ashli
Bayan Üye
"Sanatın işlenmesi, duyarlığımızın eğitilmesidir ve bizler sanatsal bir hava içinde yetiştirilmediğimiz takdirde, bomboş bir ruhsal yaşamın ve tadsız bir dünyanın şiddetine ve suçuna itiliriz. Yaratma isteği olmayan yerde ölüm güdüsü oluşur ve bu da sonsuz bir yıkıcılığa götürür bizi."
Herbert Read
1.
Psikiyatri, ruh ve sinir hastalıkları ile kişideki uyumsuzlukları önleme, tanımlama ve sağaltma ile uğraşan bir uzmanlık dalıysa, tiyatro da sanatsal yoldan aynı şeyleri yapan bir sanat dalıdır. Tiyatro, yirmibeş yüzyıldan beri süregelen, ama çoğu kez farkedilmeyen iyileştirici ve birleştirici gücüyle, yaşamının birçok evresinde sorunlar, tehlikeler, isteriler ve karmaşalar ortasında, insanın sığındığı, kendilerini tanıdığı, varoluş nedenlerini anladığı ve özvarlıklarını koruduğu bir sanat olmuştur.
Tiyatro, kaynağında ritüller yoluyla insanlara moral kazandırmış, onun doğa karşısında kendi benliğini ortaya koymasını sağlamıştır. İnsanoğlu, çevresindeki her şeyde kendi özünden değişik bir öz olduğuna inanıyordu; bu öz bir anima , yani bir ruhtu. İnsan ölünce ruhu gövdesinden ayrılırdı, ama yok olmazdı, gidip bir ağaca, bir kayaya ya da suya girerdi. Ruhun içine girdiği o şey bir içerik kazanır ve fetiş olurdu. Üstelik bir fetiş'teki ruhun gücü insanın ruhundaki güçten daha üstündü; çünkü öldürülemezdi ve istediği anda başka bir varlığa geçebilirdi. Fetiş 'teki ruhları kendinden yana çekecek olan ruh kalıbı ise maske 'ydi. Böylece, maske de bir fetiş oluyor ve insan ruhunu güçlendiriyordu. Binlerce yıl önceki insanoğlu, ruhun ölümsüzlüğü yanısıra, onun acı çekebileceğine, yaralanabileceğine de inanıyordu. İnsan kalıbından daha sağlam bir kalıba girdiği anda ruhun acı çekme olasılığı daha azalırdı. Bazı varlıklar acı çekmemeleri istenen ruhlar için insandan daha sağlam kalıplardı. O varlıklar yaşadıkça ruhlar da rahata ererdi. Seçilen varlık türü böylece totem oluveriyordu. Seçilen varlık türü totem oldu mu, ona dokunmak, onu incitmek en büyük günah ve suçtu: o varlık artık bir tabu idi. Öldürülmesi kesinlikle yasak olduğu gibi, beslenmesi, üretilmesi o tupluluğun mutlulu-ğu için zorunluydu. Totem 'in yaşaması ve üremesi için taklit yoluyla büyü yapmak gerekiyordu. Ama öldürülemediği için, totem olan varlığın ne kafası ne de derisi kullanılabilirdi. İnsanoğlu onun da kolayını buldu ve çeşitli maskeler ve giysiler yaparak büyüye yöneldi.
Tiyatronun başlangıcında, ilk büyük kuramcı Aristoteles (İ.Ö. 384-322) dram sanatı üzerine yazdığı Poetika 'da (çeviren İsmail Tunalı, Atatürk Üniv. Yay., Erzurum 1961) ve oyunculuk sanatı ve konuşma tekniği üzerine yazdığı Retorika 'da (İngilizce, T.A. Moxon, J.M.Dent & Sons Ltd., London 1955; çevirisi Mehmet H. Doğan, Yapı Kredi Yayınları, Istanbul 1995) tiyatronun iyileştirici, arındırıcı özelliğinden sözeden ilk düşünürdür. Ona göre, dram sanatı, "acıma ve korku" duygu-larıyla kişiyi entelektüel bir arınmaya götürür; Aristoteles bunu da, bir tıp terimi olan ve "tedavi" anlamına gelen katarsis ile açıklar. Daha önce Platon'un, Devlet adını verdiği yapıtının X. bölümünde, "Şiir (drama) heyecanı besler ve sular, öldürülmesi gereken bir heyecanı çoğaltır (…) ve bu heyecan yüzünden insanın faaliyeti durur ," demesine karşılık olmak üzere, Aristoteles, katarsis kavramını öne sürmüştür. Düşünüre göre, katarsis insan yaşamı için gerekli olan bir arınmadır. Bu arınma da korku ve acıma duygularıyla gelişir. Bu iki duygu, Aristoteles'in düşünce sisteminde ayrılmaz bir çift olarak yer alır: "(…) acıma, layık olmadığı halde, acıya düşmüş bir kimse karşısında bir benzerlik bulmamızdan doğar " (Poetika , XIII,2). Bu iki duyguyu bu yolda tanımlamanın daha geniş açıklaması Aristoteles tarafından Retorika 'nın V. bölümünde yapılmıştır: "(…) gelecekte olabilecek acı veren bir kötülük ya da duygusal yıkımı gösteren bir hayali sahnenin insanda uyandırdığı acı ve huzursuzluk (…)" Aristoteles, aynı yerde bu savını şöyle sürdürür: "(…) genel olarak, bize korku veren şey, başka-larının alın yazısın4ı tehdit ettiği anda bizi bir acıma duygusu içine sokar ." Böylece, düşünür, acıma ve korku duygularının birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu belirtmiş olur. Bu açıklamalar Retorika 'da daha belirgin bir biçimde karşımıza çıkar: "Acıma, layık olmadığı halde, herhangi bir kimsenin bir yıkıma ve acınacak duruma düşmesiyle hissedilir; bu öyle bir kötülüktür ki, o anda böyle bir durumun kendi başımıza ya da tanıdıklarımızın, yakınlarımızın başına gelebileceğini de düşünürüz " (II, 8). Aristoteles, acıma duygusunun korkuya döhüşmesini şöyle tanımlar: "Gördüğümüz sahne, kendi-mize çok yakın, hatta kendimizinmiş gibiyse, o zaman acıma korku duygusuna dönüşür (…)."
Aristoteles okulunun Sorunlar (Select Fragments , çeviren Sir David Ross, cilt XII, Oxford, Calerendon Press 1952) adlı bir yapıtı vardır. Bu yapıtın 30. Sorun'u katarsis 'i şöyle tanımlar: "Melankolide bulunan sıcak ve soğuk hava duygulara bağlıdır. Melankolide soğuk havanın olması insan ruhundaki umutuzluk ve korku [dehşet] ile ortaya çıkar. Bu durum bir denge ile sağlanır, o da ısıyı [gövdenin ısısını] yükseltmekle elde edilir ." Düşünürün Politika (İngilizceye çeviren John Burnet, Cambridge University Press 1903) adlı yapıtında katarsis 'e biraz olsun ışık tutan bir yer vardır, o da müzik konusundadır: "Dolmuş olan duygulardan insanı kurtarmak ve onu rahatlat-mak (…)" katarsis ile anlatılmaktadır. Nitekim tiyatrodaki bu estetik "tedavi"nin, yani katarsis 'in tıbbi alanda kullanılması da antikte başlamıştır. Bergama'daki Asklepieion o dönemdeki Epidavros ve Kos kentlerindeki gibi ünlü bir ruhsal terapi merkeziydi. Burada hastalar tiyatro, müzik ve telkınler yoluyla iyileştirilmeye çalışılıyordu. 3500 kişilik Asklepieion tiyatrosu her gün terapiye yardımcı olacak oyunlar çıkarıyordu. Burada dinsel törenler ile terapi bir arada yürütülüyordu. Tiyatro da, antik Yunanistan'da, rahiplerin oynadığı dinsel bir kurum olarak görevini yapıyordu. Buradaki psikiyatri yöntemlerini çeşitli yazıtlardan, özellikle de İ.S. II.yy. ortalarında onüç yıl burada yaşayan hatip Aelius Aristeides'in yazılarından anlaşılmaktadır (bkz. Ekrem Akurgal, Ancient Civilizations and Ruins of Turkey, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1970). Aristeides'in yaşadığı dönemde Bergama Asklepieion'u en yüksek dönemindeydi. Satiros ve Galenos gibi ünlenmiş doktorlar burada hem tedavi yöntemlerini uyguluyorlar hem de öğrenci yetiştiriyorlardı. Genel olarak bu doktorların uyguladıkları psikoterapik yöntemler bugün için bile geçerli sayılabilir. Bu yöntemlerden biri su ve çamur banyoları ve masajdı, ayrıca bitkisel ilaçlar ve yağlar kullanılıyordu. Çok yemek ve içmekten vazgeçmeleri için, hastalara 'kutsal su' yu içmeleri telkin ediliyordu. Hastaların tarımla uğraşmaları sağlandığı gibi soğuk havada çıplak ayakla koşturuluyorlardı. Hasta uyuduğu sırada telkın yoluyla onların düşlerine müdahale etme başka bir psikoterapi uygulmasıydı. Bunun için özel uyku odaları vardı. En önemli psikoterapi uygulaması tiyatro ile gerçekleştiriliyordu. Bugünkü gurup terapisine benzeyen bir uygulama, hastaların, sahne üzerinde, müzik eşliğinde, bir ritüele katılır gibi, kendilerini ifade etmeleri ile sağlanıyordu. Tiyatro, bugünkü psikodrama'larda olduğu gibi, hastaların birbirleriyle iletişim kurdukları bir alandı. Ama yine tıpkı bugünkü gibi, hastaların önce kendileriyle iletişim kurmaları gerekiyordu. Tiyatrodaki terapi, daha sonraki bir basamaktı. Hastalar, Tanrı Asklepios' un onları mutlaka iyileştireceğine inandıklarından burası kutsal bir yer sayılıyordu.
Yüzyılımızda, kendimizi, içimizdeki 'kara güçler'den arındırmak için oyunculukta belli ölçüde bir transa girmemiz gerektiğini belirten Antonin Artaud (1896-1948), bir çeşit psikoterapi önermiştir. O, aralıklarla ruh sağlığı hastanesinde yatmış olan, kendi beynini kavuran bir dehaydı. Artaud, sürekli olarak kendi kendini gözlemlemiş olan bir sanatçıydı. 1938'de, çeşitli yazılarını topladığı Tiyatro ve Benzeri (Le Théâtre et son Double, Gallimard, Paris 1938) adlı kitabında, 'İşkence Tiyatrosu' ile tiyatroda tinsel anlamda şiddetin ruh sağlığı için önemli olduğunu savunmuştur. Ona göre, tiyatronun temel amacı, yaşamı "sonsuz ve evrensel görünüşü içinde vermek ve bu yaşamdan, içlerinde kendimizi bulmaktan hoşlanacağımız görüntüler çıkarmak "tı. Artaud, baş harfleri J.P. olan dostuna yazdığı 14 Kasım 1932 tarihli mektubunda, 'İşkence Tiyatrosu' nu, "yaşama olan iştiha, kozmik şiddet ve vazgeçilemeyecek bir gereksinim; başka deyişle, içimizdeki karanlığı silip süpürecek bir kasırga", olarak betimlemiştir (a.g.y.,102). Artaud, kişisel sorunları ele alan bir tiyatro öneriyordu. Bunun için de efsane ve büyüye geri dönmek gerekiyordu. İnsan ruhunun en derin çatışmalarını gösterecek olan bu tiyatroya, tinsel acıyı çektirecek 'İşkence Tiyatrosu' adını verdi. Bu tiyatro yalnızca nesnel ve görünen dünyayı değil, ama bütün olanaklarıyla "iç dünyayı, yani insanın metafizik görünüşünü " vermesi gerekiyordu.
Artaud'ya bağlı olarak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, psikodrama' ya çok yaklaşan, tiyatroda gelişen bir başka yönelişe, 'Happening'e değinebiliriz. 'Happening'in psikodrama'dan farkı, ressam Jean-Jacques Lebel'in dediği gibi "içe doğuşları beyin yıkanmadan ortaya çıkarmasıdır ." Bu da bir çeşit, modern insanın ritüelidir. Spon-tanlık, doğaçlama ve seyircinin doğrudan katılmasıyla ortaya çıkan 'happening' de (oluş'da), konu değil, durum ya da durumlar vardır. Bir durum verilir ve bu durum üstüne çeşitli kimseler doğaçlamalarını hiçbir denetim olmadan geliştirirler. İnsanlar hemcinsleriyle, nesnelerle ya da bir imgeyle karşı karşıya bırakılır. Bireyler kendi ruh durumları içinde bunlara tepki gösterirler. 'Happening'de sahne ile seyirci, iluzyon ile gerçek arasında hiçbir sınır yoktur. Bu oyunda seyirci sonucu belli olmayan bir duruma, imgeye kendi ruhsal koşulları içinde katılır. Böylece seyirci, yalnızca seyreden olmaktan çıkar, verilen imgenin ya da durumun bir parçası oluverir. Böylece katılımcı, 1. tanımadığı yepyeni bir çevreye götürülmüş olur, 2. bir serüvene itilir, 3. insanların gerçek yaşamda bulundukları çevre ve kendi konumları birden komik görünmeye başlar ve grotesk bir görünüş alır. Sanatın her dalında görülen 'happening' insanların kendi ruhsal engellerini aşmalarına da aracı olur. Burada asıl önemli olan 'happening'in ritüelistik öğesidir.
Tiyatronun, hiç kuşkusuz, insan karakterini geliştirmede, onu ruhsal yönden sağlıklı bir duruma getirmede büyük katkısı vardır. Tiyatro hem uyarıcı, hem eğiticidir. Tiyatro çalışmaları insanın hem kendiyle, hem de başkalarıyla iletişim kurmasını sağlar. Bu da psikolojik sapmalara karşı en sağlam mendireklerden biridir. Tiyatronun hem bireye hem de o bireyin toplum içindeki yaşamına büyük katkıları vardır: 1. dayanışma hazzını öğretir ve sorumluluk duygusunu pekiştirir; 2. topluluk içinde yaşama anlayışını geliştirir; 3. toplum içinde kendi benliğinin ortaya çıkmasını gerçekleştirir; 4. topluluk içinde konuşmasını öğretir; 5. düşünmeyi ve düşünceyi eyleme sokma becerisini sağlar; 6. cinsel kompleksleri, tutarsızlıkları ve ölçüsüzlükleri önler, normale çevirir; 7. yaşamı gözlemlemeyi düşünmeyi ve yorumlamayı keskinleştirir; 8. fiziğini ve hareketlerini denetimli duruma getirir; 9. fantazi dünyayısını geliştirir, dolayısıyla yaratma kapasitesini arttırır; 10. bireyin estetik duygusunu olgunlaştırır.
Bütün bunlar, tiyatronun insanı büyüteç altında göstermesinden kaynaklanır. Sık sık insanların savunma mekanizmalarında gedikler açarak onlara kendileri ve başkaları üzerinde düşünmelerini ve daha duyarlı olmalarını ima eder. İnsanın erdemi, aklı renklendiren, onu katılıktan, haksızlıktan, kayıtsızlıktan ve kuruluktan kurtaran duygu dediğimiz insancıl yanıdır. Ama duygular aynı zamanda insanın tuzağıdır da. İnsanı insan yapan duygu, zaman zaman onu kemiren, saptıran, ruhsal yıkımlara götüren bir şeydir de. İşte tiyatro, herşeyden önce zayıf ve kusurla yanlarıyla bile güzel ve yaratıcı olabilen insanın özvarlığıyla ilgilendiği için gereklidir.
2.
Dram sanatı (tiyatro, sinema televizyon), katılanları psikolojik açıdan etkilemek için sınırsız sayıda kod kullanır; bu kodlar imgeleri oluşturur. Oyuncunun jestleri, fiziksel hareketleri, sesi, konuşması, tonlamaları, makyajı ve giysisi, kullandığı eşyalar, takılar bunların biçimleri, renkleri; sahne tasarımının (dekor, giysi, ışıklama, aksesuvar, vb.) biçimi, renkleri, atmosferi; sahnenin çeşitli mekânları, bunların tümü seyircide belli etkiler uyandırmak içindir. Bir dramatik gösteride, bu tür işiksel-görsel imgeler her saniye karşımıza çıkar; sahnede olsun, beyaz perdede ya da televizyon ekranında olsun, bu saniyelik imgelerde çok sayıda konu, yani bilgi birimleri bulunur. Bunların bazısı seyirci tarafından bilerek alınır, bir bölümü de seyircinin bilinçaltınca algılanır. Böylece, bu imge birimlerinin bir kısmı seyircinin bilinçaltı tepkisini sağlarken, başka bir kısmı da farkedilmediği için etkisiz kalır. Bu algılananlar her insanda kendi karakterine, o günkü ruh durumuna, içinde yaşadığı koşullara, o insanın komplekslerine ya da duygu atmosferine göre farklı olabilir. Ama yönetmenin işi, birbirinden farklı yüzlerce seyirciye bir noktada buluşacakları kolektif imgelerye yönelmektir. Seyircinin dikkatini sahnenin algılanacak önemli imgelerine çekmek için elden gelen her şey yapılır. Bu karakterler guruplandırılarak yapılabilir - Juliet yukarda balkondadır; dikkati oraya odaklandırmak için orayı bir lokal ışıkla belirlemek gerekir. Ancak sahnenin oynanışı, seyircinin dikkatini belli bir noktaya çekme açısından başarılı da olsa, o anki saniyelik zaman içinde seyirciye iletilmek istenen görsel imge birçok değişik göstergeyi kapsar; bunlar bilgi ve anlam birimlerini taşıyan (semiyologların 'belirtiler' dedikleri) işaretlerdir. Bu işaretlerin her biri gösterinin anlamına katkıda bulunurlar. Bir açıdan psikiyatrist'in hastasına yönelişi gibidir bu. O da, doktor olarak süreli bir tedavide kodlamaları iyi ve doğru yapmak zorundadır.
İnsanları en iyi biçimde etkilemek için birbirinden farklı binlerce gösterge anlam üretmek üzere, uyumlu bir biçimde bir araya getirilir. Bu anlam üreticilerin yanlış akordu oynanan oyunu amacından saptırdığı gibi, seyirciyi de etkilemez. Bir tragedya kahkahalara sebep olabilir - yapıt bir parodiye, bürleske ya da melodrama dönüşebilir. Yücelikle gülünçlük arasında kıl payı fark vardır; bu klişe bir sözdür, ama doğrudur. Bu ikisini ayıran 'kıl payı', gösterinin başından itibaren 'anahtar' anlam üreticilerin saptanmasıyla ortaya çıkar. İşte bunun için de bütün bunları düzenleyecek yönetmenin de bir psikiyatrist titizliği içinde çalışması gerekir. Çünkü yönetmenin önündeki yol da psikiyatrist'inki gibi sisli ve karanlıktır. Yüründükçe, sisli karanlığın içine girildikçe ilerdeki yol görünür. Ancak görünen yere ulaşınca ilerde yine karanlık bir sis olabilir. Tiyatro da insanla ve onun ruhu ve ilişkileri ile uğraştığı sürece, bu böyle olacaktır. Kesin olan bilgi, teknik ve çalışma yöntemleri (ki bunlar da değişkendir) dışında, yaratıcılığın kapılarını açan fantazi dünyası uzay boşluğu kadar sınırsızdır. Bunun için yönetmenin seyircisine göre, onun kolektif komplekslerine göre, kolektif imgelerini seçmesi ve kodlamaları buna uygun yapması gerekir.
3.
Bizler, şu anda, ileri bilimsel, uzay çağının ilk aşamalarını yaşamaktayız.. Bu ileri bilimsel çağa teknolojik gelişme egemendir… Ve yaşamımız, her gün biraz daha artan bir hızla, teknik adamlar ve istatistikçiler tarafından yönetilmektedir. Böyle bir dünyada, insanlar, yaratıcı bir dünyaya katılma şanslarını her gün biraz daha yitirmektedirler; çünkü her şey daha önceden hazırlanıp önümüze konmaktadır ve biz çoğu zaman bu mekanizmayı anlamakta güçlük çekiyoruz. Makineler giderek yaratıcı ustaların yerini alıyor, istatistikçiler ise düşüncenin… Kendi başımıza düşünemez duruma geliyoruz. Bilgisayarlar tarafından doğrulanmadıkça kendi çözümümüzü kabul ettiremez olduk. Özgün yaratıcılığın yerini, sentetik yaratıcılık aldı. Artık evlerimizde müzik yapmıyo-ruz, bunu bizim için yapan elektronik aletlerimiz var. Yüksek sesle konuşamıyoruz, tartışamıyoruz, iletişim kuramiyoruz, çünkü televizyonun donuk c******* dünyayı anlamıya çalışıyoruz. Sanat olaylarına daha az katılır olduk. Ve giderek başka insanlara, onların yaptıklarına katılma sevincimizi, daha doğrusu yaşama sevincimizi yitiriyoruz. Sonuçta, bir arada yaşamanın, birlikte üretmenin sevincini yoketmeye başladığımız-dan, yaratıcı varlık olma durumundaki amaçlarımızı da unutuyoruz. Giderek yaşamı seyredenler olmaktayız. Ve böylece kendi özdeğerlerimize de yabancılaşıyoruz.
Tiyatronun amacı, bu yozlaşmayı engellemek, hiç olmazsa geciktirmektir. Nükleer savaş tehlikesinden, çevre kirliliğinden, hatta bazı toplumlardaki açlık sorunundan bir gün kurtulabiliriz. Ancak dikkatli olmadığımız takdirde, boşlukta kalmış insanların çoğalmasıyla, başka deyişle, «ölüm içgüdüsü» nün çoğalmasıyla, yokolmaktan kurtulamayız. Sanatın sınırsız toprakları üzerinde, tiyatro, yarının dünyasını kurtarmak adına Estetik Dünya'yı yaratmak zorundadır. Tiyatro, asla ölmediği için değil, sürekli yeniden doğduğu için ölümsüzdür. Gelecekte bizim küllerimiz üzerinde, efsanevi kuş zümrüdüanka gibi, yeni bir dünya, daha mutlu bir dünya yaratmada, tiyatro da bu önemli görevini sürdürecektir.
Prof. Dr. Özdemir Nutku
Herbert Read
1.
Psikiyatri, ruh ve sinir hastalıkları ile kişideki uyumsuzlukları önleme, tanımlama ve sağaltma ile uğraşan bir uzmanlık dalıysa, tiyatro da sanatsal yoldan aynı şeyleri yapan bir sanat dalıdır. Tiyatro, yirmibeş yüzyıldan beri süregelen, ama çoğu kez farkedilmeyen iyileştirici ve birleştirici gücüyle, yaşamının birçok evresinde sorunlar, tehlikeler, isteriler ve karmaşalar ortasında, insanın sığındığı, kendilerini tanıdığı, varoluş nedenlerini anladığı ve özvarlıklarını koruduğu bir sanat olmuştur.
Tiyatro, kaynağında ritüller yoluyla insanlara moral kazandırmış, onun doğa karşısında kendi benliğini ortaya koymasını sağlamıştır. İnsanoğlu, çevresindeki her şeyde kendi özünden değişik bir öz olduğuna inanıyordu; bu öz bir anima , yani bir ruhtu. İnsan ölünce ruhu gövdesinden ayrılırdı, ama yok olmazdı, gidip bir ağaca, bir kayaya ya da suya girerdi. Ruhun içine girdiği o şey bir içerik kazanır ve fetiş olurdu. Üstelik bir fetiş'teki ruhun gücü insanın ruhundaki güçten daha üstündü; çünkü öldürülemezdi ve istediği anda başka bir varlığa geçebilirdi. Fetiş 'teki ruhları kendinden yana çekecek olan ruh kalıbı ise maske 'ydi. Böylece, maske de bir fetiş oluyor ve insan ruhunu güçlendiriyordu. Binlerce yıl önceki insanoğlu, ruhun ölümsüzlüğü yanısıra, onun acı çekebileceğine, yaralanabileceğine de inanıyordu. İnsan kalıbından daha sağlam bir kalıba girdiği anda ruhun acı çekme olasılığı daha azalırdı. Bazı varlıklar acı çekmemeleri istenen ruhlar için insandan daha sağlam kalıplardı. O varlıklar yaşadıkça ruhlar da rahata ererdi. Seçilen varlık türü böylece totem oluveriyordu. Seçilen varlık türü totem oldu mu, ona dokunmak, onu incitmek en büyük günah ve suçtu: o varlık artık bir tabu idi. Öldürülmesi kesinlikle yasak olduğu gibi, beslenmesi, üretilmesi o tupluluğun mutlulu-ğu için zorunluydu. Totem 'in yaşaması ve üremesi için taklit yoluyla büyü yapmak gerekiyordu. Ama öldürülemediği için, totem olan varlığın ne kafası ne de derisi kullanılabilirdi. İnsanoğlu onun da kolayını buldu ve çeşitli maskeler ve giysiler yaparak büyüye yöneldi.
Tiyatronun başlangıcında, ilk büyük kuramcı Aristoteles (İ.Ö. 384-322) dram sanatı üzerine yazdığı Poetika 'da (çeviren İsmail Tunalı, Atatürk Üniv. Yay., Erzurum 1961) ve oyunculuk sanatı ve konuşma tekniği üzerine yazdığı Retorika 'da (İngilizce, T.A. Moxon, J.M.Dent & Sons Ltd., London 1955; çevirisi Mehmet H. Doğan, Yapı Kredi Yayınları, Istanbul 1995) tiyatronun iyileştirici, arındırıcı özelliğinden sözeden ilk düşünürdür. Ona göre, dram sanatı, "acıma ve korku" duygu-larıyla kişiyi entelektüel bir arınmaya götürür; Aristoteles bunu da, bir tıp terimi olan ve "tedavi" anlamına gelen katarsis ile açıklar. Daha önce Platon'un, Devlet adını verdiği yapıtının X. bölümünde, "Şiir (drama) heyecanı besler ve sular, öldürülmesi gereken bir heyecanı çoğaltır (…) ve bu heyecan yüzünden insanın faaliyeti durur ," demesine karşılık olmak üzere, Aristoteles, katarsis kavramını öne sürmüştür. Düşünüre göre, katarsis insan yaşamı için gerekli olan bir arınmadır. Bu arınma da korku ve acıma duygularıyla gelişir. Bu iki duygu, Aristoteles'in düşünce sisteminde ayrılmaz bir çift olarak yer alır: "(…) acıma, layık olmadığı halde, acıya düşmüş bir kimse karşısında bir benzerlik bulmamızdan doğar " (Poetika , XIII,2). Bu iki duyguyu bu yolda tanımlamanın daha geniş açıklaması Aristoteles tarafından Retorika 'nın V. bölümünde yapılmıştır: "(…) gelecekte olabilecek acı veren bir kötülük ya da duygusal yıkımı gösteren bir hayali sahnenin insanda uyandırdığı acı ve huzursuzluk (…)" Aristoteles, aynı yerde bu savını şöyle sürdürür: "(…) genel olarak, bize korku veren şey, başka-larının alın yazısın4ı tehdit ettiği anda bizi bir acıma duygusu içine sokar ." Böylece, düşünür, acıma ve korku duygularının birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu belirtmiş olur. Bu açıklamalar Retorika 'da daha belirgin bir biçimde karşımıza çıkar: "Acıma, layık olmadığı halde, herhangi bir kimsenin bir yıkıma ve acınacak duruma düşmesiyle hissedilir; bu öyle bir kötülüktür ki, o anda böyle bir durumun kendi başımıza ya da tanıdıklarımızın, yakınlarımızın başına gelebileceğini de düşünürüz " (II, 8). Aristoteles, acıma duygusunun korkuya döhüşmesini şöyle tanımlar: "Gördüğümüz sahne, kendi-mize çok yakın, hatta kendimizinmiş gibiyse, o zaman acıma korku duygusuna dönüşür (…)."
Aristoteles okulunun Sorunlar (Select Fragments , çeviren Sir David Ross, cilt XII, Oxford, Calerendon Press 1952) adlı bir yapıtı vardır. Bu yapıtın 30. Sorun'u katarsis 'i şöyle tanımlar: "Melankolide bulunan sıcak ve soğuk hava duygulara bağlıdır. Melankolide soğuk havanın olması insan ruhundaki umutuzluk ve korku [dehşet] ile ortaya çıkar. Bu durum bir denge ile sağlanır, o da ısıyı [gövdenin ısısını] yükseltmekle elde edilir ." Düşünürün Politika (İngilizceye çeviren John Burnet, Cambridge University Press 1903) adlı yapıtında katarsis 'e biraz olsun ışık tutan bir yer vardır, o da müzik konusundadır: "Dolmuş olan duygulardan insanı kurtarmak ve onu rahatlat-mak (…)" katarsis ile anlatılmaktadır. Nitekim tiyatrodaki bu estetik "tedavi"nin, yani katarsis 'in tıbbi alanda kullanılması da antikte başlamıştır. Bergama'daki Asklepieion o dönemdeki Epidavros ve Kos kentlerindeki gibi ünlü bir ruhsal terapi merkeziydi. Burada hastalar tiyatro, müzik ve telkınler yoluyla iyileştirilmeye çalışılıyordu. 3500 kişilik Asklepieion tiyatrosu her gün terapiye yardımcı olacak oyunlar çıkarıyordu. Burada dinsel törenler ile terapi bir arada yürütülüyordu. Tiyatro da, antik Yunanistan'da, rahiplerin oynadığı dinsel bir kurum olarak görevini yapıyordu. Buradaki psikiyatri yöntemlerini çeşitli yazıtlardan, özellikle de İ.S. II.yy. ortalarında onüç yıl burada yaşayan hatip Aelius Aristeides'in yazılarından anlaşılmaktadır (bkz. Ekrem Akurgal, Ancient Civilizations and Ruins of Turkey, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1970). Aristeides'in yaşadığı dönemde Bergama Asklepieion'u en yüksek dönemindeydi. Satiros ve Galenos gibi ünlenmiş doktorlar burada hem tedavi yöntemlerini uyguluyorlar hem de öğrenci yetiştiriyorlardı. Genel olarak bu doktorların uyguladıkları psikoterapik yöntemler bugün için bile geçerli sayılabilir. Bu yöntemlerden biri su ve çamur banyoları ve masajdı, ayrıca bitkisel ilaçlar ve yağlar kullanılıyordu. Çok yemek ve içmekten vazgeçmeleri için, hastalara 'kutsal su' yu içmeleri telkin ediliyordu. Hastaların tarımla uğraşmaları sağlandığı gibi soğuk havada çıplak ayakla koşturuluyorlardı. Hasta uyuduğu sırada telkın yoluyla onların düşlerine müdahale etme başka bir psikoterapi uygulmasıydı. Bunun için özel uyku odaları vardı. En önemli psikoterapi uygulaması tiyatro ile gerçekleştiriliyordu. Bugünkü gurup terapisine benzeyen bir uygulama, hastaların, sahne üzerinde, müzik eşliğinde, bir ritüele katılır gibi, kendilerini ifade etmeleri ile sağlanıyordu. Tiyatro, bugünkü psikodrama'larda olduğu gibi, hastaların birbirleriyle iletişim kurdukları bir alandı. Ama yine tıpkı bugünkü gibi, hastaların önce kendileriyle iletişim kurmaları gerekiyordu. Tiyatrodaki terapi, daha sonraki bir basamaktı. Hastalar, Tanrı Asklepios' un onları mutlaka iyileştireceğine inandıklarından burası kutsal bir yer sayılıyordu.
Yüzyılımızda, kendimizi, içimizdeki 'kara güçler'den arındırmak için oyunculukta belli ölçüde bir transa girmemiz gerektiğini belirten Antonin Artaud (1896-1948), bir çeşit psikoterapi önermiştir. O, aralıklarla ruh sağlığı hastanesinde yatmış olan, kendi beynini kavuran bir dehaydı. Artaud, sürekli olarak kendi kendini gözlemlemiş olan bir sanatçıydı. 1938'de, çeşitli yazılarını topladığı Tiyatro ve Benzeri (Le Théâtre et son Double, Gallimard, Paris 1938) adlı kitabında, 'İşkence Tiyatrosu' ile tiyatroda tinsel anlamda şiddetin ruh sağlığı için önemli olduğunu savunmuştur. Ona göre, tiyatronun temel amacı, yaşamı "sonsuz ve evrensel görünüşü içinde vermek ve bu yaşamdan, içlerinde kendimizi bulmaktan hoşlanacağımız görüntüler çıkarmak "tı. Artaud, baş harfleri J.P. olan dostuna yazdığı 14 Kasım 1932 tarihli mektubunda, 'İşkence Tiyatrosu' nu, "yaşama olan iştiha, kozmik şiddet ve vazgeçilemeyecek bir gereksinim; başka deyişle, içimizdeki karanlığı silip süpürecek bir kasırga", olarak betimlemiştir (a.g.y.,102). Artaud, kişisel sorunları ele alan bir tiyatro öneriyordu. Bunun için de efsane ve büyüye geri dönmek gerekiyordu. İnsan ruhunun en derin çatışmalarını gösterecek olan bu tiyatroya, tinsel acıyı çektirecek 'İşkence Tiyatrosu' adını verdi. Bu tiyatro yalnızca nesnel ve görünen dünyayı değil, ama bütün olanaklarıyla "iç dünyayı, yani insanın metafizik görünüşünü " vermesi gerekiyordu.
Artaud'ya bağlı olarak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, psikodrama' ya çok yaklaşan, tiyatroda gelişen bir başka yönelişe, 'Happening'e değinebiliriz. 'Happening'in psikodrama'dan farkı, ressam Jean-Jacques Lebel'in dediği gibi "içe doğuşları beyin yıkanmadan ortaya çıkarmasıdır ." Bu da bir çeşit, modern insanın ritüelidir. Spon-tanlık, doğaçlama ve seyircinin doğrudan katılmasıyla ortaya çıkan 'happening' de (oluş'da), konu değil, durum ya da durumlar vardır. Bir durum verilir ve bu durum üstüne çeşitli kimseler doğaçlamalarını hiçbir denetim olmadan geliştirirler. İnsanlar hemcinsleriyle, nesnelerle ya da bir imgeyle karşı karşıya bırakılır. Bireyler kendi ruh durumları içinde bunlara tepki gösterirler. 'Happening'de sahne ile seyirci, iluzyon ile gerçek arasında hiçbir sınır yoktur. Bu oyunda seyirci sonucu belli olmayan bir duruma, imgeye kendi ruhsal koşulları içinde katılır. Böylece seyirci, yalnızca seyreden olmaktan çıkar, verilen imgenin ya da durumun bir parçası oluverir. Böylece katılımcı, 1. tanımadığı yepyeni bir çevreye götürülmüş olur, 2. bir serüvene itilir, 3. insanların gerçek yaşamda bulundukları çevre ve kendi konumları birden komik görünmeye başlar ve grotesk bir görünüş alır. Sanatın her dalında görülen 'happening' insanların kendi ruhsal engellerini aşmalarına da aracı olur. Burada asıl önemli olan 'happening'in ritüelistik öğesidir.
Tiyatronun, hiç kuşkusuz, insan karakterini geliştirmede, onu ruhsal yönden sağlıklı bir duruma getirmede büyük katkısı vardır. Tiyatro hem uyarıcı, hem eğiticidir. Tiyatro çalışmaları insanın hem kendiyle, hem de başkalarıyla iletişim kurmasını sağlar. Bu da psikolojik sapmalara karşı en sağlam mendireklerden biridir. Tiyatronun hem bireye hem de o bireyin toplum içindeki yaşamına büyük katkıları vardır: 1. dayanışma hazzını öğretir ve sorumluluk duygusunu pekiştirir; 2. topluluk içinde yaşama anlayışını geliştirir; 3. toplum içinde kendi benliğinin ortaya çıkmasını gerçekleştirir; 4. topluluk içinde konuşmasını öğretir; 5. düşünmeyi ve düşünceyi eyleme sokma becerisini sağlar; 6. cinsel kompleksleri, tutarsızlıkları ve ölçüsüzlükleri önler, normale çevirir; 7. yaşamı gözlemlemeyi düşünmeyi ve yorumlamayı keskinleştirir; 8. fiziğini ve hareketlerini denetimli duruma getirir; 9. fantazi dünyayısını geliştirir, dolayısıyla yaratma kapasitesini arttırır; 10. bireyin estetik duygusunu olgunlaştırır.
Bütün bunlar, tiyatronun insanı büyüteç altında göstermesinden kaynaklanır. Sık sık insanların savunma mekanizmalarında gedikler açarak onlara kendileri ve başkaları üzerinde düşünmelerini ve daha duyarlı olmalarını ima eder. İnsanın erdemi, aklı renklendiren, onu katılıktan, haksızlıktan, kayıtsızlıktan ve kuruluktan kurtaran duygu dediğimiz insancıl yanıdır. Ama duygular aynı zamanda insanın tuzağıdır da. İnsanı insan yapan duygu, zaman zaman onu kemiren, saptıran, ruhsal yıkımlara götüren bir şeydir de. İşte tiyatro, herşeyden önce zayıf ve kusurla yanlarıyla bile güzel ve yaratıcı olabilen insanın özvarlığıyla ilgilendiği için gereklidir.
2.
Dram sanatı (tiyatro, sinema televizyon), katılanları psikolojik açıdan etkilemek için sınırsız sayıda kod kullanır; bu kodlar imgeleri oluşturur. Oyuncunun jestleri, fiziksel hareketleri, sesi, konuşması, tonlamaları, makyajı ve giysisi, kullandığı eşyalar, takılar bunların biçimleri, renkleri; sahne tasarımının (dekor, giysi, ışıklama, aksesuvar, vb.) biçimi, renkleri, atmosferi; sahnenin çeşitli mekânları, bunların tümü seyircide belli etkiler uyandırmak içindir. Bir dramatik gösteride, bu tür işiksel-görsel imgeler her saniye karşımıza çıkar; sahnede olsun, beyaz perdede ya da televizyon ekranında olsun, bu saniyelik imgelerde çok sayıda konu, yani bilgi birimleri bulunur. Bunların bazısı seyirci tarafından bilerek alınır, bir bölümü de seyircinin bilinçaltınca algılanır. Böylece, bu imge birimlerinin bir kısmı seyircinin bilinçaltı tepkisini sağlarken, başka bir kısmı da farkedilmediği için etkisiz kalır. Bu algılananlar her insanda kendi karakterine, o günkü ruh durumuna, içinde yaşadığı koşullara, o insanın komplekslerine ya da duygu atmosferine göre farklı olabilir. Ama yönetmenin işi, birbirinden farklı yüzlerce seyirciye bir noktada buluşacakları kolektif imgelerye yönelmektir. Seyircinin dikkatini sahnenin algılanacak önemli imgelerine çekmek için elden gelen her şey yapılır. Bu karakterler guruplandırılarak yapılabilir - Juliet yukarda balkondadır; dikkati oraya odaklandırmak için orayı bir lokal ışıkla belirlemek gerekir. Ancak sahnenin oynanışı, seyircinin dikkatini belli bir noktaya çekme açısından başarılı da olsa, o anki saniyelik zaman içinde seyirciye iletilmek istenen görsel imge birçok değişik göstergeyi kapsar; bunlar bilgi ve anlam birimlerini taşıyan (semiyologların 'belirtiler' dedikleri) işaretlerdir. Bu işaretlerin her biri gösterinin anlamına katkıda bulunurlar. Bir açıdan psikiyatrist'in hastasına yönelişi gibidir bu. O da, doktor olarak süreli bir tedavide kodlamaları iyi ve doğru yapmak zorundadır.
İnsanları en iyi biçimde etkilemek için birbirinden farklı binlerce gösterge anlam üretmek üzere, uyumlu bir biçimde bir araya getirilir. Bu anlam üreticilerin yanlış akordu oynanan oyunu amacından saptırdığı gibi, seyirciyi de etkilemez. Bir tragedya kahkahalara sebep olabilir - yapıt bir parodiye, bürleske ya da melodrama dönüşebilir. Yücelikle gülünçlük arasında kıl payı fark vardır; bu klişe bir sözdür, ama doğrudur. Bu ikisini ayıran 'kıl payı', gösterinin başından itibaren 'anahtar' anlam üreticilerin saptanmasıyla ortaya çıkar. İşte bunun için de bütün bunları düzenleyecek yönetmenin de bir psikiyatrist titizliği içinde çalışması gerekir. Çünkü yönetmenin önündeki yol da psikiyatrist'inki gibi sisli ve karanlıktır. Yüründükçe, sisli karanlığın içine girildikçe ilerdeki yol görünür. Ancak görünen yere ulaşınca ilerde yine karanlık bir sis olabilir. Tiyatro da insanla ve onun ruhu ve ilişkileri ile uğraştığı sürece, bu böyle olacaktır. Kesin olan bilgi, teknik ve çalışma yöntemleri (ki bunlar da değişkendir) dışında, yaratıcılığın kapılarını açan fantazi dünyası uzay boşluğu kadar sınırsızdır. Bunun için yönetmenin seyircisine göre, onun kolektif komplekslerine göre, kolektif imgelerini seçmesi ve kodlamaları buna uygun yapması gerekir.
3.
Bizler, şu anda, ileri bilimsel, uzay çağının ilk aşamalarını yaşamaktayız.. Bu ileri bilimsel çağa teknolojik gelişme egemendir… Ve yaşamımız, her gün biraz daha artan bir hızla, teknik adamlar ve istatistikçiler tarafından yönetilmektedir. Böyle bir dünyada, insanlar, yaratıcı bir dünyaya katılma şanslarını her gün biraz daha yitirmektedirler; çünkü her şey daha önceden hazırlanıp önümüze konmaktadır ve biz çoğu zaman bu mekanizmayı anlamakta güçlük çekiyoruz. Makineler giderek yaratıcı ustaların yerini alıyor, istatistikçiler ise düşüncenin… Kendi başımıza düşünemez duruma geliyoruz. Bilgisayarlar tarafından doğrulanmadıkça kendi çözümümüzü kabul ettiremez olduk. Özgün yaratıcılığın yerini, sentetik yaratıcılık aldı. Artık evlerimizde müzik yapmıyo-ruz, bunu bizim için yapan elektronik aletlerimiz var. Yüksek sesle konuşamıyoruz, tartışamıyoruz, iletişim kuramiyoruz, çünkü televizyonun donuk c******* dünyayı anlamıya çalışıyoruz. Sanat olaylarına daha az katılır olduk. Ve giderek başka insanlara, onların yaptıklarına katılma sevincimizi, daha doğrusu yaşama sevincimizi yitiriyoruz. Sonuçta, bir arada yaşamanın, birlikte üretmenin sevincini yoketmeye başladığımız-dan, yaratıcı varlık olma durumundaki amaçlarımızı da unutuyoruz. Giderek yaşamı seyredenler olmaktayız. Ve böylece kendi özdeğerlerimize de yabancılaşıyoruz.
Tiyatronun amacı, bu yozlaşmayı engellemek, hiç olmazsa geciktirmektir. Nükleer savaş tehlikesinden, çevre kirliliğinden, hatta bazı toplumlardaki açlık sorunundan bir gün kurtulabiliriz. Ancak dikkatli olmadığımız takdirde, boşlukta kalmış insanların çoğalmasıyla, başka deyişle, «ölüm içgüdüsü» nün çoğalmasıyla, yokolmaktan kurtulamayız. Sanatın sınırsız toprakları üzerinde, tiyatro, yarının dünyasını kurtarmak adına Estetik Dünya'yı yaratmak zorundadır. Tiyatro, asla ölmediği için değil, sürekli yeniden doğduğu için ölümsüzdür. Gelecekte bizim küllerimiz üzerinde, efsanevi kuş zümrüdüanka gibi, yeni bir dünya, daha mutlu bir dünya yaratmada, tiyatro da bu önemli görevini sürdürecektir.
Prof. Dr. Özdemir Nutku