Dini Hikayeler

-£sPoiR-

Kayıtlı Üye
Dini Hikayeleri /+ rap =)

Resulullahın sana selamı var


Borcunu ödeyemeyen bir fakir, Ravza-i Mutahhara'ya gelip: (Ya Resulallah, şefaat buyur, borcum var ödeyemiyorum) diye hâlini arz etti. Az sonra uyku bastırdı, uyuyakaldı. Rüyasında Peygamber efendimizi gördü.

Efendimiz aleyhisselam, (Falan yere git, orada şöyle bir zengin var, ona selamımı söyle, borcun kadar parayı iste. Doğru söylediğine delil isterse, her gün bana 100 salevat getirmeden yatmazdı, dün unuttu.. Onu hatırlat da bu akşam getirsin) buyurdu.

Heyecanla uyanan adam, zengin adamı araya araya buldu. Adamın evine vardığında onu, samanlıkta saman elerken gördü. Adam samanın içine beş kuruş düşürmüş onu bulmak için bütün samanı elekten geçiriyordu. Onun bu hâlini görünce taaccüp etti ama, yine de ben vazifemi yapayım deyip, Resulullahın selamını tebliğ etti:

Resulullahın sana selamı var. Salevat getirmeyi dün akşam unutmuşsun, bu akşam söylesin buyurdu. Ben ise borçlu bir kimseyim, benim 300 dirhemlik borcumu ödemeniz için Peygamber efendimiz beni sana gönderdi dedi.

Peygamber efendimizden selam gelmesi, adamın çok hoşuna gitmişti. Ne dedi, ne dedi diye adama üç defa tekrarlattı. Adam benimle alay mı ediyorsun diyerek gerisin geriye döndü. Fakat zengin olan, hemen önünü kesti: (Ben senin ağzından Resulullahın selamını daha fazla duymak için üç defa tekrarlattım. Her söylemene 300 dirhem veriyorum. Eğer daha fazla söyleseydin her biri için 300 dirhem verecektim) dedi ve adama 900 dirhem verip gönderdi.



KABİRDE KONUŞAN GENÇ

Takva sahibi olmak, hayatın her döneminde güzel. Ama fırsatlar çağı gençlikte bir başka güzel. Güce, kuvvete, güzelliğe rağmen günahlardan sakınanların mükafatı ebedi mutluluk. Hayatın baharı şeytana satılmazsa, sonsuz bahar bir adım ötede.

Hz. Ömer'in (R.A.) halifeliği döneminde ibadet ehli, son derece takva sahibi bir genç vardı. Hz. Ömer'in hayret ve takdirle izlediği bu gencin kalbi, Allah ve Rasulü'nün (A.S) sevgisiyle doluydu. Vakit namazlarında cemaati kaçırmaz, namazdan çıkar çıkmaz evine döner ve ihtiyar babasının hizmetini görürdü.

Bu gencin evine giden yolu bir kadının kapısının önünden geçiyordu. Kadın her defasında gencin yoluna çıkarak çirkin tekliflerde bulunuyor, fakat genç, Allah korkusundan ona iltifat etmiyordu.

Yine bir gün yatsı namazını kıldıktan sonra evine giderken, kadın tekrar karşısına çıktı. Bu sefer bütün maharetini kullanarak genci kandırmayı başardı. Fakat genç, kadının ardı sıra eve girerken birden bire Allahu Tealâ Hazretleri'ni hatırladı ve korkuyla dilinden şu ayet döküldü:

'Takvaya erenler (var ya); onlara şeytandan herhangi bir vesvese iliştiği zaman (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp, hemen gerçeği görürler.' (A'raf/201)

Hemen ardından da bayılarak düştü. Kadın hizmetçisini çağırdı. Genci tutarak evinin önüne getirip koydular. Sonra da kapıyı çalarak babasına haber verdiler. Babası dışarı çıkınca, oğlunu baygın bir vaziyette kapının önünde buldu. Komşulardan bir kaçı genci tutup eve taşıdılar. Uzun bir müddet baygın kalan genç kendine gelince, babası:

- Evladım neyin var ne oldu? diye sordu. Oğlu:

- Bir şeyim yok. dedi. Babası:

- Allah aşkına söyle! deyince, oğlu başından geçenleri anlattı. Babası:

- Hangi ayeti okumuştun? diye sordu. Genç, ayeti okudu ve tekrar kendinden geçti. Bir de baktılar ki genç ruhunu teslim etmiş. Bunun üzerine genci yıkadılar ve gece vakti götürüp göz yaşlarıyla defnettiler. Sabah olunca olay Hz. Ömer'e bildirildi. Hz. Ömer, gencin babasına gelerek başsağlığı diledi ve:

- Bana niye haber vermedin? diye sordu. Gencin babası:

- Ey Mü'minlerin Emiri, vakit geceydi. dedi. Hz. Ömer:

- Bizi onun kabrine götürün. dedi. Hz. Ömer ve beraberindekiler gencin kabrine geldiler. Hz. Ömer (R.A):

- Ey filan kişi! Rabbin makamında durmaktan korkanlara iki cennet var. (Rahman/46) dedi. Kabirdeki genç konuşup:

- Ya Ömer! Rabbim Cennette bana onları iki defa verdi. diye cevap verdi.



MELEKLER YIKADI

Eshâb-ı kirâmdan Hanzala hazretlerinin henüz yeni evlendiği günün gecesiydi. Sevgili Peygamberimiz, eshâbını toplayarak islâma saldırmak ve yok etmek için bütün savaş hazırlıklarını tamamlayan Mekkeli müşriklere karşı harp yapılması kararını vermişlerdi. Harbe katılacak sahâbiler tek tek evinden çağırıldı. Harp haberini duyuran haberci, Hanzala'nın evine uğradı. Bu karar ve resûlullah Efendimizin emri ona da ulaştı. Emri duyan Hanzala, boy abdesti alma fırsatını bulmadan Uhud'a gitmek üzere hemen sahâbenin arkasından koşmaya başladı ve eshâbının arasına katıldı.

Harp sona erince Müslümanlar Medine'ye dönmeye başladılar. Harbe iştirak edenlerin yakınları acaba bizden geriye dönen olacak mı heyecanı içerisinde yollara sıralanmışlardı. Bunların arasında henüz bir günlük evli olup, gece yarısı sevgili peygamberimizin emrine uyarak harbe giden ve şehitlik şerbeti içen hazreti Hanzala'nın dul hanımı da vardı.Herkes büyük bir heyecanla harpten dönenlere yakınlarını soruyor, fakat hiç kimse kimseye cevap vermiyordu. Ancak sorulan soruları sevgili peygamberimiz (a.s) cevaplıyordu. En son olarak soru sorma sırası, şehit olan Hanzala'nın hanımına gelmişti. Resûlullah Efendimize yaklaşarak:

- Ey! Allahın Resûlu! Hanzala nerede?

Sevgili peygamberimiz cevabında:

-''Hanzala şehit oldu'', buyurdu.

Bunun üzerine Hanzala'nın hanımı:

-Yâ Resûlullah, şu anda söyleceğim bir aile sırrıdır. Sizler de biliyorsunuz ki, kocamla daha henüz ilk evlendiğimiz geceydi. Kocam Hanzala, sizin mübârek emrinize uyarak boy abdestini alamadan harbe katıldı. Bildiğiniz gibi şehit oldu. Bu sebeple, emir veriniz de kocamı bulsunlar ve yıkasınlar, dedi.

Bunun üzerine sevgili peygamberimiz yarı hüzünlü bir şekild:

-Sen Hanzala için hiç merak etme! Ben Hanzala'yı rahmet suları ile melekler tarafından yıkanırken gördüm, buyurdu.

Bunun üzerine bütün sahâbiler Uhud yolunu tuttu ve herkes Hanzala'yı aramaya başladı. Daha sonra sahâbiler Hanzala'nın henüz vücûdu kurumamış ve ıslak bir şekilde buldular. Sevgili peygamberimizin müjdesini bizzat gözleriyle gördüler.

Bunun için O'na ''Gasilül- melâike'' yani (Meleklerin gusül ettirdiği Hanzala'' denir. Bu evlilikten Eshâbın büyüklerinden hazret-i Abdullah dünyaya geldi.

MELİK VE BEKÇİ

Zamânın sultânı Melîk Zâhir Mücirüddîn, bir defâsında Abdullah el-Acemî hazretlerinin köyüne gitmişti. Abdullah el-Acemî bahçelerde bekçilik yapıyordu. Melik onu bir bahçe içinde görüp:

"Ey Genç! Bize tatlı bir nar getir." deyince, bulunduğu bahçedeki bir nar ağacından nar koparıp götürdü.

Melik kesip tadına baktı ve;

"Bu nar ekşi sen nasıl bekçisin narın ekşisini tatlısını ayırd edemiyorsun?" dedi.

Abdullah el-Acemî kendisine âid olmayan meyvelerden hiç yemediği için, ekşisini tatlısını bilmiyordu. Melîk'in sözleri üzerine hem üzüldü hem de mahcûb oldu. Gidip bir ağacın altında namaza durdu ve iki rekat namaz kılıp şöyle duâ etti:

"Yâ Rabbî bana hangi narın tatlı olduğunu bildir, gidip Melîk'e vereyim..."

Onun namaz kılışını ve duâ edişini seyreden Melik hayretinden atın üstünde donakalmıştı. Çünkü ağaçlar da onunla secdeye gidiyorlardı. Hayatında ilk defa böyle bir halle karşılaşıyordu. Hayretle;

"Ağaçlar! Evet, ağaçlar! O secdeye kapandıkça ağaçlar da secdeye kapandılar! Demek bu genç erenlerden!" diyerek atından indi. Ayakta durarak Abdullah el-Acemî hazretlerine sevgiyle baktı. Sonra koşup ayaklarına kapandı.

Abdullah el-Acemî hazretleri geri çekilerek böyle yapmasına mânî olmak isteyince Melik Zâhir;

"Sen namaz kılarken şu bahçenin bütün ağaçları seninle birlikte secdeye kapandılar. Bunun kerametiniz olduğunu anladım. Sen mübârek bir kimsesin."dedi.

Abdullah el-Acemî'nin;

"Belki hâyâl gördünüz..." buyurması üzerine;

"Hayır! Vallahi gerçek gördüm. Melik aslında sizsiniz. Biz Melik değil sizlerin hizmetçisiyiz." dedi.

Bu konuşmalardan sonra Melik Zâhir ona duyduğu yakınlığı daha da artırmak istedi. Ona ısınmış, kalbi kaynamıştı:

"Benim edebli ve sana lâyık bir kızım var. Onu size nikahlamak isterim." O; "Efendim ben, malı mülkü olmayan, bir garibim" cevabını verdi.

Fakat Melîk niyetinde kararlı ve çok ısrarlı idi. Abdullah el-Acemî hazretleri onun bu samîmî ve candan isteği karşısında teklîfini geri çevirmedi. Nikâhları yapıldı.

Melik Zâhir saraya gidip durumu hanımına anlatınca o da memnun olup, kızının çeyizini düzdü. Sonra, kızını sultan kızına lâyık bir şekilde develer yükü çeyizle gönderdi.

Düğün alayı Abdullah el-Acemî'nin köyüne yaklaşınca haberciler durumu Abdullah Acemî hazretlerine bildirdiler. Bu haber üzerine düğün alayını karşıladı. Sultanın kızı bir deve üstünde tahtırevan içinde geliyordu. Peşinde de katar hâlindeki develer üzerinde yükler dolusu eşyâ vardı. Sultanın kızına yaklaşıp;

"Ey Sultân kızı! Benim hanımım olmayı mâdem ki kabul ettin, şimdi senden bazı isteklerim var!" deyince kız;

"Evet, buyurun söyleyin." dedi.

"O halde şimdi, sen üzerinde bulunduğun deveden in! Üzerindeki o süslü elbiselerin yerine benim vereceğim şu sâde elbiseyi giy. Sonra şuradaki bahçıvan evine gir." buyurdu.

Kız isteğini memnuniyetle yerine getirdi.

Melik Zâhir ile Abdullah el-Acemî hazretlerinin arasında geçen bu hâdise Irak'ta evliyâ bir zât ve talebeleri tarafından duyulmuştu. Ziyâret etmek için Abdullah el-Acemî'nin köyüne geldiler.

Köye geldiklerinde, Abdullah el-Acemî bahçede çalışıyor, bahçenin otlarını topluyordu. Gelen ziyâretçi heyetinin reisi Allahü teâlâya duâ etti ve otlara işaret etti. Allahü teâlânın izni ile otlar bir yere toplandı. Abdullah el-Acemî hazretleri onları karşıladıktan sonra;

"Niçin böyle yaptınız?" diye sordu.

O zât;

"Efendim sizin yorulmamanızı, nasihat etmenizi istedim." deyince de;

"Biz, böyle olmasını isteseydik, Allahü teâlânın izni ile otlar toplanırdı. Lâkin biz alın teri ile lokma yeriz." dedi ve alnında toplanan terleri sildi. Terleri parmaklarından damla damla toprağa döküldü.

Sonra;

"Ey bahçemin otları eski bulunduğunuz yere dönünüz." dedi. Otlar bahçeye yayılıp eski hallerini aldılar.

Ziyâretine gelen zât onun yanından ayrılmadı. Vefâtına kadar hizmetinde ve sohbetinde bulundu.


Istanbul'un Mânevî Fâtihi

Ubeydullah-ı Ahrâr'ın torunu Hâce Muhammed Kâsım'dan şöyle nakledilmiştir:

"Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra, âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip Semerkant'tan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, tâkib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra Semerkant'ın dışında bir yerde talebelerine;
"Siz burada durunuz!" buyurdu.

Sonra atını Abbâs Sahrâsı denilen sahrâya doğru sürdü. Talebeleri arasında Mevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip tâkib etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı:
"Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri ile sahrâya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu."

Ubeydullah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında;
"Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı" buyurdu.

Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî'nin şöyle anlattığını nakletmiştir:

"Bilâd-ı Rûm'a (Anadolu'ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hânın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydullah-ıAhrâr'ın şeklini ve şemâilini târif etti ve;
"O zâtın beyaz bir atı var mıydı?" diye sordu. Ben de târif ettiği bu zâtın, babam Ubeydullah-ı Ahrâr olduğunu ve beyâz bir atının olup, bâzan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezîd Hân, bana şöyle anlattı:

Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şunları dedi:
"İstanbul'u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Ubeydullah-ı Ahrâr Semerkandî'nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şekil ve şemâilini târif ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi;

"Korkma!" buyurdu.

Ben de;

"Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr çok." dedim.

Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm.

"İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defâ kös vur ve orduna hücûm emri ver." buyurdu.

Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücûma geçti. Böylece düşman hezîmete uğradı. İstanbul'un fetih işi gerçekleşti."



Namaz, namaz, namaz

Namazı vaktinde edâ etmek

Gençlerden biri, birgün, eğitimci-yazar Vehbi Karakaş’a soruyor:

Hocam, gündüz işteyim. O gün kılamadığım namazlarımı akşam eve dönünce kaza etsem olur mu?

Karakaş şöyle cevap veriyor:

Sen askersin farzedelim. Komutan sana günde 5 defa haber gönderse, sen gitmeyip de akşam komutanın huzuruna çıksan, üstüste üç selam veya beş selam çaksan, “emrinize hazırım komutanım” desen olur mu?

Namazı vaktinde kılmak çok önmlidir...

Allah Rasûlü (a.s.m) namazı vaktinde edâ hususunun ehemmiyetini şöyle ifade buyurmuştur:

“İbadet zamanın ilk saatinin son saatinden üstünlüğü, ahiretin dünyaya üstünlüğü gibidir.”

“Namaz vaktini nerede idrak edersen, hemen kıl! Çünkü fazilet ondadır.”

“Vaktinden geç kılınan namaz, münafığın namazıdır.”

Namazın unutulma ya da uyuyup kalma neticesinde kılınamaması hâlinde de Allah Rasûlü (a.s.m) şöyle buyurmuştur: “ Bir kimse bir namazı unutsa ya da uykuda geçirse, onnun kefareti, hatırlayınca hemen kılmaktır.”



Bir asker, komutanı kendisini çağırdığı zaman: “bir dakika ayakkabılarımı boyatıyorum” diyebilir mi? ve ya “işim bitsin de sonra gelirim” diyebilir mi?

Bir kulunu Allah(c.c) günde 5 vakit huzuruna çağırır da, o kul: “bir dakika evimi boyatıyorum, villa yaptırıyorum, beş dakika canım şu işleri bir bitireyim, 40-50 yaşına bir geleyim. Ondan sonra birşey düşünürüz.” Dese bu davranış bir laübalilik ve terbiyesizlik olmaz mı?



Gün içerisinde, Rabbinin insana, kendisiyle adetâ konuşma imkânı sağladığı, onu huzuruna kabul ettiği, huzuruna çağırdığı bir ibadet namaz. Sanki Rabbi insana namaz vakti girdiği an şöyle nida ediyor: “Kulum bırak işini ve huzuruma gel.. gel de, ihtiyaçlarını, sıkıntılarını paylaş benimle.. Sana ben medet olayım.. Bu ana kadar yaptığın ibadetleri bana takdim et... et ki, ben onları katımda çoğaltarak, amel defterine yazayım. Kainatın ibadetine seni hissedâr kılayım...”





Evet... İnsanı efendisi huzuruna çağırıken, o an yaptığı işin ne önemi var? “Efendim beni huzuruna çağırıyor!” deyip Rabbiyle kulun hemhâl olmasından daha güzel ne var? O an!!... O an!!.. yani ezanın okunduğu an.. “Rabbim beni çağırıyor” deyip, huzura varmaktan daha önemli ne var? Efendimizin bizi namaza çağırdığı an icabet etmek çok önemlidir..!

Ezan ile, namaz arasını ne kadar kısa tutarsak, okunduğunu duyar duymaz, abdest almaya koşar, ya da abdestliysek hemen namaza durursak, Allah’ın izniyle, pek çok vesvesenin de önü kesiliyor inşaallah..





Rabbimizin bizim ibadetimize, Onun huzuruna çıkmamıza ihtiyacı yoktur.. O huzurdan medet almaya, o huzurda gıdalanmaya, o huzura iltica etmeye, sığınmaya, biz muhtacız..

Candan bir dostunuz vardır.. Derdinizi anlatmaya gidersiniz.. sıkıldığında yüzünü görmek istediğiniz bir arkadaş, bir dostunuz... Ama dostunuza hergün günde beş vakit gidip derteşemezsiniz... Her zaman yanınızda bulamazsınız.. Her an, müsait olmayabilir sizi görmek için...

Ama, Allah...! Allah öyle bir dosttur ki insana, siz istemeseniz de, hatırlamasanız da, hep yanıbaşınızdadır. Siz daha Ona iltica etmeden, kalbinizden geçenleri bilir de medet verir.. Allah kimin dostuysa, dostlarını karanlıktan nura çıkarır. Onların imdadına yetişir. Dost, dostunun ızdırabına razı olur mu?

Evet... Allah’a ne kadar dostuz..??

Bize sevgili olanları sevdiğimiz kadar O’nu seviyor muyuz? Bir boğaz için neleri feda ederiz... Sabah erkenden kalkarız... Namazı ise, kılmayıveririz..L Yaşantımız hakiki imana, İslâmiyete muvafık mıdır? Rabbimizin rızasına uygun mudur? Hiç düşünmeyiz...
 
Son düzenleme:
Hakka İnanamayan Berber

Adamin biri her zaman yaptigi gibi sac ve sakal tirasi
olmak icin
berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle guzel bir
sohbete
basladilar. Degisik konular uzerinde konustular.
Birden Allah ile ilgili konu acildi...
Berber: " Bak adamim, ben senin soyledigin gibi
Allah'in varligina
inanmiyorum."
Adam: " Peki neden boyle diyorsun?"
Berber: " Bunu aciklamak cok kolay. Bunu gormek icin
disariya cikmalisin.
Lutfen bana soyler misin, eger Allah var olsaydi, bu
kadar cok
sorunlu, sikintili, hasta insan olur muydu, terk
edilmis cocuklar olur muydu?
Allah
olsaydi, kimse aci cektirmez, birbirini uzmezdi. Allah
olsaydi,
bunlarin olmasina izin verecegini sanmiyorum..."
Adam bir an durdu ve dusundu, ama gereksiz bir
tartismaya girmek
istemedigi icin cevap vermedi. Berber isini
bitirdikten sonra adam
disariya cikti. Tam o anda caddede uzun sacli ve
sakalli bir adam gordu.
Adam bu kadar daginik gorundugune gore belli ki tiras
olmayali uzun
sure gecmisti. Adam berberin dukkanina geri dondu.
Adam: " Biliyor musun ne var, bence berber diye bir
sey yok"
Berber: " Bu nasil olabilir ki? Ben buradayim ve bir
berberim."
Adam: " Hayir, yok. cunku olsaydi, caddede yuruyen
uzun sacli ve
sakalli adamlar olmazdi."
Berber: " Himmm... Berber diye bir sey var ama o
insanlar bana
gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?"
Adam: " Kesinlikle dogru! Puf noktasi bu! Allah var,
ve insanlar ona
gitmiyorsa, bu gitmeyenlerin tercihi. Iste dunyada bu
kadar cok aci
ve keder olmasinin nedeni!"
 
Hazreti Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor:

[kAFİRLERİN KORKUSU]

Anne - babamı îslâm dini üzerine sarılmış vaziyette biliyor, îslâm öncesini asla hatırlamıyorum. Allah'ın Resulünün sabah ve akşam bize gelmediği bir gün geçmezdi. Müslümanların başı belâya uğramaya başlayınca Hazreti Ebû Bekir radıyallahu anh, Habeş diyarına hicret etmek üzere yola çıktı. Yemen'deki Berkü'l Gimad denilen yere geldiği zaman, memleketin efendisi Ibnu'd Dugunne kendisine rasgeldi ve:

— Nereye gitmek istiyorsun, Ey Ebû Bekir? diye sordu.

Hazreti Ebû Bekir de:

— Kavmim beni memleketimden çıkmaya mecbur bıraktı. Bu sebepten dolayı yer yüzünde dolaşmaya ve Rabbime ibadet etmeye niyetlendim, diye cevap verdi.

Ibnu'd Dugunne.:

— Ey Ebü Bekir, senin gibi bir zat memleketinden ne çıkar, ne de çıkarılır. Sen fakiri giyindirir, akrabaya yardımda bulunur, aciz ve zayıfların yükünü üzerine alır misafire ikram eder, musibetlerde yardımını esirgemezsin, işte ben senin kefilin ve yardımcınım. Memleketine dön ve arzu ettiğin şekilde Rabbine ibadet et, dedi.

Bunun üzerine Hazreti Ebû Bekir radıyallahu anh, memleketine döndü ve Ibnu'd Dugunne de kendisiyle beraber geldi. O gece Kureyş'in ileri gelenleri ile görüştü ve:

— Ebû Bekir gibi bir zat memleketinden ne çıkar, ne de çıkarılır. Yoksulu giydiren akrabaya yardım eden aciz ve zayıfların yükünü üzerine alan, misafire ikramda bulunan ve musibetlerde yardımını esirgemeyen bir zatı memleketten nasıl çıkarırsınız? dedi.

Kureyşliler, Ibnu'd Dugunne'nin bu kefalet ve teminatı karşısında, Hazreti Ebû Bekir radıyallahu anhe eziyet vermekten vazgeçti.

Ancak Ibnu'd Dugunne'ye dediler ki:

— Ebû Bekir'e söyle: Rabbine evinde ibadet etsin, namazını evinde kılsın, dilediğini okusun, bunlarla bize eza etmesin, bunları açıktan yapmasın. Çünkü onun bu şekilde çocuklarımız ve kadınlarımızı kandıracağından endişe ediyoruz.

Ibnu'd Dugunne onların bu söylediklerinin hepsini, Ebû Bekir radıyallahu anh'e bildirdi. Bundan sonra da Hazreti Ebû Bekir evinde ibadet etmeye, açıktan namaz kılmamaya ve evinden başka bir yerde Kur'an okumamaya başladı. Bir süre bu şekilde devam ettikten sonra, aklına başka bir düşünce geldi. Evinin avlusu içerisinde bir namazgah inşa etti ve orada namaz kılıp Kur'ân okumaya başladı. Bu defa müşriklerin kadın ve çocukları, onu dinlemek için namaz kıldığı yerin yanında toplanmaya başladı. Hazreti Ebû Bekir'i seyrediyor ve okuyuşuna hayranlık duyuyorlardı. Hazreti Ebû Bekir, Kur'ân okuduğu zaman göz yaşlarını tutamayan ve çok ağlayan bir zat idi. Bu durum, Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerini endişelendirdi ve îbnu'd Dugunne'yi çağırdılar ve geldiği zaman, kendisine dediler ki:

— Biz, Ebû Bekir'in ibadetini evinde yapılması şartı ile senin himayen altında kalmasına razı olmuştuk. O ise bu haddi aştı. Evinin avlusunda kendisine mescid yaptı. Açıktan Kur'ân okumaya ve namaz kılmaya başladı. Biz ise, onun kadınlarımızı ve çocuklarımızı aldatmasından endişe ediyoruz. Bundan dolayı, onu bundan böyle bu şekilde yapmaktan vazgeçir. Eğer evinde sessizce Rabbine ibadet etmek isterse, bunu yapabilir. Bu davranışını terketmediği takdirde verdiğin himayeden vazgeçmesini iste. Çünkü biz senin verdiğin sözü bozmak istemedik ama Ebû Bekir'in açıkça kılmasını'da kabullenmedik.

Bunun üzerine îbnu'd Dugunne Hazreti Ebû Bekir'e geldi ve:

— Sana hangi şartlar içerisinde taahhüdde bulunduğumu hatırlıyorsun. Ya bu şarta uyacaksın, yahut himayem altında olmaktan vaz geçeceksin. Çünkü ben, kendisine himaye edeceğime dair söz verdiğim bir kimseye karşı sözümde durmadığımı, Arab'ın duymasını istemem, dedi.

Buna karşılık olarak Ebû Bekir radıyallahü anh:

— Başka yapılacak bir şey yok, himayeni iade ediyor ve Allah'ın himayesine sığınmayı tercih ediyorum, diye cevap verdi.

Allah'ın Resulü ise o gün Mekke'de bulunuyordu. Müslümanlara şöyle buyurdular:.

— Sizin hicret edeceğiniz yer bana gösterildi. Orası iki kayalık arasında hurmalık bir yerdi.

Bunun üzerine hicret edenler Medine'ye hicret ettiler. Habeşistan'a hicret etmiş bulunanlarda oradan dönerek Medine'ye hicret ettiler. Hazreti Ebû Bekir de Medine'ye hicret etmek üzere hazırlığa başlamıştı. Bunu gören Peygamber Aleyhisselâm kendisine:

— Acele etme, bana da hicret etmek için izin verileceğini ümid ediyorum, buyurdu.

Hazreti Ebû Bekir radıyalahü anh:

— Anam, babam sana feda olsun, bunu ümid ediyorsun demek ? diyerek sevincini gösterdi.

Peygamber aleyhisselâmın «Evet» diye cevap vermesi üzerine Hazreti Ebû Bekir, Allah'ın Resulüne arkadaşlık etmek için, o anda hicretten vazgeçti. Dört ay, binek atını bu iş için «semur» denilen ağacın yaprağı ile beslemeye başladı.



Su Mucizesi

Cabir radıyallahu anh anlatıyor:

Hudeybiyye gününde insanlar susamışlardı. Halbuki Peygamber aleyhisselâmın önünde küçük bir su tulumu vardı. Bundan abdest aldı. Bunu gören insanlar su almak için etrafına doluştular.

Allah'ın Resulü:

— Ne oluyorsunuz?, diye sordu. Onlar da:

— Ey Allah'ın Resulü! önünüzdekinden başka içecek ve abdest alacak bir damla suyumuz yok, diye cevap verdiler.

Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm mübarek parmaklarını önündeki su tulumunun içerisine koydu ve derhal parmakları arasından, pınarlarda fışkırdığı gibi, su fışkırmaya başladı. Hem içtik, hem de hepimiz abdest aldık.

Cabir radıyallahu anh, kendisine:

— Kaç kişi idiniz? diye sorulan bir soruya:

— Yüzbin kişi bile olsaydık o su bize yetecekti, ancak biz sadece 115 kişi idik, cevabını vermiştir.



Allah’tan Kork, MÜhrÜmÜ Bozma!"


Allah’tan Kork, MÜhrÜmÜ Bozma!" Geçmiş ümmetlerde gurbete çalışmaya giden üç arkadaş, bir ara yoğun bir yağmura mâruz kalınca yol kenarındaki bir mağaraya sığınırlar. Ne var ki, karşı dağdan, düşen yıldırım sebebiyle kopup yuvarlanan bir taş gelir, içinde bulundukları mağaranın kapısına sıkışıp kalır.
İçeride bulunan üç arkadaş korkup düşünmeye başlarlar. Nasıl çıkacaklar kapanmış olan mağaradan? Biri der ki: Bu belâdan kurtulmamızın bir çâresi olabilir. O da, Rabbimizin rızâsı için yapmış olduğumuz iyilikler. Gelin bunları şefaatçı yapıp buradan kurtulmayı Rabbimizden dileyelim.

Bu sebeple biri der ki:

– Ey Rabbim! Ben yanında işçi çalıştıran biriydim. Bir gün, çalışan işçim akşam yevmiyesini almaya gelmedi. Ben de onun parasını onun adına ayırıp çalıştırdım. Seneler sonra gelince parasını kazancıyla birlikte verdim. Şaşırdı, almak istemedi. Sonra ciddi olduğumu anlayınca yevmiyesini kazancıyla alıp sevinerek gitti. Bunu sadece senin rızân için yaptım. Eğer senin yanında makbul oldu ise, bunun hürmetine şu kayayı, çıkacağımız yerden uzaklaştır!

Bu dua üzerine kaya yerinden kımıldar, ama çıkılacak kadar yer açılmaz.

İkincisi de şöyle der

– Ey Rabbim! Ben annesine çok hizmet eden biriyim. Bir gece annem su istemiş, ben de koşup dışarıdan su getirmiştim, baktım annem uyumaktadır. Karşısında uyanıncaya kadar bekledim. Gece yarısı uyandığında beni karşısında bekler halde görünce çok memnun olup duâ etmişti. Bunun hürmetine bu belâdan bizi kurtar.

Kaya biraz daha kımıldar, ama yine kurtulmaya yeterli değildir.

Üçüncü olarak da son arkadaşları şöyle duâ eder:

– Ey Rabbim! Memleketimizde kıtlık olmuş, bir çok âile açlık belâsına mâruz kalmıştı. Benim durumum ise iyi idi. Bir gün komşum kızı yanıma gelip açlıktan ölüm tehlikesi geçirmekte olan âilesi için benden yiyecek birşeyler istemiş, ben de ona kendisini bana teslim etmesi halinde istediğini verebileceğimi söylemiştim. Başka çâresinin kalmadığını anlayan kızcağız, nihayet isteğime râzı olmuş, birlikte tenha yere gittiğimizde birden şu ikazda bulunmuştu:

– Ey elinde imkân olan adam! Allah’dan kork, benim iffet mührümü nikâhsız bozmaktan hicap duy! Bu mühür, ancak nikâhla bozulur, başka değil!

Bu beklenmedik ikazdan korkup titremeye başladım. Kendimi mâsum bir kızın namus mührünü bozan iffetsiz durumuna düşürmekten utandım ve dedim ki:

– Haydi gel, istediğin kadar yiyecek al, mührünü muhafaza ederek iffetinle yaşa.

Böylece ona istediğini verdim ve mührünü bozmadım. Bunu senin rızân için yaptım. Eğer kabul edildi ise, şu kayayı kapımızdan uzaklaştır da çıkıp kurtulalım.

Bir de baktılar ki, sıkışmış kaya paldır küldür yuvarlanıp gitti, kurtulup dışarı çıktılar.

Evet, işte iffetsizlerin yersizliğini söylemek istedikleri kızlık işaretinin hadisteki adı mühürdür.

Kaynak: Yeni Aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları



Allah’tan Utanmaya Senden Daha Layığım!



Allah’tan Utanmaya Senden Daha Layığım! Çok eski devirlerde Kifl adında bir adam vardı. Kifl, ahlâkî ve insanî değerlere önem vermeyen, para kazanmak için her yolu meşru gören çok zengin bir adamdı. Zenginliğini de faizden elde etmişti. Dara düşen, ihtiyacı olan kimse kendisine geliyor, oda yüksek bir faizle geri ödenmesi şartıyla onlara para veriyordu. Vadesi geldiği zaman kişi parasını ödeyemezse bu sefer faiz miktarını daha da artırıyordu. Şayet yine ödeyemezse adamları vasıtasıyla o kimsenin bütün varına yoğuna el koyuyordu.

Bir gün, kapısına borç için bir kadın geldi. Bu kadın yakın zamanda kocasını kaybetmiş, namuslu, kendisini çocuklarına adamış bir anneydi. Bir süre, kocasından kalan şeylerle evini idare etmeye çalışmıştı. Ancak artık evde para kalmamıştı. Bunun için çalışması gerekiyordu. Bir yerde iş bulmak istedi; ama dışarısı dul bir kadın için çalışmaya müsait değildi.


Neden sonra aklına evde dokuma yapıp onları yakın bir arkadaşı vasıtasıyla satmaya karar verdi. Bunun için bir dokuma tezgahına ihtiyacı olacaktı. Tezgahı alabilmek için de borç arayışına girdi. Yakın dost ve akrabalarına gitti; ama kimsede para yoktu. Çok üzülmüştü. Çaresiz bir şekilde evine doğru giderken yolda istemeden iki kişi arasında geçen bir diyaloga şahit oldu. Şehirde Kifl adında bir kişinin insanlara borç para verdiğini duydu. Hemen onun yanına gitmeye karar verdi.


Kifl kapıda kadını görünce çok beğendi. Onu elde etmek istedi. Kadın, Kifl’den karşılığını ödemek şartıyla borç para istedi. Kifl, kadının dul olduğunu da anlayınca ona ahlaksız bir teklifte bulundu. Kendisiyle beraber olması şartıyla vereceği parayı istemeyeceğini söyledi. Bu teklifi kadın şiddetle reddetti. Çok üzülmüştü. En çok da kendisine böylesi tekliflerin gelmesinden korkuyordu. “Allah’ım bana yardım et.” diye dua etti.


Aradan birkaç gün daha geçmişti. Evde hiçbir şey kalmamıştı. Çocuklar açlıktan ağlıyordu. Onların ağlamasına kendisi de katılıyordu. Kendisini Kifl’e teslim etmeye mecbur hissetti. Bu sırada da “Allah’ım! N’olursun beni affet. Bir daha böyle bir günah işlemeyeceğim.” diye dua ediyordu.


Kadın, Kifl’in yanına gitti. Kifl’in yüzü gülüyordu. Ancak kadın bir yandan ağlıyor, bir yandan da titriyordu. Kifl, kadına bu halinin sebebini sordu. Kadın,


- Buraya kendi isteğimle gelmedim. Daha önce böyle bir günah işlemedim. Onun için Allah’tan çok utanıyorum ve korkuyorum. Beni bu günaha sürükleyen fakirliğimdir, dedi. Kifl, duyduklarına çok şaşırmıştı. O kaskatı kalbi bir anda yumuşayıverdi. İçini pişmanlık duyguları sarmıştı. O sırada ağzından şu ifadeler döküldü:



- Sen fakirliğin sebebiyle mecbur kaldığın bir günah işliyor ve bundan dolayı ağlıyorsun. Halbuki Allah bana bu kadar servet vermişken, ben günah işlemekten çekinmiyorum. Ben, Allah’tan utanmaya ve korkmaya senden daha layığım.


Kifl, pişmanlık hisleri içinde, yapacağı kötü işten vazgeçti. Kalbine apayrı bir huzur ve mutluluk geldi. Kadına bir miktar para verip onu gönderdi. Kadıncağız, sevinç ve kendisini harama girmekten koruyan Rabb’ine şükür içinde evine döndü.


Kifl, artık eski Kifl değildi. O güne kadar yapmış olduğu bütün günahlar için tevbe ediyordu. O gün sabaha kadar Rabb’ine dua dua yalvardı ve affını diledi. O gece Kifl’in ecel vaktiydi. O hal üzere ruhunu Rahman’a teslim eyledi.


Sabah olmuştu. Kifl’in evinden çıkmadığını gören yakınları kapıyı açtıklarında Kifl’i ölü olarak buldular. Bu sırada kapısında herkesin okuyabileceği şekilde şöyle bir yazı vardı: “Allah, Kifl’in günahlarını affetti.”


Halk, bu duruma şaşırdı kaldı. Allah, Kifl’in affedilmesine sebep olan bu olayı, o dönemin peygamberine vahiy yoluyla bildirdi. Böylece herkesin şaşkınlığı gitti ve insanlar bundan büyük bir ders aldılar.


Hikâye bize ne anlatıyor?


Tevbe kapısı her zaman ve her kişi için açıktır. Bir kimse ne kadar günahkâr bir kul olursa olsun büyük bir pişmanlık ve samimiyetle tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder ve onu bağışlar.

Allah, kendi rızası istikametinde bir hayat yaşamaya gayret eden kullarını sever. Rahmetinin gereği olarak bazen kulları günaha gireceği an onları değişik vesilelerle korur. O yüzden kula düşen Rabb’iyle arasındaki bağı devamlı surette güçlü tutmasıdır
 
karar size kalmış.. inanıyormusnuz?



Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal tıraşı
****olmak için berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle güzel bir
****sohbete başladılar.
****Değişik konular üzerinde konuştular. Birden Allah ile ilgili konu
****açıldı...
****Berber: " Bak adamın, ben senin söylediğin gibi Allah'ın varlığına
****inanmıyorum."
****Adam: " Peki neden böyle diyorsun?"
****Berber: " Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıya
****çıkmalısın.Lütfen bana söyler misin, eğer Allah
****var olsaydı, bu kadar çok sorunlu,sıkıntılı, hasta insan olur muydu,
****terk edilmiş çocuklar olur muydu? Allah;olsaydı, kimse acı çektirmez,
****birbirini üzmezdi. Allah olsaydı,
****bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum..."
****Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir
****tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten
****sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve
****sakallı bir adam gördü.
****Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki tıraş olmayalı uzun süre
****geçmişti. Adam berberin dükkanına geridöndü.
****
****Adam: " Biliyor musun ne var, bence berber diye bir şey yok"
****
****Berber: " Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve birberberim."
****Adam: " Hayır, yok. çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun
****saçlı ve sakall adamlar olmazdı."
****Berber: " Himmm... Berber diye bir şey var ama o insanlar bana
****gelmiyorsa ben ne yapabilirim ki?"
****Adam: " Kesinlikle doğru! Püf noktası bu! Allah var, ve
****insanlar ona gitmiyorsa, bu gitmeyenlerin tercihi. İşte
****dünyada bu kadar çok acı ve keder olmasının nedeni!"




Mehmed Akif´den Ibret YÜklÜ Bir Hatira...


IBRET YÜKLÜ BIR RÜYA

Mehmet Akif her sabah namaz için Sultan Ahmet Camii’ne gelir. Her gelişinde de yaşlı bir adamın kendisinden önce gelmiş olduğunu görür. Ne kadar erken gelse bu durum değişmez. Yaşlı adam mutlaka camiye ondan önce gelmiş bulunur. Ancak bu yaşlı pir-i fâni ve bu nur yüzlü adam hiç durmadan ağlamakta ve gözyaşı dökmektedir. Bundan sonrasını Mehmet Akif şöyle anlatıyor:

Bu yaşlı insanın yanına bir gün sokuldum ve niçin durmadan ağladığını sordum ve ona Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin enginliğini anlattım. Ama o yine ağlamasına devam etti. Bana, ‘derdimi tazeleme, git’ dedi. Ben yine ısrar ettim. Çaresiz kaldı ve yine gözyaşları içinde bana şunları anlattı.

“Ben, dedi, ikinci Abdülhamid zamanında binbaşıydım. Ailem çok zengindi. Ve ben bir subaydım, kışladan ayrılamıyordum. Ancak bir gün anne ve babamın ardarda vefat haberlerini aldım. Ailede benden başka da işlerimizi evirip çevirecek kimse yoktu. Çiftlikler, dükkanlar, mağazalar ortada kalmıştı. Hemen Sadârete bir dilekçe ile müracaat edip istifa etmek istediğimi bildirdim. Sadâretten gelen cevap menfiydi. İstifam kabul olunmamıştı. Ben ikinci ardından üçüncü bir müracaatta daha bulundum. Ama her defasında aynı cevapla karşılaştım. Bunun üzerine Hünkâra müracaata karar verdim. Bu kararımı sadârete bildirdim. İsteğim kabul edildi ve mâbeyne alındım. Durumumu Hünkâra vicahi olarak anlattım. Elimden geldiğince mazeretimin meşruluğunu ispata çalıştım. Hünkâr istifa talebimden hoşlanmamıştı. Yüz ifadesinden bunu anlamak hiç de zor değildi. İsteksiz bir halde elinin tersiyle işaret etti: “Git, seni istifa ettirdik” dedi.

Ben sevinerek huzurdan ayrıldım, eve döndüm. O gece bir rüya gördüm. Rüyamda Osmanlı ordusu tabur tabur bölük bölük geliyor ve Efendimize teftiş veriyordu. ( Bu ordu idi ki kısa bir müddet sonra bütün cihana karşı kavga verecekti. Ve bu ordunun teftişini bizzat Efendimiz yapıyordu. ) Yanında Dört Büyük Halife olduğu halde Efendimiz önünden geçen bölük ve taburları teftiş ederken, O’ndan bir adım geride edep ve terbiye içinde, boynu bükük halde Abdülhamid de bulunuyordu. Derken benim tabur geçmeye başladı. Ancak tabur dağınıktı. Başlarında kumandanları yoktu. Efendimiz bunu görünce Abdülhamid Cennetmekana: “Bu birliğin kumandanı nerede?” diye sordu. O da “Talebi üzerine istifa ettirdik” cevabını verdi. İşte o esnada Efendimiz, beni bütün bir ömür boyu ağlatan şu sözü söyledi: “Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik.” Söyle, bunu duyduktan sonra ben ağlamayayım da kim ağlasın?

Ve Mehmet Akif diyor: Yaşlı adam ağlamasına, inlemesine devam etti. Derdi çok büyüktü. Sessizce yanından uzaklaştım. Zaten başka yapabileceğim bir şey de yoktu. Zira bu pir-i fâni, tesellisini yine Efendimizden bekliyordu. Kabul edildiği müjdesi gelmeden belli ki inlemesi dinmeyecekti.
 
beterin beteri var
Mehmet işten çıkarılır. Eve gelip durumu bildirince, hanımı içeri almaz. Gidecek yeri olmadığından Şeyhin dergahına gider. Bu sırada şeyh talebeleriyle sohbet etmektedir. Bu arada börek çörek yenmekte, çaylar içilmektedir. Mehmet de aralarına katılır. Şeyh, sohbet esnasında; beterin beteri vardır, insan içinde bulunduğu duruma şükretmeli der. Bunu bir kaç defa tekrar edince, bizim zavallı dayanamaz, kendi kendine, (!.. postun üzerindesin, sevenlerin etrafında, talebelerin hizmet ediyor, keyfin yerinde... Elbette içinde bulunduğun duruma şükredersin, ya ben ne yapayım) diye mırıldanır.

Şeyh, bunun kalbindeki sıkıntıyı fark edince, evladım, sen de içinde bulunduğun duruma şükret. Beterin beteri vardır der. Mehmet dayanamaz, şu an besbeter bir durumdayım Efendim... Hem işten kovuldum, hem de evden...

Şeyh oralı olmaz aynı sözünü tekrar eder:
�Beterin beteri vardır. Sen yine de durumuna şükret.�

Mehmet, cevap vermez ama daha beterini hayal bile edemez. Bu sırada akşam olmuştur. Herkes köşesine çekilince, Mehmet de, belki hanımı razı edersem diye dergahtan çıkıp eve gider. Kapıyı çalar, hanımına �beni affet, perişanım� diye yalvarır. Fakat hanımı, içeri almaz. Kapının bir kenarına kıvrılır. Soğuktan titremeye başar, kuytu bir yere oturur, fakat çok geçmeden zaptiyeler bunu gizlenmiş olarak görünce şüphelenip karakola götürürler. Eşkaline bakınca bunu nezarete atarlar. Meğer o civarda bir hırsızlık olmuş. Hırsızın eşkali de bizimkine uyuyormuş. Zavallı, geceyi nezarete atılmış ipsiz sapsız haydutların arasında geçirir.

Şeyh, durumu öğrenir, ziyaretine gelir. Daha, nasılsın diye sormadan bizimki feryat eder:
- Nedir bu başıma gelenler? Önce işten sonra eşten oldum, şimdi de..."

Şeyh sözünü keser:
- Beterinde beteri vardır.

Bizimki dayanamaz:
- Hocam anlatamadım galiba... Suçsuz yere hırsız damgası yedim. Üstelik bu haydutlarla aynı yerdeyim, şunların tiplerine baksana..."

Şeyh hiç umursamadan karakoldan ayrılır. O gece nezaretteki zanlılar arasında müthiş bir kavga çıkar. Sille tokat birbirlerine girerler. Bizim Mehmet bir kenara sinerek boğuşanları seyreder. Bu sırada zaptiyeler kavgayı ayırır. Kavganın sebebi araştırılır. Kavganın Mehmet geldikten sonra çıktığını gören zaptiyeler, zavallıyı kavgayı başlatmakla suçlayıp tekme tokat tek kişilik bir hücreye atarlar.

O geceyi hücrede geçiren Mehmet, sabahleyin şeyhi karşısında görünce ağlamaya başlar. Başından geçenleri sıkıntıları anlatır. Ama şeyh aynı şeyi tekrar eder:
- Beterin beteri vardır, sen durumuna sabret.
Bizimki şaşkınlıktan ağlamayı bile unutur:
- Sabır mı? Sabır taşı olsa çatlar.

Şeyh güler geçer.
Bizimkinin öfkeden kanı beynine sıçrarsa da bir şey diyemez.
Şeyh gidince ortalığı birbirine katar. Bağırıp çağırır, hücre kapısını tekmeler. Gürültüye gelen zaptiye memuruna da hakaret edince fena şekilde dayak yer. Üstelik de "Bu herif yalnızlıktan sıkılmış olmalı" diyerek yanına hasta olan Mecusi bir tutukluyu koyarlar. Tek kişilik bir hücrede iki kişi olması bir yana, adamın ömrü boyunca yıkanmamış, saçı sakalı kir pas içinde, hastalıktan inlemesi bizimkini perişan eder. Geceyi Mecusi ile koyun koyuna geçirirler. Sabah olunca şeyh tekrar ziyaretine gelir. Der ki:
- Ooo... Ne kadar güzel... Bir de arkadaşın olmuş. Yalnızlık çekmezsin."
- Böyle arkadaş olmaz olsun efendim. Herif hasta ve baygın yatıyor, üstelik de leş gibi kokuyor. Dar yerde mecburen kalıyoruz.

Şeyh yine hiçbir şey söylemeden ayrılır. Bir kaç saat sonra hasta Mecusi hem kusmaya, hem de altına kaçırmaya başlar. Mehmet hücrede yine tek başına kalabilmek için bir fırsat bilerek görevlileri çağırır. Görevliler durumun vahametini görünce; "Bundan sonra bu hücrenin temizliğinden sen sorumlusun" diyerek bir kova su ile bez verip giderler.

Nezarettekiler ikiye ayrılır, yine aralarında kavga çıkar, çoğu şişlenir ölür, kalanı da yaralanır.
Ertesi gün şeyh efendi karakolu ziyarete gelir. Hücreye yaklaşınca Mehmed'in yanık sesini duyar. O bir yandan Mecusiyi ve hücreyi temizliyor, bir yandan da dua ediyorlar.
- Ya Rabbi sana şükürler olsun, iyi ki hücreye girmişim, ben de muhakkak kavgada ölebilirdim. Bir de Mecusiye hizmet ettiğimden dolmayı Mecusi müslüman oldu.

Şeyhi görünce başını eğer:
- Haklıymışsınız efendim. Bu adamcağız hasta oldu. Temizliğini de bana yaptırdılar. Düşündüm ki, ya bu adam ölürse halim ne olur? Beni cinayetle bile suçlarlardı veya buraya hiç uğramaz, adamın cenazesiyle kim bilir kaç gün daha burada tutarlardı. İyi ki ölmedi, hem de müslüman oldu, üstelikte büyük kavgadan kurtulmuş oldum.

Şeyhi gülümser:
- Beterin beteri olduğunu anladın demek... Sana bir müjde vereyim. Zaptiyelerin yanından geçerken duydum, gerçek hırsız yakalanmış.

Mehmet çok geçmeden karakoldan çıkarılır. O da beterin beteri olduğunu yaşayarak anlar.
Yörenin bir zengini ona acır işe alır. Hanımı da iş güç sahibi olduğunu öğrenince onu tekrar eve kabul eder.
 
Sehitler Ölmez


Olay 1974 yilinda yapilan Kibris Harekati'nda yasanmis. Savas sirasinda bir gün, bizim askerlerden birinin yanina bir baska Mehmetçik gelmis. Biraz hosbesten sonra, ailesine ulastirmasi için ona bir mektup vermis. Bizimki, "Kardesim savastayiz. Kimin ne olacagi belli degil ki. Belki sen gidersin de, ben kalirim" dese de diger asker, sürekli, "Hayir sen gideceksin, ben kalacagim," diyormus. Sonunda basa çikamayinca razi olmus. Mektubu götürecegine söz vermis. Bir daha o askeri görmemis. Bi süre sonra da olayi unutmus.

Savastan yillar sonra, askerlikle ilgili esyalarini karistirirken bir anda eline o mektup geçmis. Verdigi sözü tutmamis olmanin rahatsizligiyla hemen mektubun üzerindeki adrese dogru yola çikmis. Giderken de, "Döndüyse kendisini görürüm, sehit olduysa ailesine bassagligi dileyip mektubu veririm" diye aklindan geçiriyormus.

Sonunda evi bulup kapiyi çalmis. Kapiyi açan yasli teyzeye, Kibris'ta birlikte savastiklari ogullarindan bir mektup getirdigini, kendisiyle görüsmek istedigini söylemis. Kadin saskinlik içinde adami içeri buyur edip kocasinin yanina götürmüs. Yasli adam olayi dinledikten sonra, "Iyi de evladim, bizim Kibris'ta savasan bir oglumuz yok ki" demis. Ardindan da diger odaya gitmis ve elinde bi fotografla geri dönmüs. Resmi bizimkine göstererek, "Sana mektubu veren bu muydu?" diye sormus. Bizim Kibris gazisinin gözleri parlamis: "Evet, iste bu askerdi. Ama Kibris'ta savasan oglunuz yok demistiniz." Anne çoktan gözyaslarina bogulmusmus bile. Baba ise basini sallayip üzüntülü bi sesle, "Evet bu bizim oglumuz. Ancak Kibris'ta degil, yillar önce Kore'de sehit oldu" demis..
 
Ay çiçegi


Bir zamanlar küçük bir papatya varmis. Kocaman bir kayanin siperciginde yasarmis. Çevresinde ballibabalar, katirtirnaklari, utangaç mavi mine çiçekleri açarmis. Her sabah, gün dogumunda bütün çiçekler uyanirmis. Sabah aydinligiyla genisleyen gökyüzünü izlerler, mutluluk türkülerini bir agizdan söylerlermis. Hepsi birbiriyle dost, hepsi arkadasmis. Aradan uzun bir zaman geçmis. Günlerden bir gün, bizim küçük papatya her zamanki gibi tan atiminda uyanmis. Uyanmis uyanmasina ama eskisi gibi keyfi yerinde degilmis. Incecik gövdesi kirilip dökülüyormus. " Herhalde aksam yagan yagmur yüzünden hastalandim" diye düsünmüs. O sirada gözü yakin arkadasi ballibaya ilismis. Zavalli ballibaba, islak topraga serilmis, yatmiyor mu?.. "Ne oldu sana kardesim" diye seslenmis ballibabaya.. Ballibaba basini güçlükle papatyaya çevirmis, gözlerinden ip gibi yas akiyormus. " Bu soruyu yalniz bana sorma papatyacik. Hepimiz perisan durumdayiz. Öteki arkadaslar da benim durumumda. Aksam durmadan yagan yagmur topragi alip götürdü, çiçeklerin kökleri disarda kaldi. Hepimiz yavas yavas ölüyoruz" Papatya duyduklarina inanamamis, çevresine bakinmis, bir düste karabasan gördügünü sanmis. " Peki, demis. Ben neden hala ayaktayim? Neden benim köklerim sapasaglam toprakta?" Öteden mavi mine sizlanmis. " Çünkü seni koruyan bir kaya var. Onun siperinde yasiyorsun. Sonbahar yagmurlari basladi. Bizler yagmur selinden kendimizi koruyamayiz. Bundan kaçis yok. Elveda güzel yüzlü papatya" demis. Papatya dostlarinin birer birer yagmur sulariyla gidisini izlemeye dayanamazmis. " Hayir, diye isyan etmis. Tükenisinize dayanamam. Ben gelecek yil da burada olacaksam sizler de benimle kalmalisiniz." "Nasil olacak bu. Olanaksiz" diye agliyormus küçük çan çiçegi. Papatya kolay kolay vazgeçmezmis ama. Dirençliymis, kararliymis. " Sizleri birakamam demis, hepiniz tohumlarinizi bana verin. Onlari gelecek yila kadar kendiminkilerle birlikte saklayacagim.Ya birlikte tükeniriz, ya birlikte yasariz" Sonunda arkadaslarini ikna etmis. Hepsinin tohumlarini bir bir toplamis.Eh.. böyle bir dayanismaya, böyle güçlü dostluga kolay kolay rastlanmaz..Yeter ki kendi küçük de olsa, kocaman yüregiyle bir papatyanin sevgisini tasiyabilelim. Ondan sonraki zamanini haril haril çalismakla geçirmis papatyacik. Kökleriyle simsiki topraga sarilmis.Gövdesini genisletmis. Giden arkadaslarinin tohumlarini gögsüne yapistirmis. Kis gelmis. Kötü rüzgarlar önüne gelen ne varsa almis götürmüs, papatya kayanin kuytusuna saklanmis. Rüzgara, yagmura, kara karsi direnmis, dayanmis. Soguk, zehir gibi havada tohumlar donmasin diye onlara daha bir siki sarilmis. Gözleriyle durmadan günesi aramis. Bir parça gün isigi görse yüzünü, gövdesini günesten yana çevirirmis.Ama o zorlu kisi geçirmek kolay degil. Topraga öyle tutunmus ki kökleri kalinlasmis, soguktan tohumlari korumak için Sonra yapraklari uzamis, günes izleyen yüzü büyümüs büyümüs.. Sicak yüzlü ilkbahar geldiginde dimdik ayakta bulmus bizim günes yüzlü çiçegi. Ama artik o bir Ayçiçegiymis.Hiç bir tohum zedelenmeden onunla yasiyormus. Dostlugun ölümsüz öyküsüdür Ayçiçegi, o gün bugündür günesi izler dururmus.Söylentiye göre dünyayi ve yürekleri aydinlatan günes sevginin ta kendisiymis.

Moderatöre Bildir Logged




Deprem 'in Habercisi


17 Agustos gecesi Adapazari'nda yasli bi teyze, gece saat 2 buçukta ana caddedeki apartmanlardan birinin zillerini çalmaya baslamis. Kimse kadina kapiyi açmamis, hatta uyandirdiklari için, cami açan bagirip çagirmis. Üst katlardan bi adam, "Gecenin bu saatinde ne istiyosun teyze?" diye sormus. Kadin, "Karnim aç oglum. Bi parça ekmek var mi?" deyince adam, "Yok, yok. Allah Allah, gecenin bu saatinde ne bu yahu?" demis. Yataga döndügünde karisi, yasli kadinin aç oldugunu ögrenince, "Keske verseydik" demis.

Teyze zillere basmaya devam etmis. En üst katta yeni evli bi çift oturuyomus. Kadinin ne istedigini ögrenince kapiyi açip yukari çagirmislar. Evin hanimi, hemen yiyecek bi'seyler hazirlamis. Kadina eslik edip beraberce yemisler. Yemek bitince kadincagiz, "Içimde bi huzursuzluk var. Bi an evvel disari çikalim" diye yalvarmaya baslamis. Genç çift, sirf kadini kirmamak için sokaga inmis. Daha disari adim atar atmaz da her yan sallanmaya baslamis. Depremde o kocca apartman yerle bir olmus.

O binada oturanlardan sadece yeni evliler ve kocasina, "Keske yemek verseydik" diyen kadin ölümden kurtulmus. Onu da 3 gün sonra enkazin altindan çikarmislar.
 
ayakkabıcının korkusu.. Âbidin biri ibadet etmek üzere dağa çıkar. Bir gece rüyasında "Falan ayakkabıcıya git! Senin için dua etsin" denir. Âbid dağdan iner, adamı bulur, ne iş yaptığını sorar. Adam, gündüzleri oruç tutup, ayakkabı işlerinde çalıştığını, kazandığı para ile ailesini geçindirdikten sonra fazlasını tasadduk ettiğini söyler.

Âbid, adamın güzel bir iş yaptığını ancak kendisinin dağda sırf ibadetle meşgul olmasını daha iyi bulur ve tekrar ibadetine döner.

Yine gece rüyasında, (Ayakkabıcıya git ve ona, "Bu yüzündeki sararmanın sebebi nedir?" diye sor) denir. Âbid gider ayakkabıcıya bunu sorar. Ayakkabıcı, "Kimi görürsem, bu kurtulacak da, ben helak olacağım der ve kendimden korkarım. Yüzümün sararması bundandır" der.

İşte o zaman âbid, ayakkabıcının bu korku ve tevazu ile üstünlük kazandığını anlar


Allahü Ehad Ver-Resulü Ahmed

İbrahim Havvas hazretleri anlatır:
Bir sene hacca gitmeye niyet ettim. Bu niyetle yola çıktım. Maksadım Kâbe-i şerif tarafına gitmek olduğu halde, istemeyerek ters yöne gidiyordum. Allahü teâlânın iradesi beni batı tarafına çekiyordu. En sonunda İstanbul�a gitmeye karar verdim. Şehre girdim. Yüksek bir köşk gördüm. Kapı önünde bir kısım insanlar, bir araya toplanmışlardı. Yaklaştım ve (Niçin toplandınız?) diye sordum. (Rum Kayseri�nin kızı delirdi. Çare bulmak için doktorları toplandı) dediler.
Bunda bir hikmet olsa gerektir, dedim ve içeri girdim. Orada Kayser�in kızını parlak ay
gibi gördüm. Bana bakıp dedi ki:
- Hoş geldin, ey İbrahim Havvas!
- Beni nereden tanıyorsunuz?
- Canımı, Cânâna teslim etmek istedim ve Hak teâlâdan sevdiği bir kulunu yanımda bulundurmasını niyaz ettim. Rüyamda buyuruldu ki: �Yarın İbrahim Havvas sana gelecek!�
- Hastalığınız nedir?
- Bir gece dışarı çıkıp ibret nazarıyla gökyüzüne baktım. Kendimden geçtim. �Allahü ehad ver-resulü Ahmed� kelimesi dilime, manası kalbime geldi. Bu kelimeyi dilimden düşürmez oldum. Bu sebepten hâlime delilik alameti, bana da deli dediler. [Bu sözlerin manası, �Allah birdir ve Peygamberi Ahmed (yani Muhammed aleyhisselam)�dır].
- Bizim diyara gelmek ister misin?
- Sizin diyarda ne var?
- Mekke, Medine ve Beytül-mukaddes (Mescid-i Aksa) oradadır.
- Sağ tarafına bak!
Baktım bir düzlükte Mekke, Medine ve Beytül-mukaddes karşımda duruyor gördüm. Az sonra dedi ki:
- Vakit yaklaştı. İstek ve arzu haddi aştı.
Kelime-i şehadet getirip ruhunu teslim etti.
 
3 heykel
İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlarda ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zeka gösterisi yapma fırsatlarıydı.

Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği; birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.

Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu. Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: “Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. İçlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver.”

Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepside heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler. Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu.

Sonunda, hükümdarın fazla isyankar olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi. İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı. Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.

Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı. İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı. Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öte gitmiyordu.

Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı: “Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim.”
 
OLUR YA UNUTURSAK
Yağmurlu ve soğuk bir kış günü,
yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk kapımı çaldı.
"Eski gazeteniz var mı, bayan?" Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim,
ama ayaklarına gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski
sandaletler vardı ve ayakları su içindeydi. "İçeri girin de size kakao
yapayım." dedim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz
bırakmıştı. Kakaonun yanında reçel ekmek de hazırladım onlara, belki
dışarıdaki soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri.
Onlar şöminenin önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve
yarıda bıraktığım işleri yapmaya koyuldum.Oturma odasında ki sessizlik
dikkatimi çekti.Bir an kafamı uzattım içeriye küçük kız elindeki boş
fincana bakıyordu. Erkek çocuğu bana döndü ve "Bayan, siz zengin
misiniz?" diye sordu. "Zengin mi? Yo hayır!" diye cevaplarken çocuğu,
gözlerim bir an ayağımdaki eski terliklere kaydı. Kız elindeki fincanı
tabağına dikkatle yerleştirdi ve "Sizin fincanlarınız ve fincan
tabaklarınız takım." dedi. Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu.
Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile
etmemişlerdi, ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte birşey
yapmışlardı. Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı. Pişirdiğim
patateslerin tadına baktım. Sıcacıktı patatesler. Başımızı sokacak evimiz
vardı. Bir eşim vardı ve eşimin de bir işi, bunlar da fincanlarım ve
fincan tabaklarım gibi uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin önünden
kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların sandaletlerinin çamur izleri
halının üzerindeydi hala. Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim de. Olur
ya; unutuveririm ne denli zengin olduğumu. Siz sakın unutmayın ne kadar
zengin olduğunuzu... Ben unutmayacağım.
Bu öyküye yakışan nefis bir Arap Özdeyişi: "Ayakkabım yok diye
üzülüyordum; ta ki ayaksız bir insan görene kadar."...
 
şeytana ödettin!!
Yasli kadin oldukça dini bütün bir insanmis. Her sabah kapisinin

>önüne çikar ve bagira bagira dua edermis.
>
>"Allah'im bize verdiklerin için Sana sükürler olsun." ve ardindan
>her seferinde de yan komsusunun sesi duyulurmus:
>
>- "Allah yok kadiiiinn Allah yok!!!"
>
>Yasli teyze ne kadar sinirlense de yine her sabah dua edermis, öteki
>komsu da inadindan her seferinde ona öyle bagirirmis. Neyse bir
>aksam, komsusu yasli teyzeye bir oyun oynamaya kalkmis. Markete
>gidip bir sürü meyve, sebze, ekmek vs, alip torbalara doldurmus,
>yasli teyzenin kapisinin önüne birakmis... Ertesi sabah teyze kapiyi
>açip da yiyecekleri görünce çok sasirmis ve sevinçle bagirmis:
>
>- "Sana sükürler olsun Allah'ým, bu gönderdigin yiyecekler için Sana
>sükürler olsun!"
>
>Ve agacin arkasindan onu seyreden komsusu seslenmis:
>
>- "Allah yok kadiiiinnn Allah yok!!! O yiyecekleri ben
>aldiiiimmm!!!"
>
>Yasli teyze hiç istifini bozmamis:
>
>- "Yüce Allah'ým Sana ne kadar sükretsem azdir!!! Hem bu yiyecekleri
>göndermissin hem de parasini seytana ödetmissin!!!"
 
sakın şüphelenmeyin
Çalışma günlerinin yorgunluğunu, şehir dışındaki yazlık evimizde gidermeye çalışırdım. Bahçemizin alt kısmındaki üzüm bağında bir kaç saat gezinmek, bana bütün yorgunluğumu unuttururdu. Çoğu zaman yanıma küçük oğlumu da alır ve ona tabiatı sevdirmeyi çalışırdım. Bacaksız'ın durmadan sorduğu sorulardan bazen çok sıkılırdım. Fakat bu arada çok şey öğrendiğinin de farkındaydım. İkide birde bana bir şey gösterir ve:

- Baba, bu kimin? diye sorardı. Eğer meşgulsem,kısaca:

- Allah'ın, diye cevap verirdim. Ama bize vermiş, biz kullanıyoruz.

O gün, yazlıkta bağda yine oğlumla beraberdim. Yere değen üzüm salkımlarını, dallardan kestiğim çatallara dayatarak yukarı kaldırıyor ve böylelikle çürümelerini önlemeye çalışıyordum. Birden yanımdaki asmada bulunan üzümlerin parçalandığını ve birçoğunun salkımlarından sıyrılarak yere dökülmüş olduğunu gördüm. Canım fena halde sıkılmış ve söylenmeye başlamıştım. Adeta bağırarak:

- Bunları yapanı bir elime geçirsem derisini yüzeceğim, diyordum. Aniden biraz ilerideki asmanın dibinde duran iki kaplumbağayı farkettim. Bunlar, aradığım suçlular olmalıydı. Çünkü aynı şeyi bu sefer o asmalarda yapıyorlardı. Yanlarına giderek:

- Bağımın altını üstüne getirdiniz dedim, dedim. Ben de size aynı şeyi yapacağım. Ve kaplumbağaları kaldırarak oğlumun şaşkın bakışları arasında ters çevirdim. Esasında bilimsel bir cinayet planlıyordum. Çünkü bu durumda hiçbir şey yapamayacaklarını ve birkaç gün içinde öleceklerini çok iyi biliyordum. Aradan bir hafta geçtikten sonra, tekrar oğlumun soru yağmuruna tutuldum. Yanıma gelerek:

- Baba, dedi. Bizim yazlıktaki bağ kimin? Daha öncekiler gibi:

- Allah'ın, diye cevap verdim. Ama biz kullanıyoruz.

- Peki, dedi. Ya o ters çevirdiğimiz kaplumbağalar? Hiçbir şey söyleyemedim.

Çünkü aklından ne geçtiğini tahmin etmiş ve yaptığım hatanın büyüklüğünü anlamıştım. Hemen giyinerek dışarı çıktım ve arabama atlayarak yazlıktaki bağımıza geldim. Kaplumbağaların cesedini kaldıracak ve onları bağın en güzel yerine gömerek kendimi affettirecektim. Arabadan iner inmez hızlı adımlarla onları bıraktığım yere doğru ilerledim. Henüz uzakta olmama rağmen kaplumbağaları görebiliyor ve küçük bir kuşun ikisinin arasında gidip geldiğini fark ediyordum. Kuş, onların çürümeye yüz tutmuş olan vücutlarından nasipleniyor olmalıydı. Biraz daha yaklaşarak ne yaptığını anlamaya çalıştım. Aman Allah'ım hayal mi görüyordum? Kuş, en yakınında bulunan asmalara konuyor ve gagasıyla kopardığı üzüm tanelerini kaplumbağalara yediriyordu.

Evet evet, kaplumbağalar yaşıyordu. Hem de yattıkları yerde beslenerek. Kuşu bir dadı gibi o hayvanların yardımına koşturan kudret karşısında ürperdiğimi hissediyor ve kaplumbağalar ölmediği için Allah'a şükrediyordum. Büyük bir sevinçle yanlarına koştum. Kuş korkarak kaçmış, kaplumbağalar ise beni görünce kafalarını kabuklarından içeriye çekmişlerdi. Onları hemen düzelterek eski hallerine getirdim ve çalıların arasından kaybolana kadar arkalarından baktım. Eve döndüğümde, oğlum beni kapıda karşılayarak:

- Baba, dedi. Kaplumbağaların kimin olduğunu söylemedin. Başını okşayarak:

- Onlar da Allah'ın yavrum, dedim. Allah'ın. Sakın ha şüphen olmasın...
 
ALİMLERİN DEĞERİ Cihan padişahı Yavuz Sultan Selim,Mısır’ı fethetmiş;Mısır da Osmanlı ülkeleri arasına girmişti.
Yavuz Sultan Selim Han,ordusunun başında İstanbul’a dönüyor,etrafında hocaları ve Şeyhul-İslamlar da topluca bir arada geliyorlardı.En çok sevdiği ilim adamı İbni Kemal padişahın yanında yerini almıştı.
Mehter,zafer marşları çalıyor,Yavuz Sultan Selim,yanında İbni Kemal ordusunun başında Anavatana doğru ilerliyorlardı.Bu sırada İbni Kemal’in atı birden bire ürktü ve şaha kalkıp huysuzluk etti.
Yavuz’un bembeyaz süt gibi kaftanına çamur sıçrattı.Bunu gören İbni Kemal’in rengi uçar,benzi sararır bir an Yavuz’un celalli anlarını hatırlar.Bu hale vezirleri de şaşar.
Bu bir anlık sahne,Koca Yavuz’un gözünden kaçmayıp hemen vezirine emir verir:
Alın bu kaftanımı saklayın.Bu kaftanımız böylece çamuruyla muhafaza edilsin der.Vezirler,hikmetini,inceliğini sorarlar.O muhterem zatın atının ayağından sıçrayan çamur;bizim şerefimizdir,yarın huzur-u ilahide vesika-i beratımız olacaktır der.
Kaftanımızın çamurunu görüp torunlarımız da ibret alsınlar ulamanın atının ayağının çamuru bizim indimizde ne kadar değerli olduğunu dünya döndükçe torunlarımız da hatırlasınlar der.
 
Bir küçük "Tebessüm
Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı, yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı. Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu.

Aksam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köşe basında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı. Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki. İki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnını ilk defa doyurduktan sonra, bir apartman bodrumundaki tek odasının yolunu ıslık çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titresen köpek yavrusunu görünce, küçük köpeği de alıp evinin dışındaki merdiven altına yerleştirdi. Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra bütün apartman halkı. Anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar.

Bütün bunların hepsi, beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir TEBESSÜMÜN sonucuydu.




kimseye soyleme
Bir zamanlar, Nabek ve Dagar isminde iki arkadaş ve komşu, büyük bir çölün kenarında yaşarlardı. Nabek’in çok güzel, paha biçilmez cins bir atı vardı. Atın rengi,duruşu, koşması görenleri hayran bırakıyordu. Dagar da bu atı çok beğeniyor ve gece-gündüz ona sahip olmanın hayalini kuruyordu. Nabek arkadaşı olduğu halde, bu düşünceye bir türlü engel olamıyordu.


Sonunda, bir gün Nabek’in yanına gidip atı ona satmasını istedi.

“Dünyadaki bütün altınları ve elmasları bana getirsen, bu atı yinede de satmam.” Diyen arkadaşı, Dagar’ın teklifini reddetti. Bu cevapla hayal kırıklığına uğrayan Dagar, ne olursa olsun o atı ele geçirmeye karar verdi.

Bir gün, bir dilenci kılığına girdi, yüzünü örttü ve Nabek’in her gün geçtiği yolun kenarında oturup beklemeye başladı. Nabek yaklaştığı sırada, sızlanma sesleri çıkararak yardım istedi. Aç ve susuzmuş gibi davrandı. Nabek, adım atacak gücü olmadığını düşündüğü bu fakir dilenciye acıyarak durdu. Onu köye kadar götürmek ve yiyecek-içecek vermek üzere atına bindirdi, kendisi atın yanında yürümeyi tercih etti.

Dagar ata biner binmez dizginleri eline geçirdi ve atı mahmuzlayarak dörtnala koşturmaya başladı. Bir taraftan da, arkasına dönüp bağırdı:

“Ben Dagar’ım. Bu atı bir daha asla göremeyeceksin Nabek!”

Nabek, Dagar’ın ardından koşmadı. Onun yerine bağırarak şöyle dedi:

“Dagar ! Bir dakika dur! Senden bir şey isteyeceğim.”

Arkadaşının yürüyerek kendisini yakalayamayacağından emin olan Dagar atı durdurdu ve onun konuşmasını bekledi.

Nabek Dagar’a şöyle seslendi:

“Evet, atımın sahibi artık sensin. Ama lütfen o atı nasıl ele geçirdiğini kimseye söyleme.”

“Neden?” diye sordu Dagar.

“Eğer insanlar senin beni nasıl kandırdığını öğrenecek olurlarsa, yolda kalmışlara, dilencilere, zor durumdaki insanlara yardım etmek için durmayacaklar. Atlarının çalınmasından korkacaklar. Ve bu yüzden birçok masum insan çölde kalıp ölecek. ınsanlar yolda karşılaştıkları kişilere artık hiç güvenmez hale gelecekler.”

Dagar bu sözleri dinledi ve uzun bir süre bir şey söylemedi. Sonra, attan indi ve onu komşusuna geri verdi. Daha sonra, birlikte Nabek’in çadırına gidip orada bir barış sözleşmesi yaptılar ve sonsuza dek arkadaş kalmak için yemin ettiler.
 
örtülü ve özgür
Uzun beyaz elbisemle ve iki-üç santim uzunluğundaki siyah saçlarımla bir öğle sonrası sokakta yürüyordum ve kamyon şoforleri ıslık ve bağırmalarıyla beni rahatsız etmişlerdi. Kendimi yenilmiş hissettim. Kuaför salonundan daha şimdi çıkmıştım. Saçlarımı bir erkek gibi kestirmiştim. Kuaför kestiği her tutamdan sonra kendimi nasıl hissettiğimi soruyordu. Korkmamıştım, ama bir organımın kesiliyor olduğu hissine kapılmıştım.

Hayır; bu, herhangi bir saç kesimi değildi. Saç kestirmekten çok daha fazla şey ifade ediyordu. Saçımı kestirerek, erkeksi bir şekilde görülmeye çalışmıştım. Dişiliğimi imha etmek istemiştim. Yine de, bu, bazı erkeklerin bana bir cinsel meta olarak davranmasını engellememişti. Yanılmıştım. Problem, benim dişiliğim değildi. Problem, cinselliğim, daha doğrusu, bazı erkeklerin genetiğimden yola çıkarak bana yakıştırdıkları bir cinsellikti. Bana karşı, benim gerçekten kim olduğuma göre davranmıyor; kendilerinin beni gördükleri üzere davranıyorlardı.

Peki, ben kim olduğumu bildikten sonra, onların beni nasıl gördüklerinin önemi var mıydı? Evet, vardı. Kadınları sadece cinsel meta olarak gören erkeklerin genellikle onlara karşı saldırgan bir tavır sergilediğine, meselâ tecavüze yeltendiklerine veya dövdüklerine inanıyordum. Cinsel taciz ve saldırı, sadece korkum da değildi; aynı zamanda başıma gelmiş şeylerdi bunlar. Bir keresinde tecavüze uğramıştım. Bana saldıran erkekler yüzünden yaşadıklarım, bende öfke ve hayal kırıklığına sebep olmuştu. Bana yönelik bu şiddeti nasıl durdurabilirdim? Erkeklerin beni bir kadın olarak değil de, bir cinsel meta olarak görmelerini nasıl engelleyebilirdim? Bu ikisini eşit görmelerini nasıl durdurabilirdim? Başıma gelenlerden sonra hayata nasıl devam edebilirdim?

Yaşadıklarım, beni kimliğimle ilgili sorularla başbaşa bırakmıştı. Sadece Çin kökenli Amerikalı kadınlardan bir başkası mıydım ben? Önceleri kimliğim konusunda bir karara varmam gerektiğini düşünürdüm. Şimdi ise, kimliğimin sürekli değiştiğini farkediyordum.


ÖRTÜNME TECRÜBEM


Bu noktada özellikle eğitici olan bir tecrübem, bir gazete projesinin bir parçası olarak Crenshaw Bulvarında üç Müslüman erkekle birlikle bir Müslüman kadın olarak ‘giyinerek’ dolaştığım zaman gerçekleşti. Beyaz, uzun kollu pamuklu bir gömlek, kot, spor ayakkabısı ve Müslüman bir bayandan ödünç aldığım çiçekli ipek bir başörtüsü giyinmiştim. Kendimi sadece Müslüman kadın görünümünde görmüyor, öyle de hissediyordum. Tabiî ki, gerçekte hep mesture olmanın neler hissettirdiğini bilemezdim, çünkü İslâmî bir eğitim almamıştım.

Yine de, insanlar beni Müslüman kadın olarak algıladılar ve bir cinsel obje olarak görüp bana karşı sarkıntılıkta bulunmaya yeltenmediler. Erkeklerin bakışlarını, daha önceden olduğu gibi, üzerimde hissetmedim. Tamamen örtünmüş vaziyetteydim; yalnızca yüzüm görünüyordu. İçeride kibar bir zenci Müslüman bana ‘kardeş’ diye hitap etti ve nereden geldiğimi sordu. Ona aslen Çinli olduğumu söyledim. Hangi milletten olduğumun onlar için pek önemli olmadığını farkettim. Aramızda bir tür yakınlık vardı, çünkü beni bir Müslüman olarak görmüştü. Ona gerçeği nasıl söyleyeceğimi bilemedim, çünkü gerçekte öyle olup olmadığımdan emin değildim.

Aynı kıyafetle Afrika mücevherleri ve mobilyaları satan bir mağazaya girdim. Orada bir başka beyefendi bana Müslüman olup olmadığımı sordu. Nasıl cevap vereceğimi bilemediğimden, sadece bakıp gülümsedim. Karşılık vermemeyi tercih ettim.


ÖRTÜLÜ OLMAM BAŞKALARININ BANA KARŞI TUTUMUNU DEĞİŞTİRDİ


Mağazanın dışında, birlikte olduğumuz Müslümanlardan birine, “Ben Müslüman mıyım?” diye sordum. Bana, aslında nefes alan ve teslim olan herşeyin öyle olduğunu izah etti. Müslüman olmuş olabileceğime, ama bunu bilmediğime hükmettim. Kendimi o şekilde isimlendirmemiştim henüz. İslâm hakkında, Müslüman olduğumu söyleyecek kadar bilgim yoktu. Günde beş vakit namaz kılıyor değildim, camiye gidiyor, oruç tutuyor değildim, sürekli başımı örtüyor değildim. Yine de, bütün bunlar, Müslüman olmadığım anlamına gelmezdi. Bunlar, içeride olanın dışarıya doğal yansımaları idiler.

Gördüm ki, kendi içimde nasıl olduğum, örtülü veya örtüsüz olmamla değişmiyor. Ama, örtülü olmam, başkalarının benim hakkımdaki algılamalarını değiştiriyor. Diğerleriyle olan ilişkilerinizde kendi imajınızın oluşmasını sağlıyor.


UYDURMA VE KASITLI BİR BAKIŞ AÇISI


Ben, erkeklerden saygı aradığım için, örtünmeyi bilinçli olarak seçtim. Önceleri, Kadın Araştırmaları bölümünde okuyan ve de düşünen bir kadın olarak, örtünmenin bir zulüm olduğunu savunan Batılı görüş açısını benimsemiştim. Yaşadığım bu tesettür tecrübesinden ve tesettür üzerinde daha da düşündükten sonra, bu görüşün uydurma, kasıtlı, ard niyetli bir bakış olduğu sonucuna vardım. Kadın kendisi ikna olarak ve anlayışla tesettüre yöneltildikten sonra, tesettür hiç de zulüm filan değildi.

O gün kendi tercihimle örtünmüştüm; ve, hayatımda kendimi en ziyade özgür hissettiğim tecrübe oydu. Şimdi, kadın olmanın alternatiflerini görüyorum. Giyim tarzımın, başkalarının bana karşı tavırlarını belirlediğini keşfettim. Realitenin bu olması beni üzüyor. Bu, kabul ettiğim bir realite; fethedilmektense, fethetmeyi tercih ettim. Gördüm ki, tesettür ile örttüğüm kadınlığım değil, cinselliğim idi. Cinselliğimin örtülmesi, diğerinin özgürlüğüne imkân tanıyordu.


(Bu yazı, Los Angeles’taki Kaliforniya Üniversitesi’nin (UCLA) Müslüman Öğrenciler Derneğinin haber dergisi Al-Talib’de Ekim 1994’te yayınlandı. O tarihte Kathy Chin, üniversitenin Psikobiyoloji ve Kadın Araştırmaları bölümünün son sınıf öğrencisiydi
 
Esselam
Mekke...
Yaşlı bir adam ve genç bir delikanlı bir köşede oturup konuşmaktalar.
Önlerinde iyi giyimli bir adam belirir. Genç olanın önüne bir kese
altın koyar.
Genç:
- Sağol, paraya ihtiyacım yok.
- Olsun, ben sana veriyorum, ister sen harca, ister fakirlere ver.
Genç fazla ısrar etmez. Keseyi alır hemen hepsini ihtiyacı olduğunu
bildiklerine dağıtır.
Yaşlı adam aynı akşam genci bir başkasından yardım isterken görür ve
sorar:
- Niçin o bir kese altından kendine ayırmadın?
Genç:
-Akşama kadar yaşayacağımı düşünemezdim.
 
Ölümü İzlerken
Gözlerinden akan yaşlara hâkim olamıyordu. Akıbetini bildiği bir hayat için neden çalışmamıştı? Ömrünün er geç son bulacağını bile bile geleceğini neden karartmıştı? Cennetin yolunu kendi kendine kapatmış, cehennemin yolunu da alabildiğine açmıştı yaşantısı ile. Hiç bu ana geleceğini düşünememişti.



Genç adam gözlerini güçlükle araladı. Zifiri karanlıkta hiçbir şey göremiyor; sadece bunaltıcı küçük bir yerde olduğunu hissediyordu. Ayaklarını, ellerini kımıldatmak istediyse de başaramadı. Başını sağa sola çevirmek istedi; bir türlü vücuduna hükmedemediğini anladı. Neler olup bittiğini, en son neler yaptığını hatırlamaya başladığında ise, çaresiz bir şekilde gerçeği kabullendi.
"Burası mezar olmalıydı. O da ölmüştü." Buna inanamıyordu; ama ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın, bunu geri çevirme gibi bir imkânının olmadığının da farkındaydı. Bu olmamalıydı. Ağzında arkadaşlarıyla beraber kendinden geçene kadar içtiği içki kokusu, elinde ise, yine arkadaşlarıyla oynadığı kumar kâğıtlarının kiri vardı.



En azından bunlar olmadan ölseydi. Ellerinden o pis kiri, nefesinden keskin alkol kokusunu yok edebilseydi. Üzerindeki ağırlık gittikçe daha da artıyor, hem vücudu hem de yüreği müthiş bir sızı hissediyordu. Evet, en azından şimdi olmamalıydı. Karısı ve çocukları, eve dönmediğini görünce ne yapacaklardı? "Üzülürler mi acaba?" diye geçirdi içinden. Çocuklarını hırpalayan, annelerini döven, aldığı alkolün etkisiyle önüne çıkana sataşan, çocukların rızkını ve nafakasını kumar ve içki ile tüketen bir baba eve gelmediğinde üzüntü duyarlar mıydı acaba?... Ya annesi? En son ne zaman görmüştü annesini? Bir hafta önce idi; kumar parası bulamamış, borç para almak için gitmişti annesine. Para vermeyen annesini hırpalayıp bileziklerini alarak uzaklaşmıştı oradan. Annesinin onun ardından;



"Oğlum, pişman olacağın şeyleri yapma! Sana beddua etmek istemiyorum. Kendine gel yavrum, yalvarırım kendine gel." diye haykırışları arasında hızla uzaklaşmıştı oradan.



Ya arkadaşları, komşuları, akrabaları? Her biri ile problem yaşamıştı. Onun yaşantısını hoş görmedikleri için ne onun evine geliyor, ne de onu evlerine davet ediyorlardı. Tüm ilişkilerini koparmışlardı onunla. Ardından iyilikle konuşacak, bir Fatiha okuyacak, ölümüne gerçekten üzülecek hiç kimsesi yoktu.



"Keşke tekrar dünyaya dönebilsem, yaptığım tüm hatalarımı telafi edip, içkiyi kumarı bırakıp insanlarla iç içe dostane bir hayat sürebilsem. Allah'ım, tekrar dünyaya dönebilsem."
Bunun bir yolu var mıydı acaba? Geriye dönüp yapılan tüm hataları telafi etmek mümkün mü idi?.. Cehennem kenarına kadar gelip sonra cenneti hak etmek için dünyaya geri dönmek mümkün mü? Elbette mümkün olmadığı bir gerçek. Bu gerçek, genç adamı daha da telaşlandırdı.
"Annem kendine gel, dediğinde keşke onu dinleseydim. Allah'ım, yalvarırım bana bir fırsat daha ver, ne olur!"



Tüm bunları söylerken gözlerinden akan yaşlara hâkim olamıyordu. Akıbetini bildiği bir hayat için neden çalışmamıştı? Ömrünün er geç son bulacağını bile bile geleceğini neden karartmıştı? Cennetin yolunu kendi kendine kapatmış, cehennemin yolunu da alabildiğine açmıştı yaşantısı ile. Hiç bu ana geleceğini düşünmemişti. Daha gençti. Ölüm yaşlılar içindi aslında, onun daha çok zamanı vardı. Belki yaşasaydı doğru yolu bulurdu? Neden genç yaşta ölmüştü ki?



"Kimi kandırıyorum ben. Yüz yaşıma da gelsem, aynı hayatı sürdürürdüm mutlaka."



Bunları düşünürken, vücudundaki ağırlık gittikçe onu rahatsız etmeye başlamıştı. Bir kurtulabilseydi bundan. Derin bir sessizlik hâkimdi. İnsanın içini ürperten, yüreğini sızlatan korkunç bir sessizlik. Ve aniden çıldırtan sessizlik bozuldu.



"Allahu ekber Allahu ekber....



Ezan sesiydi bu! Evet, ezan sesi! Daha önce hiç dikkatini çekmemişti bu ses. Ve çok güzel, insanı rahatlatan bu çağrı, onu hiç etkilememişti böylesine. Ezanın bitiminden sonra içeriye hafif bir ışık yansıdı. Gün ağarmaya başlayınca, olup biteni anlamıştı. Evindeydi. Sarhoş bir vaziyette gelmiş. Evin içerisinde bilinçsizce gezinirken masaya tutunmuştu. Ayakta bile zor duran bedeni yığıldı yere. Masayı da düşerken üzerine devirmişti. Yaşıyordu. Masayı itti üzerinden. Uyuşmuş ayaklarını, ellerini hareket ettirdi usulca. Hiç bu kadar sevinmemişti. Hayatı boyunca hiç bu kadar mutlu olmamıştı. Oturduğu yerden düşüncelere daldı. Şimdi ne yapacaktı peki? Eski yaşantısına geri mi dönecekti? Yoksa ölümü bu kadar yakın hissettikten sonra cennetin yolunu açacak ameller mi yapacaktı? Kararlı bir şekilde doğrulup abdest aldı. Ve bu yaşına kadar yönelmediği Rabbine yöneldi gönül rahatlığıyla. O henüz namaza durmuştu ki, karısı kapıyı açtı. Gördüğü manzaraya inanamadı. Çocuklarının babası, hayat arkadaşı, o namaz kılarken dalga geçtiği eşi Rabbinin huzurundaydı. Elleri semada gözleri yaşlı binlerce kere şükretti Rabbine.
Dudaklarından şu ilâhî kelam döküldü:
 
ava giden avlanır
Mâverâünnehir meliki Sultan Abdullah Kazgan bir gün Buhara'ya gider. Buhara'da birkaç gün kalacaktır. Bir gün yanındakilere der ki:
"Buralar da av çok olur, hazırlığınızı yapın ava çıkacağız." Adamları hazırlıklarını yaparlar, Sultan Kazgan ikâmet ettikleri mahalle sakinlerini de ava davet etmeyi ihmal etmez. Bütün mahalle ava çıkmak için yollara düşer.
Ava çıkan mahallede bir misafir daha vardır, çoğunluk onun farkında değildir. Dünya sultanı olunca her göz görüyor da, mânâ sultanlarını her göz göremiyor.
Bu mahalledeki mânâ sultanı Şâh–ı Nakşibendî Hazretleri'dir. Hep birlikte ava çıkarlar ve av başlar. Şâh–ı Nakşibendî Hazretleri bu av işinden pek hoşlanmamıştır. Herkes bir av peşinde koşarken, o da bir tepenin üstüne çıkıp oturur. Elbiselerinde ki, sökük ve yırtık yerleri dikmekle zaman geçirir. Eli ile sökük dikerken gönlüde tefekkür etmektedir. Aklına şöyle bir suâl gelir:
"Allah Teâlâ'nın nice veli kulları vardır ki, dünya sultanları onların kapılarına yüz sürer." Bu düşünceler içinde tefekküre devam eden Şâh–ı Nakşibendî Hazretleri, az zaman sonra kendisine doğru bir atlının gelmekte olduğunu görür. Atlı gelip Şâh–ı Nakşibendî Hazretleri'nin önünde durur, atından inip selam verir, edeple, hürmetle eğilip oturacak bir yer bulup oracıkta oturur. Şâh–ı Nakşibendî Hazretleri de söküklerini dikmekle meşgul olmaya devam eder. Aradan bir müddet zaman geçer, adam kıpırdamadan olduğu yerde oturur, ne bir şey sorar ne de hareket eder. Şâh–ı Nakşibendî Hazretleri sorar:
"Ne işle meşgulsünüz?" Adam der ki:
"Ben av ile meşgul oluyordum, avlandığım sırada içime garip bir duygu çöktü, anlayamadığım bir sebep beni buraya getirdi. Sizi görünce de içime sizin muhabbetiniz doldu". Adam Şâh–ı Nakşibendî Hazretleri'nden himmet istemeye başlar. Şâh–ı Nakşibendî Hazretleri ona der ki:
"Ben fakir bir dervişim. Bu köyde geçici bir süre için kalıyordum. Abdullah Kazgan köylüyü ava çıkartınca ben de onlarla birlikte mecburen ava çıktım. Av yapmayınca da burada oturdum." Adam der ki:
"Efendim! Ben av yapayım derken, avlandım. Siz beni avladınız."
Şâh–ı Nakşibendî Hazretleri onun Sultan Abdullah Kazgan olduğunu öğrenir ve Şâh–ı Nakşibendi Hazretlerinin sohbet halkasına katılır.
*****************************************************

Hz. Ali'nin Cömertliği

Hz Ali (RA)hurma bahçesinde akşama kadar çalışmış akşamda devesinin üzerine bir çuval HURMA yükleyerek evinin yolunu tutmuştu
Devenin yularını yardımcısı Kamber'in elinde idi. Kendiside önde gidiyordu. Medinenin içine girdiklerinde yolun kenarından bir ses geldi. yoksulun biri elini açmış sızlanıyordu.
Ne olur ALLAH Rızası için bir yardım diyordu. Sesi duyan Hz ALİ Arkadan deveyi çekip gelen Kambere sordu
"kamber ne istiyor bu yoksul"
Kamber "hurma istiyor efendim dedi
Hz Ali "ver öyleyse "dedi
Kamber "hurma çuvalda efendim "dedi
Hz Ali "çuvalla ver öyleyse dedi
Kamber"Çuval devenin üzerinde efendim dedi
Hz Ali "deveyle ver öyleyse diye gürledi
Emri derhal yerine getiren Kamber diyor ki
"Devenin ipide benim elimde demeden korktum ve hurma çuvalını deveyle birlikte yoksula verdim. Az kalsın benide yoksula vermekte tereddüt etmeyecekti.......
****"ALLAH CÖMERTTİR ve CÖMERTLERİ SEVER****"""


*********************************************************

Geri geleceğini biliyordum yavrum !!!
Evlendiğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu.Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu.Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu.
Yine böyle bir tartışma anında; eşi, bütün bağları kopardı ve

-''Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak"

diyerek rest çekti... Eşini kaybetmeyi göze alamazdı.Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası, sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı.Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında.
Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hâlâ
onu ölürcesine seviyordu.Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu.Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını.Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı.
Babasına lâzım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak
babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can,
"Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.
Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı.Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı.Minik Can, sürekli babasına "Baba nereye Gidiyoruz ?"diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan; nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu.
Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya
gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan
akıyordu.Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı en son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.

Tipi, adeta barakanın içinde hissediliyordu.Barakanın içinde fırtına vardı adeta.Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden düşünmeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü.Öyle üzgündü ki, dünya başına göçüyor gibiydi.O, bu duygular içindeyken babası, yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca
emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu
incinmişti,içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu.Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu.Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi, yanaklarını ve ellerini defalarca öptü.
Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti.Arabaya bindiler.

Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı, neden dedemi o soğuk yerde
bıraktın diye.Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu.
Can: "Baba, sen yaşlandığında ben de seni buraya mı getireceğim?" diye sorunca dünyası başına yıkıldı.
O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı.Barakaya ulaştığında "Beni affet baba." diyerek babasının boynuna sarıldı.
Baba oğul sıkı sıkı sarılmış çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı.
Oğlu: "Baba beni affet! Sana bu muameleyi yaptığım için beni affet!" diye
hatasını belli ediyordu...
Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu...
"Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen
beni atasın...
Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum."

*************************************************************

****KÖRDÜĞÜM***
SEVGİLİ HZ.AİŞE (R.A)VALİDEMİZ PEYGAMBER EFENDİMİZ SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM''E DAHA YENİ EVLİ İKEN NE KADAR KENDİSİNİ SEVDİĞİNİ ÖĞRENMEK İÇİN SORUYOR;

_YA RESULLALLAH BENİ NE KADAR SEVİYORSUNUZ

_KÖRDÜĞÜM GİBİ YA AİŞE KÖRDÜĞÜM GİBİ

YILLAR GEÇİYOR VE HZ.AİŞE (R.A)ACABA RESULLULLAH YİNE BENİ ESKİSİ GİBİ SEVİYOR MU YOKSA YILLAR GEÇTİ BEN YAŞLANDIM SEVGİSİ AZALMIŞMIDIR DİYE BİR DÜŞÜNCEYLE PEYGAMBER EFENDİMİZ (SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM)''E SORAR;

_YA RESULALLAH YILLAR ÖNCEKİ KÖRDÜĞÜM NASIL ?
_İLK GÜNKÜ GİBİ YA AİŞE İLK GÜNKÜ GİBİ


ALLAHÜMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMED
 
OSMANLI AŞÇISI
YAHYA BABA 2.BEYAZIT HAN ZAMANINDA EDİRNE BEYAZIT KÜLLİYESİNİN AŞÇILARINDANDI. YEMEĞİ ÖYLE AŞKLA YAPAR, ALLAHIN Nİ'METLERİNİ HALDEN HALE ÇEVİRİRKEN ALLAH'A ÖYLE TESLİM OLURDUKİ, YEMEGİ YAPMAYA BAŞLADIĞI ZAMAN SANKİ İBADETE BAŞLADI ZANNEDİLİRDİ. PİRİNÇLERİ SALAVAT GETİREREK AYIKLAR, YAĞI TEKBİR GETİREREK ERİTİR, TUZU BESMELE ÇEKEREK ATAR, SUYU TESBİH EDEREK DÖKERDİ. GÖZÜNÜ YUMAR, EMBİYAYI, EVLİYAYI ARACI YAPAR ALLAHTAN BEREKET İSTERDİ.
ONUN PİLAVINDA HER ZAMAN BEREKET KAYNARDI. AZ BİR PİRİNÇ HERKESE YETER, ÇOĞU ZAMAN ARTARDI. FAKAT YAHYA BABA TEK PİRİNÇ TANESİNE BİLE KIYMAZDI. PİLAVDAN ARTANI TUNA NEHRİ BALAKLARINA ATARDI. BALIKLAR YAHYA BABANIN GELECEĞİ SAATİ BİLİRLER, O SAATTE KÖPRÜ ALTINDAKİ SUDA BEKLERLERDİ.
KİLERCİ PİLAVIN HERKESE YETİP ARTTIĞINI GÖRDÜKÇE PİRİNCİ AZ VERMEYE BAŞLADI. FAKAT YAHYA BABA BİR KERE ''BU PİRİNÇ YETMEZ DEMEDİ
KİLERCİ PİRİNCİ AZALTTIKÇA YAHYA BABA PİLAVI HERKESE YETİRİP ARTTIRIRDI.KİLERCİ ŞAŞKINLIKTAN ŞAŞKINLIĞA GİRİYORDU.
KİLERCİ YAHYA BABAYI İYİCE DENEMEYE KARAR VERDİ.HERGÜN PİRİNÇ MİKTARINI AZALTTI. AMA KİLERCİ PİRİNCİ KISTIKÇA PİLAV AZALMIYOR AKSİNE ÇOĞALIYORDU. YİNE HERKES DOYUYOR. YİNE TUNA'DAKİ BALIKLAR NASİBİNİ ALIYORDU.
NİHAYET KİLERCİNİN AĞZINDAN BİR LAF ÇIKTI. "BU BİR KERAMET!"
KİLERCİ PADİŞAHA ÇIKTI VE DEDİ Kİ : " PADİŞAHIM! BU YAHYA BOŞ DEĞİL!! BİZ ONA İŞÇİ MUAMELESİ YAPIYORUZ"
PADİŞAH KİLERCİ İLE BİR PLAN YAPTI. O GÜN YAHYA BABAYA ÇOK AZ, HATTA GÜLÜNÇ DENECEK KADAR BİR PİRİNÇ VERİLECEKTİ.
NİHAYET İŞ SAATİ GELDİ. KİLERDEN ÇOK AZ PİRİNÇ ÇIKARILDI YAHYA BABA DENENDİĞİN FARKINDA DEĞİLDİ. HER ZAMAN Kİ GİBİ TEVEKÜL VE TESLİMİYET İÇİNDE , AZICIK PİRİNCİ ALLAH'IN LÜTFÜ DİYEREK ALDI. ALLAH ALLAH DİYEREK ZİKİR VE FİKİR İÇİNDE AYIKLADI. ALENLERİN RABBİNDEN HALİL İBRAHİM BEREKETİ DİLEDİ.
ÖYLE BİR PLAV ORTAYA ÇIKTI Kİ ORTAYA KAZANLARA SIĞMADI. ÜSTELİK ÇOK LEZZETLİ OLDU. HERKES PARMAIĞINI ISIRDI.
PLAV YİNE ARTTI. YAHYA BABA ARTANLARI SIRTINA YÜKLEDİ TUNA NEHRİNİN YOLUNU TUTTU. TAM KEPÇEYİ DALDIRIP BALIKLARA ATACAKTI Kİ ONU İZLEYEN PADİŞAH GÜRLEDİ.
" NE OLUYOR BRE AŞÇI BAŞI! DEVLETİN MALINI İSRAF MI EDERSİN. "
YAHYA BABA TUDULDU KALDI. PADİŞAHA HİÇ CEVAP VERMEDİ. FAKAT BALIKLAR KAFALARINI ÇIKARIP PADİŞAHA CEVAP VERDİLER.
AYIP OLUYOR SULTANIM KOCA DEVLETİN ARTIĞINI BİZE ÇOKMU GÖRÜYORSUN.
YAHYA BABA ÖYLESİNE MAHÇUP OLDUKİ ÖYLESİNE UTANDIKİ ANLATILAMAZ.YÜZÜ KIZARDI. TÜYLERİ DİKEN DİKEN OLDU. UTANCINDAN SECDEYE KAPANDI. GÖZYAŞI DÖKTÜ. AMELİNE RİYA DAMLADI KORKUSUYLA TEVBE ETTİ. ALLAH'A SIĞINDI
BEYAZID-İ VELİ HAZRETLERİ GÖRDÜKLERİNE İNANAMADI. YAHYA BABAYI ŞİMDİYE KADAR ANLAMAMIŞ OLDUĞUNA BİN PİŞMAN OLDU
YAHYA BABANIN SECDEDEN KALKMASINI BEKLEDİ. ONA İLTİFAT EDECEKTİ. FAKAT YAHYA BABA SECDEDE ''''RUHUNU TESLİM '''' ETMİŞTİ
''''RABBİM BİZİ RİYADAN MUHAFAZA EYLESİN'''amin''

*************************************************************

ÇANAKKALE DE ZAFER İMZASI
ÇANAKKALE SAVAŞI SIRASINDA, ÇATIŞMANIN EN SICAK YAŞANDIĞI BİR YER. HERKES KENDİ HALİNDE VE BİR KUYUNUN BAŞINDA ASKERLER.
AÇLIK SUSUZLUK VE UYKUSUZLUK
ASKERLER KUYUYA YAKLAŞAN BİR KÖPEK GÖRÜYORLAR VE KÖPEĞİ TAŞLIYORLAR. ÇÜNKÜ KÖPEK HASTA OLMUŞ, TÜYLERİ DÖKÜLMÜŞ, HERTARAFI KAN REVAN İÇİNDE
YARBAY HASAN BUNU GÖRÜYOR VE ALIYOR KÖPEĞİ ORDUGAHA GÖTÜRÜYOR, TEDAVİ EDİYOR, YARASINI SARIYOR, BAKIYOR, DOYURUYOR.
KÖPEK BİRKAÇGÜN SONRA GECELEYİN ULUMAYA BAŞLIYOR Kİ HERKESİ UYANDIRANA DEK VE HERKES ŞAŞKIN UYANIYOR BAKIYORLAR Kİ TAARRUZ OLUYOR TEHLİKE HABERİ VERİYOR. VE HER SEFERİNDE TARRUZU HABER VERİYOR.
YİNE ÇETIŞMANIN EN YOĞUN OLDUĞU BİRGÜN, YİNE DÜŞMANI PÜSKÜRTÜYORLAR, YİNE ŞEHİT, VE YİNE DESTAN, YİNE KAHRAMANLIK.
'''''''OSMANLININ TORUNLARI BU İNSANLAR'''''''''''
YARBAY HASAN DÜŞMAN ÖLÜLERİNİN ARASINDA GEZERKEN FRANSIIZ ASKERİNİN NEFES ALDIĞINI GÖRÜR VE YARDIM ETMEK İÇİN EĞİLDİĞİ SIRADA ASKER, ASKER ELİNDEKİ SÜNGÜYÜ YARBAY HASANIN KALBİNE SAPLAR. VE YARBAY HASAN ELİNİ AÇAR NE ŞÖYLE DER
'''YA RABBİ BEN O ASKERE YARDIM ETMEK İÇİN GİTMİŞTİM'' DER
KELİME-İ ŞEHADET GETİRİR VE ŞEHİT OLUR.
BİRDE BAKARLARKİ KÖPEK UZAKTAN HAVLAYA HAVLAYA GELİR VE YARBAY HASANIN ÜZERİNE YATAR.YARBAY HASAN DEFNEDİLMEK İÇİN YANINA MEZAR KAZARLAR. YARBAY MEZARA KOYMAK İÇİN KALTIKLARINDA, KÖPEĞİ İTERLER AMA KALKMAZ.
BİRDE BAKARLARKİ KÖPEKTE ÖLMÜŞTÜR
''''İŞTE SADAKAT İŞTE VEFA'''''''

**********************************************************

GÜVENE LAYIK OLMAK
Tasavvuf tarihinin önemli simalarından Zünnun Mısri (IX. y.yıl) kendisine bir yıl mürid olup hizmet ettikten sonra İsm-i Azam'ı (Allah'ın bütün vasıflarını ifade eden en yüce adı) öğrenmek isteyen Yusuf bin Hüseyin'in arzusunu yerine getirmedi. Bu isteğe gülüp geçti. Aradan tam altı ay daha geçti. Yusuf bin Hüseyin sabırla hizmete devam etti. Bir fırsatını bulup isteğini yine tekrarladı. Zünnun Mısri bu defa Yusuf bin Hüseyin'e ağzı bir bezle bağlanmış bir testi vererek, "Bunun içindeki hediyeyi falan yerdeki filan zata götür" dedi. Dikkatle götürmesini, içindekine bir zarar gelmemesini de ayrıca hatırlattı. Yusuf, hediyeyi aldı ve yola koyuldu. Yolda kendi kendine söyleniyordu: "Bir buçuk yıldır hizmetindeyim, benim bir dileğimi yerine getirmeyen şeyhim, hizmetinde bulunduğum bir buçuk yıldır bir defa ziyaretine bile gelmemiş olan bir dostunu hediye ile taltif ediyor..."

Yolculuğu sırasında bir yerde dinlenirken, içini, özenle götürülmesi istenen bu hediye nedir diye şiddetli bir merak sardı. Merakına mağlup olarak testinin ağzandıki bezi çözdü ve açtı. Açmasıyla birlikte bir fare fırt diye atladı ve çalılıkların, arasında kayboldu. Yusuf bin Hüseyin çok üzüldü, pişman oldu. Emanete hiyanet etmişti. Artık götürülecek hediye kalmadığına göre yoluna devam etmesi gereksizdi. Çaresiz üzüntülü ve mahcup bir halde geri döndü. Olacağı kalbine malum olan Zünnun Mısri "Sıradan bir hediyenin bile güvenilemeyeceği bir kimseye İsm-i Azam nasıl emanet edilir?" diyerek her isteyene her şeyin emanet edilemeyeceğini anlatmak istedi.

**********************************************************

ANA SÖZÜ DİNLEMEYENİN HALİ
Bir kadının bir oğlu vardı, oğlundan başka kimsesi de yoktu. Bütün günlerini onunla geçirir, varı yoğu oğluna en ufak bir zarar gelmesini istemezdi. Kadının bu oğlu birgün tutturdu , illa da hacca gideceğim diyor başka birşey demiyordu.
Annesi ağlamaya başladı. Çünkü oğlunun yanından ayrılmasına tahammül edemeyeceği gibi o gittiği takdirde yapayalnız kalacak ve kimsesizlikten belki de perişan olacaktı. " Oğlum! Mekke dediğin şurası değil ki, ne zaman gidip geleceksin. Sen gittikten sonra ben ne yapacağım, etme eyleme " diye yalvardıysa da, oğlu kararında ısrar etti ve hacca gitmek üzere yola çıktı ama, ananın da yüreği yanık kaldı.
Yalnız kalan anne üzgün bir kalple şöyle dua etti: " Ya Rabbi, oğlumun ayrılığına dayanamayacağım... Söz dinletemedim, onu bir ikaz et de geri dönsün. "
Oğul ananın bu yakarışlarından habersiz olarak yoluna devam ediyordu. Bir gece bir şehirde konuklamak için kalmaya karar verip kapısı açık olan bir mescide girdi. O şehirde de azgın bir hırsız evlere dadanmış, ne bulursa çalıyor, fakat hırsızı bir türlü yakalıyamıyorlardı. O gece gene hırsız bir eve girip mal çalmış ve kaçmıştı. Hırsızı takip etmeye başladılar, hırsız kaçıyor takipçiler onu kovalıyorlardı. Derken hırsızın izini kaybettiler. Takipçiler buraya girmiş olabilir diye camiye daldılar. Baktılar ki orada bir adam var. Olsa olsa budur diyerek adamı yaka-paça reisin huzuruna çıkardılar. Çünkü hergün hırsızlık vukubulduğu halde birtürlü yakalayamıyorlardı. Bu sefer tamam dediler, bu şehri kasıp kavuran hırsız budur. Hırsızın gözünün oyulmasına karar verdi mahkeme. Gözlerini oyup bir merkep üzerine sardılar ve gündüz halkın en kalabalık olduğu bir zamanda şehirde gezdirmeye başladılar. Hırsızı yani anasının sözünü dinlemeyen ve hırsız zanniyle yakalanan o genci gezdiren tellal şehir halkına teşhir ediyor ve " ey ahali işte sizin canınızı yakan, malınızı çalan hırsız nihayet yakalanmıştır; bundan sonra rahat edeceksiniz " diye bağırdıkça, genç, tellala şöyle bağırmasını rica ediyordu: «Ey ahali işte anasının sözünü dinlemeyip de illa ben hacca gideceğim diye yola çıkanın hali budur» diye bağır diyordu ama derdini ta baştan kimseye anlatamamıştı ki tellala anlatsın.
Bütün şehri dolaştırdıktan sonra genci şehrin dışında bir yol kenarına attılar. Oradan geçenler genci memleketine getirdiler, evini bulmasını temin ettiler .
Genç adamcağız kendi evlerinin kapısına gelince «Hu!» diye seslendi. Tabii ki aradan hayli zaman geçtiği için saçı sakalı uzamış, üstübaşı yırtılmıştı. Kapıyı açan yaşlı kadın, oğlunu tanıyamadı. Bilmiyordu ki kapıya dilenci halinde gelen arkasından «Ya Rabbi oğlumu azarla da geri dönsün» diye yalvardığı kendi oğluydu.«Sapa-sağlam adamsın... Dileneceğine çalışıp da kazansana!» dedi. Genç, «çalışamam, gözlerim kör» deyince, yaşlı kadın, «ne oldu gözlerine?» diye sordu.
Genç, «Ne olacak, annemin hatırını kırdım, sözünü dinlemedim Allah da benim gözlerimi aldı» diye cevap verince, kadın anladı karşısındakinin oğlu olduğunu, başladı hüngür hüngür ağlamaya... «Ya Allah'ım! Duam ağır olmuş.. ben onun gözlerinin kör olması için dua etmemiştim» diye Allah'a yalvarmaya başladı.
Kadına gelen ilahi bir ses : «Onun suçuna karşılık biz sadece gözlerini kör ettik, aslında anaya asi olanın, cezası daha ağırdır. O buna şükretsin»diyordu. Kadının oğlu dönüp gelmişti ama gözleri kör olduğundan hiç bir iş yapamıyordu. Kadın çok dua etti Allah'a... AIlah'ın iyi bir kulu imiş ki, duası kabul olunarak gencin gözlerini Cenab-ı Allah iade etti..
 
SARAYDA İFTAR(ibretli)
Harun Reşid bir Ramazan günü Behlül'e tembih etti:

- Akşam namazında camiye git, namaza gelen herkesi iftara davet et.

Akşam oldu, namaz kılındı, namazdan sonra Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıka geldi. Harun Reşid şaşırdı:

- Behlül bunlar kim? Ben sana namaza gelen herkesi saraya iftara çağır diye tembih etmedim mi? Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin..

- Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra bendeniz cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış.

**********************************************************

PEYGAMBER EMANETLERİ
Feribot denizde süzülürken, güvertede, gecenin rengine boyanmış suları seyrediyordu. Aklı hala sabahki vaazdaydı. Vaazı dinleyebilmek için Türkiye’nin her tarafından gelen binlerce insan, sabah nazmında Süleymaniye’yi doldurmuş, hatibi beklemişti. Hatip saat on civarında gelmiş, herkes vaazla beraber ötelere yelken açmıştı. Hatibin sözleri kalplerde heyecan uyandırıyordu.
Hele Muhammed İkbal’in, Çanakkale’de ölüm-kalım mücadelesi verdiğimiz günlerde Pakistan halkına söylemiş olduğu sözleri duyunca, kalpler duracak gibi olmuştu. “Ehl-i Salib’in bütün çılgınlığıyla Çanakkale’ye yüklendiği günlerdi…” diye başlamıştı hatip. “Çanakkale’de gencecik canlar, can pazarında can verirken, bir başka pazarda Muhammed İkbal, kendisini dinleyenlere:Cemaat, kendimi Allah Rasulü’nün huzurunda hissediyorum. Şu anda bana dese ki, Doktor İkbal, dünyadan bana ne getirdin? Ben de diyeceğim ki, Ya Rasulallah sana bir şişe içinde biraz kan getirdim. Bu kan Müslüman-Türk’ün Çanakkale’de döktüğü kandır ve ben bu kanı hiçbir şeye değişmem.”
Bu sözler kor gibi düştüğü her yüreği yakmıştı. Kalplerde oluşan ritimler gözlerde sağanağa, dillerde çığlık ve feryada dönüşmüştü. Bu heyecan kasırgasında hatip: “Benim gibilerine uzaktır o huzura gitmek; ama eğer o huzura çağrılsam ve Doktor İkbal’e dedikleri gibi bana da ne,’Ne getirdin.’ Deseler, diyeceğim ki, Ya Rasulallah gedalar sultanlara ne verebilir ki… Ama yine de bir şişe getirdim. Bu şişe de günahına ağlayan ümmetinin gözyaşları var ve ben bunu cennetin kevserleri ile değişmem.” Demişti.
Bu sözlerle beraber beyninde şimşekler çakmıştı:
-Ya sen çağrılsan o huzura ve sana sorulsa…
tonlarca ağırlık yüklenmişti yüreğine. İnce bir sızı, bir burgu gibi içini oymuştu. Artık hiçbir şey duymuyordu…
O gün nasıl bitti, ne zaman feribota bindi, hatırlamıyordu. Şimdi zihninde tek bir şey vardı. Sitemle karışık, emreden bir se: “Ne getirdin?”
Bir ara başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Pırıl pırıl bir gökyüzü ve yıldızlar… Bir an kendisini o mecliste hissetti. Yıldızlar, alev gibi bakışlarla üzerine dikilen birer göz gibi geldi ona. Bu sırada dalgalar biraz daha artan bir ritimle;”Ne getirdin?ne getirdin.” Diyerek feribota çarpıyordu. Bir şey söyleyemiyordu. Kalbi daralıyor, ruhu eziliyordu. “Bir şey götürmeliyim, ben de bir şey götürmeliyim; ama ne?” Sorular… Sorular… Ah cevapsız sorular Sonra ızdırap… Izdırap… Ardından sessizce akan gözyaşları, gürültüsüz kayan yıldızlar gibi, öylece kayıyordu yanaklarından.
O günden sonra, birkaç insanla ilgilenmeye karar verdi. Rasulallah’a, ‘Size, gönüllerinde sevginizi uyandırdığım birkaç genç getirdim.’diyecekti. kim bilir belki bu hediye karşısında Gönüller Sultanı Tebessüm edecek, alnından öpecekti.
O günden sonra alnına kondurulmuş bir nebi öpücüğü, hayalini süsülüyordu. Bunun için neler vermezdi ki… değişik vesilelerle tanıştığı birkaç öğrenciye rehberlik yapmaya başladı. Bütün dünyası artık bu öğrencilerden ibaretti. Hayatının merkezine onları koymuş, onlarla yatıp kalkıyordu. Onları, ‘Peygamber Emaneti’ olarak görüyordu. Sahiplerine layık birer emanet olamamaları endişesi uykularını kaçırmıştı. Artık uykuları delik deşikti. Onların Peygamber’e takdim edilecek birer hediye olabilmeleri için elinden geleni yapıyor, sonrasında dualara sığınıyordu.
Cuma günleri ilgilendiği gençlerle sohbet yapıyordu. Perşembe günleri mutlaka oruç tutar, gecede teheccüde kalkardı. Ertesi gün geleceklerine yakın, korkuyla karışık bir heyecen yaşardı: Ya bir yerlere takılır da gelmezlerse…
O Cuma aynı heyecan ile bekliyordu. Nihayet birer birer gelmeye beşladılar. Serhat dışında hepsi gelmişti. Endişe bulutları kümelendi çehresinde. Izdırabını sinesine gömdü. “Vefa bizim yamaçların gülüdür.” Diyerek sohbetine başladı. Sohbet bitimi, top sahasına gitti. Serhat orada olabilirdi. Eğer buradaysa, bir iki cümleyle de olsa ona ‘vefa’yı anlatacaktı. Fakat yoktu. Evini aramak üzere geri döndü. Bir telefon konuşmasıyla olabilecek kadar, bir şeyler bir şeyler anlatmalıyım dedi içinden. Serhat evde de yoktu. Telefona annesi çıkmıştı, Serhat’ın teyzesine gittiğini söylemişti. Telefonu kapattığında, anlatılmaz bir üzüntü yüreğini kıskaca aldı. Hüdevendigar camisine çıktı, ellerini kaldırdı, dua etti. Geç saatlerde evine döndü. Hiçbir şey söylemeden odasına kapandı. Hep Serhat’ı düşünüyordu. Onu düşündükçe bir acı saplanıyordu yüreğine. Gözleri, duvara astığı yazıya mıhlanmıştı: “Eğer şu anda sahib-i salahiyet olsaydım, Rabbimden ızdırap tohumları ister, bununla bütün veleri dolaşır, yuvalarında mışıl mışıl uyuyan mü’minlerin sinelerine İslam’a ait dert ve ızdırabın tohumlarını saçar ve ‘of’ desin inlesinler, ‘ah’ desin inlesinler; ızdırapla beyinleri zonklamaya başladığında da, yataklarından fırlayıp evlerinin koridorlarında veya salonlarında deli gibi dolaşsınlar dilerdim.”
Bunları okurken gözlerine yaşlar dizilmişti. Ansızın, hafif bir gıcırdıyla odanın kapısı açıldı ve Serhat içeriye girdi. Ardından da daha önce hiç görmediği bir zat. Öyle bir nuru ve heybeti vardı ki bu zatın, sanki okuduğu menkıbeleden çıkıp gelmişti. Şaşkınlıkla bir Serhat’a bakıyordu, bir de yanındaki zata. Galen zat, insanın içine işleyen bir sesle: “Sana Serhat’ı getirdim. Anlat bakalım anlatamamanın ızdırabıyla, iki büküm olduğun vefayı.”
Şaşkınlığı iyice arttı. Bu zat nereden biliyordu Serhat’a vefayı anlatamadığını ve anlatamadığından dolayı ızdırap çektiğini. Hayret dolu bakışlarını bu zatın yüzünde gezdirdi. Karşısındaki zat tebessüm ediyordu. Şöyle konuşmaya başladı: “Şaşırma evlat, Serhat’ı sana emanet eden, seni de bize emanet etti.” Sözleri biter bitmez de, geldiği gibi çıkıp gitti. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilmiyordu. Nihayet Serhat’ı fark etti de kendisini toparladı. Ona hasretle sarıldı. Sonra kanepeye oturdu. ‘Vefa bizim yamaçların gülüdür.’ Diye başladı. Gündü arkadaşlarına ne anlatmışsa, Serhat’a da anlattı. Sohbetini bitirmişti ki, keskin bir zil sesiyle olduğu yerden doğruldu, bildik bir refleksle saatin düğmesini kapattı. Sabah ezanı okunuyordu. Bir an nerde olduğunu hatırlamaya çalıştı. Odasınday dı. Üzerine yorganını almamıştı. Demek düşünüp duruken uykuya dalmıştı. “Ya o zat… Ya Serhat… Ya yaşadıklarım…” bakışlarını bir yere indirdi. Karışık duygular içindeyken, keskin zil bir kere daha çaldı. Bu kapı ziliydi. Daha önceki zilin de kapı zili olduğunu ancak anlayabildi. Hemen koşup kapıyı açtı. Gözlerini inanamıyordu; Serhat karşısında duruyordu. Soluk soluğa kalmış, sabahın soğuğuna rağmen terlemişti. Daha selam vermeden: “ Ağabey , bütün gece rüyamdaydınız. Anlattıklarınız beni o kadar etkiledi ki, size gelme ihtiyacı histim. Gecenin bir yarısı uyandım. Emir Sultan’dan buraya kadar yaya geldim.” Ardından odasına geçip rüyasında kendisini oturttuğu yeri göstererek:” Beni buraya oturttunuz ve vefa bizim yamaçların gülüdür, dediniz.” Serhat bunu anlatırken onun göz pınarları çoktan coşmuştu. Hıçkırıkları boğazına düğümlendi. Serhat’a sarıldı, onu kuvvetlice bağrına bastı. Dilinden hiçbir şey dökülmüyordu o an, ama gece rüyasını süsleyen zat, bu sefer içinde konuşuyordu:
Sular gibi çağlasan
Eyyüb gibi ağlasan
Ciğergahı dağlasan
Ahvalini sormaz mı?

*********************************************************

HARAM LOKMA
Hz. Ebu Bekir’e kendisine her gün yemeğini getiren hizmetçisine her defasında yemeği nereden getirdiğini, hangi yolla tedarik ettiğini soruyordu. Bir defasında sormayı unutur. İhtimal uzun zamandır açtır. Lokmayı ağzına koyduktan sonra aklına gelir ve hizmetçisine yemeği nereden temin ettiğini sorar. Hizmetçisi şöyle cevap verir: “Ey Allah’ın peygamberinin halifesi! Ben cahiliye devrinde arraflık (gaibten haber veren ,kafir,falcı) yapıyordum. Halk bunun karşılığında bana para veriyordu. O dönemlerde yaptığın arraflıktan dolayı birisinden alacağım vardı. Onu ve bu yemeği onunla yaptım.” Bunu duyan Hz. Ebu Bekir’in birden rengi atar, elini gırtlağına kadar götürerek midesinde ve gırtlağında bulunan şeyleri dışarıya çıkarır.
Onun bu hassasiyetini gören Sahabi “Ey Allah’ın Peygamberinin halifesi! Bu kadar fazla dğil mi? Ne diye kendine bu kadar ızdırap ediyorsun?” diye sorar. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir şöyle cevap verir:”Ben Rasul-ü Ekrem’den işittim. O (sallallahu alyhi ve selem) vücudunda bir tek haram lokma bulunan bir insanın ancak cehennemle temizleneceğini buyurmuştu.”
Çok kötü kimseler vardır ki kazançları kötüdür, ancak bu kötü kazançları içinde iyi kazançları, kendilerinin iyi tarafları, üstün meziyetleri, talim ve terbiye mevzuunda takdir edilecek yönleri vardır. Bunlardan bazen iyi evlat dünyaya gelebilir. İyi kimselerin de bazen kötü tarafları ve kötü kazançları vardır ki, denk gelir ve o kimselerden kötü evlat da olabilir.
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
bypuff
Geri
Üst