Tanrı Yanılgı mı?

B0LdP1L0t

Banned
Evrim konusunda yazdıklarıyla meşhur prof. Unvanlı bir yazar (Richard Dawkins)Tanrı kavramının bir yanılgı olduğunu iddia eden bir kitap yazmış ve yayınlamış.

Bilimsel olduğu iddia edildiği halde içeriğinden alıntılar yapma izni verilmediğinden sözü edilen kitabı doğrudan eleştirme imkanımız yok.

Fakat konu itibariyle sessiz kalmamızda mümkün olmayacak.

Bu nedenle doğrudan kitaptan alıntılar yapmadan, kitabın yazarı ve içeriğinden bahsetmeden sadece anladıklarımızı yazıp buna uygun eleştirilerde bulunacağız.

Ne yapalım ki tanınan imkanlar bu kadarına elveriyor.

Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.

Önce şunu belirtelim ki bilimin paylaşıldıkça çoğaldığını ve değerlendiğini inananlardanım. Bilimsel bir kitabın içeriği rahatlıkla paylaşılıp, eleştirilebilmeliydi.

Meşhur bir Arap atasözü vardır, harcanmayan para senin değildir diye.

Bizde bunu; paylaşılmayan ilim sahibine ait değildir şekline dönüştürebiliriz.

Gerçektende öyle. Paylaşılmayan, eleştirilmeyen bilimin hiç bir değeri yoktur.

Her ne ise….

= = =

Kitap Tanrı’ya dolaysıyla dine hedef almış.

Sayın yazarımıza göre din; kimi insanların aklını, bilincini özgürce kullanmasını engel olan, toplumsal baskılarla yaşatılmaya çalışılan ruhsal bir hapishanedir.

Yazarımıza göre dini inkar eden bir ateist her şeyden önce gerçekçidir, cesurdur ve dinin prangalı hapishanelerinden kurtulmanın görkemli bilincindedir.

Bu bilinç son derece görkemlidir, yücedir; çünkü bu bilince herkes ulaşamaz.

Dinin akıl ve mantık dışılıklarından bunalmış ruhunu kurtarmayı başarmış bir kişi rahatlıkla dengeli, ahlaklı ve mantığa dayalı fikirlerle tatmin olmuş mutlu bir ateist olabilir.

Sayın yazarımız bir şarkıcıdan ve şarkıdan esinlenerek dinin olmadığı bir dünyayı hayal eder.

Dinin olmadığı bu hayali dünyasında; ne ikiz kuleleri yıkan Müslüman teröristler, ne intihar bombacıları, ne İsa’nın katilleri suçlamasıyla suçlanan ve ceza gören Yahudiler, ne minicik bir yerini açtığı için kırbaçlanan kadınlar, ne heykelleri kırıp yıkan Talibanlar, ne de kısas uygulanarak boynu vurulan kişilerden eser vardır.

Bir bakıma onun bu hayali dünyasında her şey sütlimandır, kurt ve kuzu kardeş kardeş yaşamaktadır.

Bir ateist için dinin dünyaya yaptığı kötülükler!!!! örnek verdiklerimizden binlerce kat daha çok ve çeşitlidir.

Acaba öyle mi?

Kitabı ilgiyle okurken bir şey hemen dikkatimi çekti.

Sayın yazarımız dinin kötülüklerini sayıp dökerken; doğru dürüst örtünmediği için kırbaçlanan kadınları yazarken nedense çok daha büyüklerini; insan olduğumuz için utançla yüzlerimizi kızartanlarını; engizisyon mahkemelerini, zindanlarda çürütülen, diri diri yakılan insancıkları, cennetten parsel parsel arsalar satan suiistimalcileri bunlara benzer ya da benzemez Hıristiyan dinine özel nice kötülükleri nedense yazmamış.

Bu da sayın yazarımızın konunun temelinde bile tarafsız olmadığını, diğer dinleri bir kenara bırakıp İslam’ı hedef aldığını gösterir.

Sayın yazarımıza göre bütün kötülüklerin kaynağı dindir. Büyük ölçüde (açıkça yazmasa da) İslam dinidir.

Sayın yazarımız yazısını devam ederken aklını, vicdanını, daha da önemlisi bilimsel tarafsızlığını bir kenara bırakmış.

Sayın yazarımız din olgusunun kötülüklerini yazmadaki hünerini; insanları diri diri fırınlara atarak yakan, gaz odalarına gönderen, işkenceler altında inim inim inleterek canlarını alan; kadın, kız, çoluk çocuk, genç ihtiyar demeden on milyonlarca insanı ölüme gönderen, çıkardığı dünya savaşı sonucunda yüz milyonlarca insanın ölümüne neden olan, bir o kadarını da hasta ve sakat bırakan azılı bir ATEİSTİ ortaya koyup kınamada göstermemiş.

Sayın yazarımız masum çocukların, hastaların, elden ayaktan düşmüş ihtiyarların topluma yük oldukları kararını vererek doğal seleksiyon gereği yok edilmelerini savunan, daha da korkuncu bunu uygulayan öjenistlerin, insanları kafataslarının büyüklüğüne ya da teninin rengine göre az gelişmiş, çok gelişmiş diye ayıran kafatasçıların, ırkçıların da Tanrı tanımazların içinden çıktıklarını unutmuş görünüyor.

Son iki dünya savaşlarını ateizme meyilli devlet adamlarının çıkardıklarını; on milyonlarca insanın ölümlerine, bir o kadarının da sakat kalmalarına, onca acıya, gözyaşına neden olduklarını da bilmezlikten gelmeyi tercih etmiş.

Neden acaba?

Azılı tanrıtanımazların işlediği yüz kızartıcı, insanlık dışı suçlar dincilerin yaptıklarından daha mı hafifti?

Yoksa sayın yazarımız gerçeği arayan tarafsız bir bilim insanı değil de gözü dönmüş bir din düşmanı mıdır?

İyi ve de kötülerin toplumların her kesiminden çıkabileceğini prof unvanlı sayın yazarımız bilmiyor muydu?

Kötülüğü tek bir kesimin üzerine yıkma çabaları bir kara cahilliğin sonucu değil midir?
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı?-2


Sayın yazarımız söz konusu eserinde doğal olarak (eğer bir Var Edicinin varlığını en baştan inkar ederseniz otomatikman ateist-darwinci olursunuz. Bundan kurtuluşunuz yoktur.) ateist-Darwinci olduğundan onu ve getirdiği teoriyi öven, teoriyi bilimin ortaya koyduğu tek gerçek gibi gösteren cümleler kurmuş, evrimin propagandasını yapmaktan çekinmemiş.

Bu durum onun bilimsel tarafsızlığı konusunda oluşan şüphelerimizi bir kat daha güçlendirip koyulaştırdı.

Sayın yazar kaşınmış ama Darwin ve getirdiği teori hakkında oldukça geniş kapsamlı yazı dizilerimiz var. Yeterince cevap verdik. Onun için bu konuya girmeyeceğim. İsteyen bu konudaki yazılarımızı bakabilir.

Sayın yazarımız Tanrı varsayımının varoluşla ilgili bilimsel bir hipotez olduğuna, bununda diğerleri gibi kuşkucu bir bakış açısıyla analiz edilmesi gerektiğini ileri sürer.

Varoluşta Bir Yaratıcı İradenin var olduğu (yaratılışçılık) varsayımı elbette ki bilimsel bir varsayımdır. Bu varsayıma Tersinim Teorisini de ekleyebiliriz.

Tersinim teorisi dinsel objelerden mümkün olduğu kadar uzak durarak temel aldığı bilimsel kanıtlarla evrim teorisini can evinden vurur, yaşamsal damarlarını kökünden keser.

Tersinim teorisi, evrim teorisi gibi uzun süreçlere ihtiyaç duymadığından materyalizmin bilimsel temeli olarak kabul edilen deney ve gözlemlerle sınanma şartını kolaylıkla yerine getirir.

Evrim teorisi öngörüleri ise on milyonlarca sene gibi çok uzun süreçlere ihtiyaç duyar. Bu nedenle gözlem ve deneylerle birebir sınanması mümkün değildir.

Evrim teorisi savunucularının kanıt diye ortaya koyabildikleri kimi temelsiz, hayal ürünü, genelde saçma, şöyle oldu böyle oldu edebiyatına dayalı varsayımlarla; yaşam süreclerinin sonuçları olan, evrim öngörülerine uygun yorumlanmaya çalışılan, gerektiğinde sahtekarlıklara, aldatmacalara başvurulmaktan çekinilmeyen fosillerdir.

Evrim diye savunulan olgu gözlem ve deneylerle birebir gözlemlenemeyen, sadece uzun süreçler sonunda oluştuğu varsayılan canlılardaki pozitif yöndeki değişimler ve bu değişimleri gösterdikleri iddia edilen yaşamsal izler olmalıdır.

Canlıların zaman içinde değişime uğradıkları doğrudur ama bu değişim tersinim teorisinin temel varsayıma uygun olarak tersinim yönündedir.

Tersinim olayının doğruluğu konusunda her gün kolayca gözlemlediğimiz binlerce örnek ve kanıt vardır ama canlıların zaman içinde evrimleştiği konusunda gözlem ve deneylerle sınanabilen tek bir olgu dahi yoktur.

Sayın yazarımızda dahil tüm evrimcilere duyurulur.

Şöyle oldu böyle edebiyatına kaçmadan, kanıtlara dayanarak evrimin doğruluğunu göstersinler.

Tersinim olayının doğruluğu konusunda ise isteyenlere kanıtlara, akıl ve mantık çıkarımlarına uygun binlerce örnek gösterebiliriz.

Sonuçta şunları yazabiliriz.

Evrim, tersinim gibi yaratılış teorisi de Konusuyla ilgili diğer varsayımlar gibi bilimsel yöntemlerle ve tam bir tarafsızlıkla analiz edilebilir ve edilmelidir.

Biz buna ne karşı çıkarız, ne de gereksizliğini yazarız.

Nedeni ise varoluşun rastlantılarla oluştuğunu savunan materyalist-ateist görüşün; akla, mantığa, bilime uyan bir tane bile kanıtı olmadığı halde Varoluşta Bir İradenin Var Olduğu tezini savunan varsayımın binlerce, on binlerce, milyonlarca ve hatta milyarlarca kanıtının olmasıdır.

Varoluşta Bir İradenin var olduğunu savunan teori; karşıtı tüm teorilerle bilimsel platformlarda tam bir tarafsızlıkla kıyaslanıp analiz edilmeyi, tartışılmayı; bilim adına, gerçekleri bulma adına sevinerek kabul eder. Çünkü korkacağı, çekineceği hiç bir şey yoktur.

Tüm var oluş bir parça akıl, mantık, izan sahiplerine hep bir ağızdan Bir Var Edici İradenin Var olduğunu haykırır.

Eğer siz en baştan iki cevaplı bir sorunun cevaplarından birini arayıp sormadan; kanıtlarını görmeden gerçek (doğru) kabul ederseniz diğer cevabı yanlış kabul etmek zorunda kalırsınız.

Bilimsel bulguları doğru zannettiklerinizin doğrultusunda yorumlarsanız bilimsel tarafsızlığınızı yitirirsiniz.

Bu gün Darwinciler dolaysıyla ateistler (meşhur bir darwincinin ifade ve itiraf ettiği gibi) Bir Yaratıcı İradenin varlığını kabul etmektense en saçma, en bilim dışı varsayımları doğru kabul etme eğiliminde ve mantığındadırlar.

İşte sorunun özü buradadır.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-3



Sayın yazar iddialı bir şekilde eserinin; şüpheler içinde bocalayanların; zihinlerini işgal eden, ruhlarını sıkıp bunalımlara sürükleyen tüm sorularına cevap verebileceğini yazar.

Bir bakıma eseri okuyanlar doğruyu (gerçeği) yani ateizmi rahatlıkla bulabilecekler; çalkantılardan, ruhsal bunalımlardan kurtulup ateizmin sonsuz ve görkemli özgürlüğüne dolaysıyla huzurlu mutluluğuna ereceklerdir.

Yazılarımızı okuyanlar sıkça olmak üzere olmayana ergi metodunu (karşıt varsayımların geçersizliğini göstererek doğruya bulma metodunu) kullandığımızı bilirler.

Aynı metodu sayın yazarımızda uygulamış; din olgusunu çökerterek ateizmin doğruluğunu, gerçekliğini göstermeyi amaçlamış.

Olmayana ergi metodu karşıt teorilerin silahlarını kullanan, bir bakıma hedefi kalbinden vuran etkili bir metottur ama iki tarafı da keskin bir kılıç gibidir. Kolaylıkla savunduğunuz teoriye yönelebilir.

Bizim için karşıt görüş ve fikirler çok değerlidir. Fikir ve görüşlerimizi bilmeyerek destekleyen, nice kanıt hazinelerini içlerinde saklayan define sandıkları gibidir.

Bizi içtenlikle eleştirenler bu tür malzemeleri bolca sağladıkları için sağ olsunlar, var olsunlar.

Evrim teorisine olan eleştirilerimizde bu metodu kolaylıkla uyguladık.

Savunucuları teorilerini savunma uğruna öylesine akıl, mantık ve bilim dışı varsayımlar ileri sürüyorlardı ki öne sürülenlerin içinden faydalanabileceklerimizi seçmekte hiç zorlanmadık. Bir bakıma onları kendi silahlarıyla vurduk.

Umarım aynı beceriyi burada da gösterebilir, amansız bir din düşmanlığının bilinçsiz ifadesi olarak nitelediğimiz bu kitabın gerçek değerini (değersizliğini) gösterebiliriz.

= = =

Yazara göre şüpheler içinde bocalayanların içinde kendini yetiştirildikleri dinin kapanına kısılmış hissedenler çoğunluktadır. Bunun nedeni ise çocukluklarında dinsel yönden uygulanan beyin yıkama operasyonlarıdır.

Bu tür insanların dini kendi seçtiklerinden çok ailelerin empoze ettiği din ya da dinlerdir.

Burada ileri sürülen fikirlerin doğruluğunu ya da eğriliğini tartışmak için her şeyden önce bir suç gibi öne sürülen beyin yıkamanın ne olduğunu açıklamak gerekir.

Bilindiği gibi çocuklar öğrendiklerinin çoğunluğunu aile içinden ve yakın çevrelerinden öğrenirler.

Öğrendiklerinin içinde dinsel bilgiler olduğu gibi kendilerini hayata hazırlayacak bilgilerde bulunur.

Hiç kimse çocukluklara yalnız dini bilgilerin verildiğini iddia edemez. Verilenlerin içinde ateizm gibi farklı dinlerin ya da konuların bilgilerde olabilir ve olacaktır da.

Dindar bir baba ya da annenin çocuklarına verdiği bilgiler arasında hayata dair olanlarla birlikte dini konulularında bulunmasından daha doğal ne olabilir?

Aynı doğallık ateist anne ve baba içinde geçerlidir. Ateist bir anne babanın dindar bir çocuk yetiştirmesini bekleyemeyiz.

Ateist bir anne baba çocuklarına verdiği hayata dair bilgilerle birlikte bir din gibi gönülden inanıp destekledikleri ateist inancına ait bilgileri de verecekler, çocuklarını mümkün olduğunca bir öcü gibi görüp, nitelendirdikleri dinsel materyallerden uzak tutmaya çalışacaklardır.

O zaman sormak gerekir.

Dindar bir anne babanın çocuğuna öğrettikleri beyin yıkama oluyor da ateist bir anne babanın çocuklarına öğrettikleri beyin yıkama olmuyor mu?

Dini bilgiler vermeyi çocuğun beynini yıkama olarak nitelersek ateist bir anne ya da baba çocuğuna ateist bilgiler vermesini, dinsel materyallerden uzak tutmasını da bir beyin yıkama operasyonu olarak nitelememiz gerekmeyecek mi?

Bu mantık çocuklara verilen her bilginin bir beyin yıkama operasyonu olarak tanımlamaya neden olur.

Eğer şu ya da bu konuda çocuklara öğretilenler bir beyim yıkama operasyonu ise diğer bilgileri öğretmede bir beyin yıkama operasyonudur.

Yani….

Çocuklarımız ergenliğe kavuşuncaya kadar beyin yıkamadan kaçınmak için onlara hiçbir şey öğretmeyecek miyiz?

Sayın yazarımız beyin yıkama konusunda saçmalamış diye yazarsak fazla mı ileri gitmiş olacağız?

= = =

Sayın yazarımız çocukların ekonomik ve siyasi meselelerde nerede duracaklarını bilmediklerini; bu nedenle bu çocuklara Hıristiyan ya da Müslüman çocuklar olarak nitelemenin doğru olmayacağını yazar ki biz buna ateist çocukları da ekleyerek aynen katılırız.

Belki sayın prof. yazarımız bilmiyor olabilir.

Hedef aldığı İslam dininde çocuklara en küçük bir sorumluluk yüklenmez.

Ergenlik çağına (aklı başına) gelinceye kadar tüm çocuklar melekler kadar masumdurlar.

Zaten aklı başında hiç kimse bunun aksini iddia etmez.

= = =

Sayın yazarımız bir ateist olduğunu ve bundan gurur duyduğunu; ateist olmanın utanılacak bir şey olmadığını yazar.

Sayın yazarımızın (ya da başkalarının) ateist ya da dindar olmaları bizleri kesinlikle ilgilendirmez.

Sayın yazarımıza da bizim ya da başkalarının inançları veya inançsızlıkları ilgilendirmez ama sayın yazarımız garip bir mantıkla (inançlıları derin uykuda, kendini ve kendi gibilerini uyanıp aydınlanmış addederek) inançlıların düştüklerini zannettiği derin gaflet kuyusundan kurtarmaya, içinde bocaladıklarını derin uykudan uyandırmaya soyunmuştur.

Sanki tek akıl mantık sahipleri kendileridir. Kendileri dışındakiler akıl mantık kullanma, doğru yolu bulma becerisinden mahrum zavallılardır. Tabi ki gerçek bu değildir. Kendilerini akıllı zanneden nice aptallar gördük.

Bu konuda sayın yazarımızdan tek istek ve önerimiz gölge yapma, başka ihsan istememizdir.

= = =

Gerçekte bizleri ilgilendiren sayın yazarımızın ateizm için insanın kendi ayakları üzerinde ufka karşı dik durması gibi her zaman sağlam bir fikir özgürlüğü ve sağlıklı işleyen bir zihni işaret eden bir şeydir demesidir.

Gerçektende bir ateist (sayın yazarımızın tanımladığı gibi) sonsuz bir fikir özgürlüğüne, sağlıklı işleyen bir zihne sahip midir?

Hiç zannetmiyoruz.

Nedeni de Bir Yaratıcı İradenin Olmadığını İNANMANIN da bir inanç olduğudur. Hem de tıpkı bir putperestin putuna bağlılığı gibi taassuplu bir inanç.

Sayın yazarımızda gerçekte özgür zannettiği fikirlerini, sağlıklı işlediğini zannettiği mantığını tıpkı diğer taassup sahipleri gibi taassubunun dar ve kısıtlı hapishanelerine tıkmış, çıkmasına izin vermemektedir.

Bu mantık bilim insanlarını da baskı altında tutmakta, fikirlerini özgürce ifade etmekten sakındırmaktadır.

Nitekim ateist olduğu iddia edilen büyük bilim insanı Einstein Hublle’den önce hesaplamalar yoluyla evrenin genişlemesi gerektiğini bulduğu halde bu buluşun ateist bilim anlayışına ters geldiğini fark ettiğinden gelecek tepkilerden sakınarak ifade etmemiş, edememiştir.

Nitekim bu taassuba varan inanç ateistlere; bir yaratıcı iradenin varlığını kabul etmektense en akıl, mantık ve bilim dışı varsayımları kabul etmek bizim için daha kolaydır gibi saçma, akıl ve bilim dışı bir mantığa götürür.

Hiçbir zaman bir ateist; aklını, mantığını tıkıldığı hapishanenin daracık atmosferinden kurtararak; bilimle onaylanmış fakat ateist felsefeye ters gelen gerçekleri kabullenmez.

Gerçekten aklı mantığı özgür olsaydı, özgürce düşünebilseydi bilimsel bir gerçeği tereddütsüz kabullenmesi gerekecekti ama onlar bunu başaramaz.

Onlara göre tüm gerçekler ateist öngörülere uygun olmak zorundadır.

Bilimsel gerçekleri daracık bir pencereden şaşı ve miyop gözlerle bakmalarının; örneğin canlılık konusunda elle tutulur tek ateist teori olan evrimi savunurlarken; akıl, mantık ve bilim dışına kayarak sık sık saçmalamalarının bir nedeni de budur.

Her zaman ısrarla ve inatla söyleriz, yazarız ve savunuruz.

Bilim ve bilimle uğraşanlar tamamen ve kesinlikle tarafsız olmalıdır.

Bilime soyunan kişiler inançsal kimliklerini bir kenara bırakmalı, olguları yorumlarken sadece aklın, mantığın ve bilimin yöntemlerini kullanmalı, gerçeklere ulaşılamamışsa ilgili varsayımları kesin şekilde doğru ya da yanlış diye nitelememeli, en azından şüpheli konumunda bırakmalıdır.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-4


Sayın yazarımız hemen hemen tüm insanların yanlış olarak ateistlerden korkup, çekindiğini; ister istemez onları dışlamaya çalıştıklarından dert yanar.

Fakat (yazarımıza göre) ateistler tahmin edilenden çok daha fazladır.

İnsanların pek çoğu gizli ateisttir. Haksız tepkileri üzerlerine çekmemek için gerçek fikirlerini, düşüncelerini gizlemekte, bir bakıma takiyye yapmaktadırlar.

Yazarımıza göre ateizm özellikle elit tabaka arasında hızla yayılmakta, içlerinde fikir ve düşüncelerini cesurca ve özgürce ortaya koyan gerçek ateistler çıkmaktadır.

Bizim kişisel görüşümüz ise tamamen tersinedir.

Ateizmin lokomotifi evrim teorisidir.

1950 yıllarına kadar yaklaşık elli sene içinde ateist sayısında büyük bir artış gözlemlenir.

Bu dönemde ateizm son derece revaçtadır.

Yarım asra yakın bir dönemde tüm dünyayı ateist felsefeye yatkın kişilerin, idarelerin hakim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bilindiği gibi insanlık tarihine göre hayli kısa olan bu dönemde iki dünya savaşı yaşanmış, yüz kızartıcı olaylara, katliamlara, facialara sahne olmuştur.

Bu durum ise ateizmin güvenilirliğini yitirtmiş, sosyal konumda iflasına neden olmuştur.

Nitekim arteist felsefe paralelinde kurulmuş yönetimlerin bir bir çökmekte oldukları gözlemlenir.

Komünizm bunlardan biridir.

Gelişen teknoloji ve bilim gerçekleri inkarı mümkün olmayan çıplaklıklarla ortaya koyarak evrim teorisinin dolaysıyla ateizmin zararına olmuştur.

Nitekim evrim teorisi savunucularınca yapılmış insanlık tarihinin en büyük bilimsel sahtekarlıkları gelişen teknoloji ve bilimin yardımıyla ortaya çıkarılmıştır. (Piltdown fosili skandalı vb.)

Zaman içinde ve gelişen teknolojinin yardımıyla yaşamın ilginç sırları, şaşırtıcı yapısı bir bir ortaya çıkmakta, her buluş evrim teorisini bir başka yönden darbe vurmakta, aşındırmakta, yıkmaktadır.

Gerçi evrim teorisi savunucuları en olumsuz durumlardan bile olumlu bir şeyler çıkarabilen kurnaz avukatlar gibi bu buluşları evrim lehine yorumlama çabalarında iseler de evrime uydurma yolunda çarpıtılmış bulgular gerçeklerin parlak ışığında açıkça belli olmakta, adeta orta yerde sırıtmaktadır.

Bir bakıma mızrak çuvala sığmamıştır.

Özellikle kimi taraftarlarının evrim teorisi adına sahtekarlıklar, aldatmacalar yapması ve bütün bunların inkar edilemeyecek bir şekilde ortaya çıkması ve diğerleri evrim teorisinin çok büyük bir itibar kaybetmesine neden olmuştur.

Eğer evrim tek gerçek ise bu tek gerçeği!! kanıtlamak için neden sahtekarlıklar yapılsın; sahtekarlıklara, aldatmacalara, yalanlara gerek duyulsun?

Evrimin ciddi olarak toplumları yönlendiren elit tabaka tarafından sorgulanması bu dönemlerde (1950 yılından sonraki dönemler) başlar ve devam eder.

Bu döneme kadar evrim (yanlış olarak) sorgulanmasına gerek olmayan bilimsel bir gerçek gibi kabullenilmiş, bilimsel bulgular evrimin paralelinde yorumlanmaya, gerekirse çarpıtılmaya çalışılmıştır.

Koyu bir taassupla materyalist mantıkla çelişen fikirlerin gündeme getirilmesi engellenmiş; bu tür fikir sahipleri yobazlıkla suçlanma tehlikesine karşı sessiz kalmayı tercih etmişlerdir.

Nitekim söz konusu dönemin önde gelen bilim adamlarından olan Einstein bile evrenin genişlemesi gerektiğini hesaplamalarla çok önceden bulduğu halde (evrenin genişleme öngörüsü materyalist mantıkla ters düştüğünden) bu bilimsel gerçeği ifade etmekten çekinmiş; bir dönem noktası olabilecek bu önemli buluş ancak bilimin tarafsız olması gerektiğini inanan, bilimi bilim için yapan gerçek bilim insanları tarafından yıllar sonra gündeme getirilebilmiştir.

Bu gün pek çok tarafsız bilim insanı evrimin gerçekliği konusunda ciddi ve güçlü şüpheler içindedir.

Ateizm dolaysıyla evrim teorisi karşıtı çeşitli teoriler ortaya atılmaktadır.

Bir bakıma sayın yazarımızın özlemle ifade ettiği özgür düşünce gerçekte bu dönemlerde yaşanmakta, düşünce ve fikirlerdeki ateizm prangaları bir bir sökülmektedir.

= = =

Sayın yazarımız ateist sayısının gün güne çoğaldığını sevinçle ifade eder fakat bunların özgür ve cesur karakterleri gereği herhangi bir otoriteye tabi olmaya yanaşmadıklarından, bu nedenle organize olamadıklarından yakınır.

Yazarımıza göre bu iş kedilerin bir araya getirilerek güdülmeye çalışılması gibidir.

Fakat bir nüve oluşturulabilirse kediler güdülemeseler bile çok ses çıkarmaları sağlanabilir.

Sayın yazarımızın ateistleri bencil canlıların başında gelen kedilere benzetmesi son derece ilginçtir.

Gerçekten de kedileri kolay kolay bir araya toplayıp yönlendiremezsiniz, bir araya geldiklerinde birbirlerini parçalarlar.

Fakat elinize bir parça ciğer alır ve ciğeri kedilere gösterirseniz hemen kuyruklarını dikip miyavlamaya, etrafınızda dört dönmeye, peşinizden koşuşmaya başlarlar.

Bu yöntemle kedilerinizi istediğiniz yöne yönlendirebilirsiniz. Bu iş için bir tutam CİĞER yeterde artar bile.

Diyeceğimiz şu ki….

Materyalistlerin değer ve önem verdikleri tek şey çıkarlarıdır.

Fakat toplumlar karşılıklı özveriler üzerine kurulur, güçlenir ve gelişir. İnsanlar ise toplumsal canlılardır.

Sayın yazarımızın ateistler için cesur ve özgürlüklerine düşkün nitelemeleri yanlıştır. Bu nitelikler olsa olsa bencillik ya da menfaatperestlik olarak tanımlanabilir.

Ateistleri bir araya getirmenin tek yolu menfaat birliğidir.

Menfaat birliği bozulduğunda yani ciğer bittiğinde kediler gibi yeniden birbirlerini yemeye, parçalamaya başlayacakları kesindir.

İki dünya savaşı ve diğer yüz kızartıcı olaylar bu nedenle çıkmadı mı? Bu nedenle oluşmadı mı?
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-5

Sayın yazar eserini kurgularken kelimeleri özenle seçtiğini vurgular. Özellikle yanılgı (delusion) kelimesinin üzerinde durur.

Bunun nedeni ise bu kelimenin (İngilizce delusion kelimesinin) savunduğu mantığa en uygun anlamlarda olmasıdır.

Bir kişinin anlatmak istediğini en iyi ifade eden kelimeyi seçmesi kadar doğal bir şey olamaz.

Yadırgadığımız sayın yazarın bu konuda verdiği alıntı örneklerinin karşıt fikirlileri tahrik edecek kadar yergi, küçümseme ve taraflılık kokmasıdır.

Bir bilim insanına yakışmamış.

= = =

Sayın yazarımız kitabı hakkında kitabını okuyan bir dindarın sonuçta bir ateist olacağını iddia eder.

Kitabı okuyan bir dindar ateist olacağına göre kitabı okuyan tarafsız bir kişi çok daha kolay ateist olacak demektir.

Ben ise bilim söz konusu olduğunda tamamen tarafsızım.

Kitap üzerindeki dikkatimi bir kat daha yoğunlaştırdım.

Bakalım! Üzerimdeki etkisini;

Ateist olacak mıyım, olmayacak mıyım?

Sonuçta hep beraber göreceğiz.

= = =

Sayın yazarımız (beni derin bir hayal kırıklığına uğratarak) yukarıdaki iddiasından hemen çark etmiş ve şunları yazmış.

Tutucu dindar zihinler kanıtlara karşı bağışıklık kazanmışlardır bu nedenle etkilenmezler. Bunun baş nedeni ise çocukluk çağında kendilerine uygulanan beyin yıkama yöntemleridir.

Beyin yıkama yöntemi varsayımının saçmalığını yukarıda yazmıştık.

Sayın yazarımız beyin yıkama yöntemine ek olarak çocukların önümüzde duran kitap gibi (kendi kitabını kast ediyor) aydınlatıcı (dindarlara göre şeytan işi) yayınlardan uzak tutulmasını, bu yolla gerçeklerin! gizlenmesini gösterir.

Bir başka ifade ile dindarlar sayın yazarımızın kitapları gibi aydınlatıcı kitapları çocuklarında uzak tutmaya çalışmakta, bu tür kitapları şeytan işi olarak nitelemektedirler.

Yazarımıza göre dinsel baskılardan, beyin yıkamalarından etkilenmeyen aydınlanmış! kişilerde vardır.

Yazarımıza göre kitabını okuyan aydınlanmışların aydınlığı! bir parça daha artacak, hiç bir zaman ne söyleyeceğimi bilemiyorum demeyecek; bir bakıma açılan ateist bayrağını daha yukarılara taşıyacak, şerefle dalgalandıracaklardır.

Bir insanın kendini ya da eserini övmesi ne kadar doğru ve ne kadar yerinde olur?

Bize göre hiç.

Takdir ve övgü dışardan gelmeli.

Bir insanın kendini ve eserlerlni övmesi açık bir AŞAĞILIK DUYGUSU belirtisidir.

Ve yine bize göre kendini ve eserini öven bir kimse bir aşağılık duygusunun altında ezilmekte, kendini ve eserlerini överek kendi kendine tatmin etmektedir.

Fakat yine de..

Yukarıdaki yazıları yazarımızın kendine yönelik bir iyi niyet temennisi olarak yorumluyoruz.

= = =

Sayın yazarımız kitabının ilk bölümünde; çocukluk dönemlerinden ve bu dönemlerdeki dindar öğretmeninden, kitabına temel aldığı Darwin’den ve evrim teorisinden bahseder.

Fakat bu bahsedişte (her zamanki gibi) evrimin bir teori değil de inkarı mümkün olmayan bir gerçekmiş gibi söz eder.

Sonuçta Darwinin ulaştığı sonuçları dinlerin niçin ulaşamadıklarını sorgular. Bu konuda dinleri suçlar.

Sayın yazarımız bu bölümde evrim konusunda bilinenlerden (yaşamın birkaç türle başladığından, türlerden türlere geçilerek canlılığın çoğalıp çeşitlendiğinden, doğanın savaşından, en yüce amacın daha üstün hayvanlar üretmek olduğundan vb.) bahseder.

Bahseder ama her evrimci gibi konunun püf noktalarından uzak durmaya, konunun bam tellerini dokunmamaya çalışır.

Ona göre her şey evrime, dolaysıyla doğallığa uygun olarak sessizce olu oluvermiştir. Evrim tek gerçektir. Bu nedenle ayrıntılarına girmeye, kanıtlar göstermeye gerek yoktur.

Sayın yazarımız bu tür uygulamayı (evrime kanıt göstermeyi) gerek duysaydı bilimsel bir kitap da hiç de gerekli olmayan edebiyat parçalama yerine rahatlıkla birkaç kanıt koyabilirdi.

Demek ki gerek görmemiş.

Ama kanıtlarla desteklenmeyen bir varsayım, varsayım olmaktan öteye gitmez. İnkarı mümkün olmayan bir gerçek ise hiç olmaz.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-6


Bilim adamı olmanın özelliklerinden biri de titiz ve kılı kırk yaracak kadar da şüpheci olmaktır.

Gerçek bilim insanı bilimsel konularda kolay kolay tatmin olmaz.

Diğer ifade ile KANITLARA DAYANMAYAN şöyle oldu böyle edebiyatının bilimsel bir değeri yoktur.

Gerçek olduğu iddia edilen evrimin aşamaların da cevapları bulunamamış binlerce sorular, bu sorulara şüpheler, tereddütler içeren bir o kadar da cevaplar varsa o varsayıma şüphelerle karşılamak gerekir.

Birkaç tanesini hatırlatalım.

1-) İlk canlılık nasıl oluştu?

2-) İlk canlılardan olan prokaryot ve ökaryot hücrelerde niçin böylesine derin, geniş ve büyük farklılıklar vardır?

3-) Tek hücreli canlılıktan çok hücreli canlılığa nasıl geçildi?

4-) Eşeysiz üremeden eşeyli üremeye nasıl geçildi?

5)-Soğukkanlı metabolizmalar sıcakkanlı metabolizmalara nasıl evrimleşti?

6)-Denizlerden karalara nasıl çıkıldı?

7)- Kambriyen dönemindeki canlı patlaması evrim öngörülerine göre nasıl açıklanabilir?

:cool: Dünyanın farklı yerlerinden aynı dönemlerde aynı yapılarda canlıların bulunması evrimsel mekanizmalarla nasıl açıklanabilir?

9-Dünyanın farklı yerlerindeki tatlı su canlılarının benzerliği nasıl açıklanabilir?

10-) Mademki evrim inkarı mümkün olmayan bilimsel bir gerçekti. Niçin türlü sahtekarlıklara, aldatmacalara gerek duyuldu?

Buna benzer onlarca, yüzlerce soru…

Evrimciler bütün bu soruların cevaplandığını iddia ederlerse de verilen yanıtlar şöyle oldu böyle oldu edebiyatından öteye değer taşımaz. Çünkü hayalidir, ayrıca kanıtlarla desteklenmemiştir.

Fakat bilim kanıt ister.

Keşke sayın prof.umuz edebiyat parçalama ya da kanıtlara dayanamayan boş sözler etme yerine, evrim adına bu hayatî sorulardan bir ya da bir kaçına cevap vermeye çalışsaydı.

= = =

Sayın yazar alıntı yaptığı bir başka yazıya istinaden kainatın ve dünyamızın yapısı konusunda bilimin ortaya koyduklarını vurgulayan bir dinin olmadığını savunur ve bunun dinin en büyük eksikliklerinden biri olarak gösterir.

Sayın yazarımıza göre kutsal kitaplardaki yazılar insanlara etkilemeye (aldatmaya) yöneliktir ve bilimsel yönden içleri boştur.

Fakat sayın yazarımız çok kötü bir şekilde yanılmaktadır.

Bu konuda ortaya konulmuş çok değerli eserler vardır.

Örnekler binlercedir ama biz bir tane verelim.

İslam dinin kutsal kitabı Kuran-ı Kerim’de Rahman suresinin 19 ve 20 ayetlerinde Cenab-ı Allah (cc.c) şöyle buyuruyor:

Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla,

19- Birbirlerine kavuşmak üzere iki denizi salıverdi.

20-İkisinin arasında bir engel (berzah) vardır. Birbirlerinin sınırlarını geçmezler.

Birbirlerine açılan fakat suları kesinlikle karışmayan bu iki denizden birisi Atlas okyanusu diğeri ise Akdeniz’dir.

Bu iki deniz Cebelitarık boğazında birleşirler. Fakat yüzey gerilimi denilen fiziksel bir kuvvet nedeniyle suları birbirine kavuşmaz.

Bin dört yüz sene önce Kuran-ı Kerim’de ifade bulan bu bilimsel gerçek ancak çok yakın bir tarihte keşfedilebilmiş,keşfeden kişi de bu büyük mucize karşısında Müslüman olmuştur. .

Sayın yazarımızın en baştan taraf tutması karşıt görüşlerin yeterince araştırılmamasına neden olmuş gibidir. İsteseydi ve küçük bir gayret gösterseydi bunu ve diğer gerçekleri rahatlıkla ulaşabilir bu büyük yanlışa düşmezdi.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-7


Sayın yazarımızın kafasının Tanrı kavramı ile hayli karışmış olduğunu, kafasını karıştıran soruların cevabını hiç de uygun olmayan yerlerde (ateist yazarlarda ve yazılarında) aradığını gözlemledik.

Bu tıpkı ince işli, nadide altın bir gerdanlığı nalbant dükkanında aramaya benzemiş.

Halbuki Tanrı kavramını basit cümlelerle yalın olarak anlatan çok güzel eserler var.

Nacizane olarak bir tanede ben koyayım. Sayın yazarımız yazımızı okursa belki faydası olur.

Kuran-ı Kerimin İhlas suresinde Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:

Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla,

1)- Deki O Allah’tır. Birdir, tektir.

2)- Allah Samed’tir. Her şey ona muhtaçtır ama O hiçbir şeye muhtaç değildir.

3)- Ondan çocuk olmamıştır. Kimsenin babası değildir. Kendisi de doğmamıştır. Hiç kimsenin çocuğu değildir.

4)- Hiç bir şey ona benzer değildir.

Gerçek dindar insanlar Allah’ıın Zat’ını kavramaya çalışmazlar. Bunun mümkün olmadığını bilirler.

İsteyenler ve arayanlar Allah’ın varlığını eserlerinde bulabilirler.

Gerçekte Allah eserleriyle hiçte uzağımızda değildir. Bizde onun eseriyiz, eserlerinin içindeyiz.

Eğer isteyerek aramazsanız gözlerinizin önündeki, burnunuzun dibindeki gerçekleri göremezsiniz.

Doğuştan âmâ olanlara ışığı, renkleri, yıldızları güneşi anlatamadığınız gibi gönül gözleri kör olanlara da Allah’ı anlatamazsınız.

Doğuştan kör olanlar ışığı, renkleri, yıldızları, güneşi, gökyüzünü inkar ediyor, yok sayıyor diye bütün bunları inkar mı edeceğiz, yok mu sayacağız?

Tersinim teorisinin anlatmak istediği gerçeklerden birisi de budur.

Doğuştan âmâ olanlardaki gibi algılama sınırlarımızın dışında pek çok gerçekler vardır.

Bunları inkar etmemiz anadan doğma bir amanın güneşi, yıldızları, gökyüzünü, renkleri, ışığı inkar etmesi, yok sayması gibidir.

En büyük hatamız algılamalarımızla sınırlanmış aklımızla her şeyi bilebileceğimizi, anlayabileceğimizi zannetmemiz; kendimizi olduğumuzdan daha büyük görmemizdir.

Bu büyük hata en açık ve güçlü şekliyle ateistlerde görünüyor.

= = =

Sayın yazar çağımızın en büyük bilim insanlarından biri olan Einstein’i bir ateist olarak gösterirler. Sayın yazarımıza göre Einstein ara sıra tanrıyı anan bir ateisttir ki çoğu ateistler bunu yaparlar.

Sayın yazarımız söz konusu kitabının ara başlıklarından birinde Eisntein’in “kafamda insan suretinde bir tanrı canlandırmayı çalışmam.

Dünyanın yapısı karşısında Onu kavramaya yetersiz algılamalarımızın el verdiği ölçüde huşu duymak yeterlidir” sözünü almakta bir sakınca görmemiştir.

Einstein’in bu sözünün altına dindar kimliğime uygun olarak ben de imzamı atarım.

Yukarıda da yazdım.

Algılama, kavrama sınırlarımızın içinde insan ya da başka bir şekilde Tanrı’yı canlandırmamız, O’nu o şekilde algılamamız mümkün değildir.

Nedeni ise algılama yeteneklerimizin gerçek anlamda O’nu kavramaya, anlamaya yetersiz oluşudur.

Tanrı olgusunun gerçekliğini ancak eserleriyle kavramamız, anlamamız, öğrenmemiz mümkün olabilir.

Onun Zatını benzetmeler yaparak anlamaya, kavramaya çalışmak boşunadır. Çünkü buna uygun yaratılmamışız.

Bu, kimi frekanslardaki ışık ve ses dalgalarını görme, duyma gibi algılama yeteneklerimizin olmamasına benzer.

Olmayan, yeteneklerimiz dışı bir şeyi varmış kabul ederek kanıt olarak göstermeye çalışmak ve bunu ısrarla öne sürmek ateistlerin garipliklerinden bir başkasıdır.

Einstein üstün zekası ile bu basit fakat önemli gerçeği kavramış ve ifade etmiştir ama sayın yazarımız bunu anlayamamış, kavrayamamıştır.

Sayın yazarımızın zannettiği gibi Einstein bir ateist değildir.

Ünlü bilim insanlarından Andrew Berry bilim ve din birbirlerinden ayrı düşünülemez der.

Albert Einstein’de bu büyük gerçeği şu sözleriyle perçinler.

-Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle ifade edilebilir. Dinsiz bilime inanmak imkânsızdır.

Dinsiz bilim topal bilimsiz din kördür sözü de Einstein’e aittir.

= = =

Sayın yazarımız Einstein’in din görüşünü aşırı olarak nitelenebilecek kadar önem verir, onu ateist gösterebilmek için çırpınır durur.

Bu konudaki kanıtlarından biri de Einstein’in şu sözleridir:

-İnsan şeklinde bir Tanrıya inanmam ve bunu hiç bir zaman inkar etmedim.

Einsten’in buna benzer bir sözünün altına dindar kişiliğimle imza atabileceğimi daha önce yazmıştım.

O halde sayın yazarımıza sormak gerekir.

Kanıt olarak gösterilen bu sözün altına tereddütsüz imza attığıma göre ben bir ateist mi oldum?

Einstein varoluştaki sanatı ve Sanatkarı görebilen katışıksız bir doğa hayranıdır.

Einstein dine, inanca karıştırılan hurafelere aldatmacalara şiddetle karşı çıkar. Karşı çıktığı bu tür inançtır.

Onun inancı yukarıdaki bölümlerde tarif etmeye çalıştığımız; doğmayan doğurmayan, hiçbir şeye benzemeyen ve muhtaç olmayan bu nedenle tarif edilemeyen fakat eserleri ortada olan, bütün haşmeti ve nitelikleriyle var olduğu açıkça algılanan Tanrı’ya olan inançtır.

Sayın yazarımızın Einstein’in ateist olduğu konusunda ortaya attığı kanıtlardan büyük bölümü onun açıkça ve içtenlikle ortaya koyduğu (yukarıda anlatmaya çalıştığımız) Tanrı fikrine karşı çıkan kimi tutucu dindarların verdiği tepkilerdir. Bu tür tepkilerin onun bir ateist olduğunu göstermeyeceği açıktır.

Yakın tarihimizin en büyük bilim insanlarından olan Louis Pasteur’de katıksız bir dindardır.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-8

Sayın yazarımız ateist olduklarını zannettiği kimi yazar, düşünür ve bilim insanlarının eserlerinde Tanrının varlığı ve sıfatlarıyla ilgili yazıların, deyimlerin olmasından müthiş şekilde yadırgar, karşı gelir ve hatta ayıplar.

Tanınmış kimi bilim insanlarını ateist olarak gösterme çabalarının bir nedeni de budur.

Ona göre gerçek düşünür, yazar ve bilim insanlarının Tanrının varlığını kabul edip inanmaları mümkün değildir.

Sayın yazarımıza göre bu kişilerce yazılanlar söylenenler olsa olsa yanlış anlamaya açık dil sürçmeleri olmalıdır.

Dincilerde bu tür yanlışlıkları, bilinçsizce yapılmış dil sürçmelerini ateizm aleyhine cephane olarak kullanmaktadırlar.

Gerçekte bu kişiler en az sayın yazarımız kadar ateisttirler.

Acaba?

Sayın yazarımıza sormak gerekir.

Kimi söylemleri, yazıları nedeniyle yadırgadığını ifade ettiği, onlar adına düzeltmeler yaptığı bu kişiler; söylediklerini, yazdıklarını bilmeyen, aklı başında olmayan meczup kişiler miydi?

Eğer öyle ise ateist ya da dindar olmalarının her hangi bir değeri olmaz.

= = =

Bir ateist için varoluşun tek bir hammaddesi vardır o da fizikseldir. Bunun dışında olanlar fazlasıyla karmaşık olan beynimizin ortaya koydukları soyut kavramlardır. Sayın yazarımız bu gerçeği açıkça yazar.

Bir ateist fiziksel varoluşun dışında ve ötesinde hiçbir şeyin; incelenebilir fiziksel varoluşun arkasına gizlenmiş doğa üstü bir varlığın, örneğin yaratıcı zekanın, ruhların, cinlerin, meleklerin, mucizelerin vb. olmadığını inanır.

Dikkatli bir okuyucu bu yorumda açıklanması, doğru olarak tarif edilmesi gereken çok önemli bir deyimin, kelimenin olduğunu fark eder.

Doğa üstü nedir ya da doğa altı, doğa içi nedir?

Sayın yazarımız ateizmin temel felsefesinin özetini tam tarif edilmemiş, içi doldurulmamış bir deyimin, kelimenin kaypak zeminin üzerine kurgulamıştır.

Sayın yazarımızın doğa içilikten ya da doğa altılıktan anladığı algılama yeteneklerimizle kurguladığımız ve adını bilim koyduğumuz olgunun içinde bulunanlardır.

Ateist mantığınca bu olgunun dışında kalan her şey ret ve inkar edilmesi gereken doğa üstü kavramlardır.

Algılama, kavrama yeteneklerimizin sınırlı olması nedeniyle gerçeklerin sonsuz dünyasına daracık bir pencereden şaşı ve miyop gözlerle bakabildiğimizi, bilim okyanusundan alabildiklerimizin sadece minicik bir damla olduğunu defalarca yazdık.

O halde sormak gerekir.

Sayın ateist yazarımız algılama sınırlarımızın bir parça daha genişlemesi, değişmesi, çeşitlenmesi (gelişen teknolojiyle bunların en azından bir kısmını elde edebiliriz) sonucunda ret ve inkar ettiklerimizin en azından bir kısmını (örneğin cinleri ve melekleri) görüp algılayamayacağımızı nereden ve nasıl biliyor?

Bilmememiz şu anda bilme imkanımızın olmaması kimi gerçekleri ret ve inkarımı gerektirir?

Bu; sonsuz, sınırsız olması gereken bilimi algılama yeteneklerimizle sınırlama anlamına gelmeyecek midir?

Yukarıdaki öngörümüz muhakkak ki pek çok insanın garibine gidecek ve tepkisine çekecektir.

Fakat bilim tarihine geriye doğru bakıp incelerseniz bunun pek çok örneklerini görürsünüz.

Fazla gerilere gitmeye de gerek yok.

Yüz yıl önce bir bilim insanı canlıların tüm yapı bilgilerinin çekirdekteki bir molekülde saklı olduğunu ve tüm canlıların bu bilgilere göre yapılandıklarını söylese ve iddia etse muhakkak ki kimi tutucularca şiddetle ret ve inkar edilecek, muhtemelen bilim dışı dinsel bir fantezi ortaya atmakla suçlanacaktı.

Kalıtım kanunlarını ortaya koyan Johann Gregor Mendel bu gerçeğin farkına varmış ve genleri belirleyici unsur olarak nitelemişti.

Nitelemişti ama elektron mikroskobu icat edilip DNA’nın varlığı bilimsel olarak gösterilip kanıtlanıncaya kadar yaşam dünyasının bu belki de en ilginç ve şaşırtıcı gerçeği bilim dünyasınca kabul görmemişti.

Yüz yıl önceki bilim insanlarına DNA’dan, kromozomlardan; maddelerin moleküllerden, moleküllerin atomlardan, atomlarında yüzlerce atom içi parçacıklardan meydana geldiğini; kimi maddelerin dünyamızı yıkıp yok edecek büyüklükte enerji taşıdığını söylense ya da iddia edilse kaç tanesi inanır ya da kabul ederdi?

Yüz yıl önce bu iddiaları ortaya atanın şiddetle ret edileceği ve hatta deli gözüyle bakılıp alay edileceği kesindir.

Bu günde aynı hatayı yapıyoruz.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-9

Sayın yazar dindar görünenlerin içinde pek çok ateistin olduğunu söyler ki muhtemelen doğrudur. Topluluklarda her cins ve inançta insanlar bulunur.

Dindarların içinde ateistlerin bulunduğu gibi ateistlerin içinde de dindarlar bulunabilir.

Fakat nedense sayın yazarımız ateist göründüğü halde dini inançların temellerini sahip olan ve bu konuda asla taviz vermeyen, sadece uygulama yönünden kimi eksikliği olan pek çok insanın varlığını unutmuş ya da görmezlikten, bilmezlikten gelmeyi tercih etmiştir.

Ateist göründüğü halde dindar olan insanların sayısı hiç de az değildir.

Sayın yazarımız alıntı yaptığı bir yazıdaki “herkesin bildiği gibi din inanç üzerine kuruludur bilim üzerine değil” cümlesine atıfta bulunarak dini bilimden soyutlamaya çalışır.

Sayın yazarımız alıntı yapılan yazı yazarının düştüğü, söz konusu yazıda ifade bulan tereddüt ve sapkınlıkları dindarlara özel zihinsel ve ahlaki korkuların açıkça ortaya konulması olarak yorumlar.

Kimi insanların tereddütler içinde kaldıklarını, inançla inançsızlık arasında gidip geldiklerini biliyoruz.

Tereddütler içinde bocalayan insanlarda zihni, ahlaki ve vicdani korkuların, çalkantıların olmasından daha doğal ne olabilir?

Böyle bir korku ve çalkantı inançla inançsızlık (ateizm ile teizm) arasında kalıp bocalayanlarda olduğuna göre niçin dindarlara özel olsun?

Böyle bir çalkantı ve tereddütte din hakkında yeterli ve doğru bilgiye sahip olmamanın nedenliği açıktır.

Eğer siz hiçbir şeye benzetilemeyen, bu nedenle kavranması mümkün olmayan, varlığı tereddütsüz eserleriyle algılanabilen Tanrı’yı bir insana yada doğadaki her hangi bir şeye benzetip bu yolla tarif etmeye kalkışırsanız o dine davet ettiğiniz kişi ya da kişileri tereddütlerin, bocalayışların girdabına itmiş olursunuz.

Aynı tereddüt ve bocalayış ateist felsefe içinde geçerlidir.

Ateist felsefe bir var edici iradenin var olmadığını iddia ediyorsa şaşkınlık ve hayranlıkla izlediğimiz ve her gün bir başka sırrını bulduğumuz varoluşun rastlantılarla oluşabileceğini basit fakat akılcı yöntemlerle göstermek zorundadır.

Kimi kurum ve kişilerce yalan yanlış hurafelerle doldurulduğu artık açıkça bilinen kimi dinlerdeki bu tür hurafe ve yanlışları göstererek, ortaya koyarak, türlü nedenlerle, bahanelerle tüm dinlere saldırarak değil.

Sayın yazarımız kimi kişilerin (bu kişiler dindar görünenlerde olabilir) din konusundaki kişisel tereddütlerini, korkularını ortaya koyarak ateizmi kanıtladığını zannediyorsa çok yanılıyor.

Sayın yazarımız (alıntı yaptığı aynı konuyu savunan bir yazarın fikirlerine katıldığına göre) dinin toplum içinde tartışılamayan bir tabu olduğu, bir dokunulmazlık zırhının içine konularak korunduğunu, bir bakıma kimi insanlar içinde hiçte hak etmediği bir itibara sahip olduğunu savunur.

Önce şunu belirtelim.

Tüm insanlar sonsuz denebilecek kadar fikir, vicdan ve inanç özgürlüğüne sahiptir.

Bu bir insan hakkıdır. Bu özgürlüğün sınırları bir başka insanın inanç, vicdan ve fikir özgürlüğünün sınırlarıdır.

Herhangi bir insan şunu ya da bunu inanabilir.

İnançları bir başka kişilere anlamsız ve hatta saçma gelebilir.

Fakat bu ona o inancı dışlama ve hatta eleştirme hakkını vermez.

Her insanda karşı kişiden fikirlerine, inançlarına saygı duymasını ister. Bu onun en doğal insanlık hakkıdır.

İşte sayın yazarımızın haksız olarak nitelediği dinin insanlar arasındaki itibarı bu doğallıktan kaynaklanır.

= = =

Sayın yazarımız dinsel bir zaaf, eksiklik ve mantıksızlık olarak gördüğü Musevilerin sebt gününde herhangi bir iş yapmama inancını eleştirme ve hatta kınama yerine; tüm inançlara olduğu gibi bu inanca da saygı duymak zorundadır.

Sayın yazar filanca ya da falanca konuları tartışmak meşru oluyor da kainatın nasıl meydana geldiği ve kimin tarafından meydana getirildiğini tartışmak, fikirler beyan etmek niçin yasak olsun diye sorar.

Bu son derece mantıksız, mantıksız olduğu kadar da anlamsız bir sorudur.

Sayın yazarımızın din konusunda ne kadar cahil ve ne kadar önkabullü olduğunu vurgular.

Eğer Kuran-ı Kerim’i bir parça anlayarak okumaya çalışsaydı onlarca ayette kainatta dahil tüm varoluşun bir Yaratıcı'nın varlığının delilleri olduğunu, görüp anlamaya çalışılmasını teşvik ve hatta emir ve tavsiye ettiğini görürdü.

Dinler sadece Yaratıcının Zat'ını anlamanın mümkün olmadığını bildirir.

Nitekim sınırlı algılama gücümüzle bunun mümkün olmadığını daha önce delilleriyle göstermiştik.

Olmayacağı kesin bilinen bir şeyi yapmaya, varılamayacak yerlere varmaya çalışmak ise boşunadır.

= = =

Sayın yazarımıza böylesine vahim hatalar yapmasının ana nedeni kendini olduğundan daha büyük görmesi, her şeyi anlayıp bilebileceğini zannetmesidir.

Sayın yazarımızın zannettiği gibi dinlerde (özellikle İslam dininde) bir Yaratıcıyı ve sıfatlarını arayıp bulmak yasak olmadığı gibi tüm inançlıların üzerinde kutsal bir görevdir.

Yüce Allah (c.c) yarattıklarının içinde isim ve sıfatlarının dolaysıyla varlığının delillerini arayıp bulmamızı emir ve tavsiye eder.

Çünkü varoluş bir Yaratıcı’nın varlığını gösteren tüm delilleri içinde barındırır.

Dinlerin değişmez olarak nitelenebilecek kısımları genelde Yaratıcı, kul ve kullar arasındaki hukukla ilgilidir.

Eğer varoluş varsa ve gerçekse bir Yaratıcı İrade de vardır ve gerçektir. Bundan en küçük bir şüphe yoktur.

Böylesine açık bir gerçek tartışmaya açıktır ama niçin ve neden tartışılsın?

Sayın yazarımız eğer bu büyük gerçeğe ulaşamamış ise bu dindarların değil onun ve onun gibilerin sorunudur.

= = =

Sayın yazar savaşlara karşıtlığı bir dinsel obje olarak yorumlar. Yorumlar ama dinsel motifli savaşlardan örnekler vermekten de kaçınmaz.

Bir bakıma bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu demeye getirir.

Yazarımız her zaman barışı, iyiliği, güzelliği çağrıştıran dininin bu tür çatışmalarda konu edilmesinden korkakça bir isteksizlik duyduğumuzdan bahseder.

Ona göre kimi dinin ya da mezheplerin bu tür olaylarda açıkça ifade edilmesinin, isimlerinin geçmesinin yerine topluluklar gibi başka kelimelerin kullanmasının ana nedeni bir üstünü örtme, gerçekleri gizleme operasyonudur.

Yazarımıza göre bu tür savaşlar gerçekte din savaşları bir dinin ya da mezhebin bir başka dini ya da mezhebi asimile etmesidir. Bu büyük gerçek örtülüp gizlenmektedir.

Bu iddiaya karşı yazarımıza Aztekler, İnkalar gibi medeniyetlerin ve milletlerin kimler tarafından asimile edildiğini, uygarlık ve yaşam sahnesinden silindiğini, insanlık tarihinin en acımasız soykırımlarının kimler tarafından yapıldığını, öne sürülen öngörü doğru ise taraflar arasındaki dinsel bağların ne olduğunu sorarız.

Dindarlar arasındaki kimi savaşları genelleştirerek sorumluluğunu din olgusuna yıkmaya çalışmak açıkça bir insafsızlık ve tarihi bilmemektir.

Sayın yazarımız bu konuda örnek verdiği olayların gerçek nedenlerini araştırırsa dinsel nedenlerden çok; kişisel ihtirasların, menfaat çatışmalarının, aldatmacaların sahtekarlıkların, suiistimallerin olduğunu görecektir.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-10


Sayın yazarımız dinin insanların sosyal hayatları üzerindeki derin ve güçlü etkisinden şikayet eder ve bunu yapılan büyük bir yanlışlık olarak yorumlar. Verdiği örnekler pek ipe sapa gelmez ama mantığını vurgulaması bakımından önemlidir.

Yazar döner dolaşır konuyu Şeytanın Ayetleri isimli kitabın yazarı Salman Rüşdi’ye getirir.

Bilindiği gibi Salman Rüşdi adı geçen kitabında Hz Muhammed’e hakaretler etmekteydi ve İranlı bir müftü tarafından kanının helal olduğu konusunda fetva verilmişti, bir bakıma ölüme mahkum edilmişti.

Fikir ve vicdan hürriyetinin bir başka kişinin hürriyetinin başladığı yerde bittiğini daha önce yazmıştım.

Hiç kimse bir başka kişinin inancını eleştirmeye, kötülemeye; hele, hele hakaretler etmeye hakkı yoktur.

Salman Rüşdi eğer gerçekten dünyanın en büyük dinlerinden olan İslamiyet’in ulu peygamberi Hz. Muhammed’e gerçekten hakaret etmiş ise evrensel boyutta çok büyük bir suç işlemiş demektir.

Bu suçun cezasının idam olup olmadığı konusunda bir fikir belirtemem çünkü bu benim ihtisasım dışında olan bir konudur.

İdam cezasının gerekli olup olmadığı konusunda fikrimi sorarsanız bu soruya cevabım (sadece sayılı suçlarda çok dikkatli karar verme kaydıyla) evettir.

Bir insanı bilerek ve isteyerek öldürmenin cezası ölüm olmalıdır ki adalet terazisi denge dursun ve yerine bulsun.

Kasıtlı öldürmenin aynı şekilde kendi canını kaybetmekle eşdeğer olduğunu bilmek cinayetleri geniş ölçüde engeller.

Adaletin tecellisi ise toplumsal huzurun temelidir.

Sayın yazarımız konuyla ilgili yazısının bir bölümünde özetle dinsel inanç kavramının sahip olduğu gücün ve ihtişamın tüm esprisi mantıklı nedenlere bağlı olmamasıdır diye yazmaktan çekinmez.

Diğer ifadeye göre (sayın yazara göre) din olgusu mantık dışıdır ve insan haklarının en önemlilerinden biri olan din ve vicdan hürriyetine istinaden sorgulanamaz.

Sorgulanamaması ise dinin kutsal ve dokunulmaz zırhlar içine alınması sonuçta yanlışlığın ortaya konulamaması demektir.

Sayın yazarımız dini aşağılayıcı ifadelerle doldurduğu kitabının best seller olduğunu; yüz binlerce adet basıldığını kitabın kapağında övünç ve gururla belirtmiştir.

Sayın yazarımızın böyle bir kitap yazıp bastırabildiği, yüz binlerce satabildiği halde dinin kutsal zırhlar içine alınıp eleştirilemediğinden yakınması hayli ilgi çekici ve ibret vericidir.

Adı geçen kitabı okuyanlar sayın yazarımızın konuyu saptırmakta hayli hünerli olduğunu hemen fark eder.

Öyle ki insan hak ve özgürlüklerinin bir başka insanın/ insanların hak/haklarının başladığı yerde bittiğini unutmuş; dinin ürünleri olarak nitelediği kimi ahlak kurallarına, gelenek ve göreneklerine fikir ve vicdan özgürlüğüne sığınarak saldırmaktan çekinmemiştir.

Anladığımız kadarıyla sayın yazarımıza göre ateist-özgürlük adına insan yaşamını sınırlayan ahlak kurallarına; gelenek ve göreneklere karşı çıkılmalı ve hatta yok edilmelidir.

Sayın yazarımıza göre eşcinsellik, lezbiyenlik gibi olguların toplumlar tarafından sapkınlık olarak nitelenip karşı çıkılması olayı din kaynaklıdır. Bu ise insan hak ve özgürlüklerine aykırıdır.

Sayın yazarımız bazı hukuki ve sosyal gelişimlerden bahsederek gerçekte toplumsal rahatsızlıklar olan bu tür olguları doğallık- normallik platformuna taşımaya çalışır, bu olguların içindekilere negatif ayrımcılık yapıldığından dem vurur.

Ahlak kuralları, gelenek ve görenekler kültürleri oluşturur. Kültürler ise nice yüzyıllar süren yaşamsal tecrübelerin ve çabaların ürünleridir ve toplumları ayakta tutan en önemli olgulardır.

Bir bakıma bu olgular olmadan toplumlar varlıklarını sürdüremez.

Sayın yazarımız kötünün örnek alınamayacağı kuralını bilmediğinden ardını önünü düşünmeden bu kurallara; sadece tamamen dinsel içerikli olduğunu zannettiğinden kör bir din düşmanlığı nedeniyle karşı çıkmaktadır.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-11

Sayın yazarımız Danimarka’daki karikatür krizi konusunda hayli ilgi çekici bilgiler verir. Konuyu döner dolaştırır Salman Rüşdi olayıyla ilişkilendirir, sonuçta Müslümanların şiddete olan eğilimine ve yobazlığına getirir.

Peygamber efendimizin gerçek Müslümanların gözündeki kıymeti çok iyi bilinir.

Gerçek Müslümanlar peygamber efendimizi annelerinden, babalarından, çocuklarından ve kendi nefislerinden daha çok severler.

Ona olan sevgileri, saygıları sonsuzdur.

Bir Müslüman için; Allah (c.c), Peygamber (a.s), ehl-i beyt ve ashab-ı kiram sevgisi öylesine güçlüdür ki onlara yapılacak en küçük bir hakareti ya da küçük görmeyi; kendine, annesine, babasına, çocuklarına, sevdiklerine yapılmış olarak algılar.

Peygamber efendimizi, ehl-i beytini ve ashabını sevmek, saymak taklit etmek, yollarında gitmek aynı zamanda dinsel bir vecibedir.

Bir bakıma Allah (c.c), Peygamber, Ehl-i beyt ve ashap sevgisi Müslümanların en hassas yeri yumuşak karnıdır.

Bütün bu olayların gerçek nedeni budur.

Sayın yazar kendisininde önemsediği verdiği kimi değerlere (örneğin ateizme, materyalizme, evrime) ağız dolusu sövülse, yerilse, karalansa benzer tepkilerden birini vermeyecek miydi?

Karşıt teorileri, varsayımları, fikirleri, inançları böylesine karşı çıkmasının sövmelere varan karalamalarının, yermelerinin gerçek nedeni bu ÖNEMSEME DEĞİL MİDİR?

Olayların geçtiği yerlerden biri olan Danimarka’da hükümet; ülkelerinde basın, yayın ve ifade özgürlüğünün olduğundan bahisle kendilerini bu olaylardan soyutlamaya çalışır.

Basın yayın ve ifade özgürlüğünün başka kişi ya da kişilerin din ve vicdan özgürlüklerinin başladığı yerde bittiğini unutmuş görünerek insan haklarının en önemlilerinden birini açık bir taraf tutmayla görmezlikten bilmezlikten gelirler.

Medeni, insan haklarına saygılı zannedilen kimi devletlerin insan haklarını da nalıncı keseri gibi daima kendi taraflarına doğru yontmaya çalıştıkları işlerine gelmedikleri yerlerde rahatlıkla görmezlikten bilmezlikten geldiklerini biliyoruz.

Kendini bir şey zanneden, ne oldum delisi, şımarık; devletleri temsil ettiklerini zanneden kimi kişilerin seneler boyu yaptığı mezalimleri görmezlikten, bilmezlikten gelmeleri bunun açık ve kesin bir örneğidir.

Hiçbir kurum ve kişi ya da kişilerin bir başka kurum, kişi ya da kişilerin inançlarına hakaret hakkı olamaz.

Dinci ya da ateist tüm devletlerin ve devletleri temsil eden hükümetlerin her hangi bir ayırım yapmadan din ve vicdan hürriyetini basın yayın ve ifade etme özgürlüğü gibi korumak birinci görevidir.

O halde?

Müslümanların peygamber efendimizi olan bu derin sevgisi ve muhabbeti tarih boyunca pek çok defa suiistimal edilmiş, defalarca provoke edilmiş; fitne, fesat malzemesi olarak kullanılmıştır.

Bu provokasyonlar pek çoktur da en çok bilineni, meşhur olanı, örnek görüneni İngilizlerin Hindistan’da yaptıklarıdır.

İki İngiliz ajanı kurban bayramı arifesinde Hinduların kutsal hayvanı olan bir ineğin boynuzuna ip takarak ite kaka bir Hindu mahallesinden kasıtlı olarak geçirmeye kalkışırlar.

Bu arada bir başka ajan grubu tarafından Hindu mahallesinde Müslümanların Hindu’ların kutsal hayvanı olan pek çok inekleri kurban edecekleri söylentisi de yayılır.

Silahlanan Hindular kutsal hayvanlarını kurtarmak için Müslüman mahallesine saldırırlar. Müslümanlarda kendilerini korumaya çalışır.

Sonuçta:

Dönemin İngiliz valisi elinde viski kadehi olduğu halde İngiliz büyükelçiliği binası penceresinden rapor veren ajanlarının yaptıklarını dinlemekte, çıkan iç savaşı zevkle seyretmektedir.

Salman Rüşdi’nin Şeytanın ayetleri kitabını yazması…..,

Danimarka’daki bir gazetede yayınlanan karikatürler….

Bütün bunların ardından çıkan ve körüklenen olaylar…

Bir rastlantı mı?

Bütün bunların birer provokasyon oldukları açıktır.

Kan ve göz yaşı ile beslenen kimi emperyalist güçlerin ekmeklerine yağ sürmeye çalışan kanlı, zalim, vicdan ve insanlık dışı bir provokasyon.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-12

Pek çok batılı düşünür Müslümanların taassup sahibi, geri kalmış kişiler olarak nitelerlerse de tarih bunun doğru olmadığının kanıtlarıyla doludur.

Müslümanlar birkaç şey dışında hemen, hemen her şeyi almaya ve uygulamaya hazırdırlar ve buna uygun yetenek ve becerilere de sahiptirler.

Müslümanlar sadece yalanı dolanı, haksızlığı, zulüm yapmayı provoke ederek fitne ve fesat çıkarmayı, katliamları, çocukları kadınları ihtiyarları öldürmeyi, asimilasyonu…..öğrenememişlerdir.

Kanıt mı?

Fazla gerilere gitmeye gerek yok. Bu gerçeği görebilmek için yakın tarihi ibret alıcı gözlerle incelemek yetip de artacaktır.

Sayın yazarımız bütün bu üzücü olayların oluşturucularını koruma diğer ifade ile Müslümanları kötüleme adına geçmişte Müslümanların yaptıkları buna benzer olayları ortaya koyarak onlar yapıyorsa biz niçin yapmayalım demeye getirir.

Sayın yazarımızın verdiği örneklerin söz konusu edilen olaylarla ne kadar ilintili olduğu ayrı bir tartışma konusudur ama bu konuya girmeye gerek görmüyoruz. Nedeni ise kötünün asla örnek alınmaması gerektiğidir.

Sayın yazarımız hızını alamayarak laik toplulukların dinlere karşı aşırı ayrıcalık tanımasından dert yanar. Ona göre kimi dinsel olgulara, inançlara hakaret eden aşağılayan bu tür karikatürlere, yazılara alışmamız gerekir(miş).

Bu mantık iki tarafı keskin bir kılıç gibidir. Dincilerin de ateistleri, tanrı tanımazları yeren, onları aşağılayan, yerden yere vuran, hakaretler eden karikatürler yazılar yazma hakkını tanır.

Bu da bir kötülükler kartopunun yuvarlandıkça büyümesi demektir.

Bu mantığın son derece tehlikeli olduğu açıktır.

Her şeyden önce gelişkin devletlerin olmazsa olamazlarından olan laiklik kavramını doğru tarif etmemiz, yorumlamamız; bu tarif ve yoruma uygun tatbik etmemiz gerekir.

Çoğu ateist taraflı bir yorumla laikliği din işlerinin devlet işlerine karıştırılmaması olarak tarif ederlerse de bu tarif yanlış ve kasıtlıdır.

Tanrı tanımazlar bu tarifle devlet düzenlerini din olgularından tamamen soyutlayarak ateist bir devlet oluşturmayı amaçlamışlardır.

Fakat devletler milletler için vardır. Milletleri de bireyler oluşturur.

Her bireyin kendine göre bir inancı vardır. Bireyler bu inancının paralelinde hayatlarını düzenlerler.

Diğer ifade ile tolumlar ardından milletler inançların paralelinde şekillenir. Bu nedenle vatandaşlarına hizmet etme amaçlı devletlerin inançlardan soyutlanarak düzenlenip teşkilatlanması mümkün olmaz.

Bu ara bir Yaratıcının olmadığını inanmanın da bir inanç olduğunu hatırlatalım.

Devletler vatandaşları arasında hukuku korumak için tarafsız olmak zorundadır.

Toplumlar ise çeşitli din ve inançların mozaiği şeklinde şekillenmiştir. Bu nedenle devletler tarafsızlığını korumak için toplun içinde mevcut bütün din ve inançlara tarafsız davranmaya mecburdur. İşte gerçek laiklik budur.

Bu gerçekten yola çıkarak laikliği devletlerin dinlere karşı tarafsız olması şeklinde tarif edebiliriz ki doğru tarif budur.

Bu arada belirtelim ki sayın yazarımızdan (ve tabi ki diğerlerinden) hak etmediği ve aşırıya kaçtığını iddia ettikleri, bu nedenle eleştirdikleri dine ve dinsel olgulara olan saygıyı onlardan beklemediğimizdir.

Tek isteğimiz evrensel bir insanlık hakkı olan din, vicdan ve inanç özgürlüğünü (ne aşırıya kaçarak, ne de kısıtlayarak) gerektiği gibi uygulamaları; bilimsel konulardaki yorumlarında bilimin gereği olarak tarafsız olmalarıdır.

Dinin toplum içinde aşırı saygı gördüğünü, haksız bir itibara sahip olduğunu savunan ve yakınan sayın yazımıza birkaç soru sormak isteriz.

Sayın yazarımız dine, din olgusuna ve objelerine karşı herhangi bir saygı, ilgi ya da yakınlık duymakta mıdır?

Dinin toplum içindeki saygısından, itibarından rahatsız olduğuna ve bunu açıkça ifade ettiğine göre bu soruya rahatlıkla “hayır duymuyorum” cevabını vereceğini tahmin edebiliriz.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Sayın yazarımıza ikinci sorumuz kendilerine dine saygı, sevgi, ilgi göstermesi konusunda herhangi bir baskının yapılıp yapılmadığıdır.

Her hangi bir baskı yapılmamış ise tercihini kendi iradesiyle yapmış demektir ki buna herhangi bir itirazımız olamaz.

Baskı görmüş ise baskı yapanlara karşı onunla birlikte karşı çıkarız.

Belki yazarımız bilmiyor olabilir ama İslam dininde zorlama yoktur.

O halde bir kez daha soralım.

Nasıl ki dine ve objelerine saygı duymamak yazarımızın ve yazarımız gibi düşünenlerin kendi iradelerinin tercihi ve hakkı ise, dine ve objelerine saygı duymak da inananlar olarak bizlerinde kendi iradelerimizle seçtiğimiz tercih ve haklarımızdır.

Sayın yazarımıza soralım.

Özgürce yaptığımız bu seçime müdahale hakkını nasıl ve nereden buluyorsunuz?

Yoksa siz ve sizin gibi düşünenler doğruları, gerçekleri rahatlıkla bulabilen dünyanın en akıllı insanlarısınız da biz dindarlar doğruları, gerçekleri bulmaktan aciz dünyanın en ***** kişileri miyiz?

= = =

İnsanlar mevki ve unvanlarıyla ya da sözleriyle değil, ortaya koydukları eserlerle değerlenirler, değerlendirilirler.

Sayın yazarımız söz konusu eserinde birden taktik değiştirerek İslam’ı ve Müslümanları bırakarak İncillere; Hıristiyanlığa dolaysıyla dine saldırmaya başlar.

Öyle ki bu Kitaplarda ifade bulan Tanrı kavramı için; adaletsiz, kindar, kana susamış, ırkçı, bebek katili vb. gibi İngiliz dilinin tüm olumsuz, aşağılayıcı ve kötüleyici sıfatlarını kullanmaktan çekinmez.

Çekinmez ama sıra sıra dizdiği kötü sıfatları İncillerin neresinden bulup çıkardığı konusunda her hangi bir örnekte vermez, kanıt göstermez.

Yapabildiği tek şey kendinin ve benzerlerinin din ve Hıristiyanlık üzerindeki peşin fikirlilik kokan düşünceleridir.

= = =

Hıristiyanlığın ilk dönemi olan Hıristiyan-Museviliği sırasında İncillerin ilaveler, çıkarmalar, değiştirmeler yapılarak tahrif edildiğini; birbirlerinden farklı yüzlerce incilin yazıldığını; sonuçta İznik’te toplanan bir kurul tarafından yüzlercesinin içinden ayıklanarak dört İncilin seçilip bu İncillerin geçerli sayılmasının kararlaştırıldığını biliyoruz.

Kütüphanemizde bu dört İncil’in birer nüshası bulunmakta olup defalarca okuduk ve oldukça yaralandık.

Tahrif edilmiş İncillerde birbirleriyle çelişen; akla, mantığa, bilimsel verilere uymayan hurafe niteliğinde kısımların bulunduğu açık bir gerçektir.

Açık bir gerçektir ama aynı zamanda bir başka gerçek İncillerin içinde sağa sola saçılmış pırlantalar gibi kutsal kitaplara özel o mucizevi ifadelerin bulunmasıdır.

Sayın yazarımız güneşin haşmetli büyüklüğü, içinde taşıdığı enerji, dünyamızı hayat vermesi gibi sıfatlarını görmeyip kasıtlı olarak sadece üzerindeki lekeleri ayrımsayıp kötülemeye çalışan anlaşılamayan bir kinle gerçekleri gözlerini kapatmış şaşkın uzay bilimci durumundadır.

İnsanlar neyi bulmak isterlerse genelde onu bulurlar.

Her işin başı sonu niyettir.

Bir bakıma olaylar niyetlere göre şekillenir.

Eğer güneşin büyüklüğünü, haşmetini, dünyamıza hayat vermesini görmek istemez de sadece lekeleri görmek isterseniz sadece görmek istediklerinizi görürsünüz.

Bu bir nevi koyu bir taassubun bakar körlüğüdür.

= = =

Sayın yazarımızın yazmaktan çekinmediği; terbiyemiz ve inançlara karşı saygımız nedeniyle yazamadığımız kötü sıfatlar; sayın yazarın dine, inançlılara karşı ne kadar garazkar ve peşin fikirli olduğunun açık bir ifadesi, içindeki engel olmadığı kinin ortaya dökülmesi, kusulması olmalıdır.

= = =

Sayın yazarımıza göre varoluşun başlangıcında her şeyi tasarlayıp planlayan sonrada yaratıp ortaya koyan doğaüstü bir irade ve güç yoktur.

Yazarımız böyle bir irade ve gücün ancak kademeli evrimin uzun bir sürecinin son ürünü olabileceği görüşündedir.

Ona göre Yaratıcı zekalar varoluşa en son katılanlardır.

Evrimin kendine özel kurallarını işleterek sonsuza kadar süreceği göz önüne alınırsa her zaman son ürün olan yaratıcı zekalarda aşamalı olarak sonsuza kadar gelişecek, büyüyecek, evrimleşecek demektir.

Sayın yazarımıza göre Tanrı kavramı bilimsel kanıtlardan çok kendine özel ilhamlardan oluşan yerel göreneklere dayanır.

Yine ona göre din çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa doğru aşamalı olarak gelişir, bir bakıma evrimleşir.

Sayın yazarımız bütün bunları yazabildiğine göre insanlık tarihine ve bu tarihin en belirgin motifini iyi incelememiş ya da incelemiş de edindiği bilgileri hurafeler addederek geçersiz saymış olmalıdır.

İnsanlık tarihi boyunca yüzlerce peygamberin geldiği, bu peygamberlerin insanları tek bir tanrıya davet ettikleri bilinen bir gerçektir.

Sayın yazarımız peygamber denen kimselerin geldiğini itiraz etmez ama ona göre (bir Yaratıcı İradenin=Tanrı’nın varlığını şiddetle karşı çıktığı göz önüne alındığında) kendilerini peygamber olarak takdim eden bu kişiler insanların dinsel duygularını suiistimal eden yalancılar, dolandırıcılar, sahtekarlardır.

İnsanlık tarihi boyunca bu tür insanlar olduğu, olacağı açık bir gerçektir.

(Sayın yazarımızın mantığına göre) bu kişiler nihayet bu işe bazı çıkarlar ya da şan ve şöhret kazanmak için soyunmuş olmalıdırlar.

Öyle ya!

Bir insan en küçük bir menfaat beklemediği, son derece tehlikeli bir işe niçin soyunsun da bütün hayatını o işe adasın, sıkıntılar çeksin işkencelere uğrasın gerektiğinde canını versin?

Bir başka deyişle bir insan doğruluğunu gönülden inanmadığı bir iş için sadece bir kısım dünya malı ya da şan ve şöhret uğruna sıkıntılara katlanır, işkencelere uğrar, hayatını kaybetmeyi göze alabilir mi?

Yaptığım bu davete karşılık sizlerden bir şey istemiyor ve beklemiyorum. Benim ecrim yüce Allah’tandır diyebilen; hiç bir menfaat, şan şöhret beklemediği bir iş için en küçük bir tereddüde düşmeden; türlü sıkıntı ve işkencelere göze alıp katlanabilen, bütün ömrünü yoksulluk, geçim sıkıntıları içinde geçiren, gerektiğinde canını veren bu kişiler üçkağıtçı, yalancı, dolandırıcı, sahtekar olarak nitelenebilir mi?

Sayın yazarımıza göre bu sorunun cevabı evettir.

Fakat bu evet cevabı asla akla mantığa uygun değildir.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-14

Bu konuda sayın yazarımızın göz önüne almadığı ya da almak istemediği bir başka gerçek daha vardır.

Bütün peygamberler insanları çok tanrıcılığı men edip tek tanrıcılığa davet etmişlerdir.

Bu da (insanlık tarihi boyunca binlerce peygamber geldiğine göre) insanlar çeşitli nedenlerle ve yanılmalara aldanmalara açık olduklarından tek tanrıcılıktan çok tanrıcılığa doğru meyletme eğiliminde olduklarını gösterir.

Bir başka deyişle insanoğlu tarihi boyunca tek tanrıcılıktan çok tanrıcılığa doğru meyletmiş bu nedenle (insanları tek tanrıcılığa davet etmek üzere) binlerce peygamber gönderilmiştir.

Binlerce peygamberin gönderilmiş olması insanların tarihi boyunca tek tanrıcılıktan çok tanrıcılığa doğru meylettiğinin açık ve inkar edilemez kanıtlarıdır.

Bu nedenle sayın yazarımızın dinler çok tanrıcılıktan çok tanrıcılığa doğru evrimleşti varsayımı tamamen geçersizdir.

Günümüzde Şintoizm, Hinduizm, Brahmanizm gibi çok tanrılı dinlerin bulunması sayın yazarımızın dinler çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa doğru evrimleşti savını ret eden bir başka gerçektir.

= = =

İnsanların tek tanrıcılıktan çok tanrıcılığa meyletme nedenlerinin başında varoluşun bütünlüğünü yeterince bilmemeleridir.

Varoluş görkemli büyük ve öylesine ayrıntılıdır ki bu görkemli ayrıntıların tek bir bütün oluşturduğunu anlamak, bu anlayışa ulaşmak son derece güçtür.

Çok büyük, derin ve ayrıntılı bilgiler gerektirir.

Bu nedenle inançlar var oluşu yerler, gökler, denizler, güneş ay yıldızlar vb gibi bölümlere ayırmışlar, her bölüm içinde ayrı bir tanrının var olması gerektiği sonucuna ulaşmışlar ve bunu bir dinsel gerçek olarak kabul etmişlerdir.

Bu günkü oldukça gelişen bilim ve teknolojinin yardımıyla bu bütünlüğü yeni yeni kavramaya başladık.

Ezelden gelip ebede giden bir sonsuzluk zannettiğimiz evrenin bir boyutunun ve yaşının olduğunu yakın denebilecek bir tarihte öğrenebildik.

Nitekim evrenin bir boyutunun ve yaşının olması bizi evrenimizle sonsuz sayıdaki diğerlerini sarıp sarmalayan Bir büyük Bütünün varlığına götürür.

Bilimin en temel kanunlarından olan maddenin sakımı yasası Bir Büyük Bütünün varlığının kanıtı olur.

Varoluşu yeterince bilmeyen insanların bu büyük gerçeği yeterince farkında olmaları beklenemez.

Fakat ilginç ve şaşırtıcı bir biçimde peygamber dediğimiz insanlar bu büyük gerçeğin bilgisine sahiptiler.

Bu insanlar en küçük bir tereddüt dahi göstermeden, en küçük bir karşılık beklemeden; türlü sıkıntılara katlanarak, işkencelere uğrayarak gerektiğinde canını vererek insanlara davet ettikleri bu büyük gerçeğin bilgisine nasıl ulaştılar?

Bu sorunun Bir Bilenin onlara öğrettiği dışında cevabı var mı?

= = =

Sayın yazarımız çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa evrimleşmenin! sonucu olarak tek tanrıcılıkta da bir tanrı bir eksilterek ateizme dönüşeceği iddiasındadır.

Aynı zamanda sayın yazar tek tanrıcılığı savunanları şovenist (Şovenizm: Herhangi bir gruba olan ve neden ya da nedenlere dayanmaksızın oluşan gözü kapalı aşırı bağlılık. Karşıt gruplara olan nefret, kim gibi kötü niyet duygularını da beraberinde getiren anlayış) olarak niteler.

Sayın yazar kendisinin bir ateist şovenist olduğunun, yukarıdaki tarifin birebir kendisine ve davranışlarına uyduğunun farkında mıdır acaba?

Bu gün milyarlarca inananın bulunduğu Tanrı’ya, tekrarlamaktan utandığımız en ağır hakaretleri etmeye iten neden onun bu şovenist tutum ve duyguları değil midir?

Bir evrimci için (her ne sebepten olursa olsun) evrim teorisine karşı çıkmak affedilmez bir hatadır, karşı çıkan da bilim düşmanı katışıksız bir yobazdır.

Bir evrimci dinsel bir taassupla inandığı teorisini savunmak için her yolu mubah görürde karşıt teori ya da düşünce sahiplerinin en doğal hakları olan kendilerini ve düşüncelerini savunma hakkını bile çok görür.

Bir evrim teorisi savunucusuna teorisini güç durumlara düşüren ve asla yanıtlayamayacakları sorulardan (bu sorular binlercedir) birini sorar ve yanıt beklerseniz birden hırçınlaştığını; sorduğunuz soruya cevap verme yerine; yergi, sövgü ve karalama edebiyatına giriştiğini görürseniz hiç şaşırmayın.

= = =

Sayın yazar bir kez daha döner dolaşır; tek tanrılı dinlerin toplum içindeki yadsınamaz fakat haksız zannettiği itibarına ve bunun yansımalarına gelir.

Bazı kanunların tek tanrılı dinleri koruduğunu iddia eder. Bunun bir ayırımcılık olduğunu savunur.

Peki ya ne olacaktı?

Sayın yazarımız kanunların toplumların yapısına göre şekillendiğini çoğunluk yararlarının ön plana çıkarılması gerektiğini bilmiyor mu?

Çok tanrılı dinlere inananların çoğunlukta bulunduğu toplumlarda kanunlar bu dinlere, ateistlerin çoğunlukta bulunduğu toplumlarda da ateist varsayımlarına uygun kanunların olmasından, bir insanın inandığı ideolojiye ya da dine yardım etmesinden daha doğal ne olabilir?

Kimi ülkelerde komünist-ateist rejimlerin uygulandığı dönemlerde binlerce cami ve kilise yakıldı, yıkıldı tahrip edildi.

Büyük bir kısmı da ahır ve depo olarak kullanıldı.

Sayın yazarımız ayrımcılık yapıldığı gerekçesiyle bu uygulamalara da karşı çıkacak mıydı?

Hiç zannetmiyoruz.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-15


Sayın yazarımız Hz. İsa’nın havarilerine yaptıklarına benzer çağrılarla insanları hayırlı ve güzel işlere yönlendirilmesinden son derece şikayetçidir.

Bu tür olguların insanların tek tanrılı dinlere yönlendirilmesinde ve bu dinlere bağlanmasındaki etkilerini çok iyi bilir.

Tek tanrılı dinin dünyanın en uzak noktasına kadar ulaşmasından, buralara kök salmasından, bu konuda yapılan çabalardan son derece rahatsızdır.

Yazarımız dinlerin (ateizmde dahil) kişileri ve toplumları yönlendirip şekillendirmede en önde gelen itici ve yapıcı gücü olduğunu, dinlerin insanları toplayıp birleştirdiğini, ateizmin ise insanları bireyselleştirip bencilleştirerek yalnızlaştırdığını, toplumları bölüp parçaladığını bilmiyor mu?

Ateizm toplumları yönlendirip şekillendiremiyorsa sorumlusu niçin dinler olsun?

Yazarımız Hıristiyanlığın teslis itikadını eleştirir, Jefferson’un konuyla ilgili sözlerini tekrarlayarak hem teslis akidesiyle, hem Hz. Meryem’le, hem de Hıristiyanların azizleriyle açıkça alay eder.

Teslis akidesinin Hıristiyanlığa sonradan eklendiğini Hz. İsa’nın Allah’ın (c.c) kulu ve resulü olduğunu biliyoruz. Açık bir yanlışın eleştirilmesine gerek olmadığına inanıyoruz.

Bu nedenle havanda su dövmeden öteye geçmeyecek, yararsız olduğu açık bir tartışmaya girmeyeceğiz.

Burada söz bizden çok teslis akidesini ve bununla ilgili hurafeleri savunan Hıristiyanlara düşer.

Bizim burada vurgulamak istediğimiz sayın yazarın tek tanrılı gibi gözüken Hıristiyan dininin çok tanrıcılıkla flört ettiğini; tek tanrıcılıktan çok tanrıcılığa kaydığını ifade ederken (sayın yazara göre teslis akidesinin yanı sıra Hz. Meryem ve azizlerin durumu yarı tanrılığa benzetilebilir. Bu da çok tanrıcılığa çağrıştırmaktadır.) kendi varsayımı olan dinlerin evrimiyle, (çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa geçiş) yaman bir çelişki içine girmesidir.

Sayın yazarımız kendi varsayımını bizzat kendi eliyle, diliyle, yazısıyla yalanlamakta, kendisi kendisiyle çelişkilere düşmektedir.

Sayın yazar dindarların hiçbir zaman sahip olmadıkları, olamayacakları kanıtlar hakkında önemsiz ayrıntılar öne sürerlerken aşırı bir güven duygusu içinde olduklarını ileri sürer.

Yazarımıza göre bu güven duygusunun kaynağı ileri sürülen önemsiz fikirleri destekleyecek kanıtların kesinlikle olmamasıdır.

İnananların önemsiz ayrıntıları aşırı güven duygusuyla öne sürmeleri, vurgulamaları, önemsizleri önemli gibi göstermeleri karşıdakileri ikna etme ya da aldatma amaçlıdır.

Bilindiği gibi evrim teorisi savunucuları evrimsel aşamaları açıklamaya çalışırken olguları on milyonlarca sene bizzat gözlemlemiş, ardından sınamış gibi kesin ifadeli bir üslup kullanırlar; asla ve asla en küçük bir şüpheye dahi yer vermezler.

Bu tür yazılarda (sayın yazarımızın vurguladığı gibi) aşırı bir güven duygusuyla önemsiz ayrıntıların önemli gibi gösterilme çabaları hemen fark edilir.

Bir bakıma her şey en küçük bir şüpheye yer vermeden evrime uygun olarak olu oluvermiş ve de kanıtlanmıştır.

Şüphesiz ki evrim teorisi savunucularının bu tutumları savunulan varsayım hakkında herhangi bir kanıta sahip olmamalarıdır.

Önemsiz ayrıntılar aşırı güven duygusuyla vurgulanarak önemli ve kesin kanıtlara dönüştürülmüştür.

Daha da ilginci önemsiz ayrıntıların vurgulanarak ortaya konan sözde kanıtların dönüp dolaşarak öne sürenlere dönmesi, onlar tarafından da bilimsel bir gerçek gibi kabullenilip, sahiplenilmesidir.

Biz buna; hiçbir bilimsel kanıta dayanmayan bir şöyle oldu böyle oldu edebiyatı olarak tanımlamakta, bu tür öngörülerin bilimsel değerlerinin olmayacağını, olamayacağını ısrarla vurgulamaktayız.

= = =

Sayın yazarımız kendi gibi düşünen, bilimsel eleştiri yapmaktan çok ağzı bozuk kişilerden alıntılar yaparak dinleri alabildiğince kötüler.

Sayın yazarımız ve ağız bozukluğunda kendisinden fazlası olup da eksiği olmayan fikirdaşlarına göre Hıristiyanlık, Musevilik ve İslam kültürümüzün kalbinde bulunan; büyük, ağza alınamayacak kötülüklerdir. Dinler tamamen ataerkildir. Her üç dinde de bir kadın nefreti hakimdir. Kadınlar devamlı hor ve hakir görülür.

Sayın yazarımıza göre her üç dinin bariz atası Yahudiliktir ve ortak ataları İbrahim’in (a.s) dinidir.

Yahudilik ise (sayın yazarımızın tarifine göre) cinsel yasaklara hastalıklı denebilecek şekilde takıntılı, insanları devamlı cezalandıran kaba saba bir Tanrı’ya tapılan bir kabile dinidir.

Bu dinin sahibi zannedilen kabilede Tanrı nezdinde seçilmiştir, ne günah işlerse işlesin affedilme ayrıcalığına sahiptir.

Muhammed’in (a.s) getirdiği din ise Yahudiliğin bir başka versiyonudur.

Yeni vahiy edildiği iddia edilen Kuran üzerine kurgulanmıştır.

İnanç temelleri yönünden Yahudilikle hemen, hemen aynıdır. Sadece ayrıcalıklı kabile mefhumunu bir kenar itmiş, kabul etmemiştir.

Sayın yazarımıza göre İslam’ın yayılması askeri fetihler yani kılıç zoruyladır.

Hıristiyanlık ise ancak Konstrantin döneminde resmi bir din statüsüne kavuşabilmiştir.

Sayın yazarımızın üç büyük din hakkında yazabildikleri bu kadar.

Fark edileceği gibi Dünya’nın büyük bir bölümünü etkisi altında tutan üç büyük hakkında sayın yazarımın verebildiği birkaç satırlık, kulaktan dolma, herhangi bir bilimsel araştırma sonucu olmayan, üstünkörü, sönmeyen bir kin ve nefretin sonucu kasıtlı olarak toplanmış yarım yamalak bilgilerdir.

Sayın yazarımız dinler hakkın öylesine cahildir ki bütün gayretimize rağmen yazdıklarının içinde elle tutulacak eleştirecek, değerlendirilecek tek bir kelime dahi bulamadık.

Yukarıya aldıklarımızın bir yergi, sövgü ve karalama edebiyatıdır, bilimsel hiçbir değeri de yoktur.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-15


Sayın yazarımız Hz. İsa’nın havarilerine yaptıklarına benzer çağrılarla insanları hayırlı ve güzel işlere yönlendirilmesinden son derece şikayetçidir.

Bu tür olguların insanların tek tanrılı dinlere yönlendirilmesinde ve bu dinlere bağlanmasındaki etkilerini çok iyi bilir.

Tek tanrılı dinin dünyanın en uzak noktasına kadar ulaşmasından, buralara kök salmasından, bu konuda yapılan çabalardan son derece rahatsızdır.

Yazarımız dinlerin (ateizmde dahil) kişileri ve toplumları yönlendirip şekillendirmede en önde gelen itici ve yapıcı gücü olduğunu, dinlerin insanları toplayıp birleştirdiğini, ateizmin ise insanları bireyselleştirip bencilleştirerek yalnızlaştırdığını, toplumları bölüp parçaladığını bilmiyor mu?

Ateizm toplumları yönlendirip şekillendiremiyorsa sorumlusu niçin dinler olsun?

Yazarımız Hıristiyanlığın teslis itikadını eleştirir, Jefferson’un konuyla ilgili sözlerini tekrarlayarak hem teslis akidesiyle, hem Hz. Meryem’le, hem de Hıristiyanların azizleriyle açıkça alay eder.

Teslis akidesinin Hıristiyanlığa sonradan eklendiğini Hz. İsa’nın Allah’ın (c.c) kulu ve resulü olduğunu biliyoruz. Açık bir yanlışın eleştirilmesine gerek olmadığına inanıyoruz.

Bu nedenle havanda su dövmeden öteye geçmeyecek, yararsız olduğu açık bir tartışmaya girmeyeceğiz.

Burada söz bizden çok teslis akidesini ve bununla ilgili hurafeleri savunan Hıristiyanlara düşer.

Bizim burada vurgulamak istediğimiz sayın yazarın tek tanrılı gibi gözüken Hıristiyan dininin çok tanrıcılıkla flört ettiğini; tek tanrıcılıktan çok tanrıcılığa kaydığını ifade ederken (sayın yazara göre teslis akidesinin yanı sıra Hz. Meryem ve azizlerin durumu yarı tanrılığa benzetilebilir. Bu da çok tanrıcılığa çağrıştırmaktadır.) kendi varsayımı olan dinlerin evrimiyle, (çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa geçiş) yaman bir çelişki içine girmesidir.

Sayın yazarımız kendi varsayımını bizzat kendi eliyle, diliyle, yazısıyla yalanlamakta, kendisi kendisiyle çelişkilere düşmektedir.

Sayın yazar dindarların hiçbir zaman sahip olmadıkları, olamayacakları kanıtlar hakkında önemsiz ayrıntılar öne sürerlerken aşırı bir güven duygusu içinde olduklarını ileri sürer.

Yazarımıza göre bu güven duygusunun kaynağı ileri sürülen önemsiz fikirleri destekleyecek kanıtların kesinlikle olmamasıdır.

İnananların önemsiz ayrıntıları aşırı güven duygusuyla öne sürmeleri, vurgulamaları, önemsizleri önemli gibi göstermeleri karşıdakileri ikna etme ya da aldatma amaçlıdır.

Bilindiği gibi evrim teorisi savunucuları evrimsel aşamaları açıklamaya çalışırken olguları on milyonlarca sene bizzat gözlemlemiş, ardından sınamış gibi kesin ifadeli bir üslup kullanırlar; asla ve asla en küçük bir şüpheye dahi yer vermezler.

Bu tür yazılarda (sayın yazarımızın vurguladığı gibi) aşırı bir güven duygusuyla önemsiz ayrıntıların önemli gibi gösterilme çabaları hemen fark edilir.

Bir bakıma her şey en küçük bir şüpheye yer vermeden evrime uygun olarak olu oluvermiş ve de kanıtlanmıştır.

Şüphesiz ki evrim teorisi savunucularının bu tutumları savunulan varsayım hakkında herhangi bir kanıta sahip olmamalarıdır.

Önemsiz ayrıntılar aşırı güven duygusuyla vurgulanarak önemli ve kesin kanıtlara dönüştürülmüştür.

Daha da ilginci önemsiz ayrıntıların vurgulanarak ortaya konan sözde kanıtların dönüp dolaşarak öne sürenlere dönmesi, onlar tarafından da bilimsel bir gerçek gibi kabullenilip, sahiplenilmesidir.

Biz buna; hiçbir bilimsel kanıta dayanmayan bir şöyle oldu böyle oldu edebiyatı olarak tanımlamakta, bu tür öngörülerin bilimsel değerlerinin olmayacağını, olamayacağını ısrarla vurgulamaktayız.

= = =

Sayın yazarımız kendi gibi düşünen, bilimsel eleştiri yapmaktan çok ağzı bozuk kişilerden alıntılar yaparak dinleri alabildiğince kötüler.

Sayın yazarımız ve ağız bozukluğunda kendisinden fazlası olup da eksiği olmayan fikirdaşlarına göre Hıristiyanlık, Musevilik ve İslam kültürümüzün kalbinde bulunan; büyük, ağza alınamayacak kötülüklerdir. Dinler tamamen ataerkildir. Her üç dinde de bir kadın nefreti hakimdir. Kadınlar devamlı hor ve hakir görülür.

Sayın yazarımıza göre her üç dinin bariz atası Yahudiliktir ve ortak ataları İbrahim’in (a.s) dinidir.

Yahudilik ise (sayın yazarımızın tarifine göre) cinsel yasaklara hastalıklı denebilecek şekilde takıntılı, insanları devamlı cezalandıran kaba saba bir Tanrı’ya tapılan bir kabile dinidir.

Bu dinin sahibi zannedilen kabilede Tanrı nezdinde seçilmiştir, ne günah işlerse işlesin affedilme ayrıcalığına sahiptir.

Muhammed’in (a.s) getirdiği din ise Yahudiliğin bir başka versiyonudur.

Yeni vahiy edildiği iddia edilen Kuran üzerine kurgulanmıştır.

İnanç temelleri yönünden Yahudilikle hemen, hemen aynıdır. Sadece ayrıcalıklı kabile mefhumunu bir kenar itmiş, kabul etmemiştir.

Sayın yazarımıza göre İslam’ın yayılması askeri fetihler yani kılıç zoruyladır.

Hıristiyanlık ise ancak Konstrantin döneminde resmi bir din statüsüne kavuşabilmiştir.

Sayın yazarımızın üç büyük din hakkında yazabildikleri bu kadar.

Fark edileceği gibi Dünya’nın büyük bir bölümünü etkisi altında tutan üç büyük hakkında sayın yazarımın verebildiği birkaç satırlık, kulaktan dolma, herhangi bir bilimsel araştırma sonucu olmayan, üstünkörü, sönmeyen bir kin ve nefretin sonucu kasıtlı olarak toplanmış yarım yamalak bilgilerdir.

Sayın yazarımız dinler hakkın öylesine cahildir ki bütün gayretimize rağmen yazdıklarının içinde elle tutulacak eleştirecek, değerlendirilecek tek bir kelime dahi bulamadık.

Yukarıya aldıklarımızın bir yergi, sövgü ve karalama edebiyatıdır, bilimsel hiçbir değeri de yoktur.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-16

Yazarımız kitabının bir başka bölümünde Tanrının zatıyla ilgili kendine göre genelde aşağılayıcı, alay edici ifadelerle bazı değerlendirmelerde bulunur.

Tanrının zatının kısıtlanmış aklımızla kavranamayacağını daha önce yazmıştık.

Bu nedenle kem sözün sahibine ait olduğunu, bumerang gibi sonuçta sahibine geri döneceğini ifade etmekle yetineceğiz.

Sayın yazarımız Tanrı’nın varlığını; Zatını anlamasının ya da görmesinin mümkün olmadığı mahallerde arayacağına; eserlerinin var olup olmadığı yoluyla anlamaya çalışsaydı çok daha akılcı ve bilimsel bir yöntem sergilemiş, çok daha doğru bir yol tutmuş olurdu.

Sayın yazarımız algılamalarla sınırlanmış aklıyla her şeyi kavrayabileceğini, anlayabileceğini bilebileceğini zannediyorsa çok yanlıyor.

Gerçekler dünyasına daracık bir pencereden aşırı miyop, üstelik şaşı gözlerle bakabildiğinin farkında bile değil.

Elimizde pozitif bilim gibi güçlü bir silahımız, belirli sınırlar içinde hemen hemen her şeyi açan bir anahtarımız var.

Varoluşun bir eser olup olmadığı sorusuna verilecek cevap bir Var Edici İradenin var olup olmadığına da yanıtı olacaktır.

Bir Var Edici iradenin varlığını anlamamız için pozitif bilimden ayrılarak teolojinin esrarlı derinliklerine dalmamıza gerek yok.

Tersinim teorisi herhangi bir dinsel objeye başvurmaya gerek duymadan sadece bilimsel bulgular ve kanıtlarla Bir Var Edici İrade’nin varlığının kanıtlanabileceğini savunur ve bu konuda ciddi kanıtlar gösterir.

= = =

Sayın yazarımız kitabının bir bölümünü laiklik konusunu ayırmıştır.

Sayın yazarımız toplumu yöneten üst kesim yöneticiler dinci kesimlerin baskısı altında bulunduklarını, dinci kesimlerin üst düzey yöneticilerini baskı altında tutarak dinci bir yönetim kurmaya çabaladıklarını, kendine göre örneklerle göstermeyi çalışır ve ilginç sonuçlara ulaşır.

Örneğin krallık yasalarıyla yönetilen ve yerleşik bir kiliseye sahip olan İngiltere laik bir yönetime sahip olan Amerika’dan daha az dindardır.

Sayın yazarımıza göre bunun nedeni İngiltere’de bitip tükenmek bilmeyen dinsel tartışmaların, savaşların halkı bıktırıp usandırması dinden soğutmasıdır.

Yazarımıza göre Amerika’nın İngiltere’den daha dinci olmasının nedeni göçmen bir millet olan Amerikalıların yabancı bir ülkedeki yalnızlıklarını aşina oldukları kiliselerle doldurmaya çalışmaları ve yönetimin laik bir kimlikte olmasıdır.

Laiklik Amerika’da dinin bir hür teşebbüs kimliğine bürünmesine neden olmuştur.

Yazarımıza göre Amerika’daki cemaatler arasında çetin rekabetler ve çekişmeler vardır.

Cemaatler arasındaki çekişmenin gerçek nedeni cemaatlere katılan kişilerin kısmen getirdikleri yağlı vergilerdir. Bu çekişmeler son derece saldırgan satış teknikleriyle sürdürülmektedir.

Fakat sayın yazarımız hemen iki paragraf yukarıda bitip tükenmek bilmeyen dinsel tartışmaların, çekişmelerin, savaşların halkı bıktırıp usandırdığından dinden soğuttuğundan bahsettiğini unutmuş görünüyor.

Cemaatler arasında saldırganlığa varan tartışmalar, çekişmeler varsa bu Amerikan halkını da bezdirip usandırması, sonuçta dinden soğutması gerekmez miydi?

Ama sonuç tam tersidir. Neden acaba?

= = =

Sayın yazarımıza göre din çılgınlığı az eğitimli sınıflara özeldir. İngiltere’de din neredeyse din kimliğini kaybetmiş, hoş bir sosyal meşgale olmaktan öteye geçememiştir.

Sayın yazarımız yukarıdaki sorumuzun cevabını kendisi vermiş görünüyor.

Eğer İngiltere’de din kimliğini kaybedip sosyal bir meşgale durumuna düşmüş ise halkın soğuduğu olgu gerçek de din olmasa gerektir.

Bunun ancak bir açıklaması olabilir.

İngiltere’de halkı bıktırıp usandıran din değil, din kimliğini kaybetmiş fakat dinsel objeleri kullanan örgütlerin çekişmeleri, savaşmalarıdır.

Din olgularının çeşitli kesimlerce sık sık suiistimal edilip kullanıldığını biliyoruz.

Fakat suiistimal edilip kullanılmasında dinin bir kusuru olmadığı açıktır.

Kusur dini suiistimal eden yobazlar ya da din dışı olgulardır.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-17

Sayın yazarımız bir bakıma din olgusundan tamamen arındırılıp materyalizme göre şekillendirilmiş bir toplumun özlemi içindedir.

Bir insanın inancı ya da inançsızlığı doğrultusunda yaşamak istemesinden daha doğal ne olabilir?

Materyalizm de bir inanç olduğu, toplumları etkileyip şekillendirdiğine göre insan hayatlarını derinden etkileyen dinin de toplumları etkileyip şekillendirmesini doğal kabul etmek gerekmez mi?

Sayın yazarımız materyalistlere tanıdığı hakkı inançlılara niçin tanımıyor?

Burada doğru olan inançları ya da inançsızlığı kişisel tercihlere bırakılması ve yapılan tercihlere saygı duyulmasıdır ama sayın yazarımız çocuklara dini bilgiler vermenin bu tarafsızlığı bozduğu (dinsel bilgiler vermemenin de ateizm taraflılığı olarak yorumlanabileceğini düşünmeden) nedeniyle karşı çıkar.

Bir bakıma sayın yazarımız tüm olguları nalıncı keseri gibi hep kendi yönüne (materyalizm tarafına) yontmaya çalışır.

Sayın yazarımız dinsel fanatizmin Amerika’da azdığından, bu durumundan yöneticilerini dehşete düşürdüğünden filan bahseder ama Amerika’nın bu günkü gücünü özgürlüğünden aldığını unutur ya da bilmezlikten gelir.

Sayın yazarımız nedense hep kendi gibi düşünenlerden örnekler verir, bunları kanıtlarmış gibi göstermeye çabalar. Tüm insanların kendi gibi düşünmeyeceğini, düşünemeyeceğini; kültürümüzün böylesine renkli ve zengin olmasının bir nedenin de bu özgürlük olduğunu nedense düşünemez.

Tek taraflı düşüncenin yobazlık olduğunu her halde bilmiyor.

Gerçekte sorunun çözümü basittir.

Bu çözümde inanç sahiplerinin tanrı tanımazların tanrı tanımazlıklarına, tanrı tanımazların da din sahiplerinin inançlarına karışmaması; kişilerin inançlarını ya da inançsızlıklarını özgürce yaşamalarına izin vermesi diğer ifade ile gerçek laikliğin uygulanmasıdır.

Burada gerekli olanın laikliğin doğru tarifinin yapılması olduğu açıktır.

Eğer laikliği din işlerinin devlet işlerine karışmaması gibi kısır bir tarifini yapar ve bunu uygularsanız eksik ve yanlış bir iş yapmış olursunuz.

Nedeni ise din işlerinin devlet işlerine karışmasın demenin devlet işlerinin din olgusunun tam karşıtı olan ateist mantıkla oluşup örgütlenmesi anlamına gelmesidir.

Ayrıca bu mantık doğal devlet anlayışına da ters düşer.

Çünkü bireyler için var olan devlet şekillerinde birey hayatlarını yön veren en önemli olguyu yok kabul etmek mümkün olmadığından bu uygulama eksik ve hatalı olur.

Yapay devletler din olgusunu toplumlardan silip, yok etme girişimlerinde bulunmuşlardır. Bunun tarihte pek çok örnekleri vardır.

Fakat en totaliterleri de dahil hiç birisi başarılı olamamıştır.

Bu tür girişimlerin insanlığın yüz karsı olan pek çok acı olayların baş nedeni olduğu tarihsel bir gerçektir.

Sayın yazarın genelde Hıristiyanlığa yönelik; alıntılarla dolu, keskin ve objektif eleştirileri de vardır. Bunun nedeni ise (sayın yazarın sıkça belirttiği gibi) bu dine hurafelerin karıştırılması, tarihi boyunca dinin sıkça ve insafsızca suiistimal edilmesidir.

Bütün bunlardan insanlar kadar Hıristiyanlık da büyük zararlar görmüş, ilk çıktığı günlerin saf güzelliğinden uzaklaşmış, dinsel-totaliter bir rejim haline almıştır.

Sayın yazar garip ve sakat bir mantıkla bütün bunlardan dini yani Hıristiyanlığı sorumlu tutar.

Halbuki dinsel-totaliter rejimlerden en çok zarar görenlerin başında Hıristiyanlık gelir. Bir bakıma bu dine hurafeler karıştırılarak sık, sık suiistimal edilmesi pusuda bekleyen ateistler için bulunmaz bir malzeme ve materyal kaynağı olmuştur.

Bu malzeme ve materyallerin din ile sıkı ilişkilerinin var olduğunun zannedilmesi arayış içinde olanları derin bir şekilde etkilemiş olsa gerektir.

Halbuki bu tür dine sonradan katılmış suiistimal amaçlı bu tür hurafelerin gerçek din ile ilgisinin olmadığı açıktır.

Sayın yazar dinlere saldırmak yerine dinlerin toplumsal yaratıklar olan insanlar üzerindeki pozitif etkilerini de göz önüne almalı ve sadece sık, sık suiistimal edilip, insanları yanıltan bir meta olarak kullanılmasından şikâyet etmeliydi.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-18


LAİKLİK KONUSU-44


Yazarın konusunda yaptığı hatalardan birisi de laikliği materyalist - ate-ist - evrimci felsefe adına sahiplenmesidir.

Bu sahiplenmenin nedeni laiklik kavramını akla, mantığa, bilime ve de karşıtlarına uyumlu algılama yerine materyalizme özel yamuklukla algılamayı tercih etmesidir.

Sayın yazar yazmamış ama ona göre laiklik (günümüzde geçerli olan materyalist – ateist evrimci felsefenin mantığıyla şekillenmiş güdümlü bilimin tarifine uygun olarak) devlet işlerinin (yani insan hayatını yön ve şekil veren her türlü olgu, eylem) din işlerinden ayrı tutulması, diğer ifade ile dinsel olguların insan hayatından dışlanıp pasifize edilmesi, toplumdan uzaklaştırılması kişileştirilmesi, bu yolla yok edilmesinin yol ve yöntemlerin genel ifadesidir.

Kısaca (onlara göre) laiklik din işlerinin devlet işlerinden ayrı tutulmasıdır.

İnancın insanlara özel olduğunu, inançsız insanların bulunmadığını, insanlarında toplumsal canlılar olduğunu, toplumların da bireylerden oluştuğunu bilen her akıl, mantık sahibi bu tarifin taraflılığını yamukluğunu ve de yanlışlığını hemen fark eder.

Gerçek laiklik dinin devlet işlerinden uzaklaştırılarak pasifize edilmesi değil, (zaten bu mümkün değildir) devletin doğal olarak çeşitli din ve inançlarda olan vatandaşlarına karşı eşit ve tarafsız davranması,

Fakat bu tarafsızlık asla ilgisizlik değildir. Devletlerin görevlerinden biriside vatandaşlarının din ve vicdan hürriyetlerini hiçbir kısıtlama getirmeden özgürce yaşamalarını sağlamaktır.

Yazar laiklik kavramına da kendi inancına göre yontup şekillendirerek gerçek yobazlığı kendisi yapmışa benziyor.

Yazar kendisi gibi düşünen bir parlamenterden alıntı yaparak dincilerin devleti çeşitli yol ve yöntemlerle baskı altında tutmaya, bu yol ve yöntemle devleti ele geçirmeye çalıştıklarından dert yanar.

Fakat bu dert yanış da her zaman olduğunu gibi nalıncı keseri gibi hep kendi tarafına yontma istemleriyle doludur.

Bir insanın inandığı şekilde yaşamak istemesi ve bu isteğini eyleme geçirmekle görevli vekilinden bunu talep etmesinden daha doğal ne olabilir?

Vekil bu şikayetiyle kendi inancına uygun bir devlet şeklini benimsemiş olmuyor mu?

Bir taraf isterken iyi de diğer taraf isterken niçin kötü olsun?

Anlaşıldığı kadarıyla parlamenter de yazarımız gibi kendini insanların en akıllısı, en bilgisi, en aydınlanmışı, doğru yolu bulmuşu zannetmekte, insanları doğru yola iletmeyi doğal görev kabul etmektedirler.

Tabi ki bu mantık minicik bir azık torbasıyla diyar diyar dolaşan, insanları aydınlatmaya, uyandırmaya, kurtarmaya çalışan bir misyoner arasında en küçük bir farkın olmadığı açıktır.

= = =

Yazar Amerika gibi laikliğin doğduğu, uygulanıp yaşatılmaya çalışıldığı bir ülkede bile ateist olmanın ne kadar güç olduğunu örnekleriyle anlatmaya çalışır. Dinlere gösterilen hoşgörünün ateistlere gösterilmediğinden dert yanar.

Yazara sormak gerekir.

Amerika dinleri, inançlar ret etmeyi temel kabul eden bir ülke yazarımızda bu ülkenin idarecilerinden biri olsaydı dindarlara ve inanç sahiplerine kısaca dinler hoşgörülü davranır mıydı?

Fırsat buldukça dinlere, inananlara ağız dolusu sövdükten, karalamaktan aşağılamaktan çekinmediğine bakılırsa hiç de hoşgörülü davranmayacağına rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yazarımız mantığındaki kişilerin ellerine fırsat geçse dinlere, dindarlara en ağır baskıları uygulayacaklarından şüphe yoktur.

Nitekim kısa bir dönemde olsa komünizmin uygulandığı Sovyet Rusya’sında ibret verici bir şekilde gördük ve yaşadık.

Görünüşe göre gerçek laikliğin en büyük düşmanı gerçekte ateistlerdir.

= = =

Yazarımız kitabında ateistlerin nasıl bir yobazlıkla ve yobazlarla mücadele ettiklerini örnekleriyle anlatmaya çalışır.

Fakat buradaki bir mantık hemen dikkat çeker.

Hangi eylem içinde olurlarsa olsunlar ateistler yüzde yüz haklı ve mazlum, karşıtları ise (yani dinciler, inananlar) yüzde yüz haksız ve tecavüzcü yobazlardır.

Yazar bir kez bile başkalarının dinlerine, inançlarına müdahale etme hakkını nereden ve nasıl bulduğunu kendine ve yandaşlarına sormayı akıl etmez, edemez.

Yazar Amerika’nın öğündüğü demokrasiye de kendine göre yorumlar ve dil uzatır.

Ona göre temsilciler meclisi ve senato gerçekten aklı başında kişiler tarafından seçilse imiş beş yüz otuz beş üyenin büyük çoğunluğu ateist olurmuş.

Görünüşe göre öyle değilmiş ama bu görünüşte yanıltıcıymış. Seçilenlerin büyük çoğunluğu takiyye yapan, inananları kandıran ateist fikirli olanlarmış.

Sadece oy kaygısı ile ve de mecburen dindar görünüyorlarmış.

Yazara göre bir başkanın ateist olduğunu açıkça belirtmesi siyasi intiharından başka anlama gelmezmiş.

Ateistlerin gerçekte tahmin edilenden çok olduğundan bahsedip de ateist bir başkan adayının ateistliğini açıkça ilan etmesinin siyasi bir intihar olacağını yazmak açık bir çelişki olmuş ama asıl söylemek, yazmak istediğimiz bu değil.

Yazar, ateistlerin alamet-i farikalarına birde iki yüzlülüğü - takiyye yapmayı da insanları aldatan düzenbazlığı da ekleyivermiş.

Gerçekten de ibret verici bir durum.
 
---> Tanrı Yanılgı mı?

Tanrı Yanılgı mı-19


Yazar dinleri karalama, kötüleme girişimlerinde hiç bir fırsatı kaçırmaz.

Nedense insanların bir şeylere inanma ihtiyacında olan canlılar olduklarını bir türlü anlayamaz.

Tanrı tanımazlığında bir çeşit inanç olduğunun nedense farkına varmaz.

Gerçekte kendine örnek aldığı ve dindar olarak nitelediği Gandi’nin şu sözlerinden gerekli dersleri de çıkarmaz, çıkaramaz.

Gandi (yazarında alıntı yaptığı gibi) ben bir Hindu’yum, ben bir Müslüman’ım, ben bir Yahudi’yim, ben bir Hıristiyan’ım, ben bir Budist’im derken anlatmak istediği dinlere, inançlar olan saygıyı bir türlü kavrayamaz.

Dinlere olan kin ve nefreti aklını da tutsak almış gibidir. Hepsini ortadan kaldırmak tek amacıdır.

İnsanlığın varoluşundan beri var olan din kültürü hangi yetki ya da hak ile ortadan kaldıracağını nedense düşünmez. Bunun açık bir insanlık hakkı gaspı olduğunun farkında bile değildir.

Ateist olan Nehru’nun:

-Laik bir Hindistan’ı konuşuyoruz. Bazı insanlar bunu din karşıtı bir şey diye düşünüyorlar. Bu kesinlikle doğru değildir. Asıl anlamı tüm inançları eşitlikle şereflendiren ve hepsine eşit fırsatlar sunan bir devlettir.

Hindistan’ın uzun bir dinsel hoşgörü geçmişi vardır. Hindistan gibi pek çok dini ve inancı barındıran bir ülke de laiklik temeli dışında gerçek bir milliyetçilik kurulamaz sözleri bile yazarımıza gerçek laikliği öğretemez.

Onun aklı fikri din ve inancı insanların hayatlarından soyutlamanın yollarını aramak, sapık inancını onlara aşılamaktır.

Yazarın gönül gözleri öylesine kapalı vicdanı öylesine karadır ki İncil’i bir canavar olarak nitelemekten çekinmez.

O kitabı yürekten inanan yüz milyonlarca insanın var olduğunu ve onları rencide edeceğini, bu da onlara inançlarını koruma hakkı vereceğini, sonuçta bitip tükenmek bilmeyen karmaşalara neden olabileceğini nedense aklının ucundan bile geçirmez.

Geçirmez ama ateistler aleyhine yapılacak en küçük bir hareketi büyütüp eleştirmekten de geri durmaz.

Ona göre Tanrının varlığı varsayımı gereksizdir. Ayrıca bu varsayım olasılık kanunlarınca da muhtemelen ret edilecektir.

Fakat biz aynı fikirde değiliz.

Varoluştaki inkar edilemeyen düzen ve sistemlerin varlığı bir Var Edici İradenin var olduğunun kesin delilleridir.

Bir parça akıl ve mantığını kullanabilen herkesin açıkça gördüğü bu gerçeği karmaşa olarak nitelemeye çalışmak kör bir taassubun sonucu olmalıdır.
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol puff
Geri
Üst