Büyük Türk Tarihi -I

Buğra1

Kayıtlı Üye
BÜyÜk TÜrk Tarİhİ
Türklerin Ana yurdu
Türklerin Tarih sahnesine ilk çıktıkları bölge, yani Türklerin ana yurdu üzerine çeşitli görüşler vardır. Maddî kültür unsurları, dil hususiyetleri ya da tarihî realite bakımından konuyu değerlendiren bilim adamları, Orta Asya'daki çeşitli kültür çevrelerini Türklerin ana yurdu olarak kabul ederler. Esas itibariyle, bu yöndeki ilk çalışmalar batılı bilim adamları tarafından ortaya konmuştur. Gerçekte XIX. yüzyıl sonlarıyla XX. yüzyıl başlarında başlatılan araştırmalarla, batı kendi tarihinin köklerini aramaya koyulmuş, fakat neticede, hiç hesaba katmadıkları bir milletin yani Türklerin, kendilerine has kültür ve medeniyetleriyle karşı karşıya gelmişlerdir. Bu gerçek karşısında, batılı bilim adamları yoğun çalışmalarda bulunmuşlar ve Türklerin tarih sahnesine çıktıkları yer ve zaman hususunda çeşitli nazariyeler sunmuşlardır. J. Klaproth (1824), J. Von Hammer (1832), W. Schott (1836), M.A. Castren (1856), A. Vambery (1885) ve E. Oberhummer (1912) gibi ilk âlimler Altaylar ve çevresini Türklerin ana yurdu olarak gösterirken, W. Koppers (1937), W. Radloff (1891), G.J. Ramstedt (1928), L.Ligeti (1940) ve K.H. Menges (1968) gibi dilci ve tarihçiler Altaylar'ın doğusu ve Kadırgan Dağlarına kadar olan bölgelerde Türk ana yurdunu aramışlardır ve bu görüşü ünlü Türkolog Barthold da desteklemektedir.

J. Strzygowsky (1935), O. Menghin (1937), İ. Zichy gibi sanat ve kültür tarihçileri ise Altaylardan Urallar'a kadar uzanan sahaya sıcak bakmışlardır1. Bu görüşleri değerlendirerek ana yurdun coğrafî sınırlarını tespit etmek mümkündür. Ancak araştırmalarda belirtilen ve arkeolojik bulguların yer aldığı daha belirli ve dar bir bölgeyi ana yurt olarak tespit etmek ve kabullenmek hem zor hem de sakıncalıdır. Çünkü dinamik ve hareketli bir kavim olan Türkler, en eski devirlerden itibaren geniş bir alana yayılmışlar ve kültürlerini buralara götürmüşlerdir. Atı ehlileştirerek âdeta onunla bütünleşen Türkler, konar-göçer yaşantılarını bozkır coğrafyasında hâkim kılmıştır. Bu sebeple daha geniş çerçevede düşünülecek olursa, Türklerin ana yurdu Orta Asya bozkırlarıdır, Orta Asya'nın sınırları doğuda Baykal gölünden Batıda Hazar ve Ural dağlarına; kuzeyde Sibirya bozkırlarından güneyde Tanrı dağları ve Gobi çölüne uzanmaktadır. Bu coğrafyanın, bütün dünya tarafından kabul edilmiş siyasî adı ise Türkistan'dır. Türkistan'da Konar göçer bozkır medeniyetinin M.Ö. devirlere giden pek çok kültür çevresi yer alır. Sovyet İmparatorluğu'nun dağılmasıyla istiklâllerini kazanan Türkistan'daki Türk Cumhuriyetleri ve topluluklarına ait topraklarda yapılacak incelemeler Türklerin tarih sahnesine çıkışlarına dair yeni belge ve bulguları, elbette ki, gün yüzüne çıkaracaktır. Dolayısıyla Türk ana yurdunu Orta Asya'da dar bir bölgeye sıkıştırmak hem tarih ve kültür birliğini muhafaza etmek hem de ilmî gerçekler açısından doğru değildir. Nitekim aşağıda gösterilen Türk kültür çevrelerinin zenginliği de buna delâlet eder.

Ana yurtta yer alan ilk kültür çevreleri: Arkeolojik kazılar ve araştırmalar Orta Asya medeniyetininM.Ö. V. bine kadar uzandığını göstermektedir. Batı Türkistan'da, bugünkü Aşkabat çevresinde yapılan kazılarda, M.Ö.V. bine ulaşan yerleşme merkezleri bulunmuştur. Anav kültürü olarak bilinen bu medeniyetin kimlere ait olduğu kesinlik kazanmamış ise de Türklerin bu bölgedeki varlıklarının ilk izlerini yansıtabileceği düşünülen ipuçlarını vermesi açısından Anav önemli bir merkezdir .

Proto-Türklere ait olduğu hemen hemen aşikar olan ilk kültür çevresi Altay-Sayan dağlarının kuzey batısında yer almaktadır. M.Ö. III. bin başlarına ait bu eski kültüre Afanasyevo kültürü denilmektedir. Bu kültürün en büyük özelliği Türk sosyal hayatının ilk örneğini yansıtmasıdır. Bu kültürde atın ehlileştirildiği ve koyun beslendiği görülmektedir. Ayrıca toprak kaplar, bakır ve tunçtan yapılmış çeşitli silâh ve süs eşyaları da bulunmuştur.

Bu kültürün devamı olan Andronovo kültürü ise Altaylardan, Ural dağları-Aral gölü çevresine kadar yayılmıştır. (M.Ö.1700-1200). Bu kültürde tunçtan ve altından eşya yapımının geliştiği bilinmektedir. Andronovo kültürü özelliklerini yansıtan diğer bir kültür ise Yenisey-İrtiş çevresinde yer alan Karasuk kültürüdür (M. Ö.1300-800). Tuva ve Abakan bozkırları ile Baykal gölü havzasında bulunan hayvan figürlü kaplar ve silâhlar bu kültürlerde benzerlik gösterir.

Karasuk kültürünün en büyük özelliği demirin işlenip, silâh yapımında kullanıldığı ilk kültür olmasıdır. Bu kültür çevresinde insanlar keçe çadırlarda yaşayıp, tekerlekli arabalar kullanıyorlardı. Minusinsk ve Abakan bölgesinden Altaylara uzanan bölgede Tagar kültürü olarak bilinen ve M.Ö.700'e tarihlenen buluntularda demir işçiliğinin nadir örnekleri yer almaktaydı. Ayrıca M.Ö. 3.yüzyıla ait, Orhun ve Selenga boylarına değin uzanan Pazırık kültürü, binlerce yıllık Türk kültürünün Hun çağına nasıl ulaştığını gösterir. Bütün bu buluntular Türk coğrafyasının tabiî sınırlarını tespit etmek açısından da büyük bir öneme sahiptir.

Orta Asya'daki Türk kültür çevrelerinde, kurganlarda bulunan bazı eşyalar, Türklerin çok eski zamanlardan beri konar göçer hayata has bir kültür geliştirdiklerini aşikâr kılar. Av ve savaş aletleri, demir ve deriden çeşitli eşyalar ve at ile kurt ağırlıklı hayvan figürlü kaplar, bu yaşayışın temel hususiyetlerini bizlere gösterir. Nitekim Türklere ait menşe efsaneleri ve Ergenekon Destanı gibi mitolojik olaylarda da bu motifler ön plândadır. Dolayısıyla, maddî buluntular ve Türk mitolojisi, Türklerin tarih sahnesine çıktığı yer ve zaman hususunda tamamen uygunluk arz etmektedir.

Yukarıda belirtmeye çalıştığımız bu büyük coğrafyada yaşayan Türk devlet ve topluluklarının varlığı, aynı zamanda onların büyük bir tarihe ve kültüre de sahip olduklarının açık bir delilidir. Her ne kadar yaşanılan topraklar çok geniş ve dağınık gibi görünüyorsa da, aslında bütün Türk kavim ve topluluklarını birbirine bağlayan ortak bir tarih ve kültür daima var olmuştur. Dolayısıyla, Türk tarihini bir bütünlük içerisinde ele almak ve değerlendirmek şarttır. Bu açıdan değerlendirildiğinde kurulan her Türk devleti birbirinin dev******* ibarettir. Ayrı coğrafya veya zamanda ortaya çıkmış olsalar veya ayrı medeniyet dairesinde yer alsalar bile, Türk tarihinin, anlayışının ve yaşayışının ortak değerlere sahip olduğu unutulmamalıdır.

Nitekim Türkiye Cumhuriyeti'nin cumhurbaşkanlığı forsunda ifade edilen ortadaki güneş (Türkiye Cumhuriyeti) ve çevresinde halka oluşturan 16 yıldız (tarihte kurulmuş olan Türk devletleri), bu birliği sembolize etmektedir. Elbette Türklerin kurduğu devlet sayısı 16 değildir. Türkler tarih boyunca irili ufaklı yüzü aşkın devlet kurmuştur. Hatta cumhurbaşkanlığı forsunda belirtilen Türk devletlerine ait bazı bayraklar, tarihî kayıtlarda geçen bazı işaretlerden yola çıkılarak çizilmiş, sembolik bayraklardır. Ancak asıl önemli olan husus bu devlet ve bayraklarla ifade edilen "tarih ve kültür birliği"nin devletimiz tarafından resmen kabul ve teyit edilmesidir. Aşağıda, aralarında 16 Türk devletinin bulunduğu, tarihî silsile içerisine yaşamış ilk Türk devletleri ve toplulukları özetlenmiştir.



ASYA HUNLARI

Ana vatan coğrafyası içerisinde kurulan ilk büyük Türk Devleti Hun Devletidir. Çin kaynaklarında Hiung-nu diye adlandırılan Hunlar ile ilgili ilk bilgiler M.Ö. I. bin yıllarına kadar çıkmaktadır. Ancak Çin kaynaklarındaki bilgiler, Hunların güçlenmeleriyle birlikte M.Ö. IV. yüzyılın sonlarına doğru artmaktadır. Bu tarihlerde Hunlar, Ötügen merkez olmak üzere Orhun bölgesi ve Altay dağları civarında oturuyorlardı.

M. Ö. III. yüzyılın ikinci yarısına doğru Hiung-nu yani Hun boylarının Çin üzerindeki baskıları iyice artırmıştır. Çinliler, kuzeyden gelen saldırılara karşı, çok eski devirlerden itibaren kuzey sınırı boyunca savunma duvarları yapmaya başlamışlardı. Nihayet artan Hun saldırılarına karşı, sınırdaki bu duvarların birleştirilmesi M.Ö. 214 yılında tamamlanmış ve meşhur Çin Seddi ortaya çıkmıştır.Hunların bilinen ilk hükümdarı, Şanyü ûnvanını taşıyan, Tuman (Teoman)dır. Hunlar, Tuman zamanında güçlü bir siyasî birlik olarak ortaya çıkmışlardır. Tuman, oğlu Mete ile giriştiği siyasî mücadele neticesinde ortadan kaldırılmıştır (M.Ö. 209). Çin kaynaklarının Mete (Mao-tu) adını verdikleri bu büyük hakanın adının Türkçe karşılığının, Bagatur veya Bahadır gibi bir ad olduğu sanılmaktadır. Mete, Hun tahtının meşru varisi olmasına rağmen, üvey annesinin kışkırtmasıyla, babası tarafından Hunların düşmanı olan Yüeçilere rehin olarak verilmişti. Buradan kaçmayı başaran Mete, babasına karşı mücadeleye girişti.

Demir bir disiplin altında yetiştirdiği ordusuyla babasını yenerek ortadan kaldırmıştır. Böylece M.Ö.209 yılında Hun çağının en parlak devri olan Mete devri de başlamış oluyordu. Bu tarihî olay "Oğuz Kağan Destanı"nda, Oğuz Kağanın babasıyla yaptığı mücadeleye ilham olmuştur.Devleti yeniden eşkilâtlandıran Mete, doğudaki Moğol-Tunguz kabileleri birliği Tung-hular'ın ısrarlı toprak taleplerine savaş ile karşılık verip onları perişan ettikten sonra, güney-batıya dönerek, İpek Yolu'na hâkim durumdaki Yüeçiler üzerine yürüdü. Yüeçileri daha batıya sürdü. Ardından Çin topraklarına giren Mete, Çin İmparatoru Kao-ti'nin 320 binlik tamamı piyadelerden oluşan ordusunu, Turan taktiği ile çember içine aldı. İmparator, ancak Hunların bütün şartlarını kabul ederek kendisini ve ordusunu kurtarabilmiştir(M.Ö.201) Yapılan anlaşmaya göre Çin İmparatoru, Hunların yaşadığı bütün toprakları Hun devletine bırakmayı, yıllık vergi yanında yiyecek ve ipek vermeyi kabul etmek zorunda kalmıştır.

Bir süre sonra Mete, Isık göl etrafında oturan Vusunları hâkimiyeti altına aldı. Böylece devletin sınırları, doğuda Mançurya'dan batıda Aral gölüne, kuzeyde Sibirya'nın içlerinden güneyde Çin Seddi ve Tibet'e kadar uzanmış oluyordu. Mete bu sınırlar içinde yaşayan bütün konargöçer kavimleri bir bayrak altında toplamış ve M.Ö. 177'de Çin hükümdarına yazdığı mektupta "Eli ok ve yay tutan herkes Hun oldu" diyerek millet olma şuuruna güzel bir örnek vermiştir. Büyük Hun Hakanı Mete'nin yönetim ve askerlik alanında yaptığı düzenlemeler, Türk devlet geleneğinde önemli bir başlangıçtır.

Sonradan kurulacak Türk devletleri de, bu gelenek üzerinde yeşereceklerdir. Mete M.Ö. 174'te ölünce yerine oğlu Kiyük geçti. Kiyük, Tanrı dağları civarını ellerinde tutan Yüeçiler'i, kesin olarak mağlûp ederek, batıya sürmüş, Yüeçilerin batıya göçü ise Batı Türkistan, Afganistan ve Hindistan için önemli sonuçlar doğuracak olan bir kavimler hareketine sebep olmuştur. Mete'nin Çin ile yaptığı anlaşma, onun döneminde de devam etmiş ancak M.Ö.166 yılında Çin'e bir sefer düzenlemiştir.

Kiyük'un ölümünden sonra (M.Ö.160) Çin, politikasını değiştirerek, Hunlara üstünlük sağlamak için büyük reformlara girişmiş ve ordusunu Hunları örnek alarak yeniden tanzim etmiştir. Ayrıca Hun siyasî birliğini içten parçalamak maksadıyla iç mücadeleleri ve bazı kavimleri kışkırtmıştır. Bu faaliyetlerinin sonuçlarını almakta gecikmeyen Çin, Kiyuk'un oğlu Kun-şin (M.Ö.160-126) devrinden itibaren inisiyatifi ele geçirir. Bu dönemden sonra gerileme dönemine giren Hun akınları kuzeyde durdurulurken, Çin'in karşı saldırıları ile İpek Yolu üzerindeki memleketler de birer birer elden çıkmaya başlamıştır. İpek Yolu'nun kontrolünün Çinlilerin eline geçmesi Hunlar için tam bir yıkım olmuş, iktisadî ve siyasî bakımdan yaşanan zorluklar Hunların ikiye bölünmesiyle neticelenmiştir. M.Ö. 58 yılında tahta çıkan Ho-han Ye'nin sıkıntıları aşmak için Çin'e tâbi olunması gerektiği fikrini savunması ve bunu ********lik sayan kardeşi Çi-çi'nin ona karşı çıkması üzerine Hunlar ikiye bölündüler.

Ho-han-ye Çin himayesini kabul edip, halkının bir kısmını Çin'in kuzey sınırındaki Ordos'a gönderirken, Çin'e bağlanmayı kabul etmeyen Çi-çi, kendine bağlı boylarla batıya çekildi (M.Ö.54 ) ve Çu-Talas boylarında bağımsızlığını ilân etti. Çi-çinin kurduğu Batı Hun Devleti fazla ömürlü olamadı. Çi-çi, Talas ırmağı boylarında kurduğu şehirde kalabalık Çin ordularının muhasarasına maruz kaldı. Meydan savaşına alışkın olan Hun ordusu, kale savunmasında başarılı olamayarak, Çinliler tarafından imha edildi (M .Ö. 38) ve böylece batıdaki Hun devleti yıkılmış oldu. Çin'e bağlanan Hunlar da kısa bir süre için güçlenmişlerse de M.S.48 yılında bu devlet de kuzey ve güney olmak üzere ikiye bölünmüştür. Kuzey Hunları, batıdaki Hunlarla birleşirken, Güney Hunları Çin sınırına yerleşmiş ve M.S.216 yılına kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Çin hâkimiyetindeki 5 bölgede 19 boy hâlinde teşkilâtlanan Hunlar, gittikçe

çoğalarak siyasî bir güç oluşturmuşlar ve nihayet 4.yy'dan itibaren, Çin'deki iç savaşlardan da yararlanarak, Kuzey Çin'de dört devlet kurmuşlardır:

1-Kuzey Çin merkezli, Han ve Ön Chao devleti (304-329)

2-Kuzey-doğu Çin merkezli, Arka Chao devleti (319-351)

3-Kansu'da, Kuzey Liang devleti (401-439)

4-Ordos'ta, Hsia (407-431)

Bu Hun devletlerinin ortak özelliği, hâkimiyetlerini Çin'in tamamında meşru kılmak maksadına sahip olmaları ve bu nedenle de Çin isimlerini seçmeleridir.Nitekim devlet anlayışı ve yaşayış bakımından bu devletler Hun karakterini muhafaza etmişlerdir
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

BÜyÜk TÜrk Tarİhİ AVRUPA HUNLARI


Hunların batıya yönelişleri, Çu-Talas boylarında devlet kuran Çi-çi Han ile başlar ve M.S. II. yüzyıldan itibaren yoğunlaşır. Doğuda Çin'in ve Moğol kökenli kavimlerin baskısı Hunların bir kısmını Çin içlerine yöneltirken bazı Hun boylarının da batıya göçmelerine sebep olmuştur. Ayrıca kuraklık ve kıtlığın baş göstermesi ile ağırlaşan hayat şartları, batı da Hun nüfusunun hızla artmasına yol açmıştır. Böylece Hun kitleleri batı Türkistan'da birikmeye başlamışlardı. Bu Hun birikintilerinin bir kısmı, sonradan İran'a ve Hindistan'ın kuzeyine inerek Akhun devletini kuracaklardır. Bazıları da, Güney Rusya'ya doğru yöneleceklerdir. İşte Avrupa Hunlarının ortaya çıkmaları ve yayılmaları, Türkistan'daki bu kavimler hareketine dayanıyordu.

Batıya kayan Hun kitleleri IV. yüzyılın ortalarına doğru siyasî bir birlik kurarak, Alanlara ait toprakları ele geçirmiş ve İtil(Volga) kıyılarına ulaşmışlardır. Hunlar başlarında Balamır olduğu hâlde önce Don-Dinyeper nehirleri arasında yaşayan Ostrogotlar'ı ağır bir yenilgiye uğrattılar(374) ve ardından ileri hareketlerine devam ederek, daha batıda yer alan Vizigotlar'a ağır bir darbe vurdular(375). Hunların harekete geçirdiği İran, Slâv, Germen menşeli çeşitli kavimlerin birbirlerini yerlerinden atmak suretiyle batıya doğru hızla akan büyük bir Kavimler Göçü böylece başlamış oluyordu.

Bir yüzyıl kadar devam eden Kavimler Göçü, Avrupa ve dünya tarihî açısından çok önemli sonuçlar doğurmuştur. Bu göçler neticesinde Roma İmparatorluğu sarsılmış, 395 yılında ikiye ayrılmış, 495'te ise batı Roma yıkılmıştır. Bu olaylar Orta Çağ'ın başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Çünkü bu dönemle beraber, Avrupa'da "feodalite" merkezî imparatorlukların yerini almış, bugünkü Avrupa'nın siyasî ve etnik yapısı bu dönemde şekillenmiştir. Hunların gelmesiyle Avrupa'da atlı birlikler önem kazanmış, süvari silâh ve kıyafetleri Hunlardan esinlenmiş ve belki de Orta Çağ Avrupasının şövalye tipi, Hun Alplerine öykünülerek oluşturulmuştur.

Hunlar, Ostrogotları önlerine katarak, kısa bir süre sonra Karadeniz'in kuzeyindeki Tuna ve Tisa nehirleri arasındaki verimli ve stratejik bölgeleri ele geçirirler. Burası, Karadeniz' in kuzeyinden Türkistan'a kadar uzanan uçsuz bucaksız bozkırların son halkasıdır. Ayrıca bu bölge, Avrupa'nın önemli yollarının kavşak noktası durumundaydı. Hunlar, Avrupa'nın içlerine kadar akınlar yapmış olmalarına rağmen bu bölgeyi, uzun yıllar devletlerinin ağırlık merkezî olarak korumuşlardır. M.S.400 başlarında Balamir'in oğlu Uldız(Yıldız)'ın Tuna'da görünmesiyle Kavimler Göçü'nün ikinci büyük dalgası da başlamış oluyordu .

Yine bu devirde Attila'nın son zamanlarına kadar takip edilecek olan Hun dış siyasetinin esaslarının belirlendiğini görüyoruz. Bu esasları; Doğu Roma'nın baskı altında tutulup, Batı Roma ile iyi ilişkilerin devam ettirilmesi şeklinde özetleyebiliriz. Nitekim Roma için büyük bir tehlike oluşturan, Hun korkusu ile yerlerini terk etmiş olan birtakım Germen kavimlerini bir araya getiren Radagais ancak Hunlar sayesinde ortadan kaldırılabilmiştir.

Uldız birkaç defa Tuna'yı geçmiş, çaresiz kalan Bizans, barış istemek zorunda kalmıştır. Uldız 410 yılında ölmüştür. Diğer Türk devletlerinde gördüğümüz ikili devlet düzenini Avrupa Hunlarında da görüyoruz. Uldız Batı Hun ülkelerinin hükümdarı iken Karaton ise doğuda hüküm sürüyordu 422 yılı Avrupa Hunları için yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bu tarihte Hunların başında Rua, Muncuk, Aybars, Oktar'dan oluşan Hun hükümdarlık ailesinden dört kardeşi görüyoruz. Attila'nın babası olan Muncuk erken öldüğü için Rua merkezde, diğer iki kardeş de doğu ve batı kanatlarında bulunuyorlardı.

Attila Devri: Doğduğu yer olan Etil=İtil (Volga)'den ismini alan Attila, 39-40 yaşlarında amcası Rua'nın yanında devlet işlerinde yetişmiş olarak hükümdar oldu. Başlangıçta kardeşi Bleda ile Hun tahtını paylaşan Attila, 445'te kardeşinin ölümü üzerine tek başına hükümdar olacaktır. Daha önce ağır barış şartlarları ile Attila'nın gazabından kurtulan Bizans'ın barış şartlarına uymaması üzerine Hun orduları Tuna'yı geçip Trakya'da İki kol hâlinde ileri harekâtlarına devam ettiler. Bizans başkentini kuşatmak üzere Büyük Çekmece'ye kadar ulaştıklarında dehşete düşen Bizans'ın barış talebi çok ağır şartlar karşılığında kabul edildi. (447).

Bu tarihten sonra, Batı Roma'ya karşı izlenen Hun dış politikasında bir değişiklik gözlenmektedir. İyi ilişkilerin yerini savaş almıştır. Attila, Galya (bugünkü Fransa) üzerine yürüyüp karşısına çıkan çok kalabalık Roma ordusu ile ilk çağın en büyük meydan savaşlarından birini yapmıştır (451). İstediği sonucu alamadığı bu savaştan hemen bir yıl sonra İtalya üzerine yürüyecektir(452). Papa Büyük Leon idaresindeki Roma elçilik heyetinin ricaları üzerine Po ovasından geri dönen Attila, 453 yılında anî olarak vefat etti. Attila'nın bu beklenmedik ölümü üzerine hem Bizans hem de Batı Roma İmparatorluğu rahat bir nefes alma imkanına kavuşmuştur.

Attila'nın ölümünden hemen sonra, pek az sayıdaki Hun idareci tabakasının hâkimiyeti altında yaşayan yabancı kavimler ayaklanırlar. Attila'nın oğulları arasında çıkan taht kavgalarıyla zayıflayan devlet kısa bir süre sonra parçalanır. Hunların bir kısmı Karadeniz'in kuzeyine sığınmışlar, bir kısmı ise yabancı kavimler arasında eriyip gitmişlerdir. Ancak Attila ve Hunları hafızalardan silinmemiş, haklarında üretilen efsanelerde, edebiyat eserlerinde, müzik eserlerinde yaşamaya devam etmişlerdir. Otoritesi ve yöneticilik kabiliyeti ile Attila, her zaman örnek alınmıştır.


TÜRKLERİN ORTA ASYA’DAN ÇIKIŞI VE GÖÇLER

GÖÇLERTürklerin tarih içerisinde çok geniş bir coğrafyaya yayıldıkları ve göç ettikleri bölgede güçlü devletler kurduklarını biliyoruz. Bu Türk göçleri, atalarımızın ilkel göçebe bir toplum yapısına sahip oldukları gibi, yanlış ve haksız bir iddianın da mesnedi olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Halbuki bu göçlerin sebep ve sonuçları göz önüne alındığında, Türklerin ilkel göçebe bir anlayışla değil, aksine, kendine has yüksek bir kültür ve medeniyetin sahibi ve yayıcısı olarak göç ettikleri görülür. Dünya üzerinde atı ilk kez ehlileştiren ve onu binek hayvanı olarak kullanan Türkler, atın sağladığı hız ile yüksek devlet ve toplum telâkkilerini geniş coğrafyalar üzerinde hâkim kılmıştır. Konar göçer, atlı yaşantının temelinde büyük oranda hayvancılık ve kendine yeterli bir ziraat kültürü yer alır. Dolayısıyla, Türk göçleri bu yaşantıya uygun olan sahalara doğru olmuştur. Hem Türk tarihi hem de Dünya tarihi üzerinde çok büyük tesirleri olan bu göçlerin birçok sebepleri vardır. Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz:


1-GÖÇLERİN SEBEPLERİ


İktisadî ve Sosyal Sebepler: Daha çok hayvancılıkla geçimlerini sağlayan Türkler, kuraklık, salgın gibi tabiî olayların etkisiyle göç etmek zorunda kalmışlardır. Otlakların yetersiz kalması veya nüfusun artması, Türkleri, iklimi ve coğrafyası müsait yeni bölgelere sevk etmiştir. M.S.IV. yüzyıldaki Hun göçlerinde, Orta Asya'da hüküm süren "kuraklık"ın etkili olduğunu biliyoruz.

Toprağın artan nüfusu besleyemez hâle gelmesi veya hayvanlar için yeterli otlakların kalmaması, iktisadî düzeni sarstığı zaman, Türkler, kendi yaşantılarına uygun, tabiatın zengin ve nispeten nüfusun az olduğu bölgelere yönelmişlerdir. Selçuk Bey ve Arslan Yabgu'ya bağlı Türkmenlerin Horasan ve Harezm'e göçmeleri veya XI.-XII. yüzyıllarda, Anadolu'nun Selçuklular tarafından fethinde bu durumu görebiliriz. Siyasî Sebepler: Yabancı kavimlerin baskısı veya kendi aralarındaki hâkimiyet mücadelesi göçlerin diğer bir sebebidir. Meselâ XI. yüzyıldaki Kitanlar'ın hücumu Türklerin batıya göçlerini beraberinde getirmiştir. Orhun-Yenisey'deki Uygur Devleti'nin 840 yılında yine bir Türk kavmi olan Kırgızlar tarafından ortadan kaldırılması, Kutlu yurt Ötügen'in elden çıkmasıyla neticelenmiş ve Uygurlar, Turfan, Kansu, Tarım Havzası gibi daha güneydeki bölgelere göç etmek zorunda kalmışlardır. Belki de Uygurların meşhur "Göç" destanı bu olayın hatırasını taşımaktadır.

Destanda vatanı sembol eden "Kutlu Dağ"ın Çinlilere verilmesi ve Çinliler tarafından dağın parçalanarak Çin'e götürülmesi, ülkede felâket ve kuraklığa sebep olur ve bütün canlı cansız mahlûkat "göç, göç" diye inler. Bu ilâhî emre uyan Uygurlar, Beşbalıg'ın olduğu yere gelerek beş ayrı şehir kurarlar. İlkel göçebelerde görülmeyen bu mukaddes vatan anlayışı, istiklâl ile perçinlenmektedir. Türkler, istiklâlini kaybetmektense göç etmeyi yeğlemişler ve kendilerine yeni vatan aramışlardır. Türklerdeki bu güçlü vatan oluşturma ve devlet kurma geleneği, atalarımızı yeni fetihlere sürükleyen diğer önemli bir sebeptir. Zaman içerisinde, dünyayı huzur ve sükûna kavuşturmayı, insanları adalet ve eşitlik içinde yönetmeyi töresinin bir hususiyeti olarak hedefleyen bu fütuhat anlayışı, Türklerde, "Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi"nin doğmasını sağlamıştır.

Dolayısıyla Türk göçleri ilkel göçebe anlayışından farklıdır. Göçebeler vatan kavramını tanımayan, nerede duracağı belli olmayan ilkel topluluklardır. Türkler ise vatan kabul ettikleri ülkede, belirli yaylak ve kışlaklar arasında yaşayan "töreli" bir millettir. Bu sebeple eski Türkler konar göçer bir hayat yaşamaktaydılar.


TÜRKLERİN YAŞADIKLARI YERLER

Milâttan Önce Türklerin Yayıldıkları Sahalar: Altay-Sayan dağlarının kuzey-batı kesimlerinde yaşayan Andronovo kültürü insanı, M.Ö.1700'lü yıllarda Altay, Tanrı dağları ve Maverâünnehir' e kadar olan bölgelere uzanmaktaydı. M.Ö. 1100 yıllarında aynı kültür Çin'in kuzeyindeki Ordos ve Kansu bölgesinde görülmekteydi. M.Ö. IV. yüzyıldan itibaren Hazar ve güney Rusya da Türklerin yaşadıkları bölgeler arasına girmiştir. Bu duruma en iyi örnek mühim bir kısmını Türk kabilelerinin oluşturduğu, konar göçer, atlı kültüre sahip bir kavimler topluluğu olan İskitler (Sakalar)dir. İskitler, M.Ö . VIII. yüzyılda, Orta Asya'nın Tanrı dağları ile Hazar denizi arasında kalan geniş bozkırlarında yaşarlarken, daha sonra göç ederek, Karadeniz'in kuzeyinde, İtil ve Tuna nehirleri arasındaki düzlüklere yayılmışlardır. M.Ö. VI.-IV. yüzyıllarda Dnyeper ve Dnyester sahasındaki bazı Slâv zümrelerini hâkimiyetleri altına alan İskitler, Karadeniz'in kuzeyinde varlıklarını M.Ö.II. yüzyıla kadar devam ettirmişlerdir. Aynı sahada bulunan ve M.S. II. yüzyıla kadar Don ve Tuna boylarına kadar uzandıkları bilinen Sarmatlar ile onların içinden çıkan Roksalan ve Yazığların da en azından yönetici sınıflarının Türk olduğu da iddia edilir. Bu kavimler Slâv ve Cermen zümreleri üzerinde derin tesirler bırakmıştır.

Bozkır medeniyeti diye adlandırılan atlı-nomad yaşayışın öncüleri İskitler olmuşlardır. Hun sanatıyla büyük benzerlik gösteren, geometrik şekiller ve hayvan figürlerinin dikkat çektiği İskit sanatı, M.IV. ve III. yüzyıllarda doruk noktasına ulaşmıştır. Milâttan sonra Türklerin yayıldıkları sahalar: Türk göçleri bu dönemde batı yönünde gelişmeye başlamıştır. Hunlar Orta Asya'dan, Hindistan'ın kuzeyine ve güney Rusya'ya kadar genişlediler. Bir kısmı Orta Avrupa'ya kadar ilerledi. Sabar, Avar, Bulgar, Peçenek, Uz ve Kuman boyları Hazar ve Karadeniz'in kuzeyi ile Orta Avrupa ve Balkanlara kadar uzandılar. Kalabalık Oğuz boyları X .-XI. yüzyıllarda Maverâünnehir üzerinden İran, Irak, Azerbaycan ve nihayet Anadolu'ya hâkim oldular.

Türk Göçleri, tarih boyunca doğudan batıya doğru gerçekleşmiştir. Bu istikamet içerisinde bazı Türk kavimleri Hazar'ın kuzeyinden Avrupa'nın içlerine kadar yönelirken-Bulgar-Kuman-Kıpçak ve Çağatay dil grubu-, bir kısmı da İran üzerinden Anadolu ve Orta Doğu'ya göç etmişlerdir- daha çok batı Türkleri'nden Oğuz boyları-. Bu iki göç yolu üzerinde değişik dil, din ve medeniyetten topluluklarla temasa geçen Türk kavimleri yüzyıllar boyu bu coğrafyalarda varlığını sürdürmüştür. Türk bünyesine uymayan inanç sistemlerinin, hayat tarzlarının benimsendiği ya da zaman içerisinde nüfus bakımından beslenemediği yerlerde bulunan bazı Türk kavim ve boyları tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Çin'deki Tabgaç'lar, Orta Avrupa'daki Hunlar ve Balkanlardaki Bulgarlar buna örnektir. Ancak bu olumsuzluklardan etkilenmeyen Türk toplulukları büyük bir coğrafyada varlıklarını devam ettirmektedirler.




TÜRK BOYLARININ YAŞADIKLARI YERLER
Aynı zamanda son durum için 27.konuda Türk Toplulukları maddesini inceleyebilirsiniz Günümüzde varlıklarını devam ettiren Türk boyları, ana kütlesini Anadolu, Azerbaycan ve İran ile Büyük Türkistan'ın oluşturduğu çok geniş bir coğrafyaya yayılmışlardır. Bu ana kütleden zaman zaman taşan Türkler, daha nispî de olsa, bugün başka devletlerin elinde bulunan topraklarda da yaşamaktadır. Dolayısıyla 170 milyonu aşan bu büyük Türk Dünyası içerisinde bağımsız yaşayanlar olduğu gibi, daha az da olsa, başka devletlerin hâkimiyetinde bulunanlar da mevcuttur. Osmanlı devletini oluşturan Türkiye Türklerinin devamı ve bakiyesi durumundaki bir kısım Türk nüfusu, bugün, eski Yugoslavya'da; Makedonya ve Üsküp'te, Bulgaristan'da; Mestanlı, Deliorman, Plevne, Varna, Filibe, Kızanlık'ta, Yunanistan'da; Batı Trakya ve Ege Adaları'nda, Polonya ve Romanya'da; Dobruca ve Baserabya'da, Irak'ta; Musul-Kerkük'te, Suriye'de; Münbiç, Azez ve Lazkiye'de yaşamaktadır. Bu bölgelerdeki toplam Türk nüfusu yaklaşık 7 milyondur.

1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte, komünizmin boyunduruğundan kurtulan Türk boyları büyük oranda bağımsızlıklarını ilân etmişlerdir. Bu tarihî olay neticesinde Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan Türk Cumhuriyetleri ortaya çıkmış ve böylece 40 milyona yaklaşan toplam nüfusuyla, Türkistan'ın bir bölümü (Batı) yeniden istiklâline kavuşmuştur. Ancak bazı Türk toplulukları Sovyetler Birliği'nin yerine oluşturulan Rusya Federasyonu'nun sınırları
içerisinde, İdil (Volga)- Ural bölgesinde, muhtar cumhuriyetler olarak kalmıştır; Tataristan, Başkurdistan ve Çuvaşistan. Sibirya'da ise Yakut, Tuva ve Altay özerk bölgeleri oluşturulmuştur. Buradaki Yakut (Saha),Tatar,Hakas, Tuva, Dolgan gibi Türk boylarının nüfusu bir milyonu geçmektedir.

Kafkasların haritası da Sovyetler Birliği'nin dağılması neticesinde değişmiş ve Azerbaycan Cumhuriyeti ortaya çıkmıştır. 7 milyonu aşan nüfusları ile Azerî Türkleri, Orta Asya ile Anadolu Türklüğü arasında önemli bir köprü vazifesini görmektedir. Rusya Federasyonuna dahil olan Kuzey Kafkaslar, pek çok etnik grubun yaşadığı bir bölgedir. Ancak Ermeni ve Gürcülerin dışında kalan toplulukların çoğu ortak yaşayış, kültür ve inançlara sahiptir. Bu bölgenin toplulukları için İslâmiyet belirleyici bir unsurdur. Dağıstan, Çeçenistan, Osetya, Karaçay gibi muhtar cumhuriyetler ile Oblastlarda yaklaşık 6 milyon Kafkas akraba topluluğu yaşamaktadır. Bunların bir milyondan fazlasını ise Kumuk, Karaçay, Balkar, Nogay ve Kundurlar gibi Türk boyları oluşturmaktadır. Kuzey Kafkaslardan, Moldova'ya kadar uzanan bölgelerde ise II. Dünya Savaşı sonrasında yurtlarından sürülen Kırım ve Ahıska Türkleri ile Hristiyan Gagavuz ve Musevî Karaim ve Kırımçakla bulunmaktadır. Bu toplulukların toplam nüfusunun bir milyona ulaştığı tahmin edilmektedir.

Doğu Türkistan'da yaşayan Türkler, Batı Türkistan'daki soydaşları kadar şanslı değillerdir. Sovyetler ile birlikte Türkistan'ı bölen Çinliler, Doğu Türkistan'ı, Sincang (sonradan kazanılmış topraklar) adıyla işgal ederek, büyük çoğunluğunu Uygurların oluşturduğu Türkleri tam bir baskı ve zulme tâbi tutmuşlar ve tutmaya devam etmektedirler. Doğu Türkistan'da, Sincang-Uygur muhtar bölgesinde, Uygur, Kazak, Kırgız, Özbek ve Tatar asıllı yaklaşık 20 milyon Türk yaşamaktadır. Çin'in Kansu bölgesinde de yüz bin dolayında Salar Türkü bulunmaktadır.

Afganistan'ın kuzeyi ve Tacikistan'da önemli oranda Türk nüfusu yaşamaktadır. Herat, Tükurgan ve Mezarışerif ile Maymana, Maruçak, Andhoy ve Vahan civarında iki milyonu aşkın Özbek, Teke, Yamut, Sarık ve Salur boylarına mensup beş yüz bini aşan Türkmen ve Yüz elli bini bulan Kırgız, Kazak ve Karakalpak bölgenin asli unsurlarını oluşturur. Günümüzde Kuzey Afganistan Türkleri, Afganistan yönetimini ele geçirmiş olan Talebanlara karşı mücadele vermektedir. Yoğun Türk nüfusunun bulunduğu diğer bir bölge de İran'dır. İran nüfusunun neredeyse yarısını oluşturan yaklaşık 20-25 milyon Türk asıllı kavim ve topluluk bu büyük coğrafyada yaşamaktadır. İran'daki en büyük Türk grubunu yaklaşık 20 milyona varan nüfuslarıyla, Güney Azerbaycan'da yaşayan Azerî Türkleri oluşturur. XIX. yüzyıl başlarında Gülistan ve Türkmençay anlaşmalarıyla İran ve Rusya, Azerbaycan'ı bölmüş ve Aras'ın kuzeyi Rusya'da kalırken, Güney Azerbaycan İran'ın elinde kalmıştır. Tebriz, Erdebil, Urmiye, Hoy, Maku, Culha vb. gibi bölgeleri içine alan, yüz bin km2'yi aşan yüz ölçümüyle Güney Azerbaycan Fars milliyetçiliğinin tehdidi altında bulunmaktadır. İran'ın güneyindeki Fars eyaletinde konargöçer yaşayan Kaşgay'lar 500 bini aşan nüfuslarıyla İran'daki diğer önemli bir Türk unsurudur. Türkmenistan sınırına yakın bölgelerde ise Yamut, Göklen, Sarık ve Salur boyuna mensup Türkmenler yaşamaktadır (500 bin). Ayrıca bir milyonu bulan Afşar, Kaçar, Karapapak, Hamse, Şahseven gibi değişik adlara sahip topluluklar, İran'daki güçlü Türk dünyası içerisinde yerlerini almışlardır
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

İSLAMİYETİN KABULÜNDEN ÖNCEKİ DÖNEM


GÖKTÜRK DEVLETİ
Türk Tarihîndeki Önemi: Türk sözünü ilk defa resmî devlet adı olarak kabul edenler Göktürklerdir. Böylece devleti ifade etmesi bakımından siyasî bir anlamı olan Türk kelimesi bu sayede bütün bir milletin adı olmuştur.


ERGENEKON DESTANI

Göktürk Menşe Efsaneleri ve Ergenekon Destanı'na Göre Türklerin Tarih Sahnesine Çıkışı Göktürklerin "Kurttan Türeyiş"lerine dair Çin kaynaklarında da geçen üç efsane vardır. Aslında bu efsanelerin hemen hemen aynısı M.Ö. 119'da Hunlar tarafından büyük bir yenilgiye uğratılan Wu-sunlar için söylenir. Efsaneye göre Hunlar bir taarruz neticesinde Wu-sun kralını öldürmüş, onun oğlu Kun-mo küçük olduğu için Hun hükümdarı ona kıyamamış ve çöle atılmasını emretmiş. Küçük Kun-mo dişi bir kurt tarafından emzirilmiş ve bu olayı uzaktan seyreden Hun hükümdarı, çocuğun kutsal biri olduğuna inanarak, büyüdüğünde onu Wu-sunların kralı yapmış, içinden Göktürkleri de çıkaran, Çinlilerin Kao-çı (Yüksek Tekerlekli Arabalılar) ve T'ieh-li (Tölös) dedikleri, Orhun nehrinden Volga kıyılarına kadar geniş bir alana yayılan bu güçlü Türk kavimler topluluğu için de "kurttan türeyiş" efsanesi aynı motifi işler. Çin'deki Toba sülalesi devri kaynaklarında efsane özetle şöyle anlatılır: "Kao-çı kağanının çok akıllı iki kızı varmış. Öyle iyi kalpli ve akıllılarmış ki, babaları onların ancak tanrı ile evlenebileceklerini düşünerek, kızlarını bir tepeye götürmüş. Ancak tepeye ne tanrı gelmiş ne de onlarla evlenmiş. Kızlar burada beklerken ihtiyar bir erkek kurt tepede dolaşmaya başlamış. Küçük kız, kardeşine bu kurdun tanrının kendisi olduğunu söyleyerek tepeden inmiş ve kurtla evlenmiş. Bu suretle Kao-çı halkı bu kız ve kurttan türemiş." Bu efsanelerin tekamül etmiş şekli, tarihî realiteye de uygun olarak, Göktürk menşe efsanelerinde ve Ergenekon Destanı'nda görülür. M.S.570'te ortaya çıkan Çin'deki Sui Sülâlesi devrinde Göktürklerle yakın münasebet kuran Çinliler, Türklerden öğrendikleri efsaneyi tarih yıllıklarında not etmişlerdir. Efsane şöyledir:

"... (Göktürklerin) ilk ataları Hsi-Hai, yani Batı Denizi'nin kıyılarında oturuyorlardı. Lin adlı bir memleket tarafından, onların kadınları, erkekleri, büyüklü-küçüklü hepsi birden yok edilmişlerdi. Yalnızca bir çocuğa acımışlar ve onu öldürmekten vazgeçmişlerdi. Bununla beraber onun da kol ve bacaklarını kendisini Büyük Bataklığın içindeki otlar arasına atmışlardı. Bu sırada dişi bir kurt peyda olmuş ve ona her gün et ve yiyecek getirmişti. Çocuk da bunları yemek suretiyle kendine gelmiş ve ölmemişti. (az zaman sonra) çocukla kurt, karı koca hayatı yaşamaya başlamışlar ve kurt da çocuktan gebe kalmıştı. (Türklerin eski düşmanı Lin devleti, çocuğun hâlâ yaşadığını duyunca) hemen kendi adamlarını göndererek, hem çocuğu hem de kurdu öldürmelerini emretmişti. Askerler kurdu öldürmek için geldikleri zaman, kurt onların gelişinden daha önce haberdar olmuş ve kaçmıştı.

Çünkü kurdun kutsal ruhlarla ilgisi vardı. Buradan kaçan kurt, Batı Denizi'nin doğusundaki bir dağa gitmişti. Bu dağ, Kao-ch'ang (Turfan)'ın kuzey-batısında bulunuyordu. Bu dağın altında da çok derin bir mağara vardı. (Kurt) hemen bu mağaranın içine girmişti. Bu mağaranın ortasında büyük bir ova vardı. Bu ova, baştan başa ot ve çayırlıklarla kaplı idi. Ovanın çevresi de 200 milden fazla idi. Kurt, burada on tane erkek çocuk doğurdu. (Göktürk Devleti'ni kuran) A-şi-na ailesi, bu çocuklardan birinin soyundan geliyordu."Efsanede Türklerin yaşadığı ve göç ettiği yer olarak gösterilen Batı denizi, kimi tarihçilere göre Turfan'ın kuzey batısında yer alan Balkaş gölü veya Aral, hatta Hazar iken kimi tarihçilere göre de Isık göldür. Isık göl ve civarı, Kırgızların millî destan kahramanı olan Manas'ın da yaşadığı bir bölgedir. Ancak burada önemli olan menşe efsanesinin, Göktürklerin "Ergenekon Destanı"nın ilk şekli olmasıdır. Bütün Türk boylarında derin izler bırakan bu destan, içinde tarihî olayları barındırması bakımından da dikkate değerdir. Destan özetle şöyledir:

"Türk illerinde Göktürk oku ötmeyen, Göktürk kolu yetmeyen bir yer yoktu. Bütün kavimler birleşerek Göktürklerden öç almaya yürüdüler. Türkler çadırlarını, sürülerinin bir yere topladılar. Çevresine hendek kazdılar, beklediler. Düşman geldi. Vuruş başladı. On gün vuruştular, Göktürkler üstün geldi." Düşman, Türkleri er meydanında yenemeyeceklerini anladığından hileye başvurur ve Göktürkleri gafil avlayıp, çadırlarını basar. Büyük bir katliam gerçekleşir. İl Han'ın küçük oğlu Kayan (Kıyan) ve yeğeni Tukuz (Negüz) kadınlarıyla birlikte düşmanın elinden kaçar ve onların bulamayacağı bir yere "Ergenekon" a (Sarp Dağ Beli) gelirler. Burası geçit vermez, sarp dağlarla çevrili orta yeri düz, verimli bir ovadır. Burada bir müddet sonra nüfusları gittikçe çoğaldığında, birbirine akraba, ayrı ayrı "oba"lar oluşturdular. Nihayet dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri Ergenekon'a sığamaz oldu. Kurultay toplayıp, Ergenekon'dan çıkma kararına vardılar. Çıkış için tek bir geçit vardı fakat burası da demirdendi. Bir demirci ustasının fikriyle demir dağ büyük bir ateş yakılıp, devasa körüklerle harlandırılarak eritildi. Nihayet, Börteçene (Bozkurt) adlı bir başbuğun liderliğinde, Türkler Ergenekon'dan çıkıp bütün dünyaya yayıldılar.

Özetlenen bu destan, İlhanlı tarihçisi Reşideddin tarafından nakledilirken, araya Moğollar da serpiştirilerek, büyük ölçüde tahrif edilmiştir. Ancak destanda geçen motifler ve çağrıştırdıkları olaylar, destanın Göktürklere ait menşe efsanelerinin tekamül etmiş hâli olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim Börteçene, Göktürklerin soylarını dayandırdıkları Asena gibi mübarek ve yol gösteren bir kurttur. Hun birliği dağıldıktan sonra, destanın girişinde belirtildiği gibi, Türkler Altay dağları civarına çekilmişler ve bir müddet Juan-Juanlar'ın hâkimiyeti altında yaşamışlardır. Demircilikte ileri giden Göktürkler, Juan-Juan hükümdarının "Sizler demircilikle uğraşan kölelerimsiniz" diye aşağılanmalarını hazmedemeyerek, onlara savaş açmışlar ve yaklaşık dört yüz yıl süren suskunluktan sonra, 545 yılında büyük bir zafer kazanarak istiklâllerinin temelini atmışlardır. Reşideddin'in de Camiü't-Tevarih'te yazdığı üzere, Ergenekon'dan çıkış, bir bayram olarak kutlanmış, önce Türk kağanı, ardından beyler, bir parça demiri ateşe salıp kızdırdıktan sonra, örs üstünde çekiçleyerek, Ergenekon'u Türk an'anesinde canlı tutmuşlardır.

Göktürk hükümdarlık ailesi Aşına soyundan gelmekteydi. Yukarıda ifade ettiğimiz efsanelere göre Aşına soyu dişi bir kurttan türemişti ve bu inanış sebebiyle de Göktürk Devleti alâmeti, altından kurt başlı sancak olmuştur. Ergenekon efsanesi, Hun devletinin yıkılmasından sonra, Türklerin yaşadığı zorlukları anlatmaktadır. Dolayısıyla, tarihen yaşanmış olaylar, Göktürklerin, Hun devletinin bir devamı olarak ortaya çıktıklarının bir delilidir. Nitekim devlet yapılanmasının Hunlarla aynı olması da bu fikri kuvvetlendirir.


BİRİNCİ GÖKTÜRK KAĞANLIĞI

Göktürkler'in tarih sahnesine çıktıkları sıralarda Orta Asya Moğol asıllı Juan-Juanların hâkimiyetinde idi. Göktürkler de Altay dağları civarında, önemli bir siyasî güç hâlinde onlara bağlı olarak yaşıyorlardı. Bu esnada geleneksel sanatları demircilikle uğraşan Göktürkler, Juan Juanların silâhlarını imal etmekteydiler. Göktürkler, daha 534 yıllarında Çin ile diplomatik ilişkiler kuracak güce erişmişlerdi. Bu sıralarda başlarında Bumın bulunuyordu. Bumın, bir Türk boyu olan Töleslerin isyanını bastırması karşılığında Juan Juan Kağan'ının kızı ile evlenmek istedi. Ancak bu isteğinin kabaca geri çevrilmesi üzerine Bumın, üst üste vurduğu darbelerle onların bütün topraklarını ele geçirmiş ve kağanlarını da öldürmüştür. 552 yılında meydana gelen bu olayla Göktürk devleti de kurulmuş oluyordu. İl-Kağan ûnvanını alan Bumın, devletinin merkezî olarak da, Büyük Hun devletinin merkezinin bulunduğu Ötügen'i (Orhun ırmağının hemen batısı) seçti.

Türk devlet geleneğine göre devlet doğu ve batı olmak üzere iki kanat hâlinde teşkilâtlanmaktaydı. Devletin batı kanadı doğunun yüksek hâkimiyetini tanımak durumundaydı. Bumın doğuda kağan olduğu zaman, küçük kardeşi İstemi de Yabgu unvanıyla devletin batı kanadının başına geçti. (552-576). Bumın Kağan'ın devleti kurduğu yıl içerisinde ölmesi üzerine yerine oğlu Ko-lo (Kara) kağan olmuştur. Ancak O'nun da erken ölümü ile kısa süren kağanlığının ardından, Bumın' ın diğer oğlu Mukan Kağan'ı (553-572), devletin doğu kanadının başında görüyoruz. Onun zamanında İstemi Yabgu batı kanadını yönetmeye devam etmiştir. Mukan Kağan, devleti daha da güçlendirerek, hâkimiyetini genişletmiş ve Çin üzerinde baskı kurmuştur.Devletin batı kanadını idare eden İstemi Yabgu, kısa zamanda, Altayların batısını Isık göl ve Tanrı dağlarına kadar hâkimiyeti altına aldı. batıdaki faaliyetleri sonucunda, Orta Çağ'ın en büyük iki devleti Sasani ve Bizans imparatorlukları ile ilişkiler kuruldu. İpek Yolu'nu ellerinde tutan Akhun (Aftalit) devleti, Sasanilerle iş birliği yapılarak ortadan kaldırıldı. Toprakları Ceyhun nehri (Amuderya) sınır olmak üzere iki devlet arasında paylaşıldı (557). Böylece Göktürkler egemenliklerini Kuzey Hindistan'daki Keşmir bölgesine kadar uzatacaklardır.

Göktürkler'le Sasaniler'in arası İpek Yolu meselesinden dolayı bozuldu. Sasanilere karşı Bizans ile iş birliğine yönelen İstemi, İstanbul'a bir elçilik heyeti gönderdi. İmparator II. Justinos tarafından kabul edilen bu heyet, aynı zamanda Orta Asya'dan Doğu Roma'ya giden ilk resmî heyetti (568). Bizans da ipek ticaretinde Sasaniler'in aracılığından memnun değildi. Bu sebeple Göktürklere karşı bir elçilik heyeti göndererek iki devlet arasında ittifak yapıldı (571). Bu ittifak neticesinde 571 yılında 19 yıl sürecek olan Sasani-Bizans savaşları başlamıştır. Bu savaşlar her iki devleti de sarsmış ve İslâmiyet'in İran'da yayılıp yerleşmesinde büyük rol oynamıştır. Dünya tarihinde çok önemli gelişmelere yol açan bu duruma, İstemi'nin batı siyasetinin katkısı büyüktür.

Mukan Kağan'ın 572 yılında ölmesi üzerine Göktürk tahtına kardeşi Ta-po geçti. Ağabeyinden sağlam bir devlet düzeni devralan Ta-po, daha çok kültür meseleleri ile uğraşmıştır. O'nun zamanında, Çin edebiyat ve fikir eserleri Türkçeye tercüme edilmiştir. Ta-po devri Göktürk kağanlığının en parlak devri olmakla birlikte çöküşün de başladığı devirdir. O kağanlığın kendi idaresinde bulunan doğu kanadını ikiye ayırarak doğu tarafındaki kısma kardeşi Ko-lo'nun oğlu İşbara'yı, batıdaki kısma küçük kardeşi Jo-tan'ı tayin etti. Ayrıca Türk töresi ile çelişen Budizm'i benimsemiş olması hata olarak kabul edilmektedir. Çünkü büyük sürülere sahip olan atlı ve savaşçı Türklerle, et yemeyen, hayvanları bile öldürmeyen Budistler'in temel inançlarının uyuşmasının hiç imkânı yoktu.

Göktürk Kağanlığının doğu kanadında bu zayıflama belirtilerinin görüldüğü bir sırada batı kanadının başında bulunan İstemi Yabgu öldü (576). İstemi'nin yerine kağanlığın batı kanadının başına oğlu Tardu geçti (576- 603). Kağanlığın doğu kanadında ise Ta-po Kağan'ın 581 yılında ölmesi üzerine yerine kardeşinin oğlu İşbara kağan oldu. İşbara'nın kağanlığı devrinde, batı kanadında görev yapan Tardu, ihtirası yüzünden doğunun üstünlüğünü tanımaması üzerine devlet 582 yılında resmen ikiye ayrılmış oldu.



DOĞU GÖKTÜRK KAĞANLIĞI

İşbara'nın kağanlığı zamanında Çin'in Doğu Göktürk Devleti üzerinde baskısını artırdığını görüyoruz. Onun 587 yılında ölümünden sonra, başa geçen kağanlar zamanında bu baskı ve Çin'e has entrikalar artarak devam etmiştir. Devlet Şi-pi Kağan devrinde (609-619) toparlanır gibi olmuş ise de, onun ölümü ile Çin tehdidi kendini tekrar göstermiştir. Nihayet Kie-li, kağanlığı zamanında, 630 yılında yapılan bir savaşta yenildi ve yakalanarak Çin'e gönderildi . Bu tarih, Doğu Göktürkleri'nin istiklalinin de sonu kabul edilir.

630 yılında başlayan Çin hâkimiyeti yarım yüzyıl sürdü. Bu süre içerisinde Çin'e karşı birçok ayaklanma gerçekleşmesine rağmen, bunların hepsi Çinliler tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Bunlar içerisinde en dikkat çekeni, Kürşad isimli bir Türk prensinin 39 arkadaşı ile kalkıştığı ayaklanmadır. Bu ayaklanma hepsinin kahramanca ölümü ile sonuçlanmıştır. Ancak bu tür hareketler, Türklerin hürriyet ve istiklâl arzularını sürekli canlı tutmuştur.

BATI GÖKTÜRK KAĞANLIĞI

582 yılında ikiye ayrılan bu iki Göktürk kanadı, hâkimiyet mücadelesi yüzünden birbirlerinin düşmanı hâline gelmişlerdi. Batı Göktürkleri'nin başında bulunan İstemi Yabgu'nun oğlu Tardu, bir yandan doğuya üstünlüğünü kabul ettirmek için uğraşırken, bir yandan da batıda yeni fetihlere girişmişti. Bu faaliyetleri neticesinde Maverâünnehir ve Harezm bölgesi yanında Ötügen, Kuzeybatı Moğolistan ve Kaşgar'a kadar hâkimiyetini genişletti. Ancak Tardu, Göktürk birliğini sağlamak için çok şiddetli davranıyordu. 601 yılında Çin başkenti yakınlarında yapılan savaştan sonuç alınamaması pek çok Türk ve yabancı kavimlerin isyanına sebep oldu. Tardu, bu isyancılar ile baş edemeyerek 603 yılında tarih sahnesinden çekildi. Tardu'dan sonra Batı Göktürkleri'nde iç karışıklıklar uzun yıllar devam etti. Bir ara Tardu'nun torunu olan Tong-Yabgu zamanında (619 -630) devlet nizamı sağlanmış ise de 630 yılında bir mücadelede ölmesi, Batı Göktürklerinin sonunu
hazırlamıştır. 630 yılı Göktürk tarihî için kara bir yıl olmuş, her iki Göktürk devleti de aynı yıl içerisinde Çin'e bağlanmıştır.




İKİNCİ GÖKTÜRK KAĞANLIĞI

630 yılında başlayan 50 yıllık esaret döneminde Çin, Türk kavimlerini durmadan yerinden oynatır, parçalar ve böler. Yapılan ayaklanmalar da çok kanlı bir şekilde bastırılır. Ancak bu baskı ve şiddet dönemi Türklerin millî benliklerini yok edemez. Aksine Türklerdeki millî şuuru daha da perçinler. Türklerin bu devirde içine düştükleri hüzün ve kederin, acıklı ve ibret dolu ifadelerini Orhun Kitabeleri'nde görmek mümkündür.

II. Göktürk Kağanlığı, baskı ve zulüm devirleri ardından 681 yılında Göktürk hanedan soyu Aşına'dan gelen Kutlug tarafından kuruldu. Kutlug, az zamanda akıl hocası Tonyukuk ile kağanlığı, Ötügen başkent olmak üzere yeniden teşkilâtlandırmıştır. Bu sebeple Kutlug Kağan'a İl'i=devleti derleyip toplayan manasına İlteriş ûnvanı verildi. Ordu ve diplomasi işlerini Bilge Tonyukuk'a bırakan İlteriş Kağan, kardeşi Kapagan'ı da şat tayin etti. Devlet kurulduktan sonra, elli yıllık esaret hayatının acısını çıkarmak ve Türklerin kırılan gururlarını tamir etmek için Çin'e karşı sayısız akınlar yapıldı. Hatta bu akınların birinde 23 Çin şehrinin tahrip edildiği ve Okyanus'a kadar ulaşıldığından bahsedilmektedir. Orhun Kitabeleri'nde İlteriş Kağan'ın en büyük destek ve yardımcılarından birinin eşi İlbilge Hatun olduğu belirtilmektedir.

İlteriş Kağan 692 yılında öldüğü zaman Göktürk Devleti eski haşmet ve gücüne erişmiş bulunuyordu. Yerine biri 8 yaşında Bilge, diğeri 7 yaşında olan Kül Tigin adlı oğullarının yaşlarının küçüklüğü sebebiyle, kardeşi Kapagan, kağan oldu (692-716). Kapagan Kağan devri, fetihlerin devam ettiği ve Türk birliğinin kurulduğu bir devir olmuştur. Kapagan, bu birliği gerçekleştirmek için gerektiğinde çok şiddetli davranmıştır. Bu sebeple Kırgızlar, Türgişler ve Basmıllar itaat altına alınmış, Karluklar ve Oğuzlar cezalandırılmıştı. Ayrıca onun zamanında tarım reformu ve tohum ıslahı gibi hareketlere de girişilmişti. Bu amaçla gelişmiş Çin tarımının tekniklerinin uygulanması için Çin ile savaşılmıştır.

Kapağan Kağan 716 yılında öldüğü zaman şiddet politikasının bir neticesi olarak devlet içerisinde büyük karışıklıklar baş gösterdi. Yerine geçen oğlu İnal bu meselelerle baş edecek kabiliyette olmadığı için idareyi İlteriş'in oğulları Bilge ve Kül Tigin almak zorunda kaldılar. Her ikisi de amcaları Kapagan'ın kağanlığı zamanında önemli devlet görevlerinde bulunmuşlar ve başarı göstermişlerdi. Bilge, şat ûnvanı ile devletin Batı ( Sol) kanadının başında bulunmuştu. 716 yılında Bilge, Kağan olunca küçük kardeşi Kül Tigin, ağabeyinin yerine devletin batı kanadının başına geçti. Kül Tigin aynı zamanda ordunun düzenlenmesi işini de üzerine almıştı. Babalarının başveziri olan Bilge Tonyukuk tecrübeli bir devlet adamı kimliği ile aynı görevine devam etti. Eski Türk devlet anlayışına göre iyi bir kağanın başlıca iki özelliği olmalıydı: Bilgelik ve alplik. Bu iki kardeşten Bilge Kağan, bilgelikle; Kül Tigin ise alpliği, cesareti ile şöhret kazanmıştır.

Bilge Kağan zamanında devlet, eski güç ve itibarına kavuştu. Çin ile ittifak hâlinde olan güçlü Moğol kabileleri ve Basmılların oluşturduğu tehdit ortadan kaldırıldı . Böylece doğuda ve batıda kağanlık sınırları doğal sınırlarına kavuşmuş oldu. Bilge Kağan devri (716-734), İkinci Göktürk Devleti'nin en parlak devri olmuştur. Bu başarılar, üç Göktürk büyüğünün; Tonyukuk, Bilge ve Kül Tigin'in azim, gayreti ve hepsinden önemlisi uyumlu çalışmaları ile elde edilmişti. Önce Tonyukuk'un 725, sonra Kül Tigin'in 731 yılında ölümü üzerine, iki büyük yardımcısını kaybeden Bilge Kağan da 734 yılında öldü. Bu üç Türk büyüğü adına ayrı ayrı dikilen kitabeler, bu çağın ölmez hatıralarıdır.

Göktürk Kitabeleri'nde de söylendiği gibi, küçükler, büyükler gibi yaratılmadığı için, Bilge Kağan'dan sonra gelen Türk devlet adamları da bilgisiz ve kötü olmuşlardı. Ayrıca Dokuz Oğuzlar yani Uygurlar, Karluklar ve Basmıllar gibi Türk kavimleri de güçlenmişlerdi. İşte 743 yılında bu üç Türk kavminin, Basmıl Türklerinin başkanlığında toplanıp, Göktürk Devleti'ni yıkmalarıyla Göktürk devri de sona ermiştir.Başlangıçta yalnızca akın ve savaşlar için kurulmuş gibi görünen Göktürk Kağanlığı, artık VIII. yüzyılda, bir kültür devleti olma yoluna girmişti. Ayrıca Türkçe konuşan ve kendilerini birbirine yakın hisseden bütün Orta Asya halklarını bir araya getirmişti . Göktürklerin kurup geliştirdiği yüksek devlet anlayışı Orta Asya Türk boylarının kolay kolay hafızalarından çıkmamıştır. İşte bu açıdan 744'te kurulan Uygur devleti Göktürklerin bir devamı gibidir
bir birlik hâlinde yaşamışlardır. Kasım Han XVI.
yüzyılın başlarında Kazakların tamamını hâkimiyeti altında birleştirmeyi başarmıştır. 17. yüzyıl başlarında Tevkel Han zamanında güçlerini daha da artıran Kazaklar, Maveraünnehir'e başarılı bir sefer düzenlemişlerdir. Bu dönemde Kazaklar, üç orda hâlinde (cüz = yüz) teşkilâtlandırılmışlardır.

Bunlar Büyük Orda (Ulu Cüz) doğu da, Küçük Orda (Kiçi-Cüz) batıda, Orta-Orda (Orta-Cüz) ise Taşkent merkez olmak üzere ortada bulunuyordu. 18. yüzyıldaki Kalmuk istilâsı, Özbeklerin kuzeyindeki Kazakları perişan etmiş ve cüzlerin
birbirinden kopmasına yol açmıştır. Ruslar, Kalmuklar ile Kazakları birbirine kışkırtarak, onları iyice zayıflatmıştır. Kazak ordalarından Küçük Orda Hanı Ebulhayr'ın, yardım alma ümidiyle Ruslara taviz vermesi, Kazakların Rus hâkimiyetine düşmüşlerine sebep olmuştur (1731). Geri kalan Kazaklar, Kırgızlar ile birlikte Buhara, Hive ve Hokand Hanlığı etrafında toplanarak Ruslar'la mücadele etmişlerdir. Rus zulmüne karşı Kazak Türkleri pek çok defa isyan etmişlerdir. Bunlardan 1783'te Sırım Batur önderliğinde Doğu Kazakistan 'da baş gösteren ayaklanma 15 yıl sürmüştür. 19. yüzyılın ikinci yarısında Ruslar, Kazakların siyasî birliğine son vermişlerdir. Sovyetler döneminde de Kazaklara karşı baskılar ve asimilasyon devam etmiştir.



6- KIRGIZLAR

840'ta Orhun-Yenisey'deki Uygurları yıkan Kırgızlar önce Karahıtay ve ardından da 13.yüzyılda Moğolların hâkimiyetinde yaşamışlardır. Timurlular dönemine ait haklarında bir bilgi bulunmamaktadır. 16 yüzyılda ise başlarında Cengiz soyundan Halil Sultan'ın bulunduğu bilinmektedir. Kırgızların kâvmî teşkilâtı, bugünkü şeklini 17. yüzyılda almıştır. Bu dönemde Kırgızlar, Sağ ve Sol olmak üzere iki kola ayrılmışlardı. Kırgızlar, Sayan bölgesinde oturdukları eski zamana ait uruğ (kabile) adlarını korumakla beraber diğer Türk toplulukları ile de kaynaşmışlardır. Meselâ bunlardan, devlet tecrübesi olmayan bazı Altay ve Yenisey Türkleri. Kalmuklar ile karışarak Oyrat adıyla anılmışlardır. Umumiyetle Kazak hanlarının hâkimiyetleri altında yaşayan Kırgızlar, onlarla birlikte, 17. yüzyılın sonlarında Moğol asıllı Kalmuklara karşı savaşmışlardır. Kalmuklar ile olan savaş, dünyanın en uzun lirik destanı olan Kırgızların millî destanları Manas'ın oluşmasını sağlamıştır..

Hokand Hanlığı'nın kuruluşunda Özbekler yanında Kırgız ve Kazaklar da yer almıştır (1710). Orta Asya'da Kalmuk istilâsı Kazak ve Kırgızları yıpratmış, Rusya ve Çin bundan faydalanarak onları boyunduruk altına almaya çalışmıştır. Sovyet döneminde Bişkek merkez olmak üzere Karakol bölgesi, Fergana ve Hokand'ın bazı bölgeleri ile Oş ve Pamir'in kuzeyini içine alacak şekilde Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu devlet 1991 yılında diğer Türk Cumhuriyetleri ile birlikte bağımsızlığını ilân ederek Kırgızistan Cumhuriyeti hâlini almıştır.



7- DOĞU TÜRKİSTAN (KAŞGAR HANLIĞI)

Uygur ve Karahanlıların üzerinde kurulduğu Isık göl, İli Havzası ve Doğu Türkistan'ın bir bölümü Çağatay Hanlığı'nın çöküşünden sonra, Duğlat emirlerinin hâkimiyetine girmişti. Timur'dan sonra kendini toparlayan hanlığın idarecileri, putperest Kalmuk, Oyrat gibi kabilelere karşı cihat eden Müslüman kimselerdi. Bunlardan biri Veys Han'dır (1418-1428). Yerine geçen oğlu Esen-Buğa (1429 -1462), Timurlular ile mücadele etmiştir. 17 yüzyılda bu bölgelerde Hoca adı verilen yerli kişiler
hâkim idi. Mançu Sülâlesi boyunca (1644-1911) Çin'e bağlanan bölge halkı daha sonra sık sık Çin'e karşı ayaklanmıştır. Bunlar'dan 1866 yılında başlayan, Yakub Bey (Atalık Gazi) tarafından idare edilen ayaklanma önemlidir. Türkistan'ın istiklâlini amaç edinen Atalık Gazi, kendini Kaşgar Hanı ilân ederek önemli başarılardan sonra müstâkil hale gelmiştir (1874). Fakat Çin,Rus ve İngiliz kıskacına giren Atalık Gazi, çareyi İstanbul'a elçiler göndererek (1870) Sultan Abdulaziz'e tâbi olmakta bulmuştur.. Osmanlılar karşılık olarak, o dönemde içinde bulundukları güç şartlardan dolayı silâh ve iktisadî öğretmenler göndermekten başka yardım yapamamışlardır. Atalık Gazi'nin ölümünden sonra ülkesi Çinliler tarafından tekrar işgal edilecektir (1877).



SAFEVİLER (1502-1732)

Devlet, adını Erdebilli (İran) Şeyh Safiyüddin (ölm. 1334)' tarafından kurulmuş olan Safeviyye Tarikatı'ndan almıştır. Şah İsmail, Akkoyunluların içinde bulunduğu kargaşadan faydalanarak, gerek Akkoyunlu ve gerekse Karakoyunlulardan dağınık Türkmen zümrelerini, propaganda ettiği dinî heyecanın katkısı ile bir araya getirmeyi başarmıştır. Şah İsmail, çoğunluğu Anadolu'dan gitme Rumlu, Şamlu, Tekelü, Ustacalu, Dulkadirli, Afşar, Kaçar, Bayburtlu, Varsaklar gibi Türkmen
aşiretlerinin de desteği ile Tebriz' i zapt ederek Safevi Devleti'ni kurdu (1502).Akkoyunlular'dan Azebaycan'ı alan Şah İsmail, 1509'da Bağdat'ı ele geçirdi. 1510 yılında Özbek Hanı Şibani'yi Merv yakınlarında ağır bir yenilgiye uğratarak sınırlarını Ceyhun nehrine kadar genişletti. Anadolu'da Şiî propagandasını gittikçe artırması, Osmanlı Hükümdarı Yavuz Sultan Selim'i harekete geçirdi. 1514 yılında Çaldıran'da yapılan savaşı kaybeden Şah İsmail, ölümüne kadar (1524) bir daha toparlanamadı. Yerine geçen Şah Tahmasb (1524 -1576), saltanatı süresince doğuda Özbekler, batıda da Osmanlılar ile mücadele etti. Onun ölümü ile bir süre devam eden karışıklıklardan sonra hükümdar olan I.Abbas dönemi (1587-1628) Safevilerin en parlak dönemidir. Özbeklere ve Osmanlılara karşı başarılar yanında pek çok alanda ilerlemeler kaydedilmiştir. Daha sonraki dönemler Osmanlılarla uzun süren mücadeleler, taht kavgaları ve iç çekişmelerle geçmiştir.1732 yılında Afşarlar'dan olan Nadir Şah'ın iktidarı ele geçirmesiyle İran'da Safevi Hanedanı yıkılmış Afşar Hanedanı başlamıştır. Nadir Şah, doğuda Türkistan ve Hindistan'da büyük fetihler yapmıştır. 1779 yılında kurulan Kaçar Hanedanı ile İran'da Türk hâkimiyeti 1925 yılına kadar kesintisiz devam etmiştir.



9- HİNDİSTAN TÜRK SULTANLIKLARI - BABÜRLÜLER

Gur Devleti'nin Kuzey Hindistan'daki Valisi Kutbiddin Aybeg tarafından kurulmuştur (1206). Lahor ve Pencap'ı da ülkesine katan Aybeg'in 1210'da ölmesi üzerine, oğlu olmadığı için yerine damadı Şemsüddin İl-Tutmuş, bütün Kuzey Hindistan'ı elinde toplayarak Şemsiyye Hanedanı'nı kurdu (1211 -1266).

İl-Tutmuş zamanında devleti Delhi başkent olmak üzere, Pencap, Multan, Lahor yanında kuzeyde Gazne'ye kadar uzanan bölgeleri içine alıyordu. İl-Tutmuş, Harezmşahlara karşı ülkesini korumuş, Moğolların önünden kaçan kalabalık Türk kitlelerini kabul ederek Hindistan'ın kuzeyinde Türk kültürünün gelişmesini sağlamıştır . Halife tarafından Hindistan Sultanı olarak tanınan İl-Tutmuş, 1236 yılında ölmüştür.Daha sonra kurulan Balaban Hanedanı döneminde (1266-1290), Moğol saldırıları durdurulmuş , ülke imar edilmeye çalışılmıştır. Kalaç Türklerinin Başbuğu Celaleddin Firuz'un iktidarı ele geçirmesiyle başlayan Kalaç Hanedanı döneminde (1290-1320) Moğollar akınları püskürtülüp, yeni fetihler gerçekleştirilmiştir.

Kalaçlardan sonra Gıyaseddin Tuğluk tarafından kurulan Tuğluk Hanedanı bir asra yakın hâkimiyet sürmüştür (1321-1413). Türkistan'da Timur hâkimiyeti Hindistana Türk göçünün kesilmesine sebep olmuştu. Bundan dolayı devlet içerisinde yerli güçlerin ağırlığının artmaya başlaması üzerine Timur, Hindistan'a sefer yapmaya karar verdi. Timur 1398 yılındaki bu seferiyle Hindistan'da zayıflayan İslâm'ı güçlendirmek istiyordu. Fakat Tuğluklulara ağır bir darbe indirmekle bağımsız devletçiklerin artmasına zemin hazırlamıştır. Nihayet Delhi'de idarenin Afganlıların (Seyyid Ailesi) eline geçmesi ile Tuğluk Hanedanı sona ermiştir (1414). Hind-Türk İmparatorluğu olarak da bilinen Babürlüler Devleti'nin kurucusu, Timurlular'dan Fergana Beyi Ömer Şeyh Mirza'nın oğlu Zahüriddin Babür'dür. Renkli bir kişiliğe sahip olan Babür, Türkçe yazdığı Vekayi adlı hatıratında, kendinin ve askerlerinin Türk olması ile iftihar etmesine rağmen, kurduğu devleti batılı tarihçiler tarafından yanlış ve kasıtlı olarak Moğol devleti olarak adlandırılmaktadır. Babür, 1501 yılında Semerkant'ı ele geçirmesine rağmen, Özbekler karşısında tutunamayarak 1519 yılında Hindistan'a gelir. Delhi Sultanı Afganlı Lûdi hükümdarı ile uzun mücadelelerden sonra, Pencap'ın önemli şehirleri yanında Delhi ve Agra'yı da alarak devletini kurmuştur (1526).

Afgan emirlerini, Hindu prenslerini ve yerel hâkimleri mağlûp eden Babür, Müslüman olmayanlara karşı başarılarından dolayı Gazi unvanını almıştır (1527). Bir yıl sonra hâkimiyetini Bengal'e kadar uzatan Babür, 1530 yılında başkent Agra'da ölmüştür. Babür'den sonra yerine geçen oğlu Hümayun , Hindistan' da önemli fetihlerde bulunmasına rağmen kardeşleriyle giriştiği iktidar mücadelesini kaybederek Safevilere sığınmıştır (1540). Ancak bir müddet sonra Delhi'yi geri alarak tekrar hâkimiyet kurmayı başarır (1555). Onun yerine geçen oğlu Ekber dönemi (1556-1605) devletin en parlak dönemidir. Ekber yaptığı fetihlerle Hindistan Yarımadası'nın büyük bir bölümünü hâkimiyeti altında birleştirdi. Aynı zamanda din, kültür, iktisat alanlarında büyük gelişmeler kaydedildi. Dış işlerine de önem verilerek, Safeviler, Özbekler, Osmanlılar ve Portekizliler ile münasebetler kurulmuştur. Oğlu Cihangir döneminde (1605-1627), İngilizler Hindistanda yer edinmeye başlamışlardır. Daha sonra gelen Şah Cihan dönemi (1628-1658) mimarî, sanat ve siyaset alanlarında parlak bir dönemdir. Osmanlılar ile kurulan yakın münasebetler sonucunda, dünyanın en güzel mimarî eserlerinden sayılan Tâc-Mahal Türbesi'nin inşasında Osmanlı mimarları da görev almıştır. Kardeşleri ile yaptığı mücadeleyi kazanarak tahta geçen Alemgir döneminde (1658-1707), başarılı bir siyasî dönem geçirilmiştir. Ancak ondan sonra Babürlülerin durumu bozulmuştur.

İç çekişmeler, taht kavgaları, ayaklanmalar birbirini izlemiştir. 1723 yılında devlet, Delhi ve Haydarabad olmak üzere ikiye ayrılmıştır. 1739 yılında İran hükümdarı Nadir Şah'ın Kuzey Hindistan ve Delhi'yi ele geçirmesinin ardından batılıların ülke üzerindeki baskıları artmaya başladı . 1766 yılında yapılan Allahabad Antlaşması ile idarî hâkimiyet İngilizlerin eline geçti. Nihayet, 1858 yılında Hindistan'ın İngiltere'ye bağlanmasının ardından 1877'de Kraliçe Victoria, resmen Hindistan İmparatoriçesi ilân edildi.
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

ANADOLU’NUN TÜRKLEŞMESİ VE TÜRKİYE TARİHİ (XIV. YÜZYILA KADAR)


ANADOLU’NUN TÜRKLEŞMESİ

Anadolu’nun fethi sonuçları itibariyle, Türk tarihinin en önemli olaylarının başında gelir. Bu fetih ile, Batı Türklüğü yeni ve ebedî bir vatana kavuşmuş ve bu vatan toprakları üzerinde Anadolu Selçukluları, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Türkler Anadolu’ya IV.yüzyıldan başlayarak fasılalarla XI.yüzyıla kadar sürecek akınlarda bulunmuşlardı. Ancak, 1071 Malazgirt Savaşı’na kadar aralıklarla devam edecek olan bu akınlar neticeleri itibariyle,fetih amacı ön plânda tutulmayan akın ve keşif hareketleri olarak nitelenebilir. Büyük Selçuklu dönemindeki Oğuz-Türkmen akınlarıyla birlikte Anadolu’nun Türkleşmesiyle neticelenecek fetihler başlamıştır. Anadolu’ya ilk Türk akını Batı (Avrupa) Hunları döneminde gerçekleşmiştir. Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra, Bizans’ın hâkimiyetinde kalan Anadolu’ya, Kafkasları aşarak ulaşan Kursık ve Basık adlı Hun başbuğları 398 yılında Erzurum, Malatya ve Çukurova hattını geçerek Kudüs’e kadar akınlarda bulunup, aynı yoldan geri dönmüşlerdi. Hunlardan sonra, Sabar (Sabir, Sibir) Türkleri hükümdarları Balak liderliğinde Doğu Anadolu’dan Ankara’ya kadar olan toprakları vurarak pek çok ganimet elde etmişlerdir (515/16). İlk Müslüman-Türk Komutanların Akınları: Emeviler ve Abbasilerin hizmetine giren ilk Müslüman Türk komutanların Bizans’la mücadelesi, Anadolu’ya yapılan akınların diğer bir devresini oluşturur. Özellikle Abbasiler zamanında Bizans üzerine yapılan gazalarda Türk komutanları önemli rol oynamışlardır.

Tarsus- Malatya- Erzurum hattı boyunca gerçekleşen mücadelede Sugur ve Avasım adı verilen uc(sınır) bölgelerine yerleştirilen Türkler, Batı Anadolu‘ya kadar uzanan akınlara katılmışlardır(8.-9.yüzyıllar). Bu akınların başında Afşin, Vasıf et- Türkî, Kayı oğlu Ahmed, Haris, Buğa gibi Türk komutanlar bulunmaktaydı. Bu seferler neticesinde Anadolu’nun pek çok bölgesi harap hâle gelmiş, bu durum ileride yapılacak fetihler için kolaylık sağlamıştır.Oğuz-Selçuklu Akınları: Daha önce yapılan Anadolu seferleri yurt kurmak amacından uzak, sadece askerî harekâtlar şeklinde gerçekleşmişti. Selçuklu devrinde başlayan akınlar ise plânlı ve yurt kurmaya yönelikti. Bu sebeble Oğuz (Türkmen)-Selçuklu akınları büyük bir öneme sahiptir. Henüz bir devlete sahip olmayan Selçuklular, güçlü Karahanlı ve Gazneli devletlerinin şiddetli baskısı ve takibi altında kalmışlardı. Bu zor şartlar sebebiyle Selçuklular yeni bir yurt arama mecburiyeti duymuşlar ve bu maksatla batıya keşif birlikleri göndermişlerdir. Böylece Anadolu’ya ilk Selçuklu akınları başlamış oluyordu.

Çağrı Bey‘in ilk Anadolu Seferi: Maveraünnehir’deki zor durumdan kurtulmak için Çağrı Bey komutasında Anadolu’ya bir keşif harekâtı düzenlendi. Çağrı Bey Emrindeki üç bin atlı ile önce Azerbaycan ve ardından Van, Kars yörelerine girdi (1018). Ermeni kaynaklarının belirttiğine göre Mızrak, ok ve yaydan oluşan silâhları çekili, beli kemerli uzun ve örülü saçlı, rüzgâr gibi uçan Türk atlıları karşısında Bizans Komutanı Senekerim’in gönderdiği kuvvetler yenilgiye uğradılar. Daha sonra Nahcivan ve Gürcü memleketleri üzerine yürüyen Çağrı Bey, karşılarında duracak bir kuvvet olmadığını gördü.1021’de geri döndü ve bu durumu Tuğrul Bey’e iletti. Anadolu’nun yerleşmek için uygun olduğuna karar verdiler.Tuğrul Bey Zamanındaki Akınlar: Selçukluların lideri Aslan Yabgu’nun hile ile yakalanıp Kalencer Kalesine hapsedilmişti. Bunun üzerine Arslan Yabgu’ya bağlı bazı kitleler Azerbaycan ve Doğu Anadolu’ya göçtüler (1028-38). Daha önce Irak bölgesine gelen Kızıl Boğa, Göktaş gibi kumandanların idaresindeki Türkmenlerlerle birlikte bu gruplar Diyarbakır, Mardin, Van ve Erzurum civarlarında görünüyorlardı. Gürcü ve Ermeni kuvvetlerine karşı başarı kazanan Oğuzlara engel olmak isteyen Bizans karşı harekâta geçti. Tuğrul Bey de buna karşılık İbrahim Yınal, Kutalmış ve Musa Yabgu’nun oğlu Hasan’ı Anadolu‘ya akınlar için görevlendirdi.


PASİNLER SAVAŞI
Bizans ve Gürcü kuvvetleri Pasinler çevresinde akınlarda bulunan Musa Yabgu’nun oğlu Hasan Bey komutasındaki Selçuklu birliklerini pusuya düşürdüler. Zap Suyu yöresindeki savaşta Hasan şehit oldu. (1047/8). Tuğrul Bey bu duruma çok üzüldü. Hasan’ın intikamını almak için İbrahim Yınal ve Kutalmış’ı görevlendirdi. İki komutan Erzurum’a doğru ilerlediler. Bizans, Gürcü ve Ermeniler’den oluşan düşmanı Pasinler Ovası’nda karşılayan Selçuklular büyük bir zafer kazandılar .

(1048). Gürcü Kralı Liparit esir alındı.Pasinler Savaşı düzenli Selçuklu ordularının Anadolu’da kazandığı ilk büyük savaş olması sebebiyle önemlidir. Daha önceki devrede mücadele vurkaç taktiği güden Türkmenler tarafından gerçekleştirilirken, bu savaşta Selçuklu hanedanına mensup kişilerin komutasındaki ordu kullanılmıştır. Nitekim Bizans yenilgiyi kabul ederek Selçuklu devletiyle barış anlaşması yapar. Bu barışa göre Bizans imparatoru, IX. yüzyılda yapılan ancak sonra yıkılan İstanbul’daki camiyi tamir etmeyi ve burada Tuğrul Bey adına hutbe okutmayı kabul eder. Ancak vergi vermeyi reddeder.Tuğrul Bey’in Anadolu Seferi: Vergi ödemeyi reddeden imparatorun Doğu Anadolu’ya ordu sevk etmesi üzerine Tuğrul Bey bizzat sefere çıkar (1054). Erciş, Bayburt, Kemah ve Erzincan ele geçirilir.

Malazgirt’i kuşatan Tuğrul Bey, kışın yaklaşması üzerine ordusunu geri çekerek, Rey‘e döner. Bu seferden sonra Anadolu’nun fethi için Çağrı Bey’in oğlu Yakutî görevlendirilir (1057). Yakutî Yakutî Sivas’ı alır ve Kayseri’ye kadar ilerler. Öte yandan Kars ve Ani kuşatılır. Dinar Bey’e bağlı birlikler de Malatya civarına inerler. Bu akınlar Alp Arslan zamanına kadar devam etmiştir.

İLK AKINLARIN ÖNEMİ
Anadolu’ya yapılan bu ilk Türk akınları görünüşte kalabalık Türkmen kitleleri tarafından gerçekleştirilen, düzensiz ve yağmayı amaçlayan hareketlerdir. Halbuki bu gerçek değildir. Türkmen başbuğları komutasındaki Türkmen kuvvetleri, belirli bir plân çerçevesinde, disiplin içinde hareket etmişlerdir. Anadolu’nun içlerine kadar yapılan akınlarda, Bizans ordularının ikmal yolları üzerindeki şehirler hedef olarak seçilmiştir. Böylece bölgedeki Bizans savunma gücüne ağır darbeler vurulmuştur. Bu akınlar, daha sonra gerçekleşecek olan fetih ve yerleşme hareketlerine uygun bir zemin hazırlanması açısından oldukça önemlidir.




MALAZGİRT SAVAŞI VE SONRASI
Alp Arslan’ın Büyük Selçuklu tahtına geçmesiyle birlikte, Anadolu’ya yapılan akınlar tekrar hız kazanmıştır. Nitekim Alp Arslan 1064 yılında büyük bir orduyla Azerbaycan’a gelir. Gürcistan‘ı tamamen fetheder. Doğu Anadolu sınırlarındaki Bizans idaresini kabul etmiş bazı Gürcü ve Ermeni prensliklerini kendine bağlar. Devrin en güçlü surlarına sahip olduğu için fethedilemez denilen Ani Şehrini ele geçirir (Ağustos 1064).

Ayrıca Kars ve Van da Türkler tarafından alınır.1066 yılından itibaren Gümüştegin, Afşin, Emir Sanduk gibi ünlü Türk komutanları Anadolu’ya akınlar düzenler. Bu akınlarda Türk kuvvetleri Orta ve Güney Anadolu’yu baştan başa geçer ve birçok şehri ele geçirir.Bizans’ın Karşı Tedbirleri: Bu sırada Bizans iç karışıklıklar ve taht mücadeleleri ile karşı karşıya idi. Türk akınları karşısında âciz kalan Bizans, Anadolu’nun elden gitmekte olduğunu görüyordu . Bu kötü gidişe dur demek için dul imparatoriçe, Kayserili bir general olan Romanos Diogenes ile evlenmek zorunda kaldı. Böylece Romanos Diogenes (Roman Diyojen) Bizans’ın yeni imparatoru oldu (Ocak 1068). İmparator Anadolu’ya geçerek, Selçuklulara karşı büyük bir ordu hazırlamaya başladı. Daha önce de Anadolu’daki birçok Bizans kaleleri yenilenmiş ve ordunun ihtiyaçları için zahire ve mühimmat toplanmıştı .Nihayet imparator Anadolu’ya birbiri ardına iki sefer düzenledi. Ancak Emir Afşin başta olmak üzere diğer Selçuklu komutanları, bu kalabalık ordu seferdeyken, Ege kıyılarına kadar birçok akınlar yapmakta , Konya, Afyon, Denizli gibi şehirleri tahrip etmekteydiler.(1068-69) İmparator yaklaşan kış sebebiyle İstanbul’a geri dönmek zorunda kaldı.



MALAZGİRT SAVAŞI
İmparator Diogenes, Türklere son ve kesin bir darbe vurmak istiyordu. Bu sebeble 200 bin kişilik büyük bir ordu hazırladı. Bu ordu da Ermeni, Gürcü ve ücretli Frank, Norman, Rus kıt’alarının yanı sıra, Türk soyundan Uz ve Peçenek kuvvetleri de bulunmaktaydı. Nihayet Bizans ordusu doğuya doğru sefere çıktı. Bu sırada Alp Arslan, Mısır seferine çıkmıştı. Henüz Halep kuşatmasında bulunuyordu. Bizans ordusunun ilerleyişini duyunca süratle geri dönmeye karar verdi. Yaşlı ve yorgun askerlerini bırakarak emrindeki dinç kuvvetlerle Ahlat’a geldi. Birkaç kez barış teklif ettiyse de bunu Alparslan’ın korkusuna yorumlayan Romanos Diogenes, barışı reddetti. Artık savaş kaçınılmazdı.Devrin kaynaklarına göre Bizans’ın 200 binlik ordusuna karşı, Selçuklu kuvvetleri 50 bin kadardı. Bizans ordusundaki Peçenek ve Uz askerleri, karşılarındakinin Türk olduğunu görünce Selçuklu tarafına geçmişlerdi . İki ordu Malazgirt Ovası’nda mevzilendi. İslâm ülkelerinin her köşesinde, Alp Arslan’ın zafer kazanması için hutbe okunuyor, dua ediliyordu. Nihayet Alp Arslan ordusu ile cuma namazını kıldıktan sonra askerini oldukça etkileyen, coşkulu bir konuşma yaptı; şehit düşerse üstündeki beyaz elbisenin kefeni olduğunu, onunla gömülmesini vasiyet etti. Sonra eski Türk geleneğine uyarak atının kuyruğunu bağladı ve ordusunun başına geçti. (26 Ağustos 1071)Alp Arslan sayıca çok üstün olan Bizans kuvvetlerine karşı Türk savaş taktiği olan „Turan taktiği“ni başarıyla uyguladı. Askerlerin bir kısmı savaş alanının iki yanındaki tepelerde pusuya yattı. Diğer kuvvetler düşmana saldırdı ve kaçar gibi yaparak geri çekildiler (sahte ric’at). Türklerin bozguna uğradığını zanneden Bizans kuvvetleri disiplinsiz bir şekilde Selçuklu kuvvetlerini takibe başladı ve merkezden epey ayrıldılar.

Pusuya doğru çekilen Bizans ordusu, bu tuzağı geç fark etti. Geri çekilmeye çalıştıkları sırada Ermeniler ve yedek kuvvetler savaş alanından kaçtılar. Tam anlamıyla çembere alınan Bizans ordusu, akşama kadar süren Türk hücumlarıyla âdeta yok edildi. İmparator yaralı olarak ele geçirildi (26 Ağustos 1071).Alp Arslan, imparatorun umduğunun aksine, ona çok iyi muamele etti; saygı gösterdi. Aralarında yapılan anlaşmaya göre, imparator kurtuluş akçası (fidye) karşılığında serbest bırakılacaktı. Ayrıca Bizans’ın elindeki bütün Müslüman esirler salıverilecek ve Selçuklulara yıllık vergi ödenecekti.

Ancak Türk askerlerinin eşliğinde memleketine gönderilen Romanos Diogenes tahtından indirildi. Gözlerine mil çekilerek hapse atıldı. Yerine geçenler bu anlaşmayı tanımadılar. Bunun üzerine Türk komutanlara Anado-lu’nun fethinin tamamlanması emri verildi.



MALAZGİRT ZAFERİNİN ÖNEMİ VE SONUÇLARI
Malazgirt Zaferi sonuçları itibarıyla hem Türk tarihi, hem de dünya tarihi bakımından çok büyük bir önem taşımaktadır. Malazgirt Zaferi sonucunda Anadolu’nun kapıları kesin olarak Türklere açılmış oluyordu. Böylece Anadolu’nun, Türklerin ebedî vatanı olması için en büyük adım atılmıştır. Zaferden sonra Anadolu’da irili ufaklı birçok Türk devleti kurulmuş, Türkiye Cumhuriyetine kadar uzanan Türkiye tarihi başlamıştır. Bu zaferle, Türklerin İslâm dünyasındaki prestiji ve liderliği daha da güçlenmiştir. Malazgirt Zaferi, Avrupa’da da derin izler bırakmıştır.

Bizans’ın yenilmesi üzerine kendilerini de tehlikede gören Hristiyan Avrupa, Türklere karşı ittifaklar oluşturmuşlardır. Haçlı ittifakı aslında bu zafere bir tepki olarak doğmuştur. Haçlı Seferleriyle Türk ilerleyişi durdurulmak istenmiştir . Malazgirt Zaferi ile Anadolu’nun kapıları ardına kadar açılmış idi. Böylece Anadolu’nun Türkleşmesi safhası başlamış ve kısa süre zarfında Türkler Anadolu’da çoğunluğu sağlamışlardır. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde irili ufaklı Türk devletleri ortaya çıkmıştır.



ANADOLU’DA DENGELERİN TÜRKLER LEHİNE BU DENLİ HIZLA DEĞİŞMESİNİN SEBEPLERİ NELERDİ?


a- Bizans idaresindeki Anadolu’nun durumu:
Bizans idaresinde yaşayan halk yönetimden memnun değildi. Çünkü Bizans özellikle köylülere ağır vergiler yüklüyor ve Ortodoks mezhebinden olmayanlara baskı uyguluyordu . Ayrıca aralıklarla süren İran, Arap ve Türk akınları halkın daha batıya göç etmesine yol açmıştı. Kısacası savaşlar, yönetimin baskısı ve salgın hastalıklar nedeniyle nüfus oldukça azalmıştı

b-Türk göçleri:
Seyhun ötesindeki kalabalık Türkmen (Oğuz) kitleleri, Selçuklular tarafından Anadolu’ya sevk edilmekteydi. yerli nüfusun âdeta terk ettiği Anadolu toprakları, tarım ve hayvancılığa elverişliydi . Bu sebeple Türkmenler, aileleri, hayvanları ile birlikte Anadolu yaylalarına yerleştiler. XIII. yüzyıldaki Moğol baskısı sebebiyle ikinci bir göç dalgası yaşandı. Böylece Anadolu’nun Türkleşmesi tamamlanmış oldu.
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

TÜRKİYE’DE KURULAN İLK TÜRK DEVLETLERİ


Malazgirt Zaferi’nden sonra yapılan anlaşmaya Bizans’ın yeni yönetimi uymayınca, Sultan Alp Arslan komutanlarına Anadolu’nun tamamen fethedilmesi emrini vermişti. Alp Arslan’ın yerine geçen Melikşah zamanında da bu fetih hareketleri devam ettirildi. Kutalmışoğlu Süleymanşah ve kardeşi Mansur gibi hanedan üyeleri ile Artuk Bey, Tutak, Danişment Gazi, Mengücek, Ebulkasım gibi komutanlar emrindeki Türkmenlerle Anadolu içlerine akınlar düzenlediler. Anadolu’nun fatihi olan bu değerli komutanlar veya oğulları hâkim oldukları bölgelerde kendi devletlerini kurdular.Bu devletler, Anadolu’da kurulan ilk Türk devletleridir. Melikşah’ın ölümünden sonra (1092) bu Türkmen beylikleri daha bağımsız hareket etmişlerse de çoğu siyasî bakımdan Irak Selçuklularına bağlıydılar. Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli rol oynayan ilk Türk devletleri, genellikle küçük, mahallî devletlerdi. Ancak Saltuklular, Danişmentliler, Mengücekler ve Artuklular diğerlerinden daha güçlü idi. Zamanla Türkiye (Anadolu) Selçukluları, bu devletler üzerinde hâkimiyetini kurarak, Anadolu’da Türk birliğini sağlamıştır.



1- DANİŞMENTLER (1072-1178)

Sivas merkez olmak üzere Tokat, Niksar, Amasya ve Kayseri civarında kurulmuştur. Devletin kurucusu Melikşah'ın komutanlarından Danişment Gazi Ahmed Bey'dir. Rivayete göre Türkmenlere öğretmenlik yaptığı için Dânişmend Gazi diye anılan Ahmed Bey,Türkiye Selçukluları Sultanı Süleymanşah’ın ölümüyle nüfuzunu daha da artırdı. Ankara, Kastamonu, Çankırı’yı ele geçirdi. I.Kılıçarslan ile beraber Haçlılara karşı savaştı ve Antakya Haçlı Prensi Bohemond’u esir ederek Malatya’yı ele geçirdi. Yerine geçen oğlu Gazi Bey zamanında devlet en güçlü devrini yaşamıştır (1104).

Öyle ki Türkiye Selçukluları ve Bizans’ın iç işlerine müdahale eder oldular. Gazi Bey, Haçlılardan Konya’nın geri alınmasına (1116) ve taht mücadelesinde desteklediği I.Mesud’un burada sultan ilân edilmesine yardım etti. Danişmentliler, her zaman Haçlılara ve Bizans’a karşı başarılar kazanmışlar ve fethettikleri toprakların Türkleşmesini sağlamışlardı. Bu sebeple Türkiye Selçukluları, Türkler arasında itibarı çok fazla olan Danişmentlileri en büyük rakipleri olarak görmüşlerdir. Nitekim taht mücadelelerinden faydalanan II.Kılıçarslan, Danişmentli şehirlerini ele geçirerek bu devlete son vermiştir (1178).



2- SALTUKLULAR (1072-1202)

Beyliğin merkezi olan Erzurum ve civarı, Alp Arslan’ın komutanlarından Ebûlkasım Saltuk tarafından fethedilmişti . Oğlu Ali Bey ise devletin asıl kurucusu sayılır. Ali Bey’in oğlu İzzettin Saltuk zamanında Saltuklular en güçlü dönemlerini yaşamışlardır (1132-1174). Bayburt, Kars, Oltu, İspir, Tercan ve Trabzon havalisi beyliğe dahil edilmiştir. İzzettin Saltuk, bölgedeki diğer Türk beyleri ile iş birliği yaparak Gürcülere karşı başarılı savaşlar yaptı. Ayrıca Trabzon Rumlarıyla da mücadele etti. Gürcüler üzerine sefere çıkan Türkiye Selçukluları hükümdarı II.Süleyman Şah, Saltuklu Beyi Melikşah’tan Erzurum’u alarak bu devlete son vermiştir (1202).


3- MENGÜCEKLER (1072-1228)

Alp Arslan’ın komutanlarından emir Mengücek, Erzincan ve Kemah çevresini fethederek bu devletin temelini atmıştır. Beylik hakkındaki ilk bilgiler oğlu İshak zamanında başlar (1118-1142). Danişmentlilerin hâkimiyetini tanıyan İshak’ın ölümünden sonra devlet iki kola ayrıldı (1142). Oğullarından Davud Erzincan ve Kemah’a; Süleyman ise Divriği’ye hkim oldu.

a- Erzincan-Kemah Kolu; Şebinkarahisar’ı da içine alan bu kol, Alaaddin Keykubad tarafından ortadan kaldırıldı (1228).
b- Divriği Kolu: Bu kol hakkında fazla bir bilgi olmamakla birlikte, 1250 yılına kadar Selçuklu hâkimiyeti altında varlığını sürdürdüğü bilinmektedir.Mengücekler zamanında özellikle Erzincan ve Divriği birer kültür ve ticaret merkezi durumuna gelmiştir.



4- ARTUKLULAR (1101-1409)

Devlet adını Oğuzların Döğer boyundan Eksük-oğlu Artuk Bey’den alır. Anadolu’nun fatihlerinden olan Artuk Bey, hizmetlerinden dolayı Suriye Meliki Tutuş tarafından Kudüs valiliğine getirilmişti. Ancak Kudüs’ün Fatımîlerin eline geçmesi üzerine (1098) Artuk’un oğulları Sökmen ve İl-Gazi burada tutunamadılar. Suriye’nin kuzeyi ve Güneydoğu Anadolu bölgesine geldiler. Selçuklular tarafından kendilerine verilen bölgede, üç kol hâlinde, Artuklu devletini kurdular. Hasankeyf-Amid (Diyarbakır)

Artuklu Kolu (1101- 1231): Artuk Bey’in oğlu Sökmen tarafından Hasankeyf’te (Hısn-ı Keyfâ) kuruldu. Nurettin Mehmet zamanında, Selahaddin Eyyubî‘nin de yardımıyla Diyarbakır (Amid) ele geçirildi (1183) ve burası Artukluların merkezi oldu. Eyyubîler Hasankeyf ve Amid’i ele geçirerek bu kola son verdiler (1231).

Sökmen ve oğulları Haçlılar’a karşı mücadeleleriyle ün kazandılar. Nitekim Sökmen, Türkmen liderlerinden Çökürmüş ile birlikte, Urfa Haçlı Kontu II.Boudain’i esir etmeyi başarmıştır.Artuklular zamanında Diyarbakır ve çevresi Türk kültürünün en önemli merkezi hâline gelmişti.Mardin Artuklu Kolu (1108-1409)rtuklu şubeleri içerisinde en güçlü ve uzun ömürlü kolu oluşturur . Artuk Bey’ in diğer oğlu İl-Gazi tarafından Mardin’de kurulmuştur(1108). İl-Gazi Halep halkının isteği üzerine Halep’e girmiş ve oğlu Temurtaş’ı burada bırakmıştır. Oğlu Temur- taş, İl-Gazi gibi bölgedeki Haçlılarla mücadele etmiş; 1144’de Urfa’yı Haçlılardan alması İslâm dünyasında sevinçle karşılanmıştır.Güçlü devletler arasında kalan Mardin Artukluları, Eyyubîler ve Selçukluların hâkimiyetini tanımışlardı. 1243’ de ise İlhanlılar’a bağlandılar . Nihayet, Mardin’i alan Karakoyunlular bu devlete son verdiler (1409). Harput Artuklu Kolu (1185-1234): Hasankeyf koluna hükümdar olamayan Ebûbekir, Harput’a gelerek, Harput Artuklu kolunu kurmuştur (1185). Alaaddin Keykubad’ın Harput’a girmesiyle bu kol sona ermiştir (1234).



5- SÖKMENLİLER (110-1207)

Sultan Alp Arslan’ın yeğeni Kutbettin İsmail’in komutanlarından Sökmen El -Kutbî tarafından, Van Gölü havzasında kurulmuştur. Sökmen, Müslüman Mervanoğulları’ndan Ahlat’ı alarak burayı merkez yaptığından bu beyliğe Ahlat Şahlar veya Ermen Şahlar da denilmektedir. Son Sökmen beyi İzzettin Balaban zamanında idare Eyyubîler’in eline geçmiştir. (1207)

Togan-Arslanoğulları-Dilmaçoğulları (1084-1394)Bitlis-Erzen dolaylarında kurulmuştur. Beyliğe adını veren Dilmaçoğlu Mehmet Bey, Malazgirt Savaşı’na katılmış komutanlardandır. 1104 yılında başa geçen Mehmet Bey’in oğlu Togan Arslan, büyük bir üne sahipti. Bu sebeple kendi soyundan gelen Erzen beyleri için Togan-Arslanoğulları denmiştir. Gürcü ve Haçlılarla mücadele eden bu beylik, oldukça uzun ömürlü olmuştur. Selçuklulardan sonra Harzemşah ve İlhanlı hâkimiyetine girmişler; Akkoyunlular tarafından beyliğe son verilmiştir (1394).




6- İNANOĞULLARI (1103-1183)

Diyarbakır ve çevresinde kurulmuştur. Suriye Selçuklu meliki tarafından Amid (Diyarbakır) valiliğine getirilen Tuğ Tegin, Haçlılarla mücadele için ayrıldığı şehri Türk beğlerinden İnal’a vermişti. İnal Bey 1103’de Amid’de kendi hükûmetini kurdu. Yaklaşık 80 yıl süren beylik, Amid’in Selahaddin Eyyubî tarafından ele geçirilmesiyle sona ermiştir (1183). İnaloğulları, Amid’de(Diyarbakır) birçok eser bırakmıştır. Onlar zamanında şehirde 40 bin ciltlik bir kütüphane kurulmuştur.



7- ÇUBUKOĞULLARI (1085-1113)

Beyliğe adını veren Emir Çubuk, Anadolu’nun fethinde ve özellikle Amid’in (Diyarbakır) ele geçirilmesinde önemli rol oynamıştır. Bir ara Selçuklular adına Amid askerî valiliğine de getirilen Emir Çubuk, Harput merkez olmak üzere Palu, Arapkir ve Çemişkezek’te kendi hükûmetini kurmuştur. Oğlu Mehmed Bey zamanında Artuklu Belek Gazi, Harput’u ele geçirerek beyliğe son vermiştir (1113).



8- ÇAKA BEY (1081-1097)

İzmir ve çevresinde kurulduğundan İzmir Beyliği olarak da anılır. Oğuzların Çavuldur boyuna mensup olan Çaka Bey, uzunca bir müddet kaldığı İstanbul’dan kaçarak, İzmir’ e gelmiş ve burada beyliğini kurmuştur (1081). Bizans tahtını ele geçirmek için Peçeneklerle ittifak kurmuşsa da amacına ulaşamamıştır. Ancak oluşturduğu donanma ile Midilli, Sakız, Sisam, Rodos gibi Ege adalarını ele geçirmiştir . Bu güçlü düşmandan kurtulmak isteyen Bizans, damadı olan I.Kılıçarslan’ı aleyhine
kışkırtmıştır. Bir rivayete göre Kayınpederi Çaka Bey’i yanına çağıran I. Kılıçarslan, onu hileyle öldürtmüştür. Ancak bazı kaynaklarda Çaka Bey’in ölmediği ve Bizans donanmasının kuşatmasındaki İzmir’i teslim ettiği yazar (1097).Çaka Bey, Anadolu’daki ilk Türk denizcisi, kurduğu donanma ise ilk donanma olarak kabul edilmektedir.



9- TANRIVERMİŞOĞULLARI

Çaka Bey’in İzmir’de hâkimiyetini kurduğu yıllarda Tanrı-bermiş adlı bir Türk komutanı da ele geçirdiği Efes’te beyliğini kurmuştu. Bizans’ın sahil bölgelerine yolladığı donanma Efes’i ele geçirince bu beylik de ortadan kalkmıştır ( 1097).



10- İNANÇOĞULLARI (1262-1335)

Kurulduğu yerden dolayı Lâdik -Denizli Beyliği adıyla da bilinir. Bu bölge Malazgirt Savaşı’ndan kısa bir süre sonra Türkleşmiştir. Nitekim Denizli bölgesine 200 bin çadır halkının yerleştiğini dönemin kaynakları yazar. 1262 yılında Selçuklulara karşı ayaklanarak, İlhanlı hâkimiyetine geçen Mehmet Bey, devletin kurucusudur. Mehmet Bey’in torunu olan İnanç (Yinanç) Bey, beyliğe ismini vermiştir. Germiyanlıların ilhakıyla İnançoğulları beyliği sona ermiştir (1335).
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

TÜRKİYE SELÇUKLU DEVLETİ





Malazgirt Zaferi’ni takip eden yıllarda, Selçuklu komutanları emrindeki Türkmenlerle birlikte Anadolu’nun büyük bir kesiminde fetih hareketlerine girişmişlerdi. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi özellikle Doğu ve Güney doğu Anadolu bölgelerinde birçok Türk devleti kurulmuştu. Orta ve Batı Anadolu akınları ise Artuk Bey ve Tutak tarafından yönetilmekteydi. Ordusu Malazgirt’te büyük ölçüde dağılmış, taht mücadeleleri ile çalkalanan Bizans, bu akınlara karşı koyacak güçten yoksundu. Artuk Bey’in bölgeden ayrılmasından sonra, Süleyman Şah ve kardeşleri, Melikşah tarafından Anadolu’nun fethiyle görevlendirildiler. Böylece Türkiye Selçuklu-larının temeli atılmış oldu.Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kuruluşuürkiye Selçuklularının kurucusu olarak bilinen Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Selçuklu hanedanına mensuptu. Dedesi Arslan Yabgu, hile ile Gazneliler tarafından yakalanıp, tutsak alınınca, Selçuklu tahtına yeğenleri Tuğrul ve Çağrı Bey geçmişti. Arslan Yabgu’nun ailesi bu olayı hiçbir zaman unutmadı.

Nitekim Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış, Alp Arslan’ın hükümdarlığını kabul etmeyerek isyan etmiş ve savaş sırasında ölmüştü(1063). Melikşah, Kutalmış’ın oğullarını Anadolu’nun fehtinde görevlendirerek, hem bu ailenin gönlünü almış hem de merkezden uzaklaştırarak, olası bir taht mücadlesinin önüne geçmiş oluyordu. Ayrıca Arslan Yabgu’ya bağlı Türkmenler de bu yolla, Anadolu’ya sevk ediliyordu.Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve kardeşleri Mansur, Alpdilek ve Dolat, önceleri Fırat ırmağı boylarında ve Urfa civarında fetihlerde bulundular. Bizans’ın elindeki Antakya’yı kuşatarak, burayı vergiye bağladılar (1074). Süleyman Şah daha sonra Batı Anadolu’ya yönelerek Bizans’a karşı topraklarını genişletir. İstanbul’un yanı başındaki İznik’in fethiyle burası merkez yapılır ve böylece Türkiye Selçukluları fiilen kurulmuş olur (1075).Süleyman Şah’ın, devletin sınırlarını Üsküdar ve Kadıköy’e kadar genişlettiğini duyan Türkmenler akın akın Anadolu’ya göçüyor, ülkede Türk nüfusu sür’atle çoğalıyordu. Onun adil yönetimi, Müslüman olmayan kitleleri de kendine çekiyordu. Bizans’ın köle muamelesi yaptığı köylüler, Selçuklu yönetimi altında hürriyetlerini kazanıyor, toprak sahibi oluyorlardı. Bizans tahtına geçen Aleksi Komnen, her geçen yıl itibarını ve topraklarını artıran Süleyman Şah ile bir anlaşma imzalamak zorunda kalır (Dragos Anlaşması) . Anlaşmaya göre Selçuklular, İstanbul Boğazı’nı terk ederek Dragos Suyu’na çekilecek, karşılığında ise Bizans’tan vergi alacaktır (1081).Süleyman Şah, Bizans ile anlaşma yaptıktan sonra yeniden Doğu seferine çıktı.

Ermeniler’in elindeki Antakya’yı ele geçirdi (1084). Antakya ile beraber Çukurova’nın tamamı Selçuklu hâkimiyetine girdi . Antakya’dan vergi alan Halep emiri Şerifüddevle, bu durumu kabul etmeyerek Süleyman Şah ile savaştı. Ancak savaş alanında öldü. Süleyman Şah Halep’i kuşattı. Kendi hâkimiyet sahasındaki Halep’in kuşatılması üzerine Suriye Selçuklu Meliki Tutuş, Artuk Bey‘le beraber harekete geçti. Haleb yakınında yapılan savaşta Süleyman Şah yenildi. Üzüntüsünden kendi hayatına kıydı (1086).

Sultan Melikşah, kendine bağlı beylerin birbiriyle mücadele etmesinin Selçuklu hâkimiyetini sarsabileceği endişesiyle duruma müdahale etmek üzere Suriye’ye gelir ve neticede hanedan üyelerinin hak talep ettiği Antakya, Halep ve Urfa’yı merkeze bağlar. Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın oğulları Kılıçarslan ve Kulan Arslan’ı (Davud), yanına alarak, geri döner. Böylece Anadolu Selçukluları Melikşah’ın ölümüne kadar merkezden gönderilen komutanlar tarafından idare edilmek istenir. Fakat bu maksatla Anadolu’ya gönderilen Porsuk ve Bozan bunu başaramazlar. Sultan Melikşah’ın vefat etmesi üzerine, Kılıç Arslan ve kardeşi 6 yıldır gözetim altında bulundukları İsfehan’dan Anadolu’ya dönerler (1092).

I.Kılıçarslan, İznik’te tahta çıkarak, Türkiye Selçuklularının hükümdarı olur. Büyük Selçuklu Devleti ile gizliden gizliye sürdürülen hâkimiyet mücadelesi Melikşah’ın ölümüyle aşikâr bir hâl almış ve Türkiye Selçukluları artık müstakil hareket etmeye başlamıştır. I.Kılıçarslan, kuvvetli bir donanma inşa eden Çaka Bey’in kızını alarak, onunla ittifak kurdu.
Ancak Bizans’ın kışkırtmasıyla, Anadolu hâkimiyetine engel gördüğü Çaka Bey’i daha sonra ortadan kaldırdı (1093). Marmara kıyısında oluşturduğu donanma ile güçlenen I.Kılıçarslan, Bizans’a yöneldiği esnada kendisini Haçlılar gibi büyük bir tehlike bekliyordu. Vatan kurma aşamasında olan Selçuklular Haçlı seferleriyle büyük bir darbe yedi. Batı Anadolu ve Marmara elden çıktı.Selçuklular iç bölgelere çekilmek zorunda kaldılar. Kalabalık Haçlılar karşısında şehirler harap hâle geldi; sayısız can ve mal kaybı oldu. Suriye, Mısır ve Filistin’de birçok şehir Haçlıların eline geçti. İlk Haçlı Seferi: Bizans İmparatoru Aleksi Komnen, Türk ilerleyişini durdurmak için Papa II.Urban’dan yardım istemişti. Papa bir çağrıda bulunarak Türklere karşı harekete geçilmesini sağladı. Böylece Haçlı seferleri başlamış oluyordu. Piyer L’hermit liderliğindeki sayıları yüz binleri bulan çapulcu ve düzensiz kitlelerden oluşan ilk Haçlı grubu İstanbul’a ulaştı(1096). Bu sırada I.Kılıçarslan, Danişmentlilere karşı Malatya kuşatmasında bulunuyordu. Haçlı ordusunun geldiğini duyunca hemen geri döndü. İlk Haçlı kitlesinin tam..... yakını sultanın kardeşi Davud tarafından yok edildi. Ancak arkadan gelen ve sayıları yüz binleri bulan asıl Haçlı ordusu İznik’i ele geçirdi (17 Haziran 1097). I.Kılıçarslan Haçlı ordusunu Eskişehir (Doreleon) yakınında karşıladı. Onları bozguna uğrattıysa da sayıları oldukça fazla olan Haçlılar karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Bundan sonra Haçlılara karşı vur kaç taktiği uygulandı. Yıpratma savaşıyla Haçlılara büyük zayiat verdiriliyordu.

Ancak Konya, Urfa, Antakya gibi şehirlerin düşmesine engel olunamadı. Nihayet Haçlılar, Fatımîlerin elindeki Kudüs’e ulaştı ve burayı işgal ettiler(15 Temmuz 1099). Haçlılar ele geçirdikleri yerlerde, Haçlı kontluklarını kurdular.I.Kılıçarslan’ın Ölümü: İlk Haçlı seferinin bu şekilde neticelenmesinden sonra, I. Kılıçarslan, Anadolu Türk birliğini sağlamak için tekrar doğuya sefer düzenler. Kendine rakip gördüğü Danişmentliler üzerine yürür. Elbistan, Maraş ve Malatya’yı alır. Hâkimiyet sahasını Musul’a kadar genişletir. Bunun üzerine Irak ve Suriye Selçukluları telâşa kapılırlar. Çavlı idaresindeki Büyük Selçuklu ordusu ile I.Kılıçarslan birlikleri karşı karşıya gelir. Artuklu İl Gazi ve Suriye Meliki Rıdvan’ın da katılmasıyla daha da kalabalıklaşan orduya karşı koyamayan I.Kılıçarslan savaşı kaybeder. Geri çekilirken Habur ırmağında boğulur. (1107)I.Kılıçarslan’ın ölümüyle, Anadolu‘da hâkimiyet Danişmentlilerin eline geçmiştir. 1110 yılında I.Kılıçarslan’ın kardeşi Şehinşah tahta oturur. Ancak kardeşi I.Mesud, Danişmentlilerin de desteğini alarak, onunla mücadele eder ve Konya’da tahta çıkar(1116). İznik’in düşmesinden sonra artık Türkiye Selçuklularının yeni başkenti Konya olmuştur.

Selçukluların içinde bulunduğu durumdan faydalanmak isteyen Bizans, Gürcü ve Ermeni kuvvetleri Türklere karşı harekete geçmişlerdir.Danişmentli Emir Gazi’nin ölümü üzerine (1134), Sultan Mesut tekrar güç kazandı ve birliği sağlamayı başardı. Bizans İmparatoru Manuel Komnen ile Konya yakınlarında yapılan savaşta Selçuklular büyük bir zafer kazandılar (1146). Ancak bu sırada II. Haçlı ordusu yola çıkmıştı.Musul Atabeyi İmadeddin Zengi Urfa’yı Haçlılardan kurtarınca (1144), II. Haçlı Seferi düzenlenmiştir. Seferin başında Alman Kralı III. Konrat ve Fransa Kralı VII. Lui bulunmaktaydı. Ceyhan yakınlarında yapılan savaşta III. Konrat hezimete uğrar ve İznik’e çekilir. VII. Lui de Yalvaç yakınında Türklerin anî hücumuna uğrar, Antalya’ya kaçar. Oradan Kudüs’e geçer (1147). Haçlılar’a karşı kazanılan bu başarılar, Selçukluların itibarını daha da artırır.Sultan I.Mesud daha sonra Ermeni işgalindeki Maraş’ı ele geçirir. Çukurova’da hâkimiyeti sağlar. Danişmentli Beyi Yağı-basan’ı kendine bağlar. Böylece I.Mesut öldüğünde Anadolu’da siyasî birlik sağlanmış oluyordu. (1155).



II.KILIÇARSLAN ZAMANI
I.Mesut ölmeden evvel ülkeyi üç oğlu arasında taksim etmiş, fakat taht için II.Kılıçarslan’ı vasiyet etmişti. II.Kılıçarslan sultan olduğunda öncelikle, kardeşleriyle mücadele eder. Bu sırada gittikçe güçlenen Musul Halep Atabeyi Nurettin Mahmut’un güney sınırlarındaki faaliyetlerini önler. Karışıklıklardan faydalanarak Maraş’ı ele geçiren Ermenileri buradan çıkarır. Kardeşi Şehinşah’ı destekleyen Danişmentliler Bizans ile anlaşır. II. Kılıçarslan, nüfuzunu artırmak için Saltuklu Beyi’nin kızıyla evlenmek ister. Ancak Danişmentli Yağı-basan gelin adayını kaçırır. Bu yüzden Selçuklular, Yağı-basan’ın üzerine yürür, fakat yenilirler (1162).

Danişmentliler ile yaptığı ittifakı bozmak için II.Kılıçarslan İstanbul’a gider ve Bizans’ın Danişmentlilere verdiği desteğin kesilmesini sağlar. Artuklular ile girdiği mücadeleden de zayıf düşen Danişmentlilerin şehirlerini teker teker ele geçirir. Nihayet Malatya ve Sivas’ı da ele geçiren II.Kılıçarslan, Danişmentlilerin hâkimiyetine son verir (1178).Miryakefalon Savaşı: Bizans, II.Kılıçarslan ile yapılan anlaşmayı bozarak, tekrar Danişmentlileri desteklemeye başlamıştı. Ayrıca anişmentlilerden alınan bazı şehirlerin kendine verilmesini istiyordu . Dolayısıyla Selçuklularla savaşmak için bahaneler aramaktaydı. Gerçek sebep Selçukluların Anadolu’da siyasî birliği sağlaması ve Türklerin gittikçe güçlenmesiydi. Nitekim II. Kılıçarslan‘ın barış teklifini reddeden imparator Manuel, 100 bin kişilik bir ordu hazırladı. Manuel‘in maksadı işgalci olarak gördüğü Türklerden Anadolu’yu tamamen temizlemek ve onları Orta Asya’ya kadar sürmekti! İstanbul’dan çıkan Bizans ordusu Konya‘ya doğru yola çıktı. Türkmen beyleri bu kalabalık fakat hantal orduya yol boyunca küçük çaplı saldırılarda bulunarak,onları yıpratıyordu. Bizans ordusu, Homa-Sandıklı-Dinar arasında Miryakefalon adı verilen sarp ve dar bir vadiye girdiğinde, Selçukluların tuzağına düştü. II.Kılıçarslan, çıkışını kestiği vadide Bizans ordusunu ablukaya aldı. Tepelerde mevzilenmiş okçuların oklarından kaçanlar, süvariler tarafından yok edilmekteydi.

Miryakefalon Vadisi Bizans askerlerinin cesetleriyle dolmuştu. (Eylül 1176 ). Bu büyük zafere karşılık, Bizans İmparatoru Manuel ile mütevazi bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre Bizans, Eskişehir’de inşa ettiği mevzileri kaldıracak ve Selçuklulara yüklüce bir savaş tazminatı ödeyecekti. Bu savaş, yaklaşık yüz yıl önce kazanılan Malazgirt Savaşı’ndan sonraki en büyük zaferdir.

Miryakefalon Savaşı ile, Anadolu’nun Türklerin vatanı olduğu onaylanmıştır. Bizzat Bizans kaynaklarının da belirttiği gibi o zamana kadar Türkleri işgalci olarak gören Bizans, bu zaferle gerçeği görmüş; Anadolu’nun Türklerin yurdu olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştır. Nasıl ki, Malazgirt Meydan Muharebesi vatan kuran bir savaş olarak niteleniyorsa Miryakefalon da vatan kurtaran bir savaş olarak nitelenebilir. Son kez savunmada kalan Türklere karşı artık Bizans savunma yapmak zorunda kalacaktır. Bu savaş sonuçları itibariyle Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz ile benzerlik gösterir. Miryakefalon öncesinde Bizans, Türkleri Anadolu’dan atmayı plânlamış; İstiklal Harbi’nde de Yunanistan aynı maksadı gütmüştür. Fakat her iki mücadele sonunda Türklerin, Anadolu’nun tapusunu ellerinde bulundurduğu gerçeğini, düşmanların tescil etmek zorunda kalmasıyla neticelenmiştir. Miryakefalon Zaferi’nden sonra Selçuklular, Batı Anadolu yönünde genişlediler.

II.Kılıçarslan zamanında Selçuklular bölgenin en kuvvetli devleti hâline gelmişti. İyice yaşlanmış olan sultan ülkesini eski Türk geleneklerine uygun olarak 11 oğlu arasında paylaştırdı. Küçük oğlu Gıyaseddin Keyhusrev’i veliaht tayin etti. Fakat henüz sağlığında oğulları arasında taht mücadeleleri başladı.
Bu esnada III.Haçlı Seferi düzenleniyordu.Selahaddin Eyyubî‘nin Kudüs’ü ele geçirmesi (1187), üçüncü kez Haçlı seferinin düzenlenmesine vesile olmuştur. Bu sefere Alman İmparatoru Frederik Barbaros, İngiltere Kralı Arslan Yürekli Rişar ve Fransa Kralı Filip Ogüst katılmıştır. Anadolu’ya geçen Frederik Barbaros’a karşı, kardeş kavgası ile uğraşan Selçuklu ordusu fazla bir direniş göstermedi.

Konya Haçlıların eline geçti . Buna rağmen Türkmen cemaatleri baskınlar düzenleyerek Haçlı ordusunu oldukça yıpratmaktaydı. Alman İmparatoru F. Barbaros Silifke Suyu’nda boğulunca ordusu tamamen dağıldı. Böylece Selçuklular yeni bir Haçlı tehlikesini daha atlatmış oluyordu. Deniz yoluyla giden diğer krallar da başarı sağlayamadılar. Ancak II.Kılıçarslan, oğullarının birbiriyle mücadele etmesinden duyduğu derin üzüntünün neticesinde vefat etmişti (1192).II.Kılıçarslan’ın ölümünden sonra, Uluborlu hâkimi I.Gıyaseddin Keyhüsrev tahta çıktı. Ancak kardeşleri onun hükümdarlığını tanımadılar. Batıda Bizans ile mücadele ettiği sıralarda, Tokat meliki olan ağabeyi II.Süleyman Şah güçlenmekteydi.


CELALEDDİN HARZEMŞAH İLE MÜCADELE VE YASSI-ÇEMEN SAVAŞI

Moğol istilâsına uğrayan ülkesini terk etmek zorunda kalan Celaleddin Harzemşah, Doğu Anadolu bölgesine gelmişti. Alaaddin Keykubad, Moğol tehlikesinin büyüklüğünü bildiğinden Eyyubiler’den sonra Harzemşah Celaleddin‘e de ortak hareket etme teklifinde bulundu. Ancak Celaleddin, kendisini Büyük Selçukluların vârisi gördüğünden, Türkiye Selçukluları’nı hâkimiyeti altına almak istiyordu. Selçukluların Erzurum hâkimi Cihanşah’ın da kendine katılması ve kışkırtmaları onu daha da cesaretlendiriyordu. Nitekim Ahlat’ı kuşatarak niyetini göstermiştir. Alaaddin Keykubad, veziri Altun Aba’yı göndererek, son kez anlaşmak istediğini bildirdi.Fakat bu teşebbüsler sonuç vermeyince savaş hazırlıklarına girişildi.

İhtiyatlı davranan Keykubad rakibini önemsiz görmüyordu. Her iki tarafın ordusu da yaklaşık 40 bin kişiden oluşmaktaydı. İki ordu Erzincan yakınlarındaki Yassı-çemen mevkiinde karşılaştı. Ordusunun büyük bir kısmını kaybeden Celaleddin Harzemşah, bu acı mağlûbiyetten sonra Trabzon Rumlarına sığınmak zorunda kaldı (1230). Ülkesine dönmek isteyen Celaleddin bir yıl sonra öldü. Müttefiki Cihanşah esir edildi, Erzurum ele geçirildi. Ahlat , tekrar Eyyubi emirine iade edildi.Celaleddin Harzemşah’ın yenilmesiyle artık Selçuklular ve Moğollar komşu olmuşlardı. Harzemşah ordusundan geriye kalanları da hizmetine alan Keykubad, bir yandan Doğu Anadolu’daki tedbirleri artırırken, öte yandan Moğollarla anlaşma yapmak istiyordu. Bu sebeple Karakurum’daki Moğol Hakanı Ögeday’a elçi gönderdi. Ögeday, Selçukluların kendine bağlanmasını barış için şart koşmaktaydı.Doğu Anadolu’yu tamamen ele geçiren Keykubad, buralara Türk nüfusu yerleştirmekteydi. Eyyubiler’e bıraktığı Ahlat’ı da alarak buraya Türkleri yerleştirdi (1232). Bunun üzerine Eyyubîler ittifakı bozarak Anadolu’ya ordu gönderdiler. Ancak Selçuklular bu orduyu mağlûp etti. Urfa, Harran , Harput gibi şehirler Eyyubiler'den alındı (1235 ). Moğol tehlikesine dikkati çeken Abbasi halifesi iki tarafı da ikna etti. İttifak tekrar kuruldu. Ancak elçilere verdiği ziyafet sırasında zehirlenen Alaaddin Keykubad 1237 yılında vefat etmiştir.

Alaaddin Keykubad zamanı, her açıdan Selçuklular’ın en parlak dönemini oluşturur. Anadolu‘daki Türk siyasî birliği tamamen gerçekleşmiş, devlet en geniş sınırlarına ulaşmıştır. Ülkenin dört bir yanında imar faaliyetleri hız kazanmıştır. Uzak görüşlülüğü sayesinde Moğol tehlikesi onun zamanında atlatılmştır. Ancak zamansız ölümü, Selçuklular ve İslâm dünyası için gerçek bir kayıp olmuştur.Türkiye Selçuklu Devleti’nin Dağılması: Keykubad’dan sonra Selçuklu tahtına II.Gıyaseddin Keyhüsrev geçti (1237-1246).

Ancak asıl güç veziri Saadeddin Köpek’te idi. Bu vezir türlü hilelerle büyük komutan ve devlet adamlarını öldürttü. Bunlar arasında II.Kılıçarslan ve Keykubad devrinde üstün hizmetleri bulunanan Altun-Apa, Emir Pervane ve ünlü komutan Kemalettin Kâmyar ilk akla gelenlerdir. Harzem Beylerinden Kayır Han’ın katledilmesi ise tam bir felâketle sonuçlanmıştır. Liderlerinin öldürülmesi üzerine Harzemşah askerleri isyan ederek Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını tahrip ettiler. Nihayet bu olayların sorumlusunun Saadeddin Köpek olduğunu anlayan II.Keyhüsrev, vezirini öldürttü (1239). Celâleddin Karatay ‘ı vezirliğe getirdi.Babaîler İsyanı: Devlet otoritesinin sarsılması üzerine Doğu ve Güneydoğu’daki Türkmenler huzursuzlanmışlardı. Devlet Türkmenlere karşı şiddetli tedbirler alınca Türkmenler patlamaya hazır hâle gelmişlerdi. Baba İshak adındaki derviş bu durumdan faydalanarak, Türkmenleri etrafında topladı ve büyük bir isyan başlattı .

Üzerine gönderilen orduları yenen isyancı Türkmenler, Adıyaman ve Maraş’tan sonra Amasya ve Tokat’a kadar isyanı yaydılar. Nihayet Kırşehir dolaylarında Selçuklu ordusu, Türkmenleri yendi. Baba İshak’ın öldürülmesiyle, isyan güçlükle bastırılabildi (1240).Kösedağ Savaşı : Baba İshak İsyanı, devlet otoritesinin ve gücünün daha da zayıflamasına yol açmış idi .Bu isyana kadar, Türkiye Selçuklularından çekinen Moğollar, artık devletin bir isyanı karşılamaya bile gücünün yetmediğini düşünmeye başladılar. Bir Moğol ordusu, Erzurum’u kuşatarak, şehri yağma etti. Böylece Selçuklular’ın kuvvetini sınayan Moğollar, istedikleri sonucu alınca Anadolu’ya Baycu Noyan komutasında bir ordu gönderdiler.

II.Gıyaseddin Keyhüsrev, Moğol ordusunu Sivas-Erzincan arasındaki Kösedağ mevkiinde karşıladı. Selçuklu ordusunun 80 bin kişiyi bulan kuvveti karşısında, Baycu Noyan’ın 30 bin iktisadî bulunmaktaydı. Bu sayı üstünlüğüne rağmen, Selçuklu ordusu iyi yönetilmemekteydi. Henüz öncü kuvvetlerin yenilmesi üzerine, sultan ve komutanlar savaşın kaybedildiğini düşünerek, savaş bölgesinden kaçtılar. Moğollar bile, Selçukluların taktik gereği çekildiklerini zannederek uzun süre onları takip etmediler (1243 ).Kösedağ Savaşı’ndan sonra Moğol orduları Sivas, Erzincan ve Kayseri’yi zapt ederek, bu kültür merkezlerini yağmaladılar; katliamlara giriştiler. II.Gıyaseddin Keyhüsrev, her yıl vergi vermek suretiyle Baycu Noyan ile bir anlaşma yaptı. Böylece Selçuklu Devleti, Moğolların hâkimiyetine girmiş oluyordu.
Selçuklulara bağlı olan Anadolu’daki beylikler ve Trabzon Rumları bağlarını kopardı. Moğollar bu dönemden sonra istedikleri kişiyi Selçuklu tahtına getirmeye başladılar. Artık Selçuklu sultanları âdeta onların memuru gibi hareket etmeye başladılar. Ülkede dirlik düzenlik kalmamıştı. Türkiye Selçukluları’nın Son Zamanları ve Devletin Yıkılışı:1246’da Keyhüsrev öldü, üç oğlu arasında taht mücadelesi başladı. Bu esnada vezir Celaleddin Karatay ülkeyi toparlamaya çalışmaktaydı. Karatay’ın da ölmesi üzerine karışıklık iyice arttı. Moğollların büyük hanı Kubilay, batı seferleri için kardeşi Hülagu’yu görevlendirmişti. Hülagu, İran merkez olmak üzere İlhanlı Devleti’ni kurmuştu. Böylece Türkiye Selçukluları da İlhanlılara bağlanmış oluyordu. Vezir Karatay’ın ölümü üzerine Hülagu, Anadolu’ya Baycu Noyan komutasında ikinci bir ordu yolladı (1254). Hülagu’nun emriyle Selçuklu ülkesi, Kızılırmak sınır olmak üzere ikiye bölündü. Kızılırmak’ın doğusu IV.Kılıçarslan’a; batısı ise II.İzzeddin Keykavüs’e bırakıldı. Ancak asıl yönetim vezirliğe getirilen Muîniddin Süleyman Pervane’ de idi. Muîneddin Pervane, ölene değin devletin bütün gücünü elinde toplamıştır. Bu nedenle 1262-1277 yılları arasına Muîniddin Pervane Devri de denilmektedir. Çok kurnaz bir politikacı olan bu kişi, olumsuz davranışlarına rağmen, halkı bir ölçüde rahatlatmış idi. Bir taraftan İlhanlıları oyalayarak, onların Anadolu’ya girmelerini önlerken, diğer yandan İlhanlılar’a karşı Memluklular’ı gizlice ülkeye davet etmekteydi.

Memlûk Türk Hükümdarı Baybars, Moğollara ilk yenilgiyi tattıran kişi olmuştu (1260). Muîniddin Pervane gibi Anadolu’daki bir kısım beyler de onu Anadolu’ya davet etmekteydiler. Aralarında yapılan gizli görüşmeye göre Sultan Baybars Anadolu’ya geldiğinde Selçuklu beyleri de kendilerine katılacak ve İlhanlılarla mücadele edilecekti. Baybars ordusuyla Anadolu’ya girdi. Fakat İlhanlılardan çekinen Muîniddin Pervane ve beyler Baybars’ı karşılamadılar. Elbistan Ovasında yapılan savaşta Moğol ordusu büyük bir yenilgiye uğratıldı (1277 ). Kayseri’ye giren Sultan Baybars, Selçuklu tahtına oturdu . Fakat kendisini yardıma çağıranlar, yanına gelmediği için burada daha fazla kalmadı . Ülkesine geri döndü.

Anadolu’ya giren İlhanlı Hükümdarı Abaka, Elbistan Ovası’ndaki yenilgi karşısında büyük bir öfkeye kapıldı. Şehirler yağmalandı ve 200 binden fazla Türkmen katledildi. İkili oynadığını düşündükleri Muîneddin Pervane de ortadan kaldırıldı (1277 ). Muîneddin’in Pervâne’nin ölümünden sonra İlhanlılar, devlet işlerine daha çok müdahale etmeye başladılar. Halk üzerindeki baskılarını da gittikçe artırdılar. Vezirliğe getirilen Fahreddin Ali (Sahib Ata), İlhanlı baskısını hafifletmeye çalıştı. Sahib Ata’nın ölümünden sonra (1288) devlet bir daha toparlanamadı. İlhanlı Hükümdarı Gazan Han’ın emriyle, III.Keykubad öldürüldü. Yerine II.Gıyaseddin Mesut getirildi. Bu kişi İlhanlılar’ın sıradan bir memurundan farksız değildi. Nihayet onun ölümünden sonra, Selçuklu sülalesi ortadan kalktı. Artık Türkiye toprakları doğrudan İlhanlı Devleti’ne bağlandı (1308).

İlhanlılar, sınır boyunda yaşayan Türkmen beyleri üzerinde istedikleri hâkimiyeti kuramamışlardır. Nitekim henüz 1277 tarihinde Karamanoğlu Mehmet Bey, Selçuklu şehzadesi olduğu iddiasındaki Siyavuş’un (Cimri) isyanını destekleyerek gücünü göstermiştir. Hatta Selçuklu başkenti Konya’yı ele geçirerek onu tahta oturtmuştu. İşte bu Türkmen beyleri, Türkiye Selçuklularının çöküntüye uğradığı zamanlarda, özellikle sınır boylarında faaliyetlerini artırmışlardır. Böylece Selçuklu Devleti’nin yerine, içlerinde Osmanlıların da bulunduğu yeni beylikler kurulacaktır.

Anadolu Selçuklularının Hâkimiyetinden Sonra Kurulan Türkmen Beylikleri Uc Teşkilâtı ve Uc’larda Hayat: Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu, sürekli olarak Türkmen (Oğuz) göçlerine sahne olmuştur. Kalabalık kitleler hâlinde gelen Türkmenler, Bizans sınırına kaydırılmıştır. Böylece hem daha önce yerleşen halkın toprakları korunmuş, hem de Bizans’a karşı mücadele eden Türkmenler sayesinde sınırlar genişletilmiştir. Bu siyaset, Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli rol
oynamıştır. XIII. yüzyılda Moğolların baskısıyla Anadolu’ya gelen Türkmenlerin de sınır boylarına yerleştirilmesiyle uc hayatı gittikçe önem kazanmıştır.Türkiye Selçukluları devrinde Bizans sınırına uc (uç) adı verilmekteydi.

Sinop, Kastamonu, Bolu, Eskişehir, Kütahya, Denizli ve Antalya hattının doğusunda kalan bölgeler uc (sınır) olarak nitelendirilmiş ve buralarda uc teşkilâtı oluşturulmuştur. Sınır bölgesine yerleştirilen Türklere ise uc etrâki (Sınır Türkleri, Türkmenleri) denilmiştir. Uc beyi unvanı verilen Türkmen aşiretlerinin liderleri, merkezden görevlendirilen emirlerin sorumluluğu altındaydılar. Meselâ XIII. yüzyılda Yağıbasan oğulları, Sahib Ata oğulları Selçukluların „Uc Emirleri“ idiler.Uc beyleri emrindeki Türkmenlerle beraber, Bizans sınırlarına sürekli akınlar düzenleyerek, onları yıpratmaktaydı. Nitekim kalabalık Haçlı ordularını da, Selçuklu kuvvetlerinden çok, uc Türkmenleri hırpalamıştır. Bizans’a karşı yaptıkları akınlarda, serbest hareket eden Türkmenler, bazen Selçuklu Devleti’ni dahi zor durumda bırakmışlardır. Ancak Selçuklu idaresi bu beylerin sınır akınlarına hiçbir zaman müdahale etmemiştir. Bizans’a karşı Türkmenlerin yaptıkları mücadele, din uğruna yapılan gaza ve cihat olarak nitelenmekteydi. Bu sebeple uc beylerinin akınlarına gazi-dervişler (alp-eren), Ahi teşkilâtına mensup esnaf şeyhleri vb. de bizzat katılmaktaydılar.

Böylece fethedilen bölgeler kısa sürede Türk- İslâm hayatına geçmekteydi. Bölgede yaşayan gayrimüslim halk Bizans’ın yüklediği ağır vergilerden ve dinî baskılardan bıktığı için, Türk idaresine daha sıcak bakmaktaydı. Çünkü uc beyleri onlardan daha az vergi talep ediyor, dinî yaşantısına karışmıyordu. Bütün bunlar Uc beylerinin gittikçe güçlenmesini sağlamaktaydı.



BEYLİKLER DÖNEMİ



Türkiye Selçuklularının Moğol tahakkümüne girmesinden sonra uc beyleri daha bağımsız hareket etmeye başlamıştır. Bu dönemde hem otoritesi kalmayan Selçuklulara hem de Moğollara karşı mücadele edilmiştir. Anadolu’daki İlhanlı hâkimiyetinin zayıflamasıyla birlikte Türkmen beyleri bulundukları bölgelerde bağımsızlığını ilân etmişler ve kendi beyliklerini kurmuşlardır. Bu döneme Beylikler Dönemi adı da verilmektedir. Selçukluların zayıflamaya başlamasıyla ortaya çıkmaya başlıyan Beylikler, İlhanlı hâkimiyetinin bitmesiyle beraber tam bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Uclarda yer almaları sebebiyle Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük hizmetleri vardır. Onlardan kalan kültür mirası, şehirlerimizi süsleyen eserler, günümüze kadar ulaşmıştır. Anadolu Türk birliğini sağlamak için bu beylikler birleriyle mücadele etmişlerdir. Nihayet Osmanlı Beyliği gittikçe güçlenerek, birliği sağlamıştır.

Başlangıçta en küçük beyliklerden biri olan Osmanlıların bu denli büyümesi, bulundukları coğrafya ve güttükleri siyasetle ilgilidir. Söğüt ve Domaniç arasında kurulan Osmanlılar, Bizans ile savaşarak itibarını artırırken, diğer beylikler zamanla uc olmaktan çıkmışlardır. Bu sebeple genişleme imkânını bulamamışlar ve birbirleriyle mücadele etmişlerdir.




1- KARAMANOĞULLARI (1256-1487)
Oğuzların Afşar boyuna mensuptular. Selçuklu Sultanı I.Alaaddin Keykubad tarafından İç-İl’e yerleştirilmişlerdi. Nure Sofı’dan sonra oğlu Karaman Bey, Afşarların lideri olmuş ve kurulan beylik onun adını almıştır. 1256’da Ermenek tarafında kurulan beylik Moğollara ve Selçuklulara karşı amansız mücadelelere girişmiştir. Karamanoğlu Mehmet Bey, Selçuklulara isyan eden Hatiroğlu ve Şehzade Cimri ile iş birliği yapmış; Selçuklular’ın elinden Konya’yı alarak, Cimri’yi (Siyavuş) tahta oturtmuş idi. Mehmet Bey, Farsça konuşan devlet adamlarına ve Moğollara tepkisini göstermek için, Türkçeyi resmî dil ilân etmesiyle tanınır.İlhanlıların yıkılmasından sonra Karamanoğulları beyliği gücünü daha da artırmış, bölgedeki diğer beylikler ve özellikle Osmanlılarla mücadele etmiştir. İlk Osmanlı-Karaman mücadelesi Alaaddin Ali Bey zamanında başlamış (1361) ve beyliğin sonuna kadar devam etmiştir. Fatih tarafından kesin olarak itaat altına alınan Karamanoğulları (1473), daha sonra oluşturulan Karaman Eyaleti ile merkeze bağlanmıştır (1487). Karamanoğulları Beyliği, Osmanlıların en güçlü rakibi idi.

Kendilerini, Selçuklular’ın mirasçısı olarak görmekteydiler. Bunu gerçekleştirmek için Osmanlılara karşı Timur, Memlûkluler ve Bizans ile iş birliği yapmaktan çekinmemişlerdir. Karamanoğullarının Türk tarihindeki yeri büyüktür. Onlar her dönemde hürriyet ve bağımsızlığın sembolü oldular. Anadolu’nun Türkleşmesine ve Türk kültürünün gelişmesine hizmet ettiler. Ermenek, Konya, Karaman, Niğde vb. şehirleri büyük eserlerle âdeta süslemişlerdir.




2- GERMİYANOĞULLARI (1300-1429)
Germiyanlı Türkmenleri önceleri Malatya civarında iken, I.Alaaddin Keykubad zamanında Kütahya havalisine göç etmişlerdir . Germiyan aşiretinin reisi Alişir Bey ve oğulları Selçukluların hizmetinde bulunmuştur. I.Yakup Bey zamanında Kütahya merkez olmak üzere Kula, Simav ve Denizli çevresinde Germiyan Beyliği kurulmuştur (1300). I.Yakup Bey zamanında Germiyanoğulları sınırlarını Ege’ye kadar genişletmiş; Bizans’ı vergiye bağlamışlardır. I .Yakup Bey’in ölümüyle Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Karesioğulları gibi yeni beylikler ortaya çıkmıştır. Germiyan Beyleri, Osmanlılarla yakın ilişkiler kurmuşlardır. Germiyan Beyi Süleyman Şah’ın kızı Devletşah Hatun, şehzade Yıldırım Bayezid ile evlenmiş; çeyiz olarak Simav, Emet ve Tavşanlı ve çevresi Osmanlılara bırakılmıştır. Ancak I.Murad’ın Kosova’da şehit düşmesi üzerine II.Yakup Bey anlaşmayı bozdu. Yıldırım Bayezid bunun üzerine kayın pederini hapsederek ülkesini topraklarına kattı (1390) . Osmanlıların Ankara Savaşı’nda yenilmesinden sonra Timur, diğer beylikler gibi, Germiyanoğulları beyliğini de tekrar canlandırmıştır(1402). II.Yakup Bey yeniden beyliğin başına geçtiyse de, yerine geçecek evlâdı olmadığından, ülkesini Osmanlılara vasiyet etti. Ölümünden sonra Germiyan Beyliği Osmanlılar tarafından ilhak edildi (1429). Batı Anadolu’nun önemli şehirlerinden olan Kütahya, sonraları Anadolu Eyaletinin merkezi yapılmıştır.


- SARUHANOĞULLARI (1300-1410)
Germiyanoğulları komutanlarından Saruhan Bey tarafından kurulmuştur. Merkezi Manisa olan beyliğin sınırları içerisinde Menemen, Foça ve Kemalpaşa (Nif) da bulunmaktaydı. Yıldırım Bayezid iç mücadelelerin sürdüğü beyliğe son verdi. Manisa Osmanlıların şehzade sancağı yapıldı (1390). Fetret devri esnasında tekrar canlanmak isteyen beyliği, Çelebi Mehmet kesin olarak ortadan kaldırdı (1410).



4-AYDINOĞULLARI (1308-1426)Germiyanoğullarının sübaşılarından (ordu komutanı) Aydın oğlu Mehmet Bey tarafından kurulmuştur. Merkezi Birgi olmak üzere Aydın, İzmir ve Manisa çevresine hâkim olmuşlardır. Mehmet Bey’den sonra başa geçen Gazi Umur Bey zamanı, beyliğin en parlak devridir. Kuvvetli bir donanma kuran Umur Bey, Ege adalarına seferler yapmış , İzmir’i ele geçirmiş idi (1328). Ancak güçlü bir Haçlı donanmasının işgal ettiği İzmir’i tekrar kuşattıysa da bu savaşta şehit düştü (1347). Umur Bey’den sonra Aydınoğulları eski gücünü yitirdi . Yıldırım Bayezid, Karamanlıların kendisine karşı kışkırttığı beyliği Osmanlı hâkimiyetine aldı(1390). Ankara Savaşı’ndan sonra İzmiroğlu Cüneyt Bey, Osmanlıların fetret devri mücadelelerine
katıldı. Nihayet II.Murat tarafından beyliğe son verildi (1426).



5- KARESİOĞULLARI (1293-1359)
Karesi Beyliği’nin kurucusu, Melik Danişment Gazi’nin soyundan gelen Kalem Bey oğlu Karesi Bey‘dir. Selçuklular tarafından Bizans ucuna yerleştirilen bu beyler, Germiyanlılarla beraber fetihlerde bulunmuşlardır. Balıkesir ve çevresininin Bizans’tan alınmasıyla beylik kurulmuştur. 1302 tarihinden itibaren ele geçirilen Bergama, Edremit, Susurluk gibi bölgenin mühim yerleşmelerine çok sayıda Türkmen yerleştirilmiştir. Karesi Bey’in oğulları Demirhan ve Yahşi Bey, beyliği Edremit ve Balıkesir olmak üzere iki kol hâlinde yönetmişlerdir. Kısa ömürlü olan beylik Orhan Bey tarafından ortadan kaldırılmıştır (1359). Hacı İl Bey, Evrenos Bey gibi beyliğin ileri gelenleri Osmanlılara katılarak büyük hizmetlerde bulunmuşlardır.




6- MENTEŞEOĞULLARI (1282-1424)
Antalya‘dan gemilerle Muğla kıyılarına çıkan Türkmenler, Menteşe Bey isimli uc beyi liderliğinde Denizli’ye kadar olan bölgeleri fethetmişlerdi. Muğla ve Aydın’ın fethiyle beylik kurulmuş oluyordu (1282). Milas, Fethiye, Denizli bölgelerinin de alınmasıyla Mesut Bey zamanında Menteşeoğulları en geniş sınırlarına ulaşmıştır (1310). Yıldırım Bayezid, ünlü Batı Anadolu seferiyle bu beyliğe de son vermiştir (1390). Ankara Savaşı ile yeniden ortaya çıkan beylik, Menteşeoğlu İlyas Bey’in ölümünden sonra Osmanlı yönetimine girdi (1424). Fatih zamanında kesin olarak beyliğe son verildi(1451). Denizcilikte ileri giden Menteşeoğulları, Güney-Batı Anadolu’nun ve sahillerin Türkleşmesinde önemli rol oynamışlardır.



7- HAMİTOĞULLARI (1280-1423)
Selçukluların batıdaki uc beylerinden Hamitoğlu İlyas Bey, beraberindeki Türkmenlerle, Antalya ve Göller Bölgesinde faaliyet göstermekteydi. İlyas Bey’in oğlu Dündar Bey , önce Uluborlu, sonra da Eğridir merkez olmak üzere dedesi Hamit Bey’in adıyla anılan beyliği kurmuştur. Daha sonra beylik Antalya ve Eğridir şubeleri olmak üzere iki kola ayrılmıştır. Eğridir kolunun başına geçen Dündar Bey, İlhanlı hâkimiyetini tanımıştır. I.Murat’ın baskısıyla, Hamit Beyi Hüseyin Bey Akşehir, Beyşehir, Seydişehir ve Yalvaç’ı Osmanlılara satmak zorunda kalmıştır (1374). Tekeoğulları adıyla da bilinen Antalya koluna ise, Yıldırım Bayezid tarafından son verilmiştir (1391). Ankara Savaşı’ndan sonra yeniden canlandırılan beylik, 1423’ de kesin olarak Osmanlıların hâkimiyetine girmiştir.



8- SAHİTBATOĞULLARI (1288-1342)
Türkiye Selçuklu veziri Sahib Ata’nın (Fahreddin Ali) iktâ’ı olan Afyonkarahisar ve çevresinde, oğulları tarafından kurulmuştur. Sahib Ata’nın ölüm tarihi beyliğin başlangıcı olarak kabul edilmektedir (1288). Nusretüddin Ahmet (İbni Sahib)’in ölümüyle, beylik, Germiyanoğulları tarafından ilhak edilmiştir (1342).



9- EŞREFOĞULLARI (1280-1326)
Selçuklu uc beylerinden olan Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından Beyşehir ve Seydişehir taraflarında kurulmuştur . İlk merkezleri Gurgurum iken daha sonra Beyşehri merkez yapılmıştır. Süleyman Bey’in yerine geçen oğlu Mehmet Bey, Akşehir ve Bolvadin taraflarını da ele geçirmiştir.İlhanlıların Anadolu valisi Timurtaş Bey, 1326 yılında beyliğe son vermiştir. Eşrefoğulları zamanında Beyşehir ve çevresi imar edilmiştir.



10- ALÂİYE BEYLER
Alaaddin Keykubad tarafından zapt edilen Alâiye(Alanya) şehrinde (1223), daha sonra küçük bir beylik kurulmuştu. Alaiye beylerinin Selçuklu hanedanından oldukları söylenir. Alaiye 1293’te Karamanoğlu Mehmet Bey’in eline geçti. Alaiye’deki Karaman beyleri Memlûklerin hâkimiyetini tanımıştı. Nihayet şehir 1427’de Memlûklere satıldı. Alaiye Beyleri kendileri ve Memlûkler adına para bastırdılar. Bu paralardan, ilk Alaiye Beyi’nin Savcı olduğu anlaşılmaktadır. Gedik Ahmet Paşa Alaiye’yi ele geçirerek, şehri Osmanlı idaresine katmıştır (1462).Tersane ve limanı ile Alaiye bir ticaret merkeziydi. Bu sebeple Alaiye Beyleri ve şehir halkı oldukça zengin idiler.



11- CANİK BEYLİKLER
Samsun, Giresun, Ordu, Niksar‘ı içine alan Orta Karadeniz bölgesine Canik adı verilmiştir. Canik bölgesi daha çok Oğuzların Çepni boyu tarafından iskân edilmişti. Türkiye Selçuklularının dağılma devrinde, ayrı ayrı ailelerden gelen beyler Canik Beylikleri adıyla bölgede hâkimiyet kurmuşlardır. Bayramoğulları, Kubadoğulları, Taşanoğulları, Taceddinoğulları bunlardan en önemlileridir. Kadı Burhaneddin Ahmet ve Yıldırım Bayezid arasındaki mücadeleye sahne olan bu bölge II.Murad devrinde kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine girmiştir (1427).


12- TACEDDİNOĞULLARI (1378-1428)
Nüfuzlu bir bey olduğu bilinen Emir Taceddin beyliğin kurucusudur. Beyliğin merkezi Niksar olup , Bafra ve Ordu’ya kadar sınırlar uzanmaktaydı . Emir Taceddin, ölümüne kadar bölgenin en güçlü devletini kuran Kadı Burhaneddin ile mücadele etmiştir (1387). Kadı Burhaneddin Niksar‘ı ele geçirdiğinde Taceddin’in oğullarını yerinde bırakmıştır. Ancak Taceddinoğulları daha çok Osmanlılardın yanında yer aldılar. Taceddinoğulları’nın son beyi Mahmut, ülkeyi Osmanlılara bırakmak zorunda kalmış, böylece beylik tarihe karışmıştır (1428 ).



13- CANDAROĞULLARI (1292-1461)
Selçuklu Beylerinden Şemseddin Yaman Candar, beyliğin kurucusudur. Bir hizmetine karşılık İlhanlılar, Kastamonu ve çevresini kendisine vermiş; böylece beyliğin temelleri atılmıştır. Daha sonra Sinop‘un da alınmasıyla beylik iki kola ayrılmıştır. Sinop kolunda İsfendiyar Bey bulunuyordu. Osmanlılar bu sebeple beyliğe İsfendiyar Beyliği de demişlerdir. Ankara Savaşı’ndan sonra Çankırı, Samsun ve Bafra beyliğe dahil edilmiştir. Fatih, Trabzon seferi esnasında bu beyliğe son vermiştir ( 1461). Ayrıca Sinop ve Çevresinde Pervaneoğulları, Kastamonu civarında Çobanoğulları ve Ankara‘da Ahiler kısa süreli hâkimiyetler kurmuşlardır
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

İLHANLI HÂKiMiYETİNİN ARDINDAN KURULAN TÜRK DEVLETLERİ



ERETNA VE KADI BURHANEDDİN DEVLETLERİ (1344-1398)
Devletin kurucusu Eretna, aslen bir Uygur Türk’ü idi. İlhanlıların Anadolu Valisi Timurtaş, babasının İlhanlılara isyanı üzerine Mısır’a kaçmış, yerine Eretna’yı vekil bırakmıştı. Timurtaş’tan sonra Anadolu valiliğine getirilen Şeyh Hasan Celâyirî de, taht mücadelesine katıldığından Eretna Bey’i görevinde bırakmıştı. İlhanlıların içinde bulunduğu durumdan faydalanan Eretna Bey, Anadolu’nun orta kesimlerinde hâkimiyetini kuvvetlendirdi. Bağımsızlığını ilân etti( 1344). Devletin merkezi önce Sivas, sonra ise Kayseri olmuştur. Eretna Devleti’nde önce kadılık, ardından vezirlik yapan Kadı Burhaneddin Ahmet, devletin içinde bulunduğu güç durumdan faydalanarak Sivas‘ta tahta çıktı(1381). Kendisi Oğuzların Salur boyundandır. Kısa zamanda Niğde, Erzincan ve Canik (Orta Karadeniz) bölgelerini hâkimiyetine aldı. Böylece Eretna Devleti’nden daha güçlü bir devlet kurmuş oluyordu. Kadı Burhaneddin Osmanlılar’a karşı çetin bir mücadele vermiş idi. Ancak ölümünden sonra devlet dağıldı ve hâkim olduğu bölgeler Osmanlılar tarafından ele geçirildi (1398).



2- DULKADİROĞULLARI (1337-1521)
Dulkadiroğulları, Maraş ve Elbistan civarında ortaya çıkmış bir Türkmen beyliğidir. Oğuzların Bozok kolu ve Ağaçeri Türkmenlerini etrafında toplayan Dulkadiroğlu Zeyneddin Karaca Bey, Memlûklu sultanının himayesinde, Eretna Devleti’nin elinden Elbistan’ı alarak beyliği kurmuştur(1337). Yerine geçen oğlu Halil Bey zamanında Maraş, Malatya, Harput tarafları ele geçirilerek sınırlar genişletilmiştir. Dulkadiroğulları Osmanlılar ile Memlûkler arasında bir tampon görevi görmekteydi. Varlığını sürdürmek için kâh Osmanlı, kâh Memlûk hâkimiyetini kabul etmişlerdi. XVI. yüzyılın başlarında başa geçen
Alaüddevle Bozkurt, Akkoyunluların elinden Diyarbakır’ı aldı, fakat Şah İsmail karşısında ağır bir yenilgiye uğradı (1507). Dostluğunu kaybettiği Osmanlılar karşısında da yenilgiye uğraması üzerine Dulkadirli toprakları Osmanlıların eline geçti (1515). Yerine geçen Ali Bey, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nde ve Canberdî isyanında, Osmanlılara mühim hizmetlerde bulunmuştu. Fakat Osmanlı veziri Ferhat Paşa onu kıskandığından, Yavuz’u kışkırttı. Ali Bey hile ile yakalanarak katledildi (1521). Böylece Dulkadir Beyliği ortadan kaldırılmış oldu (1521).




3- RAMAZANOĞULLARI (1378-1608)
Ramazanoğulları, Adana merkez olmak üzere Çukurova bölgesinde kurulmuştur. Beyliğe adını veren Ramazan Bey, Oğuzların Üçok koluna bağlı Yüreğir boyundandır. Memlûk Sultanı Baybars tarafından Gazze-Antakya arasına yerleştirilen Türkmenler, daha sonra Adana ve Payas bölgesini Ermenilerden almışlardı. 1378 tarihinde Memlûklerin gönderdiği vali, Dulkadiroğlu Halil Bey tarafından öldürüldü. Bu olayla birlikte Ramazanoğulları Beyliği kurulmuş oldu. Ancak Memlûklerin gücünden çekindikleri için daha çok onların hâkimiyetini tanıdılar. Memlûklerin ve Dulkadirliler gibi iki önemli güç arasında kalan Ramazanoğulları, Yavuz Selim‘den itibaren Osmanlıların yanında yer almışlardır. 1608’de son Ramazanoğlu Beyi Pir Mansur, görevden alınarak toprakları Osmanlı beylerbeyiliğine çevrilmiştir.

4- KARAKOYUNLU DEVLETİ
İlhanlı Hükümdarı Argun Han zamanında, Türkistandan çıkıp, Fırat ve Dicle vadilerine yerleşen Yıva, Döğer, Avşar gibi Oğuz boylarından müteşekkil Karakoyunlular (Baranlılar), İlhanlı Devleti’nin parçalanmasıyla beraber müstakil olmuşlardı. Bu dönemde başlarında bulunan Bayram Hoca’nın ölümünden sonra (1380), yerine geçen Kara Mehmet Bey, 1388’de Tebriz’i ele geçirip, burayı başkent yapmıştır. Oğlu Kara Yusuf dönemi (1389-1420) devletin en parlak devri olmuştur. Timur tehlikesini bertaraf ederek tekrar gücünü artıran Kara Yusuf, Artukluların Mardin koluna son vermiş, Diyarbakır’dan başka bütün Azerbaycan’ı hâkimiyetine almış ve bir müddet ittifak kurduğu Ahmet Celayir’i yenerek Bağdat’a hâkim olmuştur(1415). Kara Yusuf’un ölümüyle ortaya çıkan taht mücadeleleri bir sarsıntıya sebep olmuş ve geçici de olsa birlik Cihanşah döneminde (1436-1467) sağlanmıştır. Fakat Cihanşah’ın iki kez Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’a yenilmesi ve ölmesi Karakoyunluların sonu olmuştur. Nitekim Uzun Hasan 1469’da Karakoyunlu Devleti’ni tamamen ortadan kaldıracaktır.




5- AKKOYUNLU DEVLETİ
Akkoyunlu Devleti’ni kuran hanedan Oğuzların Bayındır koluna mensuptur. Tıpkı Karakoyunlular gibi İlhanlı hâkimiyetinin sarsılmasıyla, güçlenen Akkoyunlular, Bayındır, Döğer, Bayat, Çepni gibi Oğuz boyuna mensup kitleleri ve İnallu, Hacılu, Bayramlu ve Musullu gibi konar göçer cemaatleri etrafında toplayarak fetihlerde bulunmuşlardır. Henüz XIV. yüzyıl ortalarında Tur Ali Bey, Trabzon Rum devleti üzerinde baskı kurmuştu. Kara Yülüg Osman Bey’in kadı Burhaneddin Ahmeti ortadan kaldırması ve Sivas’ı ele geçirmesiyle (1398) Akkoyunlular tamamen müstakil hâle geldiler. XV. yüzyıl başlarında devlet, Timurun da yanında yer alarak gücünü artırdı ve Diyarbakır merkez olmak üzere, bütün güney ve doğu Anadolu, Akkoyunlu hâkimiyetine girdi. Uzun Hasan dönemi (1453-1478) Akkoyunluların en parlak dönemi olmuştur. Karakoyunluları ve Hasankeyf’teki Eyyubi hâkimiyetini yıkan Uzun Hasan, Azerbaycanın ele geçmesi üzerine başkenti Tebriz’e nakletmiş ve sınırlarını doğuda Hazara kadar genişletmiştir. Fakat Osmanlılara karşı Otlukbeli’nde uğradığı ağır yenilgi (1473), Uzun Hasan’ın bütün Türk dünyasının lideri olma hayalini sona erdirdiği gibi, devletinin de zayıflamasına yol açmış; ölümünden sonra çıkan taht kavgaları sonucunda devlet ikiye bölünmüştür. Neticede bundan faydalanan Şah İsmail, Tebriz’i ele geçirerek Akkoyunlu Devleti’ne son verip, Safavi Devletini kurmuştur (1502).
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

KURULUŞ DEVRİ



a- Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu:
Osman Bey, Oğuz aşiretlerinin ittifakıyla başa geçtikten sonra, siyasî ve dinî bakımdan Anadolu'nun en itibarlı ve nüfuzlu tarikatlerinden Ahilerin mühim bir şahsiyeti olan Şeyh Edebali'nin kızı ile evlenerek, gücünü artırmış idi. Bundan sonra Osman Gazi, Bizans'a karşı genişleme politikasını uygulayarak, İnegöl, Karacahisar ve Yarhisar'ı ele geçirdi ve bölgenin mühim merkezlerinden olan Bilecik'i alarak, burayı beyliğin merkezi yaptı (1299). Bu tarih devletin kuruluş tarihi olarak kabul edilir. Selçuklu Sultanı III. Alaaddin Keykubad'ın İlhanlı Hükümdarı Gazan Han'ın kuvvetleri tarafından tutulup, İran'a götürülmesi üzerine Selçuklu ümerasından bazıları ve bölgedeki Türkmen beyleri Osman Bey'e teveccüh göstermiş; Oğuz an'anesine göre onun hâkimiyetini tanımayı kabul etmişlerdir. Nitekim Oğuz beyleri Oğuz Han
töresine göre tertip edilen bir törende Osman Bey'in önünde diz çökerek, onun verdiği kımızı içmek suretiyle tâbiyetlerini sunmuşlardır. Ancak henüz küçük bir beylik durumundaki Osmanoğullarının, şeklen de olsa bu dönemde, İlhanlı hâkimiyetini tanıdıkları bilinmektedir. Osman Gazi, beyliğini ilân ettikten sonra idaresi altındaki bölgeleri beş kısma ayırarak buraları güvendiği ve savaşlarda yararlık gösteren kimselere tevcih etti. Oğlu Orhan'a Sultanönü, büyük kardeşi Gündüz Bey'e Eskişehir'i, Aykut Alp'e İn-önü'yü, Hasan Alp'e Yarhisar'ı ve Turgut Alp'e de İnegöl'ü verdi. Diğer oğlu Alaaddin'e ise şeyh Edebali'nin emin ve nazırlığında, ailenin geçimi için, Bilecik ve havalisinin gelirleri tahsis edildi.1302'de Bursa tekfurunun liderliğinde birleşen Rum tekfurlarının Koyunhisar (Bafeon) savaşında ağır bir mağlûbiyet tatmaları, Osman Bey'in Bursa ve Kocaeli taraflarına akınlar yapmasını oldukça kolaylaştırmıştı. Bir taraftan Bursa öte taraftan İznik Türk kuşatması altında tutuluyordu. Ancak yaşlılık sebebiyle Osman Bey, fetihler için oğlu Orhan'ı görevlendirmişti. Nitekim 1324 yılında Osman Bey vefat etti ve oğlu Orhan Bey Osmanlı tahtına çıktı.

Orhan Bey, 1326 yılında Bursa'yı, uzun süren kuşatmanın ardından, ele geçirince babasının vasiyetini yerine getirerek, Osman Gazi'nin naaşını Bursa'ya nakletti ve burayı devletin yeni merkezi yaptı. Orhan Bey'in komutanlarından Akçakoca ve Karamürsel ise İstanbul kıyılarına kadar akınlarda bulunuyorlardı. Bu fetih ve akınlardan telâşlanan Bizans İmparatoru Andranikos büyük bir ordunun başında Osmanlılara karşı harekete geçtiyse de Maltepe (Palekanon) Savaşı'nda ağır bir yenilgi aldı (1329). Bu zafer, İznik ve İzmit'in ele geçirilmesini kolaylaştırmıştır.


b- Rumeliye Geçiş;
Karasi Beyliğinde başlayan taht mücadelelerinden istifade eden Orhan Bey, Balıkesir ve civarını topraklarına katarak, ileride gerçekleşecek olan Rumeli fetihleri için mühim bir mevkiye sahip olmuştur. Nitekim Karasi Beyliğinin deniz gücü ve Hacı İl Bey, Evrenos Bey gibi değerli komutanlar artık Osmanlıların emrine girmişlerdir. Bizans içindeki taht kavgaları ve Bulgar-Sırp saldırıları karşısında, gittikçe güçlenen Osmaoğullarından yardım isteyen Kantakuzen'in talebi üzerine Orhan Bey'in oğlu Süleyman, bir orduyla Rumeli'ye geçti (1345). Edirne'yi kuşatan Bulgar-Sırp kuvvetlerini bozan Süleyman Paşa bu zaferin karşılığında Gelibolu'daki Çimpe Kalesi'ni Bizans'tan aldı. Böylece Osmanlılar ilk kez Rumeli yakasında bir üs elde etmiş oluyordu (1356). Süleyman paşa Gelibolu'nun ardından Tekirdağ'a kadar olan bölgeleri de ele geçirerek buralara Anadolu'dan getirilen Türkmenleri yerleştirdi.

Böylece Rumeli'de de Türkleşme hareketi başlamıştır. Süleyman Paşa'nın ölümünden sonra Rumeli'deki fetihler için kardeşi Murat Bey görevlendirildi (1359). Ancak 1362'de babası Orhan Bey'in de ölümü üzerine Murat Bey, Bursa'ya döndü ve Osmanlıların 3. hükümdarı olarak tahta çıktı (1362).

c- Rumeli ve Balkanlarda Fetihler;
I.Murat (Hüdavendigar) önce tahtta hak iddia eden kardeşlerini bertaraf etmekle işe başladı ve bu arada elden çıkan Ankara'yı yeniden aldı. Anadolu'da birliğin sağlanmasının ardından Murat Hüdavendigar, inkitaya uğrayan Rumeli ve Balkanların fethine yöneldi. Bu sırada Balkanlar karşıklık içindeydi. Bir taraftan Sırp Hükümdarı Düşan'ın ölümü ile Sırplar arasında iç mücadeleler şiddetlenmiş, öte yandan Macar Kralı Layoş, Balkanlarda Ortadokslara olan baskıları artırmıştı. Evrenos ve Hacı İl Bey komutasındaki kuvvetler bu durumdan da yararlanarak Keşan'dan Dimetoka'ya kadar olan yerleri fazla bir mukavemet görmeden ele geçirmişlerdi. Sazlıdere Zaferi ile Edirne ve Filibe, Lala Şahin Paşa tarafından fethedildi (1363/4). Bu savaşlarda Bulgarların yanında yer alan Bizans barış yapmak zorunda kaldı. Türk ilerleyişini durdurmak isteyen Macar, Bulgar,Sırp ve Ulahlardan müteşekkil bir Haçlı ordusu Macar Kralı Layoş'un liderliğinde Edirne üzerine yürüdü. Ancak Meriç sahilindeki Sırp Sındığı denilen mevkiide, kalabalık Haçlı ordusunu hazırlıksız yakalayan 10 bin kişilik kuvvetiyle Hacı İl Bey, büyük bir bozguna uğrattı (1364). Sırp Sındığı zaferiyle Osmanlılar, Balkanlardaki fetihlerine hız verdiler ve bunu kolaylaştıracağı için Osmanlı başkenti Bursa'dan Edirne'ye nakledildi. Fetihler karşısında çaresiz kalan Bulgarlar Türk himayesini kabul etmek zorunda kaldılar (1369). Çirmen Zaferi ile (1372) Batı Trakya ve Makedonya'nın bir kısmı Osmanlı hâkimiyetine girdi ve Selanik ile Köstendil'in de ele geçirilmesinin ardından Sırp Kralı Lazar, vergi verip, gerektiğinde asker göndermek şartıyla Osmanlılarla barış anlaşması imzaladı(1374).

Yaklaşık on yıl süren mücadelede, Rumeli ve Balkanlarda fethedilen bölgelere Anadolu'dan mütemadiyen Türk nüfus kaydırılarak bölgede demografik dengeler Osmanlılar lehine değiştirilmeye başlanmıştı. Bu tarihten sonra bir müddet Balkanlardaki fetihlere ara verilmiş ve Anadolu'da Türk birliğini sağlamlaştırmaya yönelik düzenlemelere geçilmiştir. Bu maksatla I. Murat, oğlu Bâyezid'i Germiyan beyinin kızı ile evlendirmiş; Tavşanlı, Emet ve Simav gelinin çeyizi olarak Osmanlılara verilmiştir. Aynı şekilde Akşehir, Yalvaç, Beyşehri gibi bazı şehir ve kasabalar Hamidoğulları'ndan para karşılığı satın alınmış, Candaroğullar da Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Artık Osmanlıların karşısında tek bir güç kalmıştı; Karamanoğulları.

Alaaddin Ali Bey, Osmanlıların yeniden Balkanlara yönelmesini de fırsat bilerek, harekete geçmiş ancak I. Murat Konya önlerinde Karamanoğullarını yendiğinde Karaman beyi af dilemek zorunda kalmıştır(1387) Murat Hüdavendigar'ın yeniden Rumeli'ye yönelmesiyle birlikte Niş ve Sofya da dahil olmak üzere bütün Bulgaristan fethedildi.(1385/88). Timurtaş Paşa'nın Sırp kuvvetleri tarafından baskına uğratılıp, yenilmesi üzerine cesaretlenen Bulgar, Leh, Çek ve Macar kralları da Sırpların yanında yer aldılar. Fakat Çandarlı Ali Paşa, Bulgar Kralı Şişman'ı esir alarak Bulgarları bu ittifakın dışına attı. Buna rağmen Haçlı ordusu ilerleyişini sürdürünce, I. Murat ordusunun başına geçerek düşmanı Kosova'da karşıladı. I.Murat'ın oğulları Bâyezid ve Yakup'un da yer aldığı Osmanlı birlikleri büyük bir zafer kAzandı. Sırp Kralı Lazar ve oğlu esir edilmiş, düşman kuvvetlerinin büyük bir kısmı imha olmuştu. (20 haziran 1389). Fakat I.Murat savaş meydanını gezerken bir Sırp tarafından hançerlenerek şehit düştü. Bunun üzerine Sırp kralı da Osmanlı askerleri tarafından öldürüldü. Osmanlılar için Balkanlarda tutunabilmek yolunda ölüm kalım savaşı olarak görülen I.Kosova Zaferi Sırplar tarafından asla unutulmamıştır. Günümüzde dahi masum Müslüman halka yönelik vahşetin arkasında bu mağlûbiyetin ezikliği ve intikam hissi yatmaktadır.

d- Anadolu'da Türk Birliği'nin Sağlanması;
I. Murat'ın şehit edilmesinin ardından oğlu Bâyezid, devlet adamlarının ittifakıyla hükümdar ilân edildi. Babasının ölümünü fırsat bilen Anadolu'daki beyliklerin Osmanlılar'a bıraktığı toprakları yeniden ele geçirmek maksadıyla harekete geçtiklerini haber alan Bâyezid, süratle Anadolu'ya döndü. 1390 yılında Germiyan, Aydın, Menteşe ve Saruhan beylikleri ortadan kaldırıldı. Ertesi yıl Hamidoğulları Beyliği toprakları ele geçirildi ve bu beyliklerin yer aldığı topraklarda Anadolu beylerbeyliği adıyla idarî bir ünite oluşturuldu. Ardından Osmanlıların en önemli rakip olarak gördüğü Karaman Beyliğine yönelen Yıldırım Bâyezid, Konya'yı kuşattı. Alaaddin Ali Bey'in barış talebi, Beyşehir ve çevresinin Osmanlılara bırakılmasıyla kabul edildi.(1391). Fakat Yıldırım Bâyezid'in Mora ile ilgilenmesini fırsat bilerek
Ankara Sancak Beyi Sarı Timurtaş Paşa'yı esir alması üzerine, Yıldırım Bâyezid, Alaaddin Bey'e kesin bir darbe vurmaya karar verdi. Anadolu'ya geçen Yıldırım, üç gün süren savaşın ardından ele geçirilen Alaaddin Bey'i ortadan kaldırdı ve toprakları Osmanlılara ülkesine dahil edildi(1397).

Karamanoğlu tehlikesinin bertaraf edilmesiyle, Anadolu'da Osmanlılara direnebilecek en güçlü devlet olarak Kadı Burhaneddin devleti kalmış idi. Daha 1392 yılında, Kadı Burhaneddin'in müttefiki durumundaki Candaroğlu Süleyman anî bir baskınla öldürülüp beyliğin Kastamonu şubesi ortadan kaldırılmıştı (1392). Ardından, ertesi yıl Amasya ve Merzifon civarı Osmanlı hâkimiyetine alınmıştı. Kadı Burhaneddin'in 1398'de Kara Yülük tarafından öldürülmesi üzerine, ona bağlı Sivas, Tokat, Kayseri, Malatya gibi şehirler birer birer ele geçirildi. Böylece Fırat'ın batısında kalan Anadolu toprakları Osmanlı sancağı altında birleştirilmiş oluyordu. Yıldırım Bâyezid'in İstanbul Kuşatması ve Balkanlardaki Fetihleri. Yıldırım Bâyezid'in Karaman seferine anlaşma gereği katılan Bizans İmparatoru V.Yuannis'in oğlu Manuel'in, babasının ölümü üzerine anlaşmayı çiğneyerek İstanbul'a kaçması sebebiyle Yıldırım, İstanbul'u kuşatmaya karar verdi. 1391'de başlayan ilk muhasara 1396 yılına kadar sürdürüldü. Bu maksatla İstanbul Boğazı'nda Anadolu Hisarı inşa edildi. Şehre dış yardımların gelmesini önlemeyi ve iaşe zorluğu altında savunmayı kırmayı hedefleyen bu muhasara Timur'un Anadolu'ya ulaşmasına kadar fasılalarla devam ettirilmiştir. Bu kuşatma sürerken bir yandan da Yıldırım, Bulgaristan, Arnavutluk ve Bosna taraflarında fetih hareketlerine devam etmekteydi. Kuşatma altındaki Bizans'ın da talebi ile Türklere karşı yeni bir Haçlı ittifakı oluşturan Macar Kralı Sigismund, İngiltere dahil bütün Avrupa devletlerinden topladığı 120 bin kişilik bir orduyla harekete geçti. Yıldırım Bâyezid düşmanı şaşırtan bir hızla Niğbolu Ovası'nda düşmanı karşıladı. 50-60 bin kişilik Osmanlı ordusu, sayıca çok üstün olan Haçlı ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. Savaş meydanından kurtulabilenler, kaçarken Tuna'da boğuldular.(1396) Haçlılardan geriye sadece muazzam bir ganimet kalmıştı. Bu ganimetle, Edirne ve Bursa'da pek çok cami, medrese ve imaret inşa edilmiştir. Zaferin ardından, Eflâk, Bosna, Macaristan ve Mora üzerine seferler düzenlendi. İtibarı bu zaferle bir kat daha artan Yıldırım, Niğbolu dönüşünde Anadolu birliğini kurmaya yönelik nihaî adımları atmaya başlayacaktır.
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

e- Ankara Savaşı ve Fetret Devri:
Yıldırım Bâyezid, Fırat boylarına kadar topraklarını genişlettiği sırada, Timur da İran, Azerbaycan ve Irak'ı ele geçirmişti. Bazı Anadolu beyleri Timur'a sığınırken, ülkeleri istilâ edilen Celayirli Ahmet ve Karakoyunlu Kara Yusuf da Yıldırım Bâyezid'in yanına kaçmıştı. Böylece her iki devlet biribirine sınır komşusu olmuş, ancak bu durum iki hükümdarın da Türk dünyasının liderliğine oynamaları sebebiyle olumsuz neticeler doğurmuştur. Timur, Osmanlılara sığınan Celayirli Ahmet ve Kara Yusuf'un iade edilmemesini bahane edip Sivas'ı kuşatmış ve kendisine teslim edilmesine rağmen şehiri tahrip etmişti(1400). Bu olaydan sonra da her iki hükümdar arasında mektuplaşmalar devam etti. Fakat Timur'un, Anadolu beyliklerine topraklarının geri verilmesi ve bazı şehirlerin kendine bırakılması gibi talepleri Yıldırım tarafından reddedildi. Dolayısıyla iki fatih için savaş artık kaçınılmaz hâle gelmişti. 160 binlik Timur'un ordusunu, 70 bin kişiyle Çubuk Ovası'nda karşılayan Yıldırım Bâyezid, savaşın başlarında üstünlüğü ele geçirdi. Ancak Timur'un safında eski beylerini gören bazı askerlerin saf değiştirmesi ve Kara Tatarların Osmanlı ordusunun arkasını çevirmesi savaşın talihini değiştirdi. Bir avuç askerle direnmeye çalışan Yıldırım Bâyezid sonunda esir edildi (26 Temmuz 1402). Ankara Savaşı'nı kazanan Timur, Anadolu beyliklerini tekrar ihya etti ve böylece Anadolu Türk birliği parçalandı. Balkanlardaki Türk ilerleyişi durduğu gibi bir kısım topraklar da elden çıktı. Yıldırım'ın oğulları arasındaki taht mücadeleleri Osmanlı devletinin "Fetret Devri" boyunca 12 yıl müddetle devam etti. Şayet bu savaş gerçekleşmemiş olsaydı, hiçbir direnme gücü kalmayan İstanbul büyük bir ihtimalle Yıldırım Bâyezid zamanında Türklerin eline geçecekti. Dolayısıyla Ankara Savaşı Osmanlıları en az 50 yıl geriye götürmüştür.Esir düşen Yıldırım Bâyezid, yedi ay boyunca Timur'un yanında şehir şehir dolaştırıldıktan sonra üzüntüsünden ecele yenik düştü. Osmanlı şehzadeleri tahtın sahibi olabilmek için kıyasıya birbirleriyle mücadele etmeye başladılar. Bu mücadele Çelebi Mehmet'in tek başına devlet idaresine hâkim oluşuna kadar devam etti (1413).

Çelebi Mehmet kardeşleri Süleyman, İsa ve Musa Çelebi'yi bertaraf ettikten sonra Anadolu Türk birliğini yeniden tesis etmek için çaba sarf etti. Güçlenen Karamaoğullarının nüfuzunu kırdı, Karamanoğlu Mehmet Bey'in eline geçen Osmanlı topraklarını geri aldı. Candaroğulları beyliğinden Çankırı'yı ve ardından Canik (Samsun) bölgesini yeniden Osmanlı ülkesine kattı. Fakat Şehzade Mustafa ve Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin'in isyanları ülkeyi karıştırmaktaydı.(1419) Şehzade Murat Rumeli ve Manisa'da ortaya çıkan bu isyanı bastırdı, Şeyh Bedreddin ve adamları yakalanarak idam edildi. Timur'un beraberinde götürdüğü Mustafa Çelebi de Anadolu'ya döndüğünde tahtta hak iddia etmişti. Şehzade Mustafa'nın Selânik'te başlattığı isyan bastırıldı. Asi şehzade Bizans'a sığınmak zorunda kaldı. Çelebi Mehmet öldüğü zaman Osmanlı ülkesinde sükûnet büyük oranda tesis edilmeye başlanmıştı (1421). Babasının en büyük yardımcısı olan şehzade Murat tahta çıktığı zaman Bizans tarafından karşısına çıkarılan amcası Mustafa Çelebi'nin isyanını bir kez daha bastırdı ve Bizans'ı cezalandırmak için İstanbul'u kuşattı(1422). Bu defa küçük kardeşi Şehzade Mustafa'nın isyan haberini alan II.Murat, kuşatmayı kaldırarak kardeşini cezalandırmak zorunda kaldı.

İsyancıların yanında yer alan Anadolu beyliklerine karşı harekete geçen II.Murat, Candaroğlu İsfendiyar Bey'i itaat altına aldı. İzmir Beyi Cüneyd'i ortadan kaldırıp, İzmir, Aydın ve Menteşe civarını ele geçirdi. Germiyanoğlu Yakub Bey'in çocuğu olmadığından, topraklarını Osmanlılara bırakmayı vasiyet etmişti. Onun ölümüyle Germiyan ili de Osmanlılara katılmış oldu(1428). Balkanlarda da durum Osmanlılar lehine düzelmeye başladı. Nitekim Fetret devri sırasında elden çıkan topraklar geri alındığı gibi, 1440'a kadar Belgrat hariç bütün Sırp toprakları Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Fakat Erdel ve Eflâk'ta üst üste gelen bazı küçük bozgunlar Avrupa'da büyük bir sevinçle karşılanarak, Osmanlılara karşı yeni bir Haçlı seferinin tertip edilmesine cesaret vermişti. II. Murat, Balkanlardaki Osmanlı varlığını tehlikeye atmamak için Macarlarla Segedin Antlaşmasını imzaladı (1444) ve bu anlaşmadan sonra tahttan feragat etti. Küçük yaştaki oğlu II. Mehmet'in hükümdar olmasını fırsat bilen Macarlar anlaşmayı bozdu ve yeni bir Haçlı ittifakı oluşturuldu. II. Murat yeniden ordunun başına geçerek düşmanı Varna Savaşı'nda karşıladı. Macar kralı öldürüldü. Haçlıların lideri durumundaki Jan Hünyad güçlükle kaçabildi(1444). Çandarlı Halil Paşa'nın ısrarıyla ikinci kez tahta çıkan II. Murat, Mora ve Arnavutluk'a sefer düzenledi. Varna'nın intikamını almak isteyen Jan Hünyad yeniden harekete geçti. Fakat II. Kosova Muharebesi'nde bir kez daha Sırplar büyük bir yenilgiye uğratıldı (1448). Varna ve Kosova savaşlarıyla Osmanlılar Balkanlardaki durumunu iyice güçlendirmiş, Bizans'ın batıdan yardım alma umutları ise tamamen ortadan kaldırılmıştır. II. Murat 48 yaşında ölünce II. Mehmet yeniden Osmanlı tahtının sahibi olmuş (1451) ve Osmanlı Devleti artık bu dönemde tam bir cihan devleti hâline gelmiştir.





FATİH VE CİHAN DEVLETİ’NİN DOĞUŞU
İSTANBUL’UN FETHİ
‘II. Mehmet, babasının ölümü üzerine ikinci kez Osmanlı tahtına oturduğunda, devletin ortasında bir şer adacığı hâlinde kalmış köhne Bizans'ı ortadan kaldırmayı öncelikle hedef olarak belirlemişti. Böylelikle Osmanlı devleti tam bir cihan devleti haline gelebilecekti. Hedefini gerçekleştirmek için ilkin Sırbistan ve Eflâk ile anlaşma imzalayan Fatih, Karamanoğlu tehlikesini de geçici de olsa bertaraf etti. Bizans'a ulaşabilecek muhtemel yardımı önlemek için Boğaz'ın Avrupa yakasına Rumeli Hisar'ını yaptırarak kuşatma hazırlıklarını tamamladı. Nihayet kuşatılan İstanbul'a karşı 6 Nisan 1453'te kara ve denizden saldırı başlatıldı. II. Mehmet, Edirne'de döktürdüğü çağının en güçlü toplarıyla İstanbul surlarını karadan sarsarken 18 Nisan'da donanma bütün İstanbul adalarını ele geçiriyordu.

Fakat, Haliç'in zincirle kapatılması sebebiyle kara ve deniz birlikleri müşterek bir harekâta geçemiyor ve bu durum da kuşatmanın başarısına gölge düşürüyordu. Nihayet 22 Nisan'da Osmanlı donanmasının karadan Haliç'e indirilmesi gibi müthiş bir plânın gerçekleştirilmesi, kuşatmanın seyrini değiştirmeye başlamıştı. ....en parçalık donanmayı bir anda karşılarında gören Bizans'ın direnme gücü artık kırılmıştı. 29 Mayıs 1453'teki nihaî harekâtla İstanbul fethedildiğinde, II. Mehmet, Peygamberimizin müjdesine mazhar oluyor ve "feth-i mübin" ile "Fatih"lik şerefini elde ediyordu.Bizans'ın ortadan kaldırılması hem Türk tarihi hem de dünya tarihi açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu fetihle Osmanlı Devleti, artık tam bir cihan devleti hâline gelmiş, İslâm dünyası ve Avrupa içinde büyük bir prestij ve güç kazanmıştır. Avrupa için bu fetih çağ açıp, çağ kapayan bir fetihtir. Katolik Avrupa'nın, Ortadoks dünyasıyla bütünleşme çabaları, İstanbul'un fethiyle önlenmiş, aksine Balkanları da tamamen ele geçirmek suretiyle Fatih, kısa zamanda Ortadoksları himayesi altına almıştır. Nitekim Papa V.Nikola'nın Türklere karşı harekete geçilmesi fikri pek taraftar bulamamış, aksine, Ege adalarındaki halk, Balkanlardaki bazı despotluklar ve prensler Fatih'i İstanbul'un fethinden dolayı kutlayan mektuplar yazmışlardır. Papa'nın isteğine sadece Almanya, Napoli ve Venedik olumlu cevap vermiş fakat onlar da kendilerinden ziyade Sırp, Macar ve Arnavutları kışkırtarak sonuç almaya çalışmışlardır.

FATİH’İN BATI POLİTİKALARI



a- Sırbistan Seferleri;
İstanbul'un fethinden sonra Osmanlılara bağlılığını bildiren ve ele geçirdiği bazı kaleleri geri veren Sırplar Macarlar ile iş birliği yaparak yeniden düşmanlıklarını göstermeye başlamışlardı. Bunun üzerine 1454-1457 arasında üç kez peşpeşe Sırbistan'a sefer düzenlendi. Belgrat dışındaki bütün Sırp toprakları ele geçirildi. Sırp Kralı Bronkoviç'in ölümüyle başlayan taht mücadelelerinden faydalanan Osmanlılar, Sırpları vergiye bağladılar. Taht kavgalarının yeniden alevlenmesi üzerine, Mora seferinde bulunan Fatih, Sırp meselesine son verilmesini emretti. Mahmut Paşa, 1459'da başkentleri Semendire'yi ele geçirilerek Semendire Sancakbeyliğini oluşturdu. Böylece Sırbistan'da 350 yıl sürecek Osmanlı hâkimiyeti başlamış oluyordu.

b- Arnavutluk Seferleri;
Papalık ve Napoli krallığının desteği ve kışkırtmasıyla harekete geçen Arnavutluk hâkimi İskender Bey, vurkaç taktiği ile Osmanlı kuvvetlerine baskınlar düzenlemekteydi. Bunun üzerine Fatih, bizzat sefere çıkmaya karar verdi. 1465 yılında gerçekleşen I.seferde, İlbasan Kalesi'ni yaptırıp, içine asker yerleştiren Fatih, Balaban Paşa'yı bölge için görevlendirerek, geri döndü. Ancak, Papa ve diğer devletlerden aldığı kuvvetlerle Türklere saldıran İskender Bey, Balaban Paşa'yı şehit etti ve İlbasan kalesi'ni kuşattı. Bunun üzerine Fatih II. Arnavutluk Seferi'ne çıktı (1467). Ele geçirilen topraklarda yeni garnizonlar oluşturuldu. Bu sırada İskender Bey ölmüş ve yerine oğlu Jean geçmişti. Arnavutlukta başlayan kargaşa sebebiyle Fatih 3. kez Arnavutluk seferini başlattı. Arnavutların elinde kalmış olan Kroya ve İşkodra kuşatıldı. Nihayet 1479'da Arnavutluk da bir Osmanlı vilayeti haline gelmiş oluyordu.

c- Mora Seferleri;
İstanbul'un fethinden sonra Bizans İmparatoru XII. Konstantin'in oğulları, rakipleri Kantakuzen ailesine karşı Mora'da, Osmanlıların yardımını istemişlerdi. Turahanoğlu Ömer Bey, akıncıları ile duruma müdahale etti ve muhalifler bertaraf edildi. Fakat bu sefer iki kardeş arasında mücadele başlamıştı. Bölge ülkelerinin Mora'yı istilâ niyetlerini bilen Fatih 1458'de harekete geçti. Korent'i ele geçiren Fatih, Mora'nın bir kısmını merkeze bağlayarak, burada bir sancak oluşturdu. Atina ve diğer bölgeler ise Osmanlı yönetimini kabul etti. Kardeşi Dimitrios'a karşı Arnavutların desteğini alan Tomas'ın Osmanlılarla yapılan anlaşmayı bozması üzerine 2.kez Mora'ya sefer düzenlendi. Tomas, Papa'nın yanına kaçmak zorunda kaldı. Bölgeye çok sayıda Türk yerleştirildi. Venedikliler bölge halkını Osmanlılara karşı ayaklandırmaya çalışıyorlardı. Ancak bunda başarı kazanamayan Venedik, Osmanlı kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı (1465).



d- Eflâk ve Boğdan Seferleri;
Yıldırım zamanında vergiye bağlanan Eflâk Prensliği'nin başına Fatih tarafından Vlad (Kazıklı Voyvoda) getirilmişti(1456). Osmanlılara bağlı görünen Vlad aslında gizliden gizliye düşmanlık ediyordu Vlad'ın Fatih'in elçilerini kazığa oturtarak öldürmesi üzerine 1462 yılında Fatih, Eflâk'a bir sefer düzenledi. Boğdan'dan da yardım alan Osmanlı kuvvetleri voyvodayı uzun süre takip etti. Neticede, sığındığı Macarların, Osmanlılarla yaptığı anlaşma üzerine Vlad'ı esir etmeleri ile mesele çözüldü. Fatih voyvodalığa Radul'u getirdi ve Eflâk bir Osmanlı eyaleti hâline geldi. 1455'ten itibaren Osmanlı Hâkimiyetini tanıyan Boğdan Prensliği'nin Kefe'nin fethinden sonra izlediği düşmanca siyaset üzerine Osmanlı kuvvetleri 1476'da Boğdan'a girdi. Fatih'in bizzat başında olduğu Osmanlı kuvvetleri Boğdan ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. Böylece Boğdan da yeniden Osmanlı hâkimiyetini tanımış oluyordu.



e- Bosna-Hersek Seferleri;
Osmanlılara vergi yoluyla bağlı olan Bosna Kralının, anlaşmalara riayet etmemesi üzerine Üsküp'ten harekete geçen Fatih, Sadrazam Mahmut Paşa ve Turahanoğlu Ömer Bey'e Bosna'nın tamamen fethedilmesi emrini vermişti. 1463 yılındaki seferle Bosna Kralı Osmanlı hâkimiyetini yeniden tanıdı. Ancak şeyhülislamın da fetvasıyla sonra öldürüldü ve bu topraklarda Bosna Sancakbeyliği oluşturuldu. Fakat ordunun İstanbul'a dönmesi üzerine aynı yıl, Macar kralı Bosna'ya girdi. İkinci kez düzenlenen seferle Osmanlılar, Yayçe dışındaki bütün kale ve şehirleri yeniden ele geçirdiler. Bosna seferleri esnasında Hersek Kralı Stefan da ülkesinin bir kısım toprağının Osmanlılara doğrudan bağlanması şartıyla tahtında bırakılmıştı. Ancak 1483 yılında Hersek tamamen Osmanlı toprağı hâline gelecektir.Fatih, Bosna'yı Osmanlı topraklarına kattığı zaman "Bogomil" mezhebindeki Bosnalılara çok iyi davranmıştı. Hem Katolik hem de Ortadoksların kendi kiliselerine almak için baskı yaptıkları Bogomiller bu sebeple Osmanlı yönetimine sıcak bakmışlar ve kendilerine sağlanan din ve vicdan hürriyetinden etkilenerek zamanla Müslüman olmuşlardı. İşte bu Müslüman Bosnalılara "Boşnak" denilmektedir.

Fatih devrinde Osmanlıların karada en güçlü komşusu ve rakibi Macarlar, denizde ise Venedik idi. Macarlar bu dönemde tek başlarına Osmanlılarla baş edemeyeceklerini bildiğinden, doğrudan bir savaşı göze alamamış, Fatih de tabiî sınır olan Tuna'yı geçmeyi düşünmemiştir. Ancak akıncılar vasıtasıyla, Macaristan'a güvenliğin sağlanmasına yönelik yüzlerce başarılı akın düzenlenmiştir. Keza Venedik Cumhuriyeti de Osmanlılarla doğrudan karşılaşmaktansa Balkanlardaki diğer devletleri kışkırtmayı yeğ tutmuştur. Güçlü donmasıyla Mora ve Ege'deki adalara sahip olmak isteyen Venedik, Osmanlılar karşısında istediği sonucu alamamış, aksine pek çok ada ve kıyı kaleleri Osmanlıların eline geçmiştir.



- Ege Adalarının Fethi;
İstanbul'u ele geçiren Fatih, Bizans'a ait bütün toprakları hâkimiyeti altında birleştirmek istiyordu. Böylece Bizans'ın yeniden dirilmesini önleyeceği gibi, iktisadî ve siyasî açıdan da nüfuz alanını genişletebilecekti. Öncelikle Anadolu kıyısına yakın adaları hedef alan Fatih, Bizans, Venedik ve Cenevizlilerin elindeki bu adalardan Anadolu'ya yapılan korsan akınlarının önünü kesmiş olacaktı. İkinci olarak Orta ve Doğu Akdenizdeki adalar hedef alınmıştı ki, bu adalar Fatih'in İtalya'ya yani eski Roma'ya geçişini kolaylaştıracaktı.( Nitekim Gedik Ahmet Paşa komutasındaki bir Osmanlı donanması Napoli Krallığının elindeki Otranto'yu fethetmiş ve buradan Güney İtalya'ya akınlar düzenlenmiştir.(1480) Fakat Fatih'in ölümünden sonra başa geçen II. Bâyezid, Gedik Ahmet Paşa'yı geri çağırınca, şehir savunmasız kalmış ve İtalyanlar kaleyi tekrar ele geçirmişlerdir).1456 yılında öncelikle Çanakkale Boğazı'na hâkim olan adalardan Gökçeada (İmroz), Taşoz Enez ve Semendirek adaları ele geçirildi. Aynı tarihlerde Limni ve Midilli halkı Türk yönetimine girmek için Osmanlılara başvurmuştu. Önce Limni, ardından, uzun süren kuşatmayı müteakip Midilli (1467) ele geçirildi.

Venedikliler 264 yıldır ellerinde tuttukları Ağrıboz Adası'ndan Mora ve Ege adalarındaki Türk birliklerine karşı saldırılarını yoğunlaştırmaktaydılar. Bunu önlemek maksadıyla Ağrıboz'un fethine karar veren Osmanlılar neticede 17 gün süren kuşatmadan sonra amaçlarına ulaştılar. Epir despotunun elindeki Zanta, Kefalonya ve Ayamavra gibi adalar da Fatih'in saltanatının son zamanlarında Osmanlı topraklarına dahil edilmiştir. Ancak St. Jean şovalyelerinin elindeki Rodos'a karşı girişilen birkaç muhasara neticesiz kalmıştır.


FATİH’İN DOĞU POLİTİKASI



a- Karadeniz Politikası;
Osmanlılar, Anadolu'nun büyük bir kısmını hâkimiyetleri altına almalarına rağmen kuzeyde, Karadeniz kıyısındaki bazı yerler Trabzon Rumları, Cenevizliler ve Candaroğullarının elinde bulunuyordu. Anadolu Türk birliğinin sağlanması ve ticaret güvenliği açısından bu bölgelerin ele geçirilmesi şarttı. İşte bu sebeplerle, Fatih karadan ve denizden kuvvetlerini harekete geçirdi. 1461 yılında Cenevizlilerin elindeki önemli bir üs olan Amasra teslim olmak zorunda kaldı. Seferin kendisine karşı yapıldığını sanan Candaroğlu İsmail Bey, Kastamonu'yu terk ederek Sinop'a çekildi. Bursa'ya dönerek birliklerini takviye eden Fatih, Trabzon seferine çıkarken, Sinop da dahil Candaroğullarının topraklarını savaşmaksızın ele geçirdi. Fatih'in asıl amacı 1204 yılında Lâtinlerin İstanbul'u işgal etmesi üzerine Bizans hanedanına mensup Komnenlerin ayrı bir devlet oluşturdukları Trabzon idi. Osmanlılara vergi vermeyi kabul eden Trabzon Rumları bir taraftan Fatih'in rakibi olan Uzun Hasan ile ittifak içine girmişti. Nihayet Fatih, karadan birliklerini Trabzon'a gönderirken, bir donanma da Sinop'tan kalkarak bölgeye yöneldi.

Bu sırada Uzun Hasan'ın Osmanlı ordusunu arkadan çevirebileceği ihtimaline karşı Fatih, ordusunu Sivas'ın güneyinden Yassıçemen'e çevirdi. Uzun Hasan'ın annesi Sara Hatun'un ricası üzerine Akkoyunlularla bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre Akkoyunlular, Trabzon Rumlarına yardım etmemeyi vaat etmişlerdir. Anlaşmanın akabinde kara ve denizden Trabzon yeniden kuşatıldı. Çaresiz kalan Trabzon Hâkimi David Komnen şehri teslim etmeyi kabul etti (26 Ekim 1461). Böylece 258 yıl devam eden Trabzon Rum İmparatorluğu da tarihe karışmış oldu.Karadeniz'in Anadolu kıyılarını tamamen hâkimiyetine alan Fatih'in bundan sonraki hedefi, önemli ticaret limanları olan Ceneviz kolonilerini ortadan kaldırarak, Karadeniz'i tam bir Türk gölü yapmak idi.

b- Anadolu'da Türk Birliğinin Gerçekleşmesi;
Osmanlıların kuruluş devrinden beri en ciddî rakipleri durumundaki Karamanoğulları, Fatih'in politikalarına karşı, Akkoyunlu ve Memlûklu devletlerinin desteğini sağladığı gibi, Venediklilerle de bir ittifak kurmakta sakınca görmemişlerdi. Bu düşmanca tavır üzerine Fatih 1466 yılında Karamanoğulları üzerine yürümeye karar verdi. Beylik topraklarının büyük kısmı Osmanlıların eline geçmesine rağmen Fatih, Larende ve Silifke yörelerine çekilen Karamanoğullarına karşı mücadeleyi, Otlukbeli Savaşı'nın sonrasında da sürdürmüştür. Fakat Karaman Beyi Kasım'ın ölümünden sonra (1483) beylik tamamen oradan kalkmış olacaktır. Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan, 1467 yılında Karakoyunlu topraklarına sahip olunca Osmanlılar aleyhine hâkimiyetini genişletmeye başlamıştı. Anadolu birliği yönündeki bu tehlike üzerine Fatih, 1473'te harekete geçti. Otlukbeli mevkiinde yapılan savaşta Osmanlılar büyük bir zafer kazandılar.

Artık Akkoyunlular Osmanlılar için bir tehlike olmaktan çıkmıştı. Fatih bundan sonra Hicaz su yolllarının onarımı hususunu bahane ederek Memlûklar'a karşı harekete geçti. Fakat bu dönemde Memlûklarla büyük bir savaşa girilmemiştir. Fatih'in 1481'de hazırlık yaptığı ve ölümüyle yarım kalan seferin ya Rodos'a ya da Mısır'a yönelik olduğu söylenir.

Fatih'in ölümü üzerine Osmanlı tahtına büyük oğlu Bâyezid geçmişti. Ancak diğer oğlu şehzade Cem, Rodos şovalyelerinin eline düşmesiyle sonuçlanan,taht mücadelesine girmişti. Bâyezid'in mütereddit ve ihtiyatlı politikaları sebebiyle, Akkoyunluların yerini alan Safaviler güçlenerek Anadolu'da Şahkulu İsyanı gibi ayaklanmaları kışkırtmış, Memlûklara karşı başarısız seferler düzenlenmiştir. Buna rağmen Bâyezid döneminde Kili ve Akkerman ele geçirilerek Boğdan tamamıyla Osmanlı hâkimiyetine girmiş(1484), Venedik ve Haçlılara karşı denizlerde üstünlük kurulmuş, Modon, Koron, İnebahtı ve Navarin gibi Mora kıyılarındaki kale ve limanlar zapt edilmiştir(1502).

Barbaros kardeşlerin denizlerdeki zaferlerine rağmen özellikle doğudaki olumsuz gelişmeler ve Şahkulu İsyanı(1511), devlet işlerinden elini çeken Bâyezid'in sağlığında şehzadeler arasındaki taht mücadelesinin kızışmasına vesile olmuştur. Nitekim Şehzade Selim'in mücadeleyi kazanması üzerine 1512 yılında II. Bâyezid tahttan feragat etmiştir

Gedik Ahmet Paşa komutasındaki donanma 1475 yılında Kefe, Azak ve Menkup iskele ve kalelerini ele geçirdi. Böylece Osmanlılar, Altınorda Hanlığı'nın zayıflamasıyla ortaya çıkan Kırım Hanlığı ile komşu oldu. Azak Kalesi'nin düşürülmesi sonucunda bazı Cenevizliler ile birlikte Kırım hanlarından Mengli Giray Han da esir edilmişti. Mengli Giray Han'ın İstanbul'a getirilmesiyle Kırım Hanlığı Osmanlı hâkimiyetine girmiş oldu. (1478). Kırım hanları 350 yıl boyunca Osmanlıların batıya karşı en güçlü müttefikleri olarak hizmet vermişlerdir.
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

c- Yavuz Sultan Selim Devri;
Henüz Trabzon'da vali iken Doğu'da Safavilerin nasıl güçlendiğini gören ve onlarla başarılı bir mücadeleye giren Selim, tahta çıktıktan sonra, Anadolu'daki mezhep mücadelesine bir son vermek için Safavilerle doğrudan savaşa girmeyi kaçınılmaz görmekteydi. Nihayet ordusunun başında Doğu seferine çıkan Yavuz Selim, Çaldıran Ovası'nda Şah İsmail'in ordusuyla büyük bir meydan muharebesi yaptı. İki Türk hükümdarının mücadelesinden Selim üstün çıktı (23 Ağustos 1514). Doğu Anadolu toprakları Osmanlıların eline geçti. Yavuz, Tebriz'e kadar Şah İsmail'i takip etti. Dulkadiroğulları beyliği Osmanlı yönetimine alındı ve sonra ilhak edildi (1515) Babası döneminde Memlûklara karşı yapılan seferlerin çoğu kez başarısızlıkla neticelenmesi, Osmanlıların doğu'da ve İslâm dünyasında üstünlük kurmaları önündeki en büyük engel idi. Bu sebeple, Safavi tehlikesini bertaraf ettikten sonra Yavuz, Memlûklara karşı büyük bir ordu hazırladı. Mısır Memlûk Sultanı Kansu Gavri, Osmanlı ordusunu Halep'in kuzeyinde karşıladı. Ancak Mercidabık Savaşı Osmanlıların zaferiyle son buldu (24 Ağustos 1516).

Kansu Gavri savaş sırasında öldü. Malatya'dan Sina yarımadasına kadar olan topraklar Osmanlıların eline geçti. Kışı Şam'da geçiren Yavuz, tekrar Mısır'a yöneldi. Yeni Memlûk Sultanı Tomanbay ile Kahire'nin kuzeyindeki Ridaniye mevkiinde yapılan savaşı da Osmanlılar kazandı. (22 Ocak 1517). Bu savaş Memlûk Devleti'nin sonu oldu. Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz Osmanlı hâkimiyetine girdi. Hülagû'nun Bağdat'ı işgal etmesiyle Memlûk himayesine giren halifelik müessesesi de böylece Osmanlılara geçmiş oluyordu. Nitekim Mekke şerifi şehrin anahtarını Yavuz Sultan Selim'e sunarak itaatini bildirmişti. Yavuz dönemi Osmanlıların doğu'da ve İslâm dünyası'nda en büyük güç haline geldiği bir dönemdir



YÜKSELİŞ DÖNEMİNİN ZİRVESİ





Kanuni Sultan Süleyman Yavuz Sultan Selim'in sekiz yıl süren hâkimiyet devrinden sonra Osmanlı tahtına oğlu I.Süleyman geçti (1520). I.Süleyman'ın 46 yıllık saltanatında Osmanlı Devleti siyasî, askerî ve iktisadî açılardan zirveye ulaşmıştır. Bu sebeple dost düşman ona Kanuni, Muhteşem, Büyük Türk gibi lâkaplarla hitap etmiş ve tarihe de böyle geçmiştir.

a- Avrupa'daki Gelişmeler;
Kanuni döneminde özellikle Avrupa'da önemli dinî ve siyasî değişiklikler söz konusudur. Güçlü Macar krallığının Osmanlı hâkimiyetine girmesinden sonra, Kutsal Roma- Cermen İmparatoru Şarlken en ciddî rakip hâline gelmiş, onun oluşturduğu imparatorluğun uzantısı durumundaki Avusturya Arşidükalığı Osmanlılara sınırdaş olmuştur. Bu devlet ile Avrupa'nın en güçlü hanedanı olacak olan Habsburglar Avrupa'yı âdeta parselleyeceklerdir. Bu dönemde güçlenmeye başlayan Protestanlık, Avrupa'da mezhep çatışmalarının şiddetlenmesine sebep olmuştu. Doğu Avrupa'da da Lehistan ve Ortadoks Rusya güçlenmeye başlamıştı. Kanuni, Avrupa'daki siyasî ve dinî çekişmelerden faydalanarak, onların birleşmemesine özen göstermiş ve bunu bir devlet politikası hâline getirmiştir. Yine bu dönemde Akdeniz'de ve Okyanuslarda güçlü bir ticarî ve iktisadî filo oluşturan İspanyol ve Portekiz donanmaları Venedik'in yerini almış görünüyordu.

b- Belgrat'ın Fethi ve Macaristan Seferi;
Fatih'in Sırbistan seferinde ele geçirilemeyen Belgrat, Avrupa içlerine yapılacak akınlar için bir sıçrama noktası idi. Bu sebeple Kanuni, Macaristan seferine çıktığında ilkin Belgrat'ı kuşattı ve ele geçirdi(1521). Burayı bir üs olarak kullanan Osmanlılar artık rahatlıkla Avrupa içlerine sefer yapabilecekti. Nitekim Şarlken'e tutsak olan Fransa Kralı Fransuva'yı, kendisinden yardım talep etmesi üzerine, kurtarmayı amaçlayan Kanuni, 1526 yılında karşısındaki ittifakı parçalamak amacıyla yeniden Macaristan üzerine bir sefer düzenledi. 29 Ağustos 1526'da Mohaç Meydan Muharebesi ile Macar ordularını imha eden Kanuni, Budin'i (Budapeşte) ele geçirdi. Macaristan'ın bir bölümü ilhak edildi ve kalan kısmı Erdel Krallığı oluşturularak Osmanlı hâkimiyetine alındı.

c- Avusturya Seferleri;
Macaristan'ın ele geçirilmesi üzerine, ölen Macar kralı ile akrabalığını öne süren Avusturya Arşidükü Ferdinand, Macar topraklarında hak iddia etmiş ve Budin'i işgal etmişti. Bunun üzerine Kanuni, yeniden Macaristan'a sefer düzenledi. Budin kurtarıldı. Ancak Kanuni'nin asıl maksadı Viyana idi. Osmanlı ordusu şehri kuşattı ise de ele geçirmeye muvaffak olamadı(1529). I.Viyana Kuşatması'nın sonuçsuz kalmasından cesaretlenen Ferdinand, Budin'i tekrar işgal etti. Kanuni ünlü "Alman Seferi" ile mukabele ederek işgal edilen yerleri geri aldı. Ferdinand ile İstanbul'da bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre Ferdinand, Macaristan üzerinde hak talep etmeyecek ve Osmanlı hâkimiyetini tanıyacak ve elinde bulundurduğu Macaristan'a ait topraklar için de Osmanlılara vergi verecekti.(1533).

Ferdinand'ın Macar kralının ölümünü fırsat bilerek anlaşmayı bozması üzerine Kanuni yeniden sefere çıktı. 1562'deki bu sefer sonucunda Macaristan'da Erdel Beylerbeyliği oluşturuldu. Avusturyalılar fırsat buldukça Macar topraklarına tecavüz etmişler ve her seferinde de Osmanlılardan gerekli cevabı almışlardır. Nitekim Kanuni'nin son seferi de Avusturya'ya karşı olmuş ve Zigetvar Kalesi kuşatılmıştır (1566)

d- Fransa ile Münasebetler ve İlk Kapitülâsyon;
Avrupa birliğini sağlamak isteyen Roma-Cermen İmparatoru Şarlken, bu maksatla Fransız Kralı Fransuva'yı esir etmişti. Kendisinden yardım isteyen kral ile iyi ilişkiler kuran Kanuni böylece Şarlken'e karşı bir müttefik kazanmış oluyordu. 1535 yılında iki ülke arasında ticaret ve dostluk anlaşması imzalandı. Anlaşma ile her iki ülke serbest ticaret hakkı elde edecek ve bu haklar iki hükümdarın yaşadığı sürece geçerli olacaktı. Lâkin kapitülasyon adıyla tarihe geçecek olan bu ticarî imtiyazlar sürekli hâle getirilmiş, sonraki devlet adamlarının basiretsizliği sebebiyle tek taraflı işlemeye başlamış ve başka devletlere de imtiyazların tanınmasıyla Osmanlı ekonomisi giderek dışa bağımlı hâle gelmiştir.

e- İranla Münasebetler;
Şah İsmail'in yerine geçen oğlu I.Şah Tahmasp, babası gibi, Osmanlıların düşmanı olan Venedik ve Avusturya ile ittifak kurmakta bir beis görmüyordu. Osmanlı ordusu, Avrupa'ya sefere çıktığında Safaviler, Doğu Anadolu topraklarına karşı saldırıya geçiyordu. Bu sebeple, Kanuni, Irakeyn (iki Irak; Irak-ı Acem ve Irak-ı Arap) seferi diye bilinen bir sefere çıktı (1534-35). Tebriz ve Bağdat Osmanlı topraklarına katıldı. Osmanlının Avrupa ile ilgilenmesinden yararlanan Safaviler fırsat buldukça yeniden harekete geçtiklerinde, bölgeye 1555 yılına kadar Nahcivan ve Tebriz üzerine birkaç kez sefer düzenlenmiştir. Osmanlılar karşısında fazla bir varlık gösteremeyen Şah Tahmasp nihayet barış anlaşması imzalamayı kabul etmek zorunda kalmış ve Amasya Antlaşması (1555) ile Osmanlı üstünlüğünü kabul ederek Bağdat, Tebriz ve Doğu Anadolu'nun Osmanlı hâkimiyetinde olduğunu tasdik etmiştir.

f- Deniz Seferleri ve Fetihler;
Kanuni devri karada olduğu gibi denizlerde de büyük bir üstünlüğün sağlandığı bir devirdir. Fatih'in alamadığı, St.Jean şövalyelerinin elindeki Rodos ve çevresindeki adacıklar, başarılı bir kuşatma sonunda ele geçirilmiş(1522), II. Bâyezid zamanından beri Akdeniz'de serbestçe faaliyet gösteren Barbaros kardeşlerin devlet hizmetine alınmasıyla deniz ve kıyılarda pek çok yer Osmanlı hâkimiyetine dahil olmuştur. Cezayir'i ellerinde bulunduran ve Osmanlılar adına, 1492 yılında İspanya'da soy kırıma uğrayan Musevîleri İstanbul'a gemilerle nakleden Barbaros kardeşler haklı bir üne sahip olmuşlardı. 1533 yılında Cezayir'i Osmanlılara bırakarak kaptan-ı deryalık görevini kabul eden Barbaros Hayrettin Paşa (Hızır Reis), 1538 yılında Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanmasını Preveze'de büyük bir bozguna uğratarak, Osmanlılardın Akdeniz'in tek hâkimi olduğunu bütün dünyaya kabul ettirdi.

Barbaros'un ölümünden sonra yerine geçen Turgut Reis de fetihlere devam etti.Nitekim St. Jean şövalyelerinin elinde bulunan Trablusgarp onun tarafından fethedilmiş (1551), Preveze'den sonraki en büyük deniz zaferi sayılan Cerbe Savaşı sonunda Haçlı donanması bir kez daha hezimeti tatmıştır. Sadece Akdeniz'de değil Kızıl Deniz ve Hint Okyanusunda da Osmanlı donanması faaliyette bulunmuştur. Uzak denizlerde istenilen sonuçlar elde edilememişse de bu dönemde Yemen ve Arabistan'ın güney kıyıları ile Habeşistan ele geçirilmiştir.

g- Kanuni'nin Ölümü ve Sonrası;
Zigetvar Muhasarası esnasında hastalanan Kanuni kalenin fethini göremeden 66 yaşında öldü (1566). Siyasî, askerî ve iktisadî bakımlardan Osmanlıyı zirveye çıkaran bu büyük hükümdarın yerine geçen ne II. Selim (1566-1574) ne de III. Murat (1574-1595) aynı evsafta kişiler değillerdi. Ancak Kanuni devrinde başlayan fetih rüzgârları o derece şiddetliydi ki, bu hükümdarlar devrinde de hızını devam ettirebildi. Şüphesiz bu başarılarda sadrazam Sokullu Mehmet Paşa'nın dirayetli siyasetinin de rolü büyüktür. Anadolu'nun Akdeniz'e bakan kıyılarında bir çıban başı gibi duran Venedik'in elindeki Kıbrıs bu fetih rüzgârıyla kuşatıldı. Lala Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı donanması adayı ele geçirir geçirmez (1571), buraya Anadolu'nun çeşitli sancaklarından Türkler yerleştirildi. Artık Kıbrıs da Türk olmuştu. Bu durumu hazmedemeyen Venedik, İspanyol, Malta donanmaları papa ve diğer bazı Avrupa devletlerinin de desteği ile harekete geçerek büyük bir savaş filosu oluşturdular. Korent Körfezi yakınlarında, İnebahtı önlerinde yapılan deniz savaşını Osmanlılar kaybetti (1571).

Ancak kendileri de oldukça fazla zaiyat verdiğinden, Haçlı donanması Osmanlı kadırgalarını takip edecek durumda değildi. Sokullu kısa zamanda donanmayı yenileyerek yeniden Akdeniz'e indirdi. Venedik bu durum karşısında yeni bir savaşı göze alamadı ve Osmanlılara vergi vermeyi kabul etti. Kılıç Ali Paşa komutasındaki donanma Tunus'u yeniden Osmanlı topraklarına kattı (1574). Bu esnada II.Selim ölmüş ve yerine III. Murat geçmişti. Bu padişah devrinde, Şah Tahmasp'ın ölümüyle çalkanan İran'a savaş açıldı (1576) Gürcistan ve Azerbaycan'ın büyük bir kısmının ele geçirilmesiyle neticelenen ilk seferden sonra savaş 15 yıl sürdü. Bu uzun savaş ile daha fazla yıpranmak istemeyen Osmanlı Devleti ile İran arasında 1590'da bir barış anlaşması yapıldı. Yine bu dönemde başlayan Türk-Macar Savaşı I.Ahmet devrine kadar devam etti. Don ve Volga nehirlerini birleştirmeyi amaçlayan kanal projesi ile Süveyş kanalı teşebbüsünün mimarı olan Sokullu'nun 1579'daki ölümü ile Osmanlı Devleti büyük bir yara almıştır. Özellikle III.Murat'ın oğlu III.Mehmet'in (1595-1604), hükümet işlerini annesine bırakıp, bir köşeye çekilmesi Osmanlı'yı XVII. yüzyılda daha kötü yılların bekleyeceğinin âdeta habercisi idi.



DURAKLAMA DÖNEMİ VE SON BAŞARILAR




III. Mehmet zamanında Avusturya'ya karşı devam ettirilen savaşlarda Eğri, Kanije ve Haçova zaferleri elde edilmişse de I. Ahmet (1604-1617), Zitvatorok Antlaşmasını imzalayarak (1606), Osmanlının, Avrupa'daki üstünlüğünün sona erdiğini bir anlamda kabul ediyordu. Her ne kadar ele geçen topraklar bu anlaşmayla Osmanlıda kalıyorsa da, artık iki devletin "eşit" sayıldığı hükme bağlanmıştı. XVI.yüzyıl başlarından itibaren Avusturya ve İran'la girilen uzun savaşlar, ehliyetsiz idareciler, liyakatin yerini iltimas ve rüşvetin alması, buna bağlı olarak devletin askerî ve iktisadî düzeninin temelini oluşturan timar sisteminin bozulmaya başlaması, devletin güç ve otoritesini, halkın huzur ve asayişini güvenliğini sarsmıştır. XVII. yüzyıla girilirken bu olumsuz şartlar, anarşinin artmasına sebep olmuştur. Merkez ve taşra teşkilâtında görülen bozulmalar, pek çok isyanın çıkmasını ve dolayısıyla devlet nizamının sarsılmasını beraberinde getirmiştir. Bu isyanları üç grupta toplamak mümkündür; Taşrada çıkan Celalî İsyanları, Eyalet isyanları ve İstanbul merkezli kapıkulu isyanları. Celalî isyanlarının en önemli sebepleri, yukarıda da belirttiğimiz gibi, devletin uzayan savaşlara bağlı olarak azalan gelirlerini karşılayabilmek için vergileri artırması, timar sistemindeki bozulmalar ve köylünün artan vergilere karşı huzursuzlukları idi. Halkın devlete olan güveninin sarsılması, isyancıların gücünü daha da artırıyordu.

Kalenderoğlu, Karayazıcı, Deli Hasan gibi Celâlîlerin isyanlarına, medrese öğrencisi suhteler ve başıboş leventlerin isyanları da eklenince, devlet isyanları bastırmada oldukça zorlandı. Bu isyanlar yüzünden özellikle Anadolu'da dirlik ve düzenlik kalmadığı gibi, iktisadî durum da oldukça bozulmuştur. Yine bu otorite boşluğu nedeniyle Erzurum ve Sivas gibi yerlerin valileri ile Yemen, Bağdat, Eflâk, Boğdan gibi bağlı eyaletlerin yerli yöneticileri de isyan etmişlerdi. İstanbul'daki yeniçerilerin ulûfelerini zamanında alamamalarını bahane ederek çıkardıkları isyanlar doğrudan sarayı hedef almıştır. Fesat yuvası hâline gelen Yeniçeri Ocağı'nı düzenlemek isteyen II. Osman (1618-1622) yeniçerilerin hışmına uğramış, isyancılar sarayı basmıştır. Yeniçeriler, Genç Osman'ı tahttan indirerek yerine, III. Mehmet'in kardeşi I.Mustafa'yı getirmişler ve bununla da kalmayarak, Genç Osman'ı Yedikule Zindanlarında katletmişlerdir.Bu olay yeniçerilerin bir padişahı tahttan düşürüp, katletmelerinin ilk örneği olması açısından dikkat çekicidir. Yeniçerilerin başa geçirdiği I.Mustafa'nın bir yıl sonra ölmesiyle, Osmanlı tahtına IV. Murat geçer (1623-1640), genç padişah, hâkimiyetinin ilk on yılında devlet idaresindeki inisiyatifi valide Kösem Sultan'a bırakmış ve güçlenene kadar fesat çıkaranlara karşı tedbirli davranmıştır. Ancak saraydaki huzursuzluk ve Anadolu'da yeniden patlak veren isyanların tehlikeli boyutlara ulaşması üzerine 1632'de duruma müdahale eden IV. Murat, kısa zamanda otoriteyi tesis etmiştir. Sert tedbirlerle nifak çıkaranları, şeyhülislâm ve kardeşleri de dahil, öldürtmekten çekinmemiş, boşalan devlet hazinesini yeniden çeki düzene koymuştur. Toparlanan Osmanlı Devleti, Bağdat'ı ele geçiren İran'a savaş açtı. IV. Murat, ünlü seferiyle Bağdat'ı geri aldı (1638). İran ile yapılan Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla (1639), bugünkü sınırlara yakın olan Türk-İran sınırı yeniden çizildi. 1640'ta, IV. Murat'ın ölmesi üzerine yerine kardeşi I. İbrahim geçti(1640-1648). Fakat onun sekiz yıllık saltanatında devlet her açıdan kötülemeye başlamıştı. Sonunda 1648 yılında o da öldürüldü ve çocuk yaştaki IV. Mehmet Osmanlı tahtına çıkarıldı (1648-1687). Harem ve Yeniçeri Ocağı devlet işlerine istedikleri gibi müdahale eder olmuşlardı. Bu kötü gidiş 1656'da Köprülü Mehmed Paşa'nın sadrazamlık vazifesine getirilmesine kadar devam etti.Köprülü Mehmet Paşa ve onun ailesinden olan diğer sadrazamlar XVIII. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı Devleti'nin idaresinde belirleyici bir rol oynamışlardır. Köprülüler Devri olarak bilinen bu dönemde geçici de olsa bir istikrar sağlanmış ve Osmanlılar son fetihlerini bu devirde gerçekleştirebilmişlerdir. Köprülü Mehmet Paşa, içerde sükûneti sağladığı gibi, Venediklilerin eline geçmiş olan Bozcaada ve Limni'yi geri alıp, Çanakkale Boğazı'nı ablukadan kurtardı. Köprülü Mehmet Paşa öldüğünde, padişah yine geniş yetkilerle oğlu Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'yı sadarete getirdi(1661). Erdel işlerine karışan Avusturya'ya karşı başlatılan savaşta Fazıl Ahmet Paşa, Uyvar'ı fethetti. Avusturya yapılan anlaşmayla, Erdel ile Uyvar ve Neograt kalelerinin Osmanlı hâkimiyetinde olduğunu kabul etti. Uzun süredir kuşatılan, Venedik'in elindeki Girit, Kandiye Kalesi'nin düşmesiyle Osmanlı hâkimiyetine girdi(1669). Lehistan'a yapılan sefer sonucunda Podolya da Osmanlı topraklarına katıldı (1676).

Büyük başarılara imza atan Fazıl Ahmet Paşa'nın genç yaşta ölmesi üzerine, IV. Mehmet, Köprülü'nün damadı Kara Mustafa Paşa'yı sadrazamlığa getirdi(1676). Kara Mustafa Paşa, Çehrin'i ele geçirdi (1678). Bu zaferden sonra, Ruslar, Dinyeper nehrinin sağında kalan toprakları Osmanlılara bırakmak zorunda kaldıkları ilk anlaşmayı Türklerle yapmıştır (1681). Zaferlerin devamı getirerek Osmanlı'yı yeniden Avrupa'daki en geniş sınırlara ulaştırmak isteyen Kara Mustafa Paşa, Orta Macaristan'da, Katolik Avusturya'ya karşı isyan eden Protestan Macarları himayesine aldı. İmre Tököli Osmanlılar tarafından Orta Macaristan kralı olarak tanındı. Mustafa Paşa, büyük bir orduyla Viyana'ya sefer düzenledi. Kanuni'nin ele geçiremediği Avusturya'nın merkezi Viyana'ya karşı başlatılan bu ikinci sefer boyunca Osmanlılar hiçbir direnmeyle karşılaşmadılar. 1683'te kuşatma başladığında, Avusturya imparatoru çoktan şehri terketmişti. Ancak kuşatmanın uzun sürmesi, Lehistan ve Alman askerlerinin, şehrin imdadına yetişmesiyle neticelendi. İki ateş arasında sıkışan Kara Mustafa Paşa, büyük bir bozguna uğradı. (12 Eylül 1683). Osmanlılar Belgrat'a kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Viyana bozgunu, sadrazamın Belgrat'ta hayatına mal olmuştu. Osmanlı devletine karşı Avusturya, Lehistan, Malta, Venedik ve son olarak Rusların katıldığı(1696) büyük bir ittifak oluşturuldu.

Osmanlılar dört cephede bu ittifaka karşı mücadele verdiği sırada, içte de huzursuzluk artmaktaydı. IV. Mehmet tahttan indirilmesiyle yerine II. Süleyman (1687-1691) , II.Ahmet (1691-1695) devirlerinde huzursuzluk devam etti. Bu dönemde yine bir Köprülüzade olan Fazıl Mustafa Paşa, ordu ve maliyeyi düzene koymaya yönelik başarılı icraatlerde bulunmuş ise de aynı aileden Hüseyin ve Nu'man Paşalar, sadaret makamında başarı sağlayamamışlardı.

II. Mustafa (1695-1703), Viyana bozgunu ve ardından gelen toprak kayıplarını önlemek amacıyla üç kez Avusturya'ya sefer düzenledi, ilk iki seferde kısmen başarı sağlandıysa da son seferde Osmanlı ordusu Zenta denilen yerde bozguna uğradı. Bunun üzerine İngiltere'nin araya girmesiyle Osmanlılar, ittifak güçleriyle Karlofça Antlaşması'nı imzalamak zorunda kaldı (26 Ocak 1699). 25 yıl için geçerli olacak bu anlaşma sonunda, Avusturya'ya Macaristan'ın büyük bir bölümü ve Erdel, Venediklilere Dalmaçya kıyıları ve Mora, Lehistan'a ise Podolya ve Ukrayna bırakılıyordu. Rusya ile yapılan üç yıllık ayrı bir anlaşma ile de Azak Kalesi Ruslara terk ediliyor ve onların İstanbul'da daimî bir elçi bulundurmaları kabul ediliyordu. Karlofça Antlaşması, Osmanlıların toprak kaybıyla neticelen şimdiye kadar imzaladıkları en ağır anlaşma idi.I.Edirne Vakası adı verilen bir ayaklanma ile Osmanlı tahtına III. Ahmet geçirildi (1703-1730). Rusya bu dönemde hem Doğu Avrupa hem de Karadeniz istikametinde topraklarını genişletme gayesini gütmekteydi. Poltova yenilgisinden sonra Osmanlılara sığınan İsveç Kralı XII. Şarl, iki ülke arasında yeniden bir savaşın başlaması için bir vesile oldu. Bu savaş ile Osmanlılar, Karlofça'da kaybettikleri toprakları tekrar kazanma fırsatını bulacaktı. Nitekim Prut'ta sıkıştırılan Ruslar (1711), anlaşma yaparak, Azak'ı terk etmek zorunda kaldılar. Karadağ'da isyan çıkartan Venedik'e karşı açılan savaşlarda ise işgal altındaki Mora kurtarıldı. (1715). Bu başarılar üzerine, sıranın kendisine geldiğini düşünerek harekete geçen Avusturya, Osmanlıları yenilgiye uğrattılar.

Temeşvar ve Belgrat düştü. Osmanlılar Pasarofça Antlaşmasını imzalayarak (1718), Temeşvar ve Belgrad ile birlikte Küçük Eflâk ve Kuzey Sırbistan'ı Avusturya'ya bıraktı. Dalmaçya kıyılarındaki bazı kalelerin Venedik'e terki mukabilinde Mora muhafaza edildi. Osmanlılardın Balkanlar ve Orta Avrupa seferleri için staratejik bir mevkiide olan Belgrat'ın düşmesi, ağır sonuçlar doğurmuştur.Avusturya, Belgrat'tan Balkan içlerine sarkmakta daha başarılı olacaktır.




LALE DEVRİ
Pasarofça Antlaşması neticesinde ortaya çıkan barışı iyi kullanmak isteyen Osmanlılar, artık Avrupa karşısında savunma durumunda kalacağını anladığından, Balkanlardaki sınır kalelerini tahkim etme, bölge halkını yanında tutmak için vergileri azaltma siyaseti uygulamaya ağırlık vermekteydi. Damat İbrahim Paşa, Osmanlılara üstünlük kurmuş olan Avrupa'yı her yönüyle tanımak için Avrupa başkentlerine elçiler göndertti. 1718-1730 yılları arasındaki bu dönem, sanatta lâle motifinin işlenmesi sebebiyle "Lâle Devri" adıyla anılmaktadır. Bu dönemde matbaa açılması, çini ve kumaş fabrikası kurulması gibi bazı müspet yenilikler yapılmışsa da, III. Ahmet ve saray çevresinin şaşalı eğlenceleri ve harcamaları huzursuzluğu artırmaktaydı. Damat İbrahim Paşa'nın, İran'a karşı başlatılan savaşta (1722) kesin netice alamaması ve uzayan savaş esnasında Tebriz'in sadrazamın gizli emriyle İran'a terk edildiği haberi, muhalefetin harekete geçmesine yetti.

Patrona Halil Ayaklanması'nın patlak vermesiyle bu dönem sona eriyordu. Damat İbrahim Paşa ve yakınlarıyla Sultan III. Ahmet asiler tarafından katledildiler (1730)Bu olayın ardından III. Ahmet'in yeğeni I.Mustafa hükümdarlığa getirildi. (1730-1754). Kafkaslardaki sınır olaylarını bahane eden Rusya, Kırım Tatarlarına karşı büyük bir saldırı başlattı. Azak ve Bahçesaray Rusların eline geçti (1739). Fransa'nın da teşvikiyle Osmanlılar, Rusya'ya karşı savaş ilân etti. Rusya'nın yanında savaşa katılan Avusturya da, Eflâk ve Boğdan'a girmişti. Osmanlılar iki cephede de büyük başarılar kazandılar. Prusya, Fransa ve İsveç'in Osmanlılara yakınlaşması, Osmanlılar karşısında ummadıkları bir yenilgi tadan Rusya ve Avusturya'yı barış yapmaya zorladı. Bu savaş sırasında tekrar Osmanlıların eline geçen Belgrat'ta bir anlaşma imzalandı (18 Eylül 1739). Belgrat Anlaşmasıyla, Avusturya, Pasarofça barışıyla elde ettikleri tüm topraklardan geri çekildiler. Ruslar da Azak'ı terkederek bölgedeki kıyı ve deniz ticaretinin Osmanlı gemileriyle yapılmasını kabul etti. Bu anlaşma geçici de olsa Osmanlıların toparlanmasını sağlamıştır.

Savaşta Türklerin tarafını tutan Fransa'yla, Kanuni döneminde tanınan imtiyazları genişleten ve süre tahdidi koymayan yeni bir kapitülâsyon antlaşması imzalanmıştır (1740). Damat İbrahim Paşa zamanında başlayan İran savaşları Lâle Devri'nden sonra da devam etmekteydi. Ruslar, çöküş dönemine giren Safavilerin elindeki Azerbaycan ve Dağıstan'ı işgal etmişlerdi.

Şirvan halkının talebi üzerine Osmanlılar duruma müdahale etmiş, iki ülke arasında çıkabilecek savaş Fransa'nın araya girmesiyle önlenmişti. Rusya'nın kuzeydeki işgaline karşın Osmanlılar da Güney Azerbaycan'ı topraklarına kattılar. Şah Tahmasp 1732'de Osmanlılar ile barış yaptı. Bu durumu kabullenemeyen Afşar Nadir Bey, Şah Tahmasp'ı devirerek kendi hâkimiyetini ilan etti (1736). Osmanlılar bazı toprakları Nadir Han'a bırakmaya razı oldu. Her iki taraf için de yıpratıcı olan bu uzun savaşlar, Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla çizilen sınırların aynen kabul edildiği 1746 anlaşmasıyla son bulmuştur.

I.Mahmut döneminde, başarılı savaşların yanı sıra, ordu içinde de yeni düzenlemelere gidilmiştir. Aslen Fransız olup Osmanlı hizmetine girerek beylerbeyi olan Ahmet Paşa, Humbaracı Ocağı'nı kurarak (1734), batı savaş tekniklerini burada hayata geçirmiş idi. I.Mahmut'un üvey kardeşi III.Osman'ın (1754-1757) yerine geçen, amcaoğlu III. Mustafa (1757-1773) zamanında da ordu içerisinde bazı ıslahatlar devam ettirilmiştir. Nitekim onun döneminde Tophane ıslah edilerek yeni ve güçlü toplar dökülmüş, donanma yenilenmiştir. Ancak, Rusya ile başlayan harpler bu yeniliklerin yeterli olmadığını gösterecektir






GERİLEME DÖNEMİ VE GERİLEMEYİ DURDURMA ÇABALARI
1764 yılında Rusya, Osmanlıların toprak bütünlüğünü garanti ettiği Lehistan'ı işgal etmiş ve kaçan mülteciler Osmanlı sınırını geçen Ruslar tarafından katledilmiştir. Bu olay üzerine Osmanlı Devleti Rusya'ya savaş ilân etmiştir(1768). Ruslar, Baserabya ve Kırım'ı işgal ettikleri gibi, İngilizlerin de yardımıyla, Baltık filosonu Akdeniz'e göndererek, Mora Rumlarını isyana teşvik etmişler ve Çeşme'de demirli Osmanlı donanmasını gafil avlayarak, gemileri yakmışlardır. Bu arada Mısır'da da bir isyan hareketi başlamıştır. Ruscuk ve Silistre önlerinde Osmanlı kuvvetlerinin mevzii başarılar kazanmasının ardından II. Katerina, Lehistan işini halletmeyi plânladığından Osmanlılarla anlaşma yapmayı kabul etmiştir.

I.Abdulhamit'in (1773-1789) başa geçmesinden sonra imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile (21 Temmuz 1774) Kırım Hanlığı Osmanlıdan kopartılarak sözde bağımsız bir devlet olmuş, Baserabya, Eflâk, Boğdan Osmanlılarda kalmış, ancak Azak ve Kabartay bölgesi Rus hâkimiyetine geçmiştir. Ruslar bu anlaşmayla İngiltere ve Fransa'ya tanınan kapitülâsyonları da kazanmış ve her yerde konsolosluk açma hakkını elde ederek, Osmanlının iç işlerine karışabileceği bir ortamı kendine hazırlamıştır. Nitekim 1783'te Kırım'ı işgal ve ilhak eden Rusya, Karadeniz'e hâkim olarak, sıcak denizlere inme politikasını gerçekleştirme yönünde büyük bir adım atmış, Ortadoksları himaye bahanesiyle de Balkanlardaki nüfuzunu kuvvetlendirmiştir.

Rusya'nın nihaî amacı, İstanbul'u ele geçirerek Bizans'ı yeniden diriltmek idi. İşte bu maksatla, Osmanlı Devleti'ni taksim etmek üzere Avusturya ile gizli bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmayı haber alan Osmanlı Devleti, Prusya ve İngiltere'nin de tahrikiyle Rusya'ya karşı savaş açtı. Halkın infialine neden olan Kırım'ı geri almak Osmanlının en büyük arzusuydu. Ancak bu savaşa Rusya'nın müttefiki olan Avusturya'nın da katılmasıyla, Osmanlılar iki cephede birden mücadele etmek zorunda kaldılar(1788). Avusturya'ya karşı iki kez savaş kazanıldı.

Belgrat ve Banat ele geçirildi. Ancak Rusya'ya karşı doğu cephesinde başarı sağlanamadı. Bu tarihlerde Osmanlı tahtına III. Selim çıkmıştı (1789-1807). III. Selim İsveç ile bir anlaşma yaparak Rusya'ya karşı bir müttefik kazanmıştı. Ancak Rusya Bükreş ile Küçük Eflâk'ı almış, ardından da Belgrat ve Bender düşmüştü. 1790'da Avusturya İmparatoru II.Joseph ölünce iç ayaklanmalar baş göstermiş ve Fransız ihtilalinin etkileri bu ülkede de hissedilmeye başlanmıştı. Bunun üzerine yeni İmparator II.Leopold, Ziştovi anlaşmasını imzalayarak Osmanlılarla olan savaşı sona erdirdi (1791). Bu anlaşma mevcut statükoyu muhafaza eden maddelerden ibaretti. Rusya ile de, İspanya'nın aracılığıyla Yaş Barış Antlaşması imzalandı (1792). Rusya'nın savaş sırasında işgal ettiği yerlerden sadece Özi, anlaşmayla verilmiş oluyordu. Hem Avusturya hem de Rusya bu anlaşmalarla, Fransa ve Lehistan'daki gelişmelere dikkatlerini verirken, Osmanlı Devleti de gerekli ıslahatları yapmak için bir soluklanma zamanı bulabilecekti.
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

19.Y.Y. OSMANLI DEVLETİNDE ISLAHAT ÇABALARI




NİZAM-I CEDİT
İyi bir eğitim görmüş olan III. Selim bu barış döneminden faydalanarak, devlet içinde, özellikle askerî alanda, ıslahatlar yapmak istiyordu. Bu maksatla, Nizâm-ı Cedit adı verilen ilk ıslahat hareketiyle, yeni bir ordu kurdu(1793). Yeniçeri Ocağı'nı kaldıramayacağını bildiğinden, öncelikle Nizâm-ı Cedid denilen bu orduyu batılı tarzda düzenleyip, başarısını kanıtlamak gerekliydi. Ancak bundan sonra Yeniçeri Ocağı lağvedilebilirdi. Fakat kendileri aleyhine ortaya çıkan gelişmelerden endişe duyan Yeniçeriler, bazı devlet adamlarını da yanlarına çekerek yeniliklere karşı çıktılar ve isyan ettiler. Üstelik bu arada Napolyon Bonapart, bir orduyla Mısır'ı işgale başlamıştı (1798). Osmanlılar, Rusya, İngiltere ve Sicilya'nın da menfaatlerine dokunan Fransız işgaline karşı harekete geçti. Ehramlar savaşıyla, Mısır'ı ele geçirip, kuzeye yönelen Bonapart, Akka'da Osmanlı savunmasını geçemedi (1799). Kuşatmayı kaldıran Napolyon geri dönerken, yerine bıraktığı ordu komutanları da mağlûp edildiler. Neticede Fransızlar Mısır'ı terk etmek zorunda kaldı(1801). Fransa'yı barışa zorlayan önemli bir sebeplerden birisi de, Akdeniz'de Rus ve Türk donanmalarının iş birliği yapmaları, İngiltere'nin Fransız savaş ve ticaret gemilerini taciz etmesiydi. Fransa'nın Akdeniz ve Orta Doğu'daki ticarî menfaatlerinin zedelenmesi onları barışa zorlamaktaydı.

1802'de imzalanan anlaşmayla Fransa bölgede yine ticaret yapma güvencesi almış ve kapitülâsyon hakkını elde etmiştir. Bu olayı bahane ederek Akdeniz'e inen Rus donanması, Osmanlı donanmasıyla birlikte Fransa'nın elindeki bazı adaları ele geçirmiş idi. Fakat halk, ebedî düşman olarak gördüğü Rusya ile iş birliği yapılmasına büyük tepki göstermiş ve bunun sonunda III. Selim'e ve ıslahatlarına karşı cephe genişlemişti. Üstelik Napolyon'un, Orta Doğu'da Araplara yönelik propagandasının da etkisiyle bölgede bazı isyanlar çıkmıştı. Böylece Bulgaristan ve Sırbistan'da çıkan isyanlara bir de Suriye'de ve Hicaz'da çıkan isyanlar eklenmiş oluyordu. Vehhabiler ayaklanarak, 1803-1804'te Mekke ve Medine'yi ele geçirmişlerdi. Osmanlıların tekrar Fransa ile yakınlaşmaları, İngiliz ve Rusları harekete geçirmiş ve sonunda Rusya Eflak ve Boğdan'ı işgal etmişti. Bu savaş sürerken Nizâm-ı Cedit'in Rumeli''ye de kaydırılmasından memnun olmayan isyancılar Şehzade Mustafa'nın tahrik ve teşvikiyle birleşerek İkinci Edirne Vak'ası denilen büyük bir ayaklanma başlatmışlardı (1806). Neticede İstanbul'da patlak veren Kabakçı Mustafa İsyanı III. Selim'in sonunu hazırladı. Saraya giren isyancılar III. Selim'i tahttan indirerek yerine IV. Mustafa'yı tahta geçirdiler (29 Mayıs 1807). Nizâm-ı Cedid lağvedildi. Fakat III.Selim'e bağlı olan Ruscuk bayraktarı Mustafa, yenilik taraftarlarıyla birleşerek, karşı darbede bulundu. Amacı III. Selim'i yeniden tahta çıkarmaktı. IV. Mustafa'nın, sabık padişahı öldürttüğünün öğrenilmesi üzerine, kardeşi II.Mahmut başa geçirildi (28 Temmuz 1808).

Alemdar Mustafa Paşa sadareti üslenerek, III. Selim'in başlattığı ıslahatları devam ettirmeye çalıştı. Nizâm-ı Cedit'i,ekbân-ı Cedit adı ile yeniden canlandırdı. Ancak ulemayı ve yeniçerileri memnun edemeyen Alemdar Mustafa Paşa, 1809'da çıkan bir isyanda öldü.




1- II.MAHMUT ISLAHAT HAREKETLERİ;

II. Mahmut devri (1808-1839), hem gerçekleştirilen yenilik hareketleri ile hem de etnik ve siyasî isyanlarıyla Osmanlı Devleti'nin yol ayrımına girdiği bir dönemi ifade eder. II.Mahmut, öncelikle orduyu baştan aşağı düzenlemek ile işe başladı.Yeniliklere karşı çıkan Yeniçeri Ocağı bir nizamname ile ortadan kaldırıldı. Vak'a-yı Hayriye olarak adlandırılan bu köklü değişiklikle (15-16 Haziran 1826), yeni bir ordu oluşturuldu. Ancak yeniçeriler bu düzenlemeye boyun eğmeyerek isyan ettiler. Sadrazam'ın sarayını basan yeniçeriler sadrazamın ve ıslahatçıların başlarını istediler. Ancak At Meydanı'nda toplanan yeniçeriler dağıtıldı, ocakları bombalandı. Böylece Avrupa tarzında yeni bir ordunun kurulması yönündeki en büyük engel ortadan kaldırılmış oluyordu. II. Mahmut hükûmet teşkilâtında da değişikliklere giderek kabine ve nezaret (bakanlık) usulünü benimsedi. 1836 yılında Dahiliye ve Hariciye Nazırlıkları kuruldu. Avrupa devletleri ile A.B.D ile ticarî anlaşmalar yapıldı. İktisadî ve adlî sistemde değişikliklere gidildi. Avrupa tarzında eğitim veren rüştiyeler, Harbiye ve Tıbbiye okullarının açılması vb. gibi eğitim alanında da ıslahatlar gerçekleştirildi. Fakat, kimi şeklî, kimi öze yönelik bu yenilikler devletin içinde bulunduğu zorlukları aşmasına yetmediği gibi, Osmanlı coğrafyasındaki parçalanma II.Mahmut döneminde daha da hissedilir hale geldi.



2- SIRP VE YUNAN İSYANLARI;
Fransız İhtilâli'nin getirdiği milliyetçi fikirlerle temellendirilen ancak, daha ziyade arkasında Rusya ve diğer Avrupa devletlerinin teşvik ve tahriki olan etnik ve mahallî isyanlar bu dönemde alevlendi. III.Selim zamanında isyan eden Sırplar, 1812 Bükreş Antlaşması ile bazı imtiyazlar almalarına rağmen, yeniden ayaklandılar. Yeniçeri Ocağının kaldırıldığı tarihlerde Sırplarla kısmî bir anlaşmaya varıldı. Ancak 1830'da bir hatt-ı şerif ile Sırbistan'ın Osmanlı hâkimiyetinde bir prenslik olarak varlığı kabul edildi. Rusya'nın XIX. yüzyıla girerken Osmanlıya karşı sürdürdüğü savaşların altında Balkanları ve özellikle Rumları Osmanlı Devleti'nden koparmak yatıyordu. Nitekim Odessa'da yeniden örgütlendirilen Etnik-i Eterya adlı cemiyetin başkanlığına Yunan İsyanı sırasında Çar I.Alexsandre'ın yaveri Prens İpsilanti getirilmişti. Yapılan plana göre Yunanistan, Yanya ve Tuna civarında isyanlar çıkarılacaktı. İpsilanti 1821'de Romanya'ya geçerek Ortodoksları ayaklandırmaya çalıştı fakat başarılı olamadı. Çar, Türklere yenilerek Macaristan'a kaçacak olan İpsilanti'yi desteklemekten vazgeçti. Bu sırada Mora'da da Patras başpiskoposu isyan etmişti (25 Mart 1821). 1822'de Yunanlılar bağımsız olduklarını ilân ettiler, Mora'da ve adalarda çok sayıda Türk'ü katlettiler. Rusya ve Avrupa bu isyanı gayriresmî yollardan desteklemekteydiler.

Girit ve Mora valiliğinin kendisine verilmesini II.Mahmut'a kabul ettiren Mehmet Ali Paşa bu isyanı bastırmakla görevlendirildi. 1822'de Girit'e, 1824-25'te Mora'ya girildi. Bu gelişme karşısında Rusya, Fransa ve İngiltere aralarında anlaşarak (1827), Yunanistan'ın özerk bir prenslik olarak kabul edilmesi hususunda Osmanlıları sıkıştırmak istediler. Türkler bu olayı iç işlerine müdahale olarak kabul edip, teklifi reddetti. Bunun üzerine Osmanlı ve Mısır donanması Navarin'de, bir kaza sonucu(!), yok edildi. Üç ülkeyle ilişkiler kesildi ve 1828'de Rusya, müttefiklerinin desteğiyle Osmanlı Devleti'ne savaş ilân etti. Rus ordusu doğuda Erzurum'u ele geçirdi. Batıda ise Edirne işgal edildi. Padişah, Prusya, Fransa ve İngiltere elçilerini araya sokarak, Londra Protokolünü kabul edeceğini bildirdi. Böylece Edirne Antlaşması(1829) ve ardından Londra Konferansı (1830) imzalandı. Antlaşma ile Prut iki ülke arasında sınır oluyor, Eflâk, Boğdan ile Sırbistan'ın özerkliği kabul ediliyordu. Girit'in Osmanlılarda kalması şartıyla Yunanistan'ın bağımsızlığı da tasdik ediliyordu.




3- MEHMET ALİ PAŞA İSYANI VE MISIR MESELESİ;
Mora'nın elden çıkmasıyla, oğlu İbrahim'in Mora valisi olma ümidini kaybeden Mısır Valisi M.Ali Paşa, II.Mahmut'tan, yardımlarına karşılık, Suriye'nin idaresini istedi. Bu isteğin reddedilmesi üzerine M.Ali Paşa harekete geçti ve Filistin ile Suriye'ye girdi (1831). Akka ve Şam, oğlu İbrahim tarafından ele geçirildi. İbrahim Paşa, kısa zamanda Anadolu'ya kadar ilerledi.

Konya yakınlarındaki savaşta Osmanlı ordusunu yenilgiye uğrattı. Her birinin ayrı hesabı olduğu büyük devletler, telâşlanarak araya girmek istediler. Fransa ve İngiltere'nin anlaşamaması üzerine, Rusya durumdan faydalandı. Zor durumdaki I.Mahmut, Rus ordusunun ve donanmasının İstanbul yakınlarına gelmesine müsaade etti. Rusya'nın kârlı çıkmasından endişelenen Fransa ve İngiltere, II.Mahmut ile anlaşma yapması için M.Ali Paşa'ya baskı yaptılar. Neticede Kütahya Antlaşması imzalandı (1833). Bu anlaşmayla, Mehmet Ali Paşa, Mısır ve Girit'ten başka Şam ve oğlu İbrahim de, Cidde valiliği yanı sıra Adana'yı uhdelerine alacaklardı. Rusya, yardımlarına karşılık II.Mahmut ile Hünkar İskelesi Antlaşması diye bilinen bir anlaşma yaparak, İstanbul'daki durumunu kuvvetlendirmeyi başardı (1833). Anlaşmaya göre Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünün garantisi ve gereğinde Osmanlının yardımına koşulması karşılığında Rusya, Boğazların bütün yabancı savaş gemilerine kapatılmasını kabul ettiriyordu. II.Mahmut, Kütahya anlaşmasından memnun değildi. Bu sebeple M.Ali Paşa'ya karşı yeniden harekete geçti. Fakat Osmanlı ordusu Nizip'te bir kez daha yenildi (1839). Üstelik Kaptan Paşa, Osmanlı donanmasını Mısır'a teslim etmişti. Bu arada II. Mahmut ölmüş ve yerine I.Abdulmecit geçmişti (1839-1861).




4- MISIR MESELESİ’NİN ÇÖZÜMÜ VE BOĞAZLAR MESELESİ;
Rusya'nın Hünkar İskelesi Antlaşmasına dayanarak duruma tek başına müdahale etmesini uygun bulmayan İngiltere ve Fransa yeniden devreye girdiler. Avusturya ve Prusya'nın da katılmasıyla Londra'da bir konferans toplandı (1840). Toplantıda Mehmet Ali Paşa'nın veraset yoluyla Mısır valiliğine sahip olması karşılığında, Suriye'den ve elinde tuttuğu Osmanlı donanmasından vazgeçmesi istendi. Konferans kararlarını M.Ali Paşa'nın tanımaması üzerine İngiltere Suriye limanlarını donanması ile topa tuttu. Nihayet M.Ali Paşa durumu kabul etti. I.Abdulmecit de iki ferman yayımlayarak onun valiliğini onayladı.

Ardından İngiltere kendileri aleyhine olan Hünkar İskelesi Antlaşması'nın yürürlükten kaldırılmasını öngören uluslararası bir konferansa ev sahipliği yaptı. Londra Antlaşması ile (Temmuz 1841), İstanbul ve Çanakkale boğazları'nın barış zamanında savaş gemilerine kapalı tutulmasının kararlaştırıldığı bir Boğazlar Sözleşmesi imzalandı. Böylece İngiltere, Rusya'nın elinden inisiyatifi almış oluyordu.
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

TANZİMAT DÖNEMİ


Daha önceleri gerçekleştirilmeye çalışılan Islahat Hareketleri, Osmanlı Devleti'nin kendi iradesiyle uygulamaya çalıştığı, içte ve dıştaki başarısızlıklarını önlemeye yönelik yenilikleri ifade etmekteydi. Ancak Avrupa ve Rusya'nın mütemadiyen iç işlerine müdahale etmesi, Osmanlı Devleti'ni, kendi inisiyatifi dışında, yeni tedbirler almaya zorlamaktaydı. Özellikle gayrimüslim unsurları bahane eden devletlerin müdahalelerine fırsat vermemek için idarî ve hukukî düzenlemelere gidilmesi düşünülmekteydi. Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa'nın hazırladığı düzenlemeler, I.Abdülmecit tarafından tasdik edilmişti. 3 Kasım 1839'da I.Abdülmecit "Gülhane Hatt-ı Hümayunu"nu ilan ettirdi.

Bu fermanda, dini ve ırkı ne olursa olsun Osmanlı tebaasından olan herkesin eşit olması, herkesin yasalara göre yargılanması, varlığı ölçüsünde vergilendirilmesi ve askerlik süresinin 4-5 yılı geçmemesi gibi hükümler yer alıyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti bu dönemde Avrupa tarzına öykünen idarî düzenlemelerde de bulundu. Bu şekilde Avrupa devletlerinin en azından bazılarının, Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğüne saygısının kazanılması hedeflenmekteydi. Fakat gelişen siyasî olaylar, bunun o kadar kolay olmayacağını gösterecektir.




1- ŞARK MESELESİ VE KIRIM SAVAŞI;
Tanzimat döneminde nispeten sağlanan barış ortamı, Rusya'nın müdahalesiyle tekrar bozulmaya başladı. Balkanlarda panislavist bir politika izleyen Rusya, aynı zamanda "Kutsal yerler sorunu"nu ortaya atarak, doğrudan doğruya Osmanlı Devletinin varlığını hedef almaktaydı. Avrupalılar tarafından "Şark Meselesi", önceleri Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünün sağlanması şeklinde düşünülürken, daha sonra bu toprakların paylaşımı sorunu hâline dönüştürüldü. Çünkü Osmanlı Devleti artık bir "hasta adam" idi. Ancak R.Mantran'ın da ifade ettiği gibi, hasta, kendisini iyileştirmeyi amaçlamayan doktorların insafına kalmıştı. Onlar, Avrupa'nın hasta adamının mirasını paylaşma telâşındaydı.
Küçük Kaynarca antlaşması'ndan sonra Osmanlı topraklarındaki Ortodokslar'ın haklarını koruma rolünü üstlenen Rusya, Kudüs merkezli "kutsal yerler"in korunması ve idaresi hususunu da gündeme getirdi. Fransızlarla imzalanan kapitülâsyonlarda, Lâtin din adamlarına Kudüs Kilisesi üzerinde bazı haklar tanınmıştı.

1808'den itibaren Rusya'nın baskıları neticesinde onların yerini Ortodoks papazlar almaya başladı. Fransa'nın ve Rusya'nın 1850-51'de Bab-ı Ali'ye bu durum hakkında yaptıkları müracaatlar, kurulan komisyonlarda değerlendirildi ve bazı kararlar alındıysa da hiçbirini memnun edemedi. Bunun üzerine Çar I.Nikola, İngiltere'ye Osmanlı Devleti'ni aralarında paylaşmayı teklif etti ve İngilizlerin sessizliğini koruması üzerine de askerlerini Baserebya ve Lehistan'a çıkarttı. Rus elçisi Mençikof'un aşırı tavizler içeren teklifini reddeden I.Abdülmecit, İngilizlere yakın olan Mustafa Reşit Paşa'yı sadrazamlığa getirdi. Ruslar 26 Haziran 1853'te, Prut'u geçerek, Eflâk ve Boğdan'ı istilâ ettiler. Osmanlı Devleti, Fransa ve İngiltere ile ittifak anlaşması imzaladı. Bu ittifaka Avusturya ve İtalyan birliğini kurmaya çalışan Piyemento hükûmeti de katıldı. İttifak donanması Çanakkale'de mevzilenmişti. Durumdan endişelenen Rusya, askerlerini geri çekmeye başladı. Müttefikler, Rusya'nın Karadeniz'deki gücünü ortadan kaldırmak için, Kırım'a yöneldiler. Rusların en büyük üssü olan Sivastopol, bir yıl süren bir kuşatmanın ardından ele geçirildi (1855).

Bu sırada tahta oturan II.Alexandre, barış yapmayı kabul etti. Müttefiklerin yanı sıra Prusya'nın da katıldığı Paris Antlaşması ile (30 Mart 1856), taraflar işgal ettikleri bölgelerden çekilecek, Osmanlıların toprak bütünlüğü ve Boğazların statüsü, Avrupa'nın "kefilliği" altında korunacaktı. Osmanlıların Avrupa Konseyi'ne dahil edilmesi karşılığında ise, sultan yeni bir ıslahat fermanı irat edecekti. Bu madde ve Karadeniz'in tarafsızlığının kabulü, savaşın galibi durumundaki Osmanlılardın aleyhine idi. Nitekim, Eflâk ve Boğdan'ın birleşmesi ve Sırbistan'a yönelik yeni haklar da Paris Antlaşmasıyla tescil edilmişti.


ISLAHAT FERMANI
Henüz Kırım Savaşı sürerken, Viyana'da bir araya gelen İngiltere, Fransa ve Avusturya, Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki farklılıkların her alanda ortadan kaldırılmasını öngören bir fermanı sultanın yayımlamasını, barış için ön şart koşmuşlardı. Paris Antlaşması müzakere edilirken, müttefiklerin bu istekleri I.Abdülmecit tarafından yerine getirildi ve Islahat Fermanı ilân edildi (18 Şubat 1856). Tanzimat'la kabul edilen hususların esas alındığı bu fermanla, Müslümanlarla Hristiyanlar arasında eşitlik sağlandığı Avrupa'ya garanti edilmiş oluyordu. Ayrıca iç hukuk alanında ve ticaret hukukunda da yenilikler getiriliyor, Ceza ve medenî hukukun bir bölümü, dinî esaslardan arındırılıyordu. Aslında Tanzimat süreciyle başlayan bu değişiklikler, idari yapılanmada da kendisini hissettirmiştir. 1868'de Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adliye kurularak buralarda hem Hristiyanlar hem de Müslümanlar görevlendirilmiştir. Islahat Fermanı ile getirilen düzenlemelerin uygulanması daha çok I.Abdülaziz'in tahta çıkması (1861-1876) ile gerçekleşebilmiştir.

Paris Antlaşmasına imza koyan devletler, anlaşma maddesinde de yer aldığı için Islahat Fermanı'nı, Osmanlı Devleti'ne müdahale etmede bir koz olarak kullanmışlardır. Nitekim Fransa, Dürzilerin Katolik Marunilere saldırmasını bahane ederek Lübnan'a asker çıkarmış ve 1871'e kadar orada kalmıştır. Karadağ'da çıkan bir anlaşmazlık yine büyük devletlerin aracılığı ile halledilmiştir (1862). Güçlü devletler tarafından teşvik ve tahrik edilen Balkanlardaki Hristiyan toplulukları, çıkardıkları isyanlar bastırılsa dahi, Osmanlı Devleti'nden yeni haklar elde etmeyi başaracaklardır. Örneğin Sırplar ve Bulgarlar yeni haklar elde etmiş, Eflâk ve Boğdan'ın Romanya adı altında birleşmeleri kabul edilmiştir. Muhtariyet hakları genişletilen Mısır'da, İngiliz-Fransız nüfuz mücadelesi kızışmış, III. Napolyon'un teşebbüsü üzerine, Abdülaziz istemediği hâlde Süveyş Kanalı projesini kabul etmek zorunda kalmış ve kanal 1869'da büyük bir törenle açılmıştır.
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

1. MEŞRUTİYET DÖNEMİ



Avrupa devletleri ve özellikle Rusya'nın kışkırttığı topluluklar, bağımsızlıklarını ilân etmek için harekete geçmekteydiler. 1866'da Girit İsyanı çıktı. Yunanistan'a bağlanmak amacıyla başlayan isyan bastırılmasına rağmen, Avrupa devletleri araya girerek sultanın Girit'e yeni bir statü vermesini sağladılar (1868). Rusya tarafından oluşturulan komitalar vasıtasıyla Bulgarlar ayaklandırıldı. Onlara da geniş haklar verildi (1870). Fakat bununla yetinmeyen Bulgarlar, Bosna ve Hersek'teki karışıklıkların ardından yeniden ayaklandılar (1875-76).

Bulgar isyanı sert biçimde bastırıldı. Fakat bu sırada Genç Osmanlılar, Abdülaziz'e başlattıkları muhalefeti, mücadeleye dönüştürdüler. Nihayet Mithat Paşa'nın öncülüğündeki yenilikçi idareciler Abdülaziz'i tahttan indirerek yeğeni V.Murat'ı başa geçirdiler(30 Mayıs 1876). Ancak hastalığı sebebiyle üç ay sonra o da tahttan indirilerek, Kanun-ı Esasi'yi ilân edeceğini beyan eden kardeşi II.Abdülhamit Osmanlı tahtına çıkarıldı.

Bu arada Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne baskı kurmasını kendi menfaatine aykırı gören İngiltere, Balkanlardaki bunalımı görüşmesi için İstanbul'da uluslar arası bir konferans toplanmasını sağlamıştı. İstanbul Konferans çalışmalarını sürdürürken II.Abdülhamit Meşrutiyet'i ilân etti (23 Aralık 1876). Kurulacak Meclis-i Mebusan'da bütün topluluklar temsil edilebilecekti. Parlâmenter monarşi, İstanbul Konferansı'nın toplanış sebebini tamamen ortadan kaldırmasına rağmen, konferansa katılan devletler, Balkan topluluklarının bağımsızlıklarını istediklerinden bir sonuca varılamadı. Osmanlı Devleti'nin çağrılmadığı Londra'da toplanan bir başka konferansta, büyük devletler isteklerini tekrarladılar. Rusya, Osmanlı Devleti'ne alınan kararları kabul ettirmek için savaş ilân etti.(Nisan 1877). Tarihimizde "93 Harbi" diye bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi, askerî ve siyasî bakımdan önemli sonuçlar doğurmuştur.

Kanun-ı Esasi'nin kabulü ile açılan Genel Meclis, padişah tarafından seçilen Ayan Meclisi ve halk tarafından seçilen Mebusan Meclisi'nden ibaretti. Londra Konferansı'ndan önce çalışmaya başlayan bu meclis, hükûmet tarafından sunulan teklif ve kanun tasarıların karara bağlayarak ilk dönem çalışmalarını tamamlamıştı. Ancak 93 Harbi'nin sürdüğü sıkıntılı zamanlarda meclisteki azınlık mebusları çalışmaları sekteye uğrattığı gibi, bunalımın artmasını da sağlıyorlardı. Nitekim Gazi Osman Paşa'nın büyük bir kahramanlık göstererek 5 ay savunduğu Plevne'yi aşan Ruslar, Yeşilköy'e kadar ilerlemişlerdi. Doğu'da ise ancak Erzurum önlerinde durdurulmuşlardı.Meclis savaşın gidişatından hükûmeti ve padişahı sorumlu tutarak, siyasî tansiyonu yükseltmekteydi. II. Abdülhamit, devletin ileri gelenleri ve bazı mebuslarla yaptığı toplantıdan bir sonuç alamayınca, Kanun-ı Esasi'nin kendisine verdiği yetkiyi kullanarak, etnik yapısının karışıklığı sebebiyle çalışmaları aksayan meclisi kapattı (14 Şubat 1878). Bu I.Meşrutiyet'in sonu demekti.



BERLİN KONGRESİ VE BALKANLARDAİ GELİŞMELER;
İstanbul önlerine kadar gelmiş olan Rusya ile Yeşilköy (Ayastefanos) Antlaşması imzalandı (3 Mart 1878). Bu anlaşmayla, sözde Osmanlı'ya bağlı Dobruca, Doğu Makedonya ve Trakya'yı içine alan Büyük Bulgaristan Prensliği kuruluyor; Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlıklarına kavuşuyordu. Ancak, Rusya'nın genişlemesinden rahatsızlık duyan Avrupa devletlerinin araya girmesiyle bu anlaşma hükümleri yürürlüğe giremedi. İngiltere donanmasını harekete geçirdi. Osmanlı Devleti ile yaptığı bir anlaşmayla Kıbrıs'a yerleşti ( 4 Haziran 1878). Araya giren Bismark, ülkesinde bir konferansa ev sahipliği yaparak hem muhtemel bir savaşı önlemek hem de Almanya'nın menfaatlerini korumak istiyordu. Nitekim Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, İtalya ve Rusya'nın da katıldığı Berlin Kongresi 13 Temmuz 1878'de imzalanan bir anlaşmayla son buldu. Bu anlaşma, artık Rusya'nın yanı sıra, diğer devletlerin de parçalamaya çalıştıkları Osmanlı'dan, kendi paylarını alma anlaşmasıydı. Berlin ve Ayestafanos antlaşmalarında öngörüldüğü gibi, Sırbistan, Karadağ ve Romanya'nın bağımsızlığı onaylandı. Bulgaristan üç bölüme ayrıldı. Bulgaristan Prensliği haricinde müstakil bir Doğu Rumeli eyaleti oluşturuldu. Girit'in statüsüne benzer bir statüyle Makedonya, Osmanlı Devleti'nin elinde kaldı. Yunanistan Tesalya ve Epir'in bir bölümünü aldı.

Bosna-Hersek, Avusturya tarafından işgal edildi. Rusya, Kars, Ardahan ve Batum'a sahip oldu. Berlin Kongresi, büyük devletlerin Osmanlı Devleti'ni paylaşma ve ortadan kaldırma arzularının bir neticesi idi. Balkanlarda büyük devletlerin inisiyatifiyle ortaya çıkan küçük devletçikler, bölgede o dönemden günümüze kadar ulaşan siyasî ve etnik çatışmaların piyonları olmaktan öteye gidemediler. Nitekim Avusturya'nın ve Rusya'nın Balkanlarda nüfuzlarını artırmaları, Balkan Savaşları ve I.Dünya Savaşı'nın çıkmasına yol açacaktır.

Berlin Kongresi'nin sonuçları kısa zamanda ortaya çıkmaya başlamıştı. Balkanlardan bir pay alamayan Fransa, önceden nüfuz sahasına dahil ettiği Cezayir ile Tunus arasındaki sınır problemini bahane ederek, Tunus'u işgal etti (1881). Fransa ile İngiltere arasında çekişmeye sahne olan Mısır'da, Hidiv İsmail Paşa'ya karşı başlatılan bir askerî ayaklanma ile ortaya çıkan durum İstanbul'da görüşülürken, İngilizler İskenderiye'yi topa tuttu. Osmanlıların karşı çıkmalarına rağmen İngilizler Mısır'ı ele geçirdiler(1882). Bulgaristan Prensliği, Doğu Rumeli'de çıkan isyanı değerlendirerek (1885), bölgeyi kontrolü altına aldı. Osmanlı Devleti Rusya'nın baskısı sonunda, Kırcaali ve Rodop dışındaki Doğu Rumeli Valiliği'nin Bulgar Prensliği'nin idaresine geçmesini kabul etmek zorunda kaldı (1886). İkinci Meşrutiyet'in ilânı sırasında ise Bulgarlar bağımsızlıklarını ilân ettiler (1908). Bulgar, Yunan ve Arnavutların hak iddia ettiği Makedonya'da çıkan olaylar Osmanlı kuvvetleri tarafından bastırıldı. Fakat, Rusya ve Avusturya devreye girerek Osmanlı hâkimiyetindeki Makedonya'da, ülkelerinden iki gözlemcinin görev yapmasını sağladılar (1893). Megalo İdea adını verdiği Bizans'ı diriltme çabasındaki küçük Yunanistan, 1896'da çıkan isyanı bahane ederek Girit'i ilhaka yeltendi (1896). Osmanlılar Dömeke Meydan Savaşı ile Yunanlıları büyük bir bozguna uğrattılar (1897). Fakat Rusya ve Avrupa devletlerinin müdahalesi ile İstanbul'da toplanan bir konferans ile Girit'te valiliğine Yunan kralının oğlunun getirildiği özerk bir yönetim kurulması, adanın fiilen Yunanistan'a bırakılması anl..... geliyordu.

93 Harbi'nden sonra sun'i bir Ermeni Meselesi ortaya çıkarılmıştı. Osmanlı Devleti'ne bağlılıkları sebebiyle "millet-i sadıka" olarak adlandırılan Ermeniler, önceleri Doğu Anadolu'yu ele geçirmek isteyen Rusya ve ardından İngiltere tarafından kullanılmaya başladılar. Hınçak ve Taşnak tedhiş örgütlerini kurarak, İstanbul ve taşrada terör yaratan bazı Ermeniler özellikle İngilizler tarafından destekleniyorlardı. Doğu'da hiçbir zaman çoğunluk olamayan Ermenilere kurdurulacak bir devlet ile Rusya Akdeniz ve Orta Doğu'ya sızabilecekti. İngiliz himayesindeki bir Ermeni devleti ise aksine bunu önleyebilirdi. Her iki tarafında kullandığı Ermeniler 1889'dan itibaren tedhişe başladılar. Van, Erzurum ve Bitlis'te çıkan olaylar bastırıldı. Ardından başkentte Osmanlı Bankası'na kanlı bir baskın yaparak bankayı işgal ettiler. II.Abdülhamit'e yönelik bir suikast teşebbüsünde bulundular. I.Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi yıllarında da Ermeniler devlet aleyhine faaliyetlerini devam ettirmişlerdir.



II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ



I.Meşrutiyet'in kaldırılmasından sonra II.Abdülhamit içte ve dışta meydana gelen olumsuz gelişmelerin de etkisiyle, katı bir yönetim sergilemeye başlamıştı. Meşrutiyet taraftarları da buna karşılık muhalefetlerinin dozunu artırmışlardı. Osmanlılık fikrinin temsilcisi olan Sadrazam Midhat Paşa 1881'de ölüm cezasına çarptırılmış, sonra affedilerek, Arabistan'a sürgüne gönderilmiş ve 1883'te öldürülmüştü. Ali Suavi, Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi kişiler de sultan tarafından bertaraf edilmişlerdi. Ancak devletin içinde bulunduğu güç durum onların başlattığı muhalefetin güçlenerek büyümesine zemin hazırlamaktaydı. Balkanlardaki çalkantıların yanı sıra Osmanlı Devleti iktisadî açıdan da çok zor durumda idi. Devlet iç ve dış borçlarını kapatabilmek için batılıların elindeki Osmanlı Bankası ile malî bir anlaşma imzalamak zorunda kalmıştı (1879 ve 1881). Buna göre banka mali yardımları karşılığında, devletin bazı gelirlerini devralıyordu. İngiliz ve Fransızların kontrolünde bu maksatla kurulan Düyun-ı Umumîye İdaresi Osmanlı ülkesini âdeta bir sömürge hâline getirecektir.

Genç Türkler veya Jön Türkler adı verilen ve yurt dışında ve içinde faaliyet gösteren Meşrutiyet taraftarları, İstanbul'da İttihad-ı Osmani derneğini kurmuşlar ve bu dernek 1894/95'te İttihat ve Terakki Cemiyeti adını almıştı. Selanik'te Enver ve Niyazi Paşalar gibi subayların da katılmasıyla güçlenen İttihatçılar, Osmanlı devletini ancak Kanun-ı Esasî'nin yeniden kabulünün kurtarabileceğini düşünüyorlardı. Kolağası Niyazi Bey ve ona katılan Enver Bey'in Resne'de isyan ederek dağa çıkmaları ve Rumeli'de halk tarafından büyük bir destek bulmaları üzerine II.Abdülhamit anayasayı yürürlüğe koyarak II.Meşrutiyet'i ilân etti ((23 Temmuz 1908).

17 Aralık 1908'de meclis yeniden açıldı. Yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki Fırkası büyük bir başarı sağlamıştı. Ancak bu gelişmeler esnasında Bulgaristan bağımsızlığını elde etmiş ve Girit meclisi Yunanistan'a ilhak kararı almıştı. İşgal altındaki Bosna Hersek ise Avusturya tarafından fiilen ilhak edilmişti (5 Ekim 1908) Millî bir politika izlemeyi amaçlayan İttihatçılar, olumsuz gelişmelerin de etkisiyle gittikçe otoriter bir idare oluşturmaya başlamışlardı. Bundan faydalanmak isteyen Meşrutiyet aleyhtarları, bazı Avrupa devletlerinin de kışkırtmasıyla isyan ettiler. İstanbul'daki Avcı Taburları'nın 13 Nisan 1909'da başlattıkları isyan sırasında pek çok İttihatçı öldürüldü. II.Abdülhamit olayları önleyemedi.

Bunun üzerine Mahmut Şevket Paşa komutasındaki ordu Selanik'ten yola çıktı. Harekat Ordusu adı verilen bu ordunun kurmay başkanı Mustafa Kemal idi. Harekat Ordusu, kısa sürede duruma hâkim olarak isyanı bastırdı. İsyandan sorumlu tutulan II.Abdülhamit, şeyhülislâmdan alınan fetva ile meclis tarafından tahttan indirildi (27 Nisan 1909) ve kardeşi V. Mehmet Reşat yerine getirildi. V.Mehmed (1909-1918) devlet idaresinde inisiyatifi İttihatçı hükûmete bırakmıştı. Yeni iktidar zamanında da felâketler birbirini takip etti. Osmanlı Devleti hızla dağılma devrine girmekteydi.


TRABLUSGARP SAVAŞLARI
Osmanlıların iç işleri ve Balkanlardaki gelişmelerle uğraşmasını fırsat bilen İtalyanlar, Avusturya'nın Bosna-Hersek'i ilhak etmesi (1908), Arnavutların isyanı (1910) gibi olaylardan da cesaretlenerek, pastadan pay alabilmek için Trablusgarp'a asker çıkardı. (Eylül 1911). İtalyan donanması denizden, İngilizler ise Mısır'ı ellerinde bulundurduğundan karadan, Osmanlıların bölgeye asker göndermesini imkânsız hâle getirmişti. Bu sebeple Osmanlı hükûmeti gizlice Türk subaylarını bölgeye göndererek mahallî bir direnişi örgütleme yolunu seçmişti. Derne ve Tobruk'da Mustafa Kemal, Bingazi'de ise Enver Paşa İtalyanlara karşı büyük başarılar kazandı. Savaşı kazanamayacağını anlayan İtalya, Osmanlıları barışa zorlamak için Oniki Ada'yı işgal etti. Ancak bundan ziyade Balkanlarda başlayan savaş Osmanlıların barışı imzalamaya zorladı. Uşi Antlaşması ile İtalyanlar işgal ettikleri yerleri muhafaza ettiler (1912)




BALKAN SAVAŞLARI
Türk-İtalyan Savaşı'nın başladığı sırada Balkan devletleri aralarındaki anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak, Osmanlı Devleti'ne karşı bir ittifak oluşturdular. Rusya'nın mimarlığında gerçekleşen Bulgar-Sırp ittifakına daha sonra Yunanistan ve Karadağ da katıldı (1912). Karadağ ile başlayan savaşa 18 Ekimde diğer Balkan devletleri de iştirak etti. Bu sırada Osmanlı askerleri, subayların bir kısmının politik çekişmelerle meşgul olmasından dolayı dağınık bir hâldeydi. Bunun sonucunda Balkan devletleri, Osmanlılar karşısında kendilerinin de beklemediği bir zafer kazandılar. Yunanlılar Ege adalarını ele geçirdiler. Sırplar Kumanova'da üstünlük sağladılar. Sırpların denize çıkmalarını önlemek için Avusturya'nın desteği ile Arnavutluk bağımsızlığını ilan etti (28 Kasım 1912).

Bulgarlar ise Edirne'yi ele geçirerek Çatalca'ya kadar ilerlediler. (19 Kasım 1912). 16 Aralıkta Londra'da başlayan görüşmeler bir ara iktidardan düşen İttihatçıların yeniden iş başına gelmesi üzerine kesilmişti. Nihayet Mayıs ayında Londra Antlaşması imzalanarak I.Balkan Savaşı sona erdi. Gelibolu Yarımadası hariç Trakya, Bulgaristan'a verildi. Makedonya'nın büyük bir kısmı Yunanistan ve Sırbistan arasında paylaşıldı. Özellikle Makedonya'nın paylaşımı Bulgarları rahatsız etmekteydi. Sırbistan ve Yunanistan, Bulgarlara karşı ittifak oluşturdu. Bu ittifaka Romanya da katıldı. Bulgaristan ile bu ittifak savaşa girince, durumdan faydalanmak isteyen Osmanlı Devleti de Bulgar işgalindeki toprakları geri almak için harekete geçti. Kırklareli ve Edirne kurtarıldı. II.Balkan Savaşı, tarafların imzaladığı Bükreş Antlaşması ile sona erdi (1913). Bulgaristan ile imzalanan İstanbul Antlaşması ile, Meriç nehri iki ülke arasında sınır oldu.

Bulgaristan'daki Türklerin hakları belirlendi (29 Eylül 1913). Yunanistan ile imzalanan Atina Antlaşması ile ise Girit'in Yunanistan'a bırakılması kabul edildi (14 Kasım 1913). Büyük devletler bu anlaşmalardan sonra Çanakkale Boğazı yakınlarındaki Bozcaada ve İmroz'u Osmanlılara geri verdiler. Balkan Savaşları, Balkanlardaki Türk varlığının büyük bir kıyıma uğramasına sebep olmuştur. Yüz binlerce Türk savaşlar sırasında ve sonrasında aç ve yokluk içinde buradan göç etmek zorunda kalmıştır.
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

I. DÜNYA SAVAŞI VE OSMANLI DEVLETİ’NİN YIKILIŞI




Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi ile (21 Haziran 1913), İttihat ve Terakki Fırkası, hükûmetin idaresini tamamen ellerine geçirmişti. Enver, Talat ve Cemal Paşalar, Osmanlı Devleti'nin iç ve dış politikasını belirlemede en etkili nazırlardı. Balkan savaşlarından sonra, ordu ve donanmayı güçlendirmek isteyen hükûmet, Avrupa devletlerinden mühendisler ve askerî uzmanlar getirtmekteydi. Osmanlı Devleti, dış siyasetini de, dengeleri gözeterek yeniden belirlemek ihtiyacını hissetmekteydi. Emperyalist devletler, nüfuz alanlarını korumak veya genişletmek maksadıyla siyasî, askeriî ve iktisadî açıdan ittifaklar oluşturmaktaydı. İngiltere ve Fransa'ya nazaran sömürgeciliğe geç başlayan Almanya, Afrika, Avrupa ve Orta Doğu'da nüfuz sahasını genişletmek istiyor ve Osmanlı Devleti'ne bu maksatla yakın durmayı yeğliyordu.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da, Balkanlarda Panislâvizmi gerçekleştirmeye çalışan Rusya'ya karşı Almanlarla iş birliği içindeydi. İngiltere ve Fransa tarafından pay edilmiş Kuzey Afrika'da gözü olan İtalya da bu ittifaka yakındı. Dolayısıyla Almanya önderliğindeki Üçlü İttifak'ın (Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya) doğal rakibi, İngiltere'nin öncülüğündeki Fransa ve Rusya'dan oluşan Üçlü İtilâf (Anlaşma) devletleri idi. Avusturya-Macaristan Veliahtı Ferdinand'ın, Sırbistan ziyareti esnasında bir Sırp tarafından öldürülmesi (28 Haziran 1914), bu iki cepheyi sıcak savaşa sokmaya yetti. Daha sonra Romanya, Japonya ve ABD İtilaf Devletleri, Bulgaristan ve Osmanlı Devleti ise İttifak devletleri safında bu savaşa girdiler.

Osmanlı Devleti savaştan önce İngiltere ve Fransa'ya yakın bir politika izlemek istedi. Ancak hem hükûmet ve halk içerisindeki tepkiler hem de İtilaf Devletleri'nin buna sıcak bakmaması, Osmanlıları Almanya'ya yanaştırmaktaydı. Özellikle Enver ve Talat Paşalar, Osmanlı Devleti'nin yeniden silkinmesi ve kaybettikleri toprakları kazanabilmesi için Almanya'nın yanında yer almayı uygun buluyorlardı. Hükûmet başlangıçta tarafsız kalmayı tercih etmişti. Almanların II.Abdülhamit devrinden itibaren Osmanlı Devleti'nin yenileşme çabalarına katkıda bulunması ve bu maksatla gönderdikleri askerî ve sivil uzmanların varlığı, İtilaf Devletleri'nin, Osmanlı Devleti'nin tarafsız kalamayacağı şüphesini artırıyordu. Bu tutum, dolayısıyla Almanya yanlılarının tezini kuvvetlendirmekteydi. Enver ve Talat Paşa'nın öncülük ettiği bu grup, Almanların yanında savaşa girmekle, Kafkaslar, Balkanlar ve Ege'de kaybedilen toprakların geri alınabileceği ve Osmanlı Devleti'ni nefes alamaz hâle getiren kapitülâsyonlar ve düyun-ı umumîden kurtulunabileceğini öne sürmekteydiler. Nitekim Almanya'ya ait Goben ve Breslav zırhlılarının Türk bayrağı çekilerek, Rus limanlarını bombalaması, Osmanlı Devleti'nin Almanya safında savaşa girmesine vesile olacaktır (1 Kasım 1914).




OSMANLI DEVLETİ I. DÜNYA SAVAŞI’NDA TAM YEDİ CEPHEDE MÜCADELE ETTİ


Kafkasya, Kanal, Hicaz ve Yemen, Irak, Suriye ve Filistin, Galiçya ve Çanakkale. Bütün cephelerde Osmanlı askerleri büyük bir kahramanlık örneği gösterdiler. Ancak, yedi cephede birden savaşı sürdürmek, zor şartlar içerisinde bulunan Osmanlı Devleti için çok güçtü. Enver Paşa'nın kumanda ettiği Kafkas Cephesi'nde Osmanlılar büyük zayiat verdiler. Doğu Anadolu ve Trabzon düştü. Kanal (Süveyş) cephesinde ise Cemal Paşa, Fransız ve İngilizlere başarıyla direndi. Hicaz ve Yemen'deki Osmanlı birlikleri, destek görmemelerine rağmen, kutsal yerleri korumak uğruna, harbin sonuna kadar Şerif Hüseyin ve İngilizlere karşı koydular. Basra'ya çıkan İngilizler Kuttü'l-Amare'de büyük bir bozguna uğradılar. Komutanları General Townshend esir edildi (29 Nisan 1916) Ancak, 1918'de yeni birliklerle saldıran İngilizler, ihanet eden Arap kabilelerinin de yardımıyla Basra'da olduğu gibi, Suriye'de de saldırılarını artırdılar. M.Kemal, Halep'te bir savunma hattı oluşturdu. Galiçya, Makedonya ve Romanya'da Osmanlı birlikleri, Avusturya ve Bulgaristan'a yardımcı olmak için büyük bir özveriyle savaştılar. Türkler, en büyük direnmeyi Çanakkale'de gösterdiler. İtilaf Devletleri 19 Şubat 1915'den itibaren muazzam bir donanma ve yüz binlerce askerle saldırıya geçtiler. 18 Mart'ta İtilaf donanmasına ait pek çok gemi batırıldı. Ardından Gelibolu Yarımadası'ndaki Settü'l-Bahir ve Arıburnu'na asker çıkararak, karadan da saldırıya geçtiler. Anzak ve Hint birliklerinin de katıldığı kara savaşları, tam bir ölüm kalım savaşı oldu. .Kemal'in de büyük bir askerî deha olarak ortaya çıktığı bu savunma karşısında İtilaf Devletleri geri çekilmek zorunda kaldı.

Bütün dünyaya öğretilen "Çanakkale Geçilmez" sözü, 250 bin Türk evlâdının şehit kanıyla yazılan bir büyük destan oldu. İtilaf Devletlerinin Çanakkale bozgunu, Rusya'nın yardım alma ümitlerini suya düşürmüş ve bunun neticesinde gerçekleşen Bolşevik İhtilâli, Çarlık Rusyası'nın sonu olmuştur. Rusya'nın savaştan çekilmesi üzerine 7 Aralık 1917'de imzalanan anlaşmayla Doğu cephesinde Türk-Rus Savaşı sona ermiştir.

Osmanlı Devleti, I.Dünya Savaşı'nda yedi düvele karşı muhteşem bir mücadele sergilemiştir. Ancak 29 Eylül 1918'de Bulgaristan'ın teslim olması Osmanlılar ile Almanya arasındaki irtibatın kesilmesine yol açmıştır. Müttefiklerinin savaştan yenik ayrılmasıyla birlikte Osmanlılar da ateşkes anlaşmasını imzalamak durumunda kalmışlardır. İttihat ve Terakki Fırkası'nın hükûmetten çekilmesinin ardından kurulan Ahmet İzzet Paşa başkanlığındaki hükûmet, Bahriye Nazırı Rauf Bey başkanlığındaki bir heyeti Limni'nin Mondros limanına göndermiş ve Mondros Ateşkes Anlaşması'nın imzalanmasıyla (30 Ekim 1918), Osmanlılar resmen savaştan çekilmişlerdir. Ateşkes anlaşmasıyla İtilaf Devletleri, Osmanlı ülkesini işgal etme hakkını elde etmişlerdir. Bu durum, Osmanlı Devleti'nin fiilen paylaşılması demekti.

Nitekim, İngiliz, Fransız, İtalyan birlikleri bu anlaşmaya dayanarak Anadolu'da işgallere başlamışlar, Asırlarca Osmanlının hâkimiyetinde yaşayan Yunanlılar da, ağabeylerinin müsaadesiyle İzmir'e asker çıkarmışlardır (15 Mayıs 1919). İşgallere karşı Anadolu Türk'ünde büyük bir infial yaratmış ve 19 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkmasıyla, düşmana karşı "Milli Mücadele" başlamıştır. İtilaf Devletlerinin Sevr Anlaşması'nı İstanbul hükûmetine imzalatması (10 Ağustos 1920), Milli Mücadele'nin güçlenmesinden endişe eden düşmanların bir an önce Türk millî varlığını ortadan kaldırmayı amaçlamalarından başka bir şey değildi. Fakat bu anlaşma hükümleri hiçbir zaman uygulanamadı. Ankara'da açılan Milli Meclis'in iradesi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının büyük ve onurlu mücadelesi bu oyunları bozdu. İstiklâl Harbi'ni kazanılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuş oldu. Yeni Türk devleti "Millî Hâkimiyet" ilkesinin tabi^İ bir neticesi olarak 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırdı. Dolayısıyla bu tarih 622 yıl devam eden Osmanlı Devleti'nin de resmen sonu oluyordu.
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

İMPARATORLUĞUN ÇÖKME VE DAĞILMA SEBEPLERİ

TAHT MÜCADELERİ




Daha önce de belirttiğimiz gibi Türklerde devlet hanedanın ortak malı olarak telâkki edilir. Tanrıdan kut alan kağan, milleti için ve onun adına devleti yönetir. Ancak, kağan veya sultan bu vazifesini iyi ifa edemezse, bu telâkkiye göre, hanedan üyeleri tahta geçme hakkına sahiptir. Hunlardan Osmanlılara kadar değişmeyen bu anlayış, aslında devlet yönetimine ehil ve liyakatli kişilerin gelmeleri ve bu sayede devlet ve milletin daha da güçlenmesi için bir vasıta olarak düşünülmüştür. Hanedan üyelerinin tahtta hak iddia etmelerinin tek şartı bu mücadelenin "sonuçlarına katlanmayı"
kabul etmelerine bağlıdır. Dolayısıyla taht mücadelesine giren hanedan üyeleri başarısızlıklarını hayatlarıyla ödemeyi baştan göze almışlardır. Umumiyetle hanedan üyelerinin kanını dökmek "memnû" (yasak) olduğu için onlar, hâkimiyet sembolü olan "yay"ın kirişiyle boğdurulur. Bu anlayış, çoğu zaman daha cesur, daha liyakatli ve bilgili olan hanedan mensuplarının devletin başına geçmesine ve neticede de devletin her bakımdan güçlenmesine yardımcı olmuştur. Hun Hakanı Mete, Selçuklu sultanları Alparslan, Sencer veya Osmanlı padişahları Fatih ve Yavuz Sultan Selim bu duruma örnek olabilecek akla ilk gelen Türk hükümdarlarıdır Fakat bazen taht mücadeleleri, beklenen sonuçları vermemiş ve Türk devletlerinin zayıflayıp parçalanmasına veya yok olmasına da sebep olmuştur.

Özellikle güçlü bir Türk hükümdarının ölümünün ardından başlayan mücadeleler, buhran dönemi taht kavgaları devlet otoritesi, gücü ve niz..... sekte vurmuştur. Göktürklerin batı kolunun lideri olan Tardu'nun, İşbara'nın hâkimiyetini tanımayıp bağımsızlığını ilan etmesi, neticede Göktürklerin Çin hâkimiyetine girmesini kolaylaştırmıştır. Keza, Melikşah'ın ölümünden sonra, gücünün zirvesinde olan Büyük Selçuklular 1092'den 1118 yılına kadar taht mücadelelerine sahne olmuştur. Melikşah'ın oğulları arasındaki taht mücadelelerinden faydalanan Haçlılar, Güneydoğu Anadolu,Suriye, Filistin ve Kudüs'ü ele geçirmiş, Selçuklu Devleti Sencer dönemine kadar güçlü bir otoriteyi yeniden tesis edememişlerdir. Hatta Sencer de sık sık yeğenlerinin ve Harzemşah Atsız'ın isyanlarına maruz kalmış ve neticede Oğuz isyanları ile devlet ortadan kalkmıştır.





OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN ÇÖKÜŞ SEBEPLERİ



Şüphesiz yakın tarihimiz açısından daha çok incelenmeye muhtaçtır. Çünkü Osmanlının çöküşü, sonuçları itibariyle sadece Türkiye Cumhuriyeti için değil bütün dünya tarihi için önemli bir olaydır. Türk hâkimiyet anlayışından meşruiyetini alan taht mücadeleleri Osmanlı tarihi içinde de sık sık görülmektedir. Yükseliş dönemine kadar Osmanlıda cereyan eden taht kavgaları umumiyetle daha güçlü ve liyakatli olan hanedan üyelerinin tahta geçmesini sağladığından, sonuçları devletin büyüyüp genişlemesine katkıda bulunmuştur. Buna rağmen Yıldırım Bayezid'in Ankara Savaşı'nda Timur'a yenilmesiyle başlayan ve tarihimizde "Fetret Devri (1402-1413)" olarak adlandırılan kardeş kavgaları, şüphesiz Osmanlı fetihlerinin gecikmesine sebep olmuştur. Fatih Sultan Mehmet, kardeş kavgalarının önünü almak için ünlü kanunnamesinde "nizâm-ı âlem için kardeş katli"nin vacip olduğunu bildirmesi, meselenin ne kadar ciddî olduğunun bir işaretidir. Devletin bekası ve nizâm-ı âlem için kardeşin dahi gözden çıkarılması, aslında tenkit edilecek değil, takdir edilecek bir özveri örneğidir. Buna rağmen Cem Sultan ve Yavuz örneklerinde görüldüğü gibi taht mücadeleleri devam etmiştir. Yine bu mücadeleyi önlemek maksadıyla I.Ahmet, "ekber ve erşef evlât", yani büyük ve olgun oğulun padişah olması usulünü getirmiştir. Fakat bu usul de istenen neticeyi vermeyecektir. Özellikle gerileme dönemindeki taht mücadelelerine hanedan dışında, yeniçerilerin ve devşirme asıllı vezir ve paşaların da karışması devlet otoritesini ve nizamı daha da bozmuştur.

Yeniçeri Ocağı, saray ve haremin nüfuz mücadelesine girmesi kimi zaman çocuk yaşta, ehliyetsiz şehzadelerin kukla sultan olmasıyla kimi zaman, dirayetli ve cesur sultanların katliyle neticelenmiştir.

Türk devletlerinde alplik (gazi-erenlik), bilgelik ve erdem hükümdarların en büyük özelliklerindendir. Türk hükümdarı cihan hâkimiyetini tesis için bizzat fetihlere iştirak eder ve hatta ordunun en ön safında savaşır. Çünkü o her açıdan milletinin lideridir. Nitekim Alparsan Malazgirt'te kefenliğini giyerek ön safta savaşmıştır. Kuruluş ve yükseliş döneminde Osmanlı padişahları bizzat seferlere katılmıştır. Kanuni'nin 46 yıllık hâkimiyet döneminde, ömrünün çoğunu at üstünde seferlerde geçirdiği bilinmektedir. Kanuni'nin ölümünden sonra bu gelenek yavaş yavaş terk edilmeye başlamış, IV. Murat gibi istisnalar hariç, padişahlar seferlere çıkmadığı gibi, devlet işlerinin görüldüğü divana da pek katılmamışlardır.


Padişahların halktan kopması, sefere ve divana çıkmaması, devlet idaresinde vezirlerin ağırlığının artmasına sebep olmuştur. Nitekim XVI. yüzyılın sonlarından itibaren güç ve nüfuzunu müspet yönde kullanan vezirler Osmanlı Devleti'nin sınırlarını muhafaza etmesini sağlayabilmişlerdir. Bu daimî olmayan başarılar, padişahlardan ziyade vezirlere mâl edilmiştir. Sokullu devri veya Köprülüler devri buna örnektir. Vezirlerin gücünün artması aralarında, taht mücadelesine benzer bir mücadelenin başlamasına da sebep olmuştur. Nüfuzunu kötüye kullanan bazı devşirme asıllı vezirler, ihanete varan uygulamalara girmiş, Rüstem Paşa gibi vezirler rüşvet ile iş görür olmuşlardır.

Osmanlı padişahlarının kısmen de olsa terk ettiği otorite ve yetkilerini üstlenen merkezî bürokrasinin rüşvet, suiistimal ve adam kayırma gibi, bugün de yabancısı olmadığımız unsurlarla bozulması, devletin gerileme dönemine girmesine yol açacaktır. XVIII. yüzyıldan itibaren geleneksel bir askerî ve idarî eğitimden gelen "ehl-i seyf"ten atanan vezirlerin yerini, "ehl-i kalem"e bırakması, yani malî ve idarî bürokrasinin yürütme (sadaret) görevini üstlenmesi beklenenin aksine bozulmayı durduramamıştır. Koyu bürokrasi, XVIII. yüzyılda gerçekleştirilmeye çalışılan askeri, idarî ve malî düzenlemelerden arzu edilen neticeyi alamadığı gibi, çöküşü de hızlandıran bir unsur hâline gelmiştir.

Merkezî idarenin yanı sıra taşradaki askeri, idarî ve içtimaî yapı değişiklikleri Osmanlı Devleti'nin zayıflayıp çökmesinin nedenleri içerisinde önemli bir yer tutar. Daha önce belirttiğimiz gibi, özünde tımar sistemi bulunan Osmanlı idarî yapısı, devletin merkezi otoritesini zaafa uğratmadan, yerinden yönetim ile bir denge oluşturmuştu. Tımarlı sipahi, taşra teşkilâtındaki en küçük birimin bir nevi idarecisi idi. Askerî hizmetine karşı, belirli bir bölgenin gelirleri kendisine tahsis edilen tımarlı sipahi böylece, bir taraftan devletin seferlerine iştirak ederken, diğer yandan, vergilerini toplayacağı için halkın düzenli bir üretim yapmasına imkân vermekteydi. Buna bağlı olarak, taşra idaresinin esasını oluşturan sancak yönetimi ve beylerbeyilik, Osmanlı askerî gücünün asıl gücünü oluşturduğu gibi, üretim ve vergileri sürekli kılmakta, halkın huzur ve asayişini sağlamaktaydı.

Böylece, Osmanlı hazinesi, merkezi hazineye yük olmadan askerî ve malî harcamalarının büyük bir bölümünü bu yolla karşılayabilmekteydi. XVI. yüzyıldan itibaren bu sistemde aksamalar başlamıştır. Bu yüzyılda bütün Akdeniz dünyasında görülen büyük nüfus artışı, ürün ve gelir artışının üstüne çıkmış, sipahilerin aleyhine olarak, kapıkulları da dirlik gelirlerine ortak olmuşlardır. Tımarlı sipahilerin işsiz kalması veya gelirlerinin azalması, Osmanlı askerî gücünü de etkilemiştir. Özellikle XVII. yüzyılda fetihlerin durması, Avusturya ve İran ile yapılan uzun süreli savaşlar, idarî ve iktisadî düzendeki bozulmaları daha da hızlandırmıştır. Devlet, nakit sıkıntısını gidermek için, tımar topraklarını mukataaya, iltizama vermiş ve böylece kiralama yolu ile peşin vergiye dönmüştür. Ehl-i örf zaman içerisinde köylülerin mülkünü gasp etmeye başlamış, kanuna aykırı olarak vergileri artırmıştır. Bu uygulamalar, tımarlı sipahilerin ve köylü-çiftçilerin huzursuzluğunu daha da artırmıştır. Nitekim Celalî İsyanları adıyla tarihimize geçen isyanların temelinde bu uygulamalar yatmaktadır. Celalî isyanları tımar sahipleri ve köylünün, topraklarını terk etmesini ve iktisadî ve içtimaî düzenin daha da bozulmasını beraberinde getirmiştir. Kapıkulu, tımarlı sipahilerin yerini tutamamış ve nihayet, XVIII. yüzyılda, toprak kaybetmeye başlayan Osmanlılar, devşirme usulünü de terk ederek, reayanın her zümresinden idareci ve bürokrat almaya başlamışlardır. Bürokrasi kadrolarının ehliyetli, ehliyetsiz yöneticilerle dolması, onlara yeni görevler ve gelirler ihdas edilmesi mevcut durumu daha da kötüleştirmiştir.

Muhassıl, mütesellim ve nihayet ayanlar, idarî yapı içerisinde, klâsik sancak yöneticiliğinin yerlerini almış, bunların bir kısmı şahsi nüfuz ve servetini artırmak için, mevkilerini istismar ve suiistimal etmişlerdir. Bütün bu olumsuzluklar, Koçi Bey Risalesi ve Netayicü'l-Vukuat gibi eserlerde zikredilmesine rağmen önlenememiştir. Merkezî idarenin zaten pek istikrarlı olmayan otoritesi, taşrada yeni iktidar odaklarının güçlenmesine mani olamamıştır. II.Mahmut'un Yeniçeri Ocağı'nı kaldırması, ayanların gücünü kırmaya çalışması aslında bu gidişi durdurmaya yönelik tedbirlerdir. Fakat idarî ve sosyal bünyedeki bozulmalar, Osmanlı yenileşme hareketleri sürecinde gayri millî unsurların gaflet ve ihanete varan tutumları sebebiyle başka bir mecrada devam etmiştir.

Şüphesiz Osmanlı Devleti'nin çöküş nedenleri arasında Avrupa'nın ticari hayattan sanayileşmeye geçmesi ve bunu askerî alana da yaymasının rolü vardır. Osmanlı devleti zengin bir ticarî hayata sahip olmasına rağmen, yukarıda kısaca değindiğimiz sebeplerin de etkisiyle, ticarî hareketliliği sanayileşmeye çevirememiş, dolayısıyla Avrupa'nın bu alandaki üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalmıştır.


OSMANLI DEVLETİNİ KURTARMA ÇABALARI


Osmanlı Devleti içinde bulunduğu güçlüklerden kurtulmak için çeşitli dönemlerde ıslahat ve yenileşme çabalarına teşebbüs etmiştir. Bu hareketler Osmanlı siyasî tarihi bahsinde ele alındığından burada uzun uzun anlatılmayacak, sadece imparatorluğun çöküş nedenlerine bağlı kalınarak, değerlendirilecektir.

Osmanlılar, önceleri eski gücüne erişmek ve Avrupa ile boy ölçüşebilmek için, kendi inisiyatifiyle, askerî ve idarî reformlar yapmayı denemiştir. (III. Selim, II.Mahmud devirleri gibi) fakat tam bir netice alamamıştır. Artık Avrupa'nın üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalan Osmanlılar için, Avrupa'yı her açıdan örnek alacak idarî, hukukî, sosyal düzenlemeler yapmak kaçınılmaz görülmektedir(!).



III. SELİM VE ISLAHAT HAREKETLERİ
İyi bir eğitim görmüş olan III. Selim geçici bir barış döneminden faydalanarak, devlet içinde, özellikle askerî alanda, ıslahatlar yapmak istiyordu. Bu maksatla, Nizâm-ı Cedit adı verilen ilk ıslahat hareketiyle, yeni bir ordu kurdu(1793). Yeniçeri Ocağı'nı kaldıramayacağını bildiğinden, öncelikle Nizâm-ı Cedit denilen bu orduyu batılı tarzda düzenleyip, başarısını kanıtlamak gerekliydi. kendileri aleyhine ortaya çıkan gelişmelerden endişe duyan yeniçeriler, bazı devlet adamlarını da yanlarına çekerek yeniliklere karşı çıktılar ve isyan ettiler. Kabakçı Mustafa İsyanı ile III. Selim tahttan indirildi. (1806). III. Selim'in başlattığı ıslahatları II.Mahmud devam ettirmeye çalıştı.


III. SELİM VE ISLAHAT HAREKETLERİ
İyi bir eğitim görmüş olan III. Selim geçici bir barış döneminden faydalanarak, devlet içinde, özellikle askerî alanda, ıslahatlar yapmak istiyordu. Bu maksatla, Nizâm-ı Cedit adı verilen ilk ıslahat hareketiyle, yeni bir ordu kurdu(1793). Yeniçeri Ocağı'nı kaldıramayacağını bildiğinden, öncelikle Nizâm-ı Cedit denilen bu orduyu batılı tarzda düzenleyip, başarısını kanıtlamak gerekliydi. kendileri aleyhine ortaya çıkan gelişmelerden endişe duyan yeniçeriler, bazı devlet adamlarını da yanlarına çekerek yeniliklere karşı çıktılar ve isyan ettiler. Kabakçı Mustafa İsyanı ile III. Selim tahttan indirildi. (1806). III. Selim'in başlattığı ıslahatları II.Mahmud devam ettirmeye çalıştı.


II. MAHMUT VE ISLAHAT HAREKETLERİ
II. Mahmut devri (1808-1839), hem gerçekleştirilen yenilik hareketleri ile hem de etnik ve siyasî isyanlarıyla Osmanlı Devleti'nin yol ayrımına girdiği bir dönemi ifade eder. II. Mahmut, öncelikle orduyu baştan aşağı düzenlemek ile işe başladı.

İsyancıların lağvettiği Nizâm-ı Cedit'in yerine Sekbân-ı Cedit adı ile yeni bir ordu kuruldu. Yeniliklere karşı çıkan, hiç bir işe yaramayan ve fesat yuvası hâline gelen Yeniçeri Ocağı bir nizamname ile ortadan kaldırıldı. Vaka-yı Hayriye olarak adlandırılan bu köklü değişiklikle (15-16 Haziran 1826), yeni bir ordu oluşturuldu. "Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye" adını alan bu modern ordunun yanı sıra, eyaletlerde "redif" birlikleri oluşturuldu. Merkezî idareyi güçlendirmeye çalışan II. Mahmut, ayanlara "sened-i ittifak" denilen bir belge imzalatarak onları kontrol altına almaya çalıştı. Hükûmet teşkilâtında da değişikliklere gidilerek kabine ve nezaret (bakanlık) usulü benimsendi. Avrupa tarzında eğitim veren rüştiyeler, Harbiye ve Tıbbiye okullarının açılması vb. gibi eğitim alanında da ıslahatlar gerçekleştirildi. Fakat, kimi şeklî, kimi öze yönelik bu yenilikler devletin içinde bulunduğu zorlukları aşmasına yetmediği gibi, Osmanlı coğrafyasındaki parçalanma II. Mahmut döneminde daha da hissedilir hâle geldi.
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

TANZİMAT



II.Mahmut dönemi ıslahatlarının devamı niteliğindeki Tanzimat düzenlemeleri Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa tarafından hazırlanmış, I. Abdulmecit tarafından tasdik edilmiştir. 3 Kasım 1839'da I. Abdulmecit, "Gülhane Hatt-ı Hümayunu"nu ilân ettirerek bu düzenlemeleri hayata geçirmiştir. Bu fermanda, dini ve ırkı ne olursa olsun Osmanlı tebaasından olan herkesin eşit olması, herkesin yasalara göre yargılanması, varlığı ölçüsünde vergilendirilmesi ve askerliksüresinin 4-5 yılı geçmemesi gibi hükümler yer alıyordu.

Ayrıca Osmanlı Devleti bu dönemde Avrupa tarzına benzer idarî düzenlemelerde de bulundu. İltizam usulü kaldırıldı. Kazalar ihdas edildi. Eyalet ve sancaklarda meclisler kuruldu. 1864'te yapılan Vilâyet Nizamnamesi ile, taşra yönetim birimleri yeniden tanzim edildi.



ISLAHAT FERMANI
Henüz Kırım Savaşı sürerken, Viyana'da bir araya gelen İngiltere, Fransa ve Avusturya, Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki farklılıkların her alanda ortadan kaldırılmasını öngören bir fermanı sultanın yayımlamasını, barış için ön şart koşmuşlardı. Paris Antlaşması müzakere edilirken, müttefiklerin bu istekleri I. Abdulmecit tarafından yerine getirildi ve Islahat Fermanı ilân edildi (18 Şubat 1856). Tanzimat'la kabul edilen hususların esas alındığı bu fermanla, Müslümanlarla Hristiyanlar arasında eşitlik sağlandığı Avrupa'ya garanti edilmiş oluyordu. Ayrıca iç hukuk alanında ve ticaret hukukunda da yenilikler getiriliyor, Ceza ve medenî hukukun bir bölümü, dinî esaslardan arındırılıyordu. Aslında Tanzimat süreciyle başlayan bu değişiklikler, idarî yapılanmada da kendisini hissettirmiştir. 1868'de Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adlîye kurularak buralarda hem Hristiyanlar hem de Müslümanlar görevlendirilmiştir. Islahat Fermanı ile getirilen düzenlemelerin uygulanması daha çok I. Abdülaziz'in tahta çıkması (1861) ile gerçekleşebilmiştir.

Paris Antlaşması'na imza koyan devletler, anlaşma maddesinde de yer aldığı için Islahat Fermanı'nı, Osmanlı Devleti'ne müdahale etmede bir koz olarak kullanmışlardır.



I.MEŞRUTİYET
Mithat Paşa'nın öncülüğündeki Genç Osmanlılar, Abdülaziz'i tahttan indirmişler ve Kanun-ı Esasi'yi ilân edeceğini beyan eden kardeşi II.Abdulhamit'i Osmanlı tahtına çıkarmışlardı. Bu arada Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne baskı kurmasını kendi menfaatine aykırı gören İngiltere, Balkanlardaki bunalımı görüşmesi için İstanbul'da uluslar arası bir konferans toplanmasını sağlamıştı. İstanbul Konferansı çalışmalarını sürdürürken II.Abdulhamit, Meşrutiyet'i ilân etti (23 Aralık 1876). Kanun-ı Esasi'nin kabulü ile açılan Genel Meclis, padişah tarafından seçilen Ayan Meclisi ve halk tarafından seçilen Mebusan Meclisi'nden ibaretti. Londra Konferansı'ndan önce çalışmaya başlayan bu meclis, hükûmet tarafından sunulan teklif ve kanun tasarıların karara bağlayarak ilk dönem çalışmalarını tamamlamıştı. Ancak 93 Harbi'nin sürdüğü sıkıntılı zamanlarda meclisteki azınlık mebusları çalışmaları sekteye uğrattığı gibi, bunalımın artmasını da sağlıyorlardı. Kanun-ı Esasi'nin kendisine verdiği yetkiyi kullanarak, etnik yapısının karışıklığı sebebiyle çalışmaları aksayan meclisi kapattı (14 Şubat 1878).



II. MEŞRUTİYET
I. Meşrutiyet'in kaldırılmasından sonra II. Abdülhamit içte ve dışta meydana gelen olumsuz gelişmelerin de etkisiyle, katı bir yönetim sergilemeye başlamıştı. Meşrutiyet taraftarları da buna karşılık muhalefetlerinin dozunu artırmışlardı.

Genç Türkler veya Jön Türkler adı verilen ve yurt dışında ve içinde faaliyet gösteren meşrutiyet taraftarları, İstanbul'da İttihat-ı Osmanî Derneği'ni kurmuşlar ve bu dernek 1894-95'de İttihat ve Terakki Cemiyeti adını almıştı.

Selanik'te Enver ve Niyazi Paşalar gibi subayların da katılmasıyla güçlenen İttihatçılar, Osmanlı Devleti'ni ancak Kanun-ı Esasi'nin yeniden kabulünün kurtarabileceğini düşünüyorlardı. Kolağası Niyazi Bey ve ona katılan Enver Bey'in Resne'de isyan ederek dağa çıkmaları ve Rumeli'de halk tarafından büyük bir destek bulmaları üzerine II. Abdülhamit anayasayı yürürlüğe koyarak II.Meşrutiyet'i ilân etti (23 Temmuz 1908). 17 Aralık 1908'de meclis yeniden açıldı. Yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki Fırkası büyük bir başarı sağlamıştı.

I. ve II. Meşrutiyet ile anayasal ve parlâmenter bir rejime geçilmiştir. Prusya ve Belçika anayasaları incelenerek hazırlanan Kanun-ı Esasi ile seçimler yapılmış Meclis-i Mebusan ve Ayan Meclisi oluşturulmuştur. Meclis-i Mebusan'ın kanun hazırlama yetkisinin karşısında, Heyet-i Vükelâ sultana karşı sorumlu tutulmuştur. 1876 Anayasası ufak düzenlemelerle 1908'de de yürürlükte kalmıştır.
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

YENİLEŞME VE FİKİR AKIMLARI



Tanzimat, sonuçları itibariyle Osmanlı Devleti için yeni bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Islahat Fermanı ve Meşrutiyet'in ilânı, aslında Tanzimat döneminin tabii sonucu olarak nitelendirilir. Erol Güngör'ün de belirttiği gibi, Tanzimat'ın aradan bu kadar zaman geçmesine rağmen hâlâ tartışılıyor olması, aslında "Batılılaşma" hareketinin günümüzde de devam etmesi ve tamamlanamaması ile ilgilidir. Kimilerine göre Tanzimat, Osmanlının kendisine yabancı bir kültür ve medeniyeti kabul ederek,Türk millî kültüründen kopmasına ve devletin dağılmasına sebep olmuştur. Kimilerine göre ise, Tanzimat'ın en büyük eksiği, tam olarak uygulanmaması ve başarısız kalan bir "Avrupalılaşmayı" ifade etmesindedir. İkinci görüş, günümüzde de "Batılılaşma"yı, Avrupa'yı her şeyiyle kabul edip, Osmanlının öz kurumlarına ve onda sembolleştirdikleri "geleneğe" düşmanlıkla karıştıranlara aittir.

Tanzimat'la Osmanlı'ya giren Batı kaynaklı hukukî, idarî ve içtimaî düzenlemeler, mevcut yapının yerini almamış, onunla birlikte yaşatılmıştır. Yani bir taraftan Osmanlı hukuku korunurken öte yandan batı hukuku işletilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla, özellikle Meşrutiyet'te daha çok hissedilen idarî ve hukukî ikilik, bu sistemin bir tarafına karşı çıkanların tartışmalarına zemin hazırladı. Neticede Osmanlı Devleti'ni şu veya bu şekilde kurtarmak isteyen aydınlar arasında, Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük ve Batıcılık gibi fikir akımlarının ortaya çıkması, bu tartışmaların bir ürünü olarak değerlendirilebilinir. Batıya öykünenler, batı dışında kalan tüm değerlerlere karşı çıkmışlardır. inönü dönemi tek parti uygulamaları ve sonraları sola meyleden bazı aydınlar, Osmanlı Devleti'nin çöküşünün tek sebebini, gerici din ve toplum kurallarında (kastedilen aslında Türk kültürüdür) bulmuşlaranzimat ve Meşrutiyet'teki "ikilik"in bir tarafını oluşturan bu anlayışı bir "düşman" olarak görmüşlerdir. Cumhuriyet'in üzerinden 75 yıl geçmesine rağmen, Osmanlıyı hâlâ yaşayan veya her an dirilmesi muhtemel bir "düşman" olarak gösterme gayretlerinin altında, aslında din ve geleneğe olan düşmanlık yatar.

Halktan kopuk ve gayrimillî ideoloji sahiplerinin, geçmişi kötülemekle kalmayıp, Türk kültürü ve değerlerine saldırması, sözde çağdaş olanların aslında hakikî bir "yobaz" olduğunu gösterir. Çünkü Genç Osmanlılar, İttihat ve Terakki, en azından başlangıçta "Osmanlıcılık" fikrini işleyerek, gayrimüslimlerle, Türk ve Müslümanları Osmanlı Devleti'nin çatısı altında tutmayı amaçlayarak, yenilik hareketlerine girişmişlerdir. Gayrimüslimlerin dış güçlerin kışkırtması ile Osmanlı'dan kopması, Müslümanları bir arada tutmayı hedefleyen "İslâmcılık" fikrini doğuracağı tabiidir. Özellikle I. Abdülhamit bu politikayı uygulamıştır. Ancak Abdülhamit, aynı zamanda Batılı müessese ve teknolojinin Osmanlı Devleti'nde yerleşmesine çalışmıştır. Dolayısıyla günümüzde Abdülhamit'e hâlâ kızıl sultan diyenlerle, Onu sözde bayraklaştıran gayrimilli bazı İslâmcı ideolojik gruplar aynı hataya düşmektedir. Osmanlıyı kurtarmak için bir çare olarak düşünülen "İslâmcılık" fikrini, günümüzde "ideoloji" hâline getiren ve böylece dinimize zarar verenler, Abdülhamit'in de yerleştirmeye çalıştığı modernleşmeyi, "Tanzimat'tan beri süre gelen batı uşaklığı" şeklinde algılamışlardır. Onlara göre "milliyet ve milliyetçilik" kavramı, tıpkı sosyalistlerin de savunduğu gibi, İslâm'la bağdaşmayan, reddedilmesi gereken kavramdır. Osmanlı Devleti'nin aslî unsuru olan Türkler'in, imparatorluğu yaşatma gayretleri "Türkçülük" diye adlandırılır.

İttihat ve Terakki'nin, Arapların da Osmanlıyı terk etmesiyle sarıldıkları bu fikir, önceleri bir reaksiyon şeklinde tezahür ettiyse de, daha sonra sağlıklı bir mecraya girmiştir. Ziya Gökalp ile Türkçülük yeni bir aksiyon hâline gelecek ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda Atatürk onu fikir babası olarak tanıtacaktır. Ziya Gökalp de Osmanlı yenileşme hareketleri ile ilgili tartışmalara katılmış ve özellikle, Türk kültürünün dejenere edileceği endişesini taşımıştır. Ancak, onun "Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Muasırlaşmak" şeklinde özetlediği Türk milliyetçiliği fikri, aslında çözüm yolunu da göstermiştir.

Tanzimat ve Meşrutiyet'in artık bir "tarihî olay" olarak ele alınıp, değerlendirilmesi gereklidir. Osmanlı İmparatorluğunun, her devlet gibi, kendisini yaşatması için yapmış olduğu yenilikler, o zamanın şartları içerisinde düşünülmeli ve yorumlanmalıdır. Tanzimat ve Meşrutiyet ile gayrimüslimlere imtiyaza varan yeni haklar ve hukuki düzenlemelerle, Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğüne saygısının kazanılması hedeflenmekteydi. Fakat gelişen siyasî olaylar, bunun o kadar kolay olmayacağını gösterecektir. Daha önceleri gerçekleştirilmeye çalışılan Islahat Hareketleri, Osmanlı Devleti'nin kendi iradesiyle uygulamaya çalıştığı, içte ve dıştaki başarısızlıklarını önlemeye yönelik yenilikleri ifade etmekteydi. Ancak Avrupa ve Rusya'nın mütemadiyen iç işlerine müdahale etmesi, Osmanlı Devleti'ni, kendi inisiyatifi dışında, yeni tedbirler almaya zorlamıştır.

Özellikle gayrimüslim unsurları bahane eden devletlerin müdahalelerine fırsat vermemek için idarî ve hukukî düzenlemelere gidilmiştir. Fakat Osmanlı Devleti'nin artık inisiyatif ve irade ortaya koyacak güçte olmaması, bu düzenlemelere rağmen, varlığını sürdürmesine yetmeyecektir. Avrupa'nın yüzyıllar alan gelişim süreci içerisinde tabiî biçimde ortaya çıkan müessese ve anlayışını, farklı bir tarih ve kültürü olan toplumun bir anda benimsemesi beklenemez. İşte bu sebeple inisiyatif ve irade eksikliğinin dışında, tabiî seyrinin dışında, tepeden inme bazı düzenlemelerin sıkıntısı da çekilmiştir. Hatta her inkılâp zamanında görülebilen, faydasız, hesapsız ve aşırı tutum ve davranışlar tepki de görmüştür. Günümüzde hâlâ görülen şekilcilik veya komplekslerden kaynaklanan çabuk benimseme ve reddetme alışkanlığının temelinde de yaşanılan bu tecrübeler yatmaktadır.



TÜRK MİLLÎ MÜCADELE HAREKATI VE KUVA-YI MİLLİYE RUHU

GİRİŞ


XX. yüzyıl başları, bu tarihe kadar devam edegelen mücadele ve muharebelerin, Türk milleti aleyhinde cereyan ettiği bir zamandır. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Balkan savaşları akabinde oluşan gruplaşmada tarafsız kalamamış ve Almanya'nın yanında I. Dünya Savaşı'na girmek zorunda kalmıştır. Çünkü Osmanlı Devleti'nin hem zayıf durumda olması, hem de Avrupa siyaseti dahilinde tarafsız kalması, o günkü şartlarda pek mümkün gözükmüyordu.

Mondros Mütarekesi'nden hemen sonra Anadolu, Müttefik Devletlerce işgal edilmeye başlanmıştı. İşgallere karşı başlayan Millî Mücadele'nin başarıya ulaşabilmesi ve millî istiklâlin sağlanabilmesi için verilen mücadelenin hukuken tasvip ve teyit edilmesi gerekiyordu. Bu yönde netice alınabilmesi için Mustafa Kemal Paşa liderliğinde sürdürülen mücadele, askerî olduğu kadar siyasî bir mücadele idi.

Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkmasından itibaren beyanatlarıyla başlayan, kongrelerle ve nihayetinde Ankara Hükûmeti'nin kurulması ile devam eden çizgide temel amacın, hukuken temsili sağlamak olduğu görülür. Bu noktada en önemli mesele, Babıâli ve İstanbul Hükûmeti'dir. İşgal kuvvetlerinin zorlayıcılığı ile İstanbul Hükûmeti'nin kendi yapısından kaynaklanan hantallık ve âcizlik, millî istiklâli ciddî olarak tehlikeye sokuyordu. Bu durumda yapılması gereken Anadolu'da Millî Mücadele'nin başlatılması ve millî hukuku temin etmektir. Nitekim, müttefikler İstanbul Hükûmeti'ni muhatap alıyorlar, Kuva-yı Millîye'yi de "asi" olarak vasıflandırıyorlar ve Kuva-yı Millîye'nin önlenmesi için sürekli baskıda bulunuyorlardı. Böyle bir ortamda Türk milliyetçilerinin verdikleri mücadele iki buçuk yıl kadar devam etmiş ancak, Ankara Hükûmeti hukuken temsil konusunda muhatap alınmamıştı. 1921 yılı Millî Mücadele tarihinde bu anlamda bir dönüm noktasıdır. Zira bu yıl içerisinde cereyan eden olaylar, silâhlı mücadelenin gerçek amacının anlatılmasını ve Ankara Hükûmeti'nin Müttefik Devletlerce kabulünü, en azından kabulün başlangıcını sağlayacak bir mahiyet arz edecektir.

Mondros Mütarekesi'nin imzalanması ülke üzerinde başlangıçta büyük bir ferahlık meydana getirmişti. 1911 yılından beri savaşın içinde olan Türk halkı bu durumdan umutlanmış ancak mütarekenin uygulanış şekli bu ümitleri kısa sürede ortadan kaldırmıştır. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasıyla ortaya çıkan Anadolu'nun haksız işgali meselesi, ülkenin kurtuluşu için fevkalâde ciddî düşüncelere ve teşebbüslere ihtiyaç olduğunun fark edilmesine
yol açmıştır. Haksız işgallere karşı tepki olarak ortaya çıkan Millî Mücadele fikri, fiilî anlamda Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri vasıtasıyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. "Müdafaa-i Hukuk" kavramı; Türklerin millet olarak bağımsız bir devlet kurmak suretiyle yaşama hakkının, Osmanlı payitahtına İmparatorluğun diğer unsurlarına ve bu hakkı tanımayan Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı fiilî bir mücadele sonunda elde etmeyi ifade etmektedir. Türk topraklarını işgal eden emperyalistlere karşı kurulan bu tür idealist cemiyetlerden bazıları ise şunladır;




KARS MİLLÎ İSLÂM ŞÛRASI
5 Kasım 1918' de kurulmuştur. 30 Kasım 1918'de Kars'ta büyük bir kongre düzenleyerek Batum, Ordubat, Iğdır ve Ahıska'yı içine alan Türk bölgelerinde bir Millî İslâm Şûrası Hükûmeti kurulmuştur. İngilizler tarafından da tanınan bu hükûmet, 17-18 Ocak 1919'da adını "Cenûbî Garbî Kafkas Hükûmeti" olarak değiştirdi ve Türk bayrağını millî bayrakları olarak kabullendi. Ancak kısa süre sonra İngilizler tarafından 13 Nisan 1919'da parlâmentosu basılarak ortadan kaldırılmıştır.




MİLLÎ KONGRE
Mondros Mütarekesi sonrası Rumların İstanbul'da teşkilâtlanıp "Megalo-İdea" uğrundaki çalışmalarına engel olmak için, göz hekimi Dr. Esat Paşa'nın çağrıları ile Türk Ocağı, Kızılay, Muallimler Cemiyeti, Baro ve her fakültenin mezunlar cemiyeti başta olmak üzere 70 kadar cemiyetten 2'şer temsilcinin katılması ile 29 Kasım 1918' de "Millî Kongre" adı ile partiler üstü bir teşkilât kuruldu. Tüzüğünde belirtilen amacı, dünyada Türkler üzerinde yapılan haksız ve yalan yayınlara ilmî yoldan ve belgeler vasıtasıyla cevap vermek idi. 1919 yılı içinde Millî Kongre, İngilizce ve Fransızca olarak "Dünya Kamuoyu Önünde Türkiye", "Ermenilerin Müslüman Ahaliye Yaptıkları Mezalim Hakkında Belgeler" ve "Avrupa'nın Ünlü Yazarlarına Göre Türkler" gibi değerli eserler neşretti. 1919 yılı sonunda milletvekili seçimlerinde adayların tespit ve tanıtılmasında Türk milliyetçilerini destekleyen Millî Kongre, 28 Ocak 1920'de "Misak-ı Millî"nin hazırlanmasına da fikrî anlamda hizmet etmiştir. İstanbul'un 16 Mart 1920' de resmen işgali üzerine, çalışmalarını durdurmuşsa da, Mustafa Kemal Paşa'yı ve Ankara'da toplanan Meclisi fikren desteklemekten geri
kalmamıştır.



TRAKYA-PAŞAELİ MÜDAFAA-İ HUKUK-I HEYETİ OSMANİYESİ
2 Aralık 1918' de, Edirne'de, Yunan istilâ ve işgaline, Mavr-i Miracıların iddialarına direnme ve cevap vermek gayesiyle kurulmuştur. Trakya'nın ırk, kültür, ekonomi ve tarih bakımından Türklere ait olduğunu ispat için çalışmıştır. "Yeni Edirne" ve "Ahali" adlı iki gazete çıkarmıştır.


İZMİR MÜDAFAA-İ HUKUKU OSMANİYE CEMİYETİ
Nurettin Paşa'nın gayretleri ile kurulan bu cemiyet Rum iddialarına karşı mücadele için 26 Aralık 1918'de kurulmuştur. 1918 yılının Aralık ayı sonunda İzmir'de kurulan "Müdafaa-i Vatan Heyeti" adlı cemiyet 14 Mayıs 1919 günü İzmir'e Yunan askerlerinin geleceği haberini protesto için beyannameler bastırıp dağıtırken adını İlhak-ı Red heyetine çevirmişti. İzmir'in işgalinin ertesi günü İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti ile birleşerek faaliyetlerini yürütmüştür.



VİLÂYAT-I ŞARKİYYE MÜDAFAA-İ HUKUKU MİLLÎYE CEMİYETİ
Erzurumlu Raif Hoca ile Diyarbakırlı Süleyman Nazif cemiyetin merkezini 2 Aralık 1918'de İstanbul'da kurmuşlardır. Çıkardıkları Fransızca ve Türkçe "Hadisat" gazetesi ile Doğu illerimizin Türklüğünü ve İslâmlığını müdafaaediyor, Ermenilerin hiçbir zaman çoğunluk teşkil etmediklerini belirtiyor ve Kürdistan Teâli ve Teâvün Cemiyeti ile de mücadele ediyordu. Mart 1919'da "Albayrak" gazetesini yeniden faaliyete geçirilerek cemiyetin fikirlerini yaymaya başladı. 3 Mayıs 1919'da Kâzım Karabekir Paşa'nın 15. Kolordu Komutanı olarak göreve başlaması ile birlikte cemiyet Kâzım Karabekir Paşa'nın şahsında bir baş, bir koruyucu ve kuvvetli bir el bulmuştur. (Tayyib Gökbilgin, Millî Mücadele Başlarken Mondros Mütarekesinden Sivas Kongresine, Cilt, Ankara,1959,s.74.). Cemiyet, Mustafa Kemal başkanlığındaki Erzurum Kongresini yaparak, 7 Ağustos 1919'da Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine katıldı.




MUHAFAZA-İ HUKUK CEMİYETİ
Cemiyet bölgesel bir amaca dayanarak ortaya çıkmış olmakla beraber Karadeniz kıyılarında hak iddia eden Pontusçu Rumlara, ayrıca Ermenilere karşı mücadele ediyordu.12 Şubat 1919'da kurulan bu cemiyetin başkanlığını Trabzonlu Barutçuzade Ahmet Hoca yapıyordu. "İstiklâl" adlı gazetelerini çıkararak Rum iddialarının çürüklüğünü, Ermenistan hayalinin boş olduğunu yurttaşlara ve dünyaya duyurmaya çalışmışlardır. Cemiyet mensupları Erzurum Kongresi'ne iştirak ederek kongre sonunda kurulan Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine katılarak çalışmalarını genişletmişlerdir.



KİLİKYALILAR CEMİYETİ;
İstanbul'daki Adanalı, Maraşlı, Antepli ve Tarsusluların Ermenilere karşı 20 Aralık 1918'de kurduğu bu cemiyetin başkanlığını Rifat Bey yapıyordu. Cemiyet yayın yolu ile işgale ve "Kilikya Ermenistanı" kurulmasına engel olmak istiyor, bunun içinde bölgede silâhlı mücadeleyi plânlıyordu. Daha sonra cemiyet, merkezini Adana'ya nakletmiştir.

Mustafa Kemal Paşa için artık tarihî görev başlamıştı. Bu dönemden sonra Osmanlı Devleti bir süre âdeta iki elden idare edilecekti. Çünkü Mustafa Kemal Paşa her gittiği yerde halkın arasına girerek İstanbul Hükûmeti gibi halkı sükûnete değil, tersine onları harekete geçirmeye çalışacaktı. Yine O, sadece bir komutan olmayacak valiler ve millî teşekküllerle muharebe eden, Türk milletini düştüğü kötü durumdan haberdar eden, memleketin dertlerini dert edinen bunlara çare arayan, cemiyetleri toplayıp kararlar alan bir önder olacaktı.

Mustafa Kemal Paşa Samsun'a gelir gelmez ordu müfettişliği görevinin kendisine yüklediği görevleri yerine getirmek amacı ile hazırlamış olduğu 22 Mayıs 1919 tarihli rapor, Millî Mücadele hareketinin, Türk insanın hangi temel değerleri üzerine bina edildiğini göstermesi bakımından fevkalade önemledir.

Millî Mücadelenin ilk ana programını teşkil eden rapor ana hatlarıyla şu fikirleri ihtiva etmekteydi;

* Samsun bölgesi Rumları siyasî emellerinden vazgeçerlerse, asayiş kendiliğinden düzelir,
* Türklüğün yabancı mandasına ve kontrolüne tahammülü yoktur,
* Yunanlıların İzmir'de hakları yoktur. İşgal geçicidir.
* Millet, millî hâkimiyet esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunu gerçekleştirmeye çalışacaktır.

Mustafa Kemal Paşa Samsun'dan sonra ilk iş olarak 28 Mayıs 1919'da Havza'dan bütün ülkeye, kumandanlara, mülkî amirlere "Millî Teşkilât" kurmaları ve mitingler düzenlemelerini isteyen bir tamim gönderdi. Bu tamim doğrultusunda ülkenin her köşesinde İzmir'in işgaline tepki olarak yüzün üzerinde mitingler tertip edilmiş ve Anadolu Türk insanının sesi dünya kamuoyuna duyurulmaya çalışılmıştır.

Samsun ve Havza'dan sonra Amasya'ya geçen Mustafa Kemal Paşa, 22 Haziran 1919 tarihinde Türk milletine hitaben Amasya Tamimini yayımladı. Amasya Tamimi Türk İnkılâp Tarihimizde hukukî ve siyasî önemi ile yeni Türk devletinin kuruluşunu hazırlayan bir temel vesika olması bakımından daima özel bir değer ifade etmiştir. 3 Temmuzda Erzurum'a gelen Mustafa Kemal Paşa, burada bütün görevlerinden hatta askerlik mesleğinden istifa etti ve milletin bir ferdi olarak vatanın kurtuluşu için mücadelesine devam etti.

23 Temmuz 1919 günü başlayan Erzurum Kongresi yaptığı çalışmalar sonrasında on maddelik bir beyanname yayımladı. Erzurum Kongresi beyannamesi Türk milletinin kendi geleceğinin kendisi tarafından tayin edilmesi gerektiğini ortaya koymuş ve bu uğurda gerekli her türlü tedbiri almakta serbest olmasını ifade ederek millî iradeye dinamik ve pratik bir yön vermiştir. Erzurum Kongresi Beyannamesi çok az değişiklikle 4-12 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi'nde de kabul edilmiştir. Geniş katılımın sağlandığı Sivas Kongresinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri birleştirilerek "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adında tek kuruluş durumuna getirilmiştir. Erzurum Kongresi'nde ortaya çıkan ve adeta geçici bir hükûmet niteliği taşıyan "Heyet-i Temsiliye" Sivas Kongresi'nde sayıca genişletilmiş ve Heyet-i Temsiliye başkanlığına da Mustafa Kemal Paşa getirilmiştir.

Heyet-i Temsiliye'ye vatanın bütününü temsil etmek yetkisi verildi. Sivas Kongresi'nde İtilaf Devletleri'ne karşı takınılan tavır daha da sertleşmiş, milletçe müdafaa ve mukavemet esası kabul edilmiştir. Sivas Kongresi'nde ortaya çıkan önemli bir sonuçta ileride Meclis-i Mebusan tarafından kabul edilecek olan Misak-ı Millî kararlarının tespit edilmiş olmasıdır. Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin yanı sıra Batı Anadolu'da toplanan Balıkesir ve Alaşehir Kongreleri Millî Mücadele hareketinin ülke geneline yayılması ve destek görmesi bakımından kayda değer gelişmeler olarak kabul edilir.

Anadolu'da meydana gelen ve bir tepki olarak ortaya çıkan bütün kongrelerde millet ve milliyet kavramları ön plândadır. Bu kavramlar Türk tarih ve kültürünün gelişme seyri içerisinde kaçınılmaz bir netice olarak siyasî bir kimliğe bürünmüş ve yeni Türk devletinin kuruluşunun temel felsefesini oluşturmuştur.

Anadolu'daki bu gelişmeler karşısında İtilaf Devletleri 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul'u resmen işgal ederek Meclis-i Mebusanı dağıtmışlardır. Osmanlı Meclis-i Mebusan'ın dağıtılması ile artık Millî Mücadele'nin ağırlık merkezi tamamen Anadolu'ya kaymış oluyordu.
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

MİSAK-I MİLLÎ


Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919 tarihinde Sivas'tan Ankara'ya geldi ve meclisin toplanması için hazırlıklara başladı. Sultan Vahideddin tarafından 21 Aralık 1918'den beri feshedilmiş bulunan mebuslar meclisinin toplanması için yapılan seçimlerde Mustafa Kemal Paşa ilk defa Erzurum mebusu olarak parlâmento üyesi oldu. Meclis-i Mebusan'a seçilen 168 üyenin ancak 72'si İstanbul'da 12 Ocak 1920 günü açılan Meclise katılabilmiştir.

Meclis-i Mebusan'ın faaliyet gösterdiği dönem içerisinde aldığı en önemli karar Misak-ı Millî'nin kabul ve ilânıdır. Müsveddeleri Mustafa Kemal Paşa tarafından hazırlanan Misak-ı Millî metni Meclis-i Mebusan'ın 22 Ocak 1920 tarihli gizli oturumunda ele alınmış üzerinde çok az değişiklik yapılarak 28 Ocak 1920 tarihinde kabul edilmiştir. Gizli oturumda kabul edilen Misak-ı Millî esasları 17 Şubat 1920 tarihinde dünya kamuoyuna ilân edilmiştir.

Misak-ı Millî, İstiklâl Harbimiz sırasında Türk milletinin maksatlarını özetleyen ve Millî Mücadele'nin başından sonuna kadar değişmeyen bir programın adıdır. Mustafa Kemal Paşa, esaslarını Millî Mücadele'den yıllar önce tespit ettiği ve bulduğu çıkış yolunu cesaretle ortaya koyduğu bu programın ilk müsveddelerini 1919 yılı Aralık ayı sonunda yazmıştır.
Misak-ı Millî metni üzerindeki ilk görüşmeler Ankara'da Mustafa Kemal Paşa'nın idare ettiği Heyet-i Temsiliye toplantılarında yapılmıştır. Bu özel toplantılar sonunda Türk istiklâlinin esaslarını tanzim eden bir metin hazırlanmış ve bu metin başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Heyet-i Temsiliye üyeleri tarafından imzalanmıştır. Misak-ı Millî metni Trabzon Mebusu Hüsrev Gerede'ye verilmiş, o da bunu, mecliste sulh programını tetkikle görevlendirilen komisyona ulaştırmıştır. . Yusuf Kemal Bey hatıratında komisyona gelen metinden söz etmemekte , buna karşılık Rıza Nur Bey, Misak-ı Millî esaslarının zaten daha önce İstanbul basınında çıkan çeşitli makalelerdeki cümleler ve hakikatler olduğunu ifade ederek, "Misak-ı Millî adını düşünen ve onu yapan İstanbul meclisidir" demektedir. Ona göre meclis, bilinen esaslara bazı ilaveler yaparak yeni bir düzen vermiştir.

Meclis-i Mebusan'a intikal eden metin, 22 Ocak 1920'de Felah-ı Vatan Grubunun gizli toplantısında Hüsrev Bey tarafından okunmuş, 28 Ocak 1920'de de resmî olmayan gizli toplantıda oylanarak mevcut bütün üyelerin ittifakı ile kabul edilmiştir. Adı geçen meclisin yaptığı başlıca işe yarar şey de bu olmuştur. Misak-ı Millî veya Ahd-ı Millî Beyannamesi olarak adlandırılan bu belge, İstanbul'un işgali ve mebuslar meclisinin tasfiyesi üzerine Ankara'da
toplanan ve Türk milletinden feyz alan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşunun yegâne nedeni olmuştur. Toplandığı ilk gün millî Misak'a bağlılığını açıklayan meclis, bu sadakatini sarsılmaz bir şekilde sürdürmüş ve onun gerçekleşmesini amaç bilmiştir.

Misak-ı Millî sınırları esasen, I.Dünya Savaşı'nda düşmanlarımız olan İtilaf Devletleri'nin Osmanlı Devleti'ne taahhütleri idi. Müttefikimiz Almanların yenilmesi ile Mondros Mütarekesi'nin tatbikatından önce, Ahd-ı Millî ile çizilen sınırları bize garanti etmişlerdi. Bu garanti olağan bir şeydi. Yenik olarak çıktığımız bir savaşın sonunda dahi, Hatay, Musul-Kerkük, hatta Batum ve Halep Türk sınırları içerisindeydi. Batı Trakya Türkiye'ye katılmaya hazır, Boğazlar, bütün hukuku ile hükmümüze bağlı idi. Kıbrıs iade edilmek üzere İngilizler'e kiralanmıştı. Yani, İngilizler ve Fransızlar, verdikleri sözden dönmeselerdi, Türkler, İstiklâl Savaşı olmadan dahi Millî Misak sınırlarını koruyacaktı.

İstiklâl Harbi'nin sonunda ise, verilen o muazzam mücadeleye rağmen Lozan Barışı'ndan düşmesi gereken pay alınamamıştır. Hâlâ da kudsî yemin sınırlarımızın çok gerisindeyiz. Gerçi, Lozan'ı içine sindiremeyen girişimleri ile Atatürk, Hatay'ı Türkiye'ye bağlatmış ve boğazlar üzerindeki hayati hukukumuzu geri aldırmıştı. Lâkin, Atatürk'ün ölümünden sonra, gözden ve gönülden çıkarılan Millî Misak ülküsü tamamen yanlış algılanır olmuştur.

Atatürk, Misak-ı Millî ile ilgili olarak şunları söylemektedir. "Türk milletinin , kalbinden, vicdanından sahih ve mülhem olan en esaslı, en bariz arzu ve iman malum olmuştu :

Kurtuluş...Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde arzu-yu millî tebellür ettirilmiş ve ifade olunmuştu...Milletin amal ve maksadını da . kısa bir programa esas olacak surette toplu bir tarzda ifadesi de görüşüldü. Misak-ı Millî unvanı adı verilen bu programın ilk müsveddeleri de, bir fikir vermek maksadıyla kaleme alındı. İstanbul Meclisi'nde bu esaslar, hakikaten toplu bir surette tahrir ve tespit olunmuştur...Malumdur ki, Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde tespit olunan esasat, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nca kabul ve teyit olunup, Misak-ı Millî namı altında, züpte edilmiş idi. Bu esasat, Birinci Büyük Millet Meclisi tarafından da kabul edilerek, o daire dahilinde memleketin tamamiyyetini ve milletin istiklâlini temin ederek sulhu müsalemeti istihsale çalışıyordu." Mustafa Kemal Paşa'nın da yukarıda yer alan ifadelerinde de tespit ettiği gibi Misak-ı Millî, Millî iradeyi temsil eden milletvekillerinin namüsait şartlarda ortaya koyduğu bağımsızlık bildirgesidir.

Misak-ı Millî ne bir efsane, ne de tarihîn derinliklerinden intikal etmiş bir destandır. Misak-ı Millî, Türklerin var olduğu devirlerden itibaren karakterinde mevcut olduğuna inandığımız İstiklâl fikrinin modern manadaki ifadesi ve tezahürüdür. Misak-ı Millî bölünmez bir Türk yurdunun sınırlarını tespit eden ve günümüzde de canlılığını muhafaza eden fevkalâde öneme haiz hukukî ve siyasî bir vesikadır.



ANADOLU KADINLARI MÜDAFAA-İ VATAN CEMİYETİ
5 Kasım 1919'da Sivas'ta kurulan cemiyet memleketin bütünlük ve istiklâlini müdafaa uğrunda bütün Anadolu'nun birliği için çalışmak gayesiyle mitingler tertip etti. İtilaf Devletleri temsilcilerine protesto telgrafları gönderdi.Millî şuura sahip bütün bu dernekler Sivas Kongresi'nde 7 Eylül 1919'da birleşerek "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti " adını almışlardır. Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'daki Hazırlıkları ve Millî Mücadelenin Başlaması Mustafa Kemal Paşa İtilaf donanmalarının mütareke hükümlerine göre İstanbul'u fiilen işgal ettiği 13 Kasım 1918 tarihinde bu şehre gelmişti. Gördüğü manzara karşısında çok sinirlenen Mustafa Kemal Paşa'nın yaverine söylediği "Geldikleri gibi giderler" sözü meşhurdur.

Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçmeden önce İstanbul'da kaldığı altı aylık süre Millî Mücadele hareketinin başlangıcını oluşturan hazırlık dönemidir. Bu dönem yakın tarihimizde yeni Türk devletinin yapılanmasında siyasî ve fikrî temellerin oluştuğu fevkalâde öneme haiz tarihî hadiseler silsilesi ile doludur. Mustafa Kemal'in İstanbul'da bulunduğu süre içerisinde düşüncesi, henüz Mebuslar Meclisi'nde güven almamış bulunan Tevfik Paşa kabinesine, mecliste güvenoyu verilmesini önleyerek, iş başına millî ülküye bağlı, azim ve kuvvet sahibi bir kabine geçmesini sağlamaktı. Bu fikrini tanıdığı ve güvendiği arkadaşlarına, bir kısım milletvekillerine de kabul ettirmişti. Fert fert yaptığı bu temas ve anlaşmaları yeterli görmeyerek, Tevfik Paşa kabinesine giderek milletvekillerini toplu bir hâlde görmek ve fikrini orada da anlatmak istedi. Mustafa Kemal mecliste bir salonda toplanan milletvekillerine düşüncelerini açık olarak anlattı ve o gün için alınacak tek tedbirin kabineye güvenoyu vermemek olduğunu söyledi. Böyle bir karar karşısında meclisin dağılması ihtimalinden bahsedenlere bunun muhakkak olduğu ve esasen kabine güvenoyu alırsa ilk işinin yine meclisi dağıtmak olacağı cevabını verdi. Uzun tartışmalardan sonra bu hususî toplantıda bulunan milletvekilleri Tevfik Paşa kabinesini düşürmeye karar verdiler. Biraz sonra meclisin resmî toplantısı açıldı ve Sadrazam Tevfik Paşa, kabinesiyle gelerek beyannamesini okudu. İstediği güvenoyunu meclisten tartışma bile olmadan aldı. Dinleyici localarından birinde meclisin çalışmalarını takip etmiş olan ve o günkü neticeden hiç memnun kalmayan Mustafa Kemal'in evine döner dönmez ilk işi, Padişah'ın başyaveri vasıtasıyla Vahdettin'den bir görüşme istemek oldu. Padişah 22 Kasım 1918 Cuma günü selâmlıktan sonra kendisini kabul edeceğini bildirmişti.

Padişah, cuma günü herkese tercihen, Mustafa Kemal'i kabul etmiş ve onun düşündüklerini anlatmasına yer bırakmayarak, ordunun, komutan ve subaylarının Mustafa Kemal'i çok sevdikleri için onlardan kendisine bir fenalık gelmeyeceğini temin etmesini istemişti. Buna karşılık Mustafa Kemal tarafından kendisine sorulan "...ordu tarafından aleyhinize hazırlanan bir harekete dair malûmat ve mahsusatınız mı var?" sorusuna, padişah kesin bir cevap vermemekle beraber o gün için değilse bile ilerisi için böyle bir ihtimali mümkün gördüğünü istemeyerek ifade etmişti. Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, Mütareke Dönemi'nde İstanbul'da, iktidara gelmenin bütün yollarını denedikten sonra, Anadolu'ya geçmek ve "millî mukavemet"te bulunmak gibi "ağır ve kat'i" bir kararı her yönüyle incelemiş ve "bundan başka bir şey yapmak ihtimali kalmadığına" inanmış idi. Sonunda devletin ve milletin İstanbul'dan kurtarılamayacağını anlayan M. Kemal Paşa Anadolu'ya geçerek millî mukavemette bulunma kararını vermiştir. Bu karardan sonra Anadolu'ya geçerek millî mukavemet kararına varmakla iş bitmemiştir. Bundan sonra O, mümkünse resmî bir görevle, bu mümkün olmazsa özel olarak Anadolu'ya geçme ve orada bir Millî Mücadele hareketini başlatmanın çarelerini aramaya başlamıştır. Bu hususta ona başta Ali Fuat Cebesoy olmak üzere arkadaşlarının büyük yardımı olmuştur. Önce Mustafa Kemal Paşa'ya Anadolu'da görev verilmesi için kendisinin hükûmette etkili bir kişiye tavsiye edilmesi gerekmiştir. Bu işi yapan kişi, Ali Fuat Paşa'dır. Ali Fuat Paşa, daha sonra dahiliye nazırı olan Mehmet Ali Bey'e Mustafa Kemal Paşa'yı tavsiye etmiş ve onu bu hususta ikna etmiştir. Mehmet Ali Bey Samsun ve çevresinde bir asayişsizlik durumu ortaya çıkıp, İngiliz işgal komutanlığının Osmanlı Hükûmeti'ne protestolu bir rapor verdiği sırada dahiliye nazırı idi. Damat Ferit Paşa, Mehmet Ali Bey'e dahiliye nazırı olarak meselenin halli hususunda fikrini sormuştur. O da, bölgeye dirayetli ve tam salahiyetli bir komutanın gönderilmesi gerektiği ve bu komutanın da Mustafa Kemal Paşa olabileceği şeklinde fikrini beyan etmiştir.

Mehmet Ali Bey, meselenin halli için sadece Mustafa Kemal Paşa'yı tavsiye etmekle kalmamış aynı zamanda sadrazamı bu hususta ikna etmeyi de başarmıştır. Bu görüşmeden sonra Erkân-ı Harbiye-yi Umumiye Reisi Cevat Çobanlı ve Mustafa Kemal Paşalar ile yemek yiyen Damat Ferit Paşa, bir gün sonra Harbiye Nazırı Şakir Paşa'ya Samsun ve çevresindeki olayın araştırılmasına Mustafa Kemal Paşa'nın memur edilmesi emrini vermiştir. Bundan sonra, "9. Ordu Müfettişliği" olarak gerçekleşecek tarihî tayinin işlemlerine geçecektir. Türk İstiklâl Savaşı'na başlangıç teşkil eden bu tayin tesadüfler sonucu olarak değil, Mustafa Kemal Paşa'nın Mütareke Dönemi'nde gösterdiği şuurlu faaliyetleri sonucu gerçekleşmiştir. Mütareke Dönemi'nde Mustafa Kemal Paşa memleket meselelerinin dışında veya gerisinde kalmamıştır. O, herkesin her şeyden ümidini kestiği bir dönemde kendisine, devletine ve Türk Milleti'ne olan güvenini yitirmemiştir. Kurtuluşu başka bir devletin himaye ve desteğinde değil, kendi gücümüzde görmüştür. O'nun Mütareke Dönemi'nde İstanbul'da gösterdiği faaliyetlerin temelinde bu inanç ve karar vardır.

Mustafa Kemal Paşa'nın fikrî faaliyetlerinin başlıca hedefi Anadolu'ya geçerek millî mukavemet hareketini başlatmak olmuştur. O, bu gaye ile bir taraftan yakın arkadaşlarını bu fikir etrafında hazırlarken, diğer taraftan bunun tahakkuku için yollar aramıştır. Gerçekten de Mustafa Kemal Paşa, bu ideal için sadece önüne çıkan fırsatları değerlendirmekle kalmamış, amacı doğrultusunda yeni fırsatlar meydana getirerek bunlardan azamî ölçüde yararlanmıştır. Diğer bir ifade ile O, tarihin önüne çıkardığı fırsatlardan azamî ölçüde yararlanmasını bilmiştir. Bu büyük liderlere mahsus bir özelliktir. (Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt-III, Ankara,1984.; Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul, 1953.; Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbinin Esasları, İstanbul,1972.)
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

KUVA-Yİ MİLLİYE



Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasıyla İstanbul Hükûmeti ve buna bağlı olarak ordu İtilaf Devletleri'nin kontrolüne girmiş, devlet müesseseleri vazifelerini yerine getiremez duruma gelmişti. Türk milleti uğradığı haksızlıkların önüne geçilmesi hususunda resmî makamlara yapmış olduğu müracaat sonuç vermeyince vazifenin kendine düştüğünü kabullenip, işgal gören bölgelerde düşmana karşı harekete geçti. İşte bu direniş hareketini başlatanlara Kuva-yı Milliye(Millî Kuvvetler) adı verilmiştir.

Mili Mücadele tarihimizde "Kuva-yı Milliye" deyiminin biri dar, diğeri geniş olmak üzere iki ayrı manası vardır. Bunlardan ilki "Milis" teşkilâtı adıyla da anılan millî kuvvetleri, yani silâhlı mukavemet teşkilatını anlatmaktadır. Diğeri ise Millî Mücadele'yi bütünüyle içine alan daha geniş bir anlamı ifade eder. Bu geniş mana içerisinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Kongreler, İlk Büyük Millet Meclisi , Misak-ı Millî gibi dönemin temel gelişmeleri yer almaktadır. Yakın tarihimizde Kuva-yı Milliye dönemi İzmir'in işgali ile I.İnönü Muharebesi arasında geçen yaklaşık bir buçuk yıllık (Mayıs 1919-Aralık 1920) dönemi ihtiva eder. Bu zaman zarfında fiilen yabancı işgaline karşı koyan Kuva-yı Milliye hareketi Osmanlı Devleti'ne bağlı bir kuvvet hüviyetinde değildir. Mevcut hükûmetten ayrı fakat Türk milletine dayanan ve onun adına faaliyet gösteren, dolayısıyla yalnız Anadolu Türk halkının bünyesinden çıkmış bir direniş hareketidir. Kuva-yı Milliye'nin ortaya çıkışı bir siyasî parti hüviyetinde de olmamış, taraftarlarını memnun edecek mevkileri ve memuriyetleri de vaat etmemiştir. Buna rağmen az zamanda ülke genelinde samimî bir Türk birliği meydana getirmiş olmasını ancak halkın "hâlet-i ruhiyyesi", geçirdiği sıkıntılar ve istiklâlini müdafaa hususundaki hassasiyeti ile izah etmek mümkündür.

Kuva-yı Milliye'nin Milli Mücadele döneminde birçok faydaları olmuştur. Sağladığı en önemli fayda, dünya kamuoyunda Türk halkının Yunan işgalini sükûnetli karşılığı kanaatinin yerleşmesini önlemek ve Milli Mücadele hareketini mazlum bir milletin istiklâl hareketi olarak göstermek olmuştur.

Mustafa Kemal Paşa "Anadolu'ya ayak bastığım zaman milleti bir istiklâl cidaline hazır ve teşne bir hâlde buldum" derken mevcut olan bu ortamın geniş bir propaganda şebekesi vasıtasıyla sağlandığı anl..... gelmediği açıktır. Anadolu Türkünün bu noktaya gelmesini sahip olduğu "cevher-i aslî"sinden çıkan tabiî ve an'anevî bir netice olarak kabul etmek en isabetli görüş olacaktır. "Kuva-yı Milliye" ruhundan anlaşılması gereken mana da bu olmalıdır. Kuva-yı Milliye ruhu sadece Milli Mücadele döneminde ortaya çıkan bir vakıa değildir. Kaynağını Türk milletinin bilinmeyen tarihinden bu tarafa sahip olduğu ve nesilden nesile intikal etmiş olan ilk cevherinden alan yeni bir Türk ruhudur. Yahya Kemal bu anlayışı şu şekilde dile getirmektedir.:

"Anadolu'nun ar İstanbul'a geliyorlar. Bu hadisenin ne olduğunu bizden soruyorlar, daha yakından seçebilmek için Anadolu'ya kadar gidiyorlar. İnkârdan şüpheye, şüpheden tereddüde, tereddütten inanmaya doğru günden güne beliren bir hareket var. Bir gün gelecek ki bir Türklük , yeni bir Türk ruhu tâ karşıdan seçilecek" bu üç senelik tarihi yeni Türk ruhu olduğunu, en görmek istemeyen gözlere bile gösteriyor. Avrupalılar, Amerikalı Milli Mücadele dönemi aydınlarının eserleri incelendiğinde Kuva-yı Milliye ruhunun Türk milleti için yeni bir istiklâl mücadelesini ifade ettiği hususunda müşterek bir görüşün ortaya çıktığı görülür. İstiklâl mücadelesinden amaç ise; Türklerin ekseriyeti teşkil ettiği bir coğrafî alan içerisinde "Türk milletinin gerek irfanca ve gerek iktisadiyatça bilâkaydü şart her türlü haricî nüfuzlardan ve kayıtlardan azade olarak kendi vesaitiyle azami inkişafına mazhar olmasıdır. " Millî İstiklâl davasına atılmış olan Türk milleti bu dava devam ettiği sürece, bu istiklâle inanan ve onu gerçekleştirmek için hesapsız fedakarlığı göze alan bir ruh hâleti içerisinde olmuştur. Bu esrarengiz şuur hiçbir, ilmin, hiçbir eğitimin ve hiçbir propagandanın mahsulü değil, Türk karakterinin samimî bir tezahürüdür.

Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi Kuva-yı Milliye, "Millilik" vasfının ön plânda tutulduğu, millî istiklâl ve iktisadî hürriyet mücadelesinin hareket noktasıdır. İstiklâl Savaşı'nda, millî heyecana dinî heyecanın da karıştığı, din ve milliyet fikirlerinin birbirinden ayrılmadığı şüphe götürmez bir gerçek olmakla beraber, o dönemin dinî duygularının millî bir karakter taşıdığı ve "millilik" vasfına hizmet ettiği söylenebilir. Millî Mücadele'nin yayın organı olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesi ilk sayılarından birinde Kuva-yı Milliye'yi kamuoyuna şu şekilde anlatmaktadır:

"Kuva-yı Milliye, milletin ruhundan ve ihtiyacı beka ve istiklâlinden doğmuş bir vahdettir ki, onu hiçbir şey ihlal edemeyecektir".

Sonuç olarak Kuva-yı Milliye ruhu yüksek bir siyasî olgunluk seviyesine gelmiş bir milletin, bu siyasî kudretini en azametli ve göz kamaştırıcı bir şekilde kullanmasından başka bir şey değildir. Kuva-yı Milliye'yi ortaya çıkaran "ruh" bu hareketin başlangıç dönemi ile de sınırlı kalmamıştır. Millî Mücadele dönemi boyunca Türk halkının müşterek ve hâkim anlayışını ifade etmiş, yeni Türk devletinin kurulmasında bir manevî menbaa olmuş, yaşatılmasında milletin tarihi tekâmüllerinden kaynaklanan manevî dayanağı temsil etmiştir. Kuva-yı Milliye'nin boz kalpaklı kahramanlarının o günkü ruh hâli bugünde Türk milletinin benliğinde yaşamaktadır. Bu günkü yeni nesil, bedeli can ve kan ile ödenmiş Türk vatanının muhafazasında fevkalâde hassas olan sessiz ekseriyettir ve Millî Mücadele hareketinin Türk milleti adına gerçekleştirildiğini asla unutmamalıdır.
 
---> Büyük Türk Tarihi -I

TÜRK ADI


Türk Milleti'nin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. "Türk" sözü tarihin en eski çağlarından beri kullanılıyordu ve belirli bir kavmin yada kavimler birliğinin adı olarak mevcuttu.
Türkler'in köklü ve çok zengin bir tarihe ve kültüre sahip olması nedeniyle birçok bilim adamı "Türk" adının nereden geldiği hakkında araştırmalar yapmış, bu araştırmalar neticeside Türk adı ilk defa MÖ. XIV. yy'da "Tik" vveya "Tikler" adıyla geçmeye başlamıştır. Diğer bir görüşe göre ise Türk adı MÖ. XIV. yy'dan öncede varolduğudur. Zira Türk ırkının tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir. Bu gerçeği kavmi ve milli mitolojilerde ve tarihi oluşumlarda izaheden eski kayıtlarda görmek mümkün olmaktadır.
Türk ırkının çok eski olması nedeniyle Türk adının nerden geldiği hakkında birçok iddia ve görüşler ileriye sürmüşlerdir. Buna göre,

-Heredotos'un doğıu kavimleri arasında zikrettiği TARGİTAB'lar.

-İskit topraklarında doğdukları söylenen TYRKAE'ler

-Tevratta adı geçen Togarma'lar.

-Eski Hint kaynaklarında tesadüf edilen TURUKHA'lar veya THRAK'lar

-Esiki Ön Asya çivili metinleride görülen TURUKKU'lar.

-Çin Kaynaklarında MÖ. I.yy'da rol oynadıkları belirtilen TİK veya Dİ'ler
Bizzat "Türk" adını taşıyab Türk kavimleri olarak gösterilmektedir.

İslam kaynaklarında yer alan İran menşeli "Zend - Avesta" rivayetleri ile İsrail menşeli "Tevrat" rivatetleride Nuh Peygamber'in torunu olan Yafes'in oğlu "Türk" ile İran rivayetlerideki Feridun'un oğlu "Türac" vveya "Tur"un soyu türk adını taşıyan ilk kavim olarak gösterilmek istenmiştir.
"Avesta"da yer alan "Ebül Beşer"den (1) ,Cemil ve oğu Ferdiun'dan bahsedilmektedir. "Ferdidun ülkesi Salm, Irak ve Turak (Türk) ismindeki üç oğlu arasında pay etmiştir. Salma!a bugünkü İran ve havalisi, Irak'a bugünkü Irak ve havalisi ,Turak'a ise Orta Asya ve Çin havvalisi düşmüştür. Feridun ölünce Irak, Salm'a saldırarak İran ve havalisini almış,dahasonra Turak'a saldırmıştır.
Irak, Turak'ı yenememiş, savaş bunların torunlarına uzanan dek senelerce sürmüştür. Sonunda Turak'ın torunu "Afrasyap"(2) Irak torunun "Muncihir"i mağlup ederek Ceyhun nehri sınır kabul edilen bir anlaşma yapmıştır. Bu tarihten sonra ceyhun nehri doğusunda "TURAN", batısına da "İRAN" denmiştir.
Tevrat rivayetleride ise Nuh tufanından sonra Nuh peygamber dünyayı üç oğlu arasında pay etmiş.Yafes'e Orta Asya ve Çin ülkeleri düşmüş,Yafes ölürken tahtını sekiz oğullarından biri olan "TÜRK" e bırakmıştır.
Görülmektedirki Hz. Adem devrina yakın zamanlarda Turak(Türk)'den İran-Turan savaşlarından ve Alp Er Tunga gibi büyük bir Türk Başbuğunndan ve Saka İmparatorluğu Kağa'nından bahsedilmektedir. Yukarıda mitoloji ve tarihi kayıtlar içerisinde yer alan "Türk" kelimeleriden ,Türk adının nekadar eski olduğu ortyaya çıkmaktadır.
MÖ XIV. yy'da yer alna "Tik"ler ile dünyada mevcut olan medeniyetlerin en eskisi olan MÖ. VII. yy. da Orta Asya'da kurulan "Anav" medeniyeti de Türkler tarafından kurulmuştu. O halde Türkler MÖ. XIV. yy'da Tik'ler , MÖ. VII. yy'da Anavlar ,MÖ IV yy'da Sakalr ile tarih kayıtlarında yer almaktadır.
Türk kelimesinin yazılı olarak kullanılması ilk defa MÖ 1328 yılında Çin tarihide "Tu-Kiu" şeklinde görülmektedir.
MÖ. I yy'da Roma'lı yazarlardan biri olan Pompeius Meala'nın Azak Denizi kuzeyinde yaşayan halktan "Turcae" olarak bahsetmesi ile ilk defa yazılı olarak karşılaşıyoruz.
Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS VI yy'da kurulan Kök-Türk Devleti ile olmuştur. Orhun kitablerinde yer alan "Türk" adı daha çok "Türük" şeklide gösterilmektedir. Bundan dolayı Türk kelimesini Türk Devleti'nin ilk defa resmi olarak kullanılan siyasi teşekkülün Kök-Türk imparatorluğu olduğu bilinmektedir. Kök-Türkler'in ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken,sonrada Türk millietini ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.
MS. 585 yılında Çin İmparatoru'nun KÖK-TÜRK Kağanı İşbara'ya yazdığı mektupta"Büyük Türk Kağanı" diye hitap etmesi, İşbara Kağan'ın ise Çin İmparatoruna vverdiği cevabi mektupta "Türk Devleti'nin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti" hitapları Türk adını resmileştirmiştir.
Kök-Türk yazıtlarında Türk sözü daha çok "Türk Budun" şeklide geçmektedir. Türk Budun'un ise Türk Milleti olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade ,siyasi bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir.

Türk'ün Manası

Türk adına çeşitli kaynak ve araştırmalarda türlü manalar verilmiştir. Çin kaynakları Tu-küe (Türk)'ü miğfer olarak , İslam kaynakları ise ses benzetmesine dayanarak terkedilmiş,olgunlukçağı ve benzeri manalar vererek yeni anlamlar üretmiştir.
XIX. asırda A. Vambery'nin ilmi izaha yakın olan fikrine göre ise Türk kelimesi "TÜREMEK"ten gelmektedir. Zira Gökalp bunu "TÜRELİ" yani kanun ve nizam sahibi olarak açıklamıştır.
Ancak Türk sözünün cins isim olarak "GÜÇ-KUVVET" manasında olduğu, buradaki Türk kelimesinin milletin adı olan "Türk" kelimesi ile aynı olduğu A.V. Le Coq tarafından ileri sürülmüştür. Bu iddia Kök-Türk kitabelerinin çözücüsü olan V. Thomsen tarafından kabul edilmiş,aynı iddia G. Nemeth'in tetkikleri ile de ispat edilmiştir.
Ayrıca Türk kelimesinin cins isim olarak "ALTAYLI" (Ceyhu ötesi Turanlı) kavimlerini ifade etmek üzere 420 yıllarına ait bir Pers metninde,daha sonradan 515 hadiseleri dolayısıyla "Türk-Hun"(Kudretli-Hun) tabirleride geçtiği bilinmektedir.
İran kaynaklarında Türk sözü "Güzel İnsan" karşılığında kullanılırken, XI. yy'da Kaşkarlı Mahmut "Türk adının Türkler'e Tanrı tarafından verildiğini " belirterek,"Gençlik,kuvvet,kudret ve olgunluk çağı" demek olduğunu bir kez daha belirtmiştir. Tarihçiler ise Türk kelimesinin "Güçlü-Kuvvetli" anl..... geldiğini kabul etmektedirler.



Türk Soyu

Tarihte Türk ırkı hakkında çeşitli tasvirler yapılmıştır. Çin,Latin ve Grek kaynaklarında Türkler daha çok Moğol tipinde tasvir edilmişlerdir. Bunun sebebi ise Türkler'in tarih boyunca en çok temasının Mogollar'la olmasıdır. Moğol kitleleri yıllarca Türkler'in idaresinde yaşamış,göçlere,savaşlara Türkler'le beraber katılmışlardır. Bunun sonucunda bu kaynaklar Türk ile Moğol tipini birbirine karıştırmıştır.
Son yarım asır içinde yapılan ilmi çalışmalar ve araştırmalar sonucu Türkler'in beyaz ırka mensup bulundukları, yeryüzünde mevcut üç büyük ırk grubundan "Europid" adı verilen grubun "Turanid" tipine mensup bulundukları anlaşılmıştır. Kafa yapıları Brakisfal (yuvarlak kafalı)dır. Türklerin kendilerini başta "Mongolid" Moğollar olmak üzere diğer topluluklardan ayıran antropolik çizgilere sahip oldukları tespit edilmiştir. Türkler'in hakim vasfı beyaz renk,düz burun,değirmi çene,hafif dalgalı saç,orta gürlükte sakal ve bıyıktır.
Turan tipine örnek olan Orta Asya, Maveraünehir ve diğer Yakın Doğu Türkleri beyaz tenli ,koyu parlak gözlü, değirmi yüzlü,endamlı,sağlam yapılı erkek ve kadınları ile Ortaçağ kaynaklarında güzelliğin timsali olarak gösterilmiş hatta İran edebiyatında Türk sözü "Güzel İnsan" manasında kullanılmıştır. Tevrat'ta nakledilen bir rivayette ise Türk soyunun Ham ve Sam'dan değil, Yafes'den türemiş olarak beyaz ırktan geldiği gösterilmiştir.



Türk Yurdu

Yeryüzünde 350 milyonu aşan sayıları ile çok geniş bir bölegeye yayılan Türkler'in ilk anayurdu'nun tesbiti birçok bilimadmını asırlarca meşkul eden büyük bir konu olmuştur. Bilim adamları ve araştırmacılar yaptıkları çalışmalar sonucu Türkler'in ilk Anayurdu ile ilgili bir çok iddialar ortaya tmışlardır.

Tarihiçler , Çin kaynaklarına dayanarak Altay Dağlarını,

Etnologlar,İç Asya'nın kuzey bölgelerini,

Dil araştırmacılar,Altaylar'ın veya Kingan Dağları'nın doğu ve batısını,

Kültür Tarihçileri , Altay-Kırgız Bozkırları arasını,

Sanat tarihçileri , Kuzeybatı Asya sahasını,

Antropologlar ise Kırgız Bozkırı-Tanrı Dağları arasını ilk Türk Anayırdu olarak iddia etmişlerdir.

Bütün bu araştırmalara göre ilk türk yurdunun kesin sınırlarını çizmek mümkün olmamaktadır. Zira Türkler'in ilk zamanlardan itibaren çok geniş bir sahaya yayılmaları bu tesbitte güçlük çıkartmaktadır.
Bununla beraber son yıllarda yapılan dil araşturmaları ve yukarıda yapılan çalışmalar göz önüne alındığında , ilk Türk yurdunun "Altay Dağları'ndan, Urallar'a kadar uzanan , Hazar Denizi Kuzeydoğu Bozkırlarından,Tanrı Dağları'nı kapsayan çok geniş bir bölge olduğudur."
Tarihi akış içerisinde meydana gelen göçler sonucu Anayurtları'ndan çok uzak mesafelere ve geniş bir coğrafialana yayılan Türkler, bugün Balkanlar'dan doğuya Çin Seddi'ne ,Kuzeyde Sibirya Bozkırları'ndan Güneyde Horasan, Afganistan,Tibet'e kadar olan bölgeleri yurt tutmuşlardır.
 
takipçi satın al
Uwell Elektronik Sigara
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
Geri
Üst