İyi kötü alıştığı bu ortamdan ayrılma düşüncesi keyfini kaçırmıştı. İtiraz etmek ne kadar anlamsızsa, üzülmenin de o kadar anlamsız olduğunu düşündü. Sigarasını yaktı. Karyolasının demirine yaslandı. Rutubet kokan bu yere ilk geldiği günü anımsadı. Geçmiş olsun sesleri bir kez daha kulaklarında yankılandı. Neydi geçmiş olan? Neydi onu buralara sürükleyen? Düşünmek. Yazmak. Oysa ne bir cana kıymıştı, ne de sakat bırakmıştı. Hırsızlık da değildi, uğursuzlukta. Silahı kalemiydi. Düşündüğünü yazmıştı.
Döndü eşyalarına şöyle bir baktı. Aslında alacak pek fazla şeyi yoktu. Bir iki gömlek, bir eşofman, bir kaç kitap. Bir de İsmail’in hediye ettiği siyah beyaz el emeği, göz nuru bileklik.
Bir hüzün kaplamıştı koğuşu. Kasvet yüklüydü saatler. Naftalin kokuyordu veda sözcükleri. Ayrılık vaktiydi. Hayatından akıp giden dört yılı burada unutma vaktiydi. Tek tek sarılıp, kucakladı dostları. Elveda dedi. Ağlayamadı.
Yola çıktılarında sabahın altısıydı. Alacakaranlığın mor rengini seyretti. Mis gibi toprak kokuyordu tabiat. Ciğerleri zonkladı. Kavak ağaçlarının yaprakları yeşillenmiş, tazeliklerini sergiliyorlardı. Meyve ağaçları çeşit çeşit. Etrafa renk katıyorlardı.
Arabanın c******* dışarıyı izledi. Dört yıldır hasret kaldığı dünyasını. Görebiliyordu. Demir parmakların arkasından. Sesler işitiyordu zaman zaman. Mırıltılar, arabalar, atlar, bisikletler. Gezintiye çıkmış insanlar, çocuk kahkahaları. Sarmaş dolaş sevdalılar. Ardı ardına hızla kayboluyorlardı.
Zorunlu, uzun bir yolculuktu bu. Ellerinde kelepçe, bir yemek molası. Sonra bir sigara bitimince sohbet. Ardından dört tekerlekli konserve kutusu. Yine yalnızlık, yine zıplayan tekerlerin üzerinde kilometreler ve yine bilinmeyen bir sona doğru yolculuk başladı.
İzmir’e vardıklarında akşam oluyordu. Uzaktan görebiliyordu titreşen ışıkları. Geri kalan yıllarına ev sahipliği yapacaktı Ege’nin incisi. Ama o saat kulesini bile göremeyecekti.
Cezaevinin bahçesinden içeri girdiklerinde ürperdi. Yeni bir hayata başlıyordu.Kendisinin seçmediği. Bir kapı açıldı ardına kadar. Bir kapı, bir kapı daha. Son kapıdan geçtiğin de o bildik, tanıdık nemli havayı hissetti ciğerlerinde. Tuhaf diye düşündü. Şehirler ayrı, bölgeler ayrı, coğrafya ayrıydı. Ama kodesler her yerde aynı.
Tanıdık bir kalabalık vardı. Sanki aynı cümleler tekrarlanıyordu. Geçmiş olsun sesleri bir kez daha kulaklarında yankılandı. Yeniden başlayacak, aynı şeyleri bir kez daha sil baştan yaşayacaktı. Bir sigara uzandı, çekti aldı. Ardından bir çay tabağını tuttu parmakları. Anlattı. Anlattı. Herkes yanı başında, herkes etrafındaydı. Sonra onu gördü bir köşede yapayalnız. Ona takıldı gözleri. Bakıştılar. O bakışları ta yüreğinde hissetti. Bir dost, bir arkadaş, bir kardeş kadar sıcaktı. Ama bir tek o laf atmadı. Nedenini anlayamadı.
Ranzası koğuşun en sonundaydı. Birkaç parça eşyasını yerleştirdi çabucak. İsmail’in verdiği siyah beyaz bilekliği taktı. Baş ucuna yine Beşiktaş posterini astı. Sağ yanında kartal amblemi, sol yanında İnönü’nün resmi vardı. Bir gece maçında çekilen. Yine sızlamıştı sol yanı. Yine o hasret yüreğini yaktı. Yine herkes uyuyacak, yine ışıklar kapanacak, o her zaman olduğu gibi hayallerinde Beşiktaş’ı yaşayacaktı.
Düşlerle yaşam arası bir yerler de. Bir dokunuşla uyandı. Usulca gözlerini açtı, baktı. O bakışlar şimdi yanı başındaydı. Sanki yıllardır tanıyor gibiydi. Sanki oldum olası akrabaydı. “Merhaba” dedi usulca. “Hoş geldin ağabey. Adım Metin”
Olduğu yerde doğruldu. “Hoş bulduk Metin, bende Şeref, memnun oldum” Bir yandan onunla konuşurken, bir yandan yüzünü inceliyordu. Yirmi beş yaşlarında, kumral,oldukça zayıf ve çelimsiz bir çehresi vardı. Ama bakışları, görünüşünün aksine, insana yanında olmaktan güven veren, bir dürüstlük, bir onurlu duruşun tevazusunu taşıyordu.
“Sana bir şey desem inanmazsın ağabey, içeri girdiğin anda seni yıllardır tanıyormuşum hissine kapıldım ve bundan korktum. Laf atamadım sana, konuşamadım” Yüz ifadesine baktı. Dürüsttü. Dosttu.
Uzun uzun konuştular o gece. Etraftan gelen tepkileri duymazdan geldiler. Ya da duyduklarından özür dilediler. Ama devam ettiler. O gece yaşamlarında bir miladın başlangıcıydı sanki. Belki de bir efsanenin geri dönüşü. Kan kardeşi oluverdiler..
Sohbetlerinin tamamıydı Beşiktaş. Bir de sık sık “kartal başlı gümüş bir yüzükten” söz ederdi Metin. Hayatta sahip olmayı istediği tek hediyeden.Bir arkadaşında görmüş, bir daha da unutamamıştı. Bazen de el radyosundan dinledikleri maçlar ayrı bir haz katıyordu dostluklarına. Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Beş yıl, beş sezon boyunca kah ağladılar, kah güldüler. Transferler yapıldı, kadrolar değişti. Onlar uzaktaydı. Ama Beşiktaş onlara bir nefes kadar yakındı.
O artık sadece koğuşun değil, tüm cezaevinin Şeref ağabeyi olmuştu. Metin ona “Baba” lakabını koymuştu. Sağlıktan, spora, medyadan, yazılı basına, siyasetten,yerel yönetime kadar bilinmeyen, merak edilen her şey için ona danışılır, fikri alınırdı. Eşine, dostuna mektup yazanlar onun onayından sonra verirdi postaya. Ona sormadan nefes alınmazdı.
Eski anılarını anlatırken çıt çıkmazdı koğuşta. Çay ocağının üzerinde kaynayan çaydanlığın hırıltısından başka. Masanın etrafına otururdu herkes. Eller çay bardağının ince belinde. Ağız ile çay tabağı mesafesi gidip gelirdi sadece. Kül tablasında kafa kafaya vermiş sigara izmaritleri giderek çoğalırdı. İçlerinden birinin tespihi fazla ses çıkardığında şöyle bir bakarlar, sustururlardı. Herkes pür dikkat dinlerdi. Ama Metin katılmazdı onlara. Ranzasının bir köşesine yaslanır, elindeki siyah beyaz tespihin taneleriyle oynardı öylesine. Şeref ağabeysini onlarla paylaşmaktan memnun olmazdı. Zaten hiç kimseyle konuşmaz, kimseye bir şey anlatmazdı.
Hepsini çok seviyordu. Ama Metin’in yeri ayrıydı. Bu kadar dürüst, bu kadar uysal, bu kadar sessiz bir çocuk nasıl olurda hapse girmişti. Bu güne kadar ona hiç sormadı. Çayından aldığı son yudumun ardından usulca kalktı sandalyeden.Yanına sokuldu. Saçlarını karıştırdı. “Sen ne yaptın da buradasın be Metin, bunu sana hiç sormadım bunca zamandır, ama merakta etmedim anlamına gelmez bu” dedi yüksek sesle.
Şimdi koğuştaki herkes onlara bakıyordu. Yıllardır burada olmasına rağmen kimse hakkında bir şey bilmiyordu. Yutkundu önce bir. Boğazını temizledi. Anlatmaya başladı.
“Üniversiteye yeni başlamıştım. İlk yılımdı. Bir Pazar günü. Arkadaşlarla maça gidiyorduk. Maçımız İstanbul da ama deplasmandaydı. Stada yakın bir sokakta, bir grup taraftarın saldırısına uğradık. Kavga çıktı. Biz beş kişiydik, Onlar belki yirmi, belki otuz. Öldüresiye vuruyorlardı. O karambol de elimdeki Beşiktaş bayrağını aldı birisi. Yırttı yere attı. Sonra üzerine basıp çiğnedi, çiğnedi. Ağzında, burnunda ne varsa üzerine boşalttı ve ardından işedi. Bir yandan kahkahalarla gülüyor, bir yandan “Ne işiniz var lan sizin burada, s… gidin semtimizden” diyorlardı. Gözüm döndü. Canımdan çok sevdiğim, üzerinde ay yıldızlı amblemin bulunduğu kutsal bayrağa yapılan bu hakarete daha fazla dayanamadım. O anda nasıl bir güç ki bende anlayamadım, hırsla üzerine atladım. Yerden aldığım taşı kuvvetle kafasına vurdum, vurdum, vurdum. Yere düştü. Hareketsiz öylece yatıyordu. Kafasının yanından kalın bir kan şeridi yere doğru süzülüyordu. Orada bulunan herkesin kaçtığını gördüm. Yanımda taşlı, demirli sopa darbeleriyle her tarafı kanlar içinde kalan arkadaşlarım vardı. Onlar da şaşırmış, bir bana, bir yerde yatana bakıyorlardı. Orda öylece kalakaldık. Sonra birbirimize kuvvetle sarıldığımızı hatırlıyorum ve polis arabasının çalan acı sirenini, şimdi buradayım işte” Gözleri dolmuştu. Ama ağlamıyordu.
Ne diyebilirdim ki? Anlattığı olay seneler önce yaşanmıştı. Ama ortalık hala sporun kardeşlik, dostluk, barış olduğunu anlamayanlarla doluydu. Dışarıda hala provokatörlüğe soyunmuş kuş beyinliler dolaşırken, hala futbol uğruna canlara kıyılırken, hala tribünlerde şiddet ve terör estirilirken ne diyebilirdim bu konuda? Geçmiş olsun demekten başka. Ateş düştüğü yeri yakıyor, ölen öldüğünle kalıyor, suçlu en büyük cezayı hapse girmekle değil, gönül verdiği renklerin maçlarına gidememekle, takımını tribünden destekleyememekle çekiyordu. Ama diğer yandan müsabakalar oynanmaya, yeni şampiyonlar çıkmaya devam ediyor, yaşam durmak bilmiyordu.
Anlattığı bu olayın ardından iki yıl geçmişti. O günlerde ağır bir gribe yakalandı Metin. Sonra hastalığı zatüreye çevrildi.Günlerce ateşler içinde yattı. Sayıkladı. Şeref ağabeysi başından bir an olsun ayrılmadı. İlaçlarını içirdi, yemeğini yedirdi.
Ardından hastaneye kaldırdılar. Bir hafta ondan haber bekledi koğuş halkı. Şeref daha fazla dayanamadı. Tahliyesine üç ay vardı. Ceza evinin müdürüyle görüşüp, resmi makamlardan onay alındıktan sonra refakatçi olarak yanında kaldı.
Bilinci yerinde olmadığı anlarda Beşiktaş’ın marşlarını dinletti ona. Eski tribün hikayelerini anlattı kulağına sabahlara dek. Üzerine giydirdiği siyah beyaz eşofmanı, üzerine örttüğü Beşiktaş battaniyesi ve Şeref ağabeysi derdine derman olmuştu. Güç bela. İyileşmişti. BJK dünyasını anımsatan bu küçük hastane odasında söz verdi ona. Şeref sözü. Hapisten çıkınca o çok istediği “kartal başlı gümüş yüzüğü” alacaktı.
Üç ay çabuk geçmişti. Hapisten çıkacağı gün yüreği hüzün doluydu. Sevinemiyordu. Hayatında ilk defa ağladı. Erkekliğe inat ağladı. Utanmadı. Belki de yılların birikimi olan göz yaşları onunla birlikte tahliye olmuş, özgürlüğüne kavuşmuştu. Yüreğinden bir parçayı, kardeşi kadar sevdiği Metini bırakıyordu. Sanki kader siyahla beyazı ayırıyordu. Son bir kez daha sarıldı. “Sana söz veriyorum, sık sık ziyaretine geleceğim” dedi.
Yolculuk boyunca dostlarını düşündü. Hapiste geçen senelerini. Kan kardeşini. Mola verdiklerinde bir sigara yaktı. Çakmağı ceketinin cebine koyarken bir kağıt parçasına değdi . Özenle iç içe konularak katlanmış, paralar. Ufak bir not yanın da. “Canım ağabeyciğim. Bu yıllardır biriktirdiğim paranın tamamıdır. Gümüş yüzük için. Bana lütfen kızma. Kardeşin Metin”
İstanbul’da yeni bir hayat. Ailesiyle, sevdikleriyle geçirdiği günler ve haftalar. Ardından İnönü stadı ve Beşiktaş’ıyla özlem dolu kavuşmanın mutluluğu. Ne olduğunu bile anlayamadan ayaklarının şiddetle sürükleyip götürdüğü deplasmanlar.Sonrasında bir gazeteden gelen teklif üzerine yazmaya başladığı hapishane anılarıyla dolu bir roman.
Farkına bile varmadan su gibi akıp giden koca iki yıl. Ancak bir yıldır kabuslar görüyordu. Uykularını bölen kötü rüyalar. Karabasanlar. Sabahlara dek süren sinir bozucu sayıklamalar ve gecenin bir vakti yatağından kaldıran o ses. Giderek huzursuz olmaya başlamıştı. Neredeyse uyku bile uyuyamıyordu.
Ailesinin ısrarıyla gittiği psikiyatrisin verdiği ilaçlar bile fayda etmiyordu. Herkes yaşadığı bu durumu cezaevinde kalmasına bağlıyordu.
Yaz bitmiş, sonbaharın sarı yüzü kendini göstermeye başlamıştı. Arka bahçeye dökülen kurumuş yaprakların, rüzgarın etkisiyle hafiften oynaşarak ritmik hışırtılar çıkardığı, yağmurlu bir ikindi vaktiydi.Odasına kapanmış, bitmek üzere olan kitabının son rötuşlarını yapıyordu. Ani bir hisse kapılarak karşısındaki pencereye çevirdi bakışlarını. Sanki birisi durmuş kendisini izliyordu. Kalktı. Pencereyi açtı. Kafasını uzattı, sağa sola baktı. Etrafta çiseleyen yağmur ve kurumuş ağaçların dallarından başka bir şey yoktu.
“Artık gündüz vakti bile hayal görmeye başladım” dedi kendi kendine. İlacını aldı ve biraz dinlenmeye karar verdi.
Ama kabuslar rahat vermiyordu. Yine o sesi duyuyordu. Hatta yüzünü görebiliyordu. Evet yanılmıyordu. O Metindi. İki yıldır aklında olan ama bir türlü yanına gidemediği Metin. Birkaç kez telefonla aradığı ama görüşemediği kan kardeşi. Ter içinde uyandı.
Kendinden utandı. Söz vermişti ona, sık sık ziyaretine gidecekti. Çok istediği “kartal başlıklı gümüş yüzüğü” götürecekti. Yüzük! Kütüphanesinde ki kitabın arasına koyduğu parayı hatırladı. Yerinden kalktı, kitabı yerinden aldı. İşte oradaydı.
İzmir’e doğru yola çıktığında sabahın ilk ışıklarıydı. Heyecanlıydı. Elinde tuttuğu küçük pakete baktı. Sonra gülümseyerek ceketinin cebine koydu. Kim bilir nasıl sevinecekti onu görünce? Bu yüzüğe bayılacaktı. Özel olarak yaptırmıştı, gümüşçüye. Geniş kocaman bir halkanın ortasında, siyah kare bir zeminin içinde, beyaz mineli bir kartal başı vardı. Tam istediği” gibi diye düşündü.
Terminalde bir taksiye bindi. Vakit geçirmek istemiyordu. Buca cezaevine geldiğinde kalbi hızla çarpmaya başladı. Bahçenin demir kapısı yanında, nizamiyede bekleyen nöbetçiye bir şeyler söyledi. İçeri telefon edildi. Kimliğini bıraktı, ziyaretçi kartını aldı. Basamaklara vardığında kalbi duracaktı. Müdür bey karşıladı onu kapıda. Birlikte odasına geçtiler. Sıcak bir çayın ardından eski günlerden söz ettiler.
Arkadaşlarını sordu. İki sene aradan sonra kimler gitmiş, kimler gelmiş, kimler tahliye olmuştu. Merak ediyordu. Ancak herkesten ayrıntılı bahseden müdür, söz Metine gelince konuyu değiştiriyor, bakışlarını başka yöne çeviriyordu. Dayanamadı, sordu.
“Şeref bey, nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Metin bir sene önce ikinci kez zatüreye yakalandı. Ancak bu defa vücudu da, beyni de iyileşmek için hiçbir çaba göstermedi. Sanki ölmeyi istedi. Yapılan tedaviye hiçbir yanıt vermedi. Birkaç hafta sonra da hastane de öldü”
Dünyası başına yıkılmıştı. Beyni acıyla uyuşmuş, yüreğine bir ateş düşmüştü. Canı acıyordu. Şoktaydı. Çaresizlik umutların yerini almıştı.
“Nerede, nereye gömüldü?” diye sordu ağlayarak. “İstanbul’a, vasiyeti üzerine ailesi İstanbul’a götürdü” dedi müdür bey. Küçük bir kağıda bir şeyler karaladı.
Orada durmanın anlamı yoktu. Vakit kaybetmeden İstanbul’a geri döndü. Yıkılmıştı. Perişan olmuştu. Hata etmişti. İhanet etmişti. Sahip çıkamamıştı kardeşine, unutmuştu.
Kabristana geldiğinde ayakta duracak hali yoktu. Bekçiye elindeki kağıdı gösterdi. “Metin dedi, kardeşim, yeri neresi?” Bekçi ona şöyle bir baktıktan sonra “Beyim sen iyi değilsin. Gel biraz dinlen, sonra birlikte varırız yanına” dedi. “Hayır hemen, lütfen”
Dar bir toprak yolda yürümeye başladılar. Etrafını göremiyordu gözleri. Bekçi bir şeyler söylüyor ama o zor anlıyordu. Son kelimeler beyninde takıldı kaldı. “ Beyim ne yapıp ettiysem, rahmetlinin toprağını dikleyemedim. Ben düzeltiyorum o çöküyor. Babası da çok uğraştı. Fidan dikiyoruz, çiçek ekiyoruz ama bir türlü tutmuyor”
Mezarın başına geldiğinde bekçinin dediği gibi içeri doğru göçüktü toprak. Üzerine kapandı. Dakikalarca ağladı. “Söz kardeşim, bu kez sözümü tutacağım, seni her gün görmeye geleceğim” diye hıçkırdı. Ceketini çıkardı. Bekçiyle birlikte toprağı doldurdu, yükselti. Birkaç fidan dikti. Çiçek tohumu serpti. Saatlerce yanında kaldı. Bekçiye para verdi. “Ben her gün uğrayacağım, ona iyi bakacaksın, düzeltecek, çiçekleri sulayacaksın baba. Söz ver bana” dedi.
O günden sonra da Metini her gece rüyasında görmeye devam etti. Sürekli ondan bir şey istiyordu. Elini uzatıyor, tam tutacakken kayboluyordu. Ertesi gün onu ziyaretine gittiğinde mezarın toprağını göçmüş buluyordu. Ne yaparsa yapsın, ne kadar uğraşırsa uğraşsın düzelmiyordu.
Vicdan azabı onu yiyip, bitiriyor kendisinin sebep olduğunu düşünüyordu. Yine sakinleştirici kullanmaya başlamıştı. Her gece “Yalvarırım kardeşim, bana yardımcı ol, bu azaptan beni kurtar” diye sayıklayarak uykuya dalıyordu.
O gece yine rüyasına girmişti. Karşısında duruyor, ona gülümsüyordu. Parmağını işaret ediyordu. Sıçradı. Nefes alamıyordu. Sonra telaşla yataktan fırladı. İzmir’e giderken ceketinin iç cebine koyduğu yüzüğü hatırladı. Anlamıştı.
Sabah kabristana geldiğinde gözlerine inanamadı. Çam fidanları yeşermiş, mezarın üstünde renkli çiçekler bitmişti. Ama öyle bir tanesi vardı ki içlerinde. Beyaz, bembeyaz bir kardelendi. Kışı beklemeden, vakitsiz açmıştı. Bekçi hayret dolu gözlerle bir mezara bir ona bakarken, usulca dizlerinin üstüne çöktü. Kardelenin yanına küçük bir çukur kazdı. “Kartal başlı gümüş yüzüğün” üzerini toprakla örterken kulağına fısıldadı.
“Yaşamla ölümü ayıran o ince çizgi, siyahla beyazı ayıramaz ki”
Döndü eşyalarına şöyle bir baktı. Aslında alacak pek fazla şeyi yoktu. Bir iki gömlek, bir eşofman, bir kaç kitap. Bir de İsmail’in hediye ettiği siyah beyaz el emeği, göz nuru bileklik.
Bir hüzün kaplamıştı koğuşu. Kasvet yüklüydü saatler. Naftalin kokuyordu veda sözcükleri. Ayrılık vaktiydi. Hayatından akıp giden dört yılı burada unutma vaktiydi. Tek tek sarılıp, kucakladı dostları. Elveda dedi. Ağlayamadı.
Yola çıktılarında sabahın altısıydı. Alacakaranlığın mor rengini seyretti. Mis gibi toprak kokuyordu tabiat. Ciğerleri zonkladı. Kavak ağaçlarının yaprakları yeşillenmiş, tazeliklerini sergiliyorlardı. Meyve ağaçları çeşit çeşit. Etrafa renk katıyorlardı.
Arabanın c******* dışarıyı izledi. Dört yıldır hasret kaldığı dünyasını. Görebiliyordu. Demir parmakların arkasından. Sesler işitiyordu zaman zaman. Mırıltılar, arabalar, atlar, bisikletler. Gezintiye çıkmış insanlar, çocuk kahkahaları. Sarmaş dolaş sevdalılar. Ardı ardına hızla kayboluyorlardı.
Zorunlu, uzun bir yolculuktu bu. Ellerinde kelepçe, bir yemek molası. Sonra bir sigara bitimince sohbet. Ardından dört tekerlekli konserve kutusu. Yine yalnızlık, yine zıplayan tekerlerin üzerinde kilometreler ve yine bilinmeyen bir sona doğru yolculuk başladı.
İzmir’e vardıklarında akşam oluyordu. Uzaktan görebiliyordu titreşen ışıkları. Geri kalan yıllarına ev sahipliği yapacaktı Ege’nin incisi. Ama o saat kulesini bile göremeyecekti.
Cezaevinin bahçesinden içeri girdiklerinde ürperdi. Yeni bir hayata başlıyordu.Kendisinin seçmediği. Bir kapı açıldı ardına kadar. Bir kapı, bir kapı daha. Son kapıdan geçtiğin de o bildik, tanıdık nemli havayı hissetti ciğerlerinde. Tuhaf diye düşündü. Şehirler ayrı, bölgeler ayrı, coğrafya ayrıydı. Ama kodesler her yerde aynı.
Tanıdık bir kalabalık vardı. Sanki aynı cümleler tekrarlanıyordu. Geçmiş olsun sesleri bir kez daha kulaklarında yankılandı. Yeniden başlayacak, aynı şeyleri bir kez daha sil baştan yaşayacaktı. Bir sigara uzandı, çekti aldı. Ardından bir çay tabağını tuttu parmakları. Anlattı. Anlattı. Herkes yanı başında, herkes etrafındaydı. Sonra onu gördü bir köşede yapayalnız. Ona takıldı gözleri. Bakıştılar. O bakışları ta yüreğinde hissetti. Bir dost, bir arkadaş, bir kardeş kadar sıcaktı. Ama bir tek o laf atmadı. Nedenini anlayamadı.
Ranzası koğuşun en sonundaydı. Birkaç parça eşyasını yerleştirdi çabucak. İsmail’in verdiği siyah beyaz bilekliği taktı. Baş ucuna yine Beşiktaş posterini astı. Sağ yanında kartal amblemi, sol yanında İnönü’nün resmi vardı. Bir gece maçında çekilen. Yine sızlamıştı sol yanı. Yine o hasret yüreğini yaktı. Yine herkes uyuyacak, yine ışıklar kapanacak, o her zaman olduğu gibi hayallerinde Beşiktaş’ı yaşayacaktı.
Düşlerle yaşam arası bir yerler de. Bir dokunuşla uyandı. Usulca gözlerini açtı, baktı. O bakışlar şimdi yanı başındaydı. Sanki yıllardır tanıyor gibiydi. Sanki oldum olası akrabaydı. “Merhaba” dedi usulca. “Hoş geldin ağabey. Adım Metin”
Olduğu yerde doğruldu. “Hoş bulduk Metin, bende Şeref, memnun oldum” Bir yandan onunla konuşurken, bir yandan yüzünü inceliyordu. Yirmi beş yaşlarında, kumral,oldukça zayıf ve çelimsiz bir çehresi vardı. Ama bakışları, görünüşünün aksine, insana yanında olmaktan güven veren, bir dürüstlük, bir onurlu duruşun tevazusunu taşıyordu.
“Sana bir şey desem inanmazsın ağabey, içeri girdiğin anda seni yıllardır tanıyormuşum hissine kapıldım ve bundan korktum. Laf atamadım sana, konuşamadım” Yüz ifadesine baktı. Dürüsttü. Dosttu.
Uzun uzun konuştular o gece. Etraftan gelen tepkileri duymazdan geldiler. Ya da duyduklarından özür dilediler. Ama devam ettiler. O gece yaşamlarında bir miladın başlangıcıydı sanki. Belki de bir efsanenin geri dönüşü. Kan kardeşi oluverdiler..
Sohbetlerinin tamamıydı Beşiktaş. Bir de sık sık “kartal başlı gümüş bir yüzükten” söz ederdi Metin. Hayatta sahip olmayı istediği tek hediyeden.Bir arkadaşında görmüş, bir daha da unutamamıştı. Bazen de el radyosundan dinledikleri maçlar ayrı bir haz katıyordu dostluklarına. Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Beş yıl, beş sezon boyunca kah ağladılar, kah güldüler. Transferler yapıldı, kadrolar değişti. Onlar uzaktaydı. Ama Beşiktaş onlara bir nefes kadar yakındı.
O artık sadece koğuşun değil, tüm cezaevinin Şeref ağabeyi olmuştu. Metin ona “Baba” lakabını koymuştu. Sağlıktan, spora, medyadan, yazılı basına, siyasetten,yerel yönetime kadar bilinmeyen, merak edilen her şey için ona danışılır, fikri alınırdı. Eşine, dostuna mektup yazanlar onun onayından sonra verirdi postaya. Ona sormadan nefes alınmazdı.
Eski anılarını anlatırken çıt çıkmazdı koğuşta. Çay ocağının üzerinde kaynayan çaydanlığın hırıltısından başka. Masanın etrafına otururdu herkes. Eller çay bardağının ince belinde. Ağız ile çay tabağı mesafesi gidip gelirdi sadece. Kül tablasında kafa kafaya vermiş sigara izmaritleri giderek çoğalırdı. İçlerinden birinin tespihi fazla ses çıkardığında şöyle bir bakarlar, sustururlardı. Herkes pür dikkat dinlerdi. Ama Metin katılmazdı onlara. Ranzasının bir köşesine yaslanır, elindeki siyah beyaz tespihin taneleriyle oynardı öylesine. Şeref ağabeysini onlarla paylaşmaktan memnun olmazdı. Zaten hiç kimseyle konuşmaz, kimseye bir şey anlatmazdı.
Hepsini çok seviyordu. Ama Metin’in yeri ayrıydı. Bu kadar dürüst, bu kadar uysal, bu kadar sessiz bir çocuk nasıl olurda hapse girmişti. Bu güne kadar ona hiç sormadı. Çayından aldığı son yudumun ardından usulca kalktı sandalyeden.Yanına sokuldu. Saçlarını karıştırdı. “Sen ne yaptın da buradasın be Metin, bunu sana hiç sormadım bunca zamandır, ama merakta etmedim anlamına gelmez bu” dedi yüksek sesle.
Şimdi koğuştaki herkes onlara bakıyordu. Yıllardır burada olmasına rağmen kimse hakkında bir şey bilmiyordu. Yutkundu önce bir. Boğazını temizledi. Anlatmaya başladı.
“Üniversiteye yeni başlamıştım. İlk yılımdı. Bir Pazar günü. Arkadaşlarla maça gidiyorduk. Maçımız İstanbul da ama deplasmandaydı. Stada yakın bir sokakta, bir grup taraftarın saldırısına uğradık. Kavga çıktı. Biz beş kişiydik, Onlar belki yirmi, belki otuz. Öldüresiye vuruyorlardı. O karambol de elimdeki Beşiktaş bayrağını aldı birisi. Yırttı yere attı. Sonra üzerine basıp çiğnedi, çiğnedi. Ağzında, burnunda ne varsa üzerine boşalttı ve ardından işedi. Bir yandan kahkahalarla gülüyor, bir yandan “Ne işiniz var lan sizin burada, s… gidin semtimizden” diyorlardı. Gözüm döndü. Canımdan çok sevdiğim, üzerinde ay yıldızlı amblemin bulunduğu kutsal bayrağa yapılan bu hakarete daha fazla dayanamadım. O anda nasıl bir güç ki bende anlayamadım, hırsla üzerine atladım. Yerden aldığım taşı kuvvetle kafasına vurdum, vurdum, vurdum. Yere düştü. Hareketsiz öylece yatıyordu. Kafasının yanından kalın bir kan şeridi yere doğru süzülüyordu. Orada bulunan herkesin kaçtığını gördüm. Yanımda taşlı, demirli sopa darbeleriyle her tarafı kanlar içinde kalan arkadaşlarım vardı. Onlar da şaşırmış, bir bana, bir yerde yatana bakıyorlardı. Orda öylece kalakaldık. Sonra birbirimize kuvvetle sarıldığımızı hatırlıyorum ve polis arabasının çalan acı sirenini, şimdi buradayım işte” Gözleri dolmuştu. Ama ağlamıyordu.
Ne diyebilirdim ki? Anlattığı olay seneler önce yaşanmıştı. Ama ortalık hala sporun kardeşlik, dostluk, barış olduğunu anlamayanlarla doluydu. Dışarıda hala provokatörlüğe soyunmuş kuş beyinliler dolaşırken, hala futbol uğruna canlara kıyılırken, hala tribünlerde şiddet ve terör estirilirken ne diyebilirdim bu konuda? Geçmiş olsun demekten başka. Ateş düştüğü yeri yakıyor, ölen öldüğünle kalıyor, suçlu en büyük cezayı hapse girmekle değil, gönül verdiği renklerin maçlarına gidememekle, takımını tribünden destekleyememekle çekiyordu. Ama diğer yandan müsabakalar oynanmaya, yeni şampiyonlar çıkmaya devam ediyor, yaşam durmak bilmiyordu.
Anlattığı bu olayın ardından iki yıl geçmişti. O günlerde ağır bir gribe yakalandı Metin. Sonra hastalığı zatüreye çevrildi.Günlerce ateşler içinde yattı. Sayıkladı. Şeref ağabeysi başından bir an olsun ayrılmadı. İlaçlarını içirdi, yemeğini yedirdi.
Ardından hastaneye kaldırdılar. Bir hafta ondan haber bekledi koğuş halkı. Şeref daha fazla dayanamadı. Tahliyesine üç ay vardı. Ceza evinin müdürüyle görüşüp, resmi makamlardan onay alındıktan sonra refakatçi olarak yanında kaldı.
Bilinci yerinde olmadığı anlarda Beşiktaş’ın marşlarını dinletti ona. Eski tribün hikayelerini anlattı kulağına sabahlara dek. Üzerine giydirdiği siyah beyaz eşofmanı, üzerine örttüğü Beşiktaş battaniyesi ve Şeref ağabeysi derdine derman olmuştu. Güç bela. İyileşmişti. BJK dünyasını anımsatan bu küçük hastane odasında söz verdi ona. Şeref sözü. Hapisten çıkınca o çok istediği “kartal başlı gümüş yüzüğü” alacaktı.
Üç ay çabuk geçmişti. Hapisten çıkacağı gün yüreği hüzün doluydu. Sevinemiyordu. Hayatında ilk defa ağladı. Erkekliğe inat ağladı. Utanmadı. Belki de yılların birikimi olan göz yaşları onunla birlikte tahliye olmuş, özgürlüğüne kavuşmuştu. Yüreğinden bir parçayı, kardeşi kadar sevdiği Metini bırakıyordu. Sanki kader siyahla beyazı ayırıyordu. Son bir kez daha sarıldı. “Sana söz veriyorum, sık sık ziyaretine geleceğim” dedi.
Yolculuk boyunca dostlarını düşündü. Hapiste geçen senelerini. Kan kardeşini. Mola verdiklerinde bir sigara yaktı. Çakmağı ceketinin cebine koyarken bir kağıt parçasına değdi . Özenle iç içe konularak katlanmış, paralar. Ufak bir not yanın da. “Canım ağabeyciğim. Bu yıllardır biriktirdiğim paranın tamamıdır. Gümüş yüzük için. Bana lütfen kızma. Kardeşin Metin”
İstanbul’da yeni bir hayat. Ailesiyle, sevdikleriyle geçirdiği günler ve haftalar. Ardından İnönü stadı ve Beşiktaş’ıyla özlem dolu kavuşmanın mutluluğu. Ne olduğunu bile anlayamadan ayaklarının şiddetle sürükleyip götürdüğü deplasmanlar.Sonrasında bir gazeteden gelen teklif üzerine yazmaya başladığı hapishane anılarıyla dolu bir roman.
Farkına bile varmadan su gibi akıp giden koca iki yıl. Ancak bir yıldır kabuslar görüyordu. Uykularını bölen kötü rüyalar. Karabasanlar. Sabahlara dek süren sinir bozucu sayıklamalar ve gecenin bir vakti yatağından kaldıran o ses. Giderek huzursuz olmaya başlamıştı. Neredeyse uyku bile uyuyamıyordu.
Ailesinin ısrarıyla gittiği psikiyatrisin verdiği ilaçlar bile fayda etmiyordu. Herkes yaşadığı bu durumu cezaevinde kalmasına bağlıyordu.
Yaz bitmiş, sonbaharın sarı yüzü kendini göstermeye başlamıştı. Arka bahçeye dökülen kurumuş yaprakların, rüzgarın etkisiyle hafiften oynaşarak ritmik hışırtılar çıkardığı, yağmurlu bir ikindi vaktiydi.Odasına kapanmış, bitmek üzere olan kitabının son rötuşlarını yapıyordu. Ani bir hisse kapılarak karşısındaki pencereye çevirdi bakışlarını. Sanki birisi durmuş kendisini izliyordu. Kalktı. Pencereyi açtı. Kafasını uzattı, sağa sola baktı. Etrafta çiseleyen yağmur ve kurumuş ağaçların dallarından başka bir şey yoktu.
“Artık gündüz vakti bile hayal görmeye başladım” dedi kendi kendine. İlacını aldı ve biraz dinlenmeye karar verdi.
Ama kabuslar rahat vermiyordu. Yine o sesi duyuyordu. Hatta yüzünü görebiliyordu. Evet yanılmıyordu. O Metindi. İki yıldır aklında olan ama bir türlü yanına gidemediği Metin. Birkaç kez telefonla aradığı ama görüşemediği kan kardeşi. Ter içinde uyandı.
Kendinden utandı. Söz vermişti ona, sık sık ziyaretine gidecekti. Çok istediği “kartal başlıklı gümüş yüzüğü” götürecekti. Yüzük! Kütüphanesinde ki kitabın arasına koyduğu parayı hatırladı. Yerinden kalktı, kitabı yerinden aldı. İşte oradaydı.
İzmir’e doğru yola çıktığında sabahın ilk ışıklarıydı. Heyecanlıydı. Elinde tuttuğu küçük pakete baktı. Sonra gülümseyerek ceketinin cebine koydu. Kim bilir nasıl sevinecekti onu görünce? Bu yüzüğe bayılacaktı. Özel olarak yaptırmıştı, gümüşçüye. Geniş kocaman bir halkanın ortasında, siyah kare bir zeminin içinde, beyaz mineli bir kartal başı vardı. Tam istediği” gibi diye düşündü.
Terminalde bir taksiye bindi. Vakit geçirmek istemiyordu. Buca cezaevine geldiğinde kalbi hızla çarpmaya başladı. Bahçenin demir kapısı yanında, nizamiyede bekleyen nöbetçiye bir şeyler söyledi. İçeri telefon edildi. Kimliğini bıraktı, ziyaretçi kartını aldı. Basamaklara vardığında kalbi duracaktı. Müdür bey karşıladı onu kapıda. Birlikte odasına geçtiler. Sıcak bir çayın ardından eski günlerden söz ettiler.
Arkadaşlarını sordu. İki sene aradan sonra kimler gitmiş, kimler gelmiş, kimler tahliye olmuştu. Merak ediyordu. Ancak herkesten ayrıntılı bahseden müdür, söz Metine gelince konuyu değiştiriyor, bakışlarını başka yöne çeviriyordu. Dayanamadı, sordu.
“Şeref bey, nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Metin bir sene önce ikinci kez zatüreye yakalandı. Ancak bu defa vücudu da, beyni de iyileşmek için hiçbir çaba göstermedi. Sanki ölmeyi istedi. Yapılan tedaviye hiçbir yanıt vermedi. Birkaç hafta sonra da hastane de öldü”
Dünyası başına yıkılmıştı. Beyni acıyla uyuşmuş, yüreğine bir ateş düşmüştü. Canı acıyordu. Şoktaydı. Çaresizlik umutların yerini almıştı.
“Nerede, nereye gömüldü?” diye sordu ağlayarak. “İstanbul’a, vasiyeti üzerine ailesi İstanbul’a götürdü” dedi müdür bey. Küçük bir kağıda bir şeyler karaladı.
Orada durmanın anlamı yoktu. Vakit kaybetmeden İstanbul’a geri döndü. Yıkılmıştı. Perişan olmuştu. Hata etmişti. İhanet etmişti. Sahip çıkamamıştı kardeşine, unutmuştu.
Kabristana geldiğinde ayakta duracak hali yoktu. Bekçiye elindeki kağıdı gösterdi. “Metin dedi, kardeşim, yeri neresi?” Bekçi ona şöyle bir baktıktan sonra “Beyim sen iyi değilsin. Gel biraz dinlen, sonra birlikte varırız yanına” dedi. “Hayır hemen, lütfen”
Dar bir toprak yolda yürümeye başladılar. Etrafını göremiyordu gözleri. Bekçi bir şeyler söylüyor ama o zor anlıyordu. Son kelimeler beyninde takıldı kaldı. “ Beyim ne yapıp ettiysem, rahmetlinin toprağını dikleyemedim. Ben düzeltiyorum o çöküyor. Babası da çok uğraştı. Fidan dikiyoruz, çiçek ekiyoruz ama bir türlü tutmuyor”
Mezarın başına geldiğinde bekçinin dediği gibi içeri doğru göçüktü toprak. Üzerine kapandı. Dakikalarca ağladı. “Söz kardeşim, bu kez sözümü tutacağım, seni her gün görmeye geleceğim” diye hıçkırdı. Ceketini çıkardı. Bekçiyle birlikte toprağı doldurdu, yükselti. Birkaç fidan dikti. Çiçek tohumu serpti. Saatlerce yanında kaldı. Bekçiye para verdi. “Ben her gün uğrayacağım, ona iyi bakacaksın, düzeltecek, çiçekleri sulayacaksın baba. Söz ver bana” dedi.
O günden sonra da Metini her gece rüyasında görmeye devam etti. Sürekli ondan bir şey istiyordu. Elini uzatıyor, tam tutacakken kayboluyordu. Ertesi gün onu ziyaretine gittiğinde mezarın toprağını göçmüş buluyordu. Ne yaparsa yapsın, ne kadar uğraşırsa uğraşsın düzelmiyordu.
Vicdan azabı onu yiyip, bitiriyor kendisinin sebep olduğunu düşünüyordu. Yine sakinleştirici kullanmaya başlamıştı. Her gece “Yalvarırım kardeşim, bana yardımcı ol, bu azaptan beni kurtar” diye sayıklayarak uykuya dalıyordu.
O gece yine rüyasına girmişti. Karşısında duruyor, ona gülümsüyordu. Parmağını işaret ediyordu. Sıçradı. Nefes alamıyordu. Sonra telaşla yataktan fırladı. İzmir’e giderken ceketinin iç cebine koyduğu yüzüğü hatırladı. Anlamıştı.
Sabah kabristana geldiğinde gözlerine inanamadı. Çam fidanları yeşermiş, mezarın üstünde renkli çiçekler bitmişti. Ama öyle bir tanesi vardı ki içlerinde. Beyaz, bembeyaz bir kardelendi. Kışı beklemeden, vakitsiz açmıştı. Bekçi hayret dolu gözlerle bir mezara bir ona bakarken, usulca dizlerinin üstüne çöktü. Kardelenin yanına küçük bir çukur kazdı. “Kartal başlı gümüş yüzüğün” üzerini toprakla örterken kulağına fısıldadı.
“Yaşamla ölümü ayıran o ince çizgi, siyahla beyazı ayıramaz ki”