Yalancı Bahar

ashli

Bayan Üye
Yalancı bahar günlerinden biriydi. Cinayet suçundan mahkûm bir adam, kaldığı koğuşun bahçesinde sandalyeye oturmuştu.

Öylesine duvara dikmişti gözlerini adam. Bakıyordu sadece. Kirli sarı bir boya vurulmuştu duvara laletain.
Duvar dümdüz, yüksek mi yüksek. Hani bir başka mekânda olsa, gözlerini kaçırabilir insan, görmek istemediği o şeylerden. Ama burada o şansı da yoktu adamın.

Yani bakmaktan başka çaresi olmadığından duvara bakıyordu o. Biraz önce göğe bakmıştı bakmasına ama uzun sürmemişti bu.
Çünkü göğün maviliğine fazla bakakalındı mı, sadece gözleri yorulmuyor insanın; bir bütün bedenen yoruluyor. Cezaevi açısından yorucu bir renk olsa gerek mavi.

Güneş hala bir çizgi halinde duvarda. Aşağısına inmiyordu. Mevsimleri, güneşin duvardan yere inme mesafesine göre ölçüyordu adam. Güneşin zemine varmasına henüz bir metre filan vardı. Her gün iki-üç santim kadar duvardan aşağıya iniyordu güneş; zemine tam indiğinde ise mevsim artık bahardı. Fakat şu an için bir metre kaldığından yalancı bahar… Tıpkı kendi zamanına ait olmayan ve zamanın kendinde yarattığı gerçekliği saklayan her şeydeki yalan gibi. Ne muamma ki, her yalan da bir gerçekliğin evladı. Şuan için hava güneşli olsa da birkaç dakika sonra ansızın bozabilir ve ardından her şey yağabilir gökten. İşte bu yüksek ihtimalden dolayı mevsim yalancı bahardı.

Sandalyedeki adam dalıp gitmişti bir yerlere. Kendi geçmişinde geziniyordu. Sonu hiç gelmeyen bir yolculuktu bu ve hiç kimse alıkoyamıyordu kendini bundan. Vurduğu adamın çopur suratı geldi aklına ve onun “bana kıyma!” diyen yakarışı… Çantasında yüklüce para olan bir mutemetti vurduğu. O paraları alıp yeni bir hayat kuracaktı kendince. Gençti, kanı kaynıyordu ve gözü karaydı. Bir defada tırmanmak istemişti hayatın dik merdivenlerini. Sonra ailesini kuracak ve mutlu bir hayat yaşayacaktı. Onun için acımamıştı “bana kıyma!” diyen yakarışa. Ama kaçarken teşhis edilmiş ve kısa bir sonra da yakalanmıştı. “Bugünkü aklım olsaydı, vurmazdım onu…” diyordu nicedir. Böyle diyordu ama o zaman ki aklının neden öyle olduğunu da çözemiyordu bir türlü.
O bunları düşündüğü esnada, gökten birkaç kanatlı karınca düşüverdi bahçeye.

Normal karıncalara göre daha irice ve boğumluydular. Kanatları da uzun mu uzundu. Rastgele dolaşmaya başladılar beton zemin üzerinde. Nereye doğru gitmeye çalışsalar, duvar çıkıyordu karşılarına. İçlerinden biri daha hızlı ve hareketliydi diğerlerinden. Bir süre gezindiler, sonra yoruldular, ağırlaştılar.

Adamın gözleri artık karıncaların üzerindeydi. Dışarıdayken duymuştu:”Kanatlı karıncalar ölüme en yakın karıncalardır” diye. Neden böyle denildiğini de anlamamıştı. “Oysa kanatları var. İstedikleri zaman uçabilirler. O küçük ayaklarıyla yorulmaktansa, istedikleri her yere gidip gelebilirler. Belki de havada uçarken kuşlara yem olma ihtimali arttığından söylemiş olmalılar o sözü.” diye düşündü.

Toprağı arıyordu karıncalar, ama toprak yoktu. Suyu arıyordular ama su da yoktu kondukları bu yerde. Biraz daha canlı ve hızlı olan karınca, süpürgeliğin kırılmış bir yarığında ufak ama nemli bir yer buldu. Betonun altında kalan çok ufak bir toprak parçasıydı bu. Hafif de yosun tutmuştu. O ivecen karınca orada dönüp durdu bir süre, başka yere de gitmedi. Diğer karıncalara kaptırmak da istemiyordu bulduğu o yeri.

Öteki kanatlı karıncalar aradıkları toprağı ve suyu bulamayacaklarını anlayınca, kanatlarına yüklenip de uçup gitmeye çalıştılar. Bir iki denediler olmadı. Uzak mesafeden gelmiş olduklarından, epey kanat çırpmış ve yorulmuştular. Rüzgâr olsaydı belki, uçup da giderlerdi hemen oradan. Ama yerde rüzgâr da yoktu. Duvara tırmanmaya başladılar sonra. Duvarın bittiği yerden rüzgârlar geçiyordu. O rüzgâra kanatlarını teslim edip de gideceklerdi toprağı bulana değin. Bir süre sonra ulaştılar oraya ve uçup da gittiler rüzgârla salına salına.

Süpürgeliğin kenarındaki karıncaya dönüp baktı sonra adam. Yosunlu kısmın orada duruyordu öylece. Toprağı ve yeşilliği bulduğuna inandığı için ayrılmıyordu hala oradan. Sonra ilginç bir şeye tanık oldu adam: Karınca, başını sırtına doğru çevirerek kendi kanatlarını kökünden kesiverdi çenesiyle. Toprağı bulduktan sonra, kazması ve yuvaya yumurtalarını bırakabilmesi için, o kanatları engeldi ona yeraltında. Zaten onu yuva yapabileceği toprağa ulaştırmak içindi o kanatlar. İşi bitince de kesilmesi gerekiyordu. Öyle de yaptı. Artık uçamayacaktı. Hayat bazı şansları sadece bir defalığına veriyordu.

Kanatlı karınca o yosunlu yeri eşelemesine rağmen toprak çıkmıyordu bir türlü. Her taraf betondu. Oysa toprağı bulduğuna öyle emindi ki… Beyhude bir çabaydı artık toprağı aramak; çünkü yoktu. Kendi kurtuluşu ve hayatı olan kanatlarını kesmişti bir kez. Duvara tırmansa da boşunaydı. Çünkü kanadı olmayanlara bir faydası yoktu rüzgârın.

Kısa bir süre sonra hava bozdu. Karardı gökyüzü. Yağmur yağacaktı birazdan ve kanatlı karıncanın saklanabileceği hiçbir yer yoktu.

Adam, havanın bozduğunu görünce, sandalyesinden kalktı. İçeriye doğru giderken son kez karıncaya baktı: “Nerede hata yaptığımı şimdi anladım.” diye söylendi.
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst