Tarih boyunca hükümran olan Türk devletlerinin en önemli özelliklerinden biri, devletin kaderi ile hükümdarın kaderi arasında güçlü bir paralelliğin olmasıdır. Eğer devlet başkanı devleti idare etme yeteneğine, bilgi ve becerisine sahip ise o devlet iyi idare edilmiş, halkının ihtiyaçlarını karşılamış, komşularından saygı görmüştür. Türkiye Selçuklularında da Alâeddin I. Keykubadın ölümüne kadar hüküm süren hükümdarlar, hâkimiyetlerini kurabilmek veya hüküm sürdükleri sahaları genişletebilmek, halkın huzur ve güvenliğini sağlayabilmek için devlet işlerini kendi ellerine almış, çoğu zaman savaşlarda ordunun başında bizzat sefere çıkmış, devleti daha ileriye götürebilmenin gayreti içinde olmuşlardı. Uygulama böyle olunca, karşılaşılan sorunlar aşılabilmiş, devlet güçlenmiş, ülkede güven ve huzur sağlanabilmişti. Ancak olması gerektiği gibi işlemekte olan sürece Alâeddin Keykubada suikast düzenlenerek müdahale edildiğinden Gıyaseddin II. Keyhüsrevin hâkimiyet yıllarından itibaren her şey tersine dönmeye başladı. Keskin zekâsı ile sağlam bir iradeyi şahsında harmanlayan Sultan Alaeddin Keykubad, ülkesine yönelik tehditleri etkisiz hale getirebilmek için her türlü önlemi başarıyla alıyordu. Fakat onun öldürülmesinden sonra tahta çıkarılan oğlu Gıyaseddin II. Keyhüsrev çocuk yaşta idi ve devletin kaderi birbirlerini çekemeyen kıskanç devlet adamlarının insafına kalmıştı. Oysa Anadoluda, deneyimli ve dirayetli devlet adamlarının varlığına ihtiyaç duyulan önemli bir dönem yaşanıyordu. Moğol istilasının önünden kaçarak Anadoluya gelen topluluklar daha önce olduğu gibi kontrol altına alınamıyor, Alâeddîn I. Keykubad döneminde güçlü biçimde uygulanan göçerlerin ûc bölgelerine yerleştirilme politikası işlemiyordu. Toplumsal dengenin bozulmasına neden olan bu durum, 1240 yılında Kefersûdda başlayıp geniş bir alana yayılan Babaî ayaklanmasının patlak vermesine giden yolların taşlarını döşedi.
Selçukluların güçlükle bastırabildiği Babaî ayaklanması devletin geleceğini belirleyen süreç açısından önemliydi. Selçuklu orduları Türkmenler karşısında defalarca mağlup olmuş ve devletin zayıflığı ayan beyan ortaya çıkmıştı. Nitekim Anadolunun kapılarına dayanmış olmakla birlikte Selçuklu topraklarına girmeye epeydir cesaret edemeyen Moğollar, devletin artık Alâeddîn dönemi devleti olmadığını fark ettiler ve Babaî ayaklanmasından sonra da fazla duraksamadan harekete geçtiler. 1242de Erzurumu işgal ederek şehirde adeta taş üstünde taş ve omuz üstünde baş bırakmayan Moğol kumandanı Baycu Noyan, bu işgal ile karşısında durabilecek bir kuvvetin bulunup bulunmadığını da bir anlamda test etmek istiyordu. Nitekim bu işgale karşı harekete geçen Selçuklular, Moğollarla savaşma kararı aldılar.
Yaklaşık 80 bin kişiden oluşmakta olup Türkiye Selçuklu tarihinin en kalabalık ordusu ve sayıca Moğolların iki katından fazla olan Selçuklular Sivasa geldiklerinde savaş konseyini topladılar. Moğollara karşı savaşta nasıl bir yol takip edilecekti? Hem Sultan tecrübesizdi, hem de anlaşıldığı kadarıyla ordunun sevk ve idare sorunu vardı. Bir kısım devlet adamları en doğru kararın Sivasta bekleyip düşmanı burada karşılamak olduğunu savunurken (gerçekten de en akıllıca hareket bu olurdu), İbn Bîbîye bakılırsa ömürlerinde savaş zorluğu görmemiş, felaket acısı tatmamış, çarpışma zahmeti çekmemiş, dert zehri içmemiş, gençliğin verdiği güçle mağrur olan yeni yetmeler Sultanın aklına girerek onu ileri harekâta ikna ettiler. Sayıları düşmandan fazlaydı. Korkaklık yapıp şehre mi kapanacaklardı? Selçuklu ordusu bu küçük Moğol birliğinden mi çekinecekti? Değil onlarla karşı karşıya gelip savaşmak, önden gönderilecek bir öncü birliği bile onların hakkından gelebilirdi. Sivasta bekleyip de düşmanı burada karşılamayı önerenlerin endişesi kendi korkaklıklarından kaynaklanıyordu. Çevresinde bulunan düşüncesiz devlet adamlarının bu şekildeki yönlendirmeleri ile kararını veren Sultan, Moğolları karşılamak amacıyla hareket emrini verdi. Şehrin 80 kilometre kuzeydoğusundaki Kösedağda karargahını kurdu. Burada dostları ile işret meclisi kurduktan sonra bir öncü birliğini Moğollara karşı gönderdi. Kösedağın sarp yamaçlarından güçlükle inen Selçuklu askerlerini aşağıda karşılayan Moğol birlikleri, düşmanlarını perişan etti. Bu ön mağlubiyet, Selçukluların büyük bir korku yaşamasına sebep oldu ve Sultan da dâhil olmak üzere devletin kaderini elinde bulunduran insanlar tek bir ok bile atmadan kaçtılar. Sultanın ve Selçuklu devlet adamlarının sayıca üstün oldukları Moğollarla mücadele için gerekli tedbirleri almak yerine savaşa bile girmeden kaçmaları doğal olarak ordunun dağılmasıyla sonuçlandı ve Selçuklular, tarihin en utanç verici bozgunlarından birini yaşadılar. Bu bozgun, Selçuklu devletinin çöküşü ve ıstıraplı günlerin de başlangıcı olacaktı.
1243 yılında Kösedağda yaşanan bozgun, devletin bekası açısından önemli bir dönüm noktası oldu. Çeşitli makamları işgal eden devlet adamlarının her birinin ülkenin bir tarafına kaçması üzerine Amasyaya çekilen Sâhip Mühezzibüddin Ali, şehrin kadısı Fahreddin ile yaptığı görüşmeden sonra, çözümün Moğollar nezdinde yapılacak barış girişiminde olduğuna karar verdi. Kıymetli armağanlarla yola çıkan Mühezzibüddin Ali ve Kadı Fahreddin, Baycu Noyana barış teklifinde bulundular. Moğolların bu tekliften anladıkları bağlılık şartlarının yerine getirilmesi olduğundan, taraflar arasında tabiilik şartları görüşülmüş, ödenecek yıllık haraç ve diğer malların miktarı yazı ile tespit ve kabul edilmişti. Baycu Noyan ile yaptığı görüşmede bildiğiniz gibi Kösedağda yapılan çarpışmada öldürülüp ortadan kaldırılan Selçuklu askerinin sayısı üç bin atlıdan fazla değildir. Buna karşılık Moğol ordusundan da çok sayıda asker hayatını kaybetti. Daha Rum memleketlerinin ve uclarının silahlı, teçhizatlı yüzbinlerce askeri vardır diyerek bir anlamda onu üstü kapalı olarak tehdit eden Sâhip Mühezzibüddin Alinin girişimi, ülkenin kaderini Moğolların insafına teslim etmek anlamına geliyordu. Kısa vadede, Moğolların yeni bir saldırısını önlediği düşünülerek büyük bir sevinç ve heyecanla karşılanan anlaşma, esasında Türkiye Selçuklu Devletini daha büyük felaketlere sürükleyecek bir adım oldu. Çünkü bu anlaşma, o sıralarda Yakındoğunun en kuvvetli devleti olan Türkiye Selçuklu Devletini Moğol hâkimiyetine girmeye mebcur ediyordu. Baycu Noyan ile yapılan anlaşmanın Moğolların batı kanadının hakanı Batu Han ile de yapılması gerektiğinden, Altın Orda hükümdarına da elçilik heyeti gönderildi. Bu heyette bulunanların geri döndüklerinde makam ve mevkilerle ödüllendirilmesi, başta İranlılar olmak üzere sivil ve asker birçok devlet adamında, Moğollara gidip onların adamı olarak devletin nimetlerinden yararlanma düşüncesinin doğmasına neden olacaktı.
1246 yılında hayatını kaybeden Sultan Gıyaseddin II. Keyhüsrev, geride şehzade olarak henüz çocuk olan İzzeddin Keykavus, Rükneddin Kılıçarslan ve Alâeddin Keykubadı bırakmıştı. Devlet ileri gelenleri, aralarında yaptıkları istişarelerin ardından hükümdarlık makamına İzzeddin Keykavusun geçirilmesine karar verdiler. Fakat hem Sultanın hem de şehzadelerin küçük yaşta olmaları, devlet adamlarının bunların etrafında toplanmalarıne ve onları saltanat talebi için kışkırtmalarına yol açmış, buna bağlı olarak da Moğolların devlete yönelik müdahaleleri ile askerî ve malî baskıları artmıştı. Celâleddin Karatay, Türklerin tarihinde daha önce hiç görülmeyen bir uygulama ile 1249da üç kardeşi birlikte sultan ilan ederek soruna çözüm aradı. Üç kardeş onun atabeyliğinde hüküm sürerken, devleti parçalanma noktasına getiren olayların da sona erdiği ve sükûnetin sağlandığı düşünülmeye başlanmıştı. Ne var ki, atabeyin 1254de vefat etmesi ve bir yıl sonra da Hülağûnun İrana gönderilmesi her şeyi değiştirdi.
1251 yılında Büyük Kağan olarak Moğol tahtına çıkan Mengü Han, İslam coğrafyasında Moğol hâkimiyetini tahkîm etmek maksadıyla yeni bir perspektif oluşturmuş, bu çerçevede Hülâgüyü de İrana göndermişti. Bu durumda Baycu Noyanın Anadoluya çekilmesi gerekecekti. Hülâgü İrana gelirken, Baycu Noyan da ordusuyla birlikte hareket edip Erzuruma ulaştığında, Selçuklu hükümdarına elçi göndererek kendisine yaylak ve kışlak gösterilmesi talebinde bulundu. Daha önceki Moğol saldırılarının aksine bölgeye bu sefer aileleri, göçgünleri ve hayvanları ile birlikte geldikleri görülen Moğolların Anadoluya yerleşmek niyetinde oldukları anlaşılmıştı. Bu, Anadolunun Moğollar tarafından fiîlî olarak işgal edilmek istendiği anlamına geliyordu. Bunun önüne geçmek için hemen tedbir alınmadığı takdirde Türkiye Selçuklularının Anadolu hâkimiyeti tehlikeye girecekti. Tehlikenin farkında olan Selçuklular savaşmaya karar verdiler ve yapılan hazırlıkların ardından Moğolları karşılamak üzere harekete geçtiler. Fakat 1256 yılında Konya ile Aksaray arasındaki Sultan Hanı mevkiinde gerçekleşen taraflar arasındaki savaş, Selçuklu ordusunun ağır yenilgisiyle sonuçlandı. Bu mağlubiyet ile birlikte Selçuklu coğrafyası Moğolların hâkimiyetine açık hale geliyordu. Nitekim Türkiye Selçukluların Kösedağ bozgununun ardından ikinci kez hezimete uğraması, kısa süre içerisinde devletin parçalanmasına ve hanedan mensuplarının devlete yeniden hâkim olma umutlarının sona ermesine giden sürecin de başlangıcı olacaktı.
Moğollar karşısında uğranılan ikinci hezimetin ardından siyasî bir karmaşa içerisine düşen Selçuklu idaresinde, devlet adamlarının da kışkırtmalarıyla derinleşen şehzadeler arasındaki hâkimiyet mücadeleleri ile beslenen trajik bir çözülme dönemi başladı. Kardeşler arasında her gün daha fazla şiddetlenen taht kavgaları devletin yeniden toparlanabilmesine yönelik umut oluşturmak bir yana, Anadolunun giderek daha çok tahrip olması, Moğolların Anadoludaki egemenliklerinin daha fazla kökleşmesi ve parçalanmanın daha da sancılı hale gelmesi gibi bir sonuç meydana getirmişti. İsmi var cismi yok bir duruma sürüklenecek Selçuklu idaresinin Türkmenler üzerindeki otoritesini yitirmesi gibi dahilî sorunlara da çanak tutan bu durum, bir yandan da Pervâne Muîneddîn Süleymanın devletin kaderine yön verebilecek kadar güçlü bir konum elde etmesine zemin hazırladı. Pervane, Türkmenlerin desteğini alan II. Keykavusa karşı, sırtını Moğollara dayayan IV. Kılıçarslanı desteklemekteydi. Çevirdiği entrikalarla II. Keykavusun 1262de İstanbula gitmesini sağladıktan sonra devletin kontrolünü eline geçirerek Moğollar adına ülkeyi tek başına yönetecek adımları atmaya başladı. Bir taraftan da vaktiyle Sadeddin Köpekin yaptığı gibi kendine muhalif olabilecek isimleri birer birer ortadan kaldırıyor, bu şekilde istediği kararları alma ve uygulama gücünü derinleştiriyordu.
Sinopun 1266da yeniden fethinden sonra kudretinin önünde engel saydığı Selçuklu Sultanı ve devlet adamlarını etkisiz hale getiren Pervanenin talihi, İlhanlı hükümdarı Abakanın kardeşi Acayın Anadoluya gelmesi üzerine değişti. Abaka ile yaptığı görüşmede Acaydan şikâyetlerini dile getiren ve onu Baybars ile ilişki içinde bulunmakla suçlayan Pervane, bir yandan da hayatını tehlikede gördüğünden dolayı telaşa kapılmış ve Baybarsa elçi göndererek Anadoluyu Moğollardan kurtarmasını istemişti. Pervane Muineddin ile sözleştiği gibi 1277de Halebden hareket edip Anadoluya giren Memlûk Sultanı Baybars, Moğol kuvvetleri ile Pervane Muineddinin emrindeki Selçuklu birliklerini, Elbistan ovasında ağır bir yenilgiye uğrattı. Pervane Muineddin Kayseriye kaçıp buradan yanına aldığı Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev ile Tokata çekilirken, Sultan Baybars da Elbistan ovasında Moğol kuvvetlerini yenilgiye uğrattıktan sonra her yerde halkın sevgi gösterileri ile karşılanarak 20 Nisanda Kayseriye gelmişti. Burada Selçuklu tahtına oturan ve adına sikke kestiren Sultan Baybars, hem yaptığı bütün çağrılara rağmen Pervanenin yanına gelmemesi hem de yiyecek ve yem sıkıntısının baş göstermesi üzerine Anadoludan ayrılarak ülkesine döndü.
Pervane Muîneddînin esasen Memlûkler ile İlhanlıları karşı karşıya getirerek Anadolu coğrafyasında kendisine bir alan açmak amacıyla gerçekleştirdiği anlaşılan son girişimi, bölge siyaseti açısından yeni gelişmeleri tetikleyen bir adım oldu. Memlûklerin Anadoluya gelişini yeni bir kurtuluş umudunun dirilişi olarak gören Türkmenler, pek çok yerde Selçuklu-Moğol idaresine ayaklandılar. Bazılarının kısmî başarılar da elde ettiği bu ayaklanmalar sonucunda Karamanoğulları Konyayı ele geçirmiş ve devrin kaynaklarında Cimri adıyla kaydedilen ve düzmece olduğu savunulan II. Keykavusun oğlu Alâeddîn Siyavuşu sultan ilan ederek yeni bir toparlanma girişiminin temsilcisi olmuşlardı. Karamanoğlu Mehmed Beyin vezirlik makamına getirilmesi ile billurlaşan Türkmen ağırlıklı yeni yönetim, artık dîvânda Türkçenin kullanılması ile ilgili tarihî bir karar alarak rengini de belli etmiş, Selçuklu-Moğol iktidarına karşı Türkmen cephesinin saflarını sıklaştıracağının işaretlerini vermişti. Fakat Selçukluların payitahtı Konyada inşâ edilmek istenen Karamanoğulları önderliğindeki Türkmen hâkimiyeti uzun sürmedi. Hareketin önderleri, 37 günlük bir rüyanın ardından Moğol destekli Selçuklu ordusu tarafından hiç de zor olmayan bir biçimde bertaraf edildiler.
Moğol destekli Selçuklu ordusu Konyadaki Türkmen kalkışmasını ezerken, Elbistanda Memlûkler tarafından adeta yok edilen Moğolların intikamını almak isteyen İlhanlı Abaka da İrandan harekete geçerek hatırı sayılır büyüklükte bir orduyla Anadoluya girdi. Elbistanda, savaşın gerçekleştiği alanda Moğol askerlerinin ceset kalıntılarını görünce kahrolmuş, üzüntü ve öfkeden deliye dönerek gözyaşlarına boğulmuştu. Üstelik alanda Selçuklu askerlerine ait hiçbir izin olmaması da onu öfkelendirmişti. Memlûk hükümdarı Baybarsı karşılayıp ona tabî olan herkesin ve yakalanan bütün Türkmenlerin katledilmesini emretti. Baybars Tarihine bakılırsa, Abakanın emri ile Kayseriden Erzuruma kadar uzanan sahada yer alan bütün şehir ve yerleşimler tahrip edilmiş, bu bölgede bulunan insanlar arasında asker ve sivil halk ayrımı yapılmadan sistematik bir katliam gerçekleştirilmiş ve hiç kuşkusuz abartılı olduğu anlaşılan rakamlara göre, 500 bine yakın insan katledilmişti. Moğol iktidarını kullanarak Türkiye Selçuklularının yegâne hâkimi olmak için her şeyi göze aldığı görülen Munîneddînin Memlûkler ile İlhanlıları birbirlerine kırdırmayı amaçlayan girişimi, başarısız olması bir tarafa, ağır bir talana maruz kalan Anadoludaki yüz binlerce masum insanın da trajik şekilde ölümü ile sonuçlanmıştı. Bununla birlikte, aynı girişim, kendi sonunu da hazırladı. İlhanlı Abakanın Anadoluda ayrılırken yanında götürdüğü Muîneddîn, aynı yıl içerisinde yapılan yargılamada suçlu bulunup idam edilecekti.
Memlûk hükümdarı Baybarsın Anadoluya gelmesi Türkiyedeki Türkmenler arasında güçlü bir kurtuluş ümidinin filizlenmesine neden olmakla birlikte, aynı zamanda paradoksal bir şekilde Türkiye Selçuklularının çözülme süreçlerini hızlandıran bir sebep oldu. Abakanın Anadoluda dehşet verici bir katliam gerçekleştirmesine yol açan Baybarsın Anadolu seferi, bir kısmı Baybars ile birlikte Mısıra giden Selçuklu devlet adamlarının birçoğunun Moğollar tarafından ortadan kaldırılması gibi bir sonuç doğurmuştu. Bu ise Selçukluların zaten epeyce de muzdarip olduğu yetişmiş adam eksikliğinin derinleşmesine sebebiyet vermiş, Selçuklu iktidarının kurumsal yapısının bütünüyle çökmesine zemin hazırlamıştı. Öyle ki, 1277 yılında gerçekleşen söz konusu seferin ardından Selçuklu tahtına çıkan hanedan mensupları yalnızca ismen hükümdar olacak, siyasî otoritelerini bütünüyle yitireceklerdi.
Muîneddîn Pervânenin idam edilmesinden sonra Selçuklu Devleti tamamen Moğollar adına hareket eden kişilerin eline geçmiş, hiçbir yaptırım gücü olmayan sultanlar bütünüyle etkisiz ve yetkisiz hanedan mensupları haline gelmişlerdi. 13. yüzyılın sonlarında itibaren, döneme ait kaynaklarda Selçuklu hükümdarlarının etkin ve belirleyici olduğu herhangi bir hadiseden söz edilmiyor olması da bu durumu açık bir biçimde ortaya koyuyordu. Öte yandan Selçukluların çözülüşüne paralel olarak artmakta olan Moğol iktidarı da sosyal, siyasal ve ekonomik olarak Anadolunun altını oymaya devam ediyordu. İlhanlılar tarafından Anadoluyu idare etmekle görevlendirilen noyanlar ülkeyi daha fazla harap etmekten başka bir şey yapmıyor, Kedi ile fare arasındaki farkı anlayamayacak kadar cahil insanların eline düşen Selçuklu maliyesi, her geçen gün daha fazla dibe çöküyordu. Nitekim en önemli Selçuklu kaynaklarından biri olan Müsâmeretül-Ahbârın müellifi Aksarâyî, dönemin korkunç çöküş manzarasını şu edebî cümlelerle ölümsüzleştirmişti: Anadolu her ne kadar gariplerin güvendiği bir yer; rahat ve huzur makamı ise de aynı zamanda yoksulluk gününün de sevgilisidir. Azerbaycan, Irak, Horasanın kıyısında köşesinde aklına hükümdarlık ve büyük olma sevdası düşen, o isteğinin damgasını, o bölgelerin halkının alnına vuramayan kimse, tamah elini Anadolu makam eyerinin uzantısına atar, istek ayağını, bu bölgenin karışıklık ve isyan yollarına koyar .
Selçuklu iktidarının artık bütünüyle Moğolların eline düşmüş olması, epey zamandan beri hiçbir varlık gösteremedikleri bilinen Selçuklu hanedanının itibarını yerle bir etmiş, resmî törenlerde bile Moğol komutanları karşısında konumlarını muhafaza edemeyen son sultanları, dar bir saray kadrosu ve dîvân teşkilatına hükmetmekle (kuşkusuz bunun da ne kadar olduğu şüphelidir) yetinmek zorunda kalan iktidarsız liderlere dönüşmüşlerdi. Hatta içlerinde daha da aşağılayıcı durumlara düşerek sürgün ve hapis hayatı yaşamak zorunda bırakılanlar, yaşamını yoksullar içerisinde sürdürmekten başka çaresi kalmayanlar bile vardı. Öyle ki, devrin siyasî olaylarında herhangi bir şekilde belirleyici ve yönlendirici etkilerinin olmaması nedeniyle çağdaş kaynaklarda son Selçuklu sultanlarından pek söz edilmemesi ve verilen bilgilerin de birbirini tamamlayıcı olmaktan uzak olması, son sultanın kim olduğu ve bu devletin ne zaman sona erdiği konularında kesin bir hüküm vermeyi bile güçleştirmektedir. Selçuklu Devleti bir rivayete göre 1308 diğer bir rivayete göre 1318de sona ererken, Anadoluda Beylikler Devri denilen yeni siyasî yapılanma süreci başlamıştır.
Düzenleyen : Kılıçarslan SELÇUKOĞLU
Selçukluların güçlükle bastırabildiği Babaî ayaklanması devletin geleceğini belirleyen süreç açısından önemliydi. Selçuklu orduları Türkmenler karşısında defalarca mağlup olmuş ve devletin zayıflığı ayan beyan ortaya çıkmıştı. Nitekim Anadolunun kapılarına dayanmış olmakla birlikte Selçuklu topraklarına girmeye epeydir cesaret edemeyen Moğollar, devletin artık Alâeddîn dönemi devleti olmadığını fark ettiler ve Babaî ayaklanmasından sonra da fazla duraksamadan harekete geçtiler. 1242de Erzurumu işgal ederek şehirde adeta taş üstünde taş ve omuz üstünde baş bırakmayan Moğol kumandanı Baycu Noyan, bu işgal ile karşısında durabilecek bir kuvvetin bulunup bulunmadığını da bir anlamda test etmek istiyordu. Nitekim bu işgale karşı harekete geçen Selçuklular, Moğollarla savaşma kararı aldılar.
Yaklaşık 80 bin kişiden oluşmakta olup Türkiye Selçuklu tarihinin en kalabalık ordusu ve sayıca Moğolların iki katından fazla olan Selçuklular Sivasa geldiklerinde savaş konseyini topladılar. Moğollara karşı savaşta nasıl bir yol takip edilecekti? Hem Sultan tecrübesizdi, hem de anlaşıldığı kadarıyla ordunun sevk ve idare sorunu vardı. Bir kısım devlet adamları en doğru kararın Sivasta bekleyip düşmanı burada karşılamak olduğunu savunurken (gerçekten de en akıllıca hareket bu olurdu), İbn Bîbîye bakılırsa ömürlerinde savaş zorluğu görmemiş, felaket acısı tatmamış, çarpışma zahmeti çekmemiş, dert zehri içmemiş, gençliğin verdiği güçle mağrur olan yeni yetmeler Sultanın aklına girerek onu ileri harekâta ikna ettiler. Sayıları düşmandan fazlaydı. Korkaklık yapıp şehre mi kapanacaklardı? Selçuklu ordusu bu küçük Moğol birliğinden mi çekinecekti? Değil onlarla karşı karşıya gelip savaşmak, önden gönderilecek bir öncü birliği bile onların hakkından gelebilirdi. Sivasta bekleyip de düşmanı burada karşılamayı önerenlerin endişesi kendi korkaklıklarından kaynaklanıyordu. Çevresinde bulunan düşüncesiz devlet adamlarının bu şekildeki yönlendirmeleri ile kararını veren Sultan, Moğolları karşılamak amacıyla hareket emrini verdi. Şehrin 80 kilometre kuzeydoğusundaki Kösedağda karargahını kurdu. Burada dostları ile işret meclisi kurduktan sonra bir öncü birliğini Moğollara karşı gönderdi. Kösedağın sarp yamaçlarından güçlükle inen Selçuklu askerlerini aşağıda karşılayan Moğol birlikleri, düşmanlarını perişan etti. Bu ön mağlubiyet, Selçukluların büyük bir korku yaşamasına sebep oldu ve Sultan da dâhil olmak üzere devletin kaderini elinde bulunduran insanlar tek bir ok bile atmadan kaçtılar. Sultanın ve Selçuklu devlet adamlarının sayıca üstün oldukları Moğollarla mücadele için gerekli tedbirleri almak yerine savaşa bile girmeden kaçmaları doğal olarak ordunun dağılmasıyla sonuçlandı ve Selçuklular, tarihin en utanç verici bozgunlarından birini yaşadılar. Bu bozgun, Selçuklu devletinin çöküşü ve ıstıraplı günlerin de başlangıcı olacaktı.
1243 yılında Kösedağda yaşanan bozgun, devletin bekası açısından önemli bir dönüm noktası oldu. Çeşitli makamları işgal eden devlet adamlarının her birinin ülkenin bir tarafına kaçması üzerine Amasyaya çekilen Sâhip Mühezzibüddin Ali, şehrin kadısı Fahreddin ile yaptığı görüşmeden sonra, çözümün Moğollar nezdinde yapılacak barış girişiminde olduğuna karar verdi. Kıymetli armağanlarla yola çıkan Mühezzibüddin Ali ve Kadı Fahreddin, Baycu Noyana barış teklifinde bulundular. Moğolların bu tekliften anladıkları bağlılık şartlarının yerine getirilmesi olduğundan, taraflar arasında tabiilik şartları görüşülmüş, ödenecek yıllık haraç ve diğer malların miktarı yazı ile tespit ve kabul edilmişti. Baycu Noyan ile yaptığı görüşmede bildiğiniz gibi Kösedağda yapılan çarpışmada öldürülüp ortadan kaldırılan Selçuklu askerinin sayısı üç bin atlıdan fazla değildir. Buna karşılık Moğol ordusundan da çok sayıda asker hayatını kaybetti. Daha Rum memleketlerinin ve uclarının silahlı, teçhizatlı yüzbinlerce askeri vardır diyerek bir anlamda onu üstü kapalı olarak tehdit eden Sâhip Mühezzibüddin Alinin girişimi, ülkenin kaderini Moğolların insafına teslim etmek anlamına geliyordu. Kısa vadede, Moğolların yeni bir saldırısını önlediği düşünülerek büyük bir sevinç ve heyecanla karşılanan anlaşma, esasında Türkiye Selçuklu Devletini daha büyük felaketlere sürükleyecek bir adım oldu. Çünkü bu anlaşma, o sıralarda Yakındoğunun en kuvvetli devleti olan Türkiye Selçuklu Devletini Moğol hâkimiyetine girmeye mebcur ediyordu. Baycu Noyan ile yapılan anlaşmanın Moğolların batı kanadının hakanı Batu Han ile de yapılması gerektiğinden, Altın Orda hükümdarına da elçilik heyeti gönderildi. Bu heyette bulunanların geri döndüklerinde makam ve mevkilerle ödüllendirilmesi, başta İranlılar olmak üzere sivil ve asker birçok devlet adamında, Moğollara gidip onların adamı olarak devletin nimetlerinden yararlanma düşüncesinin doğmasına neden olacaktı.
1246 yılında hayatını kaybeden Sultan Gıyaseddin II. Keyhüsrev, geride şehzade olarak henüz çocuk olan İzzeddin Keykavus, Rükneddin Kılıçarslan ve Alâeddin Keykubadı bırakmıştı. Devlet ileri gelenleri, aralarında yaptıkları istişarelerin ardından hükümdarlık makamına İzzeddin Keykavusun geçirilmesine karar verdiler. Fakat hem Sultanın hem de şehzadelerin küçük yaşta olmaları, devlet adamlarının bunların etrafında toplanmalarıne ve onları saltanat talebi için kışkırtmalarına yol açmış, buna bağlı olarak da Moğolların devlete yönelik müdahaleleri ile askerî ve malî baskıları artmıştı. Celâleddin Karatay, Türklerin tarihinde daha önce hiç görülmeyen bir uygulama ile 1249da üç kardeşi birlikte sultan ilan ederek soruna çözüm aradı. Üç kardeş onun atabeyliğinde hüküm sürerken, devleti parçalanma noktasına getiren olayların da sona erdiği ve sükûnetin sağlandığı düşünülmeye başlanmıştı. Ne var ki, atabeyin 1254de vefat etmesi ve bir yıl sonra da Hülağûnun İrana gönderilmesi her şeyi değiştirdi.
1251 yılında Büyük Kağan olarak Moğol tahtına çıkan Mengü Han, İslam coğrafyasında Moğol hâkimiyetini tahkîm etmek maksadıyla yeni bir perspektif oluşturmuş, bu çerçevede Hülâgüyü de İrana göndermişti. Bu durumda Baycu Noyanın Anadoluya çekilmesi gerekecekti. Hülâgü İrana gelirken, Baycu Noyan da ordusuyla birlikte hareket edip Erzuruma ulaştığında, Selçuklu hükümdarına elçi göndererek kendisine yaylak ve kışlak gösterilmesi talebinde bulundu. Daha önceki Moğol saldırılarının aksine bölgeye bu sefer aileleri, göçgünleri ve hayvanları ile birlikte geldikleri görülen Moğolların Anadoluya yerleşmek niyetinde oldukları anlaşılmıştı. Bu, Anadolunun Moğollar tarafından fiîlî olarak işgal edilmek istendiği anlamına geliyordu. Bunun önüne geçmek için hemen tedbir alınmadığı takdirde Türkiye Selçuklularının Anadolu hâkimiyeti tehlikeye girecekti. Tehlikenin farkında olan Selçuklular savaşmaya karar verdiler ve yapılan hazırlıkların ardından Moğolları karşılamak üzere harekete geçtiler. Fakat 1256 yılında Konya ile Aksaray arasındaki Sultan Hanı mevkiinde gerçekleşen taraflar arasındaki savaş, Selçuklu ordusunun ağır yenilgisiyle sonuçlandı. Bu mağlubiyet ile birlikte Selçuklu coğrafyası Moğolların hâkimiyetine açık hale geliyordu. Nitekim Türkiye Selçukluların Kösedağ bozgununun ardından ikinci kez hezimete uğraması, kısa süre içerisinde devletin parçalanmasına ve hanedan mensuplarının devlete yeniden hâkim olma umutlarının sona ermesine giden sürecin de başlangıcı olacaktı.
Moğollar karşısında uğranılan ikinci hezimetin ardından siyasî bir karmaşa içerisine düşen Selçuklu idaresinde, devlet adamlarının da kışkırtmalarıyla derinleşen şehzadeler arasındaki hâkimiyet mücadeleleri ile beslenen trajik bir çözülme dönemi başladı. Kardeşler arasında her gün daha fazla şiddetlenen taht kavgaları devletin yeniden toparlanabilmesine yönelik umut oluşturmak bir yana, Anadolunun giderek daha çok tahrip olması, Moğolların Anadoludaki egemenliklerinin daha fazla kökleşmesi ve parçalanmanın daha da sancılı hale gelmesi gibi bir sonuç meydana getirmişti. İsmi var cismi yok bir duruma sürüklenecek Selçuklu idaresinin Türkmenler üzerindeki otoritesini yitirmesi gibi dahilî sorunlara da çanak tutan bu durum, bir yandan da Pervâne Muîneddîn Süleymanın devletin kaderine yön verebilecek kadar güçlü bir konum elde etmesine zemin hazırladı. Pervane, Türkmenlerin desteğini alan II. Keykavusa karşı, sırtını Moğollara dayayan IV. Kılıçarslanı desteklemekteydi. Çevirdiği entrikalarla II. Keykavusun 1262de İstanbula gitmesini sağladıktan sonra devletin kontrolünü eline geçirerek Moğollar adına ülkeyi tek başına yönetecek adımları atmaya başladı. Bir taraftan da vaktiyle Sadeddin Köpekin yaptığı gibi kendine muhalif olabilecek isimleri birer birer ortadan kaldırıyor, bu şekilde istediği kararları alma ve uygulama gücünü derinleştiriyordu.
Sinopun 1266da yeniden fethinden sonra kudretinin önünde engel saydığı Selçuklu Sultanı ve devlet adamlarını etkisiz hale getiren Pervanenin talihi, İlhanlı hükümdarı Abakanın kardeşi Acayın Anadoluya gelmesi üzerine değişti. Abaka ile yaptığı görüşmede Acaydan şikâyetlerini dile getiren ve onu Baybars ile ilişki içinde bulunmakla suçlayan Pervane, bir yandan da hayatını tehlikede gördüğünden dolayı telaşa kapılmış ve Baybarsa elçi göndererek Anadoluyu Moğollardan kurtarmasını istemişti. Pervane Muineddin ile sözleştiği gibi 1277de Halebden hareket edip Anadoluya giren Memlûk Sultanı Baybars, Moğol kuvvetleri ile Pervane Muineddinin emrindeki Selçuklu birliklerini, Elbistan ovasında ağır bir yenilgiye uğrattı. Pervane Muineddin Kayseriye kaçıp buradan yanına aldığı Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev ile Tokata çekilirken, Sultan Baybars da Elbistan ovasında Moğol kuvvetlerini yenilgiye uğrattıktan sonra her yerde halkın sevgi gösterileri ile karşılanarak 20 Nisanda Kayseriye gelmişti. Burada Selçuklu tahtına oturan ve adına sikke kestiren Sultan Baybars, hem yaptığı bütün çağrılara rağmen Pervanenin yanına gelmemesi hem de yiyecek ve yem sıkıntısının baş göstermesi üzerine Anadoludan ayrılarak ülkesine döndü.
Pervane Muîneddînin esasen Memlûkler ile İlhanlıları karşı karşıya getirerek Anadolu coğrafyasında kendisine bir alan açmak amacıyla gerçekleştirdiği anlaşılan son girişimi, bölge siyaseti açısından yeni gelişmeleri tetikleyen bir adım oldu. Memlûklerin Anadoluya gelişini yeni bir kurtuluş umudunun dirilişi olarak gören Türkmenler, pek çok yerde Selçuklu-Moğol idaresine ayaklandılar. Bazılarının kısmî başarılar da elde ettiği bu ayaklanmalar sonucunda Karamanoğulları Konyayı ele geçirmiş ve devrin kaynaklarında Cimri adıyla kaydedilen ve düzmece olduğu savunulan II. Keykavusun oğlu Alâeddîn Siyavuşu sultan ilan ederek yeni bir toparlanma girişiminin temsilcisi olmuşlardı. Karamanoğlu Mehmed Beyin vezirlik makamına getirilmesi ile billurlaşan Türkmen ağırlıklı yeni yönetim, artık dîvânda Türkçenin kullanılması ile ilgili tarihî bir karar alarak rengini de belli etmiş, Selçuklu-Moğol iktidarına karşı Türkmen cephesinin saflarını sıklaştıracağının işaretlerini vermişti. Fakat Selçukluların payitahtı Konyada inşâ edilmek istenen Karamanoğulları önderliğindeki Türkmen hâkimiyeti uzun sürmedi. Hareketin önderleri, 37 günlük bir rüyanın ardından Moğol destekli Selçuklu ordusu tarafından hiç de zor olmayan bir biçimde bertaraf edildiler.
Moğol destekli Selçuklu ordusu Konyadaki Türkmen kalkışmasını ezerken, Elbistanda Memlûkler tarafından adeta yok edilen Moğolların intikamını almak isteyen İlhanlı Abaka da İrandan harekete geçerek hatırı sayılır büyüklükte bir orduyla Anadoluya girdi. Elbistanda, savaşın gerçekleştiği alanda Moğol askerlerinin ceset kalıntılarını görünce kahrolmuş, üzüntü ve öfkeden deliye dönerek gözyaşlarına boğulmuştu. Üstelik alanda Selçuklu askerlerine ait hiçbir izin olmaması da onu öfkelendirmişti. Memlûk hükümdarı Baybarsı karşılayıp ona tabî olan herkesin ve yakalanan bütün Türkmenlerin katledilmesini emretti. Baybars Tarihine bakılırsa, Abakanın emri ile Kayseriden Erzuruma kadar uzanan sahada yer alan bütün şehir ve yerleşimler tahrip edilmiş, bu bölgede bulunan insanlar arasında asker ve sivil halk ayrımı yapılmadan sistematik bir katliam gerçekleştirilmiş ve hiç kuşkusuz abartılı olduğu anlaşılan rakamlara göre, 500 bine yakın insan katledilmişti. Moğol iktidarını kullanarak Türkiye Selçuklularının yegâne hâkimi olmak için her şeyi göze aldığı görülen Munîneddînin Memlûkler ile İlhanlıları birbirlerine kırdırmayı amaçlayan girişimi, başarısız olması bir tarafa, ağır bir talana maruz kalan Anadoludaki yüz binlerce masum insanın da trajik şekilde ölümü ile sonuçlanmıştı. Bununla birlikte, aynı girişim, kendi sonunu da hazırladı. İlhanlı Abakanın Anadoluda ayrılırken yanında götürdüğü Muîneddîn, aynı yıl içerisinde yapılan yargılamada suçlu bulunup idam edilecekti.
Memlûk hükümdarı Baybarsın Anadoluya gelmesi Türkiyedeki Türkmenler arasında güçlü bir kurtuluş ümidinin filizlenmesine neden olmakla birlikte, aynı zamanda paradoksal bir şekilde Türkiye Selçuklularının çözülme süreçlerini hızlandıran bir sebep oldu. Abakanın Anadoluda dehşet verici bir katliam gerçekleştirmesine yol açan Baybarsın Anadolu seferi, bir kısmı Baybars ile birlikte Mısıra giden Selçuklu devlet adamlarının birçoğunun Moğollar tarafından ortadan kaldırılması gibi bir sonuç doğurmuştu. Bu ise Selçukluların zaten epeyce de muzdarip olduğu yetişmiş adam eksikliğinin derinleşmesine sebebiyet vermiş, Selçuklu iktidarının kurumsal yapısının bütünüyle çökmesine zemin hazırlamıştı. Öyle ki, 1277 yılında gerçekleşen söz konusu seferin ardından Selçuklu tahtına çıkan hanedan mensupları yalnızca ismen hükümdar olacak, siyasî otoritelerini bütünüyle yitireceklerdi.
Muîneddîn Pervânenin idam edilmesinden sonra Selçuklu Devleti tamamen Moğollar adına hareket eden kişilerin eline geçmiş, hiçbir yaptırım gücü olmayan sultanlar bütünüyle etkisiz ve yetkisiz hanedan mensupları haline gelmişlerdi. 13. yüzyılın sonlarında itibaren, döneme ait kaynaklarda Selçuklu hükümdarlarının etkin ve belirleyici olduğu herhangi bir hadiseden söz edilmiyor olması da bu durumu açık bir biçimde ortaya koyuyordu. Öte yandan Selçukluların çözülüşüne paralel olarak artmakta olan Moğol iktidarı da sosyal, siyasal ve ekonomik olarak Anadolunun altını oymaya devam ediyordu. İlhanlılar tarafından Anadoluyu idare etmekle görevlendirilen noyanlar ülkeyi daha fazla harap etmekten başka bir şey yapmıyor, Kedi ile fare arasındaki farkı anlayamayacak kadar cahil insanların eline düşen Selçuklu maliyesi, her geçen gün daha fazla dibe çöküyordu. Nitekim en önemli Selçuklu kaynaklarından biri olan Müsâmeretül-Ahbârın müellifi Aksarâyî, dönemin korkunç çöküş manzarasını şu edebî cümlelerle ölümsüzleştirmişti: Anadolu her ne kadar gariplerin güvendiği bir yer; rahat ve huzur makamı ise de aynı zamanda yoksulluk gününün de sevgilisidir. Azerbaycan, Irak, Horasanın kıyısında köşesinde aklına hükümdarlık ve büyük olma sevdası düşen, o isteğinin damgasını, o bölgelerin halkının alnına vuramayan kimse, tamah elini Anadolu makam eyerinin uzantısına atar, istek ayağını, bu bölgenin karışıklık ve isyan yollarına koyar .
Selçuklu iktidarının artık bütünüyle Moğolların eline düşmüş olması, epey zamandan beri hiçbir varlık gösteremedikleri bilinen Selçuklu hanedanının itibarını yerle bir etmiş, resmî törenlerde bile Moğol komutanları karşısında konumlarını muhafaza edemeyen son sultanları, dar bir saray kadrosu ve dîvân teşkilatına hükmetmekle (kuşkusuz bunun da ne kadar olduğu şüphelidir) yetinmek zorunda kalan iktidarsız liderlere dönüşmüşlerdi. Hatta içlerinde daha da aşağılayıcı durumlara düşerek sürgün ve hapis hayatı yaşamak zorunda bırakılanlar, yaşamını yoksullar içerisinde sürdürmekten başka çaresi kalmayanlar bile vardı. Öyle ki, devrin siyasî olaylarında herhangi bir şekilde belirleyici ve yönlendirici etkilerinin olmaması nedeniyle çağdaş kaynaklarda son Selçuklu sultanlarından pek söz edilmemesi ve verilen bilgilerin de birbirini tamamlayıcı olmaktan uzak olması, son sultanın kim olduğu ve bu devletin ne zaman sona erdiği konularında kesin bir hüküm vermeyi bile güçleştirmektedir. Selçuklu Devleti bir rivayete göre 1308 diğer bir rivayete göre 1318de sona ererken, Anadoluda Beylikler Devri denilen yeni siyasî yapılanma süreci başlamıştır.
Düzenleyen : Kılıçarslan SELÇUKOĞLU