Dev Tarih Ansiklopedisi

Piyale Paşa

Osmanlı târihinin büyük denizcilerinden. Doğum târihi kesin olmamakla birlikte, 1515 olarak tahmin edilmektedir. 1526 Mohaç Seferi dönüşünde, saray hizmetine alınarak, Enderun'da yetiştirildi. Kapıcıbaşı ve Gelibolu Sancakbeyliği vazîfelerinde bulunduktan sonra, Bahriye Beylerbeyliğine yükseltilerek, kırk yaşlarında Kaptân-ı deryâ oldu. Bu devirde donanma-yı hümâyûn ve Cezâyir donanması yılın on iki ayında Akdeniz’de seyredip, kuş uçurtmuyordu. Osmanlılar, Avrupa’da, büyük devletler arasındaki dengenin bozulmaması için, Fransa Kralı İkinci Fransuva’nın annesinin yalvaran yardım taleplerini karşılamak üzere, Piyâle Paşa kumandasında büyük bir donanma gönderdi. Piyâle Paşa, 1555’te İstanbul’dan hareket etti. Turgut Reis’in de katıldığı donanma, yardımda ve fetihlerde bulunarak, geri döndü. 1556-1557 deniz mevsiminde, tekrar Akdeniz’e açılan Piyâle Paşa, bâzı limanları fethettikten sonra İstanbul’a döndü.
1558 sefer mevsiminde Akdeniz’e açılan Piyâle Paşaya, Turgut Reis’in de katılmasıyla donanma-yı hümâyun Balear Adalarının hemen hemen her yerini Osmanlı hâkimiyetine aldı. Her seferde olduğu gibi, bu seferde de İspanyol donanması, donanma-yı hümâyûnun karşısına çıkmaya cesâret edemedi.

İspanya Kralı İkinci Filip ve Papa’nın teşvikiyle hazırlanan büyük armada, Osmanlılar tarafından üs olarak kullanılan Cerbe Kalesini, 1560’ta almıştı. Bunun üzerine Piyâle Paşa komutasında hareket eden Osmanlı donanması, 9 Mayıs 1560 günü Cerbe’ye vardı. Turgut Reis’in, muhârebenin üçüncü günü yetişebildiği, târihin en büyük deniz savaşlarından biri olan Cerbe Muhârebesinde, Piyâle Paşa, kâbiliyetli ve becerikli amiralleriyle, Haçlı armadasını iki-üç saat içinde perişan etti (Bkz. Cerbe Savaşı). Cerbe Kalesi de alındıktan sonra seferden dönen Piyâle Paşa, İstanbul’da büyük bir merâsimle karşılandı. Donanma-yı hümâyûn, yanında vezirler ve elçilerle berâber Alay Köşkü’nde bulunan Kânûnî Sultan Süleyman Hanı, bütün toplarını kuru sıkı ateşleyerek selâmladı. Bu haşmetli manzara karşısında Kânûnî, yanındakilere; “İşte insan, bütün bunları görüp gurura kapılmamalı, her şeyin cenâb-ı Hakk’ın müsâadesiyle olduğunu düşünüp, Allah’a şükürler etmelidir” diyerek duygularını dile getirdi. Bu muhteşem sefer dönüşünde, şehzâde Selim’in kızı Gevher Han Sultanla evlenen Piyâle Paşa, Osmanlı sarayına damat oldu.

Her sene sefer mevsiminde bütün Akdeniz’i dolaşan Piyâle Paşaya, Malta Seferine hazırlanması görevi verildi. Büyük bir donanma ile Malta kuşatmasına katılan Piyâle Paşa, mevsim şartlarının bozulmasından dolayı, ordunun İstanbul’a dönmesiyle geri geldi. 1568 yılında on dört senedir vazîfesini şanla şerefle yürüttüğü Kaptân-ı deryâlıktan Kubbe Vezirliğine getirildi. Böylece Osmanlı târihinde vezirlik rütbesini alan ilk denizci oldu. Kıbrıs Seferinde vezir olarak donanmaya kumandanlık etti. Kıbrıs’ın çıkartma ve fethinde büyük hizmetleri oldu. 1573 yılında son deniz seferine çıkan Piyâle Paşa, İkinci Vezir olduktan sonra, 21 Ocak 1578 yılında İstanbul’da vefât etti. Kasımpaşa’daki kendi yaptırdığı câminin yanındaki türbesine gömüldü.

Osmanlı târihinin en büyük amirâllerinden olan Piyâle Paşa; İstanbul’da Eyüp, Kasımpaşa, Mercan ve Üsküdar’da, ayrıca Sakız, Kilidül-Bahir’de câmi ve başka hayır eserleri yaptırarak, adını hâlâ yâd ettirmektedir
 
Prens Sabahaddin

Sosyolog ve siyâsetçi. 1877’de İstanbul’da doğdu. Babası Damad Mahmud Celâleddin Paşa, annesi Seniha Sultandır. Özel bir eğitim gördü, Fransızca öğrendi. 1899 yılında babası, Paris’e kaçarken, Sabahaddin’i de berâberinde götürdü. İlk gençlik yıllarını siyâsî huzursuzluklar içinde geçirdi. Fransa’daki Jön Türklerin içindeki bir grubun başına geçti. Bir taraftan da Le Play Sosyoloji Okulunun temsilcileri ile temas kurdu. Onların fikirlerini inceledikten sonra, benimseyerek hayâtı boyunca müdâfaa etti.
İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra yurda döndü. Sevenleri ve partililer tarafından kahraman gibi karşılandı. Sosyal ve siyâsî görüşleri; Birinci İzah, İkinci İzah, Üçüncü İzah adları ile yayınlandı. İttihat ve Terakki mensupları ile anlaşmazlığa düştü. Ahrar Fırkası, Prens Sabahaddin’in "adem-i merkeziyet" görüşünü benimsedi. Hürriyet ve Îtilâf Fırkası da adem-i merkeziyet fikrini savunuyordu. Prens Sabahaddin, 31 Mart olaylarından sonra tutuklandı. Mahmud Şevket ve Hurşid paşaların araya girmesiyle serbest bırakıldı. Mahmud Şevket Paşanın vurulmasına adı karışınca, Paris’e kaçtı. Savaş bitince 1919’da yurda döndü. Memlekette bulunduğu müddetçe, siyâsî ve sosyal görüşlerini açıklayan yazılar yazdı. Fakat bu uzun süre devâm etmeyip, 1920’de tekrar Avrupa’ya gitti. Cumhûriyetin îlânından sonra Osmanlı Hânedânı Türkiye’den çıkarılınca, bir daha yurda dönmedi ve İsviçre’de yerleşti. Orada, 1948 yılında öldü.

Sabahaddin Bey, Durkheim Okulu mensuplarının kollektif şuura önem veren görüşlerine karşılık, ferdi müdâfaa ederek, onun görevlerini, fertler arasındaki davranışları, birbirlerine karşı vazîfelerini konu olarak incelemiştir. O zamanki Osmanlı Devletinin, çeşitli din ve ırklardan meydana gelen yapısını düşünmeyerek, merkeziyetçi idâre yerine adem-i merkeziyet fikrini müdâfaa etti.

Avrupalılar tarafından Prens denilen ve öyle tanınan Sabahaddin Beyin, Osmanlı Hânedanı ile ilgisi anne tarafındandır. Sabahaddin Bey, düzgün konuşan ve yazan, fikirlerini iyi müdâfaa eden bir sosyolog olarak bilinir ve tanınır. Türkiye’de görüş ve düşünceleri pek az taraftar bulmuştur.
 
Rauf Orbay

Türk asker ve siyâset adamı. Asıl adı Hüseyin Rauf, soyadı Orbay olup, Rauf Orbay diye meşhur olmuştur. 1881’de İstanbul’da doğdu. Trablusgarb vâliliği ve Hey’et-i âyân üyeliği yapmış olan Muzaffer Paşanın oğludur. İlk tahsilini gördükten sonra Trablusgarb Askerî Rüşdiyesini, Heybeliada Bahriye Mektebini ve Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyununu bitirdi. ABD’de, denizcilik eğitimi gördü. Deniz Subayı olarak donanmaya katıldı. 1908’de Yemen harekâtında ve Sisam ayaklanmasının bastırılmasında vazife aldı. 1909’da Tuna Milletlerarası Suyolu Komisyonunda, Osmanlı temsilcisi olarak bulundu. 1911-12’de Osmanlı-İtalyan Savaşında Trablusgarb Cephesinde savaştı. Balkan Savaşı sırasında Hamidiye Kruvazörüyle Karadeniz ve Akdeniz’de düzenlediği vur kaç baskınlarında gösterdiği başarılar sebebiyle, “Hamidiye Kahramanı” unvânıyla meşhur oldu. Birinci Dünyâ Savaşında Afganistan’ın Osmanlı Devleti yanında yer alması için, olağanüstü temsilci olarak Kâbil’e gönderildi. Bu vazifesini henüz tamamlamamışken, İran Cephesi Genel Komutanlığına tâyin edildi. İstanbul’a döndüğünde, yarbaylığa terfi ettirilerek Bahriye Nezâreti Erkân-ı Harbiye reisliğine (Kurmay başkanlığına) getirildi. Türk ve Rus esirlerinin değişimi maksadıyla, 1917’de Danimarka’da toplanan komisyonda miralay (albay) rütbesiyle, Türk heyetine başkanlık etti. 1918’de Brest-Litovsk Konferansında Osmanlı temsilcisi olarak bulundu. Osmanlı Devletini bir mâcera uğruna Birinci Dünyâ Savaşına sokan Enver, Cemal ve Talat paşaların yurt dışına kaçmaları üzerine 14 Ekim 1918’de kurulan Ahmed İzzet Paşa hükümetinde, bahriye nâzırı olarak vazife aldı. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütârekesini imzâlayan Osmanlı heyetine başkanlık etti.
Birinci Dünyâ Savaşından sonra, Türkiye’nin düşman işgalinden kurtulması için, Anadolu’da millî kurtuluş hareketinin başlatılması gerektiğine inananlar arasında yer aldı. 8 Mayıs 1919’da askerlikten ayrıldı ve Mustafa Kemal’in arkasından Anadolu’ya geçti. Amasya Tamiminin hazırlanmasında bulundu. Erzurum Kongresinde Heyet-i Temsiliye'ye seçildi. Sivas Kongresinde başkan yardımcılığı vazifesini yürüttü. 12 Ocak 1920’de toplanan son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'na, Sivas Mebusu olarak katıldı. Mecliste, Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti adına Felah-ı Vatan Grubunu kurdu. Sivas Kongresi kararlarının ana hatlarıyla yer aldığı Misâk-ı Millî'nin kabul edilmesinde tesirli rol aldı. 16 Mart 1920’de, Osmanlı Meclis-i Mebusanı'na, İngiliz işgal kuvvetleri tarafından düzenlenen baskın sonrasında, İngilizler tarafından tutuklanarak, Malta’ya sürgün edildi. 16 Mart 1921’de Lord Curzon’un yeğeni binbaşı Rawlinson’la değiştirilerek serbest bırakıldı. 11 Kasım 1921’de Ankara’ya gitti ve Sivas milletvekili olarak TBMM’ye katıldı. Nâfia Vekili olarak vazifelendirildi. 21 Kasım’da, TBMM başkan yardımcılığına seçilerek her iki vazifeyi birlikte yürüttü. 12 Temmuz 1922’de başvekil (başbakan) oldu. Bu vazifedeyken başlayan Lozan Barış Konferansının ön hazırlıklarını yaptı. TBMM’de Mustafa Kemâl’e karşı muhâlefeti teşkil eden grup içinde yer aldı. Lozan Konferansında Türkiye baştemsilcisi ve Dışişleri Bakanı İsmet Paşayla (İnönü) anlaşmazlığa düşünce, 4 Ağustos 1923’te başbakanlık vazifesinden ayrıldı. Halifeliğin kaldırılmasının gündemde olduğu günlerde, İstanbul’da bulunan son halîfe Abdülmecîd Efendiyle görüştüğü için, hilâfet ve saltanat taraftarıdır diye, sert tenkitlere hedef oldu. Halk Fırkasından (Cumhûriyet Halk Partisi) ayrılan milletvekilleriyle birlikte Terakkiperver Cumhûriyet Fırkasını 17 Kasım 1924’te kurdu. Böylece TBMM içinde ilk muhâlefet partisinin kuruluşunda yer almak sûretiyle dikkatleri üzerine topladı.

Kâzım Karabekir’in başkanlığını, Ali Fuad Cebesoy’un genel sekreterliğini yaptığı Terakkiperver Cumhûriyet Fırkasının genel başkan vekilliğini yürüten Rauf Orbay, TBMM’de etkili bir grup meydana getirerek, İsmet Paşayı başvekillikten çekilmeye zorladı. Muhâlefette aktif bir rol üstlenmesinden dolayı, Şeyh Said Ayaklanmasının kışkırtıcıları arasında gösterilen Terakkiperver Cumhûriyet Fırkası, 3 Haziran 1925’te kapatıldı. Baskıların yoğunlaştığı bu dönemde, tedâvi gâyesiyle Avusturya’ya giden Hüseyin Rauf Orbay, Haziran 1926’da meydana gelen İzmir Suikastı olayı sebebiyle gıyâbında yargılanarak on yıl hapse mahkûm edildi.

1935’te çıkarılan genel aftan sonra Türkiye’ye dönen Rauf Orbay, Ali Fuad Cebesoy aracılığıyla Atatürk tarafından Ankara’ya çağırıldı. Hakkındaki suçlamanın kaldırılması üzerine, yeniden İstanbul’a döndü. Askerî Yargıtay tarafından hakkında beraat kararı verilmesinden sonra, 1939’da Kastamonu milletvekili seçilerek TBMM’ye girdi. 1942’de Londra büyükelçiliğine tâyin edildi. İki yıl müddetle bu vazifeyi sürdürdükten sonra, Dışişleri Bakanlığıyla anlaşmazlığa düşerek, 1944’te vazifesinden ve devlet memurluğundan ayrıldı. Bundan sonraki hayâtını siyâsetten uzak olarak geçirdi. 16 Temmuz 1964 târihinde İstanbul’da öldü.
 
Refet Bele

Türk asker ve siyâset adamı. 1881 senesinde İstanbul’da doğdu. İlköğrenimden sonra, 1899 yılında Harbiye Mektebini (Harp Okulu), 1912 senesinde Erkân-ı Harbiye Mektebini (Harp Akademisini) bitirdi, Kurmay Subay olarak Osmanlı ordusuna katıldı. Balkan Savaşında ve Birinci Dünyâ Savaşında çeşitli cephelerde savaştı. Birinci Dünyâ Savaşı sırasında Filistin Cephesinde, özellikle İkinci Gazze Muhârebesinde büyük yararlıklar gösterdi. 1916’da Kurmay albaylığa terfi etti. Mütâreke döneminde, merkezi Sivas’ta bulunan 3. Kolordu Komutanlığına tâyin edildi. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’le birlikte Samsun’a çıkıp Millî Mücâdeleye katıldı. Amasya Tamîmi kararlarının hazırlanmasında yardımcı oldu. 13 Temmuz 1919’da, ordudaki vazifesinden ayrıldı. Erzurum Kongresinde Heyet-i Temsiliye'ye seçilerek, Sivas Kongresine katıldı. Bu kongrede, Amerikan mandasını savunan grup arasında yer aldı. Konya’da Delibaş, Denizli’de Demirci Mehmed Efe ve Çerkez Ethem tarafından idâre edilen karşı hareketlerin bastırılmasında vazife aldı. Güney Cephesi Komutanlığına getirildi. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'na İzmir milletvekili seçildi. Ankara’da toplanan TBMM’ye İzmir milletvekili olarak katıldı. 16 Eylül 1920’de Dâhiliye Vekili (İçişleri Bakanı) oldu. 21 Nisan 1921’de Dâhiliye Vekilliğinden ayrıldı. 30 Haziran 1921’de tekrar aynı vazifeye getirildi. 6 Ağustos 1921’de ek olarak Müdâfaa-i Milliye Vekilliğini (Milli Savunma Bakanlığını) de üstlendi. Dâhiliye Vekilliği, 10 Ekim 1921’e kadar sürdü. Müdâfaa-i Milliye Vekilliğiyse 10 Ocak 1922’ye kadar devam etti. Ekim 1922’de TBMM temsilcisi olarak, Mudanya Mütârekesi gereğince Trakya’yı Yunanlılardan devralmakla vazifelendirildi. Kasım 1922’de Ankara Hükümetinin İstanbul temsilciliğine tâyin edildi. Halîfe Abdülmecid Efendiye bir at hediye etmesi ve hilâfetin korunmasından yana tavır takınması sebebiyle Mustafa Kemal’le arası açıldı. TBMM’nin ikinci döneminde, İstanbul milletvekili seçildi. Mustafa Kemal’in asker ve sivil kadroların ayrı ayrı olması gerektiğini söylemesi üzerine, milletvekilliğini tercih etti ve komutanlık vazifesinden ayrıldı.
Bir grup arkadaşıyla birlikte, 8 Kasım 1924’te, Cumhûriyet Halk Fıkrasından istifâ eden Refet Bele, 17 Kasım 1924’te, ilk muhâlefet partisi olan Terakkiperver Cumhûriyet Fırkasının kuruluşunda yer aldı. Partinin, Haziran 1925’te kapatılmasından sonra, 17 Haziran 1926’da Mustafa Kemal’e karşı düzenlenen İzmir Suikastıyla ilgili olarak tutuklandı ve İstiklâl Mahkemesinde yargılandı. Fakat beraat etti. Kasım 1926’da milletvekilliğinden istifâ ederek Meclisten çekildi. 1939 yılında, İstanbul’dan milletvekili seçilerek tekrar TBMM’ye girdi. 1950’ye kadar, dört dönem, İstanbul milletvekili olarak vazife yapan Refet Bele, Haziran 1950’de Demokrat Parti hükümeti tarafından, Beyrut’taki Birleşmiş Milletler Filistin Mültecilerine yardım komitesine, Türk delegesi olarak gönderildi. Bu görevi, Mart 1961’e kadar sürdüren Refet Bele, 2 Ekim 1963’te İstanbul’da öldü.
 
Refik Saydam

Hekim ve devlet adamı. 8 Eylül 1881’de İstanbul’da doğdu. İlk ve orta tahsilini tamamladıktan sonra, 1905’te Mekteb-i Tıbbiye-i Şahâne'yi (Askerî Tıbbiye) bitirdi. Daha sonra, Almanya’nın Berlin Askerî Tıp Akademisinde Brandenburg, Danzig ve Spandau’daki tıp merkezlerinde ihtisas yaptı. Balkan Harbinin başlaması üzerine, 1912’de İstanbul’a geri döndü. Çatalca Cephesinde savaşa katılan Refik Saydam, savaş sırasında kolera salgınını önleyici çalışmalar yaptı. Birinci Dünyâ Harbi sırasında, Sahra Genel Sağlık Müfettiş Yardımcılığına getirildi. Bu görevdeyken kurduğu Bakteriyoloji Enstitüsünde tifo, dizanteri, veba, kolera aşılarıyla tetanos, dizanteri serumlarını üretti ve tifüse karşı hazırladığı aşı tıp literatürüne geçti.
Refik Saydam, Kurtuluş Savaşından önce, 9. Kolordu Sağlık Müfettiş Yardımcısı olarak Mustafa Kemal’le birlikte Anadolu’ya geçti. Binbaşıyken ordudan ayrıldı. Erzurum ve Sivas kongrelerine katıldıktan sonra, 1920’de Doğubeyazıt milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Kurtuluş Savaşı sırasında Millî Müdâfaa Vekâleti Sıhhiye Dâiresi Başkanı oldu. 1921’de Adnan Adıvar’ın Sıhhat ve Muâvenet-i İçtimâiye Vekilliği'nden (Sağlık Bakanlığı) ayrılması üzerine, bu göreve getirildi. 1923-39 arasında, İstanbul milletvekili olarak meclise giren Refik Saydam, bakanlığı sırasında Ankara, Erzurum, Diyarbakır ve Sivas’ta hastaneler, doğumevleri ve çocuk bakımevleri kurdurdu. 1928’de, Ankara’da, bugünkü Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü'nün kurulmasına ve bu alanda eğitim vermek için Hıfzıssıhha Mektebinin açılmasına öncülük yaptı.

1931-1938 arasında, çeşitli dönemlerde maarif ve mâliye vekilliklerini de vekâleten üstlendi. İlk dönemlerde Atatürk’ün sıhhatiyle meşgul oldu. Bâzı konularda ona fikir beyânında bulundu. Daha sonraları, İsmet İnönü ile çok sıkı fıkı olması dolayısıyla, Atatürk’ün itimâdını kaybetti. Atatürk, ömrünün son zamanlarında, şiddetli hasta olmasına rağmen, Dr. Refik Saydam’ı yanına kabul etmedi.

Dr. Refik Saydam, bilhassa Ayasofya Câmiinin câmilikten çıkarılıp müze olması, ezanın Türkçe olarak okunması mecburiyetinin getirilmesi ve Anayasadan, “Devletin dîni İslâm'dır” maddesinin kaldırılması gibi kararların alınmasında etkili oldu.

Atatürk’ün ölümünden sonra kurulan ikinci Bayar Hükümeti sırasında İçişleri Bakanı oldu. İsmet İnönü ile çok samîmi olması, 1938’de Cumhûriyet Halk Partisi Genel Sekreterliğine seçilmesini sağladı. 25 Ocak 1939’da Başbakan olarak hükümeti kurmakla görevlendirildi. Ölümüne kadar Başbakan olan Saydam, 8 Temmuz 1942’de İstanbul’da öldü.
 
Reşid Paşa (Mustafa Reşit Paşa, Büyük Reşit Paşa)

Osmanlı sadrâzamlarından. Tanzimat hareketinin mîmârı. Koca, Büyük Reşîd Paşa diye meşhur olmuştur. 1800’de İstanbul’da doğdu. Babası, İkinci Bâyezîd evkafı rûznâmecisi Mustafa Efendidir. İlk okuma yazmayı babasından öğrendi. Sonra medrese tahsiline başladı. Babasının 1810 yılında vefât etmesi üzerine tahsilini tamamlayamadığı gibi, devrin ilim dili olan Arapça ve Farsça'yı da tam olarak öğrenemedi. Eniştesi Ispartalı Seyyid Ali Paşanın himâyesinde büyüdü ve bir müddet sonra onun mühürdârlığına tâyin edilerek, ilk memuriyetine başladı. 1821 Ekim ayında Rum isyânını bastırmak için, Mora seraskerliğine tâyin edilen eniştesiyle birlikte, sefere gitti. Seyyid Ali Paşa, Mora seraskerliğinden azledilince, İstanbul’a geldi. Bu sırada Mısır’ın dîvân efendisi İbrâhim Efendinin kızı Emine Şerîfe Hanımla evlendi ve kayınpederinin konağına yerleşti. Bu evliliğinden ilk oğlu Mehmed Cemil doğdu. Bir-iki yıl sonra eniştesi ölünce, Emine Şerîfe Hanımı boşa¤¤¤¤¤, zenginliğine kapıldığı, eniştesinin câriyelerinden olan Âdile Hanımla evlendi ve onun Kabataş’daki konağında yaşamaya başladı. İkinci evliliğinden Ali Gâlib, Ahmed Celâl, Mazhar ve Sâlih adında dört oğlu dünyâya geldi.
1826’da Bâbıâlî Mektûbî Kalemine memur oldu. 1827’de Osmanlı-Rus Harbi esnâsında, sefere memur edilen Sadrâzam Selim Mehmed Paşa, onu ordu kâtipliğine getirerek, berâberinde götürdü. Sefer dönüşü, Pertev Efendinin tavsiyesiyle, Sultan İkinci Mahmud Hanın iltifâtına kavuştu ve Fransızca öğrenmesi tavsiye olundu. Maaşı 1500 kuruşa çıkarıldığı gibi, amedî odası hulefâlığına tâyin edildi. 1829’da Girit Adası iânesine teşvik memuriyetiyle Mısır Vâlisi, Kavalalı Mehmed Ali Paşaya gönderilen Pertev Paşayla birlikte Mısır’a gitti. Mısır dönüşünü müteâkip, 1831’de amedî vekîli, 1832’de asâleten amedî tâyin olundu ve yabancı sefirlerle irtibâtını artırdı. 1832’de Mısır Vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın isyânı sonunda, Mısır kuvvetlerinin Kütahya’ya kadar ilerlemesi üzerine, Mart 1833’te Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrâhim Paşayla görüşmek üzere gönderildi.

Varılan antlaşma neticesinde, Reşîd Beyin, Şam ve Halep eyâletlerinden başka, Fransız maslâhatgüzârının tesirinde kalarak, Adana muhassıllığını da İbrâhim Paşaya vermesi Sultan İkinci Mahmud Hanın hiddetine sebep oldu. Fakat bâzı dostlarının teşebbüsleri netîcesinde affedildi.

Reşîd Bey, dâimî sefâretlerin kurulmasından sonra 1834 senesi Temmuz ayında, fevkalâde orta elçilikle Paris’e gönderildi. Reşîd Bey, iyi bir tahsil görmediği, İslâm bilgilerinden ve millî meziyetlerden mahrum olduğu için kısa zamanda Avrupaî fikirlerin tesirinde kaldı. 1835 yılı Mart ayı sonlarında, elçilik tercümanı Ruheddîn Efendiyi Paris’te maslâhatgüzâr bırakarak, İstanbul’a döndü.

İstanbul’a gelişinden üç ay kadar sonra, büyükelçilikle tekrar Paris’e, sonra Eylül 1836’da, Londra büyükelçiliğine nakledildi ve hâriciye müsteşarlığı pâyesi verildi. Londra’da sefirliği sırasında Lord Stratford Redcliff Rading ile dostluk kurup, mason locasına girdi.

Mustafa Reşîd Bey, 1837’de müşîr rütbesi verilerek hâriciye nazırlığına tâyin edildi. Hâriciye nâzırlığı sırasında, Sultan İkinci Mahmud Hana, Avrupaî tarzda ıslâhâtlar yapılması teklifinde bulundu. Batılıların, Osmanlı Devletine, bilhassa Müslüman ve Hıristiyan tebaa arasında eşitlik gözetilmediği için düşman olduğunu, Müslim ve gayrimüslim ayrılığının kaldırılması gerektiğini, bu hususlarla ilgili yapılacak ıslâhâtı, bir hatt-ı hümâyûnla îlân etmesini teklif etti. Hazırladığı lâyihada bu ıslâhâtın esaslarını pâdişâha arz etti. Ancak, Reşîd Beyin anlattıklarının İngiliz isteklerinin aynısı olduğunu bilen İkinci Mahmud Han, bunu reddetti.

Mustafa Reşîd Paşa, hâriciye nâzırlığını bilfiil idâre ettiği bu dönemde, İngilizlerle, Osmanlı Devletini iktisâdî bakımdan çökertecek Baltalimanı Antlaşmasını imzâladı (1838). Baltalimanı Antlaşmasının imzâlanmasıyla, Osmanlı Devletiyle İngiltere arasında anlaşmazlığa yol açan hususlar, İngiltere’nin lehine çözülmüş oldu. Antlaşma yürürlüğe girdikten sonra; ötedenberi Osmanlı Devletinde uygulanmakta olan tekeller kaldırılınca, Osmanlı hazînesi, önemli bir gelir kaynağından mahrum edildi. Ayrıca, iç ticâret, Osmanlı vatandaşlarına münhasır olmaktan çıkarılarak istisnâsız bir şekilde İngiliz tüccarlarına verildi. Bir de bu antlaşmaya, antlaşma şartlarını isteyen bütün devletlere de istisnâsız uygulanacağı hükmü eklendi. Avusturya başbakanının; “İşte Osmanlı şimdi bitti” diye ifâde ettiği Baltalimanı Antlaşması, esnaf ve tüccarlarımızı uşaklığa; devletimizi de borç bataklığına sürükledi (Bkz. Baltalimanı Antlaşması).

Mustafa Reşîd Paşa, 1838 Ağustos’unda hâriciye nâzırlığı uhdesinde kalmak üzere Londra büyükelçiliğine tâyin olunarak, İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Reşîd Paşa; “...Türkiye için en büyük iş, reâyâ meselesidir. Eğer reâyâya verilmesi gereken hak ve hürriyetlerden bahsetsem, ülkemde bana kötü bir Müslüman gözüyle bakılır. Hâlbuki İslâmlığın kurtuluşu reâyânın hür ve mesud olmasına bağlıdır. Bu konuda yüksek sesle konuşmak, Avrupa devletlerine düşer. İmparatorlukta (Osmanlı Devletinde), Hıristiyanlar üzerindeki baskı için sesinizi çıkaramaz mısınız? Ödeyemedikleri haraç için zavallılar horlanmakta ve ezilmektedir. Bu uygulamalar, sizin âdil bir vergi dağılımı istemenizi gerektiriyor. Reâyâ, haraç yüzünden isyân etmekte ve düzenli vergi istemektedir. Vergi sistemi, Hıristiyanlar için yerleşirse, Müslümanlara da bunu kabul ettirmek için önemli bir adım atılmış olacaktır. Böylece İmparatorluğun yenileşmesi için ilk mesâfe alınmış olacaktır...” (Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi, Turque, Documents et Memoires, volume-44) diyerek batılı devletleri Osmanlı Devletine müdâhaleye çağırıyordu.

Reşîd Paşa, ayrıca, kendisinin ve reformlarının, Osmanlı Devletindeki başarısının Mehmed Ali Paşanın başarısızlığı nispetinde olacağını biliyordu. Zîrâ, Mehmed Ali Paşa, Mısır’da başarılı reformlar yapmış, batıya yanaşmadan da güçlü bir idârenin kurulabileceğini göstermişti. Reşîd Paşa ise, imparatorluktaki batılılaşmanın sembolü durumundaydı. Mehmed Ali Paşa, mağlup edilmediği takdirde, Sûriye’ye de hâkim olacak, devlet içindeki tesir ve nüfûzu artacaktı. Bu durumun ise kendi siyâsî hayâtının sonunu getireceğini düşünen Reşîd Paşa, büyük tâvizler verme pahasına da olsa Mısır meselesine Avrupa devletlerinin müdâhalesini istedi. Onun bu tutumu, Sultan İkinci Mahmud Hanın, onu İstanbul’a çağırtmasına ve îdâmına irâde çıkarmasına sebep oldu. Fakat, İstanbul’daki dostları vâsıtasıyla, Paris’e geldiğinde îdâmı haberini öğrenip gelmekten vazgeçti. Sultan İkinci Mahmud Hanın vefâtı üzerine tahta çıkan yeni pâdişâh Abdülmecid Hanın cülûsunu tebrik etmek üzere, Ağustos 1839 başında İstanbul’a geldi. Osmanlı Devleti o sırada en buhranlı dönemlerinden birini yaşıyordu.

Bu durumu fırsat bilen Reşîd Paşa, İngiltere’de esaslarını tespit ettiği reformları Avrupalıların ve bilhassa İngilizlerin yardımını sağlamak gibi bir bahâneyle, 16 yaşındaki genç pâdişâh Sultan Abdülmecid’e kabul ettirerek Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu adıyla meşhur olan Tanzîmât Fermânını yayınlattı. (Bkz. Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu)

Gülhâne meydanında Reşîd Paşanın îlân ettiği bu ferman, yozlaşma ve mânevî değerlerden uzaklaşmaya yol açtı. Böylece, Koca Osmanlı Devletinin içerden yıkılması, parçalanması plânlarının birinci ve en tesirli adımı atıldı.

Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğunu yıkmak için anlaşanların oyununun ikinci perdesi açıldı. 15 Temmuz 1840’ta İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında Londra Antlaşması imzâ edildi. Buna göre, Mehmed Ali Paşa, Girit, Adana, Sûriye, Hicaz ve Lübnan bölgesini derhâl boşaltacak, ordusunu ve donanmasını dağıtacak ve yalnız Mısır Vâliliğiyle iktifâ edecekti. Şâyet on gün içerisinde bu şartları kabul etmezse, adı geçen devletler müdâhalede bulunacaktı. Reşîd Paşa, Londra Antlaşmasının ültimatomlarını tebliğ etmek üzere müsteşarı Sâdık Beyi, Kahire’ye yolladı. Mehmed Ali Paşa ise, Sâdık Beye; pâdişâhın herhangi bir fermânına karşı boynunun kıldan ince olduğunu söyleyerek, yabancı devletlerin bu gibi tehditlerinin Osmanlı Devletinin işlerine müdâhale olacağını, kendisinin bizzat pâdişâhla görüşmeye hazır olduğunu belirtip ültimatomları reddetti. Reşîd Paşa, Mehmed Ali Paşanın antlaşma tekliflerini dikkate bile almadan dört devletten Londra Antlaşmasının hükümlerine uymalarını istedi. Nitekim harekete geçen müttefik kuvvetler, 13 Kasımda Halep’e ve 29 Aralıkta Şam’a girdiler. Mısır kuvvetleri, bozularak geri çekildi. Bu andan îtibâren, târihî İngiliz siyâseti bir defâ daha tekerrür etti. Londra Antlaşmasına göre, Mısır ve Sûriye’nin de Osmanlılara bırakılması îcâb ederken, bu bölgede güçsüz ve merkezden uzak bir yönetimin bulunması İngiliz menfaatine daha uygun görüldü ve bu eyâletler Mehmed Ali Paşaya verildi. Ciddî bir ordu ve donanmadan mahrum bulunan Osmanlı Devleti, bu emr-i vâkîyi kabul etmek zorunda kaldı ve 24 Mayıs 1841’de Mısır’ın statüsüyle ilgili ferman yayınlandı.

Bu arada Mustafa Reşîd Paşa ile Mehmed Ali Paşa arasında yeni ihtilafların ortaya çıkması üzerine tekrar yabancı devletlerin müdâhalesine meydan vermek istemeyen pâdişâh, Reşîd Paşayı hâriciye nâzırlığından azletti ve Temmuz 1841’de Paris elçiliğine gönderdi.

Paris’te bulunduğu sırada sağlık durumunun iyi olmadığından şikâyet eden Mustafa Reşîd Paşa, İstanbul’a dönmek istedi, fakat bu isteği kabul edilmedi. Aşırı ısrârı üzerine İstanbul’a dönmesine müsâade edildi. Paris’ten İstanbul’a döndüğü sırada, Edirne vâliliğine tâyin edildiyse de gitmedi. İki yıl kadar memuriyetten uzak kaldı. Nihâyet 1843 yılı sonlarında tekrar Paris elçiliğine gönderildi. 1844 senesi sonlarında ikinci defâ hâriciye nâzırlığına getirildi.

Bir müddet bu görevde kalan Reşîd Paşa, bilhassa İngilizlerin yoğun baskı ve faâliyeti sonucu 28 Eylül 1846’da sadrâzamlığa getirildi. İş başına gelir gelmez İskoç mason teşkilâtı üyesi Lord Rading ile büyük vilâyetlerde mason locaları açtırmaya devam etti. Böylece, Osmanlı Devletinin parçalanması, yıkılması için açılan câsusluk ve hıyânet ocakları çalışmaya başladı.

Bu senelerde Avrupa’da fizik, kimyâ üzerinde dev adımlar atılıyor, yeni buluşlar, ilerlemeler oluyor, büyük fabrikalar, teknik üniversiteler kuruluyordu. Osmanlılarda ise, bunların hiçbiri yapılmadı. Hattâ Mustafa Reşîd Paşa, Fâtih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, matematik derslerini, büsbütün kaldırdı. “Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir” diyerek, kültürlü, bilgili âlimlerin yetişmesini engelledi. Mustafa Reşîd Paşa, bir yıl yedi ay devâm eden bu vazîfeden, 27 Nisan 1848’de Sultan Abdülmecid Han tarafından azledildi. Fakat üç buçuk ay sonra tekrar sadrâzamlığa getirildi. Üç buçuk yıl süren bu sadâreti sırasında Fransız akademisi örnek alınarak kurulan Encümen-i Dâniş açıldı. Bu sadâretten de 26 Ocak 1852’de azledilerek, Meclis-i vâlâ reisliğine getirildi. Mustafa Reşîd Paşa, sadâretten uzaklaştırılmasının üzerinden kırk gün geçtikten sonra üçüncü defâ sadrâzamlığa getirildi. Beş ay kadar süren bu sadâretten de Damad Fethi Paşa ile aralarında meydana gelen ihtilâf üzerine azledildi. Yerine, Âlî Paşa getirildi.

Reşîd Paşa ile Âlî Paşa şahsî hırslar yüzünden birbirleriyle çekişirken, bu durumdan faydalanan İngiltere, Hindistan’daki büyük İslâm devleti Gürgâniye’yi parçalamak ve Asya’daki Müslümanları başsız bırakmak istiyordu. Bu arada kendisine engel olacağından çekindiği Osmanlı Devletini başka meselelerle meşgul etmek için, Rusya’yı devamlı tahrik ederek bir Osmanlı-Rus Harbi çıkarmaya çalışıyordu. Sadrâzam Mustafa Reşîd Paşayı kandıran İngilizler, onun Rusya’ya karşı düşmanca tavır takınmasını sağladılar. Netîcede İngiltere’nin tahrikleri sonucu Rusya, Eflâk ve Boğdan’ı işgâl etti. 4 Ekim 1853’te Rusya’ya harp îlân edildi. 23 Ekim 1853’de Kırım Savaşı olarak bilinen harp fiilen başlamış oldu.

Yaklaşık üç yıl devâm eden ve 30 Mart 1856’da Paris Antlaşmasıyla sona eren Kırım Savaşı, Osmanlı Devletinin toprak kaybına sebep olmamasına rağmen, siyâsî olarak aleyhine oldu. Devlet, iktisâden çöktü. Osmanlı Devletini Rusya ile meşgul eden İngiltere, az bir kuvvetle Osmanlı Devleti yanında savaşa girip asıl maksadını gizledi ve büyük devletlerin dikkatini o yöne çekerek Hindistan’daki Gürgâniye İslâm Devletini yıktı. Topraklarını işgâl ederek, Hindistan hazînelerine sâhip oldu ve ticâretini geliştirdi. Ayrıca, Osmanlıyı kullanarak, Rusların sıcak denizlere inmesini de önledi.

Öte yandan sıkıntı içerisine düşen Osmanlı Devleti, yine Mustafa Reşîd Paşanın dördüncü sadâreti zamânında ilk defâ borçlandı.

Mustafa Reşîd Paşa, 4 Mayıs 1855’te sadrâzamlıktan azledilerek yerine, tekrar Âlî Paşa getirildi. Âlî Paşanın yaptığı her icraatı şiddetle tenkit etmeye başladı. Sâdece iktidâr hırsı sebebiyle, Âlî Paşanın hazırladığı Hıristiyanlara daha fazla imtiyazlar tanıyan Islâhât Fermânına, şiddetle karşı çıktı.

Sultan Abdülmecid Han, kaht-ı ricâl (adam kıtlığı) yüzünden, İngiliz elçisinin de tavassut ve teşvîkiyle 1 Kasım 1856’da Mustafa Reşîd Paşayı beşinci defâ sadrâzamlığa getirdi. Âlî Paşanın sadâretten ayrılmasını hazmedemeyen Fransa hükümeti, Boğdan seçimlerine fesat karıştırıldığını iddiâ ederek, iptâlini istedi. Osmanlı Devletiyle siyâsî münâsebetlerini kesmeye kalkıştı. Fransa ve İngiltere hâriciyelerinin birbirleriyle temas ederek seçimin feshini kararlaştırmaları üzerine, Sultan Abdülmecid Han, sadrâzamı azlederek işin önünü almak istedi. Beşinci sadâretten 6 Ağustos 1857’de azledilen Mustafa Reşîd Paşa, Meclis-i Tanzîmât reisliğine naklolunduysa da bir ay içinde oradan da alındı. 22 Ekim 1857’de altıncı ve son defâ sadârete getirildi ise de, iki ay kadar sonra hastalandı. Bir müddet Bâbıâlî’ye gidemedi. 7 Ocak 1858 Perşembe günü, hamamda geçirdiği kalp krizinden öldü. Beyazıt'ta Okçular Caddesindeki türbeye defnedildi.

Hepsi Sultan Abdülmecid Han zamânında, aralıklarla toplam altı sene sekiz ay on dokuz gün sadrâzam olan Reşîd Paşa, Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnunu hazırlayıp îlân ettirmekle; Osmanlı Devletinin temeline dinamit koydu ve kaht-ı ricâl (adam kıtlığı) devrinin açılmasına, Osmanlı Devletinin boynuna “Hasta adam” yaftasının takılmasına sebep oldu.

Netîce îtibâriyle, Reşîd Paşa, iyi bir eğitim görmemiş, millî ve mânevî değerlerden yoksun yetişmiştir. Osmanlı Devletinin idârecilerinin en önemli özelliklerinden biri, önce devlete sadâkat vasfıdır. Reşîd Paşa, bu vasıftan mahrumdu. Masonlukta yüksek derece sâhibi olması, bu mahrûmiyetine eklenince, devlet için zarârı telâfi edilemeyecek sonuçlar meydana getirdi. Nitekim Reşîd Paşadan sonra, onun yetiştirmeleri ve ardından da İttihat ve Terakkî mensupları, devletin kısa zamanda yıkılmasını sağladılar. Bugünkü sosyal hastalıkların çoğunda, onun açtığı yıkım hareketinin payı büyüktür.

Batılıların Reşîd Paşa hakkında düşünceleri şu şekildeydi. Fransız elçisi Pontois, Paşayı; “Reşîd Paşada kendini gösterme ve yükselme merâkı aşırıdır. Bu yönü biraz övülür ve pohpohlanırsa, büyük tâviz elde etmek için küçük şeyler üzerine tâvizler verilirse, ondan her şey elde edilebilir” diye târif etmektedir. Avusturyalı Goizot ise; “Mustafa Reşîd Paşada, ülkesinde yapmak istediği işlerin başarısı için, çok lüzumlu olan vasıflardan biri eksiktir. Türkiye’de güçlü bir ıslahatçı olmak için Türklük vasfı lâzımdır. Onda ise bu vasıf çok azdı. Gençliğinden îtibâren, Türkiye’nin Avrupa ile münâsebetleri konusuyla ilgilenmiştir. O daha çok Avrupalı bir diplomata benziyordu” diye vasıflandırıyordu.
 
Rıza Nur

Türk Kurtuluş Hareketine katılmış ve bu hareket içerisinde aktif ve siyâsî rol almış yazar ve şâir. 30 Ağustos 1879 yılında Sinop’ta doğdu. Mülkiye Rüştiyesinden sonra, İstanbul Askerî Rüştiyesinden mezun oldu. Bir süre de Kuleli Harbiye İdâdisinde okudu. Askerî Tıbbiyeden doktor yüzbaşı olarak mezun oldu ve 1902’de stajını yaptı. 1905’te de doçentlik imtihânını kazandı. 1907’de Gülhâne’ye Cerrahî Öğretmen olarak tâyin edildi. 1908 yılında da Sinop milletvekili seçildi. 1910 yılında askerlikten ayrıldı. Buna rağmen Balkan Savaşına katıldı. Daha önceleri berâber çalıştıkları İttihatçılara muhalefetten yurtdışına sürüldü. Millî Mücâdeleye aktif olarak katıldı. Birinci Millet Meclisine tekrar Sinop milletvekili olarak girdi. Millî Eğitim ve Sağlık bakanlıklarında bulundu. Lozan Antlaşmasını imzâlayan Türk delegasyonu içinde ikinci adam olarak bulundu. Onun Lozan Antlaşması ile ilgili olarak söylediği şu sözleri çok mânidârdır:
“Lozan, Türk zaferinin bedeli değildir. Eksiktir, noksandır, kusurludur. Oluk gibi akan Türk kanı ve zafere bağlanan Türk ümidinin karşılığı olmamıştır.”

Siyâsî şahsiyetlerle arasının açılması sebebiyle, öldürüleceğinden korkarak vatanı terk etti. Paris ile İskenderiye’de, uzun yıllar sürgün hayâtı yaşadı. 1938’de yurda dönünce Tanrıdağı dergisini çıkardı. 1942 yılında, İstanbul’da öldü.

Şâirliğinden ziyâde yazarlığı ile tanınır. O, Türklüğe ve Türkçülüğe hayran bir şâir ve yazardır. Zaten; “En büyük iftihârım Türk yaratıldığımdır. Bu kadar târih okudum, Türk kadar kahraman, mert, iyi yürekli, zeki, aklıselim sâhibi insan, Türk kadar büyük ve yüksek bir târihe mâlik millet görmedim. Bu kadar millet tanıdım, bugünkü medeniyet âleminde en yüksek mevkie çıkmak lâzım olan kâbiliyetten kendinde ve yurdunda bugünkü kadar toplamış olanını görmedim” derdi. Buna rağmen, İngiliz medeniyetine de hayrandı. İlerlemeyi İngiliz medeniyetini almakta görür, ancak, milliyetçiliğinden de tâviz vermezdi.

Çok zeki yaratılışa sâhip olan Rıza Nur, aynı zamanda açık yürekliydi. Düşünce ve fikirlerini çekinmeden ortaya atardı. Kendi özel hayâtını dahi, olduğu gibi, çekinmeden kaleme almayı göze almıştır.

Yazar, târihe ve târihçiliğe merakı ile tanınır. 12 ciltlik Türk Târihi eseri mevcuttur. Bu eserde, Türklüğü, başlangıcından Cumhûriyete kadar incelemeye çalışmıştır. Dili sâdedir. Üslûbu pek akıcı değildir. Şiirleri genellikle Türklük ve Türkçülük üzerine yazılmış şiirlerdir. Destanımsı bir hava taşımaktadır.

Bütün kitaplarını ve servetini, bir vakıf kurmak sûretiyle, Sinop Kütüphânesi'nde Sinoplulara hâtıra olarak bırakmıştır. Yetmişten fazla eserinden bâzıları şunlardır:

Türk Târihi (12 cilt); Türk Birlik Revüsü (8 cilt); Oğuz Kağan (6000 mısralık destan denemesi); Türklük mü, Frenklik mi?; Hayat ve Hatıratım (4 cilt).

Bu eserlerinin hâricinde, ayrıca, kendisine yapılan hücumlara cevap olarak yazdığı, Hücumlara Cevaplar (1941) isimli bir eseri de mevcuttur.
 
Rıza Tevfik Bölükbaşı

Şâir, felsefeci ve devlet adamı. 1868 yılında eski Edirne ilinin bugün Bulgaristan’a kalan Cesirmustafapaşa kazâsında doğdu. Mülkiye memuru olan babası onu İstanbul’a getirip, Mûsevî okuluna verdi. Rıza Tevfik, kuvvetli hâfızası ile iki yılda İspanyolca ve Fransızca’yı öğrendi. Rüştiyeyi (Ortaokul) babasının kaymakam olduğu Gelibolu’da bitirdi. 1890’da girdiği Tıbbiye'de taşkın mizacı yüzünden barınamadı, hapse atıldı. Orada mahkûmları isyana teşvik etti. Birkaç defâ hapse girip çıktı. Ancak, 1899’da okulu bitirip doktor olabildi.
1907’de İttihat ve Terakki Cemiyetine giren şâir, güçlü hatipliğiyle şöhret kazandı. Bir yıl sonra, İttihatçıların Edirne mebusu oldu. İsyancı mizâcıyla, çok geçmeden İttihatçılardan ayrılarak onların karşısına geçti. Balkan Harbinin İttihatçılar yüzünden çıktığına inanıyor ve hele Birinci Dünyâ Harbine girilmesini hiç istemiyordu. Bu sebepten İttihatçılara muhalefeti bir kin hâline geldi. Onlarla mücâdele için Hürriyet ve İtilaf Partisine katıldı. Bu sırada, vaktiyle çok hakâret ve iftira ettiği Sultan Abdülhamid Handan özür dileyen şiirler yazdı. Şûra-yı Devlet (Danıştay) reisliği, Darülfünun müderrisliği ve son Osmanlı kabinesinde Maarif Nâzırlığı (Eğitim Bakanlığı) yaptı.

Osmanlı delegesi olarak, Sevr Antlaşmasını (1920) imzâlayanlar arasında bulundu. Kuvâ-yı Milliye hareketine karşı çıktığı için yüzellilikler listesine alındı. Bu sebeple 1922’de vatanından ayrılmak zorunda kaldı. 21 yıllık ömrünü, vatan hasretinin sızlanışları içinde Mekke ve Amman gibi yerlerde geçirdi. Af Kânunu’ndan istifâde ederek, 1943’te kendi ifâdesiyle, “Hesaplaşmak için değil vedâlaşmak için” yurda döndü. 31 Aralık 1949’da vefat etti. Kabri Zincirlikuyu Asrî Mezarlığındadır.

Rıza Tevfik, düzensiz ve uzun süren okul tahsiline rağmen şaşılacak kadar geniş bilgi sâhibidir. Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Lâtince, İspanyolca, Arapça ve Farsça gibi sekiz lisanı okur, yazar ve konuşurdu. Târih bilgisi, hâfızası, sohbeti, zekâsı, nüktesi bütün tanıyanlarca övülür. Bundan başka hatip, şâir, pehlivan, doktor, sahne sanatçısı... kısacası eskilerin deyimiyle hezârfen (bin hünerli) bir adamdı.

Rıza Tevfik, okul hayâtından beri isyancı, ferdiyetçi, o gün için dillerde dolaşan hürriyete tutkun, disiplinsiz ve her şeye muhâlif mizâcı ile tanınır. Felsefî nesir, edebî inceleme, tenkit ve şiir türlerinde eser vermiştir.

Eserleri:

Felsefî sahada: Felsefe Dersleri, Mufassal Kâmûs-ı Felsefe (c harfine kadar), Abdülhak Hâmid’in Mülahazat-ı Felsefiyesi.

Tenkit ve incelemeleri: Ömer Hayyam, Tevfik Fikret.

Bir kısım hatıralarını, Biraz da Ben Konuşayım adıyla kaleme almış, şiirlerini Serâb-ı Ömrüm adıyla toplayıp bastırmıştır. Birçok mizahlı ve taşlamalı şiirlerini bu kitaba almamıştır.

Şiirlerinde Yunus Emre’den Dertli’ye kadar, Halk ve Tekke şâirlerinin kullandığı canlı dili ve hece veznini örnek almıştır. Bu yüzden, halk ve gençler üzerinde etkisi büyük olmuş, 1914’ten sonra yetişen Beş Hececiler de az çok onu tâkip etmişlerdir.

Çocukluğundan beri başına gelenler ve bilhassa gurbette geçen acı yılların tortusu, çoğu şiirlerine bezginlik, hüzün ve kötümserlik hâlinde sinmiştir. Her zaman içli ve ilhamcı şiire meylettiği için bilgiçliğe sapmamış, didaktik (öğretici) şiiri benimsememiştir. En çok, koşma nazım şeklini kullanmıştır.

Hece veznini ısrarla savunduğu halde, aruz ve heceyi birlikte kullanmıştır. Mecaz dünyâsı zengin ve tâzedir. Şiirinde konu ve temalar çok geniştir. Gurbet üzüntüsüyle karışık vatan ve gençlik özleyişlerini sanki gözyaşı damlaları hâlinde şiirleştirmesi bakımından Rıza Tevfik edebiyatımızda benzersizdir.

KOCA HASAN DAYI

Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın bu şiiri, otuz kıtalık bir manzum hikâyedir. Şâir, Rumeli’de bir köyde dolaşırken, ihtiyar bir çınara yaslanmış, asırlık bir köylüye rastlar. Şâirin İstanbullu olduğunu öğrenince ihtiyar konuşmaya başlar:

Sultan Mahmud sağ mı? dedi, sonra birden coşarak:
Tam beş yıl askerlik ettim, ekmeğini yedimdi.
Hey devletli koca sultan, hey celâlli arslan hey!
Bir kır ata biner gelir, gelen şâhin sanırdım.
Bin yiğidin arasında bir görüşte tanırdım.
Ak sakallı vezirleri karşısında titrerdi,
Ardı sıra deryâ gibi kullar yürür giderdi.
Fermânına yedi kral baş eğermiş derlerdi.
Evliyâ kuvveti vardı, ona “ermiş” derlerdi.
Biz ne mutlu günler gördük, de hey deli devrân hey!
Delikanlıydım o zaman kapısında çavuştum.
Beş sene hizmetten sonra geldim köye kavuştum.
Bir daha çıkmadım artık, tarla takım edindim,
Elli sene şu toprakla güreş ettim, didindim.
Çocuklar askere gitti, biri geri gelmedi.
Hiçbirinin bugüne dek bir haberi gelmedi.

Hürriyet ve adâlet nutukları ile idâreyi ele geçirdikten sonra ülkeyi ne hâle koyduklarını, bir de ihtiyarın ağzından dinleyen şâir, büyük bir üzüntü içinde onu İstanbul’a götürmek isterse de şu cevabı alır:

Dedi: Oğlum, bu dünyâda artık nedir umudum!
Allah senden râzı olsun, ben köyümden hoşnudum.
Gönlüm gözüm bu yerlerde ne şenlikler görmüştür,
Hepsi yalan, geldi geçti; fâni dünyâ bir düştür.
Arslan gibi üç oğlumu fedâ ettim uğrunda,
Çifti sattım, evi barkı vîrân ettim uğrunda,
Altmış sene oldu belki, ben bu köyden çıkmadım,
Ormanından, deresinden, kuşlarından bıkmadım.
Oğul arzum budur benim, burda ölmek isterim,
Yâdellerde neylerim?
(Serâb-ı Ömrüm, 1915)

SULTAN ABDÜLHAMİD HANIN RUHANİYETİNDEN İSTİMDAD

Nerdesin, şevketli Sultan Hamîd Han,
Feryâdım varır mı bârgâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör milletin bak günâhına!

Târihler adını andığı zaman,
Sana hak verecek, hey koca Sultan;
Bizdik utanmadan iftirâ atan
Asrın en siyâsî pâdişâhına.

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sâde deli değil edepsizmişiz,
Tükürdük atalar kıblegâhına.

Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fenâ,
Bir sürü türedi, girdi meydâna.
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh olsun bunların ham ervâhına
 
Rüstem Paşa (Damat)
Osmanlı devlet adamı. Boşnak asıllı olup, 1500 yıllarında Bosna’nın doğusunda bir köyde doğduğu tahmin edilmektedir. Babası, Hacı Ali oğlu Mustafa Paşadır. Yeniçeri ocağına alınıp normal acemilikten sonra Osmanlıların en önemli okulu olan Enderûn’a girdi. Mohaç Seferine Kânûnî Sultan Süleymân’ın silahtârı olarak katıldı. Sefer dönüşü önce Diyarbakır ve ardından Anadolu Beylerbeyi oldu. 1539’da vezirliğe tâyin edilen Rüstem Paşa, aynı yıl Sultan Süleymân’ın kızı Mihrimah Sultanla evlendi. 1541’de ikinci vezir, 1544’te vezîriâzam oldu. Veliahd Mustafa Çelebi’nin ölümünden sonra bir müddet sadâretten ayrıldı ise de 1555’te ikinci defâ vezîriâzam oldu. İkinci defâ getirildiği bu makamda 1561’de ölünceye kadar kaldı. Şehzâde Câmii bahçesindeki türbesine gömüldü.
Ciddiyeti, gülmeyen yüzü ile tanınan Rüstem Paşa, iyi bir asker, harp sanatı inceliklerine vâkıf bir vezirdi. Ordu ve donanmanın hazırlanmasında ve onların başarılarında büyük payı oldu. Avusturya ile Papalık, Fransa ve Venedik’in de katıldığı bir antlaşma imzâlamış ve Avusturya’yı yılda otuz bin duka altın ödemeye mecbur etmişti. Aldığı bâzı tedbirlerle de hazînenin gelirlerinin artmasını sağlamıştı.

Rüstem Paşa, kendi adıyla anılan zarif câmiden başka, Anadolu ve Rumeli’de câmi, medrese, imâret, su yolu, köprü, kütüphâne gibi hayır eserleri; bunların bakımları için han, kervansaray gibi gelir kaynakları yaptırmıştır. Bunların yanında bıraktığı Tevârih-i Âli Osman veya Târih-i Rüstem Paşa adlı eseri önemlidir. Osmanlıların kuruluşundan kendisinin ölümüne kadar olan zamânı anlatan bu eserin en değerli bölümü Kânûnî Sultan Süleymân devridir.
 
Mütercim Rüştü Paşa (Rüşdî Paşa)

On dokuzuncu yüzyılda yaşayan Osmanlı devlet adamlarından. 1811 yılında Sinop’un Ayandon köyünde doğdu. Hasan adında bir kayıkçının oğludur. Çocukluğunda âilesiyle İstanbul’a yerleştiğinden tahsiline burada başlayıp, devam etti. Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra Tophâne’de açılan Asâkir-i Muntazam taburuna girerek bir müddet sonra teğmen oldu. Bu arada özel öğretmenlerden ders alarak Arapça, Farsça ve Fransızca'yı öğrendi. Fransızca'yı bilmesinden dolayı Seraskerlik Dâiresinde, Nâmık Paşanın yanına verildiğinden “mütercim” lâkabı ile anılmaya başladı.
Yüzbaşılığı sırasında Trakya, Anadolu ve Suriye’de görevlerde bulunduktan sonra binbaşı, alay emini, kaymakam ve 1839’da miralay (albay) oldu. Redif kuvvetlerinin kuruluşu ile görevlendirildiği zaman ferik (tümgeneral) rütbesindeydi.

Yükselmesine devam eden Rüşdî Paşa, 1851’de seraskerliğe, çeşitli zamanlarda beş defâ seraskerlik, beş defâ sadrâzamlık makamına getirildi. Sultan Abdülaziz Hanın şehit edilmesi sırasında, sadrâzam olarak bulunuyordu. Hayâtı boyunca zor ve sorumluluk isteyen görevlerden devamlı kaçması, hal' olayında zorla bulunduğu düşüncesini akla getirmektedir. Sultan Murâd Han ve Sultan İkinci Abdülhamid Hanın ilk yıllarında sadârette kaldıktan sonra 1876’da görevinden istifâ ederek ayrıldı. Ali Suâvi olayından sonra istifâ eden Sâdık Paşanın yerine beşinci defâ sadârete getirildi. Fakat kabine kurarken bâzı şüpheli şahısların durumlarında ısrar etmesi ve Ali Suâvi taraftarlarını affettirmek için uğraşması sonucunda bir hafta sonra görevden alındı.

Manisa’da yerleşen Rüşdî Paşa, Sultan Abdülazîz’in şehit edilmesiyle ilgili olarak, İzmir’e götürülerek sorguya çekildi. Manisa’ya tekrar dönüp, 1882 yılında öldü. Hâtuniye Câmii bahçesine defnedildi.

Çalışkan, tedbirli, dürüst olduğu bildirilen Rüşdî Paşa, zor görevden kaçması, tehlikeli gelişmelerde hemen istifâ etmesiyle tanınır. Bu sebepten kısa sürelerle görevde kaldığı sadâret makâmında, devlet ve millet yararına faydalı işler yapamadı.
 
Sadullah Paşa

Tanzimat devri devlet adamı ve şâir. 1838’de Erzurum’da doğdu. Babası çeşitli illerde vâlilik yapmış Esad Muhlis Paşadır. İyi bir tahsil gören Sadullah Paşa, babasının kontrolünde özel hocalardan Arapça, Farsça, Fıkıh, Akaid, Tabiiyye, Kimyâ ve Fransızca dersleri aldı.
1853’te ilk memuriyetine başla¤¤¤¤¤, mâliye Vâridat Kaleminde vazifelendirildi. Üç sene kadar burada çalıştıktan sonra, Bâbıâli Tercüme Odasına geçti. Kısa zamanda memuriyette derecesi yükseldi ve sırasıyla Mesahib Kalemine (1866), Şûrâ-yı Devlet Maârif Dâiresi Başmuavinliğine (1868) ve ardından da Başkitâbetine (1870) geldi. Dîvân-ı Hümâyun Tercümanlığına (1871), Dîvân-ı Hümâyun Amedliğine ve Defter-i Hâkânî Nezâretine (1874), Temyiz Mahkemesi Reisliğine (1876), Ticâret Nezâretine ve Sultan Murâd’ın tahta geçmesiyle de Mâbeyn Başkâtipliğine (1876) tâyin edildi.

Sultan İkinci Abdülhamid Han zamânında, Bulgaristan Meselesini yerinde incelemek üzere Filibe’ye gönderilen komisyona başkanlık yaptı. Bu vazîfesini tamamladıktan sonra Berlin’e elçi olarak gönderildi. Buradayken Ayastefanos Antlaşması ile Berlin Kongresine ikinci murahhas olarak katıldı. Berlin’deki başarılı çalışmalarından dolayı vezirlik rütbesi verildi (1881). 1883’te Viyana Büyükelçiliğine tayin edildi. 1891’de Viyana’da intihar etti. Cenâzesi İstanbul’a getirilerek Sultan Mahmud Hanın türbesinin bahçesine gömüldü.

Sadullah Paşa, devlet adamlığı yanında edebiyatla da uğraşmıştır. Fakat yazdıklarının pek çoğu ele geçmemiştir. Yazdıklarının içinde en önemlisi On dokuzuncu Asır manzumesidir. Bu manzumede batının ilerlediği müspet ilimlere, Türklerin de ayak uydurması gerektiğini savunmaktadır. Sadullah Paşanın batı dillerinden yaptığı tercümelerin en meşhuru Göl adlı eseridir. Berlin Mektupları, Charlottenbourg Sarayı, Paris Ekspozisyonu, Cevdet Paşaya Mektup, bilinen eserleridir. Berlin Mektupları, Tanzimat devri seyahat edebiyatının ilk örnekleridir.
 
Said Halim Paşa (Mehmed)

Osmanlı sadrâzamlarından, 1863 yılında Kahire’de doğdu. Mısır Vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın oğullarından vezir Halim Paşanın oğludur. Said Halim Paşa, mükemmel bir eğitim ve öğretim gördü. Doğu ve Batı dillerinden Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca'yı öğrendi. İsviçre’de üniversiteye giderek beş yıl süreyle Science Politique öğrenimi yaptı. Üniversite öğrenimini tamamlayınca İstanbul’a geldi.
1888 yılında Şûrâ-yı Devlet (Danıştay) üyeliğine seçildi. Bu sırada rütbesi mîrmîran idi. 1900 yılında ise, Rumeli Beylerbeyliği rütbesini aldı.

Said Halim Paşa, zararlı neşriyât ve silâh bulundurmakla itham edilip, hakkında soruşturma açılınca, ülkeyi terk etti. Önce Avrupa’ya sonra da Mısır’a gitti.

23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyet îlân edilince, tekrar İstanbul’a döndü. Halim Paşa, Şûrâ-yı Devlet üyesi olmak istediyse de, kadrosuzluk sebebiyle bu isteğine kavuşamadı. Bu durum üzerine Halim Paşa, İttihat ve Terakki Partisine girerek politikaya atıldı. Bu partinin adayı olarak belediye seçimlerine katıldı ve Yeniköy Belediye Dairesi Başkanlığına seçildi. Halim Paşa, Cemiyet-i Umûmiye-i Belediye İkinci Başkanlığına, daha sonra da Âyân Meclisi üyeliğine getirildi. Said Halim Paşa, Şûrâ-yı Devlet Başkanlığına seçildiyse de, bu vazîfeden kısa bir süre sonra 1912’de ayrıldı. İttihat ve Terakki Partisi Genel Sekreteri oldu. 1913’te Mahmud Şevket Paşa kabinesinde Şûrâ-yı Devlet Başkanı ve üç gün sonra da Hâriciye Nâzırı oldu. Sadrâzam Mahmud Şevket Paşanın, 11 Haziran 1913’te Divanyolunda otomobilinde öldürülmesi üzerine Said Halim Paşa, Sadâret Kaymakamı oldu. Ancak İttihat ve Terakki Partisinin, Sultan Reşad’a baskısı üzerine, 12 Haziran 1913’te sadrâzam, sadâreti süresince de Enver, Talât ve Cemal Paşaların kuklası oldu. Halim Paşa, kurduğu kabinede Hâriciye Nâzırlığını da kendisi aldı.

Birinci Dünyâ Harbi sırasında hükümet başkanı olan Said Halim Paşa, kendisinin haberi olmadan İttihatçılar tarafından harbe girildiğini sonradan öğrendi. İstifâ etmesine rağmen, ısrarlar üzerine vazgeçti. Fakat kendisinden habersiz kânunlar çıkarıldığını görünce, 3 Şubat 1917’de sadâretten ayrıldı. İttihat ve Terakki Partisinin iktidardan düşmesi üzerine, harp suçlusu olarak mahkemeye verildi.

İstanbul’un işgali sırasında, İngilizler tarafından 1919’da Malta’ya sürüldü. Bir müddet sonra serbest bırakılınca Roma’ya gitti. 18 Aralık 1921’de, evinin önünde bir Ermeni tarafından vuruldu. Mezarı İstanbul’da, Sultan Mahmud Türbesi bahçesindedir.

Said Halim Paşanın, İslâmlaşmak ve Taassub, Mukallidliklerimiz, İnhitât-i İslâm, Buhrân-ı Siyâsimiz, Meşrutiyet, Buhrân-ı İctimâîmiz, Buhran-ı Fikrimiz adlı eserleri vardır.
 
Said Paşa (Küçük Mehmed)

Osmanlı sadrâzamlarından. 1838 yılında Erzurum’da doğdu. Babası Seb’a-zâde Ali Nâmık Efendidir. Zamânın Bahriye Müşîri Eğinli Said Paşadan ayırmak için “Küçük” lakabı takılmıştır.
Öğrenimine Erzurum’da başladı ve İstanbul’da devam etti. Meclis-i vâlâ mazbata odasına kâtip yardımcısı olarak girdi. Bu sırada Fransızca'yı öğrendi. Sırasıyla, Şûra-yı Devlet üye yardımcılığı, Takvimhâne Müdürlüğü, Tahrîr-i Emlâk Müdürlüğü, Ticâret Nezâreti Mektupçuluğu ve Sadâret Mektupçuluğu vazifelerinde bulundu. Sultan İkinci Abdülhamid Han, tahta geçtikten sonra, Mabeyn-i Hümâyûn Başkâtipliğine tâyin olundu. Bundan sonra vezir pâyesini alarak, Meclis-i Âyân üyesi, Hazîne-i Hassa Nâzırı ve Dâhiliye Nâzırı vazifelerinde bulunduktan sonra, 18 Ekim 1879’da Sadrâzam oldu. Sadâret makamına geldiğinde kırk bir yaşında idi. Said Paşa, dokuz defâ sadrâzamlık makâmına tâyin edildi. Sadrâzamlığı yedi yıl, bir ay yirmi dokuz gündür.

Meşrûtiyete karşı olmakla berâber, çekingen ve sorumluluktan kaçan bir karaktere sâhip olduğu için, 31 Mart hâdisesinde pasif kalmıştır. Said Paşa, İkinci Meşrutiyette Meclis-i Âyân Reisi oldu. Mahmud Şevket Paşanın kabinesinde, nâzırlık vazifesinde bulundu. 1914’te yetmiş altı yaşında vefât etti. Mezarı, Eyüp Türbesinin girişindedir.

Said Paşa, Doğu ve Batı kültürüne sâhip olup, kitaplara karşı büyük bir merakı vardı. 1965’te, zengin kütüphânesi bir banka tarafından satın alınmıştır. Sadrâzamlığı zamânında ilmî, siyâsî, ekonomik alanlarda alınan bütün iyi kararları, kendisine mâl eden bir hatıra yazmıştır. Halbuki, yaptığını ileri sürdüğü bütün işler, bizzat Sultan İkinci Abdülhamid Hanın emirleriyle yerine getirdiği hususlardır.
 
Salih Reis (Paşa)

Büyük Osmanlı amirallerinden. Doğum târihi kesin olarak bilinmemekle beraber, Çanakkale veya Edremit yakınlarındaki Kazdağı’nda 1488’de dünyâya geldiği tahmin edilmektedir. Çocuk denecek yaşta Oruç Reis’in maiyetinde levend olarak yetişti. Barbaros kardeşlerin Akdeniz’e nam ve korku salan seferlerinde bulundu. Oruç Reis’in şehit edildiği 1518’de otuz yaşlarında olup, tecrübeli, korkusuz, düşmana aman vermeyen tam bir deniz akıncısıydı. Oruç Reis’in şehâdetinden sonra, Barbaros kardeşlerle berâber çalıştı.
Kânûnî Sultan Süleymân Hanın, Barbaros Hayreddin Paşayı İstanbul’a dâvetinde, onunla beraber gelen reislerin arasında Sâlih Reis de vardı. Sultanın huzûruna, Hayreddin Paşa ile berâber kabul edildi ve deniz albayı rütbesi verildi. Sonra bahriye sancakbeyliğine (tümamiral) terfi etti. Akdeniz’de korsan gemilerine diğer reislerle berâber göz açtırmayan Sâlih Reis, 1540’ta Korsika’nın bir limanında âni baskın neticesinde, Turgut Reisle berâber esir düşüp forsaya vuruldu. Akdeniz’in kendilerine dar geldiği bu korkusuz denizciler, üç yıla yakın eziyet ve sıkıntılar içinde kürek çektiler. Barbaros Hayreddin Paşa, bunların bulunduğu geminin Cenova Limanında olduğunu, câsusları vâsıtasıyla öğrenince, yüz parçalık muhteşem donanmasıyla derhal oraya gitti. Şehrin doçunu, amiral gemisine çağırarak, Sâlih ve Turgut Reislerin akşama kadar teslimlerini istedi. Yoksa Cenova limanında taş taş üstünde bırakmayacağını bildirdi. Bir müddet sonra reisler getirilip teslim edildi.

Sâlih Reis, Preveze Zaferinde (1538) Donanma-yı Hümâyûnun sağ kanadına kumanda etti. 1551’de bahriye beylerbeyi (oramiral) rütbesine yükseltilerek Cezayir eyâletinin beylerbeyliğine getirildi. Fas’ın İspanyollarla anlaşmasına meydan vermeden gerekli tedbirleri alması emredilince, 1553’te Fas topraklarına girdi. Böylece Osmanlı sınırları Atlas Okyanusuna kadar genişledi.

Osmanlıların Akdeniz hâkimiyetlerinde, büyük gayretleri görülen Sâlih Reis, çalışkan, zeki, teşebbüs sâhibi, idâreci, kâbiliyetli bir deniz amiraliydi. Barbaros kardeşler gibi dîne, devlete hizmet etmeyi şeref sayardı. Bu meziyet ve kâbiliyetleriyle denizlerde uzun yıllar, şerefli hizmetlerinden sonra, 1556 yılında Cezayir’de vefât etti.
 
Sami Paşa (Abdurrahman)

Osmanlı Devletinin kıymetli vezirlerinden, âlim ve edib bir zât. Sâmi, şiirdeki mahlasıdır. Asıl ismi Abdurrahmân’dır. 1792’de Mora’nın Trapoliçe kasabasında doğdu. 1878’de İstanbul’da vefât etti. Kabri Sultan İkinci Mahmud Han türbesindedir.
Mora eşrâfından, Şeyh Necîb Efendinin oğludur. Babasından ve devrin meşhûr âlimlerinden, husûsî muallimlerden ilim öğrenmiş ve iyi bir tahsil görerek yetişmiştir. Mora İsyânında babası şehit, kendisi âilesiyle birlikte esir edildi. 1823’te esirlikten kurtulup 1826’da Mısır’a gitti. Mısır Vâlisi Mehmed Ali Paşanın takdir ve sevgisini kazandı. Kâhire’deki meşhur Bulak Matbaasına müdür tâyin edildi. Daha sonra, Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrâhim Paşa ile Rum Ayaklanmasını bastırmak için kâtip sıfatıyla vazîfeli olarak Mora’ya gitti. Rumların elinde esir kalan kardeşleri Mahmud ve Hayrullah efendileri kurtarıp, Mısır’a götürdü. Mısır’a dönüşünde, Mehmed Ali Paşanın Divân Muâvinliğine tâyin edildi. 1829’da ise, Mısır Vekâyî Nâzırlığı ve Meclis Âzâlığı yaptı. 1831’de Mısır kabînesinde Reîs-i Vükelâ (Baş Muâvin) oldu ve İstanbul’da Mîrliva (Tümgenerâl) rütbesi verildi. 1841 ve 1842’de vazîfeli olarak İstanbul’a birkaç defâ gelip gitti. 1843’te Feriklik rütbesine yükseldi.

Sâmi Paşa, 1849’da İtanbul’a gelip, Bâbıâlî’de vazîfe aldı. Tırhala mutasarrıflığına tâyin edildi. İki sene sonra da vezirlik verilip, Rumeli Müfettişi oldu. Bosna, Trabzon, Vidin ve Edirne Vâliliği yaptı. 1856’da Maârif Nezâreti kurulunca, ilk nâzır oldu. 1857’de ise, Girit Vâliliğine tâyin edildi. Aynı sene, sekiz ay da Edirne Vâliliği yaptı. Daha sonra değişik meclislerde âzâ oldu.

Sâmi Paşa, 1857’den 1861 senesine kadar dört sene sekiz ay Maârif Nâzırlığı yaptı. 1862’de oğulları Abdülhalîm ve Hasan beylerle Mısır’a gitti. İskenderiye’de, büyük merâsimle, toplar atılarak karşılandı ve Re’süddîn Sarayında misâfir edildi. Sultan Abdülazîz Hanın Mısır’ı ziyâretinden sonra Sâmi Paşa, Meclis-i vâlâ âzâlığına tâyin edildi. 1868’de Meclis-i âlîde vazîfelendirildi. Sultan Abdülhamid Hanın tahta çıktığı ilk sene açılan Âyân Meclisinde âzâ oldu.

Sâmi Paşa, seksen dokuz yaşına kadar devlete sâdıkâne hizmetler yaptı. Seksen dokuz yaşında hastalanıp vefât etti. Bütün masraflarını Sultan İkinci Abdülhamid Han karşılayıp, Sultan İkinci Mahmud Han türbesine defnettirdi. Sâmi Paşanın evlâdı çoktu. Suphi Paşa, Necip Paşa, Hasan, Bâki, Halîm ve Sezâî beyler onun oğullarındandır. Oğlu Ahmed Necip Paşa, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın eniştesi olup, Medihâ Sultanla evliydi.

Abdurrahmân Sâmi Paşa, din ilimlerinde ve edebiyâtta mahâret sâhibi bir zâttı. Kişver-i Derûn adlı İslâm ahlâkını anlatan bir eseri vardır. Bu eseri, Arap ediplerinden Trablusşamlı Abdüllatîf Efendi tarafından Arapça'ya çevrilmiş ve Arapça olarak basılmıştır. Bu eserinden başka, dîvân edebiyâtı geleneğini devâm ettiren şiirlerinin toplandığı Dîvân’ı, İnşâ-i Sâmi, Rumuz’ul-Hikem ve Sergüzeşt-i Sâmi adlı eserleri vardır.

Abdurrahmân Sâmi Paşanın yazdığı aşağıdaki şiir, Fuâd Paşanın kabrine kazınmıştır:

Ey zâir-i sâhib-nefes,
Hubb-ı sivâdan meyli kes
Dünyâda kalmaz hiç kes,
Allah bes, bâkî heves

Her ten biter bir derd ile,
Geh germ ile geh serd ile
Uğraşmağa bir ferd ile,
Değmez bu dünyâ-yı ehas

Ben de ferîd-i asr idim,
Fass-ı nigîn-i sadr idim
Nakş-ı hümhayûn-ı satr idim,
Gösterdi çarh rûy-ı abes

Dil-haste oldum bir zemân,
Tedrîc ile bitdi tüvân
Uçdu nihâyet murg-ı cân,
Çünki harâb oldu kafes

Söndü çerâğ-ı âfiyet,
Zulmetde kaldı şeş cihet
Açıldı subh-ı âhiret,
Envâr-ı Hak’dan muktebes

Buldum o dem Sübhân’ımı,
Arz eyledim isyânımı
Matlûb idüp gufrânımı,
Rahmetle oldu dâd-res

Yâ Rab! Bu abd-i rû-siyâh,
Etdimse de yüz bin günâh
Dergâhını kıldım penâh,
Afvındır ancak mültemes

Târîhdir ism-i Gafûr,
Lâbüdd ider sırrı zuhûr
Afv olunur her bir kusûr,
Allah bes bâkî heves.
 
Samsa Çavuş

Ertuğrul Gâzi ve Osman Gâzinin silâh arkadaşı. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. Osmanlı Devletinde, çavuş unvânını ilk kullanan kişidir.
Ertuğrul Gâzi ile birlikte, kendisine bağlı aşîret ve obalarla Söğüt’e geldi. Osman Gâzi zamânında birçok gazâlara iştirâk etti. Pelekanon Muhârebesinde bulundu. İznik ve Sorkun’un fethinde, büyük kahramanlıklar gösterdi.

Orhan Gâzi, Kara Tegin Kalesini fethedince, muhâfızlığına Samsa Çavuşu tâyin etti.

Ömrünü daha ziyâde Sakarya boyunu tutmakla geçiren Samsa Çavuş, 1330 târihinden sonra vefât etti. Kabri, Mudurnu yakınlarında Hacı Mûsâlar köyündedir.
 
Selman Reis

On altıncı yüzyıl Osmanlı denizcisi. Korsanlıktan yetişerek Osmanlı hizmetine girdi. Venediklilere karşı yapılan Mora Seferine, meşhur denizci Kemâl Reis’in maiyetinde bahriye sancak beyi olarak katıldı (1499-1500). 1498 yılında Ümit Burnundan dolaşarak Hindistan’a ulaşmanın mümkün olduğunu fark eden Portekizliler, Kızıldeniz ve Atlas Okyanusunda, Müslümanlara sıkıntı vermeye başladılar. Sultan İkinci Bayezid Han tarafından, Portekizlilerin zararına mâni olmak için, teknik ve stratejik malzemeyle birlikte Mısır’a gönderildi. Mısır donanmasını, Osmanlı donanmasına benzer şekilde teşkilâtlandırdı. Basra Körfezi ve Kızıldeniz girişlerindeki stratejik noktaları zaptederek, Hindistan- Ortadoğu ticâret yolunu ele geçirmeye çalışan Portekizlilere karşı mücâdele etti. Gurab adıyla bilinen 50 çektiriden müteşekkil bir Mısır-Memlûk filosuyla çıktığı sefer, Yemen’de ortaya çıkan isyân sebebiyle netîcesiz kaldı. Mısır’ı fetheden Yavuz Sultan Selim Hanın emri üzerine, eli altında bulunan donanmayı Cidde’den Süveyş’e getirdi (1517). Bir süre burada kalarak, Süveyş Tersânesini genişletti. Sonra, Haliç Tersânesinin genişletilmesiyle vazifelendirildi (1518) ise de, Kânûnî başa geçince, Hind kaptanlığı unvânı ile, doğrudan doğruya Dîvân-ı hümâyuna bağlı olarak Süveyş’teki Osmanlı filosunun başına tâyin edildi. Bir taraftan Süveyş Tersânesini tanzim ederken, diğer taraftan Portekizlilere karşı mücâdeleye devâm etti. Mısır’a gelen Makbul İbrâhim Paşayla bizzat görüşerek, kendi adıyla anılan lâyihâsını sundu. Lâyihâda; Portekizlilerin elinde bulunan limanların durumunu, Hint deniz yolunun Osmanlı ticâretine sağlayacağı faydaları anlattı. İbrâhim Paşanın emriyle Süveyş kaptanlığını kurdu (1525). Süveyş’te inşâ ettiği kırk beş parçadan müteşekkil donanmasıyla, Hint Okyanusuna doğru yola çıktı. Aden’i aldı. Fakat ömrü Hind sularında dolaşmaya yetmeyip, gemisinde vefât etti (1529).
Osmanlı denizcileri, Selman Reis’in tecrübesinden istifâdeyle, Süveyş’ten Endonezya’ya kadar Müslümanların yardımına koştular. Devamlı şekilde Portekiz, Hollanda ve İngiliz donanmaları ile mücâdele ettiler. Osmanlı Devleti güçsüz kalınca, yüz binlerce Müslüman, vahşî Haçlı denizcileri tarafından hayâsızca katledildi
 
Seydi Ali Reis

Türk denizcisi ve ilim adamı. 1498 yılında doğdu. Sinoplu bir âileden gelmedir. Babası Hüseyin Reis, Galata’daki Bahriye Dârü’s-Sınaasında kethüda idi. Kendisi de bu mesleğe girerek tersâne kâtipliği yaptı. Denizci olduğu kadar, müspet ilimlere de ilgi duydu ve kendisini yetiştirdi.
Tersânede reis olarak çalıştı. 1522 Rodos Fethinden îtibâren, Osmanlı donanmasının Akdeniz’deki bütün faaliyetlerine katıldı. Hayreddin Paşa ile Preveze Savaşında, Sinan Paşa ile Trablus Fethinde bulundu. Azepler kâtibi, tersâne kethüdâsı ve hassa donanma reisi, yâni Osmanlı merkez filosu kumandanı oldu. Piri Reis’in, Umman Seferinden başarısız dönüşü üzerine, Kânûnî Sultan Süleyman Han tarafından, Mısır donanması kumandanlığına getirildi. Seydi Ali Reis, 1554 yılı başında Basra’ya gelip, donanmayı teslim aldı. Hürmüz Boğazından çıkıp Hind Denizine açıldı. Aynı yılın Ağustos ayında Hurfakan önünde bir Portekiz filosu ile karşılaştı. Zâyiat verdirerek çekilmeye mecbur etti. Kalkat yakınlarında ikinci bir Portekiz filosunun hücumuna uğradı. Düşmana epey zarar verdirmekle berâber, kendisi de kuvvet kaybettiği için, o sırada kopan şiddetli fırtınanın da tesiriyle savaşı bırakıp, Umman Denizine yelken açtırdı.

Umman açıklarında, Fil kasırgası denilen müthiş bir fırtınaya tutulan Seydi Ali Reisin gemileri, Hindistan’a kadar sürüklendi. Bu arada büyük zâyiata uğrayan Ali Reis, Demen Kalesi önüne gelip, kalenin hâkimi Esed Handan iltica hakkı istedi. Esed Han tarafından iyi karşılanan Seydi Ali Reis, batan gemilerin toplarını ona emânet bırakıp Surat’a hareket etti. Surat Hâkimi Hüdavend Hanla iyi münâsebetler kurdu. Onun Bruc üzerine yaptığı sefere de katıldı. Portekizlilerden yol bulup, Mısır’a ulaşmak ümidi kaybolunca, Seydi Ali Reisin gemiciler üzerindeki otoritesi de sarsıldı. Gemicilerin bir kısmı Esed Hanın, ekseriyeti de Hüdavend Hanın hizmetine geçince, Ali Reis, memlekete kara yolundan dönmekten başka çâre göremedi.

Gemileri, silâh ve teçhizâtı, Hüdavend Hana satarak, bedellerinin İstanbul’a gönderilmesi şartıyla senet alıp, kendisine bağlı kalan 50 kadar levent ve yeniçeriyle, 1554 Kasımında Ahmedâbad’a doğru yola çıktı. Gücerât Hâkimi Ahmed Han tarafından iyi bir şekilde karşılanan Ali Reis, onun yüksek ücretli, parlak vazîfe tekliflerini reddederek, Lahor’a hareket etti. Geçiş izni almak için Delhi’ye Timurlu imparatoru Hümayun Şahın huzuruna çıktı. Burada da iyi karşılandı. Vazîfe teklifini kabul etmedi. 1556 Şubatında Kâbil’e doğru yola çıktı. Semerkant’a, oradan Buhara’ya geldi. Bu arada Özbeklerin hücumuna uğradı. Kendisi yaralandı. Bir arkadaşı da öldürüldü. Bu yersiz hâdiseden özür dileyen Buhara Hanı Burhan Hanın yanında 15 gün misâfir kaldıktan sonra, Horasan üzerinden Meşhed’e vardı. Meşhed Vâlisi, bu silâhlı Osmanlı müfrezesinin, Anadolu’dan Özbek Sultanı Barak Hana gönderilen uzman askerler olabileceği kanaatiyle tevkif ederek, Kazvin’e gönderdi. Daha bir sürü meraklı ve heyecanlı, alâka çekici hâdiselerden sonra İstanbul’a döndü. Böylece, Surat’tan hareketinden iki sene üç ay sonra bu maceralı seyahati tamamlamış oldu.

Bir an evvel Sultan Süleyman’ın huzuruna çıkarak, Süveyş filosunun kaybından duyduğu suçluluğu affettirmek isteyen Seydi Ali Reis, Pâdişâhın Edirne’de olduğunu öğrenince oraya hareket etti. Huzûra kabul edilerek, görüştüğü 18 Müslüman hâkim veya hükümdarın Sultan Süleyman’a yazdığı mektupları takdim etti. Pâdişâhın affına ve iltifatlarına mazhar oldu. 80 akçe gündelikle dergâh-ı âlî müteferrikalığına tâyin edildi. Birikmiş olan dört yıllık ulufesi de ödendi. 1563 Ocak ayında vefât etti.

Kısaca açıklanan bu ünlü seyahatiyle kendini tanıtan Seydi Ali Reis, aynı zamanda şâir, edip ve âlim bir kimseydi. Cömert tabiatlı ve derviş yaratılışlıydı. Zengin bir kütüphânesi de vardı. Şiirlerinde Kâtibî mahlasını kullandı. Tezkirelerde Kâtib-i Râmî adıyla tanıtılır.

Başlıca eserleri:

Mir’ât-ı Kâinât: Denizcilik ve astronomi konusunda bilgi verir.

Kitâbü’l-Muhit (El-Muhit fî İlmi’l-Eflâk ve’l-Buhûr): Yön tâyini, zaman hesabı, güneş ve ay seneleri, pusula, denizcilik bakımından mühim yıldızların, limanlarla adaların tanıtılması, rüzgâr ve deniz yolları hakkında önemli bilgiler verir. Dış dünyâda çok tanınan bu eser Almanca, İtalyanca ve İngilizce'ye tercüme edildi.

Mir’atü’l-Memâlik: Maceralı seyahatini anlatır. Türk edebiyatının şâheserlerinden olan bu eser, aynı zamanda hâtırât mahiyetindedir. Türkçe metni 1913’te yayınlandı. Bu mühim eser Almanca, İngilizce, Fransızca, Rumca, Özbekçe ve Rusça'ya da tercüme edilmiştir.
 
Cağalazade (Cağaloğlu) Sinan Paşa

Osmanlı sadrâzamlarından. Merinalı kaptanlardan meşhur Viskond Cağala’nın oğludur. On iki yaşındayken babası Kaptan Cağala ile Merina’dan İspanya’ya giderken, Türk leventleri tarafından yakalanarak (1561), Sultan Süleyman’a (Kânûnî) takdim edildi. Yûsuf Sinan adı verilerek saraya alındı ve Türk-İslâm terbiyesiyle yetiştirildi. Sarayda silahtar ve kapıcıbaşı olarak görev yaptıktan sonra 1573’te Yeniçeri Ağalığına getirildi. Önce, Van ve ardından 1583’te vezirlikle Revan Beylerbeyi oldu. 1585’te Özdemiroğlu Osman Paşanın ölümü üzerine, İran Serdarlığına getirildi. Bu sırada Tebriz ve Tiflis’i kuşatmadan kurtardı. 1586’da Bağdat Beylerbeyi olan Sinan Paşa, Temmuz 1591’de Uluç Hasan Paşanın vefâtı üzerine Kaptan-ı deryâ oldu. 1595’e kadar bu hizmette kaldıktan sonra kubbe vezirliğine getirildi.
Sultan Üçüncü Mehmed Hanın Eğri Seferine, üçüncü vezir olarak katıldı. Haçova Meydan Muhârebesinde ordunun sağ kol kumandanı olup yaptığı taarruzlarla yarım saatte düşmanın yirmi bin kişilik kuvvetini imhâ etti. Böylece kaybedilmiş gibi görünen muhârebenin kazanılmasında büyük rol oynadı. Bu başarısından dolayı Hoca Sâdeddîn Efendiyle Kapıağası Gazanfer Ağanın tavsiyeleriyle İbrâhim Paşanın yerine vezir-i âzam oldu. Savaştan sonra, askeri yoklatarak muhârebe meydanından kaçmış olan timar ve zeamet sâhipleriyle kapıkulu ocaklarından otuz bin kişinin dirliklerini kesmesi ve Kırım’da Gâzi Giray’ı azletmesi huzursuzluklara yol açtı. Bu sebeple sadârete gelişinden kırk beş gün sonra azledildi.

Azledilmesinden sonra bir müddet Akşehir’de oturan Sinan Paşa; 1598’de Şam Beylerbeyliğine, 1599’da ikinci defâ Kaptan-ı deryâlığa tâyin edildi. 1604 İran Serdarlığı muvaffakiyetsizlikle neticelendi. Bu sebeple kaptan paşalıktan azledilerek yerine Derviş Paşa getirildi. 1606’da, Diyarbakır’da kederinden vefât etti.

Cağalazâde Sinan Paşa, son İran Seferindeki mağlûbiyeti hâriç kendisine verilen işlerde hep muvaffak oldu. Toplam on sene süren kaptan paşalığında tecrübeli denizcilerle görüşerek iş görmüş ve muvaffak olmuştur. Gayretli ve cesur bir devlet adamıydı. İstanbul’da iki ve Beşiktaş’ta bir mescitle bir medrese ve mektebi vardı. İstanbul’daki Cağaloğlu semtinin adı bu zâttan gelmektedir.
 
Sinan Paşa (Hadım)

Yavuz Sultan Selim Hanın vezir-i âzamlarından. Şecâatı ve cesâretiyle kendini tanıtarak, Bosna Sancakbeyliğine kadar yükseldi. Çaldıran Savaşından önce, Anadolu Beylerbeyliğine getirilerek, İran Seferi sırasında önemli hizmetleri görüldü. Ordu-yı Humâyûnun Sivas’tan îtibâren öncülüğünü yaptı ve Çaldıran Muhârebesinde, Osmanlı ordusunun sağ kanadına kumandanlıkta bulundu. Aldığı tedbir ve uyguladığı taktikle zaferin kazanılmasında önemli rolü oldu. Çaldıran dönüşü Ordu-yı Hümâyûn Amasya’da kışlarken, Rumeli Beylerbeyliğine getirildi.
Ertesi sene Dulkadıroğlu Alâüddevle üzerindeki zaferi üzerine, 18 Haziran 1515’te vezir-i âzamlığa getirildi. Şah İsmâil’in Çaldıran hezimetinden sonraki siyâsî faaliyetlerinde, Memlûk Sultanı ile anlaşması, İranlıların Mardin civârında bir Osmanlı karakolunu basmaları üzerine, Sinân Paşa, Diyarbekir ucuna gönderildi. Kayseri’de kuvvetlerini toplayan Sinân Paşa, Diyarbekir’e ulaşmak için Memlûk sınır beylerinden geçiş izni istedi. Beyler ters cevap verdikleri gibi Memlûk Sultanı da, Osmanlılar, İran ile uğraşırken onları arkadan vurmak için Halep’e geldi. Durum, Sultan Selim Hana duyurulunca, seferin yönü değiştirilerek, Memlûklar üzerine gidilmeye karar verildi. Sultan Selim Han, görülmemiş bir süratle hareket ederek ordunun başına geçti. 24 Ağustos 1516’da Memlûklarla yapılan Mercidabık Savaşında zaferin kazanılmasında, Sinân Paşanın büyük hizmetleri görüldü.

Sinân Paşa, Ridaniye Meydan Muhârebesinde, Yavuz Sultan Selim Hanın, Memlûk kuvvetlerinin gerisine sarkması üzerine, ordu merkezinde yer aldı. Tomanbay’ın Yavuz’u öldürmek kaydıyla iki yüz seçme süvarisiyle otağa saldırdığı sırada vukû bulan göğüs göğüse çarpışmalar sırasında şehit oldu. 23 Ocak 1517’de Hazinedar Ali Ağa, Antep Kölemen Muhâfızı Yûnus Bey, Ramazanoğlu Mahmud Beyle birlikte Şeyh Timurtaş zâviyesine gömüldü.

Yavuz Sultan Selim Han tarafından çok sevilen ve iltifatlarına mazhar olan Sinân Paşa, yiğitliği, cesâreti, kahramanlığıyla Osmanlı devlet adamları arasında önemli bir yer işgâl eder. Şehâdetine çok üzülen Sultan Selim Han, “Gerçi Mısır’ı aldık ama Sinân’ı kaybettik” demiştir.
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst