Efsunkar
Bayan Üye
“Her insan bir dünyadır” düşüncesi kabul edildiğinde, “her bilge bir dünyadır” çıkarımının yadsınmaması gerektiği gibi; bu, aynı zamanda bir gerekliliktir de.
Her bilge bir “dünya” kabul edildiğinde, her bilgenin oluşturduğu özgün düşüncenin bazı ‘özgü kavramlar’ının bulunacağı doğaldır.
Esaslı bilgelerin düşünceleriyle yaşamları arasında bir uzlaşmanın gerekli olduğu, en azından düşünceleriyle yaşamlarının salt bir çelişki ve çatışkı oluşturmaması istemi, bu “düşünce”yi değerlendirme durumunda olanların doğal bir hakkıdır.
Çağdaş dünya insanlarının ‘iyi’ ve ‘doğru’ya yaklaşmalarında büyük emeği ve katkısının olduğunda hiç kuşku olmayan Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau, yaşamının, düşüncesini evetlediği bir bilge-kişiliktir.
Düşünürün oluşturduğu kuram bir bütünsellik görünümü sunduğu gibi, bu özgün düşüncenin kendine özgü bazı temel kavramları da vardır. Dolayısıyla, Rousseau’nun düşüncesini köklü olarak kavrayabilmek için, O’nun kişiliğini de tanımak gerekir.
Belirtilen nedenlerle, bu kısa çalışmada önce yazar üstüne bir kaç söz söylenecek, ardından O’nun toplum sözleşmesi kuramı’nın temeli olan bazı kavramlar ele alınacak ve sonra “toplum sözleşmesi”ne geçilecektir. “Rousseau’nun toplum sözleşmesi düşüncesinin anayasal etkileri” de bunun ardından ele alınarak, filozofun düşünce biçiminin değeri ortaya konmaya çalışılacaktır.
I. ROUSSEAU ÜSTÜNE
Giriş’te de değinildiği gibi, J. J. Rousseau, yaşamıyla düşünceleri arasında bir paralellik olan; yaşamının, düşüncesini evetlediği; düşünceleri, bir “bütün” olarak ele alınmak gereken ve özgün bazı kavramlarla temellenen bir düşünürdür. Romantik ve başkaldırıcı kişiliğiyle “garip bir yaşam süren” düşünür “zaman zaman çelişkilere düşen” gibi görünmekteyse de, bu, aslında bir çelişkiden daha çok, ‘olgunlaşma’ olarak değerlendirilebilir (1).
Filozofumuz, düşüncelerinin eksik veya taşkın gördüğü kısımlarını zamanla düzeltmiş, gittikçe yaşam ve düşünceleriyle bir bütünsellik oluşturmuştur. Buna en somut örnek olarak, filozofun mülkiyet’e ilişkin düşünceleri gösterilebilir. Mülkiyeti önceleri doğal bir hak saymayan Rousseau, daha sonraları bu düşüncesini değiştirmiş ve devletin aşırı servet ayrılıklarını ortadan kaldırması koşuluyla mülkiyeti kabul etmiştir.
Rousseau’nun düşüncesinde duygunun etkinliği büyüktür:
O’na göre erdem sade ve doğal ruhlarda bulunur; mutluluğa sade ve masum insanlar ulaşabilir. İlerleyen “Aydınlanma” bütün bunları yok etmiştir; bu akımda erdemin yerine zekâ geçmiş, bilgiçlik erdemden üstün bir değer olmuştur. Çağımızda güvensizlik, kuşku, korku, soğukluk, nefret ve kin ortalığı kaplamıştır (2).
Rousseau, karakter ve dehasıyla döneminin temsilcisi, ve hiç kimsenin yapamayacağı bir biçimde zamanındaki ideal gereksinimlerin tercümanı olmuş; taşkın ve tutkun bir üslupla yazdığı bütün eserlerinde, kaybolan ‘doğa hali’nin önemini vurgulamıştır (3).
Yazarın düşüncesi sonuçta bir bütün oluşturduğundan, bu düşüncenin, üzerine kurulduğu bazı temel kavramları irdelemek yararlı olacaktır.
II. ROUSSEAU’NUN TOPLUM SÖZLEŞMESİ KURAMINDA BAZI TEMEL KAVRAMLAR
A. Özgürlük
Rousseau’nun düşüncesinde özgürlüğün büyük önemi vardır. O’na göre, özgürlük varolmanın en büyük ereğidir. “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur, falan kimse kendini başkalarının efendisi sanır ama bu, onlardan daha da köle olmasına engel değildir. Bu değişme nasıl olmuş? Bilmiyorum. Bunu yasallaştıran nedir?
İşte bu soruya karşılık verebilirim, sanıyorum” (4) tümcesiyle büyük yapıtı “Sosyal Sözleşme”ye başlayan yazar, burada, insanın özgürlüğünü nasıl yitirdiğini tarihsel açıdan ele alır ve sonuçta, getirdiği çözümü sunar. Yazar, doğal hukukun temeli olarak özgürlüğü kabullenir. Ona göre, insan ancak toplum içinde özgür olabilir: Özgür halk itaat eden fakat köle olmayan halktır. Şef vardır ama efendi yoktur, yalnız ve yalnız yasalara uyar ve yasalar sayesinde diğer insanların boyunduruğu altına girmez. O’nca, özgürlükten vazgeçilemez:
“Özgürlüğünden vazgeçmek insan olma niteliğinden vazgeçmek demektir; insanlık haklarından, hatta ödevlerinden vazgeçmek demektir. Her şeyden vazgeçen insanın hiç bir zararını karşılama olanağı yoktur. Böyle bir vazgeçme insanın yaratılışıyla uzlaşmaz. İnsanın isteminden her türlü özgürlüğü almak, davranışlarından her türlü ahlak düşüncesini kaldırmak demektir” (5).
Yazar, düşüncesinde bunca önem verdiği özgürlük kavramını kendi gerçek yaşamında da ön plana çıkarmış, garip ve çilekeş bir yaşam sürme pahasına da olsa özgürlüğünden hiç bir zaman ödün vermemiştir (6). Zaten kimsesiz Jean-Jacques’ı ünlü Rousseau yapan ondaki bu özgürlük tutkunluğu değil midir? Yazarın özgürlük düşüncesinin içeriğinde öncelikle, ‘insanın kendini tanıması’ hakikati yer alır.
Yazar, “Toplum Sözleşmesi” adlı yapıtının ilk basamağını oluşturan “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine konuşma”sına , “insanların sahip oldukları bilgiler içinde en fazla yararlı ve en az ilerlemiş olanının insan hakkındaki bilgi olduğu” tümcesiyle ve Delphes tapınağındaki “kendini tanı!” tümcesinin, tek başına, ahlakçıların bütün iri kitaplarından çok daha önemli ve güç bir temel kural içerdiğini söyleme cesaretinde bulunarak başlar (7).
B. Eşitlik
Yazara göre, insanlar “doğal yaşama” döneminde eşittiler; bu eşitliği onlara sunan doğaydı. Doğanın nimetleri bütün insanlara yetiyor bir durumda olduğundan dolayı doğal insan, “bir ağaç altında, bu ağacın meyveleriyle karnını doyuran, yakınındaki bir pınardan suyunu içen ve aynı ağacın altında yatıp uyuyan bir insan” görünümündeydi. Bu insan bütün gereksinmelerini kendi başına karşılayabilme gücüne sahip olduğundan, başka insanlara gereksinme duymuyordu, dolayısıyla insanlar arasında bir çatışma söz konusu değildi. Doğa herkese yetiyor, bu böyle sürüp gidiyordu.
Ne var ki bu, her zaman böyle sürüp gitmedi. “ Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “bu bana aittir” diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. Bu sınır kazıklarını söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da hemcinslerine “bu sahtekâra kulak vermekten sakınınız, meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise hiç kimseye ait olmadığını unutursanız mahvolursunuz” diye haykıracak olan adam, insan türünü nice suçlardan, nice cinayetlerden, nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu!” (8). İşte böylece insanlar arasındaki eşitsizliğin ilk tohumu atılmış oluyordu. Rousseau’nun düşüncesini bir bütün olarak ele aldığımızda özgürlükle eşitliğin ‘biri diğerisiz olmayan’ bir bütünlük oluşturduğunu görüyoruz; yani, özgürlüğün olmadığı eşitlik, eşitliğin olmadığı özgürlük esaslılık kazanamaz.
C. Mülkiyet
Yazara göre, doğal yaşama döneminde doğa ve nimetleri o günün bütün insanlarına yetiyor durumda olduğundan dolayı mülkiyet henüz bir “hukuksal hak” olarak ortalıkta yoktu. Ancak zamanla “saf” insanlar bularak çitle çevirdiği belli bir toprak alanını “burası benimdir” iddiasıyla kendine mal eden ilk insan, aynı zamanda mülkiyet olgusunun da ilk temelini atmış bulunuyordu. Toprak bölüşülünce mülkiyet olgusu da genişleyerek gerçekleşmeye ve insanlar arasında bir eşitsizliğin oluşmasına neden oldu.
“En güçlüler ya da en zavallılar kendi güçlerini ya da kendi gereksinmelerini başkalarının malı üzerinde bir tür hak, kendilerine göre mülkiyet hakkıyla eşdeğerde bir hak haline getirdikleri için, bozulan eşitliği en korkunç bir kargaşa izlendi. Böylece zenginlerin gaspları, yoksulların haydutluğu, herkesin dizginleri boşanmış tutkuları doğal merhameti ve adaletin henüz zayıf olan sesini boğarak, insanları doyumsuz, cimri, özenişli, kötü kişiler haline getirdi” (9).
Giriş kısmında da değinildiği gibi yazar, önceleri mülkiyeti doğal bir hak saymamasına karşın daha sonra bu düşüncesini değiştirerek, “devletin aşırı servet ayrılıklarını ortadan kaldırması koşuluyla” mülkiyet hakkını kısmen kabul etmiştir (10).
D. Adalet ve Kanun
Rousseau, her türlü adaletin Tanrıdan geldiğine, adaletin kaynağının yalnız Tanrı olduğuna inanırsa da, insanların bu kadar yüce bir varlıktan esinleneceklerine pek inanmak istemez. Ayrıca, adalet ilkeleri doğal yürütme güçleri olmadığından dolayı insanlar arasında etkin değildir; dolayısıyla, adaletin etkinliğini gerçekleştirebilmek için sözleşmeler ve yasalar gerekir.
“Karşılıklılık” ilkesini adalet için bir koşul olarak kabul eden yazar, yasaların objektifliğinin gerekliliğini özellikle vurgular: “Yasaların konusu geneldir dediğim zaman şunu anlıyorum: yasa yurttaşları bir bütün, davranışları da soyut olarak göz önüne alır yoksa özel bir kişiyi ya da özel bir davranışı dikkate almaz” (11).
Rousseau’da adalet nesnel bir olgu, kanun ise onun somut bir uygulamasıdır. Yasaların genelliği, yasaların toplumu oluşturan bütün fertler tarafından, yine toplumu oluşturan bütün fertlere uygulanmak üzere çıkarılması gerekliliğini deyimler. Yani, yasaların çıkarılmasında, yöneltilmesinde, kayırmasında ve bağlamasında toplumu oluşturan bütün fertler aynı ve eşit hak ve yükümlüklere sahip kılınmalıdır, aksi durumda yasalar ‘genellik’ niteliklerini yitirmiş olurlar.
“Genel irade” toplumu oluşturan bütün fertlerin iradelerinin topl******* oluştuğuna göre, “genellik” niteliğini yitiren yasalar, genel iradeyi değil, olsa olsa özel iradeyi yansıtır; bu durumda ise toplum düzeni bozulmaya doğru gidiyor demektir.
E. Egemenlik ve Genel İrade
Rousseau’nun düşüncesine göre, “Sosyal Sözleşme” oy birliği ile yapılan bir anlaşmadır. Sosyal sözleşme ile ortaya çıkan genel irade, devlette egemenliğin sahibidir.
Egemenlik genel iradenin uygulanmasından başka bir şey değildir: dolayısıyla egemenlik başkasına devredilemez ve ayrıca, bölünemez. O’nca, “egemenlik halk oyunun yürütülmesinden başka bir şey olmadığı için hiç bir zaman başkasına geçirilemez; birleşimli-kolektif bir varlık olan egemen varlığı da ancak yine kendisi temsil edebilir; iktidar başkasına geçebilir ama irade geçemez” (12).
Dolayısıyla Rousseau ‘temsili demokrasi’yi kabul etmez. Halk bazı kimseleri görevlendirir ama onlar asla temsilci değildir. Egemenlik bölünmezdir: Demek ki Montesquieu’nün öngördüğü gibi yasama, yürütme ve yargı ayrımı yapılamaz, çünkü bu durumda bir bütünün parçalanması söz konusudur.
Egemenliğin en ilginç bir yönü de yanılmazlığıdır:
O, her zaman kanun yararını gözetir, doğruya yönelir:
Ve kuşkusuz yanılmayan, bölünmeyen, devredilmeyen egemenlik salt olacaktır, etkinliği buna bağlıdır. Eleştirel olarak bakıldığında, Rousseau’nun bu anlayışının tehlikeli sonuçlara yol açabilir nitelikte olduğu ortadadır:
Çoğunluğun her zaman haklı ve yaptığı her işin doğru olduğunu ileri sürmek, çoğunluğun baskısını meşrulaştırır. Çünkü haklılık, sayısal bir olgu değildir, hakikat değerine bağlıdır. Hakikat değerini algılamak veya bulgulamaksa, belli toplumsal ve çevresel koşullar içinde oluşan, gerek bireysel gerekse kolektif çabalarla olur (13).
Rousseau düşüncesinde, toplum yaşamında değer ölçüsü “genel irade” olarak kabul edilince, egemenlik de bu genel iradenin somut güç şeklini alması olarak benimsenir: Egemen olan, her zaman bu genel irade olmalıdır.
...
Doç.Dr.Ahmet Gürbüz
Kaynaklar:
(1) J. J. Rousseau: İtiraflar, I.Cilt (çev. Reşat Nuri Güntekin), İstanbul, 1991, s. 3; Niyazi Öktem: Sosyolojinin ve Felsefenin Verileriyle Devlet ve Hukuk Felsefesi Akımları, İstanbul, 1993, s.179.
(2) Friedrich A. Hayek: Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük, II. Cilt (çev. Mustafa Erdoğan), İstanbul, 1995; Macit Gökberk: Felsefe Tarihi, İstanbul, 1980, s.383.
(3) Giorgio Del Vecchio: Hukuk Felsefesi Dersleri (çev. Suut Kemal Yetkin), Mârif Vekilliği Yayını,1940, s. 77
(4) J. J. Rousseau : Toplum Sözleşmesi (çev. Vedat Günyol), İstanbul, 1990. s.14.
(5) J. J. Rousseau: Toplum Sözleşmesi, s. 20.
(6) J. J. Rousseau : İtiraflar, II. Cilt ( çev. Arif Obay), İstanbul, 1991, s. 5.
(7) J. J. Rousseau : İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı (çev. Rasih Nuri İleri), İstanbul, 1990, s.79.
(8) Rousseau : İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, s.135.
(9) Rousseau; İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, s. 135.
(10) Öktem, s. 180.
(11) Rousseau : Toplum Sözleşmesi, s. 48-49.
(12) Rousseau : Toplum Sözleşmesi., s. 35.
(13) Öktem, s. 181-182.
Her bilge bir “dünya” kabul edildiğinde, her bilgenin oluşturduğu özgün düşüncenin bazı ‘özgü kavramlar’ının bulunacağı doğaldır.
Esaslı bilgelerin düşünceleriyle yaşamları arasında bir uzlaşmanın gerekli olduğu, en azından düşünceleriyle yaşamlarının salt bir çelişki ve çatışkı oluşturmaması istemi, bu “düşünce”yi değerlendirme durumunda olanların doğal bir hakkıdır.
Çağdaş dünya insanlarının ‘iyi’ ve ‘doğru’ya yaklaşmalarında büyük emeği ve katkısının olduğunda hiç kuşku olmayan Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau, yaşamının, düşüncesini evetlediği bir bilge-kişiliktir.
Düşünürün oluşturduğu kuram bir bütünsellik görünümü sunduğu gibi, bu özgün düşüncenin kendine özgü bazı temel kavramları da vardır. Dolayısıyla, Rousseau’nun düşüncesini köklü olarak kavrayabilmek için, O’nun kişiliğini de tanımak gerekir.
Belirtilen nedenlerle, bu kısa çalışmada önce yazar üstüne bir kaç söz söylenecek, ardından O’nun toplum sözleşmesi kuramı’nın temeli olan bazı kavramlar ele alınacak ve sonra “toplum sözleşmesi”ne geçilecektir. “Rousseau’nun toplum sözleşmesi düşüncesinin anayasal etkileri” de bunun ardından ele alınarak, filozofun düşünce biçiminin değeri ortaya konmaya çalışılacaktır.
I. ROUSSEAU ÜSTÜNE
Giriş’te de değinildiği gibi, J. J. Rousseau, yaşamıyla düşünceleri arasında bir paralellik olan; yaşamının, düşüncesini evetlediği; düşünceleri, bir “bütün” olarak ele alınmak gereken ve özgün bazı kavramlarla temellenen bir düşünürdür. Romantik ve başkaldırıcı kişiliğiyle “garip bir yaşam süren” düşünür “zaman zaman çelişkilere düşen” gibi görünmekteyse de, bu, aslında bir çelişkiden daha çok, ‘olgunlaşma’ olarak değerlendirilebilir (1).
Filozofumuz, düşüncelerinin eksik veya taşkın gördüğü kısımlarını zamanla düzeltmiş, gittikçe yaşam ve düşünceleriyle bir bütünsellik oluşturmuştur. Buna en somut örnek olarak, filozofun mülkiyet’e ilişkin düşünceleri gösterilebilir. Mülkiyeti önceleri doğal bir hak saymayan Rousseau, daha sonraları bu düşüncesini değiştirmiş ve devletin aşırı servet ayrılıklarını ortadan kaldırması koşuluyla mülkiyeti kabul etmiştir.
Rousseau’nun düşüncesinde duygunun etkinliği büyüktür:
O’na göre erdem sade ve doğal ruhlarda bulunur; mutluluğa sade ve masum insanlar ulaşabilir. İlerleyen “Aydınlanma” bütün bunları yok etmiştir; bu akımda erdemin yerine zekâ geçmiş, bilgiçlik erdemden üstün bir değer olmuştur. Çağımızda güvensizlik, kuşku, korku, soğukluk, nefret ve kin ortalığı kaplamıştır (2).
Rousseau, karakter ve dehasıyla döneminin temsilcisi, ve hiç kimsenin yapamayacağı bir biçimde zamanındaki ideal gereksinimlerin tercümanı olmuş; taşkın ve tutkun bir üslupla yazdığı bütün eserlerinde, kaybolan ‘doğa hali’nin önemini vurgulamıştır (3).
Yazarın düşüncesi sonuçta bir bütün oluşturduğundan, bu düşüncenin, üzerine kurulduğu bazı temel kavramları irdelemek yararlı olacaktır.
II. ROUSSEAU’NUN TOPLUM SÖZLEŞMESİ KURAMINDA BAZI TEMEL KAVRAMLAR
A. Özgürlük
Rousseau’nun düşüncesinde özgürlüğün büyük önemi vardır. O’na göre, özgürlük varolmanın en büyük ereğidir. “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur, falan kimse kendini başkalarının efendisi sanır ama bu, onlardan daha da köle olmasına engel değildir. Bu değişme nasıl olmuş? Bilmiyorum. Bunu yasallaştıran nedir?
İşte bu soruya karşılık verebilirim, sanıyorum” (4) tümcesiyle büyük yapıtı “Sosyal Sözleşme”ye başlayan yazar, burada, insanın özgürlüğünü nasıl yitirdiğini tarihsel açıdan ele alır ve sonuçta, getirdiği çözümü sunar. Yazar, doğal hukukun temeli olarak özgürlüğü kabullenir. Ona göre, insan ancak toplum içinde özgür olabilir: Özgür halk itaat eden fakat köle olmayan halktır. Şef vardır ama efendi yoktur, yalnız ve yalnız yasalara uyar ve yasalar sayesinde diğer insanların boyunduruğu altına girmez. O’nca, özgürlükten vazgeçilemez:
“Özgürlüğünden vazgeçmek insan olma niteliğinden vazgeçmek demektir; insanlık haklarından, hatta ödevlerinden vazgeçmek demektir. Her şeyden vazgeçen insanın hiç bir zararını karşılama olanağı yoktur. Böyle bir vazgeçme insanın yaratılışıyla uzlaşmaz. İnsanın isteminden her türlü özgürlüğü almak, davranışlarından her türlü ahlak düşüncesini kaldırmak demektir” (5).
Yazar, düşüncesinde bunca önem verdiği özgürlük kavramını kendi gerçek yaşamında da ön plana çıkarmış, garip ve çilekeş bir yaşam sürme pahasına da olsa özgürlüğünden hiç bir zaman ödün vermemiştir (6). Zaten kimsesiz Jean-Jacques’ı ünlü Rousseau yapan ondaki bu özgürlük tutkunluğu değil midir? Yazarın özgürlük düşüncesinin içeriğinde öncelikle, ‘insanın kendini tanıması’ hakikati yer alır.
Yazar, “Toplum Sözleşmesi” adlı yapıtının ilk basamağını oluşturan “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine konuşma”sına , “insanların sahip oldukları bilgiler içinde en fazla yararlı ve en az ilerlemiş olanının insan hakkındaki bilgi olduğu” tümcesiyle ve Delphes tapınağındaki “kendini tanı!” tümcesinin, tek başına, ahlakçıların bütün iri kitaplarından çok daha önemli ve güç bir temel kural içerdiğini söyleme cesaretinde bulunarak başlar (7).
B. Eşitlik
Yazara göre, insanlar “doğal yaşama” döneminde eşittiler; bu eşitliği onlara sunan doğaydı. Doğanın nimetleri bütün insanlara yetiyor bir durumda olduğundan dolayı doğal insan, “bir ağaç altında, bu ağacın meyveleriyle karnını doyuran, yakınındaki bir pınardan suyunu içen ve aynı ağacın altında yatıp uyuyan bir insan” görünümündeydi. Bu insan bütün gereksinmelerini kendi başına karşılayabilme gücüne sahip olduğundan, başka insanlara gereksinme duymuyordu, dolayısıyla insanlar arasında bir çatışma söz konusu değildi. Doğa herkese yetiyor, bu böyle sürüp gidiyordu.
Ne var ki bu, her zaman böyle sürüp gitmedi. “ Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “bu bana aittir” diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. Bu sınır kazıklarını söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da hemcinslerine “bu sahtekâra kulak vermekten sakınınız, meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise hiç kimseye ait olmadığını unutursanız mahvolursunuz” diye haykıracak olan adam, insan türünü nice suçlardan, nice cinayetlerden, nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu!” (8). İşte böylece insanlar arasındaki eşitsizliğin ilk tohumu atılmış oluyordu. Rousseau’nun düşüncesini bir bütün olarak ele aldığımızda özgürlükle eşitliğin ‘biri diğerisiz olmayan’ bir bütünlük oluşturduğunu görüyoruz; yani, özgürlüğün olmadığı eşitlik, eşitliğin olmadığı özgürlük esaslılık kazanamaz.
C. Mülkiyet
Yazara göre, doğal yaşama döneminde doğa ve nimetleri o günün bütün insanlarına yetiyor durumda olduğundan dolayı mülkiyet henüz bir “hukuksal hak” olarak ortalıkta yoktu. Ancak zamanla “saf” insanlar bularak çitle çevirdiği belli bir toprak alanını “burası benimdir” iddiasıyla kendine mal eden ilk insan, aynı zamanda mülkiyet olgusunun da ilk temelini atmış bulunuyordu. Toprak bölüşülünce mülkiyet olgusu da genişleyerek gerçekleşmeye ve insanlar arasında bir eşitsizliğin oluşmasına neden oldu.
“En güçlüler ya da en zavallılar kendi güçlerini ya da kendi gereksinmelerini başkalarının malı üzerinde bir tür hak, kendilerine göre mülkiyet hakkıyla eşdeğerde bir hak haline getirdikleri için, bozulan eşitliği en korkunç bir kargaşa izlendi. Böylece zenginlerin gaspları, yoksulların haydutluğu, herkesin dizginleri boşanmış tutkuları doğal merhameti ve adaletin henüz zayıf olan sesini boğarak, insanları doyumsuz, cimri, özenişli, kötü kişiler haline getirdi” (9).
Giriş kısmında da değinildiği gibi yazar, önceleri mülkiyeti doğal bir hak saymamasına karşın daha sonra bu düşüncesini değiştirerek, “devletin aşırı servet ayrılıklarını ortadan kaldırması koşuluyla” mülkiyet hakkını kısmen kabul etmiştir (10).
D. Adalet ve Kanun
Rousseau, her türlü adaletin Tanrıdan geldiğine, adaletin kaynağının yalnız Tanrı olduğuna inanırsa da, insanların bu kadar yüce bir varlıktan esinleneceklerine pek inanmak istemez. Ayrıca, adalet ilkeleri doğal yürütme güçleri olmadığından dolayı insanlar arasında etkin değildir; dolayısıyla, adaletin etkinliğini gerçekleştirebilmek için sözleşmeler ve yasalar gerekir.
“Karşılıklılık” ilkesini adalet için bir koşul olarak kabul eden yazar, yasaların objektifliğinin gerekliliğini özellikle vurgular: “Yasaların konusu geneldir dediğim zaman şunu anlıyorum: yasa yurttaşları bir bütün, davranışları da soyut olarak göz önüne alır yoksa özel bir kişiyi ya da özel bir davranışı dikkate almaz” (11).
Rousseau’da adalet nesnel bir olgu, kanun ise onun somut bir uygulamasıdır. Yasaların genelliği, yasaların toplumu oluşturan bütün fertler tarafından, yine toplumu oluşturan bütün fertlere uygulanmak üzere çıkarılması gerekliliğini deyimler. Yani, yasaların çıkarılmasında, yöneltilmesinde, kayırmasında ve bağlamasında toplumu oluşturan bütün fertler aynı ve eşit hak ve yükümlüklere sahip kılınmalıdır, aksi durumda yasalar ‘genellik’ niteliklerini yitirmiş olurlar.
“Genel irade” toplumu oluşturan bütün fertlerin iradelerinin topl******* oluştuğuna göre, “genellik” niteliğini yitiren yasalar, genel iradeyi değil, olsa olsa özel iradeyi yansıtır; bu durumda ise toplum düzeni bozulmaya doğru gidiyor demektir.
E. Egemenlik ve Genel İrade
Rousseau’nun düşüncesine göre, “Sosyal Sözleşme” oy birliği ile yapılan bir anlaşmadır. Sosyal sözleşme ile ortaya çıkan genel irade, devlette egemenliğin sahibidir.
Egemenlik genel iradenin uygulanmasından başka bir şey değildir: dolayısıyla egemenlik başkasına devredilemez ve ayrıca, bölünemez. O’nca, “egemenlik halk oyunun yürütülmesinden başka bir şey olmadığı için hiç bir zaman başkasına geçirilemez; birleşimli-kolektif bir varlık olan egemen varlığı da ancak yine kendisi temsil edebilir; iktidar başkasına geçebilir ama irade geçemez” (12).
Dolayısıyla Rousseau ‘temsili demokrasi’yi kabul etmez. Halk bazı kimseleri görevlendirir ama onlar asla temsilci değildir. Egemenlik bölünmezdir: Demek ki Montesquieu’nün öngördüğü gibi yasama, yürütme ve yargı ayrımı yapılamaz, çünkü bu durumda bir bütünün parçalanması söz konusudur.
Egemenliğin en ilginç bir yönü de yanılmazlığıdır:
O, her zaman kanun yararını gözetir, doğruya yönelir:
Ve kuşkusuz yanılmayan, bölünmeyen, devredilmeyen egemenlik salt olacaktır, etkinliği buna bağlıdır. Eleştirel olarak bakıldığında, Rousseau’nun bu anlayışının tehlikeli sonuçlara yol açabilir nitelikte olduğu ortadadır:
Çoğunluğun her zaman haklı ve yaptığı her işin doğru olduğunu ileri sürmek, çoğunluğun baskısını meşrulaştırır. Çünkü haklılık, sayısal bir olgu değildir, hakikat değerine bağlıdır. Hakikat değerini algılamak veya bulgulamaksa, belli toplumsal ve çevresel koşullar içinde oluşan, gerek bireysel gerekse kolektif çabalarla olur (13).
Rousseau düşüncesinde, toplum yaşamında değer ölçüsü “genel irade” olarak kabul edilince, egemenlik de bu genel iradenin somut güç şeklini alması olarak benimsenir: Egemen olan, her zaman bu genel irade olmalıdır.
...
Doç.Dr.Ahmet Gürbüz
Kaynaklar:
(1) J. J. Rousseau: İtiraflar, I.Cilt (çev. Reşat Nuri Güntekin), İstanbul, 1991, s. 3; Niyazi Öktem: Sosyolojinin ve Felsefenin Verileriyle Devlet ve Hukuk Felsefesi Akımları, İstanbul, 1993, s.179.
(2) Friedrich A. Hayek: Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük, II. Cilt (çev. Mustafa Erdoğan), İstanbul, 1995; Macit Gökberk: Felsefe Tarihi, İstanbul, 1980, s.383.
(3) Giorgio Del Vecchio: Hukuk Felsefesi Dersleri (çev. Suut Kemal Yetkin), Mârif Vekilliği Yayını,1940, s. 77
(4) J. J. Rousseau : Toplum Sözleşmesi (çev. Vedat Günyol), İstanbul, 1990. s.14.
(5) J. J. Rousseau: Toplum Sözleşmesi, s. 20.
(6) J. J. Rousseau : İtiraflar, II. Cilt ( çev. Arif Obay), İstanbul, 1991, s. 5.
(7) J. J. Rousseau : İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı (çev. Rasih Nuri İleri), İstanbul, 1990, s.79.
(8) Rousseau : İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, s.135.
(9) Rousseau; İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, s. 135.
(10) Öktem, s. 180.
(11) Rousseau : Toplum Sözleşmesi, s. 48-49.
(12) Rousseau : Toplum Sözleşmesi., s. 35.
(13) Öktem, s. 181-182.