Tiyatronun Çağdaş İşlevi

ashli

Bayan Üye
"Altın çağ"
Bin dokuzyüz altmışlardan sonra, Türkiye'de, tiyatro "işkolu" hareketli bir dönem yaşadı. "Resmî" tiyatrolar sahne ve gösteri sayılarını önemli çoğaltarak "sanat sevgisini" yurdun en ücra köşelerine ulaştırdılar; büyük şehirlerdeki "özel" tiyatrolar onlarla sayıldı; tiyatro "bilimi" üniversitelerde öğretilir, tiyatro "sanatı" gazetelerde, dergilerde bayağı tartışılır oldu.

Bu nicel gelişme içinde, tiyatrolar-tiyatrocular arasındaki nitel farklılaşmanın belirginleşmesi kaçınılmazdı. "Müşteri" çekecek şan ve şöhrete sahip "yıldızların" çevresinde ucuza (yada bedavaya) toparlanmış "sanat aşığı" heveslilerden oluşan tiyatrolar "ülkemizin kültür ve sanat hayatını" şenlendire dursunlar; toplumsal gelişimi hızlandırmakta görev ve sorumluluk yüklenen yeni tiyatrocu kuşağı giderek etkinlik kazandı.


Yenilerin etkinliğinden rahatsızlık duyanların karşılığı açık ve kesindir: Bir yandan kaba kuvvet işletildi, tiyatrolar basıldı, tiyatrocular falakaya yatırıldı, oyunlar yasaklandı, tiyatrolar kapatıldı, kapatılmakta; öte yandan "sanatsever zenginlerimiz" eliyle koltuklar satın alındı, holding reklamlarıyla tiyatrolar kuruldu, Devlet eliyle ucuza salonlar sağlandı, "özel" tiyatrolara ödenek tartışması başlatıldı, yürütülmekte...

Toplumun alt yapısındaki çelişkilerin, üstyapı kurumu tiyatroya böylesine doğrudan yansıması sonucu kavganın keskinleşmesinden, (tabir caizse, kaçmaktan kovalamaya zaman kalmamasındandır belki) kimilerinin "Türk tiyatrosunun altın çağı" diye nitelemekten pek hoşlandıkları bu dönemde, tartışma slogan düzeyinin üstüne pek ender çıkabildi. Babadan oğula, ustadan çırağa söylenegelen "tiyatro eğlencedir, ama eğlencelerin en faidelisidir" özdeyişine karşı ileri sürülen "tiyatro kitlenin kültür silahlarından biridir" savı, kimi zaman "tiyatro ile devrim yapılır" abartmasına dönüştü; siyasal ve ilerici deyimlerinin eş anlamlı kullanılması sonucunda ortaya çıkan siyasal tiyatro, "ticarî" tiyatro ayırımı, tartışmayı tehlikeli biçimde saptırdı; tiyatronun toplumsal konumu ve işlevi açık seçik tanımlanmadığından, "geleneksel tiyatro", "ulusal tiyatro", "halk tiyatrosu", "halk için tiyatro", "epik", "dramatik" gibisinden nice kavram üzerinde birden çok kişinin paylaştığı bir görüşe pek ender varılabildi.

Tiyatronun "sefaleti"

"Altın çağ" artık kapanmıştır. "Çok ödüllü" nice tiyatro perdesini kapattı: süslü salonlar "seks ve karate" sinemalarına dönüştü; "sanatsever zenginler" yardıma koşmadı, "tiyatro öldü" havasını tutturdular bir ağızdan. Kimi müflis tiyatrocuların "sefaletlerinden" sorumlu tuttukları televizyonu "ekonomik yönden daha verimli" bulduklarından mı? (Bildiğimiz kadarıyla "sanatsever zenginlerimizin" hiçbiri kırk para kazanmamıştır tiyatrodan) Kimilerinin dediği gibi tiyatro "sanatı"na kimsenin gereksinmesi kalmadı da, bu yüzden mi "ticarî" sıfatını bir zamanlar hakaretlerin en büyüğü sayan tiyatrocular şimdi bu sıfata pek bir can-ü gönülden sahip çıkar oldular? "Hür teşebbüs"ün koruyucusu Devlet, beceriksiz tüccarlar oldukları için mi şunca oyunu yasakladı, yasaklamakta? Tiyatronun "kaatili", sağcı yazarlarla politikacıların dedikleri gibi, "tiyatroyu ideolojik bir rüya içine" sokanlar mı?

"Vatandaşı, huzurla temaşa zevkine" nasıl eriştireceğiz?

Tiyatrocular böylesi yapmacık gözyaşlarına alışıktırlar. "İlk ve tek burjuva sanatı" sinemanın yaygınlaşmaya başladığı dönemde de, teknolojinin sahibi sınıflar tiyatronun ölümüne ağıt yakmaktaydılar; fotoğraf makinesinin icadı da "resim sanatının ölümü" olarak tantanayla duyurulmuştu , galerilerin, şatoların süslü tutsaklığından kurtuldu, duvarların, miting alanlarının özgürlüğüne kavuştu. Kitlesel iletişim araçlarına egemen olanların "vatandaşın" yatak odasındaki casusu televizyonun da gücü yetmeyecek tiyatroya mezar kazmaya.

Yetmeyecek ama, tiyatrocu önündeki tuzağı doğru çözümlerse; kavram kargaşasını ilke birliğine dönüştürebilirse... Bunun için de, (kamuoyunu oluşturan öteki ideolojik aygıtlardan soyutlamaksızın) tiyatroyu toplumsal konumuna oturtmak ve özgün işlevini tanımlamak zorunluluğu var. Tiyatrocunun, yeni atılımlar için güç birikimi yaptığı bu dönemde, geçmiş pratiğin ve kuramsal tartışmanın eleştirisi de ister istemez tiyatro "sanatını" aşan bir düzeyde başlatılacaktır. İşte "giriş"in, "gerekçe"si.


II. "Eğlencelerin en faidelisi"

"Eğlence"
A. Kutsi TECER : "Tiyatronun eğlence olduğu doğrudur ama..."
Muhsin ERTUĞRUL : "Tiyatro eğlence yeri değil, büyüklerin mektebidir".
Adnan BENK : "...bu eğlencenin çeşidi vardır. Kimi sahnede tekme atılınca eğlenir, kimi de düşündürücü bir söz duyunca".
Bertolt BRECHT : "...tat vermek. Tiyatroya bundan soylu bir işlev bulamadık".

Tiyatro nedir, ne değildir tartışması her ülkenin, her dönemden tiyatrocusundan, tiyatro kuramcısından alıntılarla sonsuza değin sürdürülebilir. Paylaşılamayan ne? Tiyatroyu "eğlence" olarak tanımlayanlarla, "mektep" sıfatını yakıştıranlar arasında uzlaşmaz bir çelişki yok kanımızca, "Eğlencedir" diyenler bunu küçültücü bir tanım saymadıkları gibi, tiyatroya eğlenceler arasında ayrıcalığı olan bir yer arıyorlar; "mektep"çilerin eğlenceyi az çok hor görmelerindeyse, tiyatronun "****** yada ********" sayıldığı bir dönemde edinilmiş kompleksleri ve eğlenceyi (zevki) günah sayan musevî -hıristiyan ahlâkının etkileri epey açık. "Eğlencelerin en faidelisi" uzlaştırıcı bir tanım olduğu için "özdeyiş" ölçüsünde yaygınlaşmıştır belki. Uzlaştırmanın ötesinde, ilk soruyu da gündeme getiriyor:

Tiyatro nasıl eğlendirir?

"Herşeyden önce, şaşırtıcı bir olayı pek sıradan sayma eğiliminde olduğumuzu unutmayalım. (..) Milyonlarca kişi kitap okuyor, sinemaya, tiyatroya gidiyor. Neden? Oyalamak, dinlenmek, eğlenmek için demek soruyu pekiştirmekten öteye geçmez. (..) İnsanın bir başkasının hayatına, sorunlarına gömülmesi, yada bir roman-oyun-filim kişisi ile kendini bir görmesi neden oyalayıcı, dinlendirici, eğlendirici olsun? (..) Eğer yetersiz bir yaşayıştan daha zengin bir yaşayışa kaçmak istiyoruz dersek, yeni bir soru çıkıyor ortaya; Yaşayışımız neden yeterli değil?"

Bu anlaşılmaz eğlenceye Aristoteles'in yargısıyla yaklaşıyoruz: İnsan "Zoon politikon"dur, toplumsal hayvandır. Eğlencesi de toplumsal. Tiyatro seyircisi, ister (dramatik tiyatroda olduğu gibi) sahnede gördüğüyle özdeşleşerek, kendi dışındaki bir gerçekliği "yaşasın"; ister (epik tiyatronun amaçladığı gibi) dışında olduğunun bilinciyle, bu gerçekliği "yargılasın", belli ki ayrı bir birey olmakla yetinemiyor. "Bireysel yaşamın kopmuşluğundan kurtulmaya, (...) bir doluluğa, daha anlamlı bir dünyaya geçmeye çabalıyor" . İşte seyircinin tiyatroda bulduğu eğlence:

Bireyselliğini toplumsallaştırma.

"Faide"
Seyircinin, gördüğüyle özdeşleşerek kendi dışındaki bir gerçekliği "yaşama"sına dayanan Aristoteles'ci tiyatronun yüzyıllar boyunca geliştirilmiş bütün biçimleriyle günümüzde de sürdürülmesinden sağlanan "faide" ise gün gibi ortada: Sınıflı toplumun bölünmüş seyircisini, güldürerek yada acındırarak, birleştirmek; geçici bir saptırmayla seyircinin toplumsallaşma özlemini boşaltmak. Hani Salazar'a "onsuz Portekiz'i güç yönetirdim" dedirten futbolun sınıfsal çıkarları karşıt olanları "takım aşkıyla" omuz omuza 'bağırtan; sınıfsal çıkarları ortak olanları kimi kez birbirine kırdırtan boşalımı gibi. Gazete kuponlarından han-hamam-otomobil, bankalardan "servet güneşi", "zengin keşidelerden milyon yağmuru" beklemenin heyecanıyla eşdeğerde bir eğlencenin, yalnızca egemen sınıfların yararına işleyen "faide"si.
Eh, bu "faide"ye estetik kılıflar da giydirilecektir elbet. Şu eğlence soyludur, bu soysuz; tiyatro "güzel"dir, bu çirkin... Oysa, başlangıçta ne tiyatronun, ne başka bir sanatın "güzellik"le uzun boylu ilintisi yoktu. "İnsan topluluğunun yaşama savaşında kullandığı 'büyülü bir araç, bir silahtı sanat". Örnek olarak, mağara duvarına çizilmiş hayvan resmi avcıya güven, avına karşı üstünlük verirdi; avlayacağı hayvanın postuna bürünüp, onun gibi sesler çıkarması avına daha kolay yaklaşmasını, daha kolay avlamasını sağlardı; av "sahnesinin" topluluk önünde "oynanması", çocukların ilk avcılık eğitimiydi; savaşçının yüzüne sürdüğü boyalar, savaş dansları düşmana üstünlük sağlamaya yönelikti... Kısacası, ilkel toplum belli başlı iki "faide" beklerdi sanattan, tiyatrodan: ("audio -visuel" bir çıraklık eğitimine katkıda bulunarak) Üretim koşullarının yeniden-üretimi ve korunması, (ortak bir toteme belli kurallarla tapınmayı ve orta çalışma ritmini -dans- sağlayarak) bireylere topluluk bilinci aşılanması.

İlkel toplumun yerine bir sınıflar ve bireyler toplumunun almasından sonra da, sanat bu toplumsal niteliğini yitirmedi. Ama sınıflar, sanatı, kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda kullanmaya çaba gösterdiler: "Topluluğun korosundan bir korobaşı çıktı, kutsal yakarış yöneticilere övgüye dönüştü, oymağın totemi soylu sınıfın tanrılarına bölündü" Bireyin topluluk bilinci, şimdi olsa olsa üretim araçlarını ellerinde bulunduranların çıkarına işlerdi. Başka bir deyişle: Sanattan beklenen iki "/aide" arasında (üretim koşullarının yeniden-üretimi ile bireylere topluluk bilinci aşılaması arasında) bir daha hiç uzlaşmayacak bir çelişki doğmuştu.


Egemen sınıflar kendi "eğlencelerini oluşturarak, o eğlenceden seyirciyi egemen ideoloji çevresinde birleştirme "faide"sini bekleyedursunlar; sömürülen sınıflar da başka yararlar sağlamak adına, başka eğlencelere yöneldiler. Çünkü toplumsal birliğin olduğu kadar, yabancılaşmanın da anlatım aracıdır tiyatro. Sınıflı seyircinin toplumsallaşma özlemini geçici bir "rehavet" e saptırabildiği kadar, seyirciye bölünmüşlüğünün nedenlerini sergileyerek, gerçeklerin değiştirilebilir olduğunu anlamanın heyecanını vererek de eğlendirebilir. Yüzyıllar boyunca iki ayrı koldan gelişen "eğlenceler", çelişik "faideler..." Bir yanda soyluların kurup, evrensel saydıkları düzenin Apollonsu yüceltilmesi, öte yanda özel mülkiyete karşı çıkarak zenginliklerini herkesin paylaşacağı bir dönemi, muştulayan Diyonizosu bir başkaldırış ; bir yanda kilisenin misterleri, öte yanda pazar yerlerinin "mistero buffo" ları; bir yanda varlıklı sevgilisiyle başgöz olacakken, kanserden ölen çağdaş "külkedileri", öte yanda "bilimsel çağın dialektik düşünceyi bir tad kaynağı kılmaya" yönelik tiyatrosu . Sınıflı toplumun bütün aşamalarında, sınıfsal çelişkinin savaş alanlarından biri olmuştur "eğlencelerin en faidelisi".


Sanatsal alandaki savaşın en amansızı hiç kuşkusuz kapitalist toplumda süregelmektedir. Çünkü siyasal iktidarı ele geçiren burjuvazi, daha önce egemen olmuş sınıflardan hiçbirinin kuramadığı ölçüde etkin bir Devlet Aygıtı geliştirmiş; teknolojik gelişmenin ne yardımıyla, düşünsel üretimi, bu aygıta doğrudan yada dolaylı bağlı olarak kurumlaştırmıştır: "Maddî üretim araçlarının sahibi olan sınıf, aynı zamanda düşünsel üretim araçlarının da sahibidir. (...) Öyle ki, egemen düşünceler aslında maddî ilişkilerin bir yansıması, başka bir deyişle egemen sınıfın egemenliğinin ifadesinden başka birşey değildir".

Burjuvazi düşünsel, dolayısıyla sanatsal egemenliğini nasıl pekiştirdi? Ne tür bir kurumlaştırma ile koruyor? Bu egemenliğin tiyatro üzerindeki dolaylı, dolaysız etkileri nelerdir?... Tiyatronun çağdaş işlevini bu soruların karşılığı belirleyecek. Bu amaçla, Devlet ve Devletin İdeolojik Aygıtları üstüne kuramsal bir parantez açıyoruz.
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
Geri
Üst