Zemheri Çocuk

SuskunDervis

Kayıtlı Üye
Sensizliği içime çekerken her nefes alışımda, penceremden düşen yağmur damlalarıdır hasret. Efsunkâr bakışların götürdüğü uçurumlarda, elemli rüzgârın sinesine çekmesidir gözyaşlarımı… Belki de yüreğimin sürgüne gönderildiği adı konulamamış ıssız dehlizlerin adıdır… Kim bilir hüzün okyanusuna gemileri yüreğinden kaldırıp vaveylalar koparışımın adıdır, ulaşamadığım hicran yüklü bulutların kalbimi örtmesidir hasret…

Sensizliği satırlara dökerken, nasıl fark edebilirdim güneşin her gün senin için doğduğunu, her gün gözlerin içine doğarak aşkı yeniden yeşerttiğini? Her şey sen olmuş, güneş seni fısıldıyor tan vaktinde, bulutlar senin için gözyaşı döküyor, rüzgâr senin için savuruyor toprağı, bülbül kâinatın sırrına senin sesinle eriyor. Gül senin için açıyor, serçeler senin için ötüyor.

Yaşamaya çabalamak, geceleri hakikat arayışıyla gaz lambasının fitilini ateşe verirken kilitlenen ellerim, kıyısına götürüyor buhranında yaşadığım yalnızlığın. Kanlanmış gömleğimin düğmelerini açıyordum güneşe rüyamda… Uçuyordum, karanlıklardan nura doğru, sensizlikten sana doğru geliyordum. Gökyüzünde uçurtmalar gülümsüyorlardı. Güneş hiç batmıyordu, yaklaştıkça yaklaşıyordum sana. Yaklaştıkça kavruluyordum.

Yar’a meyletmek; O’nun yamacında vefa ile doğrulup hasretle O’na tutuşabilmek… Hasreti değdirebilmek yüreğe ve ölüme gülümserken usulca adım atmak karanlığa. Mahzun olmak, mahzunluğun yakamozuna mehtap olmak… Müteessir ve mütevazı duruşlar, elemli rüzgârda kanat çırpıyor semalarda. Mahcubiyet çizgisinden ayrılmayan yürekler çığlık atarlar yıldızlara. Yağmurlar yağmaz olur artık; bağırlara basılan kara taşlar yağar gökyüzünden; yanık bağırlara su serpen kara taşlar…

Anıların sahilinde, düşlerin çöllerinde diriliş tohumları arıyorum. Suyun gelip her şeyi götürdüğünü görünce, yaşamıyor gibi yaşadığımı hissediyorum… Sevdiğini hissettiremediğini düşününce med-cezir yaşıyor insan, bahara adıyor kendisini… Yağmurlara, filizlenen kâinata muştuluyor yüreğini. Kâinat hakikatin sırlarını gösterircesine insanı dinliyor, anlıyor, cevap veriyor. Davudî sesinden çiğ düşmüş şiirleriyle, hasrete yanık serzenişlerinden özlem türküleriyle bir derviş zikri edasında seni sana çağırıyor.

Çalacak kapı bulamadığım zaman çaldığım ferahfeza evimin; her mevsim yakarışların yeşerdiği sevda bahçemin kapısını aralıyorum. Avucumda terlemiş yüreğimi seriyorum kara taşlara. Nakış nakış işlediğim sensizliği, gurbeti yaşadığım mütebessim kaldırımları terk edip Hırama dönüyorum. Hayata çelme atıp yanılsamadan kurtuluyorum.

Ardıma bakmadan adımlarımı atıyorum, kuşlara yemler veriyorum, kayalara çarpan dalgaları teselli ediyorum, gözlerime kara çalıyorum ve gömüyorum toprağa gözlerimi… Hasretle bekleyiş sürüyor vuslat yolunda ilerlerken. İçli içli ağlayışıma şahit oluyor elemli rüzgâr.

Yeniden dirilmenden gelişin belliydi nevbahar…

Çocukların umut dolu rüyalarını başka baharlara saklamasından belliydi. Hüznün ayazlarından doruğa çıkıp, aşkın uçurtmalara resmedilmesinden, kuşların hicretinden, yaprakların mahzunluğundan belliydi…

Bir mağaradaydık sanki. Bir yerlerden ışık süzülüyor lakin ışığın nereden geldiği bilinmiyordu. Loş çığlıkların sükût yakarışlara çevrildiği, küskün gelinciklerin uçurumların kıyısında açtığı bir mahzen… Gardiyanı gece olan bir mahpus… Cellâdı müntehir hayaller olan bir kuyu…

İkbali müteessir bırakılmış bir kuş ölüsü gibi geziyorduk mağarada. Mütehavvil çiçekler açıyordu dimağlarda; her sonbaharda solan, her ilkbaharda tekrar yeniden açan… Oysa ben bir kez öldükten sonra bir daha yeşermesini istemiyordum. Bir kez terkedilmiş bir aşk gibi, bir kez ölmek istiyorum…

Hiç bitmeyecek bir nevbahar arıyorum ey hazan!

Ölümle nameleşmek zor gelir bana… Sonbaharın her gelişi ile tekrar hatırlarım ölüme yazdığım mektupları. Tekrar ölür yapraklar, tekrar başımdan boşalır kaynar sular… Toprak kokusunu içime çektikçe, toprağın beni çağırdığını hissedercesine eririm. Her sonbahar, tomurcuğudur acılarımın… Her baharda acı aşkın sükût halini arz eder tebessümüme…
Nihan tebessümler bırakır gamzelerime nevbahar, yağmur yağmur yağdırır gökten özlemleri…

Hazan hülyaları düşlerim gökyüzünde. Her geçen an ölüme bir adım daha yaklaşmanın sevinci içerisindeyken, rüzgâr tüm etkisiyle dağları yerinden oynatırcasına münzevi mahzenlerde esiyor. Penceremin kenarlarından içeri girmeye çalışan bu tatlı meltem, hayatın sonbaharla ilkbahar arasında geçtiğini fısıldıyor. Gassallar her hazanda yıkıyorlar ruhsuz bedenleri…

Her hazan, umutları nevbahara taşıyor kuşlar, toprak nazlanıyor, kumruların varlığı aşkın varlığından haberdar ediyor.

Yer kırmızı gök sancılı… Her hazan, sararmış yaprakların etrafında tüten rayihanın eşliğinde yitik nevbaharlar anılır. Ölüme aralık bırakılır kapılar, her kapı gıcırtısıyla başlar telaşeleri insanların… Her şimşek çakmasıyla nevbaharı muştuluyordur gök, dirilişi haykırıyordur turnalar.

Telaşa mahal yok, hazan yağmurları kimsesizliğin yalnızlığında nazenin ağlarına bırakıyor intizar duaları… Gam dağlarının buhranları arasında nevbahar Kaf dağını aralamaya çalışıyor, sevgi tohumlarını gönüllere ekercesine Zümrüdüanka’yı çağırıyor.

Aşka hicret peykânlardan süzülen gözyaşları mütebessim… Ta süveydasından vurulan âşıklar, oturmuş bekliyorlar mehtapta güzün gelmesini. Acılarını tazelemeyi, söz yaşlarını hokkalara batırıp yazmayı, titremeyi…

Vefamsın artık ey hazan! Her gelişin cemrelere atıyor yüreğimi. Alevler etrafında mutedil aşkına gebe yağmurlar yağıyor, kefenine sarılıyor sararmış yapraklar. Sarıyor aşkın kâinatı…

Gök bu kadar ağlayabilir miymiş? Bu kadar hüzne kim dayanır ey!
Böyle bir aşka kim talip olabilir?…

Yunus Emre Tozal


 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers
vozol puff
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst