Heulwen
Kayıtlı Üye
Bütün bir günün yorgunluğu, hayvanlarda olduğu kadar insanlarda da karşı koyulmaz bir uyuma ihtiyacı doğurur. Gerçekten de insanın beden ve zihin gücünü yeniden toplamasını sağlayan tek şey uykudur. Çoğu zaman birkaç esnemeden sonra uyumağa hazırlanan kişinin gözleri kapanır, kasları yavaş yavaş gevşer, vücut organları daha ağır çalışmağa başlar, solunum temposu yavaşlar ve düzenli hale gelir. Dış dünya ile bütün ilişkisini kesmiş olan kişi tam bir durgunluk ve hareketsizlik halindedir. O andan sonra artık bilinci de çalışmaz olur.
Uyku, başından sonuna kadar tekdüze bir olay değildir: normal süresi boyunca birtakım devrelerden geçer, bu devrelerden her biri de gittikçe derinleşen çeşitli evreleri kapsar.
Beyinde bulunan ve hipotalamus denilen bir sinir merkezinin denetlediği uyku, bütün fiziksel etkinliklerin durduğu bir dinlenme dönemidir: uyku sırasında kişi, bilinçli düşünme yeteneğini kaybetmiştir. Bununla birlikte bilinçaltı, rüya görürken gene de «çalışmağa» devam eder.
Hepimiz her gece rüya görürüz, fakat gördüğümüz rüyaları tümüyle unuturuz ya da yalnız uyanma anından önce gördüğümüz son rüyayı hatırlayabiliriz. Zaten bir rüyanın, hattâ bir kâbusun bizdeki anısı çok çabuk kaybolur. Toparlayıp anlatması güç bir şey olan rüya, çoğu zaman fantastiğin ve gerçek dışının sınırlarına varan, tutarsız, bağlantısız birtakım hayaller dizisidir.
Kaynağını, gerçekten yaşanmış olan ya da bilinçaltında var olan olaylardan, duygulardan, istek ve kaygılardan alır. Rüya görmek, insanın yaşaması ve sağlıklı kalabilmesi için zorunlu olan bir beyin etkinliğidir. Laboratuvarlarda yapılan «rüyadan alıkoyma» deneyleri (kaydedici âletler rüya görmeğe başladığını haber verir vermez denek hemen uyandırılır), çıldırmaya kadar varabilen sinir ve ruh bozukluklarına yol açmıştır.
Öteden beri insanlar, gördükleri rüyalara bir anlam vermek istediler ve bu rüyaları öbür dünyadan gelen birer haber (Eski Yunanistan'da Uyku Tanrısı Hypnos, Ölüm Tanrısı Thanatos'un kardeşiydi) ya da kehanet olarak kabul ettiler.
1900 yılında Rüya Yorumu adlı kitabını yayımlayan Freud'un çalışmalarından bu yana psikanalizciler, rüyaları, itiraf edilmemiş ya da gerçekleşmemiş isteklerin dile gelişi şeklinde açıklıyorlar. Rüyalardaki bazı simgeleri yorumlamak oldukça kolaysa da (bir kral ya da bir kraliçe, babayı ya da anneyi temsil eder), her rüya, bireyin kişiliğine sıkı sıkıya bağlı olan özel bir anlam taşır. Bu bakımdan rüyaların bir tek anahtarı yoktur, yeryüzünde ne kadar insan varsa o kadar da anahtar vardır.
Uyku, başından sonuna kadar tekdüze bir olay değildir: normal süresi boyunca birtakım devrelerden geçer, bu devrelerden her biri de gittikçe derinleşen çeşitli evreleri kapsar.
Beyinde bulunan ve hipotalamus denilen bir sinir merkezinin denetlediği uyku, bütün fiziksel etkinliklerin durduğu bir dinlenme dönemidir: uyku sırasında kişi, bilinçli düşünme yeteneğini kaybetmiştir. Bununla birlikte bilinçaltı, rüya görürken gene de «çalışmağa» devam eder.
Hepimiz her gece rüya görürüz, fakat gördüğümüz rüyaları tümüyle unuturuz ya da yalnız uyanma anından önce gördüğümüz son rüyayı hatırlayabiliriz. Zaten bir rüyanın, hattâ bir kâbusun bizdeki anısı çok çabuk kaybolur. Toparlayıp anlatması güç bir şey olan rüya, çoğu zaman fantastiğin ve gerçek dışının sınırlarına varan, tutarsız, bağlantısız birtakım hayaller dizisidir.
Kaynağını, gerçekten yaşanmış olan ya da bilinçaltında var olan olaylardan, duygulardan, istek ve kaygılardan alır. Rüya görmek, insanın yaşaması ve sağlıklı kalabilmesi için zorunlu olan bir beyin etkinliğidir. Laboratuvarlarda yapılan «rüyadan alıkoyma» deneyleri (kaydedici âletler rüya görmeğe başladığını haber verir vermez denek hemen uyandırılır), çıldırmaya kadar varabilen sinir ve ruh bozukluklarına yol açmıştır.
Öteden beri insanlar, gördükleri rüyalara bir anlam vermek istediler ve bu rüyaları öbür dünyadan gelen birer haber (Eski Yunanistan'da Uyku Tanrısı Hypnos, Ölüm Tanrısı Thanatos'un kardeşiydi) ya da kehanet olarak kabul ettiler.
1900 yılında Rüya Yorumu adlı kitabını yayımlayan Freud'un çalışmalarından bu yana psikanalizciler, rüyaları, itiraf edilmemiş ya da gerçekleşmemiş isteklerin dile gelişi şeklinde açıklıyorlar. Rüyalardaki bazı simgeleri yorumlamak oldukça kolaysa da (bir kral ya da bir kraliçe, babayı ya da anneyi temsil eder), her rüya, bireyin kişiliğine sıkı sıkıya bağlı olan özel bir anlam taşır. Bu bakımdan rüyaların bir tek anahtarı yoktur, yeryüzünde ne kadar insan varsa o kadar da anahtar vardır.