sorunsalları gündeme getirmiştir. Derrida bu düşüncesini Mahmuzlar Netzsche’nin Biçemleri adlı çalışmasında, Nictzsche’nin metinlerinde yer yer geçen “Şemsiyemi unutmuşum” tümcesinin yorumlama bakımından üzerine “karar verilemez” oluşuna parmak basarak tanıılamaktadır. Burada gösterilmeye çalışılan, bırakın metnin tek bır anlamı olmasını, metinde karşılaşılan herhangi bir “şey”in dahi bir özdeşliği olmadığıdır. Bu düşünce uyarınca Derrida, Nıetzsche’nin metinleri demek yerine “Nietzsche’nin imzaları” demeyi daha uygun bulmaktadır. Bunun yanında Derrida, Nietzsche’nin biçemlerini çoğaltmanın doğruluğunu savunmakla birlikte, Nietzsche’ nin birtakım anlam hareketlerine ilişkin belli çekinceler koymaktan da geri kalmaz. Sözgelimi Derrida’ya göre “kadın” sözcüğü Nietzsche’de “doğru olmayan” ın eğretilemesi olarak geçmektedır hep. Bu yüzden, Nietzsehe’nın metinlerınde “kadın” sözcüğünün geçtiği yerler Derrida için yapısöküme alınması gereken özel yerlerdir. Ayrıca Nietzsche’de karşılaşılan anlam hareketlerinin yol açtığı şiddete de dikkat çeken Derrida, aşırılığın mantığını şeyleştirmeden aşırı uç konumların taşıdığı yıkıcı gizilgücü patlatacak bir stratejinin arayışı içindedir. Bu açıdan bakıldığında yapısöküm sıyasal olan üzerine düşünmenin bir yolu olarak da değerlendirilebilir.

Nitekim daha ilk yazılarından başla***** Derrida’nın adalet ile şiddet arasındaki ilişkiyle ilglendiği üstünden atlanamayacak bir olgudur. Derrida’nın başlıca yapıtları zaman dizinsel olarak şunlardır: L’écriture et la Différance (Yazı ve Ayrım, 1967); La Voix de la Phénomene (Ses ve Görüngü, 1967); De la Grammatalogie ( Yazıbilime Dair, 1967); Marges de la Phlisohie(Felsefenin Kıyıları, 1972); La Disémination (Yayılım/Saçılma, 1972); Positions (Konumlar, 1972); Glas (Matem Çanı, 1974)L’archéologie du frivol(Sıradan Şevlerin Kazıbilimi, 1976); Le Vérité en peinture (Resimde Doğruluk, 1978); La Carte postale de Socrate a Freud et de la(Sokrates’ten Freud ıle Ötesine Kartpostallar, 1980)
.S.gif
purs, Nietzsche’s Style (Mahmuzlar: Nıetzsche’nin Biçemleri, 1981, ikidilli basım); Psyché (Psykhe, 1987): De l!Esprit (Tin Üzerine, 1989); Limited Inc. (Limitet A.Ş., 1990) ve L’Autre Cap (Otekinin Kulağı, 1991).
 
Renè Descartes

Descartes'in yaşarken birçok kez portresi yapılmıştır. Descartes'in Flaman sanatçı Frans Hals'a (y. 1580-1666) hiç poz vermediği bilinmekle birlikte, bu portrede Hals'in üslubu fark edilir. 1596’da Fransa’da doğdu. Cizvitlerin elinde, felsefe ve matematik dahil mükemmel bir eğitim aldı. Daha sonra, doğduğu yer olan Poitiers’deki Poitiers Üniversitesi’nden mezun oldu. Parlak bir öğrenci olarak, çeşitli yetkelerin ileri sürdüğü, tek tek incelediği savların çoğunun geçersiz olduğunu fark etmekle birlikte , çoklukla neye inanacağını bilemedi. Kendi dediğine göre, eğitimini tamamlamak için orduya katıldı ve hiçbir savaşa tanık olmamakla birlikte Avrupa’yı bir asker olarak köşe bucak dolaştı. Bu yolculuklar ona insanın dünyasının kitaplarda anlatıldığından çok daha çeşitli ve çelişkilerle dolu olduğunu öğretti. Emin olabileceğimiz, kesin olarak bilebileceğimiz bir şey olup olmadığı sorusu kafasına böyle takıldı. Hollanda’ya yerleşti. O sırada Hollanda Avrupa’nın en geniş ifade özgürlüğüne sahip ülkesiydi. Descartes, araştırmalarını felsefe, matematik ve bilim alanlarında sürdürerek insan düşüncesinin temellerini incelemeye burada girişti. Kabaca 1629-1649 arasında niteliği çok yüksek özgün eserler verdi. Felsefede en önemli eserleri, 1637’de yayımlanan Yöntem Üzerine Konuşmalar ile, 1641’de yayımlanan Meditasyonlar ’dır. 1649’da İsveç Kraliçesi Kristina, kendisine felsefe öğretmesi için Descartes’i Stockholm’e davet etti. İsveç’in sert kışları yüzünden ciğerlerinden hastalanan Descartes 1650’de öldü.

Felsefenin Öyküsü Bryan Magee

Descartes da yöntemli bir kuşkuculuk yaklaşımı ile , kesinliğinden kuşku duymayacağı bir “ilk bilgi” nin olanaklılığını arıyordu sanırım. Bildiğiniz gibi Descartes matematik eğitimi almıştı ve bu konuda çok iyi idi. Analitik Geometri’yi temellendirdi. Düşüncesini matematiğin kurgusu etkiledi. Matematiğin apaçıklığından kuşku edilmeyen aksiyomları gibi , “gerçeklikler temel ve kuşku duyulmaz önermelerde başlayıp , türetilmiş önermelere doğru dizgesel olarak ilerleyerek düzenli bir yolda tanıtlanmalıydı.” Başlangıçta , dayanacağı çıkış noktası için, kendinden önceki tüm otoriteleri bir kenara bıraktı. Deyim yerindeyse sıfırdan başlamalıydı. Başlangıç için “düşünmeyi” diğer bir deyişle “us” u seçti. Usun bilgi elde yöntemi üzerinde düşündü. Doğuştan düşüncelerin açık ve seçikliğine inanıyordu. Ki bu düşünceler duyular tarafından henüz bulanıklaştırılmamıştı. Kendisi bir katolikti. İnancı tamdı. Çıkış noktasında tüm otoriteyi akla vermekle, gelecekte bunun nelere yol açacağını ne kadar öngörmüştü bilemiyorum.

Cogito, ergo sum; je pense, donj je suis."

Düşünüyorum, öyleyse varım.

Kesin olan bir şey var.
Bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek.
Şüphe etmek düşünmektir.
Düşünmekse var olmaktır.
Öyleyse var olduğum şüphesizdir.
Düşünüyorum, o halde varım.
İlk bilgim bu sağlam bilgidir.
Şimdi bütün öteki bilgileri
Bu bilgiden çıkarabilirim.

Bizim çıkış noktamız bireyin öznelliğidir.
Çıkış noktamızdan bakıldığında
‘düşünüyorum öyleyse varım
gerçeğinden başka bir gerçek olamaz.
Herhangi bir gerçekten önce,
bir mutlak gerçek olmalıdır.
Bu gerçeği kavramak basittir,
zira bireyin varlığında mevcuttur.

~ Rene Descartes ~

On yedinci yüzyıl, Descartes’in yüzyılı, bir çelişkiler yüzyılıydı. Hoşgörüsüzlük çağıydı. Ama aynı zamanda düşünce ve sanat devlerinin çağıydı. Çağdaş akılcı, bilimsel düşünceyi başlatan Descartes gibi büyük filozoflar çağıydı. Gelileo ve Descartes bütünüyle açıklık ve yararlılık anlamında bilimin güçlü rönesansını kendi kendilerine başlattılar. Rönesansın yeniden canlanma hızı, Descartes’in, bir böcek bilimcinin kelebeği örnek dolabına iğnelemesi gibi, tek bir itişle ortaçağı duvara çivilemesiyle korundu. Ulusların “tibetleştirilme”sine, orijinal Avrupa kavramı, karışık uluslar çeşitliliğine dönüştürmeye eğilimli ulusçuluğun gelişmesine karşın, Descartes, pozitif bilimlere, özellikle matematiğe yönelmesiyle, Avrupa’nın bütünü için ortak bir payda sağladı: bilimsel düşünce, akıl. Ölümünden sonra Newton tarafından mükemmelleştirildiği zaman, Kant henüz – her ne kadar bu ciddi filozofu öyle canlandırmak olanaksız gibi görünse de- ergenliğin olgunlaşmamış dürtülerine boyun eğen bir gençken, fizik rehberlik konumuna çıktı. Paradoks şundadır: Bütün bunları başlatan Descartes, insanı yalnızca akıl olarak – hayvanları da makine- kavramış ve insanın bedeni olmasını yalnızca olumsuz anlamda kabul etmiştir. Filozoflar için insan bedeni ilgi alanı olmaktan çıkmıştı. Descartes penceresinin önünden gelip geçen insanları görmüyordu, bütün gördüğü “ chapeaux et manteaux, rien de plus” tü.(Şapka ve manto, başka bir şey yok) Tanrıbilim büyük ilgi görüyordu ancak akılla uyum sağlaması gerekmişti. Descartes –simgesel olarak- yeşil ipek giysilerini, siyah giysiyle (İspanyolların da giydiği) değiştirmiş, giysisinin sadeliğini kolalı bir yaka ve gümüş kabzalı bir kılıçla güçlükle gidermişti. Ona göre res cogitans (düşünce) res extensa’ya (beden) karşıtlık oluşturduğundan, bedenini siyah giysilerle örterek onu reddetmeye çalışmış ve ruhunu geliştirmek için, düşünmeye çekildiği yanan sobanın yanındaki köşesinde onu açılan kanatları üstünde uçmaya bırakmıştı.Descartes çağdaş devirleri başlatan adamdı. Descartes, Aristoteles tarafından önerilen çokluk yerine tek ve mükemmel scientia anlayışıyla çağdaş insanın işini basitleştirdi. Rönesansın çelişkileri ortasında yitmiş Avrupalı insanı Descartes’in sadeleştirme yeteneği kurtardı. Descartes önemli olan mitos değil, sade, açık ve bağımsız düşünce olduğunu kabul ettirdi. Akıl kullanarak, insanların yeniden kendi kendilerine olan güvenlerini kazanmalarına, tarihten ve tarihte yaşamalarına yardım etti. İnsan yaşamı geçmişten geleceğe taşındı. Yirmi yaşından itibaren Descartes’in yolu çizilmişti. Bunu yazdığı bir nottan biliyoruz; “ Hayatta hangi yolu izleyeceğim?” Ne iyi ki, düşünme mesleğini seçti ve Peguy’un sözleriyle, “çok akıllıca bir adımla işe koyulan Fransız centilmeni” oldu; Galileo gibi, dünyanın mekanik ve insanın idealist yorumunu başlattı. Descartes’e göre, dünya saf bir işleyiş, makinelerin makinesi, modern teknolojimizin tohumuydu. Descartes yeniçağda Batı’nın en büyük dahisiydi, yüzlerce yıl önce Miletli filozofların kendi kendimize korkulan soruları sormamızı öğretmiş oldukları gibi, asıl Avrupa gerçeğini yumuşak bir sesle ifade etmiş ve hepimize düşünmeyi öğretmiş bir gentilhomme’du. Descartes, yaşamda yittiğini hissetti; kendini kuşkulardan kurtulmuş hissetmek için gerçeklikle buluşmak istedi. Ama kuşku etmek düşünmektir- diye düşündü Descartes- ve ben ne düşünüyorsam oyum ( “je ne suis qu’une chose que pense”) ( Düşüncemin hazinesi). Ona göre, düşünmek var olmaktı, ve düşünce varolan tek gerçeklikti. Onun, res cogitans’ı (düşünen özne) res extensa’yla (beden) zıttı. Onun idealizmi, Leibniz’de, Barok düşüncenin doruğunda kendini buldu. Dekartçı düşüncenin hatası, insanı akılcı ve bu nedenle özgür olarak tasarlamasıydı. Bilinçaltı kavramını açıklamak için Freud ve Jung’u beklemek gerekliydi. Gerçek şu ki, Descartes’in düşüncesi en üstün biçimde bir matematikçinin düşüncesiydi ve geometrik kuramları öznel gerçekliğini geliştirmek için ona yeterince yer bırakmadı. Yirmi yaşından itibaren Descartes’in yolu çizilmişti. Bunu yazdığı bir nottan biliyoruz; “ Hayatta hangi yolu izleyeceğim?” Ne iyi ki, düşünme mesleğini seçti ve Peguy’un sözleriyle, “çok akıllıca bir adımla işe koyulan Fransız centilmeni” oldu; Galileo gibi, dünyanın mekanik ve insanın idealist yorumunu başlattı. Descartes’e göre, dünya saf bir işleyiş, makinelerin makinesi, modern teknolojimizin tohumuydu. Descartes yeniçağda Batı’nın en büyük dahisiydi, yüzlerce yıl önce Miletli filozofların kendi kendimize korkulan soruları sormamızı öğretmiş oldukları gibi, asıl Avrupa gerçeğini yumuşak bir sesle ifade etmiş ve hepimize düşünmeyi öğretmiş bir gentilhomme’du. Descartes, yaşamda yittiğini hissetti; kendini kuşkulardan kurtulmuş hissetmek için gerçeklikle buluşmak istedi. Ama kuşku etmek düşünmektir- diye düşündü Descartes- ve ben ne düşünüyorsam oyum ( “je ne suis qu’une chose que pense”) ( Düşüncemin hazinesi). Ona göre, düşünmek var olmaktı, ve düşünce varolan tek gerçeklikti. Onun, res cogitans’ı (düşünen özne) res extensa’yla (beden) zıttı. Onun idealizmi, Leibniz’de, Barok düşüncenin doruğunda kendini buldu. Dekartçı düşüncenin hatası, insanı akılcı ve bu nedenle özgür olarak tasarlamasıydı. Bilinçaltı kavramını açıklamak için Freud ve Jung’u beklemek gerekliydi. Gerçek şu ki, Descartes’in düşüncesi en üstün biçimde bir matematikçinin düşüncesiydi ve geometrik kuramları öznel gerçekliğini geliştirmek için ona yeterince yer bırakmadı. Descartes bize, matematiği kesin ve ince, biyolojiyi el yordamıyla ve iğrenç bulan Kant gibi, sorgulayıcı bir entelektüel olarak görünür; bu nedenle canlı varlıkları makinelere çevirerek biyolojiyi daha kesin hale getirmeye çalıştı. Descartes, gerçek dünyanın nicel ve sınırlı, geometrik ve gürültüleri ve renkleriyle çevremizdeki dünyanın nitel, aracısız ve aldatıcı olduğunu düşündü. Özünde o, Maya’nın Vedacı öğretisi, duyumsal dünyanın aldatıcı göreceliğidir. Descartes yargıda fazlasıyla katıydı. Bütün insanlar için “akıl” ortaktır diye kabul ettiği zaman, hataların yalnızca özgür iradeyle işlendiğini de kabul ediyordu. Onun akılcılığı tarihe karşıttı; tarihten yoksundu. Bilimsel yeniliğiyle büyülenmiş biçimde, kuşkulu her düşünce ya da inancın, yalnızca mutlak mükemmeller arasında hareket eden “saf düşünceyle” ya da akılla (kavrayış) kurulmadığını savladı. Bu nedenle, Descartes doğa üzerinde zafer kazandı ama insana özgü işlerde başarısız oldu. Descartes evrene meydan okudu. Ona göre, bilmece yani çözülemez bir şey yoktur ve hiçbir şey “keşfedilemeyecek kadar uzak olamaz” Fransız filozof için gerçeklik dünyası ve düşünce dünyası birbirine olağanüstü bir temel anahtar, matematiksel usavurumla bağlı iki evrendir. Descartes’la birlikte yaşamda bir telaş başlar, birşeyler yapmak, insanın yazgısını açıklamak telaşı, ona göre, şeyler yalnızca düşünüldükleri zaman varolurlar ve düşünmeler olarak yeniden hayat bulmak için gerçeklikler olarak ölebilirler.

Felsefe Öyküleri
Fèlix Marti - İbánez

DESCARTES’İN KRONOLOJİK YAŞAM ÖYKÜSÜ

1596, 31 Mart, Touraine, La Haye’de doğdu; aristokrat bir ailenin dördüncü çocuğuydu. 1606 Jesuitler’in 1604’te La Flëche’de açtıkları Kraliyet Kolejine gönderildi ve 1614’e dek orada eğitim gördü. 1614-16 Paris’te geçirdi ve zamanının çoğunu okul arkadaşı Mersenne ile birlikte matematik çalışmaya ayırdı. Ayrıca matematikçi Mydorge ile tanıştı. 1616 Kolej eğitimini bitirdikten sonra Poitiers Üniversitesine girerek tüze ‘derecesi’ aldı. Ama hiçbir zaman avukatlık yapmadı. O sıralarda toplumsal konumu olan bir insan genellikle ya kiliseye ya da orduya katılırdı. Descartes ikincisini seçti. 1617-29 Gezilerle geçirdiği ‘‘dünyanın kitabı’’ndan öğrenme dönemi; ilkin Hollanda’ya gitti 1618 Hollanda’yı İspanyollardan kurtarmaya çalışan Protestan Orange Prensinin ordusuna katılarak Hollanda’nın Birleşik İller (Nassau) Prensi Maurice’in hizmetine girdi —ardından Orange Prensinin ordusundan ayrılarak Danimarka, Danzig, Polonya ve Almanya’yı dolaştı —sonra otuz yıl savaşlarında Bavyera’nın Katolik Dükünün ordusuna katıldı (ordu yaşamı döneminde Descartes’ın herhangi bir çarpışmaya girmediği düşünülür; kendisi askeri yaşamı ‘‘büyük bir tembellik ve derbederlik’’ olarak görür) —aynı yıl 10 Kasımda Hollanda’da bir kolej müdürü olan doktor ve matematikçi Isaac Beeckman ile tanıştı (Beeckman’ın Descartes’ın matematik ve felsefeye yönelmesinde etkisi çok büyüktür) 1619 10 Kasım, güney Alman kenti Ulm yakınlarında sıcak bir odada kalırken daha sonra yaşamında dönüm noktası sayacağı düşünü gördü (bu ünlü düş yorgunluk, hazımsızlık, ateş gibi nedenlere bağlıdır ve onun için salt simgesel önemi vardır) 1621 Macar İmparatorluk ordusuna katıldı 1622 Fransa’da kaldı (Britanny ve Paris) 1623 Poitou’da annesinden ona kalan mülkü sattı (27,000 livre) ve geçimini güvence altına alacak düzenlemeler yaptı 1623-25 İtalya gezisi 1625 Paris’te Mersenne (kolejden arkadaşı) ile yeniden buluştu 1628 Kardinal Bérulle ile karşılaştı ve ondan yeteneklerini kullanması konusunda olanaklı en büyük moral desteği aldı (1629 ve 1630’da sırasıyla Franeker’de ve Leyden’de olgunluk (matrikülasyon) sınavlarını almasına karşın bir aristokrat için gereksiz gördüğü herhangi bir dereceyi almakla ilgilenmedi) 1628-49 Kendini yalıtmak için Fransa’yı terkederek Hollanda’ya yerleşti ve yoğun bir düşünme ve araştırma dönemine girdi. Kafa dinginliğine çok önem verdiği için, bu önlemi özellikle oradaki ilk kışı sırasında kağıda geçirilen Kurallar’ında sık sık yakındığı litterati ile, yarı-felsefeciler ile ilgili olarak almış olmalıdır. Başka bakımlardan kaygısı yoktu, ve bir tecim ülkesi olan Hollanda’da bir çöldeymiş gibi yaşadı. Orada Mersenne ile yazışmayı sürdürdü, Beeckman ile dostluğu ve ayrıca Mydorge, Hortensius, Huygens and Frans van Schooten (büyük) ile ilişkileri sürdü. 1629 Kurallar’ı yazıya geçirdi (1701’de basıldılar) 1633Le Mond’un taslağının tamamlandığı sırada Mersenne’den aldığı bir mektupta Galileo olayını öğrendi ve özgürlüğünü ve boş zamanını korumak için çalışmasını bastırmaktan vazgeçti 1635 Birlikte yaşadığı Hollandalı hizmetçisinden (Helen) bir kızı oldu 1637 Söylem Fransızca’da anonim olarak yayımlandı 1640 Çok sevdiği kızını beş yaşında yitirdi; acısının çok derin ve yıkıcı olmuş olduğu söylenir; Meditasyonlar yayımlandı (çalışma yedi yıl sonra Fransızca’ya çevrildi) 1642 Ateizm ile suçlandı; Utrecht yerel yetkeleri tarafından mahkum edildi 1643 Bir kez daha mahkum edildi; Prenses Elizabeth ile karşılaştı ve aralarında kurulan dostluk geometriden politik bilime, tıptan metafiziğe dek çeşitli konuları tartıştıkları mektuplarla sürdü (Prensesten parasal destek almadı; aslında Prensesin böyle bir olanağı da yoktu) 1644Felsefenin İlkeleri Amsterdam’da yayımlandı (Elizabeth’e adanmıştır) 1645 Utrecht üniversitesi ‘nötral sansür’ uyguladı (yandaş ya da karşıt tüm yorumlar yasaklandı) 1647 Aynı şey Leyden’de uygulandı; Felsefenin İlkeleri Fransızca’ya çevrildi; Paris’e gitti ve Pascal ile buluştu; İsveç kraliçesi Kristina Descartes’ın kitaplarını okumaya başladı. 1648 Bir kez daha Paris’e gitti ve Gassendi, Hobbes ve ölmek üzere olan Mersenne ile görüştü; bir yurtluk ve yıllık gelir teklifini (Montmor’dan) yine özerklik kaygısıyla kabul etmedi 1649Ruhun Tutkuları yayımlandı Kasım ayında İsveç kraliçesi Kristina’nın çağrısı üzerine ‘‘kışın insanların düşüncelerini donduran’’ Stokholme’e, ‘‘kayalar ve buzlar arasındaki ayıların ülkesi’’ne gitti 1650 1 Şubat zatürreye yakalandı ve on gün sonra, 54 yaşında, öldü. Son sözlerinin şunlar olduğu söylenir: ‘‘İşte böyle ruhum, ayrılma zamanı geldi’’; 1667’de mezarı Paris’e taşındı.

KARTEZYEN ŞÜPHE

Descartes, bir matematik dehasıydı ve bu alanda cebirin geometriye uygulanmasından oluşan yeni bir kod buldu. Bu kol, analitik geometri ya da koordinat geometrisi olarak çeşitli adlar altında bilinir. Descartes, aynı zamanda, diyagramı da buldu. Bir diyagram üzerinde yer alan herkesin bildiği o iki çizgi onun adını taşımaktadır. Bunlara Kartezyen koordinatlar denir; Kartezyen de, Descartes adından türetilmiş bir sıfattır. Matematiğin apaçık ve tümüyle güvenilir kesinlikleri Descartes’i heyecanlandırmaktaydı. Böylece, matematiğe kesinliğini veren şeyin, bilginin öteki alanlarına uygulanıp uygulanamayacağını düşünmeye başladı. Eğer bu mümkün olabilirse, hiçbir şeyin kesin olarak bilinemeyeceğini savunan Septikleri kolayca çürütebilecek bir şey olacaktı elimizde. Fakat, bundan da önemlisi, modern anlamıyla bilimin üzerinde inşa edilebileceği dünya hakkında kesin bilgi elde etmenin bir yöntemine kavuşabilecektik. Descartes, matematiğin, kesinliğini şu bir dizi nedene borçlu olduğunu sonucuna vardı. Matematik tanıtlamalar, son derece basit az sayıda öncülden başlamaktaydı; bu basitlik, (iki nokta arasındaki en kısa mesafe düz bir çizgidir önermesinde olduğu gibi) o denli temel ve apaçıktı ki onlardan şüphe etmek olanaksızdı. Daha sonra, her seferinde mantıksal bir adım atılarak bu tanıtlamalardan tümdengelimsel biçimde ilerlenirdi. Her adım, yanlışlanamaz, çok basit ve yine kesindi. Daha sonra, –ki bu matematiğin büyüsüne kapılmış herkesi kendinden geçiren bir şeydir – her biri basit ve apaçık olan öncüllerden yine her biri basit ve apaçık olan mantıksal adımlarla ilerlerken, ne basit ne de apaçık olan sonuçlara vardığınızı fark edersiniz: Önünüzde öngörülmemiş buluşlarla dolu bir dünya açılmaya başlar. Bu buluşların çoğu şaşırtıcıdır ve uygulamada büyük yararları vardır; ayrıca hepsinin doğruluğuna güvenilebilir. İnsana, keşfedilmeyi bekleyen bu dünyanın bir sonu yokmuş gibi gelir. Descartes’in yaptığı gibi, matematikçiler beklenmedik yeni yollar açmışlar hep. Şimdi, bu yöntemi matematiksel olmayan bilgilere tastamam uygulamak mümkün müdür, diye sorar Descartes. Matematiğin dışında doğruluğundan şüphe edilemez önermeler bulabilirsek, onları, tümdengelimsel kanıtlamalarda öncül olarak kullanabiliriz; bu durumda, onlardan mantıksal olarak çıkarsadığımız herşey doğru olmak zorundadır. Bu bize, bilgi yolunda buluşlarına yüzde yüz güvenebileceğimiz yöntemsel bir temel sağlayacaktır. Fakat, böyle öncüller var mıdır? Yoksa, matematik ve mantık dışında, kesin olarak bilebileceğimiz bir şey yok mudur? Bu tür kesin öncüller arayışında Descartes üç evreden geçti. İlkin, doğrudan ve dolaysız deneyi önüne koydu. Çıplak gözle kilise kulesine ya da bir bölümü suya batmış şu ağaca baktığımda, elbette duyularımın dolaysız tanıklığına güvenebilirim. Ama heyhat! Araştırma sırasında, doğrudan gözlemin bizi sık sık yanılttığı ortaya çıkmaktadır. Gündüz altın gibi parlayan, günbatımında kızıllaşan şu kilise kulesi, diğer zamanlarda gri görünmektedir. Suya girdiği noktada eğik görünen şu dalın, sudan çıkartıldığında düz olduğu görülüyor. Dolayısıyla, onlara ne kadar doğrudan baksam da, aklım ne kadar uyanık ve tetikte olsa da, gerçekte şeylerin bize göründüğü gibi olduklarından asla emin olamayız.

Felsefenin Öyküsü
Bryan Magee

DESCARTES’İN BİR MEKTUBUNDAN ALINTI

Prenses Elisabeth'e

Egmond, 6 ekim 1645 Madam,

Bazen şöyle bir şüpheye düştüğüm oluyor: elimizde bulunan nimetleri olduğundan daha büyük ve daha değerli hayal ederek, elimizde bulunmayan nimetleri de bilmeyerek veya gözden geçirmek için üzerinde durma*****, memnun ve neşeli olmak mı yoksa her ikisinin de gerçek değerini tanımak için, fazla bilgili ve düşünceli olarak, kederli olmak mı daha iyidir? Üstün iyinin neşe olduğuna inansaydım ne pahasına olursa olsun, neşeli olmaya çalışmak gerektiğinden şüphe etmezdim ve can sıkıntısını şarapta boğan yahut tütünle uyuşturanların kabalığını doğrulardım. Fakat fazileti işlemekten yahut da (aynı şey olan) elde edilmesi irademize bağlı bulunan bütün nimetlere sahip olmaktan ibaret olan üstüm iyi ile, bu nimetleri elde etmeden sonra gelen memnunluğu birbirinden ayırıyorum. Bundan ötürü, zararımıza da olsa, hakikati bilmenin, bilmemekten daha büyük bir olgunluk olduğunu göz önüne alarak, az neşeli fakat çok bilgili olmanın daha iyi olduğunu kabul ediyorum: Böylece ruhumuzun en memnun olduğu an, en neşeli olduğumuz zaman değildir; tersine büyük neşeler genel olarak donuk ve ciddidir, kahkahalı neşelerse, ufak ve geçicidir: Bunun için boş, hayaller peşinde koşarak yanılmaya düşmeyi asla doğru bulmam; zira bundan gelen bütün zevk ancak ruhun dışına dokunabilir, halbuki içi, yalancılıklarını görerek, acı duyar. Ruhumuz durmaksızın başka şeylerle uğraşırken, bunun farkına varmayabilir, fakat o zaman da adı geçen saadete kavuşamaz, çünkü saadet hareketimize -bağlıdır, halbuki böyle bir hal ancak talihten gelebilir.. Fakat, bazıları bizi memnun olmaya ***üren, bazıları da tersine, memnun olmaktan alıkoyan aynı derecede doğru, birçok düşüncelerle karşılaşmak imkanı olduğu yerde, bana öyle geliyor ki, tedbir daha çok memnunluk verenleri kabul etmemizi emrediyor; hatta dünyadaki şeylerin hemen hepsine iyi veya kötü görünen bir yandan bakmak mümkün olduğuna göre, herhangi bir şeyde maharetimizi göstermek gerekiyorsa; o da onlara, bilhassa en çok lehimizde görünen seviyeden bakmayı bilmektir, sanırım, elverir ki bunu aldanmadan yapalım. insanın kendinden çok başka insanlara iyilik etmesi daha yüksek ve daha şerefli bir şey olduğuna göre, buna en fazla meyledenler ve sahip oldukları nimetlerden en az bahsedenler, gene en yüksek ruhlardır. Ancak zayıf ve alçak ruhlardır ki kendilerine gerektiğinden fazla değer verir, ve üç damla su ile ağzına kadar dolan vazolara benzerler. Altesinizin bunlardan olmadığını biliyorum, bu alçak ruhları ancak, kendileri için bir menfaat göstererek, başkaları için zahmete teşvik etmek mümkün olduğu halde, Altesinizin menfaati için, kendilerine, ancak kendisini ihmal ettiği takdirde, sevdiklerine uzun zaman faydalı olamayacağını göstermek; ve sağlığıma bakmasını yalvarmak gerektir. Benim de yaptığım budur. Madam, Altesinizin, Pek saygılı ve pek itaatli Hizmetkârı Descartes.

*Descartes, Ahlâk üzerine Mektuplar, (Çeviren Mehmet Karasan), İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1992, sf.53-54, 620

DESCARTES ve TIP

Descartes’in felsefeye katkıları , Vesalius’un anatomiye, Harvey’in fizyolojiye, Galileo’nun fiziğe katkılarına eşit tutulur ve Descartes’in kusursuz mantığı ve anlaşılması kolay tarzıyla onlardan ilerde olduğu sonucuna varılır. Deneyden çok sezgi ve mantığa güvenmekle, elbette kimi yanlışlar yapmıştır. Hapşırma sırasındaki kalp hareketlerini açıklarken –Harvey’in yeni kuramını desteklemesine karşın –bunun nedeninin beyin boşluklarının içerdiği balgamın burun deliklerinden geçmesi olduğunu ve esnemenin de beyin zarından havanın atılmasıyla oluştuğunu ileri sürmüştür. Ama bu tür hataların yanında, ruhun işlevleriyle –düşünme yeteneği olan tinsel bir akıl(res cogitans) bedenin işlevleri –yalın bir uzamsal varlık (res extensa) –arasında kesin bir ayrım yapması yatmaktadır; düşünce ruhtan, ısı ve hareket bedenden çıkmaktadır, ruh bedende, “kaptan köprüsündeki pilot gibi” yerleşmiştir ve ansefalin ortasında bulunan conarium ya da epifiz bezinden geçerek işlevlerini yerine getirir; ruh bezdeki yerinden, hayvan ruhu aracılığıyla bedenin kalanını harekete geçirir; bedensel hareketi, duyarlılığı hatta kanı harekete geçiren bu hayvansal ruhtur. Bu Dekartçı fizyolojik mekanizma, insan ve ruh arasındaki uyumlu ilişkiyi her zaman idare eden Tanrı tarafından yönetilir. Descartes’in bu küçücük bezi seçmesinin nedeni, ansefal içinde eşi olmayan –ruh ve düşüncede olduğu gibi tek ve bölünemez –bir yapı olduğunu düşünmesiydi, herhalde, ona hazine dairesinin en derin köşesinde gömülü bir inci görünümünü veren beyin içindeki belirsiz yeri de Descartes’ın merakını uyandırmıştır. Leyden’de bir kadının gövdesinin incelenmesi sırasında, Descartes’ın epifiz bezini görmek ve dokunmak istediği tek zamanda onu bulmayı becerememesine kadar ironiktir! Biyolojik mekanizmalar anlayışı bütün fizyolojik görüngüleri hareket yasalarına uygun biçimde işleten kalp ateşine bağlamış ve abartıya yol açan Aristotelesçi kalp ateşi kavramı lehine dokuların kendilerine özgü işlevlerini reddetmiştir. Bezlerin işlevlerini, bezlerdeki damar ağızları yoluyla kanda oluşan basınca ve burada maddelerin süzülmesine, sindirimi de mekanik ve termal görüngüye bağlamıştır. Descartes ayrıca, bütün hastalıkları kalp damarları işlevlerindeki karışıklıkların neden olduğu kan dolaşımı yetersizliğinin kanda yarattığı değişikliklere bağla*****, sinir sistemi, hayvan ruhu ve enfeksiyonları –bu “patolojik yangınlar” –üzerine de çalıştı. Optik ve göz bilgisi üzerine çalışmaları dikkate değer. Tıp bilgisinin dogmatik ve sezgisel olduğu gerçeğine karşın, Descartes çağdaş bilimsel düşünce biçimine dayanan bir fizyolojik öğreti kurdu. Öncellikle, hiç kimsenin önce Konuşma sının içerdiği yönteme baş vurmadan onun (Descartes’ın) doğrularının bile şaşmaz olduğunu kabul etmemesini öğretti. Houssay’ın dediği gibi, “Onun fizyolojik öğretisinin temeli günümüzün mekanik ya da fizyokimyasal öğretilerinden çok da farklı değildir.” İçten gülüşlü ve kara kara düşünür görünen kara giysili gentilhomme ’a doktorların ödenemez tarihi borçları vardır.

Felsefe Öyküleri
Félix Marti İbánez

1637'de Yöntem Üzerine Konuşma'da Descartes çalışmalarının amacını etkileyici bir biçimde ortaya koyuyor: "Bizi doğanın efendisi yapabilecek pratik bir felsefe ve fizik." Descartes , insanın işleyerek üzerinde 'efendiliğini kurabileceği üç alanı belirlemeye yöneliyor: Fiziksel çevre, insan bedeni ve bedene yakından bağlı olan ruh. Felsefesinin bunlara karşılık gelen ve ancak 1647'de belirlenen üç' ürünü; mekanik, tıp ve "diğer bilimlerin tam bilgisini önvarsayan ve bilgeliğin en son aşaması olan en yüksek ve en yetkin ahlâk sistemi"dir. Söz konusu pratik anlayışa nasıl ulaşabileceğini önce 1619'da kehanetimsi bir rüyada görüyor ve sonra, 1620'lerde buna ilişkin görüşünü açıklıyor: Aklın Idaresi İçin Kurallar da °bilim birdir" diye yazıyor, çünkü neyi incelerse incelesin, bilen zihin birdir. Dolayısıyla, doğada da yalın yöntemsel yaklaşımın geçerli olması gerekir. Bunun dışında, doğa felsefesi tümüyle matematik -şekiller ve sayılar- cinsinden yapılabilir. Bu gereklilik basit bir akıl yürütmeyle doğrulanır: Sayılar ve şekiller bizim gerçekten akledebileceğimiz şeylerdir -daha sonra ifade edeceği gibi bunlar 'açık ve seçik'tir. Pratik doğrulaması da aynı derecede basittir: Eski bilim dalları arasında fizik başarılı olamazken, matematiksel olarak yapılan mekanik başarıya ulaşmıştır. Akılsal olanla pratik olan arasındaki bu uyum, evrensel yöntemi bulduktan tam on yıl sonra, 1629-30'da keşfettiği derin metafizikle açıklanabilir. Benim aklım ve doğal dünya aynı yaratıcının ürünüdür. Demek istediği, dünyanın benim akledebileceğim bir şey olduğudur. Tanrı'nın dünyayı insanların anlayabilecegi gibi yaratmasının bir sebebi -1641'de Altıncı Meditasyon'da bunu, a priori degil, empirik olarak keşfettigimizi yazar - insanın mutluluğuna büyük değer vermesidir.

Descartes Sözlüğü'ne "Önsöz"
Prof. Dr. Stephane Voss

MEDİTASYON

Descartes'ın, kendi metafiziksel dizgesinin nihai sunumu için "Meditasyonlar" başlıgını seçmesinin büyük bir önemi var. Öncelikle, bu çalışmanın ele alınış tarzı, on altıncı yüzyılda ve on yedinci yüzyılın başında ibadete ait geniş bir yazı topluluğunun etkilerini gözönüne sermektedir, örnek olarak Cizvit Tarikatı kurucusu Ignatius Loyola'nın (1491- 1556) yazıları verilebilir. Spiritual Exercises adlı yazısında Ignatius "tinsel deneyim"i şöyle tanımlıyor: "Kendi bilincini meditasyon yoluyla, temaşa ya da ibadet yoluyla sessizce ya da yüksek sesle inceleme yolu" ve şöyle devam ediyor Loyola, "ruhun gereksinimleri genellikle olgularla doyurulmaz, daha çok içsel duyuyla ve şeyler için duyulan arzuyla olur" (Execitia Spiritualia (1548), çev. Loongıidge, s. 4 ve 7). Yeni kurulmuş olan Cizvit koleji La Fleche'te, Cizvitler tarafından eğitilmiş olan Descartes, kendi "Meditasyonlar" ını açıkça durağan olgu kümeleri olarak tasarlamamıştır, etkisi yalnızca yazarı izlemeye hevesli ve metinde bulunan düşünümleri içselleştirenler tarafından duyulabilecek bir dizi devingen deneyim olarak tasarlamıştır: "Benimle birlikte ciddi bir şekilde meditasyon yürütmek isteyen ve yürütebilecek olanlar dışında kimseyi bu kitabı okumaya zorlamıyorum" (Meditasyonlara Önsöz AT VII 1 1 : CSM II 8). Başlangıçtan itibaren bu içsel ya da öznel yönelim ortadadır. Düşüncenin akışı, dünyadan soyutlanmış yalnız düşünürün düşünümlerini izlemektedir: "Bugün zihnimi her türlü kaygıdan arındırdım ve kendim için esnek bırakılmış serbest bir zaman ayırdım. Burada tamamiyle yalnızım" (AT VII 17-8: CSM 11 12). Ner "Meditasyon" bir günü kaplayacak şekil- de tasarlanmıştır ve her biri, bir sonraki keşif aşaması başla- madan önce, o ana dek kazanılmış olan içgörüleri yineleyen bir özetle son bulmaktadır.

Descartes Sözlüğü
John Cottingham
Doruk Yayıncılık.

ZİHİN VE BEDEN

Descartes 'zihin' (fransızca esprit, Latince mens) ya da 'ruh' (Fransızca ame, Latince anima) terimini bilinçli, düşünen ben'e işaret etmek için kullanır Yöntem Üzerine Konuşma'da belirttiği gibi (AT VI 330: CSM I 127) "sayesinde benim ben olduğum bu 'Ben' ". Daha sonra, Meditasyonlarda bu kavrayışı daha tam hale getirir: İkinci Meditasyon'da 'Öyleyse ben neyim?' diye sorar ve yanıt verir: "Ben kati anlamıyla yalnızca düşünen bir şeyim (res cognitans), yani ben bir 'zihin veya zekâ veya akıl veya ratioyum* (mens, sive animus, sive intellectus, sive ratio, AT VII 27: CSM II 18). Daha sonra, 'düşüncenin' tanımı iradi ve akli faaliyetleri içerecek şekilde genişletilir: "Öyleyse ben neyim? Düşünen bir şey Bu (şey) nedir? Kuşku duyan, idrak eden, evetleyen, redde den, isteyen ve istemeyen bir şey ..." (AT VII 28: CSM II 19 bu pasajda, imgeleme ve duyusal algıya sahip olma 'düşünen bir şeyin' yaptıklarının listesine eklenir, ancak bu son iki yeti daha sonra, Altıncı Meditasyon da kendilerine ait özel bir kategoride incelenmeyi (ele alınmayı) gerektirir hale gelir; Descartes'ın "düşünce" genel yaftası altında sınıflandırdığı akli ve iradi faaliyetler hakkında Meditasyonlar ın sonunda ortaya çıkacak merkezi olgu bunların cisimden tamamıyla ayrı bir töze ait olduklarıdır. "Bir yandan, yalnızca düşünen, uzama sahip olmayan bir şey olduğum denli, kendimin açık ve seçik bir ideasına sahibim; ve diğer yandan yalnızca uzama sahip, düşünmeyen bir şey olduğu denli, açık ve seçik bir cisim ideasına sahibim" (Altıncı Meditasyon, AT VII 78: CSM Ii 54; Descartes 'ın zihnin cisimsel olmadığı tezi, zihnin bedenden özsel ayrıklığı, en çarpıcı ve ihtilaflı öğretileri arasındadır. Muhtelif sebeplerden ötürü bu teze doğru yönelişi görülmesine rağmen, bu tez için verdiği saf metafiziksel uslamlamaları zayıftır. Varolduğundan kuşku duyamazken bir bedene sahip olduğundan kuşkulanmaya muktedir olmasının "[kendisinin) bütün özü ya da doğası düşünmek olan bir töz olduğunu ve varolmak için herhangi bir yere ya da maddi şeye gerek duymadığını ve ... beden varolmasa dahi ne ise o olmaktan çıkmayacağını" gösterdiğini ileri sürer ( Yöntem Üzerine Konuşma, Bölüm IV, AT VI 33: CSM I 127).

Descartes Sözlüğü
John Cottingam

KÖTÜ CİN

Bu bizi Descartes’in düşüncesinin ikinci ayağına getirir. Bir şey yaptığına kesin olarak inandığını, sonra uyandığında onun bir rüya olduğunu anladığını anlatır sık sık. Bazen bu rüyalar günlük faaliyetleri hakkında basit rüyalardır. Rüyasında ateşin başında oturup okuduğunu ya da masasında yazdığını görür; bütün bu sürede aslında yatakta uyumaktadır. Tam o anda rüya görmediğinden nasıl emin olabilir? Bütün bunlar, rüya, sanrı ya da buna benzer bir şey görmediğinden asla kesin olarak emin olamayacağını göstermekteydi. Descartes şüphe edilmezlik arayışında neredeyse umutsuzluğa kapılmak üzereyken, şeytanca bir niyetle değneği başka bir yöne eğdi ( Bu da düşüncesinin üçüncü evresiydi). Bendeki bütün yanlışların ve yanılsamaların, benim bilmediğim, tek amacı beni aldatmak olan ve üzerimde insan üstü bir güç uygulayabilecek –beni uyutabilecek, sonra uyanıkken olduğu kadar canlı rüyalar görmemi veya gördüğüm her şeyin bana başka bir şeymiş gibi görünmesini sağlayabilecek ya da iki kere ikinin beş ettiğine beni inandırabilecek –daha yüksek bir ruhun varlığından kaynaklandığını varsayalım, dedi. Böylesine kötü bir ruhun bile beni hakkında aldatamayacağı bir şey var mıdır? Descartes böyle bir şeyin var olduğu sonucuna vardı: Bilincimin ürünleri, her ne olurlarsa olsunlar, vardırlar. Onlardan her zaman yanlış çıkarımlar yapabilirim; örneğin, gerçekte böyle bir şömine yokken, rüyamda bir şöminenin yanında durduğumu varsayabilirim. Kendimi şöminenin yanında duruyor varsaymam, yani böyle bir varsayımda bulunmuş olmam, kaçınılmaz olarak gerçektir. Dolayısıyla, bu ve diğer bütün örneklerde bir şey vardır ki ondan sarsılmaz biçimde emin olabilirim: Bu deneyimlerde bulunan benim. İşte buradan mutlak kesinliğe sahip bir şeyler çıkartabilirim. Her şeyden önce bu, kendimin, var olan, yaşayan bir varlık olduğunu bildiğim anlamına gelir. Doğamı bilemeyebilirim; daha doğrusu, bu doğanın neliği hakkında tümüyle yanlış düşüncelerim olabilir; fakat, var olduğum kesindir. Üstelik, başka hiçbir şeyi değilse bile en azından bilinçli deneyimleri olan bir varlık olduğumu, özgül bilinçli deneyimlerim olduğunu mutlak bir kesinlikle bilirim. Descartes bu sonucu, o zamandan sonra çok ünlü olacak şu Latince sözcüklerle dile getirdi: Cogito ergo sum. Pek uygun olmamakla birlikte bu ifade genellikle şöyle çevrilir: “Düşünüyorum, öyleyse varım.”

Felsefenin Öyküsü
Bryan Magee

AKIL VE MADDE

İnsanın indirgenemez niteliğinin, akıl sahibi bir varlık olmasında yattığı yolunda Descartes’ın vardığı sonuç, onu şu dünya görüşünü geliştirmeye yöneltti: İnsan, iki farklı tözden, yani akıldan ve maddeden oluşur. Descartes insanları, kendileri dışında var olan, gözlemledikleri maddi nesnelerden oluşan, bir dünyayı deneyimleyen özneler olarak gördü. Doğanın böyle – akıl ve madde, özne ve nesne, gözleyen ve gözlemlenen olarak – iki tür varlığa ayrılması, batılı insanın dünyaya bakış tarzının yapısal bir parçası haline geldi. Bugün filozoflar bundan “ Kartezyen ikilik” olarak söz ederler. Descartes ile 20. yüzyıl arasında bu ikiliği kabul etmeyen (en itibarlıları Spinoza ile Schopenhauer olan) pek az filozof vardır. Bu ikiliğe ancak 20. yüzyılda yaygın biçimde itiraz edilmiştir, bazı filozoflar bu ikiliğe bağlı kalmayı sürdürmüşlerdir) Batıdaki insanları bu dünyayla ilgili bilgilerimizle kesinliğin olanaklı olduğuna ikna etmekte Francis Bacon ile Galileo bile Descartes’ın gerisinde kalır. kesin bilgiye ulaşmak için size gereken, doğru yöntemi izlemektir; ancak bunu yaparsanız, size kaya gibi sağlam, güvenilir bilgiler verebilecek sarsılmaz bir bilim kurabilirsiniz. Bilimi, eğitimli batılı insana “beğendiren” herkesten fazla Descartes oldu. Kesinlik arayışı, büyük oranda onun etkisiyle batıdaki düşünsel etkinliğe egemen olmaya başladı ve yöntemle ilgili düşünceler bu arayışın merkezine yerleşti; çünkü, Descartes kendini bu tür kesin bilgiler veren değil, bu bilgiye nasıl ulaşılacağını gösteren biri olarak görmekteydi. En eski, yani Sokrates öncesi filozofların, “Var olan nedir?”i, ya da “Dünya neden oluşur?” kendilerine temel soru olarak aldıklarını anımsayacaksınız. Sokrates, onun yerine farklı bir soruyu geçirmişti: “ Nasıl yaşamamız gerekir?” Bu sorular ve onlardan türeyenler yüzyıllar boyunca felsefeye egemen oldu. Fakat daha sonra Descartes geldi ve onların yerine yine farklı bir soru koydu: “Ne bilebilirim?”. Böylelikle, bilgikuramı felsefenin merkezine yerleşti ve üç yüzyıl boyunca orada kaldı; öyle ki sonra gelen filozofların çoğu, felsefenin temelde bilgikuramından oluştuğunu düşünmeye başladılar. Bu nedenle, Descartes’ın ilk modern filozof olduğu düşünülür ve üniversitelerde felsefe eğitimi gören öğrencilerin çoğu zaman işe Descartes’in eserleriyle başlamaları gerekir. Bunun başka bir nedeni daha vardır. Şüpheyi bir yöntem olarak kullanmakla –mantıksal açıdan kuşku duyulması olası bir şeye bağlanmayı sistemli olarak askıya almakla, böylelikle alıştığımız fikirleri ve varsayımları kat kat soymakla –Descartes bizi dosdoğru her şeyin başına, başlama çizgisine ***ürür. Sorunun birinci tekil şahıs biçiminde sorulması, onun keskin kenarıdır: “Biz insanlar için neyi bilmek olanaklıdır?” değil, “ Ne bilebilirim?” Bu gençlere bir çağrıdır ve doğrudur.

“SAĞDUYU, DÜNYADA EN İYİ PAYLAŞTIRILMIŞ ŞEYDİR; ÇÜNKÜ HER İNSAN KENDİ PAYININ İYİ OLDUĞUNU SANIR”
RENÉ DESCARTES

Felsefenin Öyküsü
Bryan Magee

AHLÂK

Descartes 'ın ahlâk konusunu ağırlıklı olarak tartıştığı metinlerin Bohemya Prensesi Elisabeth ile yazışmalarından ve Tinin Tutkuları (1649) adlı kitabından oluştuğu görülmektedir. Descartes ahlâk alanında temel olarak tutkuların nasıl ortaya çıktıklarını ve buna bağlı olarak nasıl denetim altında tutulabileceklerini çözümlemeye çalışır. Tutkular ona göre duygular ve imgelemle avnı öbektedir, yani zihnin dışarıdan edindiği algılardır. Bu düzenekçi incelemenin ardında ahlâki bir yaklaşım da sezilir: tutkuların hangi düzeneğe göre ortaya çıktıklarım araştırmaktaki ana amaç, onların nasıl denetlenebileceklerinin bilgisini edinmektir. Tutkular üzerinde doğrudan denetimimiz olmasa da ne olduklarını ve nasıl ortaya çıktıklarını öğrendikten sonra onları dolaylı olarak denetim altına alabiliriz. Böylece yol açabilecekleri kötülükleri önlemek ve onlardan neşe türetmenin becerisini kazanmak olanaklıdır. Son çözümlemede, her ne kadar bir ahlâk dizgesi oluşturmanın felsefenin en önemli amaçlarından biri olduğuna değinse de ya da ahlâk bilimini "bilgi ağacı"nın ayrılmaz bir parçası olarak görse de Descartes 'ın dört başı mamur, dizgeli bir ahlâk felsefesi öğretisi yoktur. Kuşkusuz bu eksıklikte ani ölümünün de payı büyüktür.

Felsefe Sözlüğü
Bilim ve Sanat Yayınlar

AKILCILIĞIN DOĞUŞU

Duyulara dayanan bilginin, doğası gereği güvenilir olmadığı, bilgiden ziyade yanlışa kaynaklık ettiği, bu dünyanın bilgisine ancak aklımızı kullanarak ulaştığımız inancına dayanan, akılcılık olarak bilinen felsefe okulu, bu sonuçtan doğdu ve o zamandan beri batı felsefesinin kalıcı geleneklerinden birini oluşturdu. En görkemli dönemine 17. 18. yüzyıllarda ulaştı. Descartes dışında en önemli temsilcileri Spinoza ve Leibniz’di, fakat batı düşüncesi üzerinde hep önemli bir etkisi oldu. Descartes’ten sonraki büyük filozoflardan çok azı, Tanrı’nın varlığının şüphe ***ürmezliğiyle ilgili görüşünü paylaştı. Fakat, Descartes batı düşüncesine bazı temel şeyler getirdi. Descartes’in, bilimsel buluşun mantığının, işe şüphe ***ürmez olgulardan başlamamızı, sonra bu olgulardan tümdengelimsel akıl yürütmeyle zincirleme olarak mantıksal sonuçlar çıkartmamızı gerektirdiğine duyduğu inanç, batı biliminin temeli haline geldi. Ondan sonra gelen düşünürler, öncüllerimizin içini doldurmak için gerek duyduğumuz bu şüphe ***ürmez olguların tespitinde, kontrollü ve disiplinli gözlemin (dolayısıyla duyularımızın) vazgeçilmez bir rolü olduğuna inanmaya başlasalar da, Descartes’in, temel yöntemi (güvenilir olgulardan başlamak, sonra bu olgulara mantığı uygulama ve bu şüphe ne denli zoraki de olsa şüphe edilecek en ufak şeyin bile içeri girmesine izin vermemek) doğru koyduğunu düşünmekten geri durmadılar. Descartes, insanları, bu yöntemin, dünya hakkında güvenilir bilgiler verebilecek matematiğe dayalı bir bilimi mümkün kıldığına ve dünyayı mutlak kesinlikle anlamanın tek yolu olduğuna inandırdı.

Felsefenin Öyküsü
Bryan Magee

İKİCİLİK

Ikicilik, doğaları kökten bir biçimde karşıt olan '' iki ayrık tözün, zihnin (veya düşünen töz'ün) ve bedenin (veya uzamsal töz'ün) olduğuna dair Descartesçı düşünceye verilen standart bir etikettir. Descartes llkeler de şöyle yazmaktadır "Her töz kendi dogasını oluşturan temel bir özelliğe sahiptir ve sahip olduğu diğer tüm özellikler bu temel özellik sayesinde mevcuttur. Uzunluk, derinlik ve genişlikte uzam cisimsel tözün; düşünce ise düşünen tözün doğasını oluşturur. (AT VII 25: CSM I 210). Altıncı Meditasyon da, açıklandığı gibi, uzam ve düşünce özellikleri karşılıklı olarak' uyuşmaz özelliklerdir Uzamsal bir şey düşünemeyen bir şey’dir ve düşünen bir şey uzamsal bir şey değildir (karş. AT VII'ı, 78: CSM 11 547. Ancak, Descartes 'ın evreni tam olarak kaç tane töz içermektedir? Ontolojik bir bakış açısından, 'ikicilik' terimi bir yandan tekçilik (özellikle Spinoza ’nın savunduğu tek bir töz olduğuna dair görüş) ile, öte yandan da çokçuluk (örneğin Leibniz ’in savunduğu ve evrenin sınırsız çoklukta töz içerdiğine dair görüşü ile karşıtık içerisindedir. Burada sayılar ('Bir,'Iki','”çok”) yanıltıcı olabilir. Çünkü zihinler dikkate alındığında Descartes bir çokçudur: “Her bir bireysel insan zihni ayrı ve ayrık bir tözdür. İster birimizin kendisini düşünen bir şey alarak kavrıyor olması ve düşünsel olarak ister uzamsal ister düşünen olsun diğer tüm tözlerden ayırması gerçeği dikkate alındığında, her birimizin her bir diğer düşünen tözden ayrı olduğu kesindir... " İlkeler Bölüm I, madde 60. Öte yandan. cisimsel töz durumunda Descartes ın konumu tekçidir.Kaya , taş ve gezegenler gibi bireysel cisimler töz değildirler; sadece" her yere yayılan uzamsal tek bir tözde oluşmuş değişikliklerdir. Tözlerin sayılarının bu bakışımsızlığına rağmen Descartes tözden kavram veva kategori olarak bahsetmektedir ve "ikicilik" etiketinin yol açtığı şey de budur. Bir kolaylıkla iki tane açık ve seçik şeye sahip olabiliriz. Bunlardan birincisi yaratılmış olan düşünen töze, diğeri de cisimsel töze ilişkindir (İlkeler Bölüm I, madde 54).

Ancak bu sınıflandırmanın tam olabilmesi için, kelimenin tam anlamıyla töz olarak nitelendirilebilecek tek töz olan "yaratılmamış ve bağımsız olan düşünen töze, yani Tanrı'ya ilişkin fikrimizi de bu iki açık ve seçik fikre katmak zorunluluğu vardır. (karş. llkeler Bölüm I, madde 5 'İkicilik' terimi, özellikle çağdaş zihin felsefesi tarafından Descartes 'ın zihnin cisimsel olmaması doktrinine atıfta bulunmak için kullanılmaktadır. Descartes'ın ortaya koyduğu şekliyle "bu 'ben' -yani beni ben yapan ruh- bedenden tamamiyle ayrıktır ve beden var olmasa dahi kendisi olmaya devam eder" (AT VII 33: CSM I I2. Descartes Sözlüğü-John Cottingham Bu alıntıyı, "Zihin ve Beden" "Akıl ve Madde" konularıyla birlikte okumakta yarar var. Mutluluğa erişmek için ne yapmalıyız, hangi araçları kullanmalıyız? Descartes’e göre, mutluluğu dışarıdan değil, kendimizden beklemeliyizdir. Mutluluğa varmanın üç aracı var: “ Doğru” yu açık olarak bilmek; “doğru”yu iyice istemek; elimizde olmayan şeylerle ilgili bütün isteklerimizden vazgeçmek. Ancak biz kendimiz istersek, bilgiyi eylemlerimize kılavuz yapabiliriz; yoksa duyum ve duygular düşüncelerimizi bulandırıp bize dış nimetlere aşırı değer verdirirler. Oysa gerçek değerin ne olduğunu bilmek ve bunu bilmeyi istemek, insanı ruhun hazlarına, ruhun kendisi gibi sonsuz olana bu hazlara ulaştırır. Bunun için bir de elimizde olanla olmayanı ayırt etmeyi bilmek gerekir.

Görülüyor ki, Descartes’in gerek duygulanımlar öğretisi, gerekse ahlak anlayışı bilgi teorisine dayanmakta. Descartes’e göre, bilgide de bir isteme vardır. Bilgimizi biz yargılar halinde dile getiririz; bu yargı da bir tasarıma ya da bir düşünceye evet ya da hayır demektir; bu “evet” ile “hayır” da birer istenç (irade) ediminden başka bir şey değildir.

Felsefe Tarihi
Prof. Macit Gökberk

Tümeller Nedir?

Tümeller, aralarında belli bir bağ bulunan birçok özel şeyleri düşünmek için aynı fikri kullanmamızla oluşur. Bu fikirle gösterilen şeyleri aynı ad altında topladığımızda, bu ad da tümeldir. Örneğin, iki taş gördüğümüzde, özlerini düşünmeksizin, yalnız iki olduklarını dikkate alırsak, zihnimizde iki sayısı dediğimiz bir sayı fikri oluşur. Böylece, daha sonra, iki kuş ya da iki ağaç gördüğümüzde, onların da, özleri üzerine düşünmeksizin, yalnız iki olduklarını gözönüne alırsak, önceden kafamızda oluşturduğumuz aynı düşünceyi yeniden düşünerek tümelleştiriyor ve ona tümel adını veriyoruz. Aynı yolla, üç kenarlı bir şekil gördüğümüz zaman, zihnimizde, üçgen düşüncesi dediğimiz belli bir fikir oluşuyor ve daha sonra genellikle üç kenarlı şekilleri gözönüne getirmek için bu düşünceyi kullanıyoruz. Ancak da özel olarak üç kenarlı şekillerden bazılarının dik bir açıya sahip olduğunu, bazılarının sahip olmadığını görünce, zihnimizde tümel bir dik açılı üçgen düşüncesi oluşur ve daha genel ve tümel olan öncekiyle karşılaştırılınca, bu onun türünden olabilir. Ve dik açıya da, dik açılı üçgenlerin öteki tüm üçgenlerden ayrılmasına neden olan tümel ayrılık denilebilir. Bundan başka öteki kenarın karelerinin toplamının hipotenüsün karesinin toplamına eşit olduğunu gözlemlendiğimizden bu özelliğe dik açılı üçgenlerin tümel özelliği diyebiliriz. Nihayet bu üçgenlerden bazılarının hareketsiz olduğunu varsaydığımızda, bunun bu üçgenlerde tümel bir ilinek olduğunu kabul ediyoruz; cins, tür, ayrım, öze (proper), ilinek.

Felsefenin İlkeleri
René Descartes
 
Dühring

(1833-1921). — Alman filozof ve iktisatçısı, bir süre Berlin Üniversitesinde felsefe ve ekonomi politik dersleri vermiştir. Kısa süre sonra gözleri görmez oldu; ölümüne kadar, önce Berlin'de, daha sonra da Nowawes'te, yazar olarak yaşadı. Bir burjuva sosyalizminin, toplum düzeninin temelini "bireysel ruhun doğal çabaları"nda gören bu en belirgin temsilcisi, toplumsal üründe işçilerin artan payı teorisini öğretiyor ve geleceğin kurtuluşunu sınıflararası uzlaşmaz karşıtlıkların uzlaşmasından bekliyordu; kendisini insanlığın düzelticisi, iyileştiricisi gibi görüyordu. Çok çeşitli konularda konferanslar verdi.

Berlin profesörlerine karşı uluorta saldırıları sonucu, kısa zamanda koltuğundan oldu. 1870-1880 yılları arasında, sosyal-demokrasi, pek çok yandaş bulmuştu. Dühring, birçok yapıtında, toplumsal-felsefi özel bir sistem geliştirdi ki, bu sistem, kendisinin bulmuş olduğunu sandığı bir sürü mutlak "son yargı gerçekleri"nin yardımıyla oluşturulmuştu. Hıristiyanlığa karşıydı ve ateşli bir yahudi düşmanıydı.

Kendi elinde olma*****, dolaylı bir şekilde, bilimsel komünizme büyük bir hizmeti olmuştur; Marx'a ve Lassalle'a karşı tutkulu saldırıları ve büyüklük deliliğinin damgasını taşıyan "gerçeğin felsefesi", Engels'in ünlü yergi yazısındaki yanıta yolaçtı: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor (Anti-Dühring) kitabı, kısa zamanda yeni devrimci işçi kuşağının felsefe kılavuzu haline geldi. Bu yapıtında Engels, Dühring'in yavanlıklar sistemini acımasızca yıkıyor ve ilk kez diyalektik materyalizmin, usta elinden çıkma tam ve açık bir açıklamasını yapıyordu.
 
DARWIN, Charles

(1809 - 1882)

Charles Darwin, 1809 yılında İngiltere’de doğdu. Babası onu on altı yaşında Edinburgh Üniversitesine gönderdi. Burada başladığı tıp ve daha sonra devam ettiği hukuk öğrenimini gereksiz bularak yarıda kesti. Ardından Cambridge Üniversitesine bağlı bir kolejde teoloji (dini bilimler) öğrenimi gördü. Fakat aklı, bilim çevresindeydi. O arada tanıştığı Botanikçi John Henslow’un önerisiyle, İngiliz Deniz Kuvvetleri için, dünya çevresinde harita yapmakla görevlendirilen gemiyle beş sene sürecek bir geziye çıkmaya karar verdi. Gemi, 1831 yılında denize açıldı.

Gezi sırasında fosiller topladı, jeolojik katmanları inceledi, sayısız gözlemler yaptı. Arjantin’in Paspas denilen bölgelerinde soyu tükenmiş birçok hayvan nesli buldu. Jeolojik katmanların bünyesindeki fosillerin değişimini dikkatle izledi ve hayvan türlerinin değişik ortamlara yaptıkları uyumları saptadı.

Onun, canlıların yavaş yavaş değişmesine ilişkin düşüncesi, kendisi gibi bir bilim adamı olan ALFRED RUSSEL WALLACE’nin teorisine uygun düşmüştü.Ortak görüşleri şöyleydi: “Bütün canlılar bulundukları ortamdaki sayılarını muhafaza edecek matematiksel düzeylerin üzerinde üreme eğilimindedir. Doğal koşulların sabit kalabilmesi, yani ‘denge unsuru’nun oluşturulabilmesi için fazlalık, elimine edilir. Canlı populasyonların (1) hepsi mutasyon gösterir.”

Büyük baskılar sonunda, Wallace ile birlikte görüşlerinin yayımlanmasını kabul etti. Kısaltılmış adıyla “Origin Of Species” (Türlerin Kökeni) isimli bu kitap, ilk günde tüketildi.

Çalışmalarına aralıksız devam etti. İnsanın evrimi ile ilgili düşünceleri “Descent of man selection in relation sex” (İnsanın oluşumu ve Eşeye bağlı seçilim) adlı eseriyle yayımlandı. Darwin bu teorisinde, önceki inançlarda, özellikle mistisizm alanında benimsenen kalıpçı ve tamamen hayal mahsulü olan “Özel yaradılış” düşüncesini reddediyor, diğer memelilerin fizyolojik yapılarında olduğu gibi varoluşun evrimsel yasalara bağlı olduğunu savunuyordu.

Yerleşik inanış ve önyargıların aksine, Evrim Modeli, maden, nebat, hayvan ve insan dizilimiyle oluşmuştu. Çünkü, gerek jeoloji (2) ve paleontolojide (3) gerek embriyoloji (4) ya da karşılaştırmalı anatomide (5) birçok aşamada görüldüğü gibi, bir anda yaratılmanın olanaksızlığı ortaya konmuştu. Darwin, tepki almamak için “Tanrısal yaratılış” ile ilgili düşüncelerini kitabının son kısımlarına monte etti.

Zira; insanlık tarihinin ilk dönemlerinden beri uygulanmakta olan eğitim yöntemleri, katı mistik inançların etkisi, ayrıca insanın kalıtsal yapısı, yeniliklere kapalı ve itirazcı olunmasına yol açmıştır. Günümüzde bile, gelişen bilim ve teknolojinin birtakım varsayımları devre dışı bırakmasına karşın,Evrim Kuramına tepkiler devam etmektedir.

Oysa mistisizm, gerçek yönüyle insan ismiyle işaret edilen ‘hücresel beden’ sahibi varlığın, insansı adıyla anıldığını, ona kendinden özellikler yükleyerek bir anlamda mutasyon oluşturduğunu haber veriyordu...

Bize göre Darwin’in tek eksikliği, Lamarck’ın “Organizmanın kendinde ve davranışlarındaki değişimler, çevredeki değişikliklerin sonucudur” görüşüne karşı, “Dış dünyanın işlemekte olan kendi yasaları ve kendi mekanizmaları vardır” derken, birimlerin hücre genetiğinde oluşan mutasyonda ve çevresel faktörlerin değişiminde Astrolojik tesirlerin varlığını hissetmemiş olmasıdır.

Düşünen beyinler arasında pek az bilim adamı Charles Darwin kadar tepki çekmiştir. Yaşadığı dönemde, “Maymunla akrabalık bağın annen tarafından mı, baban tarafından mı?” diye alaya alınmıştı.

Ama, Newton yerçekimi ilkesiyle, devinim yasalarında nasıl yerini almışsa, Darwin de, insanın, ottan çiçeğe, amipten maymuna uzanan, organik dünyanın bir parçası olduğunu
 
Diogenes

(İ.Ö. 412 - İ.Ö. 320)

412-320 yılları arasında yaşamış olan, ve kendine yetme ile sadelik ilkelerine dayanan Kinik yaşam biçiminin öncülerinden çileci düşünür.

Hakkında doğruluğu kuşkulu pek çok öykü anlatılan Kinik Diogenes hakkında, onun gündüzleri Atina sokaklarında elinde fenerle dolaşarak, dürüst bir adam aradığı söylenir. Atina'da gelenekçiliğe karşi bir tavır alan Diogenes, toplumdaki yapaylıklara ve uzlaşimsal değerlere meydan okumuş ve, her tür yerleşik kuralın insanın doğallığına aykırı düştüğüne inandığı için, toplumun tüm yerleşik kurallarına karşi çikmayi, uzlaşimsal ölçü ve inanışların çogunun boş olduğunu göstermeyi ve insanları yalın ve doğal bir yaşam biçimine çagirmayi amaçlamıştır.

Ona göre, sade bir yaşam tarzı, sadelikten başka, örgütlenmis, dolayısıyla uzlaşimsal toplumların görenek ve yasalarını da önemsememek anlamına gelir. Diogenes, doğaya aykırı bir kurum olan ailenin yerini, kadınların ve erkeklerin tek bir eşe bağlı olmadığı, çocuklarin ise bütün toplumun sorumluluğunda bulunduğu doğal bir durumun alması gerektiğini savunmuştur. Diogenes yoksulluk içinde yaşadığı, halka açık yerlerde yatıp kalktığı ve yiyeceğini dilenerek topladığı halde, herkesin aynı şekilde yaşaması gerektiğini savunmamıştır. Onun tek amacı, kişinin en kısıtlı yaşam koşullarında bile, mutlu ve bağımsız olabileceğini göstermek olmuştur.

Diogenes'in savunduğu yaşam tarzının ilk ilkesi kendine yetme, yani kişinin, mutluluk için gerekli herşeyi kendi içinde taşiyabilmesi ilkesidir. İkinci ilke olan 'utanmazlık', kendi başina zararsız olan bazı eylemlerin hiçbir şekilde yapılamayacağını öne süren uzlaşimları umursamamak anlamına gelir. Bu ilkeden yola çikarak yerleşik davranış kalıplarına uymadığı için, kendi açısından sade ve doğal, toplumsal değerler açısındansa sefil denebilecek bir yaşam dürdüğü için, Diogenes'e kinik denmiştir.

Onun üçüncü ilkesi, yozluğu ve kendini beğenmişliği açığa vurmaktan ve insanları yenilenmeye yöneltmekten asla çekinmemek anlamında 'sözünü sakınmazlık'tır. Diogenes'in dördüncü ilkesine göre, ahlaki yetkinliğe ancak yöntemli eğitimle, iradenin gücünü sınayan pratik egzersizlerle ulaşmak mümkün olabilir.
 
Eleali Zenon

Aristoteles’e göre Elealı Zenon (yaklaşık olarak 490-430), düşüncenin düştüğü gelişmeler öğretisi anlamındaki dialektik’in bulucusudur

. Zenon, Parmenides’in Bir Olan’ın biricik gerçek varlık olduğu öğretisini, çokluğu ve hareketi varsaymanın düşünülemeyeceğini, böyle bir düşüncenin çelişmelere sürükleyeceğini göstermeye çalışmakla desteklemiştir. Bunu da o, çokluğa ve harekete karşı ileri sürdüğü pek ün salmış olan kanıtlarıyla yapmıştır. Çokluğun olamayacağını gösteren kanıtlardan birine göre Nesneler bir çokluk iseler, hem sonsuz küçük, hem de sonsuz büyüktürler. Çünkü varolanı böler de, bu böldüğümüz parçaların artık bölünemez noktalar olduğunu düşünürsek, bunlar büyüklüğü olmayan bir hiç olurlar; bir araya getirirsek bunları, yine olumlu bir büyüklük elde edemeyiz; büyüklüğü olmayan bir şeyin kendisine eklenmesiyle hiçbir şey, büyüklük bakımından bir şey kazanmaz. Bu parçaları uzamlı – uzayda yer kaplıyorlar – diye düşünürsek, çoğun bir araya gelmesiyle sonsuz bir büyüklük meydana gelecektir.

İkinci bir kanıta göre Nesneler çok iseler, sayıca hem sonlu, hem de sonsuz olurlar. Sayıca sonludurlar, çünkü ne kadar iseler o kadar olacaklardır, daha çok ya da daha az olamayacakladır. Sayıca sonsuzdurlar da nesneler, çünkü boyuna birbirlerinin sınırlarlar, böylece de kendilerini başka nesnelerden ayırırlar; bu başka nesnelerin kendileri de yine yakınlarındaki nesnelerle sınırlanırlar ve bu böyle sürüp gider. Üçüncü bir kanıtta Zenon “her şey uzaydadır” deyince uzayın da bir uzay içinde bulunması, uzayın içinde bulunduğu bu uzayın da yine bir uzayda bulunması gerekir diyor bu da böylece sonsuzluğa kadar gider. Hareketin gerçekliğine karşı Zenon’un ileri sürmüş olduğu kanıtları Aristoteles’teb öğreniyoruz.

Bunların arasında en çok bilineni, Akhilleus ile kaplumbağa arasındaki yarış kanıtıdır. Bu yarışta, kendisinden biraz önce yola çıkan kaplumbağaya Akhilleus hiçbir zaman yetişemeyecektir, çünkü başlangıçtaki kaplumbağa ile kendi arasındaki mesafeyi koşmak için geçen zaman içinde kaplumbağa, az da olsa, biraz ilerlemiş olacaktır. Akhilleus’un bir de bu aralığı koşması gerekecektir, ama bu arada kaplumbağa, pek az da olsa, yine biraz ilerlemişti; bu böylece sonsuzluğa kadar gider. Bu kanıtın özünü bir başka kanıtta daha iyi görebiliyoruz “ Bir koşu pistinin sonuna hiçbir zaman ulaşamazsın”, çünkü pistin önce yarısını geride bırakmak zorundasın, bu da böylece sonsuzluğa kadar gider.

Sonlu bir zaman içinde sonsuz sayıdaki uzay aralıkları nasıl geçilebilir Bir başka kanıt “ Uçan ok durmaktadır”, çünkü bu ok her anda belli bir noktada bulunacaktır; belli bir noktada bulunmak demek de durmak demektir; ama hareketin her bir anında duruyorsa, ok , yolunun bütününde de durmaktadır. Şu son kanıt da hareketin göreliğine – relatifliğine –dayanmaktadır Belli bir noktalar dizisi, biri durmakta olan, öteki de ters doğrultuda ilerleyen iki dizinin yanından geçerse, aynı zaman içinde hem büyük, hem de küçük bir mesafeyi geçmiş olacaktır, yani bu dizinin aynı zaman içinde çeşitli hızları olacaktır, hareketini duran ya da ters doğrultuda ilerleyen dizi le ölçüştürdüğümüze göre. Zenon’un bu keskin antinomia’ları, tabii, yalnız şunu göstermek için Varolanı bir çokluk ve hareket diye düşünürsek çelişmelere düşeriz, öyle ise Var olan ancak “bir” ve hareketsiz olabilir
 
Eriugena

(810 - 877) İrlandalı olan Johannes Eriugena kral olan Kel Karl'ın daveti üzerine Paris'e gelmiştir. "Saray Okulu"nda bir süre hocalık yapmıştır. Eriugena'dan "Dogmanın Paylaşılması Üzerine" isimli bir eser bugün elimizde bulunmaktadır. Açık mistik dinsel eğilimler içeren bu eser, Yeni Eflâtunculuğun güçlü bir biçimde etkisi altındadır; nitekim daha sonra bu nedenle kilise tarafından reddedilmiştir.

Eriugena'ya göre doğanın, birbirinden ayrı olan, dört alam vardır. Önce yaratılmamış olan, fakat kendisi yaratan doğa, yani "Allah" vardır. Eriugena yaratmayı Yeni Eflâtunculuktaki gibi anlar. Allah'tan, "Eflâtun'un ideleri"ni içeren doğa oluşmuştur.

Bu ikinci alanda tüm varlıkların başlangıçsız ve sonrası olmayan örnekleri bulunur. Doğanın bu ikinci alam Allah tarafından yaratılmıştır. Ancak, kendisi de, yaratma gücüne sahiptir. Çünkü doğanın bu bölümünü oluşturan ideler eşyanın meydana gelmesine neden olur. Doğanın üçüncü alanını, yaratılmış olan ve kendileri yaratmaktan yoksun bulunan "cisimler" oluşturur.

Son olarak, doğanın bütününde ya da çeşitli alanlarında, yaratılmamış ve artık kendisi de yaratmayan doğaya; yani "Allah"a, sonunda gerçekleşecek olan, yeniden kavuşma "eğilim"i vardır. Eriugena'nın düşüncesine göre, Allah doğanın yalnız başında değil, sonunda da bulunur. Yani evren, Allah'tan başlayıp yine Allah'a ulaşan bir devir hareketidir. Doğanın tüm amacı, dönüp dolaşıp sonunda yeniden Allah'a ulaşmaktır.

Eriugena'nın Hıristiyan olmaktan çok Yeni Eflâtuncu olan bu görüşleri, aynı zamanda "olumsuz ilâhiyat"m da başlangıcı olmuştur. Eriugena'ya göre Allah konusundaki tüm savunduklarımız doğru olmaktan çok yanlıştırlar. Çünkü Allah için "mutlak güç sahibidir, bütünlüğün (vahdet) kendisidir vb.." dediğimde bütün bunlar, Allah'ın niteliğini tam olarak ortaya koyamayan ve koyamayacak olan sıfatlardır.

Bir cisme bir sıfat yüklediğimiz zaman, aynı zamanda, bu cismin bu niteliğin karşıtı olanlarını dışında bıraktığını söylemiş oluruz. Söz gelişi tebeşire beyazdır demek, aynı zamanda, tebeşir siyah değildir demektir de. Ancak Allah konusunda böyle bir yargıda bulunamayız. Çünkü Allah'ın var olduğunu bile söyleyemeyiz, zira Allah, aynı zamanda, her şeyin içinde kaybolduğu bir uçurumdur da.

Görülüyor ki Eriugena için ancak olumsuz ilahiyat mümkündür. Çünkü Allah'a bazı sıfatlar yükleyip de, bunların karşıtlarını kendisinden kaldıramıyoruz. Ayrıca Allah'ı "kavramak" da gelişi güzel bir objeyi kavramaya benzemez. Allah'ı kavramak istersek, yalnızca dikkatimizi kendisine yöneltmek yeterli değildir. Bunun için bilinci tümüyle susturmak, tam bir kendinden geçme durumu (cezbe) sağlamak gerekir.

Bu noktada Eriugena felsefesinin tam anlamıyla mistik olan yanıyla tanışmış bulunuyoruz. Bu türden düşüncelere, yani Allah'ı kavramak için kesinkes bilincin sınırlarını aşmak gerektiği ve Allah ile ancak kendinden geçme durumunda birleşebileceği görüşüne, Ortaçağ ve Yeniçağın tüm mistiklerinde rastlarız. Ancak gerçek ve saf Skolastiğin bu gibi mistik görüşleri reddedip, onlarla kavgaya tutuşmasını doğal karşılamak gerekir. Çünkü gerçek Skolastik, Allah'ın niteliğini "yargılarla" anlamaya çalışır.

Tüm bu mistik eğilimlerine rağmen, Eriugena'yı tam bir Ortaçağ filozofu sayabiliriz. Çünkü onun felsefesinde de "Allah" asıl konu olarak işlenmiştir. Ortaçağ felsefesi, her şeyden önce, bir teoloji (ilâhiyat)dir. Doğa konulan bu felsefe için ancak ikinci plânda gelir.

Ortaçağın ilk dönemleri (V.-X. yüzyıllar) Batı için bir gerileme dönemidir. Bu dönemde, Eriugena'dan başka ismini anmaya değer bir özellikte düşünür yoktur. Fakat aynı dönemde "Doğu"nun özellikle örgütlenme durumunda bulunan "İslâm" dünyasının durumu tümüyle başkadır.
 
Empedokles

Empedokles Sicilya Adasının güney kıyılarında bulunan Akragas ( ya da Agrigentum) şehrinden. Ailesinin şehrin siyasi hayatında pek sözü geçermiş; kendisi de bir aralık başta bulunmuş, krallık bile önerilmiş kendisine, ama kabul etmemiş, demokrasiyi öğütlemiş. Fizikçi, hekim, hatip, mucizeler gösteren ve arındıran rahip olarak Güney İtalya kentlerinde dolaşmış.

Ölümü de efsaneleştirilmiştir: Kendisini Etna Yanardağına atmış olduğu söylenir – belki de onu Tanrılaştırmak için yapılan çabalardan biri bu – siyasi sürgün olarak Peloponnes’te ölmüş olması ihtimali daha büyük. “Peri physeos” (Doğa üzerine) ve “ Katharmoi” (Arınmalar) adlı iki eseri vardır. Empedokles’in öğretisinin çıkış noktası, bir yandan Parmenides’in savıdır: Meydana gelme ile yok olma diye bir şey yoktur aslında. Ama öbür yandan da Empedokles duyuların bize gösterdiği bir olguyu, meydana gelme ile yok olmanın görünüşünü, bu olayları açıklamaya çalışır. Ona göre, insanların meydana gelme dedikleri şeyi temel maddelerin bir karışması, yok olma dedikleri de bu karışmanın dağılmasıdır. Çok büyük parçalardan kurulmuş olan temel maddelerin kendileri, (bunlara Empedokles, Rizomata panton= her şeyin kökenleri diyor) meydana gelmemişlerdir, yok olmazlar, değişmezler, bunlar Parmenides’in bengi varlığı gibidir. Doğa bilgisinin gelişmesinde çok önemli bir yeri olan öğe (element) kavramını ilk olarak ortaya koyan Empedokles olmuştur denilebilir.Öğe, burada, kendi içinde bir cinsten, niteliği bakımından değişmeyen, artık bölünemeyen, yalnız çeşitli hareket durumlarına geçebilen madde demektir. Bu anlayışla da, Parmenides’in “Varlık” kavramı işe yara bir hale getirilmiş oluyordu.Bu öğeler de, Empedokles’e göre, dört tane imişler: Toprak, su, ateş, hava. Empedokles’e göre, bu dört öğe, evren yapısının ancak gereçleridir. Evren bu gereçlerden kurulmuştur.

Dört öğenin kendileri, tıpkı Parmenides’in “Varlık”ı gibi değişmez tözler olduklarından, bunların kendisinde bir hareket nedeni bulunamaz; yani bunlar kendiliklerinden birbirleriyle karışamazlar, kendiliklerinden bir karışmayı bozamazlar. Onun için doğa açıklamasında, bu dört öğenin yanı sıra bir de hareketin bir nedeni, hareket ettirici bir güç de gerek. Empedokles’e göre , dört ana – öğeyi birbiriyle karıştıran, bunların karışımlarını yeniden çözen neden de sevgi ile nefrettir. Empedokles’in bu anlayışında, madde ile kuvvet (oluşu sağlayan neden), ilk olarak, iki ayrı ilke olmuşlardır.


Aynı zamanda bir hekim olan Empedokles, canlıların dünyasına da yakın bir ilgi göstermiştir. Ona göre, bitkiler ilk organizmalardır ve hayvanlar gibi canlıdırlar. Empedokles’in insan üzerinde de ilgi çekici gözlemleri var: Kan, insan hayatının ana-taşıyıcısı ve düşünmenin merkezidir. Kanda öğeler, en olgun bir biçimde birbiriyle karışmışlardır. İnsanın bütün yetenekleri, bu karışımın olgunluğuna bağlıdır. Bir doğa bilgini olarak duyuların gösterdikleri üzerinde önemle duran Empedokles’in sensualist bilgi öğretisine göre, biz evreni biliyoruz, çünkü biz de onunla aynı özdeniz, biz kendimiz de dört öğeden kurulmuş olduğumuzdan, aynı öğelerden kurulmuş olan bir varlığı biliriz.
 
El Kindî

(800 - 873)

Ebu Yusuf Yakup İshak El-Kindi MS.800 civarında Kufe'de doğdu. Babası Harun el-Reşit'in bir memuru idi. El-Kindi; el-Memun, el-Mutasım ve el-Mütevekkil'in bir çağdaşı idi ve büyük ölçüde Bağdat'ta yetişti. Mütevekkil tarafından resmi olarak bir hattat olarak görevlendirildi. Onun felsefi görüşlerinden dolayı, Mütevekkil ona sinirlendi ve bütün kitaplarına el koydu. Ancak, bunlar sonradan iade edildi. El-Mutamid'in hükümdarlığı esnasında 873'te öldü.

El-Kindi, bir filozof, matematikçi, fizikçi, astronom, hekim, coğrafyacı ve hatta müzikte bir uzman idi. Onun bu alanların tamamına özgün katkılar yapmış olması şaşırtıcıdır. Eserlerinden dolayı, Arapların Filozofu olarak bilinir.

Matematikte, sayı sistemi üzerine dört kitap yazmıştır ve modern aritmetiğin büyük bir bölümünün kuruluşunu hazırlamıştır. Arap sayılar sisteminin büyük ölçüde el-Harizmi tarafından geliştirilmiş olduğundan şüphe yoktur, ancak El-Kindi de bu konu üzerine zengin katkılarda bulunmuştur. Aynı zamanda, astronomi ile ilgili çalışmalarında yardım etmesi için küresel geometriye de katkıda bulunmuştur.

Kimyada, baz metallerin değerli metallere dönüştürülebileceği fikrine karşı gelmiştir. Hüküm süren simya ile ilgili görüşlerin aksine, kimyasal reaksiyonların elementlerin transformasyonunu meydana getiremeyeceğinde ısrarlı olmuştu. Fizikte, geometrik optiğe zengin katkılarda bulunmuş ve bunun üzerine bir kitap yazmıştır. Bu kitap daha sonra Roger Bacon gibi ünlü bilim adamlarına rehberlik ve ilham sağlamıştır.

Tıpta, başlıca katkısı, sistematik olarak o zaman bilinen tüm ilaçlara uygulanabilecek dozları belirleyen ilk kişi olması gerçeğini kapsamaktaydı. Bu, hekimler arasında reçete yazmada zorluklara neden olan dozaj üzerine hüküm süren çelişkili görüşleri çözmüştür.

Onun zamanında müziğin bilimsel yönlerine ilişkin çok az şey bilinmektedir. Armoni üretmek için bir araya getirilen çeşitli notaların her birinin belirli bir perdeye sahip olduğuna dikkat çekmiştir. Bu yüzden, perdesi çok düşük veya çok yüksek olan notalar hoş değildir. Armoninin derecesi notaların frekansına bağlıdır, vb. Aynı zamanda bir ses çıkarıldığında, bunun havada kulak zarına çarpan dalgalar oluşturduğu gerçeğini ileri sürmüştür. Eseri perdenin belirlenmesi üzerine bir terkim usulünü içermekteydi.

O, üretken bir yazardı: onun tarafından yazılan kitapların toplam sayısı 241 idi. Göze çarpanları, aşağıdaki gibi bölünmüştü: Astronomi 16, Aritmetik 11, Geometri 32, Tıp 22, Fizik 12, Felsefe 22, Mantık 9, Psikoloji 5, ve Müzik 7.

Buna ilaveten, onun tarafından yazılmış çeşitli biyografiler, gelgitler, astronomi ile ilgili cihazlar, kayalar, değerli taşlar vb. ile ilgilidir. Aynı zamanda, Yunanca eserleri Arapça'ya çeviren ilk tercümanlardan biriydi, fakat bu gerçek onun sayısız özgün eserleri tarafından büyük ölçüde gölgelenmişti. Kitaplarının çoğunun artık mevcut olmaması büyük bir talihsizliktir, fakat mevcut olanlar onun oldukça yüksek alimlik standardını ve katkılarını ortaya koymaktadır. Latince'de Alkindus olarak bilinir ve çok sayıdaki kitabı Cremonalı Gherard tarafından Latince'ye çevrilmiştir. Orta çağ boyunca Latince'ye çevrilen kitapları Risale der Tanzim, İhtiyarat'ül-Ayyam, İlahiyat-e-Aristu, el-Mosika, Met-o-Cezr, ve Edviyeh Murakkaba idi. El-Kindi'nin bilim ve felsefenin gelişimine etkisi, dönemdeki bilimlerin uyanışında önemlidir. Orta Çağda, Cardano onu en büyük on iki dahiden biri olarak düşünmekteydi. Eserleri, gerçekten, yüzyıllar boyunca, başta fizik, matematik, tıp ve müzik olmak üzere çeşitli konuların ilerideki gelişimine öndelik etmiştir.
 
Epiktetos
(55 - 135)

55-135 yılları arasında yaşamış Stoalı filozof ve ahlakçıdır.

Azad edilmiş bir köle olan Epiktetos'un Stoacılığının temelinde, özgürlük, tanrısal kayra, insanlık ve ahlak düşüncesi bulunur. Kendisine bilge kişi olarak Sokrates'le Diogenes'i örnek almış olan Epiktetos, temelde ahlak ile ilgilenmiş ve gerçek eğitimin, bütünüyle bireye ait olan tek şeyin bireyin iradesi ya da amacı olduğunu kavramaktan başka bir şey olmadığını iddia etmiştir. İnsan, ona göre, iradeden bağımsız olan iyi ya da kötü hiçbir şey bulunmadığını ögrenmeli ve olayları öngörmeye ya da yönlendirmeye kalkışmayıp, yalnızca onları anlama çabası göstermelidir.

İnsanın kendisinin dışındaki şeylere düşkünlük gösterme, yani kölelikle, ahlaki amacını hayata geçirme, eşdeyişle özgürlük arasında bir tercihte bulunması gerektiğini savunan Epiktetos'a göre, bir insana başka bir insan zarar vermez, ona yalnızca kendisi zarar verebilir. Akademik tartışma ve teoriyi hor gören Epiktetos'un mesajı, Stoalıların birçoğu gibi, entellektüellere, yönetici sınıfa değil de, ortalama insana yönelmiştir.

Siyaset alanında, Epiktetos, insanı, Tanrı'dan başka insanları da içeren büyük bir sistemin üyesi olarak görmüştür. Ona göre, her insan öncelikle, kendi toplumunun bir yurttaşidır. Ama o, bir yandan da, tanrıların ve tüm insanların oluşturduğu daha büyük bir topluluğun üyesidir. Kent devleti bu topluluğun yalnızca kötü bir kopyasıdır. İnsanlar akıllı yanlarıyla, Tanrı'nın çocuklaridirlar ve kendilerinde tanrısal ögeler taşirlar. Bundan dolayı, insanlar, Epiktetos'a göre, kentlerini ve yaşamlarını Tanrı'nın iradesine göre yönetmeye çalışmalıdır.

Epiktetos'un İki Temel Kuralı:

Stoacı Epiktetos'un ahlak felsefesinin temelinde bulunan iki kural: 'İradenin dışında, iyi ya da kötü olan hiçbir şey bulunmadığını kabul etmemiz gerekir' ve 'Olayları öngörüp yönlendirmeye çalismak yerine, onları yalnızca bilgelikle kabul etmeliyiz'.

Epiktetos'a göre, insan için iyi olan tek şey iradedir ve en önemli erdem bilgeliktir. Bilgelik ise, insanın kendisini doğanın ayrılmaz bir parçası olarak görmesiyle ve doğanın seyrine ayak uydurmasıyla elde edilir. İnsan kendisini dünyanın gidişinden sıyırıp ayıramadığına göre, yapılacak en iyi iş dünyanın gidişini olduğu gibi benimserse, kendisini gereksiz sıkıntı ve tedirginliklerden kurtarır.

Epiktetos'un bu anlayışına göre, insan bir dramdaki aktöre benzer. Dünya ve dünyanın tarihiyle ilgili bu dramda, insan yalnızca bir oyuncudur. Oyuncu oynayacağı rolü seçemez, dekora, oyunun kendisine etkide bulunamaz. Tanrı ya da akıl ilkesidir ki, her insanın bu tarih içinde ne olacağını belirler. Dünya sahnesinde bir tiyatro eserindeki oyuncuya benzeyen insan, hiçbir etkide bulunamayacağı şeyler karşisında kayıtsız kalmak durumundadır. Onun kontrol edebileceği tek bir şey vardır: Kendi tavrı ve tutkuları.

O, bir başkasına daha iyi bir rol verildiği için kıskançlık duymamalı, makyajı yapan burnunu çirkin gösterdiği için, kendisini aşağılanmış hissetmemelidir. Yani, insan kendisine ne verilmişse onunla yetinmeli, erişemeyeceği, sahip olamayacağı şeyler için, açlık, kıskançlık duymamalıdır. Bütün bu duygular onu mutsuz kılar. Öyleyse, yapılması gereken şey, akla uygun olmayan duygular, tutkular karşisında, kişinin güçlü olması, bağımsızlığını kazanmasıdır. Bu bağımsızlığa giden yol ise, bilgelikten geçer. İnsan kendisini bu olumsuz duygulardan kurtarabilirse, yani duygusuzluk haline ulaşabilirse, bilge insana özgü olan huzur ve mutluluğa kavuşabilir. Zira, yalnızca bilge insan rolünün ne olduğunu bilebilir
 
Epiküros

(M.Ö. 341 - M.Ö. 270)

M.Ö. 341-270 yılları arasında yaşamış ve felsefesi, Hellenistik dönemin diğer öğretileri gibi, daha çok ahlak ağırlıklı bir sistem kurmuş olan Yunanlı düşünür.

Epiküros, varlık görüşünde Milattan önce beşinci yüzyılda Demokritos ve Leukkipos tarafından kurulmuş olan atomcu ögretiyi benimsemiştir. Ona göre, gerçekten var olan herşey, son çözümlemede iki ve yalnızca iki türden şeye indirgenebilir: Atomlar ve boşluk. O, var olan cisimlerin iki türden olduğunu öne sürer. Bunlar, bileşik cisimler ve söz konusu bileşik cisimlerin kendilerinden meydana geldiği birimler olarak atomlardır. Epiküros, işte bu çerçeve içinde, bileşik olmayan cisimlerin, yani atomların, bileşik cisimler dağıldığı zaman yok olarak hiçliğe gitmemek ve tam tersine varolmaya devam etmek durumundaysa eğer, bölünemez ve değişmez olması gerektiğini iddia etmiştir.

Bundan başka atomlar doğaları itibariyle katı ve bölünemez olmalıdır. Şu halde, Epiküros'a göre, evrenin temelinde bölünemez olan atomlar vardır. O, ayrıca, evrenin kendisi sınırlanmamış olduğundan, evrendeki atomların sayısı ve boş mekanın kendisinin de sınırsız olduğunu söylemiştir. Yine, bölünemez olma atomların temel bir özelligidir. Bir atom varlığa gelmiş olamayacağı gibi, yok olup gitmez de. O değişmez, nicelik bakımından artmaz ve azalmaz. Atom homojen bir birimdir. Atomların bundan başka büyüklük, şekil ve ağırlık gibi özellikleri de vardır. Epiküros, atomların büyüklük ve şekil bakımından birbirlerinden farklı olabilmelerine karşi çikar, çünkü atomların farklı büyüklük ve şekillere sahip olabilmeleri, onları sonsuzca küçük ve algılanamaz olan birimler olmaktan çikarir.

Bununla birlikte, Epiküros'a göre, atomlar birbirlerinden ağırlık bakımından farklılaşirlar. O, atomların boşlukta aşağıya doğru düşmeleri ve yukarıya doğru yükselmeye direnç göstermelerinin, ancak ağırlık özelligiyle açıklanabileceğini savunmuştur. Başka bir deyişle, ağırlığı olmayan bir cisim hareket etmeyeceğinden, evrendeki değişme ve bileşik cisimlerin hareket etme olgusunu açıklayabilmek için, Epiküros'a göre, ağırlığı atomların başka bir zorunlu özelligi olarak kabul etmek gerekmektedir.

Buradan da anlaşilacağı gibi, Epiküros'un metafiziğinin atomlar ve boşluktan sonraki üçüncü temel kategorisi, hareket ya da değişmedir. Atomlar her zaman aşağıya doğru hareket etmiştir ve gelecekte de aşağıya doğru hareket edecektir. Bununla birlikte, Epiküros'un atomların hareketine ilişkin açıklaması, atomcu görüşün kurucusu olan Demokritos'un açıklamasından farklılık gösterir. Bunun da nedeni, Hellenistik felsefede pratik felsefenin, dini kaygıların ve ahlakın ön plana çikmasidir. Epiküros, insanda irade ve seçme özgürlügüne açık kapı bırakmak için, Demokritos'un mutlak anlamda determinist bir evren görüşünden belli ölçüler içinde uzak durmuştur.

Demokritos'un görüşünde, atomlar boşlukta yukarıdan aşağıya doğru farklı hızla hareket eder. Atomların hızlarındaki farklılık ise, onların farklı ağırlıklara sahip olmalarından kaynaklanır. Atomlar boşlukta farklı hızlarla hareket ettiklerinden, birbirleriyle çarpisir. Bu çarpismalar ise, tıpkı bilardo toplarının birbirleriyle çarpismalarina benzer. Bu çarpismalar sonucunda atomlar birbirlerinin yönlerini değiştirirler. Her çarpisma evrende yeni bir düzenlemeye ve yeni bileşik cisimlerin doğuşuna yol açar. Evrende duyularımız aracılığıyla tecrübe ettiğimiz tüm değişme ve oluşumlar atomların söz konusu çarpismalarinin ve bu çarpismalara gösterilen zincirleme tepkilerin sonucunda ortaya çikar. Demokritos'un evren görüşü, mutlak anlamda determinist bir evren görüşüdür. Başka bir deyişle, onun görüşüne göre, evrenin belli bir andaki hali evrenin bundan bir önceki halinin zorunlu sonucu olarak ortaya çikar. Buna göre, atomların belli bir andaki konumları, hızları ve onların hangi yönde hareket ettiği bilinirse, gelecekte nelerin olacağı tam bir kesinlik ve dakiklikle bilinebilir. Epiküros ise, bu görüşe karşi, atomların yalnızca aşağıya doğru hareket ettiğini değil, fakat aynı zamanda normal yollarından küçük bir sapma göstererek hareket ettiğini söyler. Böyle bir sapma ortaya çiktiğı zaman ise, tüm atomların yönleri değişir ve dolayısıyla her şey belirlenmiş olamaz. Bununla birlikte, sapmanın bir nedeni yoktur, bundan dolayı gelecekteki olayların seyri önceden bilinemez.

Şu halde, Epiküros'un evren görünüşünde rastlantıya da yer vardır. O, evrenin mutlak anlamda belirlenmiş bir evren olmadığını öne sürmekle birlikte, evrendeki herşeyin maddi bir yapıda olduğu konusunda Demokritos'la uyuşur. Buna göre, ruh ve Tanrı da dahil olmak üzere, evrendeki herşey maddi bir yapıdadır. Cisimler gibi ruhlar ya da zihinler de, maddi nesnelerden başka hiçbir şey değildir. Zihin cisimden, ruh atomu adı verilen özel bir türden atomlardan meydana gelmiş olması bakımından farklılık gösterir. Ruh atomları maddi cisimleri oluşturan sıradan atomlardan, daha ince ve küresel olmak bakımından farklı olan atomlardır. Epiküros'un görüşünde, düşünce türünden zihinsel olaylar da ruh atomlarının çarpışmalarıyla açıklanır.

Atomların bir çarpismasi duyu organını harekete geçirdiği zaman, bu durum ruh atomlarını hareket ettirir ve düşünce bu durumun sonucunda ortaya çikar. Epiküros'a göre, canlı bir varlık ile cansız bir cisim arasındaki tek farklılık cansız varlıklarda ruh atomlarının bulunmadığı yerde, canlı varlıkların ruh atomlarına sahip olmasıdır. Canlı bir varlık, bir insan öldügü zaman, ruh atomları, atomların söz konusu canlıyı meydana getiren düzeninden ayrılıp gider ve geride yalnızca cisimsel atomlar kalır. M.Ö 341-270 yıllarında yaşadığı sanılan Epikuros’un M.Ö 310’da Mytilene’de kurduğu ve M.Ö 306 yılında Atina’ya taşıdığı okul kitaplıkları ve sınıfları ile gerçek bir okul değil, bir kardeşler topluluğudur. Belli bir felsefeyi benimseyenlerin toplandığı bir manastır görünümündedir. Atina’daki bahçe, 2.6 kg gümüş verilip kardeşlerce satın alınarak toplantılar yapılmaya başlanınca buraya “bahçe okulu” dendi. Epikuros, Stoacılığın kurucusu Zenon’dan beş altı yaş büyüktür. Zenon bir asyalıdır. Bahçenin hocası ile belli başlı arkadaşları gibi Atina’nın köklü ailesindendir.

Epikuros’un öğretisi M.Ö 3. Yüzyılda Metrodoros, Hermarkhos, Polystrates tarafından sürdürülür. M.Ö 2. Yüzyılda Apollodoros ve Philodemos Epikuros’un öğretisi yayarlar. Latin ozanı Lucretius’un dizelerinde ve özellikle şeylerin doğası’ında Epikurosçuluğun bilimsel öğretilerine yeniden rastlanır. Epikuros’un çeşitli kesin bilgi biçimleri açıklanır. Bu tür bilgilerin en alt basamağında duyumlar vardır (acılık, tatlılık v.b). en yüksekte ise sezgi bulunur. Epikuros, evrenin yapısını açıklarken Demokritos’un atom kuramını yeniden gündeme getirir:

Evrendeki herşeyi yapan atomlar sonsuz bir devinim içindedirler. Bazen, önceden kestirilmesi olanaksız donanımlar yaparlar. Bunlara “atomların sapması” denir. Böylece Epikuros doğa yasalarının saltık olmadığını, evrende zaman zaman taşmalar bulunduğunu da vurgular.

Ahlakın amacı, acıları ve sıkıntıları ortadan kaldırmak, ruhu dinginliğe ulaştırmaktır. Bilge isteklerini yaparak, onları doyurarak dinginliğe ulaşır. Epikuros ahlakı, amaçta Stoa ahlakına benzer. Ayrılık amaçlardadır. Epikurosçulukta zevkler derece derecedir
 
Euclides

(M.Ö. 325 - M.Ö. 265)

Rönesans sonrası Avrupa'da, Kopernik'le başlayan, Kepler, Galileo ve Newton'la 17. yüzyılda doruğuna ulaşan bilimsel devrim, kökleri Helenistik döneme uzanan bir olaydır. O dönemin seçkin bilginlerinden Aristarkus, güneş-merkezli astronomi düşüncesinde Kopernik'i öncelemişti; Arşimet yaklaşık iki bin yıl sonra gelen Galileo'ya esin kaynağı olmuştu; Öklid çağlar boyu yalnız matematik dünyasının değil, matematikle yakından ilgilenen hemen herkesin gözünde özenilen, yetkin bir örnekti. Öklid, M.Ö. 300 sıralarında yazdığı 13 ciltlik yapıtıyla ünlüdür. Bu yapıt, geometriyi (dolayısıyla matematiği) ispat bağlamında aksiyomatik bir dizge olarak işleyen, ilk kapsamlı çalışmadır. 19. yüzyıl sonlarına gelinceye kadar alanında tek ders kitabı olarak akademik çevrelerde okunan, okutulan Elementler'in, kimi yetersizliklerine karşın, değerini bugün de sürdürdüğü söylenebilir.

Egeli matematikçi Öklid'in kişisel yaşamı, aile çevresi, matematik dışı uğraş veya meraklarına ilişkin hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Bilinen tek şey; İskenderiye Kraliyet Enstitüsü'nde dönemin en saygın öğretmeni; alanında yüzyıllar boyu eşsiz kalan bir ders kitabının yazarı olmasıdır. Eğitimini Atina'da Platon'un ünlü akademisinde tamamladığı sanılmaktadır. O akademi ki giriş kapısında, ''Geometriyi bilmeyen hiç kimse bu kapıdan içeri alınmaz!'' levhası asılıydı.

Öklid'in bilimsel kişiliği, unutulmayan iki sözünde yansımaktadır: Dönemin kralı I. Ptolemy, okumada güçlük çektiği Elementler'in yazarına, "Geometriyi kestirmeden öğrenmenin yolu yok mu?'' diye sorduğunda, Öklid "Özür dilerim, ama geometriye giden bir kral yolu yoktur'' der. Bir gün dersini bitirdiğinde öğrencilerinden biri yaklaşır, ''Hocam, verdiğiniz ispatlar çok güzel; ama pratikte bunlar neye yarar?'' diye sorduğunda, Öklid kapıda bekleyen kölesini çağırır, "Bu delikanlıya 5-10 kuruş ver, vaktinin boşa gitmediğini görsün!'' demekle yetinir.

Öklid haklı olarak "geometrinin babası" diye bilinir; ama geometri onunla başlamış değildir. Tarihçi Herodotus (M.Ö. 500) geometrinin başlangıcını, Nil vadisinde yıllık su taşmalarından sonra arazi sınırlarını belirlemekle görevli kadastrocuların çalışmalarında bulmuştu. Geometri "yer" ve "ölçme" anlamına gelen "geo" ve "metrein" sözcüklerinden oluşan bir terimdir. Mısır'ın yanı sıra Babil, Hint ve Çin gibi eski uygarlıklarda da gelişen geometri o dönemlerde büyük ölçüde, el yordamı, ölçme, analoji ve sezgiye dayanan bir yığın işlem ve bulgudan ibaret çalışmalardı. Üstelik ortaya konan bilgiler çoğunlukla kesin olmaktan uzak, tahmin çerçevesinde kalan sonuçlardı. Örneğin, Babilliler dairenin çemberini çapının üç katı olarak biliyorlardı. Bu öylesine yerleşik bir bilgiydi ki; pi' nin değerinin 3 değil, 22/7 olarak ileri sürenlere, bir tür şarlatan gözüyle bakılıyordu. Mısırlılar bu konuda daha duyarlıydılar: M.Ö. I800 yıllarına ait Rhind papürüslerinde onların pi'yi yaklaşık 3.1604 olarak belirledikleri görülmektedir; ama Mısırlıların bile her zaman doğru sonuçlar ortaya koyduğu söylenemez. Nitekim, kesik kare piramidin oylumunu (hacmini) hesaplamada doğru formülü bulan Mısırlılar, dikdörtgen için doğru olan bir alan formülünün, tüm dörtgenler için geçerli olduğunu sanıyorlardı.

Aritmetik ve cebir alanında Babilliler , Mısırlılardan daha ilerde idiler. Geometride de önemli buluşları vardı. Örneğin, "Pythagoras Teoremi" dediğimiz, bir dik açılı üçgende dik kenarlarla hipotenüs arasındaki bağıntıya ilişkin önerme "bir dik üçgenin dik kenar karelerinin toplamı, hipotenüsün karesine eşittir" buluşlarından biriydi. Ne var ki, doğru da olsa bu bilgiler ampirik nitelikteydi; mantıksal ispat aşamasına geçilmemişti henüz. Ege' li Filazof Thales'in (M.Ö. 624-546), geometrik önermelerin dedüktif yöntemle ispatı gereğini ısrarla vurguladığı, bu yolda ilk adımları attığı bilinmektedir . Mısır gezisinde tanıştığı geometriyi, dağınıklıktan kurtarıp, tutarlı, sağlam bir temele oturtmak istiyordu. İspatladığı önermeler arasında . ikizkenar üçgenlerde taban açılarının eşitliği; kesişen iki doğrunun oluşturduğu karşıt açıların birbirine eşitliği vb. ilişkiler vardı. Klasik çağın "Yedi Bilgesi" nden biri olan Thales'in açtığı bu yolda, Pythagoras ve onu izleyenlerin elinde, matematik büyük ilerlemeler kaydetti, sonuçta Elementler'de işlenildiği gibi, oldukça soyut mantıksal bir dizgeye ulaştı. Pythagoras, matematikçiliğinin yanı sıra, sayı mistisizmini içeren gizliliğe bağlı bir tarikatın önderiydi. Buna göre; sayısallık evrensel uyum ve düzenin asal niteliğiydi; ruhun yücelip tanrısal kata erişmesi ancak müzik ve matematikle olasıydı.

Buluş ve ispatlarıyla matematiğe önemli katkılar yapan Pythagorasçılar, sonunda inançlarıyla ters düşen bir buluşla açmaza düştüler. Bu buluş, karenin kenarı ile köşegenin ölçüştürülemeyeceğine ilişkindi. kök 2 gibi, bayağı kesir şeklinde yazılamayan sayılar , onların gözünde gizli tutulması gereken bir skandaldı. Rasyonel olmayan sayılarla temsile elveren büyüklükler nasıl olabilirdi? (Pythagorasçıların tüm çabalarına karşın üstesinden gelemedikleri bu sıkıntıyı, daha sonra tanınmış bilgin Eudoxus oluşturduğu, irrasyonel büyüklükler için de geçerli olan, Orantılar Kuramı'yla giderir).

Öklid, Pythagoras geleneğine bağlı bir ortamda yetişmişti. Platon gibi, onun için de önemli olan soyut düşünceler , düşünceler arasındaki mantıksal bağıntılardı. Duyumlarımızla içine düştüğümüz yanlışlıklardan, ancak matematiğin sağladığı evrensel ilkeler ve salt ussal yöntemlerle kurtulabilirdik. Kaleme aldığı Elementler, kendisini önceleyen Thales, Pythagoras, Eudoxus gibi, bilgin-matematikçilerin çalışmaları üstüne kurulmuştu. Geometri bir önermeler koleksiyonu olmaktan çıkmış, sıkı mantıksal çıkarım ve bağıntılara dayanan bir dizgeye dönüşmüştü. Artık önermelerin doğruluk değeri, gözlem veya ölçme verileriyle değil, ussal ölçütlerle denetlenmekteydi. Bu yaklaşımda pratik kaygılar ve uygulamalar arka plana itilmişti.

Kuşkusuz bu, Öklid geometrisinin pratik problem çözümüne elvermediği demek değildi. Tam tersine, değişik mühendislik alanlarında pek çok problemin, bu geometrinin yöntemiyle çözümlendiği; ama Elementler'in, eğreti olarak değindiği bazı örnekler dışında, uygulamalara yer vermediği de bilinmektedir. Öklid'in pratik kaygılardan uzak olan bu tutumunun matematik dünyasındaki izleri, bugün de rastladığımız bir geleneğe dönüşmüştür.

Gerçekten, özellikle seçkin matematikçilerin gözünde, matematik şu ya da bu işe yaradığı için değil, yalın gerçeğe yönelik, sanat gibi güzelliği ve değeri kendi içinde Soyut bir düşün uğraşı olduğu için önemlidir.

Matematiğin tümüyle ussal bir etkinlik olduğu doğru değildir. Buluş bağlamında tüm diğer bilimler gibi matematik de, sınama-yanılma, tahmin, sezgi, içedoğuş türünden öğeler içermektedir. Yeni bir bağıntıyı sezinleme, değişik bir kavram veya yöntemi ortaya koyma, temelde mantıksal olmaktan çok psikolojik bir olaydır. Matematiğin ussallığı, doğrulama bağlamında belirgindir. Teoremlerin ispatı, büyük ölçüde kuralları belli, ussal bir işlemdir; ama şu sorulabilir: Öklid neden, geometrinin ölçme sonuçlarıyla doğrulanmış önermeleriyle yetinmemiş, bunları ispatla*****, mantıksal bir dizgede toplama yoluna gitmiştir? Öklid'i bu girişiminde güdümleyen motiflerin ne olduğunu söylemeye olanak yoktur; ancak, Helenistik çağın düşün ortamı göz önüne alındığında, başlıca dört noktanın öngörüldüğü söylenebilir:

1) İşlenen konuda çoğu kez belirsiz kalan anlam ve ilişkilere açıklık getirmek;

2) İspatta başvurulan öncülleri (varsayım, aksiyom veya postulatları) ve çıkarım kurallarını belirtik kılmak;

3) Ulaşılan sonuçların doğruluğuna mantıksal geçerlik kazandırmak (Başka bir deyişle, teoremlerin öncüllere görecel zorunluluğunu, yani öncülleri doğru kabul ettiğimizde teoremi yanlış sayamayacağımızı göstermek);

4) Geometriyi, ampirik genellemeler düzeyini aşan soyut-simgesel bir dizge düzeyine çıkarmak (Bir örnekle açıklayalım: Mısırlılar ile Babilliler kenarları 3, 4, 5 birim uzunluğunda olan bir üçgenin, dik üçgen olduğunu deneysel olarak biliyorlardı; ama bu ilişkinin 3, 4, 5 uzunluklarına özgü olmadığını, başka uzunluklar için de geçerli olabileceğini gösteren veriler ortaya çıkıncaya dek kestirmeleri güçtü; buna ihtiyaçları da yoktu. Öyle kuramsal bir açılma için pratik kaygılar ötesinde, salt entellektüel motifli bir arayış içinde olmak gerekir. Nitekim, Egeli bilginler somut örnekler üzerinde ölçmeye dayanan belirlemeler yerine, bilinen ve bilinmeyen tüm örnekler için geçerli soyut genellemeler arayışındaydılar. Onlar, kenar uzunlukları, a, b, c diye belirlenen üçgeni ele almakta, üçgenin ancak a2+b2=c2 eşitliği gerçekleştiğinde dik üçgen
olabileceği genellemesine gitmektedirler).

Öklid, oluşturduğu dizgede birtakım tanımların yanı sıra, beşi "aksiyom" dediği genel ilkeden, beşi de "postulat" dediği geometriye özgü ilkeden oluşan, on öncüle yer vermiştir (Öncüller, teoremlerin tersine ispatlanmaksızın doğru sayılan önermelerdir). Dizge tüm yetkin görünümüne karşın, aslında çeşitli yönlerden birtakım yetersizlikler içermekteydi. Bir kez verilen tanımların bir bölümü (özellikle, "nokta'', "doğru", vb. ilkel terimlere ilişkin tanımlar) gereksizdi. Sonra daha önemlisi, belirlenen öncüller dışında bazı varsayımların, belki de farkında olmaksızın kullanılmış olması, dizgenin tutarlılığı açısından önemli bir kusurdu. Ne var ki, matematiksel yöntemin oluşma içinde olduğu başlangıç döneminde, bir bakıma kaçınılmaz olan bu tür yetersizlikler, giderilemeyecek şeyler değildi. Nitekim, l8. yüzyılda başlayan eleştirel çalışmaların dizgeye daha açık ve tutarlı bir bütünlük sağladığı söylenebilir. Üstelik dizgenin irdelenmesi, beklenmedik bir gelişmeye de yol açmıştır: Öncüllerde bazı değişikliklerle yeni geometrilerin ortaya konması. "Öklid-dışı" diye bilinen bu geometriler, sağduyumuza aykırı da düşseler, kendi içinde tutarlı birer dizgedir. Öklid geometrisi, artık var olan tek geometri değildir. Öyle de olsa, Öklid'in düşünce tarihinde tuttuğu yerin değiştiği söylenemez.

Çağımızın seçkin filozofu Bertrand Russell'ın şu sözlerinde Öklid'in özlü bir değerlendirmesini bulmaktayız: '"Elementler'e bugüne değin yazılmış en büyük kitap gözüyle bakılsa yeridir. Bu kitap gerçekten Grek zekasının en yetkin anıtlarından biridir. Kitabın Greklere özgü kimi yetersizlikleri yok değildir, kuşkusuz: dayandığı yöntem salt dedüktif niteliktedir; üstelik, öncüllerini oluşturan varsayımları yoklama olanağı yoktur. Bunlar kuşku ***ürmez apaçık doğrular olarak konmuştur. Oysa, 19.yüzyılda ortaya çıkan Öklid-dışı geometriler, bunların hiç değilse bir bölümünün yanlış olabileceğini, bunun da ancak gözleme başvurularak belirlenebileceğini göstermiştir."

Gene Genel Rölativite Kuramı'nda Öklid geometrisini değil, Riemann geometrisini kullanan Einstein'ın, Elementler'e ilişkin yargısı son derece çarpıcıdır: "Gençliğinde bu kitabın büyüsüne kapılmamış bir kimse, kuramsal bilimde önemli bir atılım yapabileceği hayaline boşuna kapılmasın!"
 
Einstein,albert

1879-1955 yılları arasında yaşamış olan Alman asıllı ABD’li fizikçi.

Yirminci yüzyılın başlarında geliştirdiği teorileriyle ilk kez olarak kütle ile enerjinin eşdeğerliğini kanıtlamış olan Einstein, zaman, mekan ve kütleçekimi üzerine tümüyle yeni düşünme tarzları önermiştir. Einstein, özel ve genel rölativite teorileri yalnızca Newton fiziğinden değil, fakat Eukleides geometrisinden de kopuşu simgeleyen büyük bir bilim adamıdır.

Einstein sadece dev bir bilim adamı değil, fakat aynı zamanda önemli bir düşünür ola*rak değerlendirilir. Etik, toplum ve. kültür felsefesiyle ilgili genel düşünceleri yanında, bir bilim filozofu olarak da ün kazanan Einstein, Kant’tan, Hume ve Mach’tan etkilenmiş ve Cassirer, Reichenbach ve Schilick’le sürekli bir ilişki içinde olmuştur. O realizmi, zihinden bağımsız bir dış dünyanın varolduğu görüşünü, metafiziksel bir öğretiden ziyade, motive edici bir program olarak görmüş ve determinizmin, doğrudan doğruya dünyanın bir özelliği olmaktan ziya*de, teorilerin ayrılmaz bir veçhesi olduğunu savunmuştur. Einstein mantıkçı pozitivizme karşı mesafeli bir tavır takınmış olmakla birlikte, bilimin birliği tezine bağlı kalmıştır. O yine aynı felsefi çerçeve içinde tümevarımcı*lığı reddetmiş, ama holizme ve inşacılığa ya da uzlaşımcılığa bağlanırken, anlam, kav*ram ve teorilerin mantıksal olarak deneyim*den türetilmek yerine, anlaşılabilirlik, empirik uygunluk ve mantıksal basitlik ölçütlerine tabi olan özgür yaratılar olduklarını iddia etmiştir.
 
Farabi

870-950 yılları arasında yaşamış olan İslam düşünürü. Sistemi Aristoteles mantığına dayanan akılcı bir metafizikten oluşan, Aristoteles'in sistemini Plotinos'un görüşleri yardımıyla, İslam inancı ile uzlaştırmaya çalisan Farabi, Tanrı'nın varoluşunu kanıtlarken, Aristoteles'in akılyürütme çizgisini takip etmiştir. Ona göre, bu dünyadaki nesneler hareket etmekte, değişmektedirler.

Dünyadaki nesneler hareketlerini bir ilk Hareket Ettiriciden almak durumundadırlar. Bu ilk Hareket Ettirici ise, Tanrı'dır. Farabi, varlık anlayışında, mümkün ya da olumsal varlıklar adını verdiği nesneler ile Tanrı arasındaki farklılık ve ayrılığı, mümkün varlıkların Tanrı'dan, ilk varlıktan sudur ettiklerini söyleyerek açıklamaya ve temellendirmeye çalisir. Farabi'ye göre, ilk varlık, Tanrı, varlık taşkını yoluyla evrendeki bütün varlık düzenini 'doğal bir zorunlulukla' meydana getirir. Evren Tanrı'nın değerine hiçbir şey katmaz. Yetkin bir varlık olan Tanrı'nın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.

Tanrı'yla evren arasındaki ilişkiyi, evrenin Tanrı'dan sudur, türüm yoluyla ve zorunlulukla çiktigini söyleyerek açıklayan Farabi'ye göre, evren aynı zamanda Tanrı'nın sonsuz cömertliğinin bir sonucudur. Tanrı, Farabi'nin sisteminde herşeydir. Tanrı seven, sevilen ve sevgidir. O bilen, bilinen ve bilgidir. Tanrı herşey olduğuna ve hiçbir şeye ihtiyaç duymadığına göre, Farabi bu noktada, mümkün varlıkların varoluşları için, Tanrı'nın yalnızca kendisini konu alan bilme faaliyetine başvurur. Buna göre, yaratıklar, Tanrı'ya en yakın 'akıllar' halinde Tanrı'dan çikip varlığa gelirler. Onun sudur, türüm anlayışına göre, Tanrı'nın kendi tözünü bilmesinden birinci akıl doğar; bu aklın Tanrı'yı bilmesinden ise, ikinci akıl türer. Böylelikle, ortaya sırasıyla 10 akıl çikar; onuncu akıl, etkin akıldır (aklı faal). Birinci aklın varlığı, Tanrı dolayısıyla zorunlu, ama kendi özünde mümkündür; ilk akıl, kendini bu niteliğiyle bildiği için, onun maddesinden birinci gök katı, formundan da (suretinden de) o gök katının ruhu sudur eder.

Böylelikle on akıldan her birinin karşilığı olarak bir gök katı türer. Madde de Tanrı'dan sudur etmiştir. Belirsizlik demek olan madde, Tanrı'ya en uzak olan varlıktır. Etkin Akıl insan ruhunun da nedenidir. İnsan anlayışında, Farabi insanın ruh ve bedenden meydana geldiğini söyler. Bedenin yetkinliği ruhtan, ruhun yetkinliği ise akıldan kaynaklanmaktadır. Ruhun başlıca görevleri eylem, anlama ve algılamadır. Ona göre, bitkisel, hayvani ve insani olmak üzere, üç tür ruh vardır. Bitkisel ruhun görevi, bireyin yetişme ve gelişmesi ile soyun sürdürülmesi, hayvansal ruhu görevi iyinin alınıp kötüden uzak durulması, insani ruhun görevi ise güzelin ve yararlının seçilmesidir. Farabi ahlak anlayışında, insanın akıl yoluyla iyi ve kötüyü ayırt edebileceğini savunur. İnsan için amaç mutluluk, en büyük erdem de bilgeliktir. Farabi'ye göre, en yüksek iyi olan mutluluk, etkin akıl ile birleşmek yoluyla gerçekleşir. Zira, insan kendisini anlamak için evreni anlamak, evreni anlamak için de evrenin amacını kavramak durumundadır. Evrenin esas ve en yüksek amacını anlamak, insan için gerçek mutluluktur. İnsanın kendisini ve evrenin amacını anlamaya kalkışması ise, bilim ve felsefe yapmakla ilgili bir şeydir. İnsan aklının en yüksek düzeyde yetkinleşmesi, insan aklını Etkin Akıl'a yaklaştırır.
 
Fabricius

Alman mütebahhiri ve felsefe tarihçisi. 1668’de Leipzig’de doğdu; 1736’da öldü. Hamburg Akademisinde belagat ve felsefe profesörüydü. Ona felsefe tarihçileri, “Bibliyografların Prensi” unvanını vermişlerdir. Olağanüstü bilgilere sahip, araştırıp incelemekte yorulmak bilmeyen bir gayrete sahip olan Fabricius, Latin, Yunan ve Aşağı Latin Kitaplığı adını verdiği üç büyük külliyatıyle kendini ebedileştirmiştir.

Felsefe tarihiyle doğrudan doğruya uğraşmamış, fakat bütün felsefe tarihçilerine ve filozoflara muhtaç oldukları türlü tarihsel bilgileri, felsefi belgeleri ve birçok eski filozofların eserlerinden kalan, unutulmuş, dağınık, elde edilmesi güç parçaları nakletmek suretiyle, onlara rehberlik etmiş ve yine birçok unutulmuş ve hatta kaybolma tehlikesi geçirmiş olan düşünür, yazar ve bilginleri, eserlerinde yeniden yaşatmıştır.

Asıl adlarını aşağıda verdiğimiz eserleri, türlü eklentilerle büyütülerek tekrar tekrar basılmıştır. Bu geniş çalışma, araştırma ve toplama gayretlerine rağmen, örneğin, Aenesidemos’u, Photius’den kalan bir metni yanlış yorumla***** Ciceron zamanında yaşamış göstermek gibi bazı yanılmalara düşmüş olması, onun gerçek değer ve emeğini asla küçültmez. Aristo’yu yorumlayan eserlerin listesini Yunan Kitaplı ad h eserinde vermiştir. Aspasius’un Nikomaküs’ün Ahlakı’nı yorumlayan önemli bir parçası da bu kitaplıktadır.

Eserlerinin asıl adları şunlardır:

- Specimen Elenchticum et Historiae Logicac (Hamburg, 1799);
- Bibliotheca Lat. Mediac et Inf. Aetatis;
- Bibllotheca Graecque (Bunun yeni baskısının başında Galien’in hayat ve eserlerine dair Ackermann tarafından
yazılmış geniş bir makale vardır. Bu eser 12 cilttir); Bu filozofun adını taşıyan birçok Alman mütebahhir ve
filozofları daha vardır.

Bunlardan biri, François Fabricius’dür. Alman hümanist ve filozoflarından olan bu Fabricius, 1525’e doğru Duren’de doğmuş, 1573’te ölmüştür. Paris’te Turn ve Ramus’un öğrencisi olmuş, Düsseldorf’da rektörlük yapmıştır. O, Aristo’ya karşı olan fikir akımlarının kuvvetli olduğu bir dönemde, bu büyük filozofu savunma cesaretini gösterenlerdendir.
 
Favor (Fhavorinus)

Yunan filozofu. Gol bölgesindeki Arles’de doğmuştur. Latince adı, Favorinus Arelatensis’tir. Yaklaşık olarak M.S. 80-90 yılları arasında doğmuş ve 150’de ölmüştür. M.S. II. yüzyıl başlangıçların da kendisini göstermiştir. Evvela Dion Chrysostome’un ve ihtimal Epiktet’in öğrencisi olarak çalışmaya başlamış, Aristo’yu savunmuş, sonra stoacılara karşı gelmiş ve Epiktet aleyhine bir eser yazmıştır. İskenderiye Okulunun o dönemlerde anladığı biçimde bir Eflatunculuğa bağlanmıştır.

Fakat, onun zekası bu seçmeci sisteme de bağlı kalamamış. Karnead ve Aenesidemos’un sistemlerini tanıdıktan sonra, bunları Eflatun doktrininin en doğru bir yorumlaması saymış ve uzun süre bu doktrine bağlanmıştır. Yazmış olduğu bir eserde, kökü Pyrrhon’dan gelen şüphenin on dürtüsünü (motifs) açıklamıştır. Felsefe tarihinde bir şüpheci olarak tanınan Favorinus, İmparator Adrien ve sofu Antom zamanında Roma ve Atina’da büyük bir başarıyla hitabet okutmuştur (120-150 yılları arasında).

Kendisi hakkında çok kez hayranlıkla dolu yazılar vermiş olan Auİu-Gelle, onu, konuşkan, sofistler biçiminde uzun söylevler vermeye yetenekli, her konu üzerinde başarıyla söz eden bir filozof sayar. Bunun için derslerine her taraftan pek çok dinleyici gelirdi. Kendisini İmparator Adrien’e pek sevdirmiş ve onunla, felsefe sorunları üzerinde tartışmalar yapmıştır.

Otuz lejyona kumanda eden bir adamın yanılmayacağını iddia ederek, daima imparatorun fikirlerini kabul etmek suretiyle bu sevgiyi devam ettirmiştir. Bu suretle Roma’da açtığı felsefe okulunda Yeni Akademinin hafiflettiği şüphecilik sistemini başarıyla okuttu. Atina’da Roma’daki kadar başarı göster Burada, D6monax ve H Atticus’le arkadaş olmuştur. Plütark da arkadaşlarındandı. Favorinus, ya hadım, yada hünsaydı; Lucien, D monax adlı eserinde, onun bu haliyle alay eder. Bu eserde, onun beden yapısıyla sesi, gülünç bir surette tasvir edilmiştir.

Favorinus, Anlaşılabilen Tasarımlar adında bir eser yazarak, stoacılara karşı, güneşin bile algılanamayacağını (idrak), Yeni Akademiciler tarzında düşünür. Plütark ve Akademik Okul başlıklı diğer bir eseri daha vardır. Astrolojinin aleyhinde Karnead’ı anımsatan kanıtlar ileri sürmüş, stoacıların kaderciliğine hücum et miş, hiç bir şeyi onaylamayan söylevler ileri sürmüş, kullandığı diyalektik, tarzı ve rasgele söylevler verme tutkusu, onu Yeni Akademi’ye mensup olan bir filozof olarak tanıtmıştır. Kendisinin özel bir doktrini yoktur. İhtimal, felsefe tarihi olarak yazılmış olan Türlü Şeyler Tarihi ve hatıralar Homeros’un felsefesine dair de bazı eserler yazmıştır. Fakat bunların hiç biri zamanımıza kadar gelememiştir.
 
ABAUZIT, Fîrmin

(1679-1767) Fransız tanrıbilimci, filozof. Kilisenin inançlarını egemen kılma girişimine karşı düşünce özgürlüğünü savunmuştur. Uzes' de doğdu, sonradan sığındığı Cenevre' de öldü. Protestan bir aileden gelmesi nedeniyle Katolikler' ce kaçırıldı, bir manastıra kapatıldı, bir süre kimseyle görüştürülmedi. Protestan inançlarına karşıt bir eğitimle yetiştirilmek istendi. Nant Fermanı' nın yürürlükten kaldırılması üzerine annesinin çabalarıyla kurtarıldıktan sonra Cenevre' ye sığındı. Yunan felsefesi, tanrıbilim, doğa bilimleri konularında uzun süren çalışmalara koyuldu. Çalışmalarının başarılı sonuçları nedeniyle, kısa süre içinde, büyük ün sağladı, (çağının en gözde bilginleri arasında yer aldı. Bir ara Almanya' ya, sonra İngiltere' ye gitti, bilimsel çalışmalarını sürdürdü. Kral III. William' ın ilgisini çekti. Kral onu kendi yanında görevlendirmek istediyse de Abauzit, yeni çalışmalara başlayacağını ileri sürerek, Cenevre' ye döndü. Devlet Kitaplığı' nda üstlendiği görevini ölümüne değin, elli yıl sürdürdü. Derin, geniş bilgisine karşın alçakgönüllüce yaşamayı yeğleyen Abauzit başarılı çalışmaları nedeniyle Newton' un da ilgisini çekti. Newton, ona yazdığı bir mektupla, bilim tarihindeki yerini, önemini bildirdi. Abauzit, felsefeye doğa bilimleriyle girdi. Felsefe ile doğa bilimleri arasında bir bağlantının bulunduğunu ileri sürdü; felsefenin bilime dayanması gereğini savundu. Yunan ve Roma uygarlıklarına yönelik çalışmalarıyla felsefenin gelişim çizgisini, Avrupa düşüncesinin ana kaynaklarını araştırdı. Halkın dinini, inançlarını kendi dilinden öğrenmesi gereğini ileri sürerek İncil' i halk diline çevirdi. Abauzit'e göre felsefe özgür düşüncenin ürünüdür; kişiyi, evreni ve varlık kavramı altında toplanan bütün nesneleri anlamaya tanımaya yöneliktir. Kilisenin özgür düşünceye karışması, birtakım kısıtlamalar getirmesi insan özüne de tanrısal yasalara da aykırıdır. Din, felsefenin dayandığı deney bilimlerinin çalışmalarına karışmamalı, kendi alanının dışına çıkmamalıdır. Doğa varlıklarını, doğa denen bütünü, deney bilimlerinin verileri dışında kalarak anlama olanağı yoktur. Düşüncelerin bir kaynağı kavramlara dayalı üretimse, bir kaynağı da duyularla sağlanan verilerdir. Bu nedenle biri deneyden, öteki düşünme yeteneğinin üretiminden gelen iki türlü bilgi vardır. Us insanı yöneten, davranışlarını düzenleyen, düşünmenin kurallarını oluşturan yetenektir, deneyden gelmez. Düşünmenin genel kurallarını içeren mantık da us ilkelerine göre çalışan bir bilimdir. Abauzit in çağında olduğu gibi, sonraki dönemlerde de etkisi sürmüştür. Özellikle düşünce özgürlüğü konusundaki görüşlerini benimseyen Rousseau, bunları yeniden ele almış, çağının anlayışına göre işlemiştir. Bayle, Voltaire, Saint Euremond gibi aydınlar da Abauzit' den esinlenmiştir. Abauzıt'ın yazıları ölümünden sonra iki kitapta toplanmıştır.

• YAPITLARI: Oeuvres de fen M. Abauzit, 1770; ("Merhum Abauzit 'in Yapıtları")- Oeuvres Diverses de M. Abauzit, 1773, ("Abauzit' in Çeşitli Yapıtları").
 
Michel Foucault

Le Mond’un (27 Haziran 1984) yayınladığı tıp bültenine göre Michel Foucault , 25 Haziran günü saat l3’ te Paris’in de la Saipetridre Hastahanesinde acute septicemia (şiddetli kan zehirlenmesi) sonrası nörolojik komplikasyonlar sonucu hayata gözlerini yumdu. Haber gazetede iki sütunluk “La mort du philosophe Michel Foucault” (Filozof Michel Foucault’nun Ölümü) başlığı altında, birinci sayfayı dolduran olağanüstü bir övgü seli şeklinde yer aldı. Başyazıyı Foucault’ nun College de Frence’dan seçkin bir meslektaşı olan Pierre Bourdieu yazıyordu. Felsefe ve tarih üzerine yapmış olduğu çalışmaların, Başbakandan anısına bir övgü almış olsa da, zorluğu ve uzlaşmazlığına karşın herhangi bir başka çağdaş fılozofun ölümüne gösterilecek ilginin böylesine yoğun ve hürmete şayan olabileceğini, Fransa ve Foucault örneği dışında, tasavvur edebilmek güçtür. Foucault’nun ölümünün çok büyük bir kayıp olarak değerlendirilmesi ve düşüncesinin hala yaşayan şaşırtıcı gücü ve etkisi hakkında söylenenler, Onun bu ilgiye mazhar olmasının nedenini gösterir. O, sanırım en iyi, Nietzsche ’nin modern havarilerinin belki de en büyüğü ve aynı zamanda yirminci yüzyıl Batısının muhalif entelektüel yaşamının en dikkate değer açılımlarında merkezi bir sima olarak anlaşılabilir. Jean-Paul Sartre ve Maurice Merleau-Ponty, Georges Canguilhem, Jean-PierreVernant, Lucien Goldmann, Louis Aithusser, Jacques Derrida, Claude L. Strauss, Roland Barthes, Gilles Deleuze ve Bourdieu ile birlikte Foucault, muhtemelen gelecek birkaç kuşak boyunca göremeyeceğimiz denli parlak çalışmaların bir toplamı olarak yaklaşık kırk yıllık bir üretimin sonucu olan Paris estetik ve politik akımlarının alışılmadık bir devrimci birikiminden beslendi. Modern düşüncede gerçek bir ayaklanmaya varan şey, disiplinle arasında ve gerçekte dilde varolan duvarların yıkılması, sonra da bu duvarlarla bölünen alanların, yüzeyin altından en karmaşık üstyapılarına kadar yeniden şekillendirilmesiydi. İlham kaynakları, akademik ve isyancı düşüncenin aykırı bir karışımı olan bu isimlerden teoriler, şaşırtıcı verimliliğin silüetleri, ve büyük formal sistemler doğdu. Bahsettiklerimizin hepsi Marx ’tan ve teker teker az ya da çok oranda Freud ’dan derin etkiler taşıyor; bir çoğu teorik taktisyen ve gerçeği görmenin bir aracı olarak eğer gerçeğin kurucusu değilse -dil ile meşgul; bir kısmı üniversite derslerinden ve neredeyse efsane olmuş öğretmenlerden olduğu kadar- adı en çok anılanlar Gaston Bachelard, Geoges Dumdzil, Emile Benveniste, Jean Hyppolite ve (Hegel üzerine verdiği meşhur dersler ve seminerlerle bütün bir kuşağı şekillendirmiş görünen) Alexandre Kojeve -sürrealist şairler ve yazarlar Andre Breton ve Raymond Roussel ‘dan, sıradışı yazar-filozoflar Georges Battaille ve Maourice Blanchot ’dan da etkilendiler. Nihayet bu Paris entelektüellerinin tamamı Fransa’nın politik yaşamındaki olaylarla, önemli kilometre taşları olan ikinci Dünya Savaşı, Avrupa Komünizmine tepki, Vietnam ve Cezayir koloni savaşları ve 1968 Mayısı ile yakından ilgiliydiler. Fransa’nın ötesinde Almanya ve Alman düşüncesi ve nadiren de İngiliz ve Amerikalı yazarların çalışmalarına önem veriyorlardı.Bu benzersiz müstesna grup içinde Foucault öne çıkan isimdi. Bir kere en geniş alanlı eğitimi almıştı: aynı zamanda kuramsal incelemede en somut ve tarihselci olduğu kadar en radikal olan da Oydu. İkincisi kendini çalışmaya en çok adayan (Bourdieu’nun Onun hakkındaki sözleri “le plaisir de savoir” ve bu nedenle en az Parisli olan, en az moda olan ya da en az çekiştirilen isimdi. Hatta daha ilginci O, sosyal ve entelektüel tarihin muazzam sahalarını inceliyor, hem geleneksel hem de sıradışı (unconventional) metinleri eşit dikkatle okuyor ve hala alışılmış olan ya da özgün olmayan şeyler söylüyor görünmüyordu, hatta komik biçimde genel gözlemler yapma riskine eğilim taşıdığı kariyerinin en son evrelerinde bile. Foucault, ne yalnızca bir tarihçi, ne bir filozof ne de edebiyat eleştirmeniydi fakat hepsini ve daha fazlasını taşıyordu. Adorno ’ya muğlaklığının, parlak stiliyle ve ayrıca toplum, kültür ve bütün eserlerinin yöneldiği güç konularında sıkıcı biçimde geniş, çoğu zaman belirsiz, teorik ve yaratıcı fikirleriyle çok az ilgisinin olması bakımından benzemesine karşın tıpkı Theodor Adorno gibi tutumlarında sert, uzlaşmaz ve sofuydu. Kısaca Foucault, eserlerinde çok ötesine geçtiği roman, tarih, sosyoloji, siyaset bilimi ve felsefe türlerine bağlı karma bir yazardı. Bundan dolayı O, yaptığı çalışmalara kasten belli bir sınırların dışındalık katıyordu, onun için hem Nietzscheci hem de postmoderndi: idolleri ve mitleri altüst edişinde alaycı ve ahlak dışıydı. Bununla beraber Foucault’nun en nesnel yazısında bile insan hala ayırt edici bir ses duyabilir: kültürel bir tür olarak röportajın ustası olması tesadüf olmasa gerek. Böylelikle eleştiri ve yaratı arasında var olan eski makbul hudut tayinleri, Foucault’nun yazdığı ve söylediği şeylerde geçerliliğini yitiriyordu, tıpkı Nietzsche’nin sözlerinde ya da Gramsci ’nin Prison Notebooks’unda Barthes’ın genel olarak yazdıklarında, Glenn Gould’un piyano ve söz temsillerinde, Adorno’nun teorik ya da otobiyografık parçalarında, John Berger, Pierre Boulez, Luchino Visconti ya da Jean Luc-Godard’ın eserlerinde olduğu gibi. Bu asla Foucault’nıın tarihinin, örneğin, tarihsel geçerliliği ya da doğruluğu olmadığı anlamına gelmez, bunun anlamı kendini bilme gibi başlıca dikkati gerektiren yapıtlar olarak bu tarihlerin -daha önce değindiğim diğer çalışmalar gibi- önümüzdeki karma türlü eserlerin öğrenmeyle, alıntılamayla ve bulgularla dopdolu olduğudur. Entelektüel-kariyerinde en azından üç ayrı evre olmasına karşın Foucault’nun eserlerinde en başından sonuna değin tekrarlanan bir takım temalar vardır. Bu temalar en iyi. hareketsiz nesnelerden ziyade düşünce gezegenleri olarak kavranabilir. Foucault’ nun üzerinde çalıştığı ve yazdığı herşey çatışma izlerinin ısrarlı biçimde dayanıklı bir zinciri ve Onun meşhur arkeolojilerinin ve Nietzscheci geneolojileninin odağıdır. ilk başta Foııcault Avrupa’nın sosyal yaşamını, bir tarafta marjinal, itaatsiz, farklı ve diğer yanda makul, normal, genel olarak sosyal vb. arasında bir mücadele olarak anlıyor görünüyor. Foucault, bu mücaddelerin sonucunda (ve Foucault’nun şeyleri kavramasında doğum metaforu ve biyolojik sürekliliğin önemli bir yeri olduğu göz önünde tutulduğunda) bilgiyi meydana getiren disiplin ve hapsetme kurumları içinde gelişecek çeşitli tutumların doğduğunu düşünüyor. Böylece klinik, hapishane ya da yetimhane, tıbbi uygulama, cezai bilim ya da normatif hukuk ilminin doğuşuna tanık oluyoruz. Bu tutumlar -Foucault’nun daha sonraki dönemlerde formüle ettiği merhametsiz bir saptayışa göre- hapishaneler ve hastahaneler, sırasıyla kabahat ve hastalığa karşı fabrikalar olarak görülene değin önce direniş ve sonuç olarak da bu kurumlarda değişim yaratır. Daha sonra Foucault gücün, kurumlar ve bilimler dahil olmak üzere sürekliliğin her yanında, patlayıcı ve etkileyici bir şekil olarak çoğunlukla seçilen isyancı baskı, hapse mahkum edilmiş birey ve topluluklar -deli, hayalperest, suçlu peygamberler. şairler, kovulmuşlar ve ahmaklar- ve de bilgi üretiminde kendisini hissettirdiğini iddia ediyor. Foucault’nun çalışmalarında baştan sona var olan diğer bir ana düşünce gezegeni de bilginin (savoir) kendisiydi. Foucault bilginin kaynaklarını, formasyonunu, düzenini, değişim ve sabitlik biçimlerini, muazzam maddi varlığına daima karşılık vermesini bir ağ gibi karmaşıklığını, epistemolojik durumunu en ince detayına kadar inceledi. Onun arkeolojileri, bilginin sosyolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla amaçlı olarak benzer biçimde tasarlanmamıştır. Bunun yerine O, kendi sözleriyle, tarihi kendi aleyhine çevirmeye, “bellek ile bağlarını koparmaya, metafizik ve antropolojik kalıbını kırmaya ve bir karşı-bellek —zamanın büsbütün bütün farklı bir formu içine tarihin bir dönüşümü- inşa etmeye” girişiyordu. (“Nietzsche, Geneology, History”). Bu yüzden Foucault, kendisiyle bilgi arasında kararsız ve gittikçe karmaşıklaşan bir tavır geliştirdi. Ben burada Foucault’nun kariyerinin üç evresine hızlıca bir bakmak istiyorum. İlk büyük çalışmaları -Madness and Civilization (Histoire de la folie) (1961; İngilizce çevirisi 1965) ve The Order of Things (Les mots et les choses) (1966; 1970) (başlıkta olduğu gibi metinlerde de İngilizce çevirilerle Fransızca Orijinalleri arasındaki az. çok yaklaşık ilişki Foucault’nun Ingilizce çevirilerinin ne kadar düzensiz olduğunun bir göstergesi)- belgeleri kazıp çıkaran, arşivleri yağmalayan, dini metinleri yeniden okuyan ve sır olmaktan çıkaran, merhametsizce alim bir araştırmacı görüntüsü verir. Daha sonra ikinci dönemde “Archaelogy of Knowlodge” (1969;1972) ve “The Discourse on Language” (L’Ordre du discours) 1970; 1971) eserlerinde bilgiden uzaklaşır, bilginin maddesi yaptığı şeyi bilgi yapmak üzere bütün bir sistematik aygıtı uzun uzadıya anlatır. Bu dönem boyunca bilgi tabir caizse, koparılmış ve Foucault’nun terminolojisinde yeniden düzenlenmiştir: bu, arşiv, söz, ifade, sözçekmeli fonksiyon gibi sözcükler, kesin bir sınıflandırmayla bir Fransız sabit fikrine işaret etmenin çok hoş olmayan bir yolu; Onun bir tür şeffaf düşünsel hapishane olarak bilgiye karşı baş gösteren husumetini üretken hale getirmesinin, kontrol etmesinin bir yolu olarak nesrine girdiği zaman gerçekleşir. Bununla beraber Foucault’nun çalışmasının tüm önyargısı paradoksal olarak akılcı, sakin ve serinkanlı duruyor. Ancak Foucault’nun mahkumlar adına yaptığı çalışmasından doğrudan ortaya çıkan Discipline and Punish (1975; 1977) ve kaynakları Foucault’nun kendi belli cinsel kimliğindeki olaylar olan The History of Sexuality (1976;1978) adlı eserleriyle bilgi açıkça bir düşmana dönüştürülüyor. Foucault buna kötümser biçimde gücü ve aynı zamanda gücün getirdiklerine karşı aralıksız fakat düzenli olarak bozguna uğrayan direnişi ekler. Foucault’nun çalışmalarının özü, neticede, daima taşıdığı ve muhtelif şekillerde somutlaştırdığı bir düşünce olan ötekilik duygusudur. Foucault açısından ötekilik, kendi içinde hem bir güç hem bir duygudur, görünüşteki sonsuz dönüşümlerinin çalışmalarına yansıdığı ve bunları şekillendirdiği birşeydir. Foucault sapma ve sapkınların toplumla çatışmaları hakkında, dediğim gibi, bir manifesto düzeyinde yazılar yazmıştır. Daha ilginç olanı, bununla beraber, Onun aşırı olan herşeyin, düşüncelerin altında-üstünde duran tanım, taklit ya da örnek, bütün bu şeylerin onda uyandırdığı cazibedir. Bu cazibe eleştirilere eğilmekteki isteksizliğinin Olduğu kadar (eleştirilere karşı zaman zaman yaptığı hakaret dolu saldırılar hariç Onu yapısalcı olarak nitelemekte ısrar eden George Steiner akla geliyor-) anti-platonculuğunun da nedenidir. İlgi duyduğu şey, Archaeology’de belirttiği gibi, işaretler ve sözlerde gizli, keşfedilebilir fakat dile ve konuşmaya indirgenemez olan’”fazlalık’tır” işte bu ‘fazlalıktır’, bizim ifşa ve tarif etmemiz gereken” der. Böyle bir ilgi aynı zamanda hem dolambaçlı ve hem de anlaşılmaz gözüküyor, ancak bu Foucault’nun eserlerinde özellikle yerleşmemiş bir takım şeylere dayanır. Onun yazdıklarında ne okur ne de yazar için alışık olmak gibi bir şey söz konusu değildir. Yerinden çıkarmalar, baş döndürücü ve fiziksel olarak güçlü bir nesir, (örneğin, Discipline and Punish’te yer alan işkence tasviri ya da The Order of Things’teki bir adamın ölümü üzerine yazılan daha sakin fakat daha sinsice etkileyen bölümler), araştırmanın bütün alanlarını bulmadaki esrarengiz yetenek: Tüm bunlar Foucault’nun ötekiliği ve heterodoksiyi ehlileştirmeden ya da doktrinin içine almadan formüle etme konusundaki sonsuz çabasından doğar. Bu Nietzsche’nin büyük bir yirminci yüzyıl düşünürünün çalışmalarında derin bir düzeyde iş gören mirasıdır. Bu miras, genel ve evrensel olana tercih konusu olan özel ve özgün birşeydir. Nitekim, unutulmaz bir röportajında Foucault, evrensel bir entelektüel olmak yerine özgün olmaktan yana ve bütün bir kültürü kumanda etmeye cüret eden, (Sartre ve Aron kastediliyor olabilir) kendi söylediğinden başka doğru tanımayan büyük alimlerdense kendisi gibi disiplinlerin somut kavşaklarında çalışan bir düşünür olmaktan yana tercihini koyuyordu. Bu miras belki daha sonra yabancılaştırılmış, uzaklaştırılmış ve “değiştirilmiş” bile olsa, şimdi onun kaygıları Foucault’ya çalışma şartlarını ve etiğini dikte ediyor.

Foucault açısından ne nesnenin ne yazarın kimliği, ne nesne ne de özne, insanı meydana getiren olma sürecindeki, hatta geleneksel faaliyetlerin alıkonamaz enerjileri kadar önemli değildir. Bundan dolayı O, çalışmalarında bir yanda sözün anonimliği ve tutarsız düzenlilik, diğer yanda disipline edilmiş beyanlar, yazarsız ifadeler ve kişisel olmayan kuralların korkunç kurumuna meydan okuyan güçlü bilgiyi arzulayan adı kötüye çıkmış benliklerin, Foucault’nun kendisi de dahil, baskısı arasında neredeyse korkunç bir kımıldayamama hissine kapılır. Aynı zamanda arşivlere, dosyalara ve müsveddelere boğulmuş hatta belki hapsedilmiştir. Foucault paradoksal olarak kendini ve izleyicilerini sanki “güç direnişi üretir, direniş gücün yeni biçimlerini” diyen tezini canlandırmak ister gibi mutlak otoritenin daha büyük bir derecesi için teşvik ediyor görünür. Kariyerinin orta evrelerinde Mayıs 1968 olaylarının Foucault’ya güç verdiğini görüyoruz, Onu ilk kez ciddi metodolojik düşüncelere sevk eden bir olaydı bu. Bunları ayrıca ilk röportajlarını verdiği sırada, ileride The Archeology of Knowlodge ‘da incelikle işleyerek genişleteceği fikirlerini geliştirmekte kullanmıştı. Onun güç felsefesi, hem isyancı ayaklanmanın sınırlarını ve hem de sözün yasaları tarafından görünmez olarak düzenlenen ilgi alanlarının kapsamlarını anlamaya başlamış göründüğü altmışların sonlarında ortaya çıktı. Tuhaf bir şekilde Foucault’nun son çalışmalarının Schopenhaeurcu pesimizme ve determinizme neredeyse zaten yönelmiş olmasına rağmen, altmışlar ve yetmişlerin başları boyunca yazdığı makaleler estetik ve entelektüel projelerin çeşitliliği, yoğunluğu ve enerjisinin verdiği hazzın bir ifadesi olarak okunabilir. Battaille, Flaubert, Deleuze, Hölderlin Magritte ve Nietzsche üzerine yazdığı bu döneme ait parçalar (bir kısmı Donald Bouchard tarafından Language, Counter-Memory, Practice içinde bir araya getirilmiş ve hassasiyetle not edilmiştir) bazı okurlarına göre Onun en iyi çalışmalarıydı ve makaleler kelimenin tam anlamıyla küstah olmaksızın parlaktı. En önemli çalışması, bununla beraber College de France’da 1970 Sonbaharında verdiği L’Ordre du discours (The Discours on Language olarak çevrildi) adlı bir açılış konferansıydı Burada Fransa’nın en büyük akademik kurumundaki araştırma ve konferanslarının programını ortaya koydu. Tipik bir tarzda, izleyicilerine yüzyıllar boyunca asla doğruluk, rasyonellik ve normallikten aşağı olmayan şeyler üzerine projelerin taslağını çıkarmayı, aynı anda gnomik elipsleriyle Beckettçi ve meşum sessizliğiyle Renancı bir seda içinde anlattı. Aşağı yukarı aynı tarihlerde Foucault, entelektüel nüfuz açısından içerideki başlıca rakibi olarak görmesi gereken Derrida ’yı ele aldı. Hatta Foucault’nun, yapısalcılık okulunun tarihselci olmayan bir laissez-faire tavrına izin veriyor oluşundan duyduğu açıkça ortada olan korkuyu hesaba katarak, Derrida hakkındaki sözlerinde şahsına münhasır olmayan bir keskinlik ve alaylı bir tepeden bakış olduğu, diğer yandan ortak bir antimitolojik ve antitutucu projeden dolayı yakın ilişkide bulunduğu görülür. Bilebildiğim kadarıyla Derrida vicdan azabının ve inanıyorum aralarındaki açıklığın derece derece azalmasını sağlayan kendini tutuşunun bir işareti olarak Foucault’yu yanıtsız bıraktı. Foulcault’nun yetmişler boyunca tomurcuk veren, ahlak kurallarına karşı gelen, genellikle sert, her zaman tahrik eden ve politik olan ilgilerinin sayısız mantık çizgisini çözmek için daha çok erkendir. Foucault dünyanın her tarafından bir çok talep alan meşhur bir yazar ve konuşmacı olmaya başlamıştı. College de France’deki dersleri övgülerini, aslında dersleri hazırlamak, onları daima ayrıntılı olarak araştırmak ve cours magistra!e’in geleneğine en fazla hürmetle ve en uygun usulle vermek suretiyle yanıtladığı geniş bir izleyici kitlesi çekiyordu. Mahkumlar adına ve cezai reform üzerine yaptığı çalışması, Onun pskiyatri ve devrim karşısındaki oldukça tuhaf ilgili tutumları gibi bu dönemde olgunlaştı ve tamamlandı. Doğal olarak sosyo psikolojik yörüngesiyle bir entektüel için yeterli olan bunlar, Foucault’nun onlar olmadan düşünülemeyeceği yazarlar Freud ve Marx’ın çalışmaları için sık sık açığa vurduğu husumet içinde cisimlendirildi. Ancak şu bir gerçek ki sosyal olarak kural dışı kişilikleri ve Allah vergisi engin yetenekleri Foucault’yu kendi soyu hakkında şüpheye düşürmüştü. Bu yüzden O, seleflerini dikkatle seçerek, Borges’in Kafka’sı gibi yaşamının bazı biyolojik, entelektüel ve sosyal izlerini büyük bir dikkat ve çabayla yok ederek kendi kendini doğuran bir adam olmuştu. Hatta çağdaşları konusunda kendisini zamanla hem altmışların Maoist akımlarından ve hem de genellikle Ona karşı diğer Paris idollerine olmadığı kadar saygılı olan nouveaux philosophes’in en kötü aşırılıklarından uzak tutarak daha dikkatli davranıyordu. Kariyerinin son evresinde Foucault’nun kaygıları, gücün mikrofiziğine aksetmiş olarak, hapsedilmenin sosyal sonuçları ile ilgili araştırmalardan ziyade cinsel kimliğin derin tarihi ile sınırlıdır. Başka bir deyişle Foucault dikkatini, disiplinlerin ve tezlerin detayları yoluyla bilinebilir olan sosyal bir nesne olarak insan yaradılışından, arzu, zevk ve merak yoluyla bilinebilen insan cinselliğine kaydırmıştır. Hatta böylece Onun en son projesi, History of Sexuality’nin ilk cildinde yer alacağını söylediği şeklinden epeyce farklılaştı. Bu arada diğer iki cilt (The Use of Pleasure ve The Care of the Self ) sekiz yıllık bir aradan sonra öldüğü yılda ortaya çıktı; klasik Yunan ve Roma’ya “bireylerin birbirleri üzerine dikkatlerini odaklamaya, aralarında, onu doğal ya da düşmüş yapan, varlıklarının gerçeğini, arzuyla, keşfetmeye izin veren belli bir ilişki oyunu yaratarak birbirlerini arzunun bir nesnesi olarak yorumlama, anlama ve kabul etmeye nasıl ***ürdüklerini” (The Use of Pleasure, s.5) keşfetmek üzere geri dönme projesini bütünüyle yeniden tasarlamıştı. Politikten kişisele bu özel ve üst-belirlemeli kaymaya neden olan şey, diğer etkenlerle birlikte, kamusal alanın büyüden epeyce kurtarılması, daha açık olarak belki onun bu alanı etkileyebilmek için fazla bir şeyinin olmadığını hissetmesiydi. Ayrıca belki de ulaştığı ün, korkunç ve ürkütücü kamu karşısında bilgi perhizi, üretim ve kendine yüklediği performansta önemli bir rahatlamaya izin veriyordu. Foucault dikkati çekecek derecede, eğer müptelalık değilse, seyahate, çeşitli ve değişik lezzetlere (Kaliforniya’da sıklıkla konuk oluşlarını simgeleyen) ve çok az olarak politik mevkilere karşı duyduğu arzuyu keşfetmeye çalıştı. Gulaglara karşı ve Sovyet ve Kübalı muhalifler adına sık sık atılmaktan eskimiş nutukların çekiciliğine kapılmış olan başka ilericilerin şimdiye dek onun hakkındaki düşünceleri yine de üzücüydü, O geçmişle muhatap olduğu için kendisini her türlü böylesi basit politik formülden uzak tuttu. Ancak aynı zamanda Foucault’daki değişimin ayırıcı nitelikte alışılmadık bir aşırı tecrübe olarak İran devrimi yoluyla meydana geldiğini düşünebiliriz. Foucault Şiiler’in Şah’a karşı “ruhani politikaları” olarak adlandırdığı şeyi inceleyen ilk Batılılardan biriydi. Bunun içinde, sınıf çatışmaları ya da ekonomik baskı gibi geleneksel kurallar altında güdülmesi mümkün olmayan bütünüyle kolektif, irade dışı aşırılıklar keşfetti. Devrimin başarısının istisnai olarak bir genci zulüm rejimini başa getirdiği göreve kadar Iran devriminde bir süre için Onu cezbeden vahşice homurtuları ve birikmiş enerjiyi sezmişti. Bu sanki en başta Foucault’nun kişisel olmayan, yazısız hareket teorilerinin açık bir şekilde gerçekleşmesini sağladı ve Foucault tahmin edilebilir bir hayal kırıklığıyla irkildi. Gerçekten zeki bir adam olan Foucault, öldüğünde dünya çapında bir üne sahiptir. Bütün okurlarının muhakkak anımsayacakları şey, Onu ilk kez okurken başka hiçbir yazarda olmayan Foucault’nun üslubuna özgü bir derinlik ve zorluk kabiliyetiyle bir elektrikli patlama ve ardından bir başkasıyla ortaya konan böylesi keskin ve oldukça dikkat çeken düşüncelerle karşılaştıklarında nasıl bir şok duydukları olacaktır. Böylesine üretken ve etraflı bir araştırmacıda, kitaplarının daima -en uzun olanları bile- vecize kabili bir meyil taşıması ve insanı nadiren yoran, tam tersine okuyucuyu canlandıran ve tahrik eden üçlü dörtlü seriler halinde (örneğin, “arkeoloji” ne düşüne tarihi, ne entelektüel tarih, ne de aklın tarihidir) olumsuz ayrımları açık hale getirme sanatındaki ustalığı dikkate değer özelliklerdi. Bununla beraber Foucault, İngilizce konuşan dünyada, metodolojilerini yazık ki parçalara ve yeniden parçalara ayıran ve tarih eserlerine çok az ilgi gösteren edebiyat teorisyenleri arasında en çok sözü geçen yazardı. Diğer taraftan Foucault’nun bence, fundamental noktalarının gücünü ve niteliğini ciddi anlamda bozmadıkları halde, zayıflıkları her yönüyle ortaya çıkarıldı. Foucault’nun kör noktalarından en çarpıcı olanı, örneğin, Onun esas olarak sınırlı olan Fransa tanıklıklarıyla görünüşte evrensel olan yargıları arasındaki ihtilaflar konusundaki kayıtsızlığıydı. Üstelik dışlama, sınırlama ve baskı gibi sorunlarla karşılaşan feminist ve postkolonyal yazarlarla ilişkilerinde gerçek bir alaka göstermez. Doğrusu Foucault’nun Avrupamerkezciliği neredeyse tamdı, sanki tarih sadece bir grup Alman ve Fransız düşünür arasında cereyan etmişti. Son çalışmalarının amaçları daha özgün ve zor anlaşılır olmaya başladığı için, tarihçiler ve teorisyenler tarafından, Onların kavrayışlarında bağını kestiği alanlarda yapılan titiz çalışmalarla görünüşte alay etme imasıyla genellemeleri çok daha serbest görünüyordu. Foucault bir filozof ya da dili ve öğrenmeyi riskli şekilde çeşitli, genellikle aykırı sonlara yayan muhteşem bir zeka sahibi olarak okunup ya da istifade edilip edilmese bile, Onun eserleri gelecek kuşaklar için anti-ütopyacı etkiyi yerinden etmesiyle akıllarda kalacak. Foucault’nun başlıca olumlu katkısı toplumu kuşatan bilgi teknolojilerini ve bilginin kendisini incelemesi ve açığa çıkarması, hatta bu teknolojiler kendi kontrolsüz heyecanlarıyla, sınır ve mantık olmaksızın gelişirken bile bunları idare ve kontrol edebilir, normal bir hale getirmesiydi. Onun en büyük ve kritik katkısı da insani ve sosyal bilimlerde temel teşkil eden kimlik ve öznellik araştırmalarının antropolojik modellerini yok etmesidir. Herşeyi eninde sonunda ya bir çeşit Cartesian benlik ya da yalnız bir kahraman sanatçıdan çıkmış gibi toplumda ve kültürde görmek yerine Foucault, sosyal yaşamın kendisi gibi bütün işlerin kolektif olduğu şeklinde çok daha doğru bir nosyonu tercih ediyordu. Bu yüzden temel görev, bizi bir doktora ilaç verme ya da bir tarihçiye tarih yazma yetkisi veren şeyin esasen bir kişisel kabiliyetler seti değil bütün profesyoneller tarafından bilinçsiz bir a priori olarak verildiği kabul edilen kuralları takip etme becerisi olduğunu söylemekten alıkoyan ideolojik temayülleri tuzağa düşürecek ve işlemez hale getirmektir. Foucault bu kuralların yerine, kendinden önceki herkesten daha çok kural tayin etti ve hatta daha etkileyici biçimde, uzun zaman periyodları içinde kuralların nasıl insanların ne (ve de nasıl) düşündükleri, yaşadıkları ve konuştuklarının epistemolojik belirleyicisi olmaya başladığını gösterdi. Foucault, kuralların nasıl değişebildiği konusuyla daha az ilgilenmiş olsaydı, bu ilk kaşifi olarak bunların, herkes yanılsama olmaksızın disiplinlerin, tezlerin, epistemelerin ve ifadelerin gerçekten tamamen ilgili olduğu şeyin farkında olsun istediği aşırı derecede detaylı güçlerinden kaynaklanırdı. Foucault’nun önceden Madness and Civitization adlı eseri için incelediği, orijinalinde akıl hastanesiyken şimdi nörolojik hastalıklara bakan bir hastanede ölmüş olması çok ince bir ironi taşımaktadır. Bu ürkütücü ve üzücü bir şeydi; sanki ölümü, Foucault’nun normal olanla patolojik olan, akılcı ile akıldışı, iyi huylu ile kötücül arasındaki symbiotik (ortakyaşar) paralellik üzerine yaptığı tezleri teyit ediyordu. Daha çarpıcı bir İroni ise, zaman zaman “ölümün filozofu” olarak adlandırılan Foucault’nun kendi ölümüyle, bir insan yaşamının gerçekten ne kadar olağanüstü, şüphe ***ürmez şekilde tuhaf ve kişisel bir şey olduğunun çok iyi bir örneği olarak görülmesidir. Fransız halkından bir sima olmaktan daha çok, Foucault, ulusaşırı bir işi olan bir entelektüeldir. Kolayca suçlamak yerine O, güç ve bilgi arasındaki gizli suç ortaklıklarını felsefi ciddiyetin sabırlı şüpheciliği ve enerjik cesaretiyle karşı karşıya getirme işini ortaya koydu, şık ve parlaktı.
 
Friedrich Ludwig Gottlob Frege

Friedrich Ludwig Gottlob Frege (8 Kasım 1848 - 26 Temmuz 1925) Modern Matematiksel Mantık'ın ve Analitik Felsefenin kurucusu sayılan Alman matematikçi, mantıkçı ve filozof.

Frege'nin Hayatı

Wismar'da doğdu. 1869'da Jena Üniversitesi'nde öğrenime başladı ve iki yıl sonra, 1873'te Felsefe Doktoru unvanını aldığı ***tingen'e taşındı. İki yıl sonra Jena'ya döndü ve matematik dersleri vermeye başladı. Matematik alanında 1879'da doçent ve 1896'da profesör oldu. 1925'de Bad Kleinen'de öldü.

Bilime Katkısı

Aristo'dan sonraki zamanların en büyük mantıkçısı kabul edilir. 1879'da yayınladığı, devrim niteliğindeki Begriffsschrift veya Kavram Yazısı, Aristo'dan beri nüfuzunda bir değişiklik olmayan eski Terim Mantığı'nın yerini alarak mantığın tarihinde yeni bir dönemi haber veriyordu. Begriffsschrift bugün matematiğin her alanında kullanılan nicelikleme gibi, Orta Çağ'ın Çoklu Genelleme Problemi'ne çözüm getiren kavramlar ve fonksiyon ve değişkenlerin açık bir şekilde konumlandırılması gibi özellikleriyle temelleri sarstı.

Frege, Önermeler Mantığı ve kendi icadı Yüklem Mantığı'nın aksiyomatikleştirilmesini oluşturan kişidir. Bertrand Russell'ın Tarifler Teorisi ve Russell ile Alfred North Whitehead'in Principia Mathematica 'sı için son derece temel bir kavram olan nicelikleme de yine Frege'ye aittir. Çalışmaları kendi döneminde geniş ölçüde tanınmamış ve fikirleri, özellikle Giuseppe Peano ve Russell gibi, etkilediği insanlar aracılığıyla yayılmıştır. Ludwig Wittgenstein ve Edmund Husserl da felsefî açıdan etkilediği kaydadeğer insanlardır.

Frege, en temelinde önerme'nin fonksiyon-argüman analizi, özel isimlerin anlam ve gönderim tefriki, kavram ve nesne tefriki ve bağlam prensibinin geliştirilmesi bulunan, Lisan Felsefesi'ne yaptığı derin sistematik katkılarla Analitik Felsefe'nin kurucularından sayılır. Edmund Husserl ve Max Schröder gibi zamanının önde gelen bir çok mantıkçı ve felsefecisiyle yazışmıştır.

Frege, mantıkçılığın -- matematiğin mantığa indirgenebileceği düşüncesinin önde gelen ilk savunucusudur. Grundgesetze der Arithmetik isimli çalışmasında, aritmetiğin kanunlarını mantıktan çıkarmaya tevessül eder. (Masraflarını kendi karşıladığı) ilk cildi yayınladığında, Russell, ismiyle anılan paradoksu keşfetmiş ve Grundgesetzenin aksiyomlarının bu çelişkiye yol açtığını ifade etmiştir. Frege, bu paradoksun varlığını kabul edip, kitabın ikinci cildinin ek kısmında bu soruna yol açtığını düşündüğü aksiyomu belirtmişse de, aksiyomlarında tatmin edici bir değişikliğe gidememiştir. Russell ve John Von Neumann'ın sonraki çalışmalarında, bu problemin nasıl çözümleneceği yer almıştır.

Buna ve Russell'ın Frege'ye olan övgüsündeki cömertliğe karşın, yaşamı boyunca üne kavuşmamış ve --Tractatus ve Felsefî Soruşturmalar'da fikirleri Frege'nin mantık ve dil alanındaki kavramları etrafında dönen-- Ludwig Wittgenstein üzerindeki etkisi olmasa, bir filozof olarak değerinin hiç bir zaman anlaşılmayabileceği düşünülmüştür.

Frege üzerindeki önemli otoriteler arasında Michael Dummett, Günther Patzig, Hans Sluga, Terence Parsons ve Vincent Riolo sayılabilir.

Önemli Eserleri

Begriffsschrift (Kavram Yazısı), eine der arithmetischen nachgebildete Formelsprache des reinen Denkens, Halle a. S., 1879

Die Grundlagen der Arithmetik (Aritmetik'in Temelleri): eine logisch-mathematische Untersuchung über den Begriff der Zahl, Breslau, 1884

"Funktion und Begriff" (Fonksiyon ve Kavram): Talk given in a Meeting on January 9, 1891 of the Jenaischen Gesellschaft für Medizin und Naturwissenschaft, Jena, 1891

"Über Sinn und Bedeutung" (Anlam ve Gönderim Üzerine), in Zeitschrift für Philosophie und philosophische Kritik, C (1892): 25-50

"Über Begriff und Gegenstand" (Kavram ve Nesne Üzerine), in Vierteljahresschrift für wissenschaftliche Philosophie, XVI (1892): 192-205

Grundgesetze der Arithmetik (Aritmetik'in Temel Kanunları), Jena: Verlag Hermann Pohle, Band I (1893), Band II (1903)

Was ist eine Funktion? (Fonksiyon Nedir?), in Festschrift Ludwig Boltzmann gewidmet zum sechzigsten Geburtstage, February 20 1904, S. Meyer (ed.), Leipzig, 1904, pp. 656-666

"Der Gedanke" (Düşünce) Eine logische Untersuchung, in Beiträge zur Philosophie des Deutschen Idealismus I (1918-1919): 58-77

"Die Verneinung" (Değilleme / Nefy / Negasyon), in Beiträge zur Philosophie des deutschen Idealismus I (1918-1919): 143-157

"Gedankengefüge" (Bileşik Düşünce), in Beiträge zur Philosophie des Deutschen Idealismus III (1923): 36-51

Frege bu makalelerden son üçünü Mantıksal Araştırmalar adıyla yayınlamak amacındaydı. 1975'te, ölümünden sonra en azından İngilizce tercümeleri Logical Investigations adıyla yayınlanmıştır.
 
ACOSTA, Gabriel

(1585-1640) Portekizli düşünür. Ruhun ölümsüzlüğü inancına karsı çıkmış, din sorunlarının akılcı bir yöntemle eleştirilmesi geleneğini kurmuştur. Oporto' da doğdu, Amsterdam' da öldü. Sonradan Katolik olan Yahudi bir ailenin oğludur. Çocukluğunda sıkı bir Katolik eğitimi gördü. Coimbra' da öğrenimini bitirdikten sonra küçük bir manastıra kapandı. Burada incil üzerinde yaptığı çalışmalar sonucu, Yahudilik' e yönelince, ailesini de buna inandırmaya çalıştı. Ailesi dinsel inançları nedeniyle kovuşturmaya uğramaktan korkarak Amsterdam' a sığındı. Acosta Amsterdam' da Yahudi ayinlerinin ve öbür dinsel uygulamalarının Incıl'e uymadığı, gereksiz katılıklarla dolu olduğu kanısına vardı. Hahamlarla uzun tartışmalara girişti: ruhun ölümsüzlüğü ilkesinin belirsizliğini ve Incıl'in tutarsız oluşunu vurgulayan bir kitap yazdı. 1624' te Examen dos Tradiçoens Phariseas Conferidas Con a Lay Escnta adıyla yayımladığı bu kitabı nedeniyle din düşmanı sayıldı. Kitap bir başka yapıtıyla birlikte toplattırılarak yakıldı, kendisi de afaroz edildi. 1633' te yeniden Yahudi topluluğuna dönmek istedi. Bu istek, görüşlerinin değişmesinden değil, bir toplumsal çevre gereksinîminden kaynaklanıyordu. Yeniden topluluğa kabul edilen Acosta, bir süre sonra Musa' nın getirdiği ilkelerin tanrısallığından kuşkuya düşerek, tüm dinlerin insan düşüncesinden doğup doğmadığını sorguladı. Daha sonra tüm Yahudi kurallarını çiğnediği ve iki Hıristiyan'ı Yahudi olmaktan alıkoyduğu gerekçesiyle suçlanarak, Sinagog' dan kovuldu. 1640' ta son bir kez daha Yahudi toplumuna kabul edilmesi için başvurdu. Bunun gereği olarak ağır kefaret cezalarından geçmeye zorlandı. Önce sinagogda pişmanlığını dile getirdi, sonra 39 kamçı yiyerek yere yatırıldı, üzerinden tüm Yahudi cemaatı yürütüldü. Bu olaydan sonra eve gelerek öz yaşam öyküsünü yazdı ve kendini vurarak intihar etti. Öbür kitapları yakılıp yok edildiğinden, görüşleri hakkındaki bütün bilgi 1687' de yayımlanan bu öz yaşam öyküsünden gelir.

Acosta, ruhun ölümsüzlüğü öğretisine karşı çıkmış, bunu kuşkulu ve Incil' e aykırı bulmuştur. Ona göre bütün dinler birer insan buluşu, düşünce ürünü olabilir. Acosta, gerek doğa verilen ve akıl ilkelerine dayanan eleştirici düşünceleri, gerekse acıklı yaşamı nedeniyle, sonraki dönemlerde etkili olmuş, inanç sorunlarının tartışma ve eleştiri konusu yapılmasına öncülük etmiştir. Özellikle Yahudi-Hıristiyan inançlarını bir bütünlük içinde ele alışı, bu inançlarla ilgili sorunlara, belli bir dine bağlanmadan, yansız bakışı tanrıbilime önemli bir yenilik getirir. 18. yy' dan bu yana gelenekçi dinlere karşı çıkan, düşünce ve inanç özgürlüğü görüşünü savunan, din anlayışının gelişmesinde katkısı büyüktür.

• YAPITLAR: Examen dos Tradiçoes Phariseas Conferidas Con a Lay Escrita, 1624, ("Yazılı Yasalarla Karşılastırarak Farsi Geleneklerin Incelenmesi"); Tratado de L'Immortalitat de L'Ama, 1626, ("Ruhun Ölümsüzlüğü Ustüne"), Examplar Humanac Vttae, 1687 ("insan Yasamından Örnekler.")
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol puff
Geri
Üst