Türk Öykücülüğünde Arayış Dönemi Yazarları

ashli

Bayan Üye
Türk Öykücülüğünde Arayış Dönemi Yazarları


Sabahattin Ali ve Sait Faik kendilerinden sonra gelen öykü yazarlarını derinden etkilemiştir. Neden sonra, "Sabahattin Ali çizgisi" ve "Sait Faik çizgisi" olarak nitelenen iki ayrı öykü anlayışı üstünde gelişti öykücülüğümüz. Genç yazarlar bu iki yazardan birini usta belleyip onun çizgisini benimsedi. Sabahattin Ali çizgisindeki yazarlar edebiyat anlayışı olarak gerçekçiliği seçtiler, kırsal kesim insanlarının sorunlarına ve emekçilerin yaşantılarına eğildiler.

Bu yazarların önde gelenlerinden Kemal Bilbaşar (1910-1983), kasaba gerçekliğini yansıtan başlıca yazarlardandır. Romanları daha çok ilgi görmesine karşın, öykülerinin daha başarılı olduğu söylenebilir. Anadolu kasabalarının tipik insanları arasındaki ilişkileri anlattığı öykülerinde başarılıdır.

Kemal Tahir (1910-1973) de önce romancılığıyla bilinir. Pek çok romanı yanında, yalnızca bir tek öykü kitabı var. Romanları edebiyat dünyamızı ikiye bölecek tartışmalar yaratmasına karşın, öykülerini topladığı tek kitabı Göl İnsanları olumlu karşılanmıştır. Gerçekten de, Göl İnsanları’ndaki öyküleri, Kemal Tahir’in iyi bir öykücü olduğunu gösterir. "Arabacı" gibi nefis bir öykü bile Kemal Tahir’in ustalığını göstermeye yeter. Romanlarındaki yanılgılara düşmeden yazdığı öykülerin Kemal Tahir’in aynı zamanda iyi bir öykü yazarı olarak anılmasını sağladığı belirtilebilir.

Yaşar Kemal (1922) de romancıdır elbette. Onun da pek çok romanı yanında, Sarı Sıcak adıyla yayımlanan bir tek öykü kitabı var. İlk yayımlandığı günlerde etkileri büyük olmuş "Bebek" öyküsü Yaşar Kemal’i öykücü katına çıkarır. Köyün sert gerçekliğidir Yaşar Kemal’i ilgilendiren; "Bebek" de bunun en çarpıcı örneği.

Bu anlayış neden sonra Orhan Kemal’i (1914-1970) çıkardı. Orhan Kemal ilk öykülerini yayımlamaya başladığı yıllarda Türk edebiyatının çağdaşlık yönsemi doğrultusunda epeyce yol alınmıştı. Sözgelimi Sabahattin Ali ve Sait Faik o sıralarda öykücülüğümüzün etkin adları olarak okunuyorlardı. Orhan Kemal’i, kendinden önceki kuşağın toplumsal kaygılarla iç içe öykücülerinin, özellikle Sabahattin Ali öykücülüğünün süreği olarak görebiliriz. Üstelik öyküye Sabahattin Ali’nin getirdiği konu ve sorunlardan daha ileri bir aşamayı getirmiştir. Gecekondu ya da hapishane insanlarının, işçilerin, çocukların içler acısı durumlarını Orhan Kemal kadar sorun etmiş bir yazar edebiyatımızda azdır. Orhan Kemal’in öykülerinde betimlemelerden arınmış, kısa tümcelerden oluşur konuşmalar. Uzun, ayrıntılı ya da karmaşık tümcelere rastlanmaz. Onun öykülerinin insanları hiç kuşku yok ki, başka türlü de konuşamazlar. Küçücük dünyalardan, ancak kısacık ve apaçık tümcelerle oluşan yaşantılar dışavurabilir. Bunu Orhan Kemal’in gerçekçiliği ve başarısı olarak değerlendirmek gerekir.

Bu dönem içinde İlhan Tarus (1907-1967), Umran Nazif Yiğiter (1915-1964), Samet Ağaoğlu (1909-1982), Mehmet Seyda (1919-1986) gibi, yaşadıkları günlerde ilgi görmüş, ama sonradan okurun ilgi alanından çıkmış öykücüler de var. Bugün onları öykücülüğümüzün tarihsel kalıtı içinde değerlendirmek en doğrusudur.

Dönemin öykücüleri arasında Aziz Nesin (1915-1995) ile Rıfat Ilgaz’ı (1911-1993) ayrı bir yerde değerlendirmek gerekir. İkisi de mizah öykücülüğünün ilk akla gelen adlarıdır. Toplumsal ve siyasal yerginin öykü alanındaki dikkate değer bu iki temsilcisi, mizah aracılığıyla geniş okur yığınlarınca benimsenen iki öykücü olarak anılmalıdır.

Haldun Taner (1915-1986), mizah öğesini yazınsal değerlerle iç içe kullanma başarısını göstermiş bir öykücü olarak, Aziz Nesin ile Rıfat Ilgaz’dan ayrılır. Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’ın halk hikâyeciliğinden beslenen, günümüzün popüler ilgileri içinde alınabilecek öykü anlayışları karşısında, Haldun Taner’in öykülerini yalnızca mizah edebiyatının içinde değerlendirmemek gerekir.

Ziya Osman Saba (1910-1957), ilkin içe dönük, duyarlı şiirleriyle tanındı. Öykücü olarak yeterince değerlendirilmedi, öne çıkmadı. Oysa kent yaşamına ilişkin canlı gözlemler, değişen gelenekler ve değer yargılarıyla örülü, geçmiş zamanın olumlu yanlarını ayrıntılarda işleyen, kalıcı öyküler yazdı. İstanbul’un yaşadığı yıllardaki yaşamı öykülerinin asıl mekânı olarak belirdi. İki kitabında yer alan öyküleri tek bir kitapta toplandı.

Sabahattin Kudret Aksal’ı (1920) bir öykücü olarak düşünmek, özellikle de bugünün genç kuşak okurları için oldukça güç olabilir. İki öykü kitabından sonra neredeyse kırk yıl boyunca öykü yazmadığı ve öykülerinin değerlendirilmediği düşünülürse, bu sonuç anlaşılabilir. Gene de yarım yüzyıl önce yayımlanmış Gazoz Ağacı (1954) ve Yaralı Hayvan (1956) ile öykücülüğümüze unutulmayacak bir gelişi var Sabahattin Kudret’in. Sait Faik ve Esendal’ın açtığı yola bilinçli bir seçimle girmiş olmasına karşın, bir öykünmeci olmanın ötesinde başarı kazandı. Kısa öykünün özelliklerini ustaca gerçekleştirmesi sonunda tamamıyla kendine özgü bir yazar olarak öykücülüğümüzde yer etti.

Necati Cumalı (1921-2001) da bireyler arasındaki çelişkileri duyarlı bir anlatımla verdiği öykülerinde başarılı oldu. Ege yöresinin insanlarının sorunlarını işledi. Makedonya 1900 gibi kitaplarında öykücülüğümüzde anlatılmamış yaşamların içinden getirdiği gözlemlerle ustalığını gösterdi.

Zeyyat Selimoğlu (1922-2000) konularını genellikle deniz insanlarının renkli yaşamlarından aldı. Ekmeğini denizden çıkaran insanların günlük yaşantıları, yaşam kavgaları ve sorunlarıyla ilgilendi. Hem kişilerinin iç dünyalarını verişi, hem yazınsal düzeyiyle önemli bir başarı gösterdi. Öykülemedeki başarısı, yalın dili, gerçekçi ve canlı anlatımıyla ilgiye değer öykücülerimizdendir.

Yusuf Atılgan (1921-1989) romanlarındaki titizliğini öykülerinde de sürdürdü. Öykülerini Bodur Minareden Öte kitabında topladı.

Vüs’at O. Bener (1922) öykücülüğümüzün olanaklarını zenginleştiren yazarların ilk akla gelenlerindendir. 1950’lerde yayımlanan öyküleri yayımlandıkları o yıllarda oldukça tuhaf karşılanmış, aykırı ve kapalı bulunmuştu. Oysa bugün çok yalın, titizlikle ve özenle örülmüş, usta işi öyküler olarak pekâlâ alınabiliyor. Demek ki giderek çetrefilleştiği görülen sonraki dönem öyküleri de, yakın bir geleceğin okurlarına büsbütün açık ve dolaysız gelecektir. Neden sonra Yaşamasız (1952) adlı ikinci kitabından epeyce sonra gelen öykülerinde geleneksel kısa öykü çizgisinden bütünüyle koptuğu, kendine özgü yenilikçi bir anlatım kurduğu görülür. 1993’te yayımlanan Siyah Beyaz ile de, çok ustalıklı, has bir edebiyat adamının gitgide yetkinleşen ürünleriyle çı-kageldi. Titizlik, ayrıntıcılık, kusursuzluk, tutumlu bir dil ve anlatım biçimi, okura bırakılmış geniş yorumlama alanları... İnsana uzak duruşunu başlıca özellikleri arasında saymak gerekir. Duygucu değildir. İnsanları sevgisizdir, yalnızdır, çevrelerinden kendilerini yalıtlamışlardır, tuhaftır... Bununla birlikte, Vüs’at O. Bener’in öyküleri, bütün edebiyatımızın en has, en etkileyici ve usta işi ürünleri arasındadır.

Oktay Akbal (1923), savaşın yarattığı etkiler altında sıkışıp kalan insanların yoksunluklarını, acılarını ele aldığı ilk öykü kitabı Önce Ekmekler Bozuldu (1946) kitabıyla ilgi gördü. İlkin Sabahattin Ali ve Sait Faik etkileri arasında kalan, ama sonra kendine özgü bir yazınsal dünya kuran öyküler yazdı. Günlük yaşamın sıkıntıları, duyguları arasında sıkışıp kalan öykü kişileriyle yalın bir öykü atmosferi kurdu. Birbirine benzeyen öykülerindeki bu sıkıntılı kişiliği oluşturmak için, çoğun kendisi ya da çevresindeki gerçek kişilerden yararlandı. Günlük yaşamdan aldığı öykü dilini tam bir damıtmayla yazınsal dile dönüştürdü. Şiirsel özellikleriyle Sait Faik’in öykü diline yakın durduğu da saptanabilir. Öykücülüğümüzün tam öykücülerindendir.

Nezihe Meriç (1925), kadın öykücülerin öncüsü denebilir. "Seçilmiş Hikâyeler Dergisi"nde yayımlanan öyküleriyle (1950-1952) edebiyat kamuoyunun ilgisiyle karşılanan bir çıkış yaptı.Toplum içinde bile kendi duyarlıklarını koruyan kadın kişilerini anlatmadaki başarısı özellikle dikkat çekti. Kadın bakış açısının getirdiği konuları ve kişileri titiz bir ayrıntıcılık, şiirsel bir anlatımla dile getirdi. Aydın bir kadının kendine sorun ettiği konular öykülerinin de konuları oldu. Erkek egemenliğine dayalı bir toplum içinde, ezilen, iç dünyaları örselenmiş, geleneklerin kıskacı içinde bunalan kadınları bazen yenik, bazen başkaldırıcı kimlikleriyle yansıttı. Türkçeyi en güzel yazan yazarlarımızdan; öykücülüğümüzün geleneksel yolu ile yenilikçi yönsemi arasındaki en sağlam köprülerden de biridir.

Muzaffer Buyrukçu (1928) özellikle orta sınıftan insanları, kadın ve erkek arasındaki ilişkileri, aydınları işlediği öyküleriyle dikkat çekti. Uzun soluklu öykülerinde gerçekliği geniş bir çevren içinde görmeyi amaçladı. Kişilik çözümlemelerinde, kişilerin karşılıklı konuşmalarında geniş bir ayrıntı zenginliğine ulaştı.

Adalet Ağaoğlu (1929), öncelikle romancı olarak bilinmesine karşın, öykünün izini bırakmamıştır. Öykülerinin çoğunda da romanlarındaki düşünsel yoğunluğun izi görülür. Yüksek Gerilim’den (1974) Hayatı Savunma Biçimlerine, bu özelliği belirgin biçimde görünür.

Bilge Karasu (1930-1995) edebiyatımızın yenilikçi ustalarından, has bir edebiyat adamıdır. Çok ince eleyip sıkı dokuduğu, güç sökülür, çetin metinler yazdığı için geniş okur yığınlarına ulaşamamış, seçkinci bir yazardır. Öykücülüğümüzün özel ve özgün bir yazarı oluşu, yazınsal teknikleri büyük bir ustalıkla kullanmasında, dahası, kendine özgü anlatım biçimleri geliştirmesindedir. İnsanın iç ve dış çatışmalarını teknik yaratıcılıklar içinde yansıtmayı amaç edindi.

Sevim Burak (1931-1983) Yanık Saraylar’daki (1965) öyküleriyle herkesi şaşırtmıştı. Dili, anlatım biçimi, alışılmamış deneyselliği, aykırılığı şaşırtıcı olmayı da amaçlarken yaşama dönük apayrı bir bakış açısı yarattı. Hiç kimseye benzemeyen bir öykü biçimi ve dünyası kurdu. Yaşamı saçmalık, umutsuzluk ve acı olarak anlamaya ve anlatmaya eğilimlidir. Aykırılığı yüzünden edebiyatımızda yeterince değerlendirilememiş bir yaratıcıdır.

Tarık Dursun K. (1931) ilk yapıtlarında sanayileşmenin hızlandığı bir dönem içindeki Ege insanlarını anlattı. Gençlik serüvenlerini, işçilerin, esnaf ve küçük memurların yaşam kavgasını konu etti. Esendal ve Sait Faik çizgisine sımsıkı bağlı, tipik bir "küçük insanlar" öykücüsüdür. Günlük yaşamın bütün alanlarından öykü çıkarır. Yer yer ince bir mizahla da örülüdür öyküleri.

Leylâ Erbil (1931) öykücülüğümüzün serüveninde yapılmış yeni keşiflerin ilk akla gelen adlarındandır. İlk kitabı Hallaç’tan ( 196ı) başlayarak, yenilikçi yazınsal arayışların öncülerinden biri oldu. Dile, kurmaca biçimine, Türkçenin olanaklarına yaptığı şaşırtıcı buluşlarla dikkat çekti. Özellikle sözdizimini bozan, sözcükleri değiştiren, yazım kurallarını dilediğince kullanan dil tutumuyla kendine özgü bir sözdizimi ve anlatım biçimi kurdu. Alışılmış olanı, klasik yazınsal biçimleri aşma kaygısı onu yepyeni biçim arayışlarına yöneltti. Varoluşçuluk, hiççilik, bunalım izleklerini neden sonra aşıp daha dışa dönük bir anlayışa, hiç belli etmediği bir siyasal derinliğe ulaştı.

Tahsin Yücel (1933), ilk öykülerinde çocukluk yıllarını geçirdiği Güneydoğu Anadolu insanlarının yaş******* kesitler getirdi. Büyük bir dil özenini ilk öykülerinden bugüne titizlikle korudu. Arı Türkçeyle yazdı. Anlatım biçim ve öyküleme tekniğini son yıllarında gittikçe yetkinleştirdiği görülüyor. Ruhsal çözümlemelere dayalı bir dünya yaratmakta başarılı oldu. Neden sonra bir de çok ustaca kullandığı bir mizah dili oluşturdu.

ÇağdaşTürk Yazını
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst