Türkiye'de Felsefenin Kendini Tanıması ve Tanıtması

ashli

Bayan Üye
Felsefede eskiden beri insanın kendisini bilmesinden söz edilir. Önemlidir kendini bilmek. Yalnız bireylerin değil, özellikle bilgi ve kültür amaçlı toplulukların da kendilerini bilmeleri gerekir.

Bu konuşmamda; felsefecilerin kendilerini bilmelerinden, bir topluluk olarak kendilerini tanımalarından ve tanıtmalarından söz edeceğim. Ayrıca Türkiye'de felsefeciliğin gelişen yönlerinin yanında kimi eksik kalan yönlerini de ele alacağım.

Şimdi soruyorum; Türkiye'de çağdaş anlamıyla felsefe var mı? Benim yanıtım şu olacaktır; EVET VAR; var ve gelişiyor.

Öyleyse şu soruları da soruyorum: Var olan bu felsefenin nitelikleri hangi ölçüde biliniyor? Felsefeciler bu konuda neler biliyor? Başkaları ne biliyor?


Felsefe, bilim, sanat gibi kültür olayları söz konusu olunca bunların bilgisi için önce günümüzdeki durum ve onun sorunları karşımıza çıkıyor. Ancak günümüzdeki durumun iyi anlaşılması için tarihsel olanın bilinmesi de gerekmektedir.
Tarihsel yöntemle ulaşılan bilgiye perspektifli bilgi diyebiliriz. Düşünce tarihimizin aşamalarını bilmeden, yani perspektifli bakışa geçmeden, bizdeki felsefenin durumunu yeterince değerlendiremeyiz. Geçmişteki her aşamanın konuları, sorunları, başarıları, başarısızlıkları vardır, bunlar birbirini etkilemektedir. Eleştiriler, tartışmalar, gruplaşmalar olmakta, diyalektik süreç içinde yeni düşünceler, yeni felsefe eğilimleri, değişik saptama ve yorumlar birbirini izlemektedir.

Tarihsel olanın, geçmişte gerçeklik kazananın perspektifli bilgisinden sonra günümüzde yeni üretilen bilgilere geçilmelidir. Tanıma böyle gerçekleşir. Kendisiyle ilgili bilgiyi edinen felsefe bu bilgiyi başkalarına da aktarmalı dır. Felsefenin varlığını sürdürebilmesinde kendisini tanımasının ve tanıtmasının büyük etkisi vardır.

Yöntemi böyle belirledikten sonra Türkiye?de düşünce ve felsefenin tarihine geçebilirim:

Türk tarihi 5000 yıldan fazla bir zamanı kapsamaktadır. Bunun 4000 yılı
İslam dininin kabul edilmesinden öncedir. Islam'ın kabulünden Tanzimat'a
kadar geçen dönem ise yaklaşık 1100 yıldır.
Kuşkusuz her dönemde, ilkel ya da mitolojik de olsa düşünce ve felsefe
görülmektedir.

Ama çağdaş felsefenin Türk toplumunda ortaya çıkması, Tanzimat döneminde yani 1839 ile 1878 arasındadır.

Üniversitemizin ilk kuruluş tarihi ise 1863?tür. Ne var ki programlarda
felsefe dersine uzun süre yer verilmemiştir. Daha çok Aristoteles mantığına
yönelik dersler yapılmıştır.

Felsefe dersleri üniversitede 1912?den sonraki aşamada başlar ve felsefe bölümü de bu aşamada kurulur. Tanzimat'ın basın-yayın alanındaki felsefe ilgisi çekingen de olsa eğitim alanınkinden biraz daha çoktur.

Felsefeye karşı bu çekingenlik ve korkaklık sonraki dönemlerde azalmış, yeniyle eskinin diyalektiği düşünsel ortamda yeninin her an daha başarılı olmasını sağlamıştır. Dolayısıyla, Batının çok önceleri ulaştığı çağdaş felsefeye, bu felsefenin öğrenilmesine açılan kapı biraz daha aralanmıştır.

Batıda ortaya çıkan felsefe bu dönemde çeşitli yönleriyle ve çeşitli bağlamlarda gündeme getirilmiş, dergi, kitap ve gazetelerin bilgilendirilmesiyle de

etkileme alanı bulabilmiştir. Ayrıca, Batıdan yapılan felsefe çevirileri bu dönemde başlamıştır.

Eğitim alanında ise yine kayda değer bir şey görülmez. Kimi olumlu gelişmelere karşın egemen olan mutlakiyet rejimidir ve bu rejim genci medrese zihniyetinin büyük etkisi altındadır. Toplumdaki uyanışı önlemek için baskı artınca, kimi aydınlar Batıya ve özellikle Fransa'ya sığınmışlar, oradaki ilerici düşünce ortamıyla doğrudan ilişki kurmuşlardır. Ancak bütün bu hareketlenmelerde salt felsefeyi öğrenme isteği henüz yoktur. Düşünceye ve felsefeye politika konusu olarak bakılmakta, Avrupa?daki düşünce ve felsefe akımları benimsenirse onların toplumun dertlerine deva olacağına inanılmaktadır.

Bilindiği gibi çağdaş düşünce denilince Renaissance'ta başlayan, Descartes'tan sonra iyice gelişen Batı düşüncesini anlıyoruz. Felsefe tarihine bakınca şunu görmekteyiz: Başlıca konuları ahlak, siyaset, bilim teknik ve sanat olan çağdaş felsefe, önce bunların teorilerini hazırlama çabası içindedir.

Çağdaş düşüncenin ilk aşamasındaki tavrı daha çok eleştireldir. Dinsel düşünceyi ve doğmaları eleştirir. Ancak ikinci aşamasında kendi ilkelerini ve yöntemlerini ortaya koymaya yönelir. Türk düşüncesi de Tanzimat'tan sonra bu iki aşamadan geçecektir. Yeni düşünce, ilkin medrese ve tekkenin gericilik ve tutuculuğu ile karşılaşacak, onlarla hesaplaşacak ve ülkede artan bilim ve teknik ilgisinden de yararlanarak başarılı olabilecektir.

Ne var ki felsefe birinci ve ikinci meşrutiyet dönemlerinde hatta Cumhuriyetin ilk yıllarında kendine özel bir alanın bulunduğunu bilememiş, kavrayamamıştır. Felsefenin sosyoloji ve psikoloji ile gereğinden fazla karıştırılması bu dönemlerdedir.

Gerçi sosyolojiye önem verilmesi, felsefeye toplumsal gereksinimler açısından bakılması, bilimi yüceltmesi, pek de olumsuz şeyler sayılmaz. Çünkü yıkılmakta olan bir toplumun düzenine seçenek arayışı, bu sonucu doğurmuştur.Toplum düşüncedeki eylem gücünü görmüştür ama pozitivizmin ve pragmatizmin hazır kalıplarından yararlanmak kolayına gelmiştir.

İlginçtir, Descartes'ın Usul Hakkındaki Nutuk adındaki kitabının başarılı çevirisi 1895'te yayımlandığı halde yankısı ve etkisi hemen hemen hiç olmamıştır. Hilmi Ziya Ülken'in dediği gibi, ortamın basit düşünce gereksinimi ile gerçek felsefe arasındaki uzaklık henüz çok büyüktür.

Toplumsal sorunlarla ilgili çözüm yollarının "düşünme"den beklenilmesi yüzünden felsefe o yıllarda kendi asıl alanıyla ilgilenememiş, dolayısıyla akademik çalışmalara geçilememiştir. Geri kalmış bir ülke olarak teknik ilerlemenin çekiciliği bu dönemlerde toplumu sarsmıştır. Bilim ve tekniğin öğrenilmesine heves artmıştır ama felsefe ihmal edilmiştir. Tekniğin bilime, bilimin yönteme dayandığı anlaşılmışsa da yöntemin felsefeye dayandığı düşünülmemiştir.

Dilin felsefedeki önemi de geç anlaşılmıştır. Oysa felsefe kavramlarla, terimlerle yapılır. Bu da dil ile doğrudan bağlantılıdır. Ülkenin uzun yıllar öz dilinden uzaklaşmak zorunda kalması felsefe yapmayı hemen hemen olanaksız hale getirmiştir. Dolayısıyla dil sorununun bir an önce çözümlenmesi gerekmiştir.

Cumhuriyet'in ilk yılları Tanzimat'la başlayan aydınlanmacı eğilimin iyice açığa çıktığı, kültür sorunlarının eskisinden daha belirgin biçimde ortaya konulduğu, bunların devrimler yoluyla çözümlenmesine gidileceği yıllardır. Çoğu hukuk, eğitim, tarih ve dille ilgili olan sorunlar bu yıllarda devrimler yoluyla çözümlenme yoluna girdi. Arap yazısının değiştirilmesi ve arkasından dilin yalınlaştırılmasına kesin karar verilmesi devrim konusu oldu.

Aydınların ve bürokratların desteğiyle kültür alanında başka devrimler birbirini izledi Dil devrimi açısından en önemli ve kesin adımlar terim alanında gerçekleşmiştir.

Edebiyatçıların yardımıyla tümce yapısında da düşünce üretimine uygun değişmelere geçildi. Felsefe için ulusal dil gerekir; bütün uluslar felsefeyi kendi dillerinde yaparak başarı göstermişlerdir. Cumhuriyet döneminde bu gerçeğin farkına varıldı. Dildeki olumlu gelişmeler felsefecilerimizi rahatlatmıştı. Bu rahatlama başarıyı da birlikte getirmekte gecikmedi.

Eğitim ve öğretimde reformlar birbirini izlerken, bir reform da yüksek öğretimde yapıldı ve 1933'te Darülfünundan üniversiteye geçildi. Bu geçişsmanlı?dan kalan medrese zihniyetine en büyük karşı çıkış anlamına geliyordu.

1933'ten sonra felsefenin şansı daha da açılmıştır. Yurtlarından ayrılmak zorunda kalan üç Alman felsefe profesörü İstanbul Üniversitesi kadrosuna geçerek burada oldukça uzun bir süre ders verdi ve felsefe eğitiminin planlanmasında söz sahibi oldu. Daha sonra başka Alman profesörler de bölüm kadrosunda yer aldı. Bu olay felsefecinin yetişmesi açısından olduğu kadar İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümündeki düzeyin yükselmesi ve çağdaşlaşması açısından da çok yararlı olmuştur.

Daha önce çoğunlukla felsefe kökenli olmayanların ders verdiği Felsefe Bölümünde felsefe çıkışlı ve bunun ötesinde doktorasını Batı'da yapmış öğretim üyelerinin ders vermesi Alman profesörlerle uyum sağlanmasını kolaylaştırdı.

Bir başka gelışme felsefe metinlerinde görüldü. Daha önce uzun yıllar öğretim ve eğitimde metin sıkıntısı çekilmişti. İşe yarayan çeviri yok gibiydi.1930'lu yılların sonu ile 1940'lı yıllar, dünya klasiklerinin ve onların arasında çok sayıda felsefe kitabı devletçe çevrilip düzenli olarak yayımlandığı yıllardır ki bu çeviri etkinliği, felsefe bilgi ve kültürünün, bunun yanında genel kültürün elde edilmesinde büyük yarar sağladı.

Felsefe eğitim ve öğretimin her yıl biraz daha çağdaşlaştığı görülüyordu.Yüksek lisans ve doktora dersleri düzene girmiş, bu tezleri yapanların sayısı artmış ve tezlerin düzeyi gittikçe yükselmişti.

1950 lı yıllara gelince İstanbul?daki felsefe lısansüstü öğretiminde bir gelişme oldu: Sosyoloji ve psikoloji, Felsefe Bölümünden ayrıldı. Böylece "felsefe sertifikası" yalnız kendi alanında ve daha verimli çalışmalar yapabilecek bir durum elde ediyordu.

1970'lı yıllara gelindiğinde İstanbul'da Prof. Dr. Macit Gökberk, Prof.Dr. Takiyettin Mengüşoğlu, Prof. Mazhar Şevket lpşiroğlu, Ankara'da Prof. Nusret Hızır. Prof. Suut Kemal Yetkin gibi değerli felsefe hocaları emekliye ayrıldı. Bunlar Cumhuriyetimizin ilk kuşağını temsil eden hocalardı.

Görevi,onların öğrencisi olan yeni kuşak devraldı ve böylece kimi geleneklerin oluştuğu da farkedildi. Göze çarpan ilk gelenek "aydınlanmacı felsefe geleneği"dir.

Ortaoğretime gelince felsefe ortaöğretim müfredatına ancak Cumhuriyetle birlikte girebılmiştir. Ünıversitelerde felsefe öğretim ve eğitim düzeyi yükseldikçe orta öğretimde görev alan öğretmenlerin düzeyi de yükselmiştir.

1970'lere kadar görülen bu sevindirici gelişme daha sonra değişmiş felsefeye ilgisi olmayan farklı bölümlerden çıkışlılar liselere felsefe öğretmeni olarak atanabilmişlerdir. Bunun dışında diğer olumsuz değişiklik felsefenin 1980'li yıllarda seçmeli ders olmasıdır. Böyle bir durumun sakıncası anlaşılmış olmalı ki felsefe 1998?de yeniden zorunlu dersler arasına girdi.

Seminer, sempozyum. kollokyum, panel gibi bilimsel toplantılar l93O'lu yıllarda üniversitelerimize Alman profesörlerin gelmesiyle başladı. Sözünü ettiğim türde toplantılar 1950'li yılların sonlarına doğru üniversiteler arasında da yapılmaya başlanmıştır. Böylece bu tür toplantılar bilgi alışverişi, tartışma ve yeni bilgilerin ortaya çıkmasında olduğu kadar bilim çalışması yapanların tanışması ve işbirliği yapması açısından da ne kadar önemli olduğu anlaşılmıştır. Ne var ki, sunulan bildirilerin ve yapılan konuşmaların yayımlanması gerekliydi.Fakat bildiriler çoğu zaman yayımlanmamakta ve unutulmaya terkedilmektedir.

Yaptığım bu konuşmada felsefenin dernekleşmesinden de söz edilmesi beklenir. Bizde bu alandaki ilk dernekleşme 1928?dedir ve sevgili hocamız Hilmi Ziya Ülken'in girişimiyle olmuştur. Ülken?in kurduğu bu dernek (Felsefe Cemiyeti) çalışmalarını 1940?a kadar sürdürmüştür.

Macit Gökberk ve arkadaşlarının 1 949'da yeni bir felsefe cemiyeti kurdukları görülür. Ancak bu cemiyet bir varlık gösterememiş, kısa sürede kendiliğinden kapanmıştır. Son girişim Prof. lonna Kuçuradi ve arkadaşlarının 1974'te kurduğu Türkiye Felsefe Kurumudur. Bu kurum çalışmalarını bugün de sürdürmektedir.


Kaynak:
Türkiye'de Cumhuriyet Döneminde Felsefe
Arslan Kaynardağ
T.C. Kültür Bakanlığı Cumhuriyet Kitaplığı-2002
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol
Geri
Üst