Yaratıcılığın Sınırları Üzerine

ashli

Bayan Üye
Geçenlerde New York'ta bir hafta sonu insanın geleceğine bakış konulu bir oturum yapılmıştı. Panel'e Joyce Carol Oates, Gregory Bateson ve William Thompson gibi canlı fikirlere ve derin kavrayışa sahip kişiler katılmıştı. Dinleyiciler en azından ilginç bir tartışmayı yaratacak yedi-sekiz yüz kişilik hevesli bir topluluk oluşturuyorlardı. Açılışta oturum başkanı "insanın olanaklarının sınırsızlığı"nı vurgulayan bir temayı ortaya atmıştı.

Oysa, söylemesi garip ama toplantı ilerledikçe tartışılacak bir sorun olmadığı görüldü. Salonu dolduran engin bir boşluk duygusu hem konuşmacılara hem de dinleyicilere hakim oldu. Katılanların büyük bir şevkle yaklaştıkları heyecanlandırıcı temalar esrarlı bir biçimde yitip gittiler. Tartışma neredeyse tümden meyve vermeden sonuna yaklaşırken, kafalardaki yaygın soru şuydu: Yolunda gitmeyen ne?

Ben "insan olanakları sınırsızdır" savının şevk kırıcı olduğunu ileri sürüyorum. Bunu yüzeysel olarak ele alırsanız, artık bir sorununuz kalmamıştır. Kalkıp da "hamdolsun" çektikten sonra evinize gidebilirsiniz. Bu sınırsız olanaklar her sorunu er yada geç ortadan kaldıracaklar, geride sadece, zamanı gelince kendi kendine, uygun bir şekilde çekip gidecek geçici güçlükler kalacaktır. Başkalarının niyetinin tersine, onun savı gibi savlar gerçekte dinleyiciyi yıldırır: Bu, birinin kayığa oturttuktan sonra "Hadi bakalım, tek sınır gökyüzü!" diyerek İngiltere'ye doğru okyanusa itmeye benziyor. Oysa kayığın içindeki diğer kaçınılmaz sınırın okyanusun dibi olduğunun da pekala farkındadır.

Bu değinmelerle, insan yaşamında sınırların sadece önlenemez değil, aynı zamanda değerli de oldukları varsayımının peşine düşünüyorum. Tartışacağım olgu, yarayıcılığın kendisinin sınırlar gerektirdiği; çünkü yaratıcı edim insanı sınırlayan şeyle birlikte ve ona karşı ortaya çıkar.

Daha baştan ölümün kaçınılmaz fiziksel sınırlaması vardır. Ölümümüzü azıcık erteleyebiliriz, bununla birlikte her birimiz bizim bilmediğimiz ve kestiremediğimiz bir gelecek zamanda öleceğiz. Hastalık bir başka sınır. Kuvvetimizden fazla çabalarsak şu yada bu biçimde hastalanırız. Apaçık sinirsel sınırımız var. Kanın beyne akışı bir iki dakikalığına kesilse, bir felç yada başka bir ciddi zarar meydana gelir. Zekamızı bir dereceye kadar geliştirsek de, fiziksel ve duygulanımsal çevremiz tarafından kökten bir biçimde sınırlandırılmış kalır.

Çok daha ilginç olan metafizik sınırlanışlar da vardır. Her birimiz kendi payımıza seçmeden belli bir aileye, belli bir ülkede belli bir tarih anında doğmuşuzdur. Bu olguları-Fitzgerald'ın Muhteşem Gatsby'sindeki Jay Gatsby gibi- yadsırsak, kendimizi gerçekliğe karşı körleştirip başarısızlığa uğrarız. Bir ölçüye kadar ailevi geçmişimizin ve tarihsel konumumuzun sınırlandırmalarına baskın çıkacağımız doğrudur. Fakat böylesi bir aşkınlık ancak başlarken kendi sınırlanmışlıklarını kabul edenler için söz konusu olabilir.

1. SINIRLARIN DEĞERİ

Bilincin kendisi bu sınırların farkına varılmasından doğup çıkar. İnsan bilinci varoluşumuzun ayırdedici yanıdır; sınırlamalar olmasaydı onu asla geliştiremezdik. Bilinç, olanaklar ve sınırlılıklar arasındaki diyalektik gerilimden doğup gelen bir farkındalıktır. Çocuklar sınırlarının farkına varmaya, topu kendilerinden farklı bir şey olarak yaşadıklarında başlarlar; anne her ağladıklarında kendilerini beslemediğinden onlar için sınırlayıcı bir etmendir. Bu gibi birçok sınırlayıcı eneyimden geçerek, kendilerini diğerlerinden ve nesnelerden farklılaştırma yetisini ilerletmeyi ve hazzı ertelemeyi öğrenirler. Hiçbir sınır olmamış olsaydı, bilinç de olmazdı.

Tartışmamız buraya gelince ilk başta cesaret kırıcı görünebilir, oysa daha derinlere indikçe bu görünümünü yitirir. İnsan bilincinin başlangıcına işaret eden İbrani mitinin, Cennet Bahçesi'nde Adem ve Havva'yı bir başkaldırma bağlamında tasvir etmesi tesadüfi değil. Bilinç, cennette yasak konmuş bir sınıra karşı mücadele için doğmuştur. Yehova tarafından konan sınırın ötesine geçmek daha sonra insanın içinde varlık kazanan ve gelişen sınırların ortaya çıkmasıyla cezalandırılmıştır-kaygı, yabancılaşma ve suç duygusu. Ama bu başkaldırma deneyiminden değerli nitelikler de ortaya çıktı-kişisel sorumluluğun duyumsanışı ve en nihayet yalnızlıktan doğup gelen insan sevgisi olanağı. İnsan kişiliğine konan sınırlara karşı durmak, gerçekte genişleyici bir hal alır. Böylece sınırlanma ve genişleme el ele gider.

Alfred Adler, uygarlığın fiziksel sınırlanmalarımızdan ya da kendi deyişiyle, aşağı olmaktan doğduğunu ortaya attı. Dişe diş, pençeye pençe, insanlar vahşi hayvanlardan daha aşağı idiler. Yaşamda kalabilmek için bu sınırlamalarına karşı mücadelelerinde insanlar zekalarını geliştirdiler.
Heraclitus, "çelişki herşeyin hem kralı, hem de babasıdır" demişti. Benim burada ortaya attığım temaya değiniyordu: Çelişki sınırları öngörür ve sınırlarla mücadele gerçekte yaratıcı üretimlerin kaynağıdır. Sınırlar, onlarsız akan bir nehrin yerküre üzerinde yayılıp gideceği ve nehrin onlarsız hiç olamayacağı kıyılar gibi gereklidirler-yani, nehir akan su ve kıyılar arasındaki gerilimle kurulmuştur. Sanat da aynı şekilde kendi doğumunun zorunlu etmeni olarak sınırları gerektirir.

Yaratıcılık kendiliğindenlik ve sınırlamalar arasındaki gerilimden doğar, sınırlamalar (nehrin kıyıları gibi) kendiliğindenliği sanat yada şiir eseri için aslolan farklı biçimlere zorlar. Tekrar Heraclitus'a kulak verelim: Akılsız kişiler "kendisiyle çatışmanın kendi içinde bir uyuma vardığını anlamazlar: armoni, yay ve lirinki gibi, karşıt bir gerilimi içerir." Müziğin nasıl bestelendiği üzerine konuşmada Duke Ellington, trompetçisinin belirli notalara mükemmelen ulaşabildiğini ama diğerlerini kaçırdığını, aynı şeyin tromboncusu için de söz konusu olduğunu söyleyip, müziğini bu sınırlarla, bu sınırların içinde yazmak durumunda olduğunu açıklamıştı. "Sınırlara sahip olmak iyidir" demişti.

Çağımızda kendiliğindenliğin yeni bir değerlenişinin ortaya çıktığı ve katılığa karşı güçlü bir tepkinin olduğu gerçek. Bu, çocuksu oyun oynama yetisinin değerlerinin yeniden-keşfi ile birlikte gelişiyor. Modern sanatta hepimizin bildiği gibi, çocukların olduğu kadar köylülerin ve ilkellerin resimlerine karşı yeni bir ilgi gelişmiş durumda ve bu kendiliğindenlik çeşitleri sık sık yetişkinin sanat eseri için model olarak kullanılıyor. Bu özellikle psikoterapide doğru. Hastaların büyük çoğunluğu kendilerini, anababaları tarafından dayatılan aşırı ve katı sınırlamalarla engellenmiş ve boğulmuş gibi yaşıyorlar. Terapi için gelme nedenleri arasında ilk sırayı, tüm bu sınırlanışların fırlatılıp atılması gerektiği kanaati alıyor. Ne kadar basit olursa olsun, kendiliğindenliğe doğru olan bu itkinin terapist tarafından değerlendirilmesi gerektiği ortada. İnsanlar, herhangi bir etkili biçimde bütünleneceklerse, bu yasaklar yığını altında yitmiş olan kişiliklerinin "yitik" yanlarını tekrar ele geçirmeliler.

Bununla birlikte terapideki bu safhaların, çocukların sanatı gibi geçici devreler olduğunu unutmamalıyız. Çocukların sanatı bir tanımlanmamışlık niteliğiyle karakterize edilir. Nesnel-olmayan sanatla apaçık benzerliğine karşın, henüz otantik olgun sanat için gereken gerilimden yoksundur. Bir vaattir bu, henüz gerçekleşmemiş bir vaat. Olgunlaşan kişinin sanatı, er yada geç sınırlamalarından çıkan ve olgun sanatın tüm biçimlerinde mevcut olan diyalektik gerilimle kendini ilişkiye sokmalıdır. Michelangelo'nun kıvranan esirleri; Van Gogh' un vahşice bükülen selvileri; Cezanne'in bize sonsuz bir baharın tazeliğini anımsatan nefis sarı-yeşil güney Fransa peyzajları- bu eserler kendiliğindenliğe sahipken, bir yandan da gerilimin içkinleştirilmesinden gelen olgun niteliğe de sahiptirler. Bu onları "ilginç"ten daha öte kılar; onları büyük kılar. Sanat eserinde var olan hakim olunmuş ve aşılmış gerilim, sanatçıların sınırlamalar ile ve sınırlamalara karşı başarılı mücadelerinin sonucudur.

2. YARATICILIKTA BİR SINIRLAMA OLARAK BİÇİM

Sınırların sanattaki anlamlılığı biçim sorusunu göz önüne aldığımızda daha açık şekilde görülür. Biçim yaratıcı edim için esas yapı ve sınırları sağlar. Sanat eleştirmeni Clive Bell'in Cezanne hakkındaki kitaplarında "anlamlı biçim"i, büyük ressamın eserinin anlaşılmasında anahtar koyması boşuna değildir.

Diyelim ki karatahtaya bir tavşan çiziyorum. Tahtada ""Bir tavşan var" diyebilirsiniz. Gerçekte tahtada benim oluşturduğum basit çizginin dışında hiçbir şey yok: ne bir çıkıntı, ne bir çentik, ne de üç boyutlu bir şey. Tahta aynı tahta, "üzerinde" bir tavşan olamaz. Gördüğünüz sadece, son derece dar bir çizgi, benim tebeşir çizgim. Bu çizgi içeriği sınırlar. Çizgi, resmin içinde kalan ve dışında kalan alandan bahseder-söz konusu biçime biçime getirilen saf bir sınırlamadır. Tavşan ortaya çıkıyor çünkü siz benim iletişimimi, yani, bu çizginin içinde bu alanı ayırma, sınırlama isteğini kabul ettiniz.

Bu sınırlamada maddesel olmayan-isterseniz tinsel de denebilecek- bir öznitelik var, bu öznitelik tüm yaratıcılıkta zorunludur. Böylelikle biçim ve benzeri şekilde tasarım, plan ve modelin tümü de sınırlar içindeki maddesel olmayan bir anlamın varlığına karşılık düşerler.
Biçim tartışmamız başka bir şeyi de ortaya çıkarıyor- gördüğünüz nesne hem sizin özelliğinizin, hem de dış gerçekliğin bir ürünüdür. Biçim benim beynim (ki özneldir ve bendedir) ve benim dışında olarak gördüğüm nesne (ki nesneldir) arasındaki diyalektik bir ilişkiden doğup gelmiştir. İmmanuel Kant'ın üzerinde durduğu gibi, sadece biz dünyayı bilmekle kalmayız, dünya da aynı zamanda kendini bizim bilme yollarımıza uydurur. Yeri gelmişken uydurmak sözcüğü dikkate değer- dünya kendini "ile" biçimlendirir, üzerine bizim biçimlerimizi alır.

Sorun kişi kendini iki uç-noktadan birine dogmatik bir biçimde verdiğinde başlıyor. Bir yanda, bir birey kendi öznelliğinde diretir ve ayrıksı bir biçimde kendi imgelemini izlerken, karşımıza kopuklukları ve fantazisi ilginç olabilecek, fakat nesnel dünyayla gerçekte hiçbir zaman ilişki kuramayan biri çıkıyor. Diğer yandan, birey deneysel gerçekliğin "dışında" hiçbir şey olmadığında diretince, karşımıza kendisinin ve bizim yaşamlarımızı aşırı basitleştirip yoksullaştırabilecek teknolojik zihniyetli biri çıkıyor. Algımız imgelerimiz tarafından olduğu kadar dış dünyanın deneysel olguları tarafından da belirleniyor.

Coleridge şiirden bahsederken iki çeşit biçimin ayırdına varmıştı. Biri şairin dışında olan- mesela, sonenin mekanik biçimi. Bu mekanik biçim, sonenin belli bir tarzda düzenlenmiş on dört mısrası olacağı yolunda rasgele kabullenişi içerir. Diğer biçim çeşiti ise organiktir: içeride olan biçim. İç biçim şairden gelir ve onun şiirine yedirdiği tutkuyu içerir. Biçimin organik yanı, biçime kendi başına gelişmesi yönünde etki eder; bize, yaşanmış çağların her kuşağa açımlandığı yeni anlamdan bahseder. Yüzyıllar sonra, yazarının bile orada olduğunu bilmediği anlamı biz bulabiliriz.

Bir şiir yazarken, tam da, anlamınızı belirli biçimde oturtmak zorunda olmanın, sizi imgelemde yeni anlamlar araştırmaya ittiğini keşfedersiniz. Bu anlamı belli yollardan söylemeyi reddeder, şiiri hep yeniden biçimlendirmeye uğraşarak başka yolları seçersiniz. Biçim verme girişiminde, düşünü bile kuramadığınız yeni ve daha derin anlamlara varırsınız. Biçim sadece, şiirinizde verecek yerinizin olmadığı anlamları budayıp atmak değildir; biçim, yeni anlam bulmada bir yardımcı, anlamınızı yoğunlaştırmada, onu yalınlaştırma ve arıtmada bir güdü ve ifade etmeyi arzuladığınız özü daha evrensel bir boyutta keşfetmedir. Kim bilir Shakespeare oyunlarına, onları nesir yerine nazım biçiminde yazdığı için, ya da sonelerine, onları on dört mısra halinde yazdığı için, ne kadar çok anlam koyabilmiştir.

Günümüzde biçim (form) kavramı, "biçimsellik" (formality) ve "biçimcilik"le (formalism) olan ilişkisinden ötürü sık sık saldırıya uğramakta, çünkü-bize söylendiği üzere her ikisinden de vebadan kaçar gibi kaçılmalıdır. İçinde bulunduğumuz kendi çağımız gibi geçiş zamanlarında, doğru dürüst bir üslubun ele geçirilmesi zorlaşınca, biçimsellik ve biçimciliğin kendi otantiklikleri içinde boy göstermesinin gerekliliğine inanıyorum. Ama biçimciliğin piç edilmiş çeşitlerine sık sık yöneltilen saldırılarda suçlanan, biçimin kendisi değil, özel çeşitleridir-genellikle uyumcu, gerçek bir iç, organik vitaliteden yoksun ölü çeşitleri.

Üstelik, kendiliğindenliğin tüm durumlarda, kendi biçimini kendisi ile birlikte taşıdığını hatırlamak gerek. Mesela, dilde ifade edilen herhangi bir şey, dil tarafından verilen biçimleri taşır. Aslolarak İngilizce'de yazılmış bir şiir, Fransız dilinin zarif müziğinde, ya da Alman dilinin derin ve güçlü duygululuğuna çevrildiğinde kulakta ne kadar da farklı çınlar! Kendiliğindenlik adına bir başka başkaldırı da resimde çerçevelemeye karşıdır; bu başkaldırıya, daha önceki aşırı kısıtlayıcı sınırlamaları kırıp çerçevelerinin dışına taşan resimlerde rastlıyoruz. Bu hareket, kendiliğindenlik gücünü, daha başlangıçta bir çerçeveyi varsaymasından alıyor.

Kendiliğindenlik ile biçimin yan yana konması şüphesiz ki tüm insanlık tarihinde varolmuştur. Apollon'a karşı Dionysos, antik çağın bir mücadelesi olduğu kadar, hep modern kalan bir mücadeledir de. Bu ikilik, geçiş dönemlerinde, eski biçimlerin aşılması gerektiği için tümüyle ortaya çıkmaktadır. O halde, biçim ve sınırlara karşı günümüzdeki başkaldırının, "Sınırsız potansiyellere sahiptir" haykırışında ifade edildiğini anlayabiliriz. Ancak bu hareketler biçim ve sınırları tümüyle atmaya kalktıklarında kendini-yıkıcı ve yaratıcılıktan uzak bir hal alıyorlar. Yaratıcılık dayandıkça, biçimin yeri asla aşılamaz. Biçim yitecekse, kendiliğindenlik ve onunla birlikte yiter.

3. İMGELEM VE BİÇİM

İmgelem; zihnin uzanışıdır. İmgelem; bireyin, bilinçli zihnin ön-bilinç eşliğinde doğup gelen fikirler, itkiler, imgeler ve her çeşitten diğer psişik olguyla topa tutuluşunu kabullenebilme yetisidir. "Düş düşleme ve görü görme", birbirinden farklı olanakları değerlendirme ve bu olanakları elinde tutmanın yarattığı gerilime dayanma yetisidir. İmgelem; ipleri koparmak, kişinin önüne açılan ufukta yeni demir atma şanslarının var olduğu inancına sarılışıdır.

Yaratıcı girişimlerde imgelem biçimle yan yana çalışır. Bu girişimler başarılı olduğunda bu başarı, imgelemin biçime kendi vitalitesini aşılamış olmasından gelir. Soru: Dizginleri ona bırakabilir miyiz? Düşünülemezi düşünmeye cesaret edebilir miyiz? Yeni görümlere gebe kalıp, onların içine düşüp kalkmaya cesaret edebilir miyiz?

Böylesi zamanlarda dünyadaki yerimizi yitirme, tümden soyutlanma tehlikesiyle yüz yüze geliriz. Kabul gören dilimizi, paylaşılan bir dünyada iletişimi olanaklı kılan dilimizi yitirecek miyiz? Kendimizi gerçeklik dediğimiz şeye oturtmamızı sağlayan sınırlarımızı yitirecek miyiz? Bu, yine, biçim sorunudur, ya da başka bir deyişle, sınırların farkında olma sorunu.

Psikolojik dille konuşursak, bu, birçok kişinin psikoz (çıldırı) olarak yaşadığı durumdur. Bu yüzden bazı psikotikler hastanelerde duvarlara yakın yürür. Kenarlara yakın olmayı kollayıp, dış çevredeki yerlerini devamlı muhafaza edip korurlar. İçsel bir konumlanışları olmayan psikotikler,özellikle dışlarında halihazırda mevcut olan ne varsa, el altında tutmaya önem verir.

Dr.Kurt Goldstein, savaş sırasında beyin yarası almış bir çok askerin bakım gördüğü, Almanya'daki büyük bir akıl hastanesinin yöneticisi olarak, hastaların, imgeleme yetilerindeki kökten sınırlanmışlıktan ötürü acı çektiklerini gördü. Ayakkabılarını her zaman tam şuraya, gömleklerini de tam buraya yerleştirerek dolaplarına katı bir intizam vermek durumunda olduklarını gözlemledi. Dolabı karıştırıldığında hasta panik içine düşüyordu. Kendini yeni düzenlemeye uyduramıyor, kaosa yeni bir düzen getirecek yeni bir "biçim" i tahayyül edemiyordu. Hatta o anda, Goldstein'in tabiriyle "felaket durumu"na (catastrophic situation) düşüyordu. Ya da beyninden yaralanmış bir kişi, kendisinden istemini bir kağıda yazması istendiğinde, kenara yakın bir köşeye yazıyordu. Açık alanlarda yitme olasılığını göze alamıyor, buna izin vermiyordu. Soyut düşünme için, an içinde verilen olguları, olanaklı olan olgular cinsinden aşabilmesi için gerekli olan yetileri- ki bu söylem içinde, imgelem adını veriyorum- ciddi bir biçimde yitmişti. Çevresini değiştirmek, çevresini kendi gereksinimlerine uygun kılmak için kendini güçsüz hissediyordu.

Bu davranış, imgeleyici güçler kesilip alındığında yaşama ne olduğunu gösteriyor. Sınırların her zaman net ve görülebilir halde tutulması gerek. Biçimleri kaydırabilme yetisini yitirince, bu hastalar, dünyalarını kökten bir biçimde kesintiye uğramış olarak bulurlar. Herhangi bit "sınırsız" varoluş onlara müthiş tehlikeli gelmeye başladı.

Sadece beyin yarası alanlar değil, siz ve ben de benzeri bir kaygıyı ters bir durumda yaşayabiliriz- yani, yaratıcı edimde. Dünyamızın sınırları ayaklarımızın altından kayar ve, yiten sınırlarımız yerini yeni bir biçimin alıp almayacağını yada bu kaostan yeni bir düzen yaratıp yaratamayacağımızı görmek için beklerken titrer dururuz.

İmgelem biçime yaşam verirken, biçim de bizi psikoza sürüklenmekten korur. Bu, sınırların nihai gerekirliğidir. Sanatçılar, özgün görümleri görme yetisinde olanlardır. Tipik olarak, güçlü imgelemleri ve aynı zamanda, felaket durumuna düşmelerini önleyebilecek kadar gelişmiş bir biçim duyguları vardır. Onlar biz geri kalanların önü sıra geleceğin keşfi için giden öncü kaşiflerdir. Onların özel düşkünlüklerini ve zararsız kendine-özgü-sapkınlıklarını muhakkak ki hoş görebiliriz. Çünkü onları ciddiyetle dinlersek gelecek için daha iyi hazırlanmış olacağız.

Yaratımızın gerektirdiği özel biçimi bulduğumuzda çıkıp gelen garip biçimde keskin bir coşku duygusu var- belki de daha iyi bir ifae ile, ılımlı bir vecd hali.Diyelim ki, bu biçim için günlerdir zorlanıyorsunuz ve birden kapının kilidini açan kavrayış elinize geçiyor- şu satırı nasıl yazacağınızı, resminiz için gerekli renk bileşimini, sınıfınız için hazırladığınız temayı nasıl biçimlendireceğinizi görüyorsunuz, ya da elinizdeki olgulara uyan kurama rastgeliyorsunuz. Bu özel coşku duygusu beni sık sık meraklandırmıştır; pek sık biçimde gerçekte olmuş olanla orantısız görünür.

Masamda sabahlar boyunca önemli bir fikri ifade edecek bir yol bulmak için uğraşmış olabilirim. Sonra birden kavrayış kopar gelir-bu, akşamüstü odun yakarken olabilir- sanki omuzlarımdan büyük bir yük kalkmış gibi adımlarımda acayip bir hafiflik duyarım, o ansa yapıyor olabileceğim gündelik işlerle hiçbir ilişkisi olmayan bir coşku duygusu derinlerde sürer gider. Bu sadece gündemimdeki sorunu cevaplamış olmak olamaz- böylesi bir cevaplama sadece bir rahatlama duygusu getirir. O halde, söz konusu olan garip hazzın kaynağı nedir?

Bence burada yaşanan, "meselenin özü bu işte" sezgisidir. Tam bu anda, yaratı mitine katılıyoruz. Evrenin yaratılışında olduğu gibi, düzen düzensizlikten, biçim kaostan doğup geliyor. Coşku duygusu, ne kadar hafif olursa olsun, bu yolla varlığa katılımımızdan kaynaklanıyor. Paradoks şu ki, aynı anda sınırlarımızı da daha canlı yaşıyoruz. Bu, Nietzsche'nin bahsettiği amor fati'nin keşfi-kişinin yazgısını sevmesi. Tevekkeli değil tüm bu süreç insana vecd duygusu veriyor.

* Rollo May/ Yaratma Cesareti (sayfa 120-128)
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol
Geri
Üst