Ya Seninle, ya Sensiz: Edebiyatçının “Medeni Hal”leri

Bezmi$h

Banned
Sanatçıyla hayat paylaşmak zordur. Has bir sanatçı, sanatını her şeyin üstünde tutar. Tercihini önceden yapmış, hayatında onun için en önemli, olmazsa olmaz şeyin sanatı olduğuna karar vermiştir. Her şey, bunun gerisinde kalır. Hayatın diğer yanlarına, örneğin mutlu bir beraberliğe (de) değer veren sanatçı bile, yaratım sürecini engelleyebilecek şeylere karşı neredeyse düşmanca bir tavır sergiler. Bir sanatçı eşi, o yaratım sürecine karşı olmasa, bu süreci kıskanmasa isabet eder sonucuna varırsak, yanılmış olmayız. Hatta bazen hoşgörü bile yetmez, sanatçılar eşlerinin tamamen arka plana çekilerek meydanı, varlık nedeni sanata bırakmasını beklerler.

Yazarlar ve eşleri de bu genel kuralın dışında kalmıyor, elbette. Aralarındaki ilişki, hayatın paylaşıldığı bir kişiyle birlikte olmanın yazmaya / yaratıcılığa şöyle ya da böyle bir yararı olduğu yolunda kesin sonuçlar çıkarılmasına meydan vermiyor gerçi ama, birtakım genel kalıplar göze çarpıyor. Kimi eş, yazarın yazmasına, bazen paylaşmak istemeyen bir kıskançlıkla, bazen küçümsemeyle engel olmuş; kimi tamamen arka plana çekilerek yazara desteğini sunmuş. İki eşin de yazar olduğu durumlarda kıskançlık nöbetlerinden çok, halden anlama durumlarına rastlanıyor.

Esas mesele, yani bir eş edinilip edinilmemesi konusunda, zinhar evlenmemek, ya da biriyle asla beraber olmamak şeklinde katı yaklaşımlara pek rastlanılmıyor. Buna karşılık, yazarlığı meslek olarak seçmesine hoşgörüyle bakılan cins daha çok erkekler olduğu için, onlara yönelik bazı nasihatlere rastlamak mümkün. Charles Lam’in, “Asla oğlum, akıllı bir kadınla evlenme!” dediği rivayet olunur. Graham Greene ise, Loser Takes All’da şöyle der: “Aziz oğlum, iyi bir kadını kaybetmek kolay değildir. İnsan ille de evlenecekse, kötü bir kadınla evlenmek daha iyidir.” Bir başka söylentiye göre de, bu nasihatın asıl sahibi, Greene’in filmlerini pek beğenmediği, ama “sinema dışında şeylerden konuştuğu tek sinemacı” olması gerekçesiyle büyük saygı duyduğu Sir

Alexander Korda’ya aittir; hedefi de Greene’in kendisidir.

Yazmanın esasında bir erkek işi olduğu inancı, son elli yıla, hatta belki de 1970′lere kadar sarsılmadan geldi.

Bloomsbury gibi çevrelerde, Kükreyen 20′lerle birlikte palazlanan edebiyat grupları arasında kadın yazarlara da rastlanıyordu gerçi ama, Virginia Woolf gibi ender örnekler dışında, genellikle arka planda kalıyorlardı. Eş sıfatıyla olmasa da, yazar olarak. Buna karşılık, kadınlar arasında “edebiyat insanları”nın eksikliği çekilmemiştir hiç. Yazarlara dostluk gösteren, hami rolünü üstlenen, evlerini hatta kalplerini açan, daha çok onlardır. Ama bütün bu hoşgörü, muhabbet, onların yakın denebilecek bir tarihe kadar “esas yazar” olarak kabulünü sağlamamıştır. Kimse bir erkeğin, işi gücü bırakıp kendini karısının yazarlığına adamasını, o çalışırken evin sorunlarıyla rahatsız etmeyip, mümkünse parmaklarının ucunda, çıt çıkarmadan dolaşmasını beklemez.

Hatta yakın denebilecek bir zaman kadar, kocasının/hayat arkadaşının işini anlayıp doğru olarak değerlendirmesini bile beklemezdi. Bir Türk şairin, şiirini ilk olarak karısına okuduğu, beğenirse yırtıp attığı bilinir. Karısı şiirden hiç anlamadığı için, kendine böyle bir kıstas bellemiş. Bir yazar ise kitabını, onun suskunluğu sayesinde yazıldığını belirterek, karısına adamıştır. Malraux gibi, bencillikleriyle (yoksa “benmerkezcilikleriyle” mi desek?) maruf yazarlar, eşlerini yoksaymayı tercih etmiştir. André Malraux efsanesi, onun olağanüstü yazarlığı, zekâsı ve sezgisinin yanı sıra, “erkeklerin tek başına cesareti ile kadınların ortak sessizliği” üzerine kuruluydu.

Genelde, düşüncesiz, edebiyattan anlamaz, gözü yükseklerde karısının zulmünün kurbanı olarak görülen Lev Nikaloyeviç Tolstoy da, on sekiz yaşındayken evlendiği (yazarın kendisi, otuz dört yaşındaydı), ona on üç çocuk doğuran karısı Sofya (‘Sonya’) Andreyevna Behrs’e az zulmetmemiştir. En azından, evliliklerinin ileri yıllarında zulmün karşılıklı olduğu söylenebilir. Tolstoy çıkınını alıp 82 yaşında evi terk etmeden çok önce, Sofya isteri kurbanı olmuştu bile. Gümüş yıldönümlerinin hemen ardından, son çocuğuna hamileyken kocasının kendisine elyazmasını sunduğu, evliliklerini lanetlelyen Kroyçer Sonat, Sonya’yı çok etkilemişti. Tolstoy’la sevişmek, onun cinsel suçluluk ve kendinden iğrenme eğilimleri yüzünden, zor işti. Yazar, köylüleri özgürleştirmek için, çok ender yıkanmak dahil, onlar gibi yaşama yanlısıydı. Unvanını reddetmiş, parasını dağıtmıştı. Asıl kıyamet ise, üstadın, dostu Vladimir Çertkov’u eserlerinden sorumlu kişi kılma niyetini açığa vurması üzerine patlak verdi. Sofya, seksen iki yaşındaki Tolstoy’u, yetmişine yakın Çertkov’la eşcinsel ilişki içinde bulunmakla suçladı. Ona, kendisiyle geçirdiği “şerefli kırk sekiz yıl” için teşekkür eden Tolstoy da evi terk etti. Sonya, özel trenle onun ardına düştü. Ama sonuçta bu evlilik, iki taraf için de ıstıraplı oldu. Tolstoy’un Kroyçer Sonat’ta söylediği gibi onlar, “….aynı zincire kaynaklanmış, müebbet hapis cezası çeken iki kürek mahkûmu”ydu.

Mutlu beraberlikler de var, tabii. Dylan Thomas, sevgili Caitlin’ine tapardı. Elias Canetti, Veza ile evlenebilmek için çok mücadele etmiş, onun ölümünden sonra bir türlü kendine gelememişti. Raymond Carver, Tess Gallagher’la mutlu günler geçirmiş, duygularını ona şiirle anlatmıştı. Robert Louis Stevenson, kendisinde eksik olan her şeyi tamamladığı söylenen bir kadınla, Fanny Osbourne’la olan evliliğinde mutluluğu buldu. Üstelik, aniden çalışkan, disiplinli kesiliverdi. Cocteau, Jean Marais’de mutluluğu buldu. Fransa’nın en büyük aşk hikâyesini yaşadılar. Yazar 1963 yılında ölüm döşeğine düştüğünde birkaç yıldır ayrı yaşıyorlardı ama, Fransız tiyatrosu ve sinemasının yakışıklı, ünlü aktörü

Marais, 1998′deki ölümüne kadar Jean Cocteau’nun kendisiyle yaşadığına inanmıştı.

İkisi de yazar olan çiftler ise, ayrı bir konu. Birbirini sürekli ve sınırsızca mutsuz etme konusunda da, olumlu etkileyip daha çok ve daha seçkin eserler yaratılmasını sağlama konusunda da başarılı olabiliyorlar. Birliktelikleri sürse de, uzun ömürlü olmasa da. Elizabeth-Robert Browning’le, Percy Bysshe Shelley ile Mary Shelley’nin uyumlu, hatta sevgi dolu beraberliklerinin (ikincisinde durum biraz karışık olsa da), yazarlar üzerinde olumsuz etkisi olmadığı açık. Olumlu yazar beraberlikleri, günümüzde de Iris Murdoch – John Bayley, Harold Pinter – Antonia Fraser, Margaret Drabble – Michael Holroyd, Paul Auster – Siri Hustvedt, Maggie O’Farrel – William Sutcliffe ve Alice Sebold – Glen David Gold ile sürüyor. 1920′lerin (Clara Malraux’nun şahsında simgesini bulan) adları silinmiş “ilk eşler”inden farklı bir ortaklık söz konusu burda. Artık o eşlerin kapkaranlık “yol notları”na daha ender rastlanıyor. Hatta yukarıdaki beraberliklerden “Murdoch-Bailey” başlıklı olanında, ille de karanlık yol notları tutacak birini saptamak gerekse, bu kişi John Bailey olurdu.

Günümüzde farklı duyarlıklar yaşandığı, hiç değilse bazı çevrelerde birtakım “doğru”ların kadınlar lehinde hafifçe oynamış gibi göründüğü, aslında kadın hareketinin kendisinin bu değişimde, “genelde” sınıflandırılmasına henüz hak kazanmamış olsa da “sık rastlanır” eşitlikte pay sahibi olduğu söylenebilir. Alice Sebold, Glen David Gold ile ikisinin, birbirlerini sevmek için yekdiğerinin yarattığı eseri sevmenin şart olduğunu anladıklarını söylüyor. Birbirlerinin kahramanlarına sahip çıkan, eşleri tıkandığı zaman ona yol vermek için küçük bir bölüm yazanlar da var. Oysa, eski beraberliklerin büyük kısmında, kadının edebiyattan anlaması, hele yazma düzeyinde anlaması hem beklenmez, hem de çoğu kez istenmezdi. André Malraux, karısı Clara’ya, “İkinci sınıf bir yazar olacağına benim karım olsan daha iyi edersin” bile demişti. Buna karşılık Paul Auster ise, insanın yakınında onu ilgilendiren şeyler hakkında, işi hakkında konuşabileceği bir başka yazar bulunmasını bir nimet olarak görüyor. O’Farrell ve Sutcliffe’e göre, hayatlarını paylaşan iki yazarın birbirlerine sunabilecekleri en yararlı şey, bir tür danışmanlık.

Yazar çiftler, onlar için en önemli şeyin yazmak olduğunu peşinen kabul eder, bunu da birbirlerine bildirirlerse, rahat ediyorlar. Yazar (sanatçı) kıskançlığı tamamen yok olmasa bile, gerilere bir yerlere çekiliyor. Bu yıl eleştirmen/biyografi yazarı Claire Tomalin ile oyun yazarı/romancı kocası Michael Frayn, Whitbread Ödülü’nü ayrı ayrı dallarda kazanıp, büyük ödüle birlikte aday olduklarında, büyük bir gerilim yaşamamışlardı. Hatta, soğukkanlılığıyla tanınan Frayn, 25 bin sterlin’lik ödülü “Claire”in almasının isabet olacağını düşünüyordu. Aslında karakter olarak da, çalışma stili olarak da birbirine pek benzemeyen Tomalin ve Frayn, buna rağmen (ya da, belki, bu sayede) farklılıklarıyla anlaşmazlıkları üzerine sağlıklı bir ilişki kurmayı başarmışlardı. Düşündüğü şeyi içine atmama, tartışmaktan kaçınmama özelliklerini akılda bulunduran Frayn, büyük ödülün açıklanmasından birkaç gün önce, “Ödülü Claire alsa daha iyi olur” diyordu. “Ben de çok olgun davranırım. Sonra ileride, beni herhangi bir şey için suçladığında, ‘Whitbread’de ne kadar olgun davrandığımı unutma’ derim ona.”

Çok uzun süreli olmasa da, hem yaşandığı dönemde, hem de sonraki yıllarda yazarlarına yararlı olmuş ilişkileri de unutmamak gerek. Virginia Woolf ile Vita Sackville-West, birliktelik dönemlerinde hayatlarında olmadıkları kadar verimli olmuş, daha öncekinden kaliteli eserler vermişlerdi. Kaldı ki, Woolf, kocası Leonard ile de, gözetilen tarafın hep kendisi olduğu bir beraberlik yaşıyordu. Christopher Isherwood ile W(ystan). H(ugh). Auden, zaten ayrılmaz bir grubun, Londra’nın “modern”leri diye bilinen, yerleşik edebiyatı, şiiri sarsmayı hedefleyen bir dörtlünün üyesiydiler. Diğer iki kişi ise, Stephen Spender ile Cecil Day-Lewis’di (ki, kendisini aynı zamanda aktör Daniel Day-Lewis’in babası ve Nicholas Blake adıyla polisiye hikâyeler yazan bir “şair-i âzam” / Kraliçe’nin şairi olarak tanıyoruz). Aynı grubun üyeliği şeklindeki ilişkileri birlikteliğe dönüştüğünde de, Isherwood’la Auden’ı birbirine asıl bağlayan fikri yakınlıklarıydı. Uzun süre birlikte kaldılar, dostlukları hiç bozulmadı, onların ilişkisi, tarafların yekdiğerini geliştirip ilerlettiği türden bir ilişki oldu.

Buna karşılık, sonuna kadar birbirlerinden vazgeçmeseler, yazar olarak birbirlerinden beslenseler de, Dashiel Hammett ve Lilian Hellman ile Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir’ın ilişkileri, ilkinde erkek, ikincisinde kadın için daha yıpratıcı bir şekilde tecelli etmiş gibi görünüyor. Dash ile Lillian otuz yıl birlikte yaşadılar. Tanıştıklarında Hammett meşhur bir yazardı. Birbirlerinin yazdıkları konusunda kırıcı olabiliyorlardı (bu, özellikle Hammett açısından geçerlidir). Kıskançlık hayatlarını dar edebiliyordu. McCarthy Cadı Avı’nda birbirlerine destek oldular, The Thin Man’in kahramanları Nick ve Nora’ya model oluşturdular. Tekeşlilik meselesiyle de kafalarını yormadılar hiç. Ama bana hep bu birliktelikten kanatları daha kırılmış olarak çıkan Hammett’mış gibi gelir. Belki de, kendi deyişiyle, o azimli, Hellman güçlü olduğu için. Uzun süreli şeyler azmi de yıpratabilir ama güç, hakiki bir güçse eğer, pek kayba uğramaz. Kaldı ki Hellman, beş yıl hasta sevgilisine bakarak, azimden de payını aldığını göstermişti.

Jean-Paul Sartre’a gelince, Simone de Beauvoir’a başkalarının asla veremediği bir şeyi verdiği, onun bizzat kendisiyle ilgilenmesini sağladığı doğru. Sartre, onunla Simone hakkında konuştu, başka insanlarla, başka dünyalarla ilgilendiği kadar, kendisiyle, Simone’la ilgilenmesini de sağladı. Belki de, yanında Jean-Paul Sartre varken başka dünyaların bir kıymet-i harbiyesi olmadığına inandığı içindir. Dâhi Sartre, alımlı Simone’un eğitimini üstlendi, ona yol gösterdi. Zaman zaman hayli tepeden bakıyor gibi görünse ve farklı bir şekilde tezahür etse bile, aslında onun Simone’a olan bağlılığı da neredeyse aynı derecede sağlam bir bağlılıktı. Ama Sartre, Simone’unun pek de fazla ilgilenmesine gerek duymadığı o dış dünyada olmayı istiyordu. Başkalarına da benzer bir ilgi gösterebiliyordu. Genç öğrencisi Olga Kosakiewicz gibi (ki De Beauvoir kızı, Xavière olarak kitap sayfalarında hayata geçirecek [L'İnvitée], sonra da gerçek hayatta yapamadığını yaparak öldürüp ondan kurtulacaktı. Ayrıca, kendisinin başkalarıyla girdiği ilişkileri de kitapları vasıtasıyla dünyaya ilan etmekten çekinmeyecekti).

Yıkıcı ilişkilerden söz edince, akla Scott ve Zelda Fitzgerald’ın birlikteliğinin gelmemesi söz konusu bile değil. Edebiyat âleminin soyadları değil de adlarıyla anılan bu tek çifti (Scott ve Zelda), 1920′li yılların pırıltılı ürünleriydi. Zelda’nın deyişiyle, “gözalıcı, canlı resimler”. Kırılmış bir deha ile, gitmesi gereken yere götürülmemiş bir yetenek (Save Me the Waltz’ı hatırlayın, yeter). Scott ve Zelda, eserlerinde, birbirlerini temsil eden kahramanlar yarattılar. Örneğin, Zelda’nın kitabında Scott, David Knight adıyla yer alıyordu.

F. Scott Fitzgerald ise, başta karısı Zelda olmak üzere hayatına girmiş kadınlar/insanlar üzerine en çok karakter inşa eden yazarlardan biridir. Anlaşıldığı kadarıyla, arkadaşı olanların, hatta şu ya da bu şekilde çevresine girmiş olanların ihtiyatlı davranması gerekiyordu, çünkü onları hemen kitaplarına dahil ediyordu. Benzer bir, “gerçek hayatı temel alma” eğilimi, D.H. Lawrence’da da göze çarpar. Her iki yazarın (Lawrence ile Fitzgerald) yazar yakınları tarafından konu edinilme gibi bir özellikleri de vardı. D.H. ile karısı Frieda; Kay Boyle, Hilda Doolittle, Aldous Huxley ve Compton Mackenzie’ye kahraman olarak hizmet ederken; Scott ve Zelda, aralarında Budd Schulberg ve Carl Van Vechten’in de bulunduğu dönem yazarlarının konusu olmuşlardı.

Scott ile Zelda, sıcaktan bitkin düşmüş çiçekler gibi yavaş yavaş solar, amaçsızlıkla ve uyarıcılarla çürür, bu arada lokma lokma birbirlerini de yıpratırken, Ted Hughes ile Sylvia Plath daha da öldürücü bir ilişki yaşadı. Sıradanlığın karanlığı içinde tedirgin bir yıldız gibi parlayan olağanüstü Plath, pek de akıldan çıkmayacak bir biçimde intihar ettiğinde, Hughes onun yakınları, sevenleri ve okurlarının; dahası, feministlerin boy hedefi oldu. Onu, sorunlu hale gelince Plath’i bırakmakla suçladılar. Oysa Plath, hep sorunluydu zaten. Birbirlerini etkilediler gerçi ama, Hughes’un Plath’te zincirlerini çözdüğü şeylerin (Ariel’i düşünün) onu trajik sonuna götürdüğü de söylenebilir.

Yazarlar ve eşleri arasındaki ilişki, diğer sanatçılarla eşleri arasındaki ilişkiden pek de farklı değil, sonuçta. Ancak, sanki bu âlemde, aynı işi yapan iki kişinin bir araya gelmesi, birlikte ama birbirinden bağımsız çalışması, birbirini ilerletmesi, özellikle son yıllarda çok daha muhtemel hale gelmiş gibi görünüyor. Yazar, yazarın kurdu olabilir ama, bir araya geldiklerinde, eşit şartlar altında olduklarında, olumlu sonuçlar veren bir dayanışma da söz konusu olabiliyor. Necati Tosuner, “…Sonradan ün kazanmanın ve benzerlerinin yol açtığı geçimsizlikleri, başka evliliklerde de görmekte değil miyiz?..” diyor. “Ama şu da bir gerçektir, yazarlık, bir ‘ayrıksılık’tan da beslenir.” Demek ki, birlikteliklerdeki olumsuzluklar kadar olumluluklar da bir yazarın gelişmesinde rol oynayabiliyor. İstenmeyen ama kaçınılmayan ayrılıklar, Tosuner’de olduğu gibi, ani bir verimliliğe yol açsa bile…
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst