Ütopyalar İmkansız Değildir

ashli

Bayan Üye
Dünyanın en büyük acısı nedir? Dünyanın en büyük acısı kalıcı bir acıdır. Var olmanın acısıdır. Var olmaktan sonsuz bir acı duyduğu halde, var olmak zorunda bırakılan insan en büyük münzevidir. Ölmek de o kadar kolay değildir. Ne kadar acı çekerseniz çekin, birileri gelip size Sisyphos'un kısır döngüsünü anlatacaktır. Var olmanın müthiş bir şans olduğunu, hayatın çok güzel olduğunu, her şeye rağmen, her şeye...

Öyle midir gerçekten? Var olmak bir hak değildir, elbette. Bir zorunluluktur hepimiz için. Var oluştan zevk almaya çalışarak yaptığımız, acımızı unutmaktır. Oysa, kendimizi öyle kaptırmışız ki bu unutma çabalarına, özgürlüklerden bahsetmişiz. Özgürlükler yüzünden, insanları tercihlerinden dolayı yargılamak saçma görünmektedir; ama başkalarının özgürlüğünün kısıtlanmasına karşı durmuşuz. Oysa özgürlük yok ki. Ta var oluştan beri yok. Özgür iradeden söz edebilir miyiz bu halde? İnsan hakları dediğimiz şey başlı başına bir paradoks olmuyor mu? Hangi insanın hakkı?

Kendimizi öyle kaptırmışız ki... Körü körüne çalışmak, körü körüne yaşamak, körü körüne bilmek, körü körüne düşünmek, körü körüne var olmak... Saf bir var oluş mümkün müdür bilemem; ama safça ve "insanca" bir var oluş istemek evrensel düşünmekle mümkündür. Gruplar, tarikatlar, partiler saf var oluşa aykırıdır. Çeşitlilik güzeldir ve gereklidir; ama çeşitliliğin bir arada var olması istenmediğinde neler oluyor, görüyoruz yüzlerce yıldır. Yapay olarak çıkan ırk mücadelesi, din mücadelesi, iş mücadelesi, bunlar da mı acımızı unutmaya yardımcı oluyor? Bunlar da mı doğal? Hayır! Başka seslere, başka yüzlere, başka melodilere, başka renklere, başka anlayışlara tahammülü olan insan, var olmanın acısını içinde hissedip onunla dost olmuştur. Acıyı unutmak değil de, acıyla dost olmak daha etkilidir, görüşümce. Hepimiz "bir ömürlük misafir"leriz; ama anne-babamız tarafından zorla götürülmüş bir misafirlik gibi. Gittiğimiz yerdeki çocuklarla oynayıp, eğlenerek mutluluk yanılsaması yaşıyoruz, tıpkı özgürlük yanılsaması yaşadığımız gibi. Yaşamı bir oyun gibi görüyoruz. Yasaklarla dolu "özgür" bir hapishanede mutlu olma oyunu...

Doğadan koparak, kendimize tonlarca kural ve yasak koymuşuz. İnsanoğlu olarak, aslında yaşamı zoraki bir derviş ya da Budist rahip yaşamına çevirmişiz. Hepimiz dervişleriz aslında. Tonlarca yasak ve sınırlama içinde, acı çekiyoruz. Yaşamın acısını içimizde hissetmek için olsa gerek bunca yasak. Kendimizi değerler ve ahlakla zincirlemiş, gerçekçilikle gözlerimizi bağlamış, "özgürlük"le ağzımızı bantlamış, "vatan"ın dikenli telleriyle de etrafımızı çevirmişiz. Eh, bu sınırlar içinde düşünceyi de serbest bırakmışız. İnsan gibi yaşayamamak adına her şeyi yapmışız. Sonunda mutlu olacağız ya, acı çekiyoruz. Zaten acıyla yoğrularak var olmamış mıyız? Bir dervişin kişisel tercihini, tüm insanlığa yayarak, herkesin ebedi mutluluğa ulaşmasını sağlamak istemişiz, iyi niyetle.

İyi niyetle yapmışız tabii ki de. Ne de olsa, bütün, parçaların topl******* daha fazladır. İnsanlık, insanların topl******* fazla bir şey olsa gerek o zaman. Bir insan dediğiniz nedir ki. Ortalama yetmiş-seksen yıl yaşar. Oysa insanlık öyle mi? Asırlarla ölçülür insanlığın yaşı, yıllarla değil. O yüzden hep insanlığa hizmet etmişiz, insana değil. Oysa insan farklı, insanlık farklı. İnsanlık soyut bir kavram, insan somut. İnsanlığa hizmet etmek önemli bir şey de, insanı unutursak, insanlığa hizmet etmenin bir anlamı olmaz. Yaptığımız, doğmayacak çocuğa dikilen bir giysidir ancak.

Böyle düşününce, mutluluğun temel yolu, bir ömür boyu mutluluk yanılsaması görmektir. Bunun için de düşünmemek, anlamamak gerekir. Bu yüzden asırlardır, "mutluluğun" en büyük düşmanı düşünce olmuştur. Düşünen insanlar yok edilmiş. Konuşmalarına izin verildiğindeyse, söyledikleri marjinallik olarak gösterilip, söylediklerine itibar edilmemesi sağlanmıştır. İnsanoğlu, doğada varlığını devam ettirmesini sağlayan bu en büyük silahıyla doğaya meydan okumuş, bu da yetmemiş, kendi türündeki çoğunluğu da bu silahla, bilişsel yönü olmayan biyolojik varlıklar seviyesine indirip, var oluş acısını ortadan kaldırdığını sanmıştır. Oysa ne yaparlarsa yapsınlar, düşünen insanlar hep olacaktır ve düşünce ölmeyecektir. Belli bir noktayı aşmış insanlar, var oluşun acısını hep duyacaklardır. Belki "delirecekler", belki intihar edecekler, belki de bu sonsuz acıyla sessizce boyunlarını eğeceklerdir.

Bir şeyler bilerek, acı içinde yaşamayı; hiçbir şey bilmeden, mutlu olarak yaşamaya tercih etmek zordur; ömür boyu sürecek bir acıyı kabullenmektir. Oysa, düşünen insanların kabul ettiği ve tercih ettiği yaşamdır; çünkü bilmek, insana insan olduğunu hatırlatan bir çabadır. Azimli ve düşünen bir genç insan, dünyayı değiştirmek için bir şeyler yapmak ister. Bunun için, dayatılmış yaşamın acısını hissetmeli; ama dayatılmış gerçekliğin dışında olmalıdır. Verilen düşünceleri hazır olarak tüketmemeli, her şeyi, en temel kavramları bile kendi süzgecinden geçirmelidir. Bu zahmetli ve karmaşık bir yoldur. Yani asırlar içinde oluşturulmuş gerçekliği bırakarak, sadece bir insan ömrü süresinde kendi gerçekliğini oluşturmak... Bu pratik bir yol değildir; ama herkesin üretmesi gerekir. Dünyada yeterince düşünce üretilmiyor ve ne yazık ki ithal edecek başka bir dünya yok. Nazım'ın dediğine bir ekleme yapmak gerekirse; "Düşünce hepimize yetebilir."... Daha fazla düşünce üretmeliyiz, hem de insanlık için değil, insan için.

Acı çekmesi için daha fazla insanlar getirmemeliyiz dünyaya. Aslında insan doğarken bu mesajı veriyor hep. Milyarlarca kez aynı şeyi söylüyor insan, anlamıyoruz: Ağlıyor insan doğarken. Ağlıyor, çünkü henüz kandırılmamış, cezalandırıldığını biliyor. Bebek hep ağlar, konuşuncaya, anlayıncaya kadar hep ağlar. İnsanın acısını sembolize eder bu ağlayış. Oysa biz hep kandırırız onları, başta düşüncesini olmak üzere, tüm insani yanlarını köreltiriz. Sonra da her sene, iyi ki doğdun, diyerek dalga geçeriz onunla. Ölünce ağlarız, kahroluruz bazen. Oysa, var olmanın acısını çekerek yaşayan insan ölünce seviniriz. Seviniriz Mevlana'nın ölümüne. Gelmiş geçmiş en büyük, en temel filozoftur Mevlana. Onun mesajını bile saptırmışız, onun ölümüne neden sevindiğimizi anlayamamışız.

Yaşamak bir hak değildir; ama cahil ve mutlu olarak yaşamak bir haktır. Herkesin var oluşun acısını çekmesini istemek bir hak değildir. Oysa, insanın düşüncesi ve özgürlüğü elinden alınmış, bu hakka sahip olmayan güçler tarafından. O zaman hak ve özgürlük kavramları anlamını yitirmiş olmuyor mu, kullamdığımız birçok kavramın içi boşaltılmamış mı?

Sonuç olarak, düşünen insanın acısı, birçok kültürde yeri olan bir olgudur. Bizde dervişler, Yunan mitolojisinde Prometheus... Düşünen insan, sonsuz acısı içinde bize çok şeyler öğretiyor aslında. Distopik metinlerin kısmen gerçekleştiğini görüyoruz. İnsan olmaya çalışan insan, insan olmaya çalıştığı için öldürülüyor, hapse atılıyor, dışlanıyor. Kim bilir, belki de sadece onları bu acıdan kurtarmak içindir bütün bunlar? İşte yeni bir ütopya. İnsanın düşünme yetisini elinden alan "güç"lerin amacı, insanları mutlu bir şekilde yaşatmak, düşünenleri de acılarından kurtarmak. Çok soylu bir amaca hizmet ediyorlar galiba, olamaz mı?

Reşit Kışlıoğlu
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol
Geri
Üst