Dilin Sindirimdeki Rolü

zegamemati

Kayıtlı Üye
Dilin üst yüzeyinde ve yanlarında bulunan dört farklı tada; acıya, tatlıya, tuzluya ve ekşiye duyarlı 10.000'e yakın tat noktası vardır. İşte bu tat tomurcukları her gün yediğimiz onlarca çeşit besinin tadını birbirlerine hiç karıştırmadan algılamamızı sağlar. Öyle ki dil daha önce hiç tanımadığı bir besinin tadını da kolaylıkla ayrıştırabilir. Bu sayede hiçbir zaman bir karpuzun tadını greyfurt gibi ekşi olarak algılamayız veya bir pastaya tuzlu demeyiz. Üstelik tat tomurcukları milyarlarca insanda aynı besinde aynı tadı algılar. Herkes için tatlı, tuzlu, ekşi gibi kavramlar aynıdır. Bazı bilimadamları dilin bu yeteneğini "olağanüstü kimya teknolojisi" olarak adlandırırlar. Dilin üzerinde daha az tat noktası olsaydı her ne yersek yiyelim, hep aynı yavan tadı alırdık. Yemek yemek zevkli bir nimet olmaktan çıkarak, her gün yapmak zorunda olduğumuz bir eziyet haline gelirdi. Ancak Allah'ın yarattığı mükemmel yapı sayesinde böyle olmaz ve bütün yiyeceklerin tatlarını ayırt edebiliriz.
 
Dilin Mucizevi Yapısı

Aklınıza gelen düşünceleri, Allahın sizin için yarattığı kusursuz bir sistem sayesinde dile getirebildiğinizin farkında mısınız? Aynı şekilde söylenenleri anlamanız da bu kusursuz sistemin bir parçasıdır. Kelimeler, siz farkında bile olmadan zihninizde yerlerini anlamlarıyla birlikte alırlar. Peki, bu nasıl gerçekleşir?

Konuşmak için özel bir çaba harcamayız. İstediğimiz sözcüklerin ağzımızdan çıkması için, ses tellerinin hangi açıklıkta, ne kadar titreşmesi gerektiğini, ağzımızdaki, dilimizdeki, boğazımızdaki yüzlerce kastan hangilerini, hangi sıra ile kaç defa, ne oranda kasıp gevşeteceğimizi, ciğerlerimize kaç santimetreküp hava alıp, bu havayı hangi hız ve aralıklarla boşaltmamız gerektiğini oturup da hesaplamayız. İstesek de bunu yapamayız! Çünkü ağzımızdan çıkan tek bir kelimenin oluşumu, insanın solunum sisteminden sinir sistemine, kaslarından kemiklerine kadar uzanan pek çok yapının uyumlu çalışmasının bir sonucudur.

Mucizevi Konuşma Sisteminin İşleyişi

Bir şeyler söylemek istediğiniz anda beyninizden gelen bir dizi emir ses tellerinize, dilinize ve oradan da çene kaslarınıza gider. Beynin konuşma merkezlerini içeren bölge, konuşma işleminizde rol alacak tüm kaslarınıza gerekli emirleri gönderir.

İlk önce, akciğerleriniz sıcak hava sağlar. Sıcak hava, konuşmanın hammaddesidir. Hava burnunuzdan girer, burun boşluğu, boğaz, nefes borusundan sonra bronş tüplerine, oradan da akciğerlerinize geçer. Havadaki oksijen akciğerlerinizde kana karışır. Bu sırada karbondioksit de dışarı verilir. Ciğerlerinizden geri dönen hava, boğazınızdan geçerken, ses telleri adı verilen iki doku kıvrımı arasından geçer. Bu teller, bir tür perdeye benzer ve bağlı oldukları küçük kıkırdakların etkisine göre hareket ederler. Siz konuşmadan önce ses telleriniz açık vaziyettedir. Konuşmanız sırasında teller bir araya getirilir ve soluk verdiğinizde çıkan hava ile titreştirilir.

Ağız ve burun yapınız, sesinizin kendine özgü niteliklerini verir. Siz kelimeleri arka arkaya sıralayıp konuşurken diliniz damağınıza belirli miktarda yaklaşıp uzaklaşmakta, dudaklarınız da büzülüp yayılmaktadır. Bu işlemlerde birçok kasınız, büyük bir hızla hareket etmektedir.

Konuşabilmeniz için bu işlemlerin her birinin eksiksiz gerçekleşmesi gerekir. Bu kompleks işlemler, müthiş bir hızla ve kusursuzca gerçekleşirken sizin bunlardan haberiniz bile olmaz.

Konuşulanları Anlamanın Olağanüstü Öyküsü

Yeryüzünde bilinen 6000’i aşkın dil vardır. Değişik insan toplulukları 6000 ayrı dil aracılığıyla birbirleriyle iletişim kurarlar. Bu dilleri meydana getiren binlerce kelime ve bu kelimeleri cümleler haline getiren dilbilgisi kuralları birbirinden büyük ölçüde farklıdır.

William Nagy ve Richard Anderson adlı iki psikoloğun İngilizce konuşan ülkelerdeki çalışmaları temel alınarak yapılan tahminlere göre, ortalama bir kişi okul yaşamına başlarken 13 bin, liseyi bitirdiğinde ise 60 bin kelime bilir. Kültürlü bir yetişkin için bu sayı 120 bindir. Zihnimizdeki bu dev sözlüğü oluşturmak için basit bir hesapla 1 yaşından 17 yaşına gelene kadar itibaren günde 10 kelime ya da uyanık geçirdiğimiz her 90 dakikada bir yeni bir kelime öğrenmemiz, üstelik öğrendiğimiz her kelimeyi de bir daha hiç unutmamamız gerekir. Oysa bilinçli olarak böyle bir çaba sarf etmeyiz. Kelimeler, biz farkında bile olmadan zihnimizde yerlerini anlamlarıyla birlikte alırlar.

Dil kullanımındaki mucizeler öğrenme hızıyla sınırlı değildir. Bir başkasının söylediği bir kelimeyi saniyenin yalnızca beşte biri kadar bir sürede anlarız. Bu süre o kadar kısa bir süredir ki karşımızda konuşan kişi daha sözünü tamamlamadan anlamını kavrarız. Yazılı bir kelime içinse bu süre daha da kısadır: Bir saniyenin sekizde biri. Beynimizin bir kelime üretmesi de hemen hemen aynı oranda hızlıdır ve saniyenin dörtte biri kadar bir zamanda bir nesneyi isimlendirecek kelimeyi buluruz. Yine saniyenin dörtte biri sürede bu kelimeyi söylemek üzere ağzımız ve dilimiz programlanır. (Steven Pinker, Language Instinct: How the Mind Creates Language, , Harper Perennial, 1994)

Elektronik teknolojiler insanın dil işleme hızına ulaşamamaktadır. Öyle ki günümüzde en ileri teknoloji kullanılarak üretilen bilgisayarların bir kelimeyi duyma ve anlama hızları, bizim hızımızdan beş kat daha yavaştır ve %15’lere varan hata payları vardır. Teknolojinin bu konudaki hızı mikroişlemci hızıyla orantılı olmadığı için, mikroişlemcilerin hızının artması ile aradaki fark kapatılamamaktadır. Ayrıca bilgisayarlara programlarında olmayan bir kelime (örneğin bir özel isim) söylendiğinde, bu kelimenin harflerinin tek tek bilgisayara kodlanması gerekmektedir.

Kelimeleri oluşturan sesleri diğer seslerden ayırt etme becerimiz ise daha da hayranlık uyandırıcıdır. Bir dilde çıkarılan temel seslere dilbilimde fonem adı verilir. Yapılan deneyler, suni olarak hızlandırılmış bir konuşmada saniyede 40-50 fonem algılayabildiğimizi göstermektedir. Ancak bir konuşma yerine örneğin çıtırtı gibi bir ses saniyede 20 kez ve daha fazla tekrarlanırsa artık o sesi ayrı ayrı duyamaz, yalnızca bir vızıltı şeklinde algılarız. Bu, bize, insanın sesli iletişimde kullanılan konuşma parçalarını sıradan gürültüden ayırt etmeyi sağlayan özel bir yetenekle yaratıldığını bir kez daha göstermektedir.

Dilin özellikleri konusunda ilgi çekici olan ayrı bir yön ise, belirli sayıda kelime ile kurulabilecek olan cümle olasılıklarının fazlalığı ve insanın tüm bu olasılıkları anlayabilme yeteneğidir. Her dilde sınırlı sayıda kelime vardır. Ancak bir cümlenin uzunluğu için bir sınır olmadığı gibi, kelimeler ve kelime grupları da sayısız kombinasyonla bir araya gelebilir. Örneğin 20 kelimelik bir cümlenin değişik şekillerdeki kurulma biçimlerine bakarsak, ortaya yüz kentilyon (1020) olasılık çıkar. Bu cümleleri ardı sıra söylemek için yaklaşık olarak evrenin ömrünün yüz katı bir zaman gerekmektedir. Dolayısıyla, kullandığımız veya duyduğumuz herhangi bir cümle genellikle ilk defa karşılaştığımız bir cümledir. Oysa biz duyduğumuz bir cümle ile ilk defa karşılaşsak bile, onu doğru bir biçimde anlamakta hiç zorlanmayız.

Zihnimize İşlenmiş Olan Konuşma Yeteneği

Dilin kompleks yapısı konusunda dilbilimcilerin çoğunluğu tek bir görüş çevresinde toplanmışlardır. Noam Chomskynin başını çektiği bu yaygın görüşe göre, bir çocuğun konuşabilmesi için beyninin, içine yerleştirilmiş dile ait özelliklerle donatılmış olması gerekir. Chomsky konuşmanın, diğer bildiklerimizden farklı olarak, öğrenilmeden kazanıldığını şöyle ifade eder:

”Gramer ve sağduyu, herkes tarafından, çaba göstermeden, çabuk, düzenli bir biçimde sadece bir topluluğun içinde en az etkileşimle, ilgi ve karşılaşma ile ve yaşamakla elde edilir. Belirgin bir öğretime ve eğitime gereksinim yoktur ve eğer bu olacaksa da son duruma katkıları çok sınırlı olur... Oysa örneğin fizik bilgisi seçici olarak eziyetli bir biçimde kuşaklar boyunca sıkça çalışarak, titiz deneylerle kişisel deha ile ve genellikle titiz bir öğretimle kazanılır”. (Noam Chomsky, On Language: Chomskys classic works: Language and responsibility and reflections on language in one volume, New Press, 1998, s.144)

Ünlü dilbilimciye göre ”çocuklar bu niteliği öğrenmezler; eğer zihin temel kurallara sahip değilse dışarıdan gelecek hiçbir etken bunu sağlayamaz.” (Noam Chomsky, New Horizons in the Study of Language and Mind, Cambridge University Press,2000, s.3-4)

Chomsky, bu sözleriyle, konuşmanın öğrenilmediğini, dilin temel yapı taşlarının doğuştan zihinde var olduğunu öne sürer. Gerçekten de dil o kadar karmaşık bir yapıya sahiptir ki, eğer buna bizi hazırlayan bir iç sistem olmasa, öğrenmesi de öğretilmesi de olanaksızdır. İnsan konuşmayı öğrenmek için dilbilgisi dersleri almaz. İki ile üç yaş arasındayken hiçbir dilbilgisi kuralını bilmeden konuşmaya başlar, farkında bile olmadan, dilbilimcilerin yıllardır devam eden çalışmalarıyla ortaya koymakta zorlandıkları kuralları, yaşam boyu hiç zorlanmadan kullanır. Örneğin dilbilgisi eğitimi almamış bir insana, konuştuğu dilin cümle yapılarını meydana getiren karmaşık ve tam da belirgin olmayan kurallar sorulduğunda cevap veremez. Ama var olduğunu bile bilmediği bu kurallara uygun olarak rahatça cümleler kurabilir.

İnsanda yalnızca dile ait özelliklerin değil, dış dünyaya ait temel kavramların da doğuştan hazır olarak bulunması, felsefeciler gibi bilim adamlarının da dikkatini çekmiştir. Evrim teorisinin önde gelen savunucularından dilbilimci Steven Pinker bu durumu şöyle değerlendirir:

”Dilin işleme biçimi, herkesin beyninin kelimeler içeren bir sözlüğünün olması, kelimelere karşılık gelen kavramların bulunması ve kavramlar arası ilişkileri taşımak için kelimeleri birleştiren kurallar bütününün olmasıdır... Gerçekten de bebeklerin kavrayışıyla ilgili çalışmalar göstermiştir ki, bebekler nesnelerle ilgili sözcükleri öğrenmeden önce, tam da bizim beklediğimiz gibi, nesnelerin kavramlarına sahiptir.” (Steven Pinker, The Language Instinct, Harper Perennial, 1994, s.85,159)

İnsan, kavramlarla düşünür. Düşünceler, kavramlara karşılık gelen kelimelerin bir dizilim yardımıyla bir araya gelerek oluşturdukları anlamlı cümlelerle aktarılır. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken büyük mucize, bizim düşündüğümüz ve kelimelere karşılık gelen bu kavramların giderek büyümesi için gereken çekirdek programa doğuştan sahip olmamız, yani bu kavramlarla yaratılmış olmamızdır.

Hayatımız boyunca sahip olacağımız insani özelliklerin temeli olan bu kavramlar kümesiyle yaratılmış olmasaydık, düşünmeyi, kavramsallaştırmayı ve konuşmayı başaramayacaktık. Bu da bizlere gösterir ki, kurduğumuz her cümle, sarf ettiğimiz her söz, bize Allahın lütfetmiş olduğu konuşabilme yeteneği sayesindedir. Her şeye nutku verip konuşturan Allah, (Fussilet Suresi, 21) bize de konuşabilme nimetini vermiştir.

Düşünmek ve konuşmak için gerekli kavramlara doğuştan sahip olduğumuz gerçeğini Chomsky şöyle vurgulamaktadır:

”Sözlük geliştirme (leksikografi) veya tanımlayıcı anlambilim (deskriptif semantik) alanlarında uğraşmış herkesin farkında olduğu gibi, kelimenin anlamını tarif etmek çok zordur. Bu anlamlar, isimlendirilebilir en basit kavramlarda bile çok karmaşıktırlar ve en dikkate değer varsayımları içerirler. Çocuklar dil kazanımının en hızlı olduğu dönemlerde, bir kelimeyi çok az sayıda hatta yalnızca tek bir kez duyarak öğrenirler. Bu sonuca varmamızı sağlayan, günde belki bir düzine belki daha çok sayıda kelime öğrenmeleridir. Bu gerçek, kavramların zaten bütün karmaşıklıkları ve yapıları ile önceden belirlenmiş halde kullanıma hazır olduğunu gösterir. Doğuştan zaten oldukça zengin bir yapı bulunduğunu, çocuğun yaptığı işin de hazır bulunan kavramlarla sözcükleri, örnekler yardımıyla eşleştirmekten ibaret olduğunu gösterir.” (N. Chomsky, New Horizons in the Study of Language and Mind, Cambridge University Press, 2000, s.61)

Dil ve ona bağlı sistemler, en ince ayrıntılarıyla birlikte tasarlanmış, insanın hizmetine verilmiştir. Bu bilginin sahibi ne insanın kendisidir, ne de gelişigüzel kazalar ve rastlantılara dayalı evrimci varsayımlardır. Bu temel kavramları, seslendirilen kelimeleri, sembollerle düşünmeyi ve bunlara sahip olan insanı yoktan yaratan Yüce Allah’tır.

Allah’ın Öğrettiği Kelimeler

Dilin kökeni konusundaki tüm bilimsel bulgular, asırlar önce Kuranda açıklanmış bir gerçeği tasdik etmektedir: İlk insan olan Hz. Adem'e, yeryüzündeki bütün canlılardan farklı olarak, isimler ve kavramlarla düşünme, bu isim ve kavramları sembollere çevirerek dil ile haberleşme yeteneğini Allah vermiştir. Bu gerçek, Kuranda şöyle anlatılır:

Hani Rabbin, meleklere: Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim demişti. Onlar da: Biz Seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? dediler. (Allah: ) Şüphesiz sizin bilmediğinizi Ben bilirim dedi. Ve Ademe isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: Eğer doğru sözlüyseniz, bunları Bana isimleriyle haber verin dedi. Dediler ki: Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın. (Allah: ) Ey Adem, bunları onlara isimleriyle haber ver dedi. O, bunları onlara isimleriyle haber verince de dedi ki: Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını gerçekten Ben bilirim, gizli tuttuklarınızı ve açığa vurduklarınızı da Ben bilirim. (Bakara Suresi, 30-33)

İşte, insanın diğer tüm canlılardan farklı olarak isimleri bilmesinin nedeni, Allahın bu yeteneği ilk insan Hz. Ademe bahşetmiş olmasıdır. Allah insanı yaratmış ve ona, dünya üzerindeki başka hiçbir canlıda olmayan kavramlarla düşünme ve konuşma yeteneğini bahşetmiştir. Nitekim insanlar için en doğru yol gösterici olan Kuranda Allah bize, kavramlara karşılık gelen isimlerle konuşmayı öğrettiğini açıkça bildirmektedir. Bir diğer ayette, İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti. (Rahman Suresi, 3-4) buyrularak, insana konuşmayı öğretenin Allah olduğu açıklanır.

İnsanın tüm bildiğini ona öğreten Allah’tır. Alak Suresinin ilk ayetlerinde şöyle buyrulur:

Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir alaktan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir; ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti. (Alak Suresi, 1-5)
 
Dildeki Kompleks Haberleşme Sistemleri

Profesör Joseph Brand tat duyusu üzerinde yaptığı çalışmalarla tanınmış bir bilim adamıdır. Brand'a göre, dilimizin üzerine konulan bir şeyin tadını algılamamız sadece 0.2 - 0.5 saniye sürmektedir. Gözümüzü kapayıp açmamızdan daha kısa olan bu zaman zarfında nelerin gerçekleştiği yüzyıllardır araştırılmaktadır. Günümüzde ise tat alma işleminin yalnızca ana hatları anlaşılabilmiş durumdadır.

Tat alma, yediğimiz besinlere ait tat bileşiklerinin tükürük içinde erimeleriyle başlar. Tuzlu gıdaların tadının daha hızlı alınmasının nedeni, tuzun tükürük içinde diğerlerine göre daha çabuk erimesidir. Hatta besinlerin kokusunun alınmasıyla tükürük bezleri salgılanmaya başlar ve dil tat almaya hazır hale gelir. Tat almadaki her detay gibi, bu aşama da önemlidir. Düşünün ki bu salgı olmasaydı, kuru besinlerin tadını alamayacaktık. Bu salgı, sindirim ve savunma sistemlerine yardımcı olan protein ve enzimler içermektedir. Bu salgının üzerinde yapılan tüm araştırmalar bu sıvının yapısının oldukça kompleks olduğunu ortaya koymaktadır.

Yiyeceklerden gelen tat molekülleri ile dildeki tat hücreleri arasındaki haberleşme, hücrenin tepesindeki mikrovillus denilen tüy benzeri yapılarda kurulur. Mikrovilluslar (tat tüycükleri) tat gözeneği olarak isimlendirilen minik açıklıklardan dilin üzerini kaplayan mukoza zarına çıkarlar. Tat hücrelerinin reseptörleri, tat tüycüklerinin üzerinde yer alırlar. Dikkat edin, tat gözeneğinin çapı ortalama olarak milimetrenin binde dördü kadardır.

Tat bileşikleri, aynı zamanda haberci moleküllerdir; görevleri, taşıdıkları mesajı, tat hücresinin zarının üzerindeki reseptörlere veya iyon kanallarına iletmektir. Bu aşamada, hücresel ve moleküler seviyede gelişen olaylar, Miami Üniversitesi'nden Profesör Stephen Roper'in ifadelerindeki gibi henüz araştırma safhasındadır. Pek çok farklı tat bileşiğine karşılık, farklı haberleşme yolları mevcuttur. Yani tatlı, ekşi, acı, tuzlu gibi farklı tatlar için değişik iletişim ağları kurulur. Diğer bir ifadeyle, tat hücreleri birden çok sayıda haberleşme yöntemine sahiptirler ve günümüzde bunların sadece bir kısmı kaba hatlarıyla anlaşılabilmiştir. Başka bir şaşırtıcı özellik de, tat alma mekanizmalarının, canlılar arasında önemli ölçüde farklılık göstermesidir. Bunlar, üzerinde durup düşünülmesi gereken olaylardır. Elbette akıl ve bilinçten yoksun moleküller ve hücreler, birbirleriyle haberleşmek için farklı farklı yöntemler geliştiremezler; buradaki iletişim sistemleri onları yaratan Rabbimizin sonsuz aklının ve ilminin göstergelerindendir.

Tuzluluk ve ekşiliğe dair haber taşıyan tat molekülleri, doğrudan doğruya tat hücresinin zarındaki iyon kanallarıyla bağlantı kurarlar. Tatlı, acı ve diğer tat molekülleri ise hücre zarındaki reseptörlere bağlanırlar. Ünlü araştırmacılar David Smith (Maryland Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden) ve Robert Margolskee (Mount Sinai Tıp Fakültesi'nden) molekül ile reseptör arasındaki bağlantıyı, anahtar ile kilit ilişkisine benzetirler. Yani her kilidi belirli bir anahtarın açması gibi, her reseptörü harekete geçiren belirli bir molekül vardır. Milimetrenin yüz binde biri kalınlığında, yağ ve proteinlerden oluşan hücre zarının üzerinde hücreye giriş-çıkışı denetleyen kanallar ve haberleşme santrali gibi çalışan reseptörler vardır. Bunların milyonlarca farklı tat molekülünü, her defasında hatasız olarak tanımaları ve gereken işlemleri eksiksiz yapmaları ise insanı hayrete düşüren harikalardır. (Harun Yahya, Koku ve Tat Mucizesi)

Burada şunu da belirtmek yerinde olacaktır. 21. yüzyıldaki teknolojik birikime rağmen tat almada kaç değişik reseptör olduğu halen bilinmemektedir. 2000 yılında, bazı araştırmacılar ilk olarak "T2R/TRB" reseptörlerini bulmuşlardır. Profesör Linda Buck bu keşfin, tat duyusuna ilişkin muhtemelen uzun bir araştırmanın sadece başlangıcı olduğunu ifade etmektedir. Araştırmacı Profesör Charles Zuker ise araştırma yapmadan, kaç değişik tat reseptörü çıkacağının tahmin edilemeyeceğini belirtmektedir. Bu gerçekler şu anlama gelir: 21. yüzyılın teknolojisiyle bile tat hücrelerinin reseptörlerindeki yapıların çok küçük bir bölümü çözülebilmiştir. Bu durum da, bahsi geçen yapıların üstün bir tasarım ürünü olduğunu bir kere daha göstermiştir.

Apaçıktır ki, tat hücrelerinin gelişmiş haberleşme yöntemleri şans veya tesadüf eseri oluşmuş olamaz. Söz konusu sistemin her aşaması son derece hassas ve detaylı hesaplar, saliseler içinde gerçekleşen düzenlemeler içermektedir. Bir insanın göz göre göre bu apaçık delilleri inkar etmesi ise sadece akıl ve mantık dışı saplantılarından kendisini kurtaramamış olması ile açıklanabilir. Allah, tüm bu aşamaları görmemiz ve iman etmemiz için yaratmıştır.

“Şüphesiz, senin Rabbin, insanlara karşı büyük lütuf (fazl) sahibidir, ancak insanların çoğu şükretmiyorlar.” (Neml Suresi, 73)
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst