Yelkovanın hızına yetişemiyor çoğu zaman zavallı akrep. Yelkovan hızla koşup döne duruyor, akrep bir arpa boyu yol alamıyor bu zaman yarışında. Ona hiçbir zaman yetişemeyeceğini anlayınca, iyice bir savsaklıyor akrep, kızdırıyor yelkovanı… Yelkovan bu, durmak nedir yorulmak nedir bilmez! İttirmeye başlıyor arkasından akrebi. Bir müddet sonra sırtlıyor onu. Taşıyor bir an için… O an, yelkovanla akrebin kucaklaşma anıdır işte… Birbirlerine muhtaçlıklarını, ayrı düştüklerinde yoksunluklarını ve aslında birbirlerini tamamladıklarını anladıkları an… Biri olmazsa diğerinin hiçbir anlam taşımayacağı gerçeğiyle yüzleştikleri an… Zaten doğru değil midir ki hep çalışan, mağrur yelkovandansa, yorgun, tembel, yavaş akrebin isminin daha bir sıklıkla zikredildiği? Birbirlerine bağlı olmasalar, kıskançlıktan birbirlerinin gözünü oyarlardı herhalde. Ama ne mutlu ki farkındalar; Akrep ölürse yelkovan da ölecek, yelkovan ölürse akrep de can verecek… Akreple yelkovanın aşksa aşkı; sadakatse sadakati; mecburiyetse mecburiyeti böyle bir şey işte… Doğru bir ifadeyle; “VARLIĞI YAKAN, YOKLUĞU YOK EDEN” bir bağlılık…
***
Tam karşımdaki masada oturuyordun. Yanındakiler durmaksızın bir şeyler anlatıyorlardı sana. İlgini toplayıp onları dinleyemiyor gibiydin… Gözlerin sağa sola kayıyor, ara sıra şöyle derin bir nefes alıp içini çekiyordun. O gün bambaşkaydın. Bambaşka bir hava esiyordu etrafında. Bambaşka, tarifsiz bir sihirle çepeçevre kuşatılmış gibiydin. İşte o an, gözlerin benden yana çevrildiler. Bakışlarımız buluşup kenetlenmişti. Bu çekim alanından kendimi kurtarmak istiyor ama tutsak gözlerime sözümü geçiremiyordum. Bir hipnoz, bir büyü ya da daha öte bir gizli güç…sonrası sonsuzluk olan… Kiliseden yükselen çan sesi, bir yıldırım düşmesi ya da bir lisenin teneffüs zili, fark eder mi, bir tanesi sonlandırmıştı bu yoğunluğu. Kalkıp ayrı kapılara yönelmiştik. Bizim seçimimizdi farklı yolları seçmek… Bizim seçimimizdi konuşmadan anlaşmak… Böyle olması gerektiğine inanıyorduk. Böyle olmalıydı… Yalana ne gerek!… Buna mecburduk! Belki farklı zamanlarda göz açışımızdan hayata, belki yanlış bir yerde bakışlarımızın kesişmesinden, belki diğerlerinin bizden güçlü olduğunu bilmektendi vuslatsızlık… Düpedüz korkuyorduk. Ondandı benim kekeleyişlerim, ondandı senin her daim mahcup eden… Bağlanmıştık ama günahtı birleşmemiz. Bağlanmıştık ama gölgesi olamıyorduk birbirimizin.Yasaktı. İmkansızdı.
Nasıl ki akreple yelkovan el ele verip uzaklaşamazlarsa bu diyarlardan, mecburiyet varsa, canlarının bir köşesi mızrakla delinmiş ve bağlanmışken birbirlerine, yine de kavuşamıyorlarsa; öyle bir şeydi yaşadığımız… Karanlık gecelerde yalnızca seslerimiz buluşabiliyordu kuytularda.Ben umudun şarkısını mırıldanıyordum, sen imkansızlığın… Cesur olan bendim galiba. Sen söndürdükçe, ben küllerinden doğuruyordum ümit kıvılcımlarını… Sen yine söndürüyordun sonra onları. Ateşten korkuyordun. Ateşimden korkuyordun! Ateşi içinde hissetmenin,linç edilmek anlamına geldiğini biliyordun. Oysa prangalara da vurulsak, umudu var edebilirdik doğan yeni günlerde… Sevmenin suç olmadığı, esaret gerektirmediği ülkeleri de yazıyordu kitaplar. Kitaplar ki sayfalarca okuduğum, adındaki harflerin mükemmelliğini ve tılsımını çözmeye çalıştığım yegane kaynakçam… Razıydım ben prangalara da, tutsaklığa da… Ya da bir ömür boyu kaçak hayatı sürmeye razıydım; her daim o diğerlerinin baskısını ve soluğunu hissetmek pahasına… Kaçsak, belki bulabilirdik cenneti. Belki takip etsek o beyaz kuşları, varabilirdik sonsuzluğa…
Uykusuzluğu, şarkıları,acı kahveleri,“yeşili” ya da rüyaları paylaşabilirdik, buna benim kadar inansaydın…
Ama yenememiştin bir türlü gelecek kaygısını, gölgelerimizin uymadığını söyleyenlerin sözlerine kulak tıkayamamıştın ve vazgeçememiştin parmaklarını kütürdetmekten… Ben seni hiç özleyememiştim ya da çıldırmıştım özlemekten… Sen, bir elinde uzak diyarlara seyahat belgen –ya da kaçışın, dikildiğin vakit karşıma, fark ettiysen “elveda” dememiştim sana. Çünkü yelkovanla akrep ayrılamazdı birbirinden… Yelkovan uzaklaştığını sana dursun, volta atmaktan ötesini yapamazdı akrebin etrafında. Ve sevgi, geçmişe ışık tutmaktansa, gelecekle ilgilenirdi. Yelkovan bir bunu bilemedi… Oysa akrebin tek istediği, yelkovanın “belki yine gelirim” demeyeceği bir gelecekti…
Çünkü yelkovan, er geç gelecekti…
***
Tam karşımdaki masada oturuyordun. Yanındakiler durmaksızın bir şeyler anlatıyorlardı sana. İlgini toplayıp onları dinleyemiyor gibiydin… Gözlerin sağa sola kayıyor, ara sıra şöyle derin bir nefes alıp içini çekiyordun. O gün bambaşkaydın. Bambaşka bir hava esiyordu etrafında. Bambaşka, tarifsiz bir sihirle çepeçevre kuşatılmış gibiydin. İşte o an, gözlerin benden yana çevrildiler. Bakışlarımız buluşup kenetlenmişti. Bu çekim alanından kendimi kurtarmak istiyor ama tutsak gözlerime sözümü geçiremiyordum. Bir hipnoz, bir büyü ya da daha öte bir gizli güç…sonrası sonsuzluk olan… Kiliseden yükselen çan sesi, bir yıldırım düşmesi ya da bir lisenin teneffüs zili, fark eder mi, bir tanesi sonlandırmıştı bu yoğunluğu. Kalkıp ayrı kapılara yönelmiştik. Bizim seçimimizdi farklı yolları seçmek… Bizim seçimimizdi konuşmadan anlaşmak… Böyle olması gerektiğine inanıyorduk. Böyle olmalıydı… Yalana ne gerek!… Buna mecburduk! Belki farklı zamanlarda göz açışımızdan hayata, belki yanlış bir yerde bakışlarımızın kesişmesinden, belki diğerlerinin bizden güçlü olduğunu bilmektendi vuslatsızlık… Düpedüz korkuyorduk. Ondandı benim kekeleyişlerim, ondandı senin her daim mahcup eden… Bağlanmıştık ama günahtı birleşmemiz. Bağlanmıştık ama gölgesi olamıyorduk birbirimizin.Yasaktı. İmkansızdı.
Nasıl ki akreple yelkovan el ele verip uzaklaşamazlarsa bu diyarlardan, mecburiyet varsa, canlarının bir köşesi mızrakla delinmiş ve bağlanmışken birbirlerine, yine de kavuşamıyorlarsa; öyle bir şeydi yaşadığımız… Karanlık gecelerde yalnızca seslerimiz buluşabiliyordu kuytularda.Ben umudun şarkısını mırıldanıyordum, sen imkansızlığın… Cesur olan bendim galiba. Sen söndürdükçe, ben küllerinden doğuruyordum ümit kıvılcımlarını… Sen yine söndürüyordun sonra onları. Ateşten korkuyordun. Ateşimden korkuyordun! Ateşi içinde hissetmenin,linç edilmek anlamına geldiğini biliyordun. Oysa prangalara da vurulsak, umudu var edebilirdik doğan yeni günlerde… Sevmenin suç olmadığı, esaret gerektirmediği ülkeleri de yazıyordu kitaplar. Kitaplar ki sayfalarca okuduğum, adındaki harflerin mükemmelliğini ve tılsımını çözmeye çalıştığım yegane kaynakçam… Razıydım ben prangalara da, tutsaklığa da… Ya da bir ömür boyu kaçak hayatı sürmeye razıydım; her daim o diğerlerinin baskısını ve soluğunu hissetmek pahasına… Kaçsak, belki bulabilirdik cenneti. Belki takip etsek o beyaz kuşları, varabilirdik sonsuzluğa…
Uykusuzluğu, şarkıları,acı kahveleri,“yeşili” ya da rüyaları paylaşabilirdik, buna benim kadar inansaydın…
Ama yenememiştin bir türlü gelecek kaygısını, gölgelerimizin uymadığını söyleyenlerin sözlerine kulak tıkayamamıştın ve vazgeçememiştin parmaklarını kütürdetmekten… Ben seni hiç özleyememiştim ya da çıldırmıştım özlemekten… Sen, bir elinde uzak diyarlara seyahat belgen –ya da kaçışın, dikildiğin vakit karşıma, fark ettiysen “elveda” dememiştim sana. Çünkü yelkovanla akrep ayrılamazdı birbirinden… Yelkovan uzaklaştığını sana dursun, volta atmaktan ötesini yapamazdı akrebin etrafında. Ve sevgi, geçmişe ışık tutmaktansa, gelecekle ilgilenirdi. Yelkovan bir bunu bilemedi… Oysa akrebin tek istediği, yelkovanın “belki yine gelirim” demeyeceği bir gelecekti…
Çünkü yelkovan, er geç gelecekti…