Pâye
Kayıtlı Üye
İSLAM TASAVVUFU (EL-LÜMA)
..:: 1 ::..
Yazar : Ebu Nasr Serrac Tusi
Abdulhakim YÜCE
Doç. Dr., Yüzüncü Yıl Ü. İlâhiyat Fakültesi
Serrâc ve el-Lüma' Adlı Eseri
Tasavvuf, ilk önce İslâmî bir inanış ve düşünüş şekli olarak ortaya çıktı. Kökü ve tohumu, birinci asırda bütün İslâm âlemine hakim olan zühd hareketinin içinde mevcuttur. Bu asırdaki zühd anlayışı dünyadan ve dünya nimetlerinden yüz çevirmek, dinî konularla titizce ilgilenmek, şeriatın emirlerine harfiyen riayet etmek esasına dayanıyordu. Âbid ve zahidlerin ulaşmak istedikleri gaye, Allah'ın rızasını kazanarak O'nun azabından kurtulmaktı.
II./IX. asrın ikinci yarısında zahidler arasından zuhûr eden bazı şahıslar, dünyayı terk ve nefs riyazeti bakımından çağdaşlarından farklı bir hayat yaşamaya başladılar. Bunların özel bir isim almaları âdeta kaçınılmaz olmuştu. Bazı âlimlere göre giyindikleri yünden yapılmış ve kaba dokunulmuş elbiseler göz önüne alınarak bunlara mutasavvıfa veya sûfiye adı verildi. Bunların tasavvufu, bir parça mübalağa ile ilk çağdaki zahidler mesleğinin ve zühd anlayışının uzantısından ibaretti.
III./X. asırda yaşamış olan mutasavvıfların sözleri üzerinde dikkatle duranlar, tasavvuf kavramında fikrî bir değişmenin ortaya çıkmaya başladığını da tesbit edebileceklerdir. Gerçekten de bu dönemde sûfîlerin sözlerinde yeni fikirler, özel tabir ve ıstılahlar zuhur etmiştir. Bunlardan bazıları tasavvufun nazarî yönü ile ilgili olup tasavvuf yolunun işaretlerini tesbit, makam ve hâlleri tertip gibi hususlardır. Diğer bazıları da nefsî ve vicdanî, yani psikolojik olup Allah'ta fani olmak, masivayı yok saymak vb. hususlardır. Bu arada bazı şahıslarda şöyle fikirler de görülmeye başlanmıştı: "Şer'î hükümlerin ruhu ve batını şekilden ve sûretten daha önemlidir; niyet amelden önce gelir; sünnet farzdan hayırlıdır; taat ve kulluk ibadetten hayırlıdır." Bu ve benzeri sözler o zamanki bazı insanların dikkat kesilmelerine neden olmuştu. Özellikle fıkıhçılar bu sözleri İslâm cemiyeti için tehlikeli sayıyor, bazen sûfîleri bid'at çıkarmakla, bazen de küfür ve ilhadla itham ediyorlardı. Dolayısıyla üçüncü asır, sûfîlerle fıkıhçıların fikrî çatışmalarının başlangıcı sayılır. Aralarındaki çekişmenin temel nedeni şu idi: İslâm'ın ilk dönemlerinde şer'î hükümler rivayet yoluyla alınır ve öğrenilirdi. Bir meselenin ibadet, inanç veya muamelatla ilgili olması bu bakımdan farklı bir durum meydana getirmezdi. Çok geçmeden müslümanlar dinî konuları araştırma ve tartışmaya, illetlerini ilmî metotlarla incelemeye koyuldular. Araştırılan ve tartışılan konuları bir ilim hâlinde tertip ve tanzim ettiler. Neticede de fıkıh ilmi doğdu. Bu ilim öyle bir rağbet gördü ki, halk onunla meşgul olmayı ve onunla amel etmeyi dinin gayesi zannetti.
Diğer taraftan adları yeni konulmaya başlanan tasavvuf ehlinin bazı dinî konular hakkında kendilerine has görüşleri vardı. Onlara göre fıkıhçıların örfünde din, bütünüyle bir merasim, hayatiyeti ve ruhaniyeti olmayan bir kaideler toplamı hâline gelmiştir. Oysa dinî kemâlin zahirî anlamlardan çok batınî, içe dönük anlamlarda araştırılması gerekir. Tasavvuf ilminin ortaya çıkışı bir yönüyle bu anlayışın eseridir. Neticede şer'î ilim, biri zahir diğer de batın olmak üzere ikiye ayrılmış oldu. Tabiîdir ki, görüş açıları farklı olan iki zümre arasında zamanla ihtilaflar ortaya çıkacaktır. Nitekim çok geçmeden fıkıhçılar sûfîlere tepki göstermeye başladılar. Hatta bazıları zındık, kafir ve mülhid olmakla itham edildiler. Bu ithamlar bazı sûfîlerin mahkemelere çıkarılmasına, bazılarının değişik cezalar almasına hatta idam edilmesine sebep oldu. Başdat'ta Gulam Halil Fitnesi sûfîlerin çekmiş olduğu sıkıntıların son haddine vardığını gösterdi.
Bu taassubun sonucu olarak büyük sûfîler Kur'ân, Hadis ve aklî ilimlere daha çok önem vermeye, eser tasnif ve telifiyle meşgul olamaya ve kendilerini kitapla savunmaya başladılar. İşte tasavvuf bu sıralarda müdevven ve muntazam bir ilim hâline geldi. IV. asırda tasavvufî makamlar, mücahedelerin çeşitleri ve bunlardan doğan zevk ve vecd hâlleri konusunda eserler telif edilmeye başlandı. Mütekâmil İslâm tasavvufunun esas ve kaideleri bu asırlarda (III. ve IV. asırlar) yaşamış olan sûfîler tarafından konulmuş, tamamlanması için her sûfî elinden geleni yapmış, böylece sağlam temeller üzerine kurulan İslâm tasavvufu zamanımıza kadar gelebilmiştir. İşte bu dönemde kısaca anlatmaya çalıştığımız gayelerle yazılan eserlerden biri de Serrâc'ın el-Lüma' adlı eseridir. Bu yazımızda kısaca bu eser ve müellifinden söz etmek istiyoruz.
Ebu Nasr Serrâc'ın Hayatı
Serrâc, tasavvuf klâsiklerinin ilki sayılan el-Lüma' isimli bir eser kaleme almış olmasına rağmen, hakkında kaynaklarda verilen bilgiler yok denecek kadar azdır. Sûfî tabakat müellifleri, sözleri ve menkıbeleri ile halk arasında ünlenmiş sûfîlere eserlerinde sayfalarca yer ayırdıkları hâlde eser sahibi sûfîlere her nedense pek yer vermemişlerdir. Belki de onlara göre tabakâtta yer alabilmek için sûfînin, büyük bir veli, kutup, gavs veya o seviyede bir kişi olması gerekirdi. Serrâc'ı bu yönüyle o seviyede görmemiş olabilirler. Serrâc, Kelabazî, Sülemî, Kuşeyrî, Hucvirî, Sühreverdî vb. şahıslar birer tasavvuf tarihçisi olarak görülmüş ve o şekilde değerlendirilmiş olabilirler.
Ayrıca Serrâc vb. şahıslar mezhep ve fırka açısından tarafsız davranmış, mezhebî tartışmalardan uzak durmuş, hatta mezhepler üstü bir anlayışla meselelere yaklaşmış olduklarından ötürü de bazı tabakât kitaplarında yer bulamamış olabilirler.
Kaynaklarda Ebû Nasr Serrâc ile ilgili bilgileri kronolojik olarak şöyle sıralayabiliriz:
1. Ebû Abdurrahman Sülemi (412/1021), Tabakatu's-Sûfiyye'de yüzden fazla yerde Abdullah b. Ali b. Muhammed Yahya Ebû Nasr es-Serrâc adıyla nakilde bulunduğu ve Galatu's-Sûfiyye adlı eserini, el-Lüma'ın aynı adı taşıyan bölümünden ufak tefek değişikliklerle aynen aktardığı hâlde, eserinde onun hayatına yer vermemiştir. Nûreddin Şeribe'nin de belirttiği gibi Serrâc, Sülemî'nin hocaları arasında yer aldığı hâlde Tabakatu's-Sûfiyede hayatının bulunmaması şaşırtıcıdır. Ancak bu hayretimizi izale edecek bilgiye Zehebî'nin Tarihu'l-İslâm'ında rastlıyoruz. Zehebî, Sülemî'den naklen şunları söylemektedir:
"Ebû Nasr Zühd ehlindendir. Fütüvvet ve sûfî edebiyatı konusunda bölgesinin önderiydi. Şeriat ilmine bağlı bir sûfî idi. Tasavvuf şeyhlerinin günümüzdeki bakiyyelerinden biridir. Receb 378/Ekim 988 yılında öldü. Babası da secde hâlinde iken ölmüştür."
Zehebî'nin bu sözlerine kaynak olduğu tahmin edilen Sülemî'nin Tarihu's-Sûfiye adlı eseri bu güne ulaşmamıştır.
2. Abdulkerim Kuşeyri (465/072), er-Risale adlı meşhur eserine seksen üç zahid-sûfînin terceme-i hâlini almış, her nedense Serrâc'a özel yer ayırmamıştır. Ancak eserinde pek çok yerde Abdullah b. Ali et-Teymî adıyla Ebû Nasr Serrâc'tan nakillerde bulunmaktadır. Bu nakillerin el-Lüma'dan alınmış bilgiler olduğu görülmektedir. Kuşeyrî'nin Risale'sinden başka yerde, Serrâc'ın et-Teymî nisbesiyle anılmaması da ilginçtir.
3. Ebu'l-Hasan Ali b. Osman Hucvirî (465/1072)'nin Keşfu'l-Mahcup adlı eserinde de Serrâc'ın hayatına dair özel bir bölüm yoktur. Ancak iki yerde menkıbesine rastlanmaktadır. Bunlardan biri sohbet âdâbı bölümünde diğeri ise oruç bahsindedir.
4. Muhammed b. Münevver (VI./XII. yy.) Esraru't-Tevhid fi Makamati'ş-şeyh Ebû Said adlı Farsça eserinde şu bilgileri vermektedir: Şeyh Ebu'l-Fadl Hasan, Serrâc'ın müridi, şeyh Ebû Said Ebu'l-Hayr'ın da şeyhidir. Böylece Ebû Nasr, Ebû Said'in şeyhinin şeyhi olmaktadır. Eserde silsile Serrâc'tan yukarı doğru Ebû Muhammed Murtaiş, Cüneyd, Seri Sakatî, Ma'ruf Kerhî, Davut Tâî, Habib Acemî, Hasan Basrî ve Hz. Ali kanalıyla Hz. Peygamber'e ulaşmaktadır. Yine eserde Serrâc'ın "Tâvûsu'l-Fukara" lakabıyla anıldığı, Tûs'ta ikamet ettiği ve kabrinin de orada olduğu ifade edilmektedir.
5. Feriduddin Attar (628/1230) Tezkiretü'l-Evliya adlı eserinde Ebû Nasr Serrâc'a "Zeyl" bölümünde sayfa açmış, böylece Serrâc ilk defa bir sûfî tabakât kitabında yer almış olmaktadır. Vaktin şeyhi, imam-ı kamil ve temkin ehli, Tâvusu'l-Fukara lâkabının sahibi, ilimde kemâl sahibi, riyazet ve muamelede büyük bir şana sahip, şeyhlerin sözlerini şerh etmekte harika idi" denildikten sonra el-Lüma' adlı eserin müellifi olduğu, başta Seri ve Sehl olmak üzere bir çok şeyhi gördüğü ifade edilmektedir. Ancak gerek Seri (257/870) gerekse Sehl (273/886) ile görüşmesi tarihî açıdan mümkün değildir. Zira Serrâc 378/988 de vefat etmiştir.
6. Şemseddin Zehebî (748/1347) hem Tarihu'l-İslâm hem de el-İber fi Haberi men Gaber adlı eserlerinde Serrâc'tan bahs eder. Tarihu'l-İslâm'da verdiği bilgiler şöyledir: "Abdullah b. Ali b. Muhammed b. Yahya Ebû Nasr Tûsî, sûfî ve el-Lüma' müellifi Ca'fer Huldî, Ebû Bekir Muhammed b. Davud Dukkî, Ahmed b. Muhammed Saih'ten Hadis dinledi. Ebû Said Muhammed b. Ali Nakkaş ve Abdurrahman b. Muhammed Serrâc ve başkaları kendisinden rivayetlerde bulundu." el-İber'deki ifadeler de Tarihu'l-İslâm'dakilerin özetidir.
7. Ebû Muhammed Abdullah Yafi'î (768/1366) Mir'atü'l-Cinan adlı eserinde Serrâc'ın kitabının adını, herhâlde bir yanlış okuma neticesi Kitabu'l-Milh olarak vermektedir. Serrâc'tan söz eden diğer kaynaklarda yukarıda anlatılanların dışında, bir iki menkıbe hariç değişik bir bilgi bulunmamaktadır.
Yukarıda zikrettiğimiz kaynaklar ve kendi eserinden Serrâc'ın hayat çizgisi şöyle tesbit edilebilir: Müellifimizin tam adı Abdullah b. Ali b. Muhammed b. Yahya'dır. Künyesi Ebû Nasr, nisbesi Tûsî, lâkabı Tâvûsu'l-Fukara, şöhreti ise Serrâc'tır. Binek hayvanlarına eşer, başlık, hamut, kemer vb. şeyleri yapanların sanatı olan saraçlık, onun veya baba ve dedelerinin mesleği miydi? Kaynaklarda bu hususta her hangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak hemen her sûfînin alın teriyle geçinmek için bir meslek edindiği hesaba katılırsa, Ebû Nasr'ın saraçlık yapmış olabileceği düşünülebilir. Serrâc, bu gün İran sınırları içinde bulunan ve tarihte pek çok ilim ve fikir adamı yetiştiren Meşhed'in 100 km. kuzey batısındaki Tûs şehrinde doğdu. Kaynaklarda Serrâc'ın babası, ailesi ve eğitimiyle ilgili fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Zehebî'nin yukarıda da verdiğimiz Tarihu'l-İslâm adlı eserinde yer alan bilgilere göre, "Ebû Nasr Serrâc, bir zahitler ailesinden gelmekteydi. Kendisine bölgesinde fütüvvetin mümessili nazarıyla bakılmaktaydı. Tasavvuf ehlinin sözcüsüydü. Görüşlerinde şeriat bilgisine dayanan Serrâc, yaşadığı devirde şeyhlerin fakihi idi. Babası secde hâlinde vefat etmişti."
Bu rivayetler kısa ve sayıca az olmalarına rağmen bazı ip uçları vermektedir. Her şeyden önce Serrâc'ın, içinde zahidlerin yer aldığı bir aileden geldiği anlaşılmaktadır. Kendisine fütüvvetin mümessili nazariyle bakılması İslâm'ın istediği bir ruh hâletine sahip olduğunu düşündürüyor ki, bunun belirli özellikleri arasında başkalarını nefsinden üstün tutma, cömert olma, menfaat endişesi taşımama ve tehlikeler karşısında teenni ve sükûneti muhafaza etme bulunmaktadır. Mutasavvıfların sözcüsü konumunda olması, Serrâc'ın kalemi ve sözleriyle onları ve ilimlerini anlatışını ve yeri geldikçe müdafaa ettiğini göstermektedir. Nitekim el-Lüma' bunu açıkça ispatlamaktadır. Rivayette yer alan şeriat bilgisiyle İslâm Fıkhı kastedilmiş olmalıdır. Onun görüşlerinin temelinde bu bilginin yer alışı, tasavvuf sahasında sağlam bir zeminden hareket ettiğini göstermektedir. Bu son rivayet Serrâc'ın ciddi bir fıkıh öğrenimi gördüğünü de düşündürüyor.
Kaynaklar Serrâc'ın tasavvuf sahasındaki hocaları arasında Ca'fer el-Huldî, Ebû Bekir ed-Dukkî ve Ebû Muhammed Murtaiş'i zikrederler. Serrâc eseri el-Lüma'da Bağdatlı olan hocası Ca'fer el-Huldî'nin görüşlerini otuzu aşkın yerde zikreder. Bu rivayetlerin çoğu el-Huldî'nin diğer sûfîlerden naklettiği sözlerdir. Ancak dört yerde bu hocasından okuduğunu gösteren rivayetler yapar. Cüneyd'in talebesi olan el-Huldî'nin Bağdat'ta büyük bir irşad halkasına sahip olduğu ve Hadise olan hakimiyeti dolayısıyla sûfîlerin muhaddisi olarak tanındığı bilinmektedir. Serrâc diğer hocası Ebû Bekir ed-Dukkî'yi kitabının yirmi iki yerinde anar. Bunların arasında iki yerdeki rivayetler, bu hocasıyla Şam'da bir arada olduğunu gösterir. Murtaiş'den ise dört yerde söz eder ve nakillerde bulunur. Esraru't-Tevhid adlı eserde Serrâc'ın şeyhinin Murtaiş olduğu diğer iki zattan ise hadis dinlediği ifade edilmektedir.
Serrâc 378 hicri yılının Recep ayında (Ekim 988), doğduğu şehir olan Tûs'ta vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir.
Serrâc ve Eseri Üzerinde Yapılan Çalışmalar
Serrâc hakkında tarihî kaynaklardaki bilgilerin azlığı ve eserinin yaygın bir şekilde tanınmamış olması bir talihsizliktir. Eserinin şer'î ölçülere uygun bir tasavvufî çizgide olmasına rağmen meşhur olmamasının sebebini izah zordur. Serrâc ve eserini ilim dünyasına tanıtan İngiliz müsteşrik R. A. Nicholson'dır. Onun ardından Serrâc ve eseri hakkında bazı çalışmalar yayınlanmıştır. Bir kaç tanesini şöyle zikredebiliriz:
1. Reynold Alleyne Nicholson, Introduction The Kitap al-Luma' fi't-Tasavvuf of Abu Nasr, ( Leiden, 1914; London, 1963 ) el-Lüma'ın tahkikli neşri ile birlikte Serrâc'ın hayatı hakkında girişte bilgi vermektedir. Sahasında yapılan ilk çalışma olması bakımından önemlidir. Yapılan bu ilk neşirde eser hakkında uzunca bir değerlendirme yer almaktadır. Ancak Nicholson'un da belirttiği gibi bu neşirde beş bab eksiktir.
2. A. J. Arberry, Pages From The Kitab al-Lüma' of Abu Nasr al-Serraj, ( London 1947 ). Adından da anlaşılacağı gibi Arberry bu eserde Nicholso'un neşrinde eksik bulunan beş bablık bölümü Bankipore (825) nüshasından tahkik ile tamamlamıştır. Böylece el-Lüma' ayrı iki kitap hâlinde de olsa tamamıyla yayınlamış oldu.
3. Abdulhalim Mahmud ve Tâhâ Abdulbaki Surûr, el-Lüma'. Nicholson'un neşrinde eksik olan beş bölümü tamamlayarak neşretmişlerdir. Böylece eser ilk defa bir arada tam olarak basılmış oldu. ( Kahire 1960 )
4. Abdulkerim Zuhur Adi, "Ebû Nasr Serrâc ve Kitabu'l-Lüma'" Mecelletü'l-Lugati'l-Arabiyye, ( Dımışk 1982, c. 57, sy.1-2, ss. 35-91. ) Makalede Serrâc ve eseri genişçe tanıtılmıştır.
5. Richard Gramlich tarafından Schlaglichter Über Das Sûfîtum, The Kitab al-Lüma' adıyla tahkikli bir neşir ve Almanca tercümesi yayınlanmıştır. ( Stuttgard 1990 )
6. Abdulhamid Medkür, Ebû Nasr es-Serrâc es-Sûfî, Mevsuatu'l-Hadareti'l-İslâmiyye, ( Amman 1993 ). Ansiklopedi maddesidir.
7. Ahmed Subhi Furat, "Tasavvuf Edebiyatında Kaynak Bir Eser el-Lüma' Fi't-Tasavvuf", İslâmî Edebiyat dergisi, İstanbul 1993, Nisan-Mayıs-Haziran, ss. 25-28. Bu sahada yayınlanan ilk Türkçe makale olması bakımından önemlidir.
8. Pir Muhammed Hasan tarafından el-Lüma' Urduca'ya tercüme edilerek yayınlanmıştır. (Pakistan1994)
9. P. Lory, "al-Sararj", The Encyclopaedia of İslâm ( Leiden 1995 ), IX, ss. 65-66. Milli Eğitim Bakanlığı'nca basılan İslâm Ansiklopedisi'nin Türkçe neşrinde Serrâc maddesi bulunmamaktadır. İngilizce yeni neşirde Serrâc'a yer verilmiş, gerek kendisi gerek eseri kısaca tanıtılmıştır.
10. Abdulillah Deniz, Ebu Nasr Serrâc ve Kitabu'l-Luma', Yüksek Lisans tezi, (Bursa 1992). Tez danışmanı Prof. Dr. Mustafa Kara. Çalışmayı bizzat görme imkânımız olmadı.
11. Hasan Kamil Yılmaz, el-Lüma' İslâm Tasavvufu, Tasavvufla ilgili Sorular ve Cevaplar, İstanbul 1996. Eser iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Serrâc'ın kısaca hayatı ve el-Lüma'ın Türkçe tercümesi bulunmaktadır. Böylece ilk defa eser Türkçe'ye tercüme edilmiş oldu. İkinci bölümde ise Tasavvuf ve tarikatlarla ilgili değişik zamanlarda sorulan sorulara yazar tarafından verilen cevaplar yer almaktadır. Bu hâliyle eser, klâsik bir tasavvuf kitabına ek olarak her kesimden insanın yararlanabileceği, günümüzde tasavvufla ilgili ortaya atılan sorulara kısa da olsa cevap bulabileceği bir hâle getirilmiş ve faydası arttırılmıştır.
El-Lüma'ın Yazılış Nedeni ve Metodu
Serrâc eserinin birinci bölümünün girişinde kitabı yazma nedenini şöyle açıklıyor: "Birisi benden "tasavvufun ve sûfîlerin yolunun ne olduğunu ve halkın mutasavvıflar hakkındaki farklı yorumlarının sebeplerini" sordu. Zira sûfîler hakkında halkın bazısı ifrata varacak düşünceler öne sürerek onları yüce mertebelere çıkarmakta; bazısı onları, normal ölçülerin dışına çıkarak, küçümsemekte; bir grubu onları cehaletine aldırmayan oyun ve eğlence düşkünü kişiler olarak görmekte; bir başka grup ise zühd ve takva ehli, yün giyen, konuşma ve giyime önem vermeyen kişiler olarak değerlendirmektedir. Diğer bazıları ise bu konuda daha da ileri giderek sûfîleri zındıklık ve sapıklıkla itham edecek dereceye varmaktadır. Soru soran zat benden bu görüşlerin hangisinin doğru olduğunu, bunların kitap, sünnet, ashab ve tabiîn ahlâkı ile salihlerin âdâbına uygun olan usullerini açıklamamı istedi. Bu yüzden ben sözlerimi kitap ve sünnete bağlı olarak açıklayıp hakkın hakk olarak ortaya çıkmasını, batılın ortadan kalkmasını, ciddinin gayr-i ciddiden, sağlamın sakattan ayrılmasını ve her şeyin yerini bulmasını istedim. Çünkü tasavvuf dinî ilimlerden biridir."
Mukaddimesinde ise şöyle diyor: "İstihare ederek tasavvuf ehlinin yol ve sözlerinin anlamı, metotları ve görüşlerinin temeli ile ilgili bir eser yazmaya karar verdim. Sûfîlere ait haberleri, şiirleri, makamları, hâlleri ve hakikatlarına ulaşılması zor ibareleri bölümler hâlinde anlatan bir eser derledim. Eserin her bölümünde sûfîlere ait nükteler, bilgiler, fikir ve görüşlerinden parıltılar (lüme' [lem'alar]) sundum." Böylece Serrâc, kitabına vermiş olduğu ismin de ne anlama geldiğini belirtmiş oluyor. Yazarın parıltı, şırılltı, ışık saçma, işaret etme, (ötreli olursa) kurumaya yüz tutmuş bitki veya çiçek demeti, taife, parça, gizli ve kapalı işaret gibi anlamlara gelen lem'a kelimesinin sözlük anlamını kastettiğini söylemek mümkündür. Ancak tasavvuf ehlinin kullanmış olduğu levami' kavramına da işaret etmiş olması düşünülebilir. Onlara göre levaih, tevali ve levami' yakın anlamlarda kullanılan kelimelerdir. Aralarında önemli fark yok gibidir. Bu üç istılah, kalp ile yükselme hâlinde olan, fakat devamlı olarak marifet güneşi tarafından aydınlatılmayan başlangıç durumundaki mübtedilerin sıfatlarını ifade eder.
Daha sonra kendi döneminde ortaya çıkan bir durumdan şikayet etmektedir. "Sûfîlerin ilimlerine dair söz söyleyenler pek çoğaldı. Sûfîlere benzemek isteyenler, tasavvûfî konularda işaret yoluyla konuşanlar hayli arttı. Bu gruplardan her birinin kendilerine ait ibarelerle yazılmış eserleri vardır. Ancak bunların hepsini güzel saymak mümkün değildir. Çünkü meşayıhın bu konuda söz söyleyen ilk büyükleri, dünya ile olan başlarını koparmadan, nefislerini mücahede, riyazet ve vecdle öldürmeden konuşmamışlardır. Dünyaya arkalarını çevirip Hakk'ın dışında her şeyden soyutlanmışlar, ilme sarılıp amelde tahkik ehlinden olmuşlar ve böylece ilim, hakikat ve ameli birleştirdikten sonra söz söylemişlerdir." Serrâc, herkesin her şey hakkında, özellikle de din hakkında kendisini yetkili saydığı ve ölçüsüz bir şekilde konuştuğu günümüzü görseydi kim bilir neler söylerdi?
Serrâc, kendinden sonra hakkında araştırma yapacak kişilerin, "sadece nakilde bulunmuş, kendi görüşünü hiç belirtmemiş, dolayısıyla orijinal bir şey yapmamış" diyenlerin olacağını tahmin ederek onlara şu cevabı veriyor: "Çağımızdaki bazı âlimlerin düştüğü hataya düşmemek için daha çok ilk mutasavvıfların görüş ve sözlerini nakletmeyi tercih ettim. Zira asrımızda yaşayan bazı alimler, tasavvûfî manalardan söz söyledikleri veya kendilerine bir şeyler izafe ettiklerinde bu hakikatlerden çok uzaktırlar. Onlar ilk sûfîlerin söz, hâl ve vecdlerini farklı bir şekilde süsleyip kendilerine izafe ederek halk arasında mevki ve itibar kazanmayı amaçlarlar. Böyle kötü niyet taşıyanların hasmı Yüce Allah'tır. Allah hesaba çekici olarak yeter. Çünkü Allah onlara bir emanet vermiş, onlar bu emanete hıyanet etmişlerdir."
Bu ifadelerden, tasavvuf ilmi hakkında konuşacak veya eser yazacak kişilerin şu noktalara dikkat etmesi gerektiği anlaşılmaktadır:
1. İslâmî ilimleri kapsamlı bir şekilde öğrenmek, öğrendiği ilimle amel etmek, ilim ve amelin inceliklerine, gizli sır ve işaretlerine vakıf olacak bir manevî seviyeye çıkmak, ki bu da tasavvufî tecrübeden ibarettir.
2. Bir konuda önceki alimlerin söz ve izahları varsa, onları özenle olduğu gibi aktarmak, tefsir ve tevillerle, belki de söyleyenin kastetmediği anlamlar yüklememek. Onların sözlerini ya aynen ya da başka kılıflarla kendisine mal etmek, kendi duygu ve müktesebatı imiş gibi ortaya sürmek, ilmî haysiyetle bağdaşmadığı gibi emanete hıyanet sayılır.
3. İmkânlar ölçüsünde âyet ve hadisler ışığında konuları açıklamak, onlardan deliller getirmek; daha sonra da geçmiş salih ve âlim kişilerin söz ve davranışlarını aktarmak sonra da gerektiği yerde şerh mahiyetinde kendi görüş ve müktesebatını kaydetmek gerekir.
El-Lüma'ın Kaynakları
El-Lüma' incelendiğinde Serrâc'ın bir çok ilim merkezini dolaştığı ve bir çok âlimden dersler aldığı anlaşılmaktadır. Örneğin uğradığı ilim merkezleri arasında Bağdat, Basra, Tüster, Tebriz, Dımışk, Antakya, Trablus, Sur, Remle, Mısır ve Dimyat'ı saymaktadır. Bunlar münasebet düştükçe söz edilen şehirlerdir. Ancak bu şehirler, Mısır'dan Horasan'a o günün İslâm coğrafyasının sınırlarını çizmektedir. Dolayısıyla Serrâc'ın dolaştığı coğrafyanın genişliğini göstermeye kafîdir.
Bu gezi ve ziyaretleri sırasında bir çok âlimle görüşüp onlardan yararlanması tabiîdir. Nitekim kitabında, münasebet düştükçe, kendilerinden ders aldığı üç yüz alim ve şeyhin adını anmaktadır. Eğer, "aktardığım söz ve bilgilerin senetlerinin çoğunu hafzettim" metoduna uygun davranmasaydı, şüphesiz başka isimler tespit etmemiz de mümkün olacaktı. Âyet, hadis, sahabe, tabiîn ve ilk dönem zahidlerin söz ve davranışları dışında, yazılı eser ve belgelerinden yararlandığı âlim ve şeyh sayısı ise yüz ellidir. Özellikle Irak bölgesi âlimlerinden çok aktarmalar yapmaktadır. Eserinin bir çok yerinde bu türden sözlere rastlamak mümkündür: "Mekki'nin Kitabu'l-Müşahede'de işaret ettiği üzere," "Ca'fer el-Huldî'nin hattı olduğunu zannettiğim eserde buldum," "Ebû Said Ahmet b. İsa el-Harraz'a gelince, Kitabu's-Sır adlı eserinde dile getirdiği ifadelerden ötürü âlimlerden bir grup onu reddetmiş ve küfürle itham etmişlerdir," "Vecd adlı eserinde Ebû Said şöyle dedi," "kendisine okuduğum metinlerde Ca'fer el-Huldî bana şöyle haber verdi," vs. el-Lüma'da, verilenlerin dışında da bazı eserlerin adları geçmektedir.
Bütün bunlar Serrâc'ın, ilmî yolculuklarını yaptıktan sonra yani ömrünün sonlarında eserini kaleme aldığını gösterdiği gibi, sözlü kültürün yanı sıra geniş bir yelpazede yazılı eser ve belgelere dayandığını da göstermektedir. Elbette bunlara bir mutasavvıf olan Serrâc'ın kendi keşf ve varidatını da eklemek mümkündür.
El-Lüma'ın Ana Konuları
Ana bölümler ve onların altında yan başlıklarla ayrılmış tali bölümlerden meydana gelen el-Lüma', kendi içinde mantıkî ve ilmî bir bütünlük oluşturmaktadır. Eserde işlenen ana konuları şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Mukaddime. Kitabın yazılış gayesi ve metodunu açıklar.
2. Bir İlim Olarak Tasavvuf. Tasavvufun hadis ve fıkıh ilminden bağımsız bir ilim olduğunu açıklamakta, hâl ve makamları ele almaktadır.
3. Tasavvuf ilminin Metodu ve İstinbat Yolu. Dinî konuları anlama ve Kur'ân'a uyma, üsve-i hasene olarak Hz. Peygamber'e uyma, istinbat ve sahabe örnekliği anlatılmaktadır.
4. Tasavvufta Edep. Yazma âdâbı dahil tasavvuf ehlinin seyr ü sülükleri ve hayatları boyunca uymaları gereken âdâp ve pratikler incelenmektedir.
5. Tasavvufun Anlaşılması Güç ve Tartışılan Konuları. Üzerinde tartışma olan konularla birlikte farklı cevaplar verilen sorular, sema', vecd, keramet vb. konulara açıklık getirilmiştir.
6. Tasavvuf Dili. Tasavvuf ehlinin kullandığı değişik kavram ve terimler açıklanmıştır.
7. Değişik şekilde kullanılan kavramların asıl anlamlarıyla izahı, örneğin Şatahat türünden olan bazı söz ve kelimelerin ne anlama geldiğinin izahı ve şeriatla çelişmezliği tartışılmıştır.
8. Tasavvufun özüne dahil olmayan yanlışlık ve sapmaların reddi, örneğin tasavvuf ehlinin kabul etmediği bazı şatahat türü sözler, bazı uygulamalar ve açıklamalar incelenmiştir.
El-Lüma'ın Tesirleri
Serrâc'ın eseri her nedense diğer tasavvuf klâsikleri kadar yaygın bir alana yayılma imkânı elde edememiş, üzerinde şerh, talik ve ihtisar gibi çalışmalar yapılmamış, hatta XX. asrın başına kadar neredeyse meçhul kalmıştır.
El-Lüma' ile birlikte ilk tasavvuf klâsikleri sayılan et-Ta'arruf ve Kûtu'l-Kulûb'un müellifleri, Serrâc ile çağdaş olduklarından eserlerinde, el-Lüma' ve müellifinden bahsetmezler. Kuşeyrî ve Hucvirî ise Serrâc'ın biyografisine yer vermeseler bile, eserinden alıntılar yapmışlardır. Mesela Kuşeyrî 76, Hucvirî ise 83 yerde ondan alıntılar yapmaktadırlar. Gazzalî, İhya adlı eserinde bazen ismini anarak, bazen ismini anmadan alıntılar yapmıştır. Özellikle sema ve vecd bahsini işlerken el-Lüma'a atıfta bulunmuştur. Diğer bir tasavvuf klâsiği olan Avârifü'l-Mearif'te de el-Lüma'a atıflar vardır. Nitekim Sühreverdî eserinin 22, 32, 37, 38 ve 40'ıncı bölümlerinde el-Lüma'dan alıntılar yaparak yararlanmıştır.
Serrâc'ın etkisinin en bariz şekilde görüldüğü eser Ebû Abdurrahman es-Sülemî'nin Galatu's-Sûfiyye adlı eseridir. Eserin muhakkiki Abdülfettah Ahmed'in belirttiği gibi, bu risâle geneli itibariyle el-Lüma'ın aynı başlığı taşıyan bölümünün kopyası gibidir. Sûfîlerin kendi kendilerini tenkit etmeleri konusunu işlerken Abdurrahman Bedevî, hem Serrâc'a hem de Sülemî'ye işaret etmiştir. Arberry de aynı konuya ilişkin bir makale yazarak Abdurrahman Bedevî'den önce bu gerçeğe dikkat çekmiştir. Sülemi Tabakatu's-Sûfiye adlı eserinde ise, ona ayrı bir bölüm açmamasına rağmen 124 yerde ondan bahsetmekte ve alıntılar yapmaktadır.
Diğer taraftan Serrâc'ın çağına yetişmiş olan Ebû Saîd el-Hargüşî (406/1015)'nin Tehzibü'l-Esrar adlı eseri, konu ve bab başlıkları itibariyle el-Lüma'ın aynı gibidir. Hatta bu yüzden Tehzibü'l-Esrar'la ilgili bir makale yazan Arberry, işi bir az da ithama vardırarak şunları söylemektedir: "el-Lüma'dan aynen aktarılmış tarihî yağmacılığın şahitlerinden biri..." Gerçekten iki eser muhtevası ve ana başlıkları açısından karışlaştırıldığında bu benzerlik görülmektedir.
Ancak Serrâc'ın asıl etkisi, tasavvuf ilmini, diğer İslâmî ilimler gibi ama onlardan ayrı bir ilim olarak değerlendirip işlemesi, tarifini yapması, delillerini zikretmesi, sınırlarını çizmesi, konularını belirleyip tertip etmesi, adeta ona bağımsızlığını kazandırmasında ortaya çıkmaktadır. Nitekim daha sonraki müelliflerin onu bu noktada taklid ettiklerini ve yolunu takip ettiklerini söylemek mümkündür. Tespit edebildiğimiz kadarıyla şu cümleleri ilk defa Serrâc yazmıştır: "İlimler çeşitlidir. Din ilmi de üç çeşittir. Kur'ân ilmi ( daha sonra buna fıkıh diyecektir ), sünnet ilmi ve iman hakikatleri ilmi. Bu üç ilim, bu üç grup arasında dolaşır. Bunlar Allah'ın âyetlerinden Resûlü'nün sünnetinden ve veli kullarının kalplerine düşen hikmetlerden oluşur. Bunun da aslı iman hadisi ( Cibril hadisi )'dir. (...) Bu sınıflardan ( hadisçi, fıkıhçı ve sûfî ) her birinin ilim, amel, hâl ve hakikat yönünden bir takım şeklî esasları olduğu gibi, anlam açısından da kendilerine göre bir takım terimleri, kavramları ve yorumları vardır. İlimleri bu özellikleriyle bilenler o sahada âlim, bilmeyenler ise cahil sayılırlar."
Serrâc'ın tespitlerine göre, tasavvuf alimlerinin diğerlerinden farklı bazı özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür
1. Mutasavvıf, kendisiyle ulaşmak istediği hedef arasına girecek her şeyden ilgisini keser ve yüz çevirir. Hedef ve gayesi ise sadece Allah'tır. Bu yolda dünyaya karşı zahid davranma, nefse muhalefet etme ve zevklerinden yüz çevirme, mücahede etme ve heva-i nefse karşı çıkma gibi metotlar uygular.
2. Cenab-ı Hakk'a huzurlu bir kalb ve tam bir huşu ve yoğunlaşma ile ibadet edebilmek için, iç âlemini sakinleştirir, bütün güzel duygularını işletir, sırlara kulak kabartır.
3. Sonra diğer âlimlerde olmayıp Allah'ın onlara bahşettiği bazı hâller, yükseldikleri bazı makamlar vardır.
4. Ayrıca onlar, marifet elde etme, inceliklerine vakıf olma, nefsi ve emrettiklerini, riya, gizli arzular, gizli şirk vb. durumları tanıma ve onlardan kurtuluş yolunu bulma konusunda hırslıdırlar.
5. Diğer alimlere müşkil gelen bazı manaları keşf edip ortaya çıkarma, istinbat etme metotları da bulunmaktadır. Bu durum, ibarede gizli, işaret şeklinde bulunan, ciddi bir teksif isteyen latife ve nükteler şeklindedir. Bunlar ibadetin hakikatı, ihlâs, değişik hâller, makamlar, sırlar, ma'rifet dereceleri vs. konuları içerir.
Ebû Nasr Serrâc Tûsî'den ...
"'Allah kendisinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka tanrı olmadığına doğruca şahitlik ettiler.' ( Âl-i İmran / 18 )
Peygamber (s.a.v.)'in 'Âlimler peygamberlerin varisleridir.' buyurduğu rivayet olunmaktadır. Benim düşünceme göre, Allah bilir ama, âyette geçen 'doğruca şahitlik eden ilim erbabı' peygamber vârisi olmaya lâyık kimselerdir. Çünkü onlar, Kitabullah'a sarılan, Rasûlullah'a uyan, ashab ve tâbiînin yoluna giren, takva ehli sâlih kişilerin usûlünü benimseyen kimselerdir. Bunlar da üç gruptur: Hadisçiler, fıkıhçılar ve tasavvuf erbâbı. İşte bu üç grup, Allah'ın vahdaniyetine şahitlik eden ve peygamber vârisi olmaya lâyık olan kimselerdir.
İlimler çeşitlidir. Din ilmi de üç türlüdür. Kur'ân ilmi, sünnet ilmi, iman hakikatları ilmi. Bu üç ilim, bu üç grup arasında dönüp dolaşır. Bu üç ilim, Allah'ın âyetlerinden, Rasûlü'nün sünnetlerinden ve velî kullarının kalplerine düşen hikmetlerden oluşur. Bunun da aslı iman hadisidir ki Cibrîl'in Peygamberimiz'e 'İslâm'ı, imanı ve ihsanı sorduğu' hadis-i şeriftir. İslâm zâhirdir, iman zâhir ve bâtındır. İhsan ise zâhirin de bâtının da hakikatidir. Onu da Cenâb-ı Peygamber (s.a.v.) şöyle tanımlamıştır: 'İhsan, Allah'ı görüyormuşçasına kulluk etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da O seni görüyor.'"
- Bu yazı çeşitli kaynaklardan derlenmiştir.
..:: 1 ::..
Yazar : Ebu Nasr Serrac Tusi
Abdulhakim YÜCE
Doç. Dr., Yüzüncü Yıl Ü. İlâhiyat Fakültesi
Serrâc ve el-Lüma' Adlı Eseri
Tasavvuf, ilk önce İslâmî bir inanış ve düşünüş şekli olarak ortaya çıktı. Kökü ve tohumu, birinci asırda bütün İslâm âlemine hakim olan zühd hareketinin içinde mevcuttur. Bu asırdaki zühd anlayışı dünyadan ve dünya nimetlerinden yüz çevirmek, dinî konularla titizce ilgilenmek, şeriatın emirlerine harfiyen riayet etmek esasına dayanıyordu. Âbid ve zahidlerin ulaşmak istedikleri gaye, Allah'ın rızasını kazanarak O'nun azabından kurtulmaktı.
II./IX. asrın ikinci yarısında zahidler arasından zuhûr eden bazı şahıslar, dünyayı terk ve nefs riyazeti bakımından çağdaşlarından farklı bir hayat yaşamaya başladılar. Bunların özel bir isim almaları âdeta kaçınılmaz olmuştu. Bazı âlimlere göre giyindikleri yünden yapılmış ve kaba dokunulmuş elbiseler göz önüne alınarak bunlara mutasavvıfa veya sûfiye adı verildi. Bunların tasavvufu, bir parça mübalağa ile ilk çağdaki zahidler mesleğinin ve zühd anlayışının uzantısından ibaretti.
III./X. asırda yaşamış olan mutasavvıfların sözleri üzerinde dikkatle duranlar, tasavvuf kavramında fikrî bir değişmenin ortaya çıkmaya başladığını da tesbit edebileceklerdir. Gerçekten de bu dönemde sûfîlerin sözlerinde yeni fikirler, özel tabir ve ıstılahlar zuhur etmiştir. Bunlardan bazıları tasavvufun nazarî yönü ile ilgili olup tasavvuf yolunun işaretlerini tesbit, makam ve hâlleri tertip gibi hususlardır. Diğer bazıları da nefsî ve vicdanî, yani psikolojik olup Allah'ta fani olmak, masivayı yok saymak vb. hususlardır. Bu arada bazı şahıslarda şöyle fikirler de görülmeye başlanmıştı: "Şer'î hükümlerin ruhu ve batını şekilden ve sûretten daha önemlidir; niyet amelden önce gelir; sünnet farzdan hayırlıdır; taat ve kulluk ibadetten hayırlıdır." Bu ve benzeri sözler o zamanki bazı insanların dikkat kesilmelerine neden olmuştu. Özellikle fıkıhçılar bu sözleri İslâm cemiyeti için tehlikeli sayıyor, bazen sûfîleri bid'at çıkarmakla, bazen de küfür ve ilhadla itham ediyorlardı. Dolayısıyla üçüncü asır, sûfîlerle fıkıhçıların fikrî çatışmalarının başlangıcı sayılır. Aralarındaki çekişmenin temel nedeni şu idi: İslâm'ın ilk dönemlerinde şer'î hükümler rivayet yoluyla alınır ve öğrenilirdi. Bir meselenin ibadet, inanç veya muamelatla ilgili olması bu bakımdan farklı bir durum meydana getirmezdi. Çok geçmeden müslümanlar dinî konuları araştırma ve tartışmaya, illetlerini ilmî metotlarla incelemeye koyuldular. Araştırılan ve tartışılan konuları bir ilim hâlinde tertip ve tanzim ettiler. Neticede de fıkıh ilmi doğdu. Bu ilim öyle bir rağbet gördü ki, halk onunla meşgul olmayı ve onunla amel etmeyi dinin gayesi zannetti.
Diğer taraftan adları yeni konulmaya başlanan tasavvuf ehlinin bazı dinî konular hakkında kendilerine has görüşleri vardı. Onlara göre fıkıhçıların örfünde din, bütünüyle bir merasim, hayatiyeti ve ruhaniyeti olmayan bir kaideler toplamı hâline gelmiştir. Oysa dinî kemâlin zahirî anlamlardan çok batınî, içe dönük anlamlarda araştırılması gerekir. Tasavvuf ilminin ortaya çıkışı bir yönüyle bu anlayışın eseridir. Neticede şer'î ilim, biri zahir diğer de batın olmak üzere ikiye ayrılmış oldu. Tabiîdir ki, görüş açıları farklı olan iki zümre arasında zamanla ihtilaflar ortaya çıkacaktır. Nitekim çok geçmeden fıkıhçılar sûfîlere tepki göstermeye başladılar. Hatta bazıları zındık, kafir ve mülhid olmakla itham edildiler. Bu ithamlar bazı sûfîlerin mahkemelere çıkarılmasına, bazılarının değişik cezalar almasına hatta idam edilmesine sebep oldu. Başdat'ta Gulam Halil Fitnesi sûfîlerin çekmiş olduğu sıkıntıların son haddine vardığını gösterdi.
Bu taassubun sonucu olarak büyük sûfîler Kur'ân, Hadis ve aklî ilimlere daha çok önem vermeye, eser tasnif ve telifiyle meşgul olamaya ve kendilerini kitapla savunmaya başladılar. İşte tasavvuf bu sıralarda müdevven ve muntazam bir ilim hâline geldi. IV. asırda tasavvufî makamlar, mücahedelerin çeşitleri ve bunlardan doğan zevk ve vecd hâlleri konusunda eserler telif edilmeye başlandı. Mütekâmil İslâm tasavvufunun esas ve kaideleri bu asırlarda (III. ve IV. asırlar) yaşamış olan sûfîler tarafından konulmuş, tamamlanması için her sûfî elinden geleni yapmış, böylece sağlam temeller üzerine kurulan İslâm tasavvufu zamanımıza kadar gelebilmiştir. İşte bu dönemde kısaca anlatmaya çalıştığımız gayelerle yazılan eserlerden biri de Serrâc'ın el-Lüma' adlı eseridir. Bu yazımızda kısaca bu eser ve müellifinden söz etmek istiyoruz.
Ebu Nasr Serrâc'ın Hayatı
Serrâc, tasavvuf klâsiklerinin ilki sayılan el-Lüma' isimli bir eser kaleme almış olmasına rağmen, hakkında kaynaklarda verilen bilgiler yok denecek kadar azdır. Sûfî tabakat müellifleri, sözleri ve menkıbeleri ile halk arasında ünlenmiş sûfîlere eserlerinde sayfalarca yer ayırdıkları hâlde eser sahibi sûfîlere her nedense pek yer vermemişlerdir. Belki de onlara göre tabakâtta yer alabilmek için sûfînin, büyük bir veli, kutup, gavs veya o seviyede bir kişi olması gerekirdi. Serrâc'ı bu yönüyle o seviyede görmemiş olabilirler. Serrâc, Kelabazî, Sülemî, Kuşeyrî, Hucvirî, Sühreverdî vb. şahıslar birer tasavvuf tarihçisi olarak görülmüş ve o şekilde değerlendirilmiş olabilirler.
Ayrıca Serrâc vb. şahıslar mezhep ve fırka açısından tarafsız davranmış, mezhebî tartışmalardan uzak durmuş, hatta mezhepler üstü bir anlayışla meselelere yaklaşmış olduklarından ötürü de bazı tabakât kitaplarında yer bulamamış olabilirler.
Kaynaklarda Ebû Nasr Serrâc ile ilgili bilgileri kronolojik olarak şöyle sıralayabiliriz:
1. Ebû Abdurrahman Sülemi (412/1021), Tabakatu's-Sûfiyye'de yüzden fazla yerde Abdullah b. Ali b. Muhammed Yahya Ebû Nasr es-Serrâc adıyla nakilde bulunduğu ve Galatu's-Sûfiyye adlı eserini, el-Lüma'ın aynı adı taşıyan bölümünden ufak tefek değişikliklerle aynen aktardığı hâlde, eserinde onun hayatına yer vermemiştir. Nûreddin Şeribe'nin de belirttiği gibi Serrâc, Sülemî'nin hocaları arasında yer aldığı hâlde Tabakatu's-Sûfiyede hayatının bulunmaması şaşırtıcıdır. Ancak bu hayretimizi izale edecek bilgiye Zehebî'nin Tarihu'l-İslâm'ında rastlıyoruz. Zehebî, Sülemî'den naklen şunları söylemektedir:
"Ebû Nasr Zühd ehlindendir. Fütüvvet ve sûfî edebiyatı konusunda bölgesinin önderiydi. Şeriat ilmine bağlı bir sûfî idi. Tasavvuf şeyhlerinin günümüzdeki bakiyyelerinden biridir. Receb 378/Ekim 988 yılında öldü. Babası da secde hâlinde iken ölmüştür."
Zehebî'nin bu sözlerine kaynak olduğu tahmin edilen Sülemî'nin Tarihu's-Sûfiye adlı eseri bu güne ulaşmamıştır.
2. Abdulkerim Kuşeyri (465/072), er-Risale adlı meşhur eserine seksen üç zahid-sûfînin terceme-i hâlini almış, her nedense Serrâc'a özel yer ayırmamıştır. Ancak eserinde pek çok yerde Abdullah b. Ali et-Teymî adıyla Ebû Nasr Serrâc'tan nakillerde bulunmaktadır. Bu nakillerin el-Lüma'dan alınmış bilgiler olduğu görülmektedir. Kuşeyrî'nin Risale'sinden başka yerde, Serrâc'ın et-Teymî nisbesiyle anılmaması da ilginçtir.
3. Ebu'l-Hasan Ali b. Osman Hucvirî (465/1072)'nin Keşfu'l-Mahcup adlı eserinde de Serrâc'ın hayatına dair özel bir bölüm yoktur. Ancak iki yerde menkıbesine rastlanmaktadır. Bunlardan biri sohbet âdâbı bölümünde diğeri ise oruç bahsindedir.
4. Muhammed b. Münevver (VI./XII. yy.) Esraru't-Tevhid fi Makamati'ş-şeyh Ebû Said adlı Farsça eserinde şu bilgileri vermektedir: Şeyh Ebu'l-Fadl Hasan, Serrâc'ın müridi, şeyh Ebû Said Ebu'l-Hayr'ın da şeyhidir. Böylece Ebû Nasr, Ebû Said'in şeyhinin şeyhi olmaktadır. Eserde silsile Serrâc'tan yukarı doğru Ebû Muhammed Murtaiş, Cüneyd, Seri Sakatî, Ma'ruf Kerhî, Davut Tâî, Habib Acemî, Hasan Basrî ve Hz. Ali kanalıyla Hz. Peygamber'e ulaşmaktadır. Yine eserde Serrâc'ın "Tâvûsu'l-Fukara" lakabıyla anıldığı, Tûs'ta ikamet ettiği ve kabrinin de orada olduğu ifade edilmektedir.
5. Feriduddin Attar (628/1230) Tezkiretü'l-Evliya adlı eserinde Ebû Nasr Serrâc'a "Zeyl" bölümünde sayfa açmış, böylece Serrâc ilk defa bir sûfî tabakât kitabında yer almış olmaktadır. Vaktin şeyhi, imam-ı kamil ve temkin ehli, Tâvusu'l-Fukara lâkabının sahibi, ilimde kemâl sahibi, riyazet ve muamelede büyük bir şana sahip, şeyhlerin sözlerini şerh etmekte harika idi" denildikten sonra el-Lüma' adlı eserin müellifi olduğu, başta Seri ve Sehl olmak üzere bir çok şeyhi gördüğü ifade edilmektedir. Ancak gerek Seri (257/870) gerekse Sehl (273/886) ile görüşmesi tarihî açıdan mümkün değildir. Zira Serrâc 378/988 de vefat etmiştir.
6. Şemseddin Zehebî (748/1347) hem Tarihu'l-İslâm hem de el-İber fi Haberi men Gaber adlı eserlerinde Serrâc'tan bahs eder. Tarihu'l-İslâm'da verdiği bilgiler şöyledir: "Abdullah b. Ali b. Muhammed b. Yahya Ebû Nasr Tûsî, sûfî ve el-Lüma' müellifi Ca'fer Huldî, Ebû Bekir Muhammed b. Davud Dukkî, Ahmed b. Muhammed Saih'ten Hadis dinledi. Ebû Said Muhammed b. Ali Nakkaş ve Abdurrahman b. Muhammed Serrâc ve başkaları kendisinden rivayetlerde bulundu." el-İber'deki ifadeler de Tarihu'l-İslâm'dakilerin özetidir.
7. Ebû Muhammed Abdullah Yafi'î (768/1366) Mir'atü'l-Cinan adlı eserinde Serrâc'ın kitabının adını, herhâlde bir yanlış okuma neticesi Kitabu'l-Milh olarak vermektedir. Serrâc'tan söz eden diğer kaynaklarda yukarıda anlatılanların dışında, bir iki menkıbe hariç değişik bir bilgi bulunmamaktadır.
Yukarıda zikrettiğimiz kaynaklar ve kendi eserinden Serrâc'ın hayat çizgisi şöyle tesbit edilebilir: Müellifimizin tam adı Abdullah b. Ali b. Muhammed b. Yahya'dır. Künyesi Ebû Nasr, nisbesi Tûsî, lâkabı Tâvûsu'l-Fukara, şöhreti ise Serrâc'tır. Binek hayvanlarına eşer, başlık, hamut, kemer vb. şeyleri yapanların sanatı olan saraçlık, onun veya baba ve dedelerinin mesleği miydi? Kaynaklarda bu hususta her hangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak hemen her sûfînin alın teriyle geçinmek için bir meslek edindiği hesaba katılırsa, Ebû Nasr'ın saraçlık yapmış olabileceği düşünülebilir. Serrâc, bu gün İran sınırları içinde bulunan ve tarihte pek çok ilim ve fikir adamı yetiştiren Meşhed'in 100 km. kuzey batısındaki Tûs şehrinde doğdu. Kaynaklarda Serrâc'ın babası, ailesi ve eğitimiyle ilgili fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Zehebî'nin yukarıda da verdiğimiz Tarihu'l-İslâm adlı eserinde yer alan bilgilere göre, "Ebû Nasr Serrâc, bir zahitler ailesinden gelmekteydi. Kendisine bölgesinde fütüvvetin mümessili nazarıyla bakılmaktaydı. Tasavvuf ehlinin sözcüsüydü. Görüşlerinde şeriat bilgisine dayanan Serrâc, yaşadığı devirde şeyhlerin fakihi idi. Babası secde hâlinde vefat etmişti."
Bu rivayetler kısa ve sayıca az olmalarına rağmen bazı ip uçları vermektedir. Her şeyden önce Serrâc'ın, içinde zahidlerin yer aldığı bir aileden geldiği anlaşılmaktadır. Kendisine fütüvvetin mümessili nazariyle bakılması İslâm'ın istediği bir ruh hâletine sahip olduğunu düşündürüyor ki, bunun belirli özellikleri arasında başkalarını nefsinden üstün tutma, cömert olma, menfaat endişesi taşımama ve tehlikeler karşısında teenni ve sükûneti muhafaza etme bulunmaktadır. Mutasavvıfların sözcüsü konumunda olması, Serrâc'ın kalemi ve sözleriyle onları ve ilimlerini anlatışını ve yeri geldikçe müdafaa ettiğini göstermektedir. Nitekim el-Lüma' bunu açıkça ispatlamaktadır. Rivayette yer alan şeriat bilgisiyle İslâm Fıkhı kastedilmiş olmalıdır. Onun görüşlerinin temelinde bu bilginin yer alışı, tasavvuf sahasında sağlam bir zeminden hareket ettiğini göstermektedir. Bu son rivayet Serrâc'ın ciddi bir fıkıh öğrenimi gördüğünü de düşündürüyor.
Kaynaklar Serrâc'ın tasavvuf sahasındaki hocaları arasında Ca'fer el-Huldî, Ebû Bekir ed-Dukkî ve Ebû Muhammed Murtaiş'i zikrederler. Serrâc eseri el-Lüma'da Bağdatlı olan hocası Ca'fer el-Huldî'nin görüşlerini otuzu aşkın yerde zikreder. Bu rivayetlerin çoğu el-Huldî'nin diğer sûfîlerden naklettiği sözlerdir. Ancak dört yerde bu hocasından okuduğunu gösteren rivayetler yapar. Cüneyd'in talebesi olan el-Huldî'nin Bağdat'ta büyük bir irşad halkasına sahip olduğu ve Hadise olan hakimiyeti dolayısıyla sûfîlerin muhaddisi olarak tanındığı bilinmektedir. Serrâc diğer hocası Ebû Bekir ed-Dukkî'yi kitabının yirmi iki yerinde anar. Bunların arasında iki yerdeki rivayetler, bu hocasıyla Şam'da bir arada olduğunu gösterir. Murtaiş'den ise dört yerde söz eder ve nakillerde bulunur. Esraru't-Tevhid adlı eserde Serrâc'ın şeyhinin Murtaiş olduğu diğer iki zattan ise hadis dinlediği ifade edilmektedir.
Serrâc 378 hicri yılının Recep ayında (Ekim 988), doğduğu şehir olan Tûs'ta vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir.
Serrâc ve Eseri Üzerinde Yapılan Çalışmalar
Serrâc hakkında tarihî kaynaklardaki bilgilerin azlığı ve eserinin yaygın bir şekilde tanınmamış olması bir talihsizliktir. Eserinin şer'î ölçülere uygun bir tasavvufî çizgide olmasına rağmen meşhur olmamasının sebebini izah zordur. Serrâc ve eserini ilim dünyasına tanıtan İngiliz müsteşrik R. A. Nicholson'dır. Onun ardından Serrâc ve eseri hakkında bazı çalışmalar yayınlanmıştır. Bir kaç tanesini şöyle zikredebiliriz:
1. Reynold Alleyne Nicholson, Introduction The Kitap al-Luma' fi't-Tasavvuf of Abu Nasr, ( Leiden, 1914; London, 1963 ) el-Lüma'ın tahkikli neşri ile birlikte Serrâc'ın hayatı hakkında girişte bilgi vermektedir. Sahasında yapılan ilk çalışma olması bakımından önemlidir. Yapılan bu ilk neşirde eser hakkında uzunca bir değerlendirme yer almaktadır. Ancak Nicholson'un da belirttiği gibi bu neşirde beş bab eksiktir.
2. A. J. Arberry, Pages From The Kitab al-Lüma' of Abu Nasr al-Serraj, ( London 1947 ). Adından da anlaşılacağı gibi Arberry bu eserde Nicholso'un neşrinde eksik bulunan beş bablık bölümü Bankipore (825) nüshasından tahkik ile tamamlamıştır. Böylece el-Lüma' ayrı iki kitap hâlinde de olsa tamamıyla yayınlamış oldu.
3. Abdulhalim Mahmud ve Tâhâ Abdulbaki Surûr, el-Lüma'. Nicholson'un neşrinde eksik olan beş bölümü tamamlayarak neşretmişlerdir. Böylece eser ilk defa bir arada tam olarak basılmış oldu. ( Kahire 1960 )
4. Abdulkerim Zuhur Adi, "Ebû Nasr Serrâc ve Kitabu'l-Lüma'" Mecelletü'l-Lugati'l-Arabiyye, ( Dımışk 1982, c. 57, sy.1-2, ss. 35-91. ) Makalede Serrâc ve eseri genişçe tanıtılmıştır.
5. Richard Gramlich tarafından Schlaglichter Über Das Sûfîtum, The Kitab al-Lüma' adıyla tahkikli bir neşir ve Almanca tercümesi yayınlanmıştır. ( Stuttgard 1990 )
6. Abdulhamid Medkür, Ebû Nasr es-Serrâc es-Sûfî, Mevsuatu'l-Hadareti'l-İslâmiyye, ( Amman 1993 ). Ansiklopedi maddesidir.
7. Ahmed Subhi Furat, "Tasavvuf Edebiyatında Kaynak Bir Eser el-Lüma' Fi't-Tasavvuf", İslâmî Edebiyat dergisi, İstanbul 1993, Nisan-Mayıs-Haziran, ss. 25-28. Bu sahada yayınlanan ilk Türkçe makale olması bakımından önemlidir.
8. Pir Muhammed Hasan tarafından el-Lüma' Urduca'ya tercüme edilerek yayınlanmıştır. (Pakistan1994)
9. P. Lory, "al-Sararj", The Encyclopaedia of İslâm ( Leiden 1995 ), IX, ss. 65-66. Milli Eğitim Bakanlığı'nca basılan İslâm Ansiklopedisi'nin Türkçe neşrinde Serrâc maddesi bulunmamaktadır. İngilizce yeni neşirde Serrâc'a yer verilmiş, gerek kendisi gerek eseri kısaca tanıtılmıştır.
10. Abdulillah Deniz, Ebu Nasr Serrâc ve Kitabu'l-Luma', Yüksek Lisans tezi, (Bursa 1992). Tez danışmanı Prof. Dr. Mustafa Kara. Çalışmayı bizzat görme imkânımız olmadı.
11. Hasan Kamil Yılmaz, el-Lüma' İslâm Tasavvufu, Tasavvufla ilgili Sorular ve Cevaplar, İstanbul 1996. Eser iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Serrâc'ın kısaca hayatı ve el-Lüma'ın Türkçe tercümesi bulunmaktadır. Böylece ilk defa eser Türkçe'ye tercüme edilmiş oldu. İkinci bölümde ise Tasavvuf ve tarikatlarla ilgili değişik zamanlarda sorulan sorulara yazar tarafından verilen cevaplar yer almaktadır. Bu hâliyle eser, klâsik bir tasavvuf kitabına ek olarak her kesimden insanın yararlanabileceği, günümüzde tasavvufla ilgili ortaya atılan sorulara kısa da olsa cevap bulabileceği bir hâle getirilmiş ve faydası arttırılmıştır.
El-Lüma'ın Yazılış Nedeni ve Metodu
Serrâc eserinin birinci bölümünün girişinde kitabı yazma nedenini şöyle açıklıyor: "Birisi benden "tasavvufun ve sûfîlerin yolunun ne olduğunu ve halkın mutasavvıflar hakkındaki farklı yorumlarının sebeplerini" sordu. Zira sûfîler hakkında halkın bazısı ifrata varacak düşünceler öne sürerek onları yüce mertebelere çıkarmakta; bazısı onları, normal ölçülerin dışına çıkarak, küçümsemekte; bir grubu onları cehaletine aldırmayan oyun ve eğlence düşkünü kişiler olarak görmekte; bir başka grup ise zühd ve takva ehli, yün giyen, konuşma ve giyime önem vermeyen kişiler olarak değerlendirmektedir. Diğer bazıları ise bu konuda daha da ileri giderek sûfîleri zındıklık ve sapıklıkla itham edecek dereceye varmaktadır. Soru soran zat benden bu görüşlerin hangisinin doğru olduğunu, bunların kitap, sünnet, ashab ve tabiîn ahlâkı ile salihlerin âdâbına uygun olan usullerini açıklamamı istedi. Bu yüzden ben sözlerimi kitap ve sünnete bağlı olarak açıklayıp hakkın hakk olarak ortaya çıkmasını, batılın ortadan kalkmasını, ciddinin gayr-i ciddiden, sağlamın sakattan ayrılmasını ve her şeyin yerini bulmasını istedim. Çünkü tasavvuf dinî ilimlerden biridir."
Mukaddimesinde ise şöyle diyor: "İstihare ederek tasavvuf ehlinin yol ve sözlerinin anlamı, metotları ve görüşlerinin temeli ile ilgili bir eser yazmaya karar verdim. Sûfîlere ait haberleri, şiirleri, makamları, hâlleri ve hakikatlarına ulaşılması zor ibareleri bölümler hâlinde anlatan bir eser derledim. Eserin her bölümünde sûfîlere ait nükteler, bilgiler, fikir ve görüşlerinden parıltılar (lüme' [lem'alar]) sundum." Böylece Serrâc, kitabına vermiş olduğu ismin de ne anlama geldiğini belirtmiş oluyor. Yazarın parıltı, şırılltı, ışık saçma, işaret etme, (ötreli olursa) kurumaya yüz tutmuş bitki veya çiçek demeti, taife, parça, gizli ve kapalı işaret gibi anlamlara gelen lem'a kelimesinin sözlük anlamını kastettiğini söylemek mümkündür. Ancak tasavvuf ehlinin kullanmış olduğu levami' kavramına da işaret etmiş olması düşünülebilir. Onlara göre levaih, tevali ve levami' yakın anlamlarda kullanılan kelimelerdir. Aralarında önemli fark yok gibidir. Bu üç istılah, kalp ile yükselme hâlinde olan, fakat devamlı olarak marifet güneşi tarafından aydınlatılmayan başlangıç durumundaki mübtedilerin sıfatlarını ifade eder.
Daha sonra kendi döneminde ortaya çıkan bir durumdan şikayet etmektedir. "Sûfîlerin ilimlerine dair söz söyleyenler pek çoğaldı. Sûfîlere benzemek isteyenler, tasavvûfî konularda işaret yoluyla konuşanlar hayli arttı. Bu gruplardan her birinin kendilerine ait ibarelerle yazılmış eserleri vardır. Ancak bunların hepsini güzel saymak mümkün değildir. Çünkü meşayıhın bu konuda söz söyleyen ilk büyükleri, dünya ile olan başlarını koparmadan, nefislerini mücahede, riyazet ve vecdle öldürmeden konuşmamışlardır. Dünyaya arkalarını çevirip Hakk'ın dışında her şeyden soyutlanmışlar, ilme sarılıp amelde tahkik ehlinden olmuşlar ve böylece ilim, hakikat ve ameli birleştirdikten sonra söz söylemişlerdir." Serrâc, herkesin her şey hakkında, özellikle de din hakkında kendisini yetkili saydığı ve ölçüsüz bir şekilde konuştuğu günümüzü görseydi kim bilir neler söylerdi?
Serrâc, kendinden sonra hakkında araştırma yapacak kişilerin, "sadece nakilde bulunmuş, kendi görüşünü hiç belirtmemiş, dolayısıyla orijinal bir şey yapmamış" diyenlerin olacağını tahmin ederek onlara şu cevabı veriyor: "Çağımızdaki bazı âlimlerin düştüğü hataya düşmemek için daha çok ilk mutasavvıfların görüş ve sözlerini nakletmeyi tercih ettim. Zira asrımızda yaşayan bazı alimler, tasavvûfî manalardan söz söyledikleri veya kendilerine bir şeyler izafe ettiklerinde bu hakikatlerden çok uzaktırlar. Onlar ilk sûfîlerin söz, hâl ve vecdlerini farklı bir şekilde süsleyip kendilerine izafe ederek halk arasında mevki ve itibar kazanmayı amaçlarlar. Böyle kötü niyet taşıyanların hasmı Yüce Allah'tır. Allah hesaba çekici olarak yeter. Çünkü Allah onlara bir emanet vermiş, onlar bu emanete hıyanet etmişlerdir."
Bu ifadelerden, tasavvuf ilmi hakkında konuşacak veya eser yazacak kişilerin şu noktalara dikkat etmesi gerektiği anlaşılmaktadır:
1. İslâmî ilimleri kapsamlı bir şekilde öğrenmek, öğrendiği ilimle amel etmek, ilim ve amelin inceliklerine, gizli sır ve işaretlerine vakıf olacak bir manevî seviyeye çıkmak, ki bu da tasavvufî tecrübeden ibarettir.
2. Bir konuda önceki alimlerin söz ve izahları varsa, onları özenle olduğu gibi aktarmak, tefsir ve tevillerle, belki de söyleyenin kastetmediği anlamlar yüklememek. Onların sözlerini ya aynen ya da başka kılıflarla kendisine mal etmek, kendi duygu ve müktesebatı imiş gibi ortaya sürmek, ilmî haysiyetle bağdaşmadığı gibi emanete hıyanet sayılır.
3. İmkânlar ölçüsünde âyet ve hadisler ışığında konuları açıklamak, onlardan deliller getirmek; daha sonra da geçmiş salih ve âlim kişilerin söz ve davranışlarını aktarmak sonra da gerektiği yerde şerh mahiyetinde kendi görüş ve müktesebatını kaydetmek gerekir.
El-Lüma'ın Kaynakları
El-Lüma' incelendiğinde Serrâc'ın bir çok ilim merkezini dolaştığı ve bir çok âlimden dersler aldığı anlaşılmaktadır. Örneğin uğradığı ilim merkezleri arasında Bağdat, Basra, Tüster, Tebriz, Dımışk, Antakya, Trablus, Sur, Remle, Mısır ve Dimyat'ı saymaktadır. Bunlar münasebet düştükçe söz edilen şehirlerdir. Ancak bu şehirler, Mısır'dan Horasan'a o günün İslâm coğrafyasının sınırlarını çizmektedir. Dolayısıyla Serrâc'ın dolaştığı coğrafyanın genişliğini göstermeye kafîdir.
Bu gezi ve ziyaretleri sırasında bir çok âlimle görüşüp onlardan yararlanması tabiîdir. Nitekim kitabında, münasebet düştükçe, kendilerinden ders aldığı üç yüz alim ve şeyhin adını anmaktadır. Eğer, "aktardığım söz ve bilgilerin senetlerinin çoğunu hafzettim" metoduna uygun davranmasaydı, şüphesiz başka isimler tespit etmemiz de mümkün olacaktı. Âyet, hadis, sahabe, tabiîn ve ilk dönem zahidlerin söz ve davranışları dışında, yazılı eser ve belgelerinden yararlandığı âlim ve şeyh sayısı ise yüz ellidir. Özellikle Irak bölgesi âlimlerinden çok aktarmalar yapmaktadır. Eserinin bir çok yerinde bu türden sözlere rastlamak mümkündür: "Mekki'nin Kitabu'l-Müşahede'de işaret ettiği üzere," "Ca'fer el-Huldî'nin hattı olduğunu zannettiğim eserde buldum," "Ebû Said Ahmet b. İsa el-Harraz'a gelince, Kitabu's-Sır adlı eserinde dile getirdiği ifadelerden ötürü âlimlerden bir grup onu reddetmiş ve küfürle itham etmişlerdir," "Vecd adlı eserinde Ebû Said şöyle dedi," "kendisine okuduğum metinlerde Ca'fer el-Huldî bana şöyle haber verdi," vs. el-Lüma'da, verilenlerin dışında da bazı eserlerin adları geçmektedir.
Bütün bunlar Serrâc'ın, ilmî yolculuklarını yaptıktan sonra yani ömrünün sonlarında eserini kaleme aldığını gösterdiği gibi, sözlü kültürün yanı sıra geniş bir yelpazede yazılı eser ve belgelere dayandığını da göstermektedir. Elbette bunlara bir mutasavvıf olan Serrâc'ın kendi keşf ve varidatını da eklemek mümkündür.
El-Lüma'ın Ana Konuları
Ana bölümler ve onların altında yan başlıklarla ayrılmış tali bölümlerden meydana gelen el-Lüma', kendi içinde mantıkî ve ilmî bir bütünlük oluşturmaktadır. Eserde işlenen ana konuları şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Mukaddime. Kitabın yazılış gayesi ve metodunu açıklar.
2. Bir İlim Olarak Tasavvuf. Tasavvufun hadis ve fıkıh ilminden bağımsız bir ilim olduğunu açıklamakta, hâl ve makamları ele almaktadır.
3. Tasavvuf ilminin Metodu ve İstinbat Yolu. Dinî konuları anlama ve Kur'ân'a uyma, üsve-i hasene olarak Hz. Peygamber'e uyma, istinbat ve sahabe örnekliği anlatılmaktadır.
4. Tasavvufta Edep. Yazma âdâbı dahil tasavvuf ehlinin seyr ü sülükleri ve hayatları boyunca uymaları gereken âdâp ve pratikler incelenmektedir.
5. Tasavvufun Anlaşılması Güç ve Tartışılan Konuları. Üzerinde tartışma olan konularla birlikte farklı cevaplar verilen sorular, sema', vecd, keramet vb. konulara açıklık getirilmiştir.
6. Tasavvuf Dili. Tasavvuf ehlinin kullandığı değişik kavram ve terimler açıklanmıştır.
7. Değişik şekilde kullanılan kavramların asıl anlamlarıyla izahı, örneğin Şatahat türünden olan bazı söz ve kelimelerin ne anlama geldiğinin izahı ve şeriatla çelişmezliği tartışılmıştır.
8. Tasavvufun özüne dahil olmayan yanlışlık ve sapmaların reddi, örneğin tasavvuf ehlinin kabul etmediği bazı şatahat türü sözler, bazı uygulamalar ve açıklamalar incelenmiştir.
El-Lüma'ın Tesirleri
Serrâc'ın eseri her nedense diğer tasavvuf klâsikleri kadar yaygın bir alana yayılma imkânı elde edememiş, üzerinde şerh, talik ve ihtisar gibi çalışmalar yapılmamış, hatta XX. asrın başına kadar neredeyse meçhul kalmıştır.
El-Lüma' ile birlikte ilk tasavvuf klâsikleri sayılan et-Ta'arruf ve Kûtu'l-Kulûb'un müellifleri, Serrâc ile çağdaş olduklarından eserlerinde, el-Lüma' ve müellifinden bahsetmezler. Kuşeyrî ve Hucvirî ise Serrâc'ın biyografisine yer vermeseler bile, eserinden alıntılar yapmışlardır. Mesela Kuşeyrî 76, Hucvirî ise 83 yerde ondan alıntılar yapmaktadırlar. Gazzalî, İhya adlı eserinde bazen ismini anarak, bazen ismini anmadan alıntılar yapmıştır. Özellikle sema ve vecd bahsini işlerken el-Lüma'a atıfta bulunmuştur. Diğer bir tasavvuf klâsiği olan Avârifü'l-Mearif'te de el-Lüma'a atıflar vardır. Nitekim Sühreverdî eserinin 22, 32, 37, 38 ve 40'ıncı bölümlerinde el-Lüma'dan alıntılar yaparak yararlanmıştır.
Serrâc'ın etkisinin en bariz şekilde görüldüğü eser Ebû Abdurrahman es-Sülemî'nin Galatu's-Sûfiyye adlı eseridir. Eserin muhakkiki Abdülfettah Ahmed'in belirttiği gibi, bu risâle geneli itibariyle el-Lüma'ın aynı başlığı taşıyan bölümünün kopyası gibidir. Sûfîlerin kendi kendilerini tenkit etmeleri konusunu işlerken Abdurrahman Bedevî, hem Serrâc'a hem de Sülemî'ye işaret etmiştir. Arberry de aynı konuya ilişkin bir makale yazarak Abdurrahman Bedevî'den önce bu gerçeğe dikkat çekmiştir. Sülemi Tabakatu's-Sûfiye adlı eserinde ise, ona ayrı bir bölüm açmamasına rağmen 124 yerde ondan bahsetmekte ve alıntılar yapmaktadır.
Diğer taraftan Serrâc'ın çağına yetişmiş olan Ebû Saîd el-Hargüşî (406/1015)'nin Tehzibü'l-Esrar adlı eseri, konu ve bab başlıkları itibariyle el-Lüma'ın aynı gibidir. Hatta bu yüzden Tehzibü'l-Esrar'la ilgili bir makale yazan Arberry, işi bir az da ithama vardırarak şunları söylemektedir: "el-Lüma'dan aynen aktarılmış tarihî yağmacılığın şahitlerinden biri..." Gerçekten iki eser muhtevası ve ana başlıkları açısından karışlaştırıldığında bu benzerlik görülmektedir.
Ancak Serrâc'ın asıl etkisi, tasavvuf ilmini, diğer İslâmî ilimler gibi ama onlardan ayrı bir ilim olarak değerlendirip işlemesi, tarifini yapması, delillerini zikretmesi, sınırlarını çizmesi, konularını belirleyip tertip etmesi, adeta ona bağımsızlığını kazandırmasında ortaya çıkmaktadır. Nitekim daha sonraki müelliflerin onu bu noktada taklid ettiklerini ve yolunu takip ettiklerini söylemek mümkündür. Tespit edebildiğimiz kadarıyla şu cümleleri ilk defa Serrâc yazmıştır: "İlimler çeşitlidir. Din ilmi de üç çeşittir. Kur'ân ilmi ( daha sonra buna fıkıh diyecektir ), sünnet ilmi ve iman hakikatleri ilmi. Bu üç ilim, bu üç grup arasında dolaşır. Bunlar Allah'ın âyetlerinden Resûlü'nün sünnetinden ve veli kullarının kalplerine düşen hikmetlerden oluşur. Bunun da aslı iman hadisi ( Cibril hadisi )'dir. (...) Bu sınıflardan ( hadisçi, fıkıhçı ve sûfî ) her birinin ilim, amel, hâl ve hakikat yönünden bir takım şeklî esasları olduğu gibi, anlam açısından da kendilerine göre bir takım terimleri, kavramları ve yorumları vardır. İlimleri bu özellikleriyle bilenler o sahada âlim, bilmeyenler ise cahil sayılırlar."
Serrâc'ın tespitlerine göre, tasavvuf alimlerinin diğerlerinden farklı bazı özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür
1. Mutasavvıf, kendisiyle ulaşmak istediği hedef arasına girecek her şeyden ilgisini keser ve yüz çevirir. Hedef ve gayesi ise sadece Allah'tır. Bu yolda dünyaya karşı zahid davranma, nefse muhalefet etme ve zevklerinden yüz çevirme, mücahede etme ve heva-i nefse karşı çıkma gibi metotlar uygular.
2. Cenab-ı Hakk'a huzurlu bir kalb ve tam bir huşu ve yoğunlaşma ile ibadet edebilmek için, iç âlemini sakinleştirir, bütün güzel duygularını işletir, sırlara kulak kabartır.
3. Sonra diğer âlimlerde olmayıp Allah'ın onlara bahşettiği bazı hâller, yükseldikleri bazı makamlar vardır.
4. Ayrıca onlar, marifet elde etme, inceliklerine vakıf olma, nefsi ve emrettiklerini, riya, gizli arzular, gizli şirk vb. durumları tanıma ve onlardan kurtuluş yolunu bulma konusunda hırslıdırlar.
5. Diğer alimlere müşkil gelen bazı manaları keşf edip ortaya çıkarma, istinbat etme metotları da bulunmaktadır. Bu durum, ibarede gizli, işaret şeklinde bulunan, ciddi bir teksif isteyen latife ve nükteler şeklindedir. Bunlar ibadetin hakikatı, ihlâs, değişik hâller, makamlar, sırlar, ma'rifet dereceleri vs. konuları içerir.
Ebû Nasr Serrâc Tûsî'den ...
"'Allah kendisinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka tanrı olmadığına doğruca şahitlik ettiler.' ( Âl-i İmran / 18 )
Peygamber (s.a.v.)'in 'Âlimler peygamberlerin varisleridir.' buyurduğu rivayet olunmaktadır. Benim düşünceme göre, Allah bilir ama, âyette geçen 'doğruca şahitlik eden ilim erbabı' peygamber vârisi olmaya lâyık kimselerdir. Çünkü onlar, Kitabullah'a sarılan, Rasûlullah'a uyan, ashab ve tâbiînin yoluna giren, takva ehli sâlih kişilerin usûlünü benimseyen kimselerdir. Bunlar da üç gruptur: Hadisçiler, fıkıhçılar ve tasavvuf erbâbı. İşte bu üç grup, Allah'ın vahdaniyetine şahitlik eden ve peygamber vârisi olmaya lâyık olan kimselerdir.
İlimler çeşitlidir. Din ilmi de üç türlüdür. Kur'ân ilmi, sünnet ilmi, iman hakikatları ilmi. Bu üç ilim, bu üç grup arasında dönüp dolaşır. Bu üç ilim, Allah'ın âyetlerinden, Rasûlü'nün sünnetlerinden ve velî kullarının kalplerine düşen hikmetlerden oluşur. Bunun da aslı iman hadisidir ki Cibrîl'in Peygamberimiz'e 'İslâm'ı, imanı ve ihsanı sorduğu' hadis-i şeriftir. İslâm zâhirdir, iman zâhir ve bâtındır. İhsan ise zâhirin de bâtının da hakikatidir. Onu da Cenâb-ı Peygamber (s.a.v.) şöyle tanımlamıştır: 'İhsan, Allah'ı görüyormuşçasına kulluk etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da O seni görüyor.'"
- Bu yazı çeşitli kaynaklardan derlenmiştir.