Tanrının varlığı konusunu felsefe ve ilahiyatın merkezinde yer alan bir konudur. Felsefeciler ve ilahiyatçılar bu konu üzerinde sayfalar dolusu yazılar yazmışlardır ve halende yazılar yazmaktadırlar. İslam felsefesinin ünlü düşünürlerinden Gazali olsun, Batı felsefesinin ünlü düşünürlerinden Descartes olsun her ikisi de inanmanın doğuştan olduğunu söylemektedirler. Buna karşın bu gibi ünlü düşünürlerin her biri yine de Tanrının varlığını ispat için oldukça gayret harcamışlardır.
a. Aslında Tanrının varlığı konusundaki tartışmaları inançların esas özünü teşkil eden kaynaklarında görürüz. Özellikle bunun en güzel örnekleri kitaplı dinlerde gözlemlenmektedir. Her ortaya çıkan yeni inanç hemen bir karşı koyma ile karşılaşmaktadır. Doğal olarak kendisini savunmaya gayret eden inanç temel karşı koyuş prensipleri içinde felsefi ya da kelam üzerine olsun fikri tartışmaları ortaya dökmektedir. Böylesine fikri tartışmalar içinde Tanrının varlığı ve bu Tanrının kimliği üzerinde de bol bol deliller kelami olarak ortaya dökülmektedir.
Örneğin; Mesih İsanın kendisinin Tanrı Oğlu, Tanrı Sözü olarak yeryüzünde bulunduğuna ilişkin öğretilerine karşı çıkan Yahudi din adamları Mesih İsanın kendisi ya da ilk izleyicileri tarafından sürekli olarak karşılıklar almışlardır. Tanrının varlığı ve özellikle Kurtarıcı olarak Mesihini gönderdiği karşı görüşlere karşı verilen cevaplarla kanıtlanmaya çalışılmıştır. Romalılar bölümünde Resul Pavlusun sözleri buna örnek olarak verilebilir:Çünkü Tanrıya ilişkin bilinen ne varsa, gözlerinin önündedir; Tanrı hepsini gözlerinin önüne sermiştir. Tanrının görünmeyen nitelikleri-sonsuz gücü ve Tanrılığı- dünya yaratılalı beri Onun yaptıklarıyla anlaşılmakta, açıkça görülmektedir. Bu nedenle özürleri yoktur (Romalılar 1:19-20) Davutun Mezmurlarında da benzer durumları görmek mümkündür: Akılsız içinden, Tanrı yok! der(Mezmurlar 14:1) Aslında genel anlamda Kutsal Kitap Tanrının varlığını ve yokluğunu tartışma gibi bir kaygı içinde değildir. Kutsal Kitaba göre Tanrı zaten vardır ve bu varlık içinde kendisini öz, söz ve ruh olarak açıklama durumundadır. Varlığından ziyade kendisinin kimliğini araştıranlara tanıtma gayreti içindedir. Bu da bir anlamda Tanrı varlığının kanıtlanması kavramıdır. Çünkü Tanrının hem varlığı hem de kimliği hakkında sürekli olarak karşı çıkmalar söz konusudur. Bu İslam inancının kitabında da karşı çıkanlara burhanınızı getirin(Enbiya 24; Neml 64) gibi sorularla kanıtlara davet söz konusudur.
Kitaplı dinlerin kitaplarından kaynaklanan bu gibi kanıtlar ortaya koyma bu dinlerin önde gelen din alimlerini de Tanrının varlığı, kimliği gibi konularda derin düşünmelerine neden olmuştur.
b. Dinsel inanç önce olduğu gibi inancı alma yani imanı bir anlamda taklit etme ile kişinin varlığında dirilir. Daha sonra bu iman kişiyi inancı hakkında öğrenmeye yönlendirebilir. Bu da araştırma basamağıdır. Daha sonra da inancın içsel olarak hissedilişi yaşanması söz konusu olur. Bu üç basamağın toplamına biz iman tecrübesi diyebiliriz. Prof. Mehmet Aydının[1] açıklamasında olduğu gibi bu üç basamağı biz taklit, ilim ve zevk olarak isimlendirebiliriz. İşte onunda ifadesi ile imanda delil arama merhalesi ikinci basamakta ortaya çıkar.
c. İnsanların zaman zaman şüphe durumlarında ya da şüphe duyan insanların sorularına cevap verme durumlarında kanıtlara ihtiyaç vardır.
d. Kant inanca yer bulmak için bilgiyi inkar ettim[2] demektedir. Onun bu görüşü iman ile ilmin arasını müthiş bir biçimde açmaktadır. Oysa fikirle, manevi yaşamın bir arada uyum içinde olduğu bir yaşam insanın esas hedeflediği bir yaşamdır. Felsefe bu konuda yardımcı bir unsurdur. Aynı zamanda Tanrının varlığı aynı zamanda bir bilgilenme sorunudur da. Demek ki, Kant aslında yukarıdaki ifadesi ile araya bir ayrım koymaktadır. Prof. Ronald H. Nash buna Kantın duvarı demektedir. Düşünce ile imanı ayırmaktadır. Hatta akıl ile Tanrının anlaşılmasının mümkün olmadığını, Tanrının var ama bilinmez olduğunu söylemektedir. Prof. Nash kitabında Kantın Tanrısı hem bilinmez hem bilinemez bir Tanrıdırdemektedir.[3]
e. Bazen felsefe sistemi içinde de Tanrının varlığı konusunda tartışma gerekli olabilir. Aristoteles evren üzerindeki düşünürken Tanrıyı evrene ilk hareketi veren bir ilke olarak görüyordu. Farabi, her düzeyde varoluşu açıklamak için Zorunlu Varlıka muhtaçtı. Whitehead ilmi ve felsefi kozmolojisi, Tanrının anlam ve işlevini belirlemeyi gerekli kılıyordu.
Bütün bu maddelerde gördüğümüz gibi insanlık her konuda düşünce sistemini geliştirirken tekrar ve tekrar Tanrının varlığı üzerindeki kanıtlara dönme durumunda kalmıştır. Bu kanıtlar üzerinde defalarca düşünen hem batılı, hem Hristiyan, hem Müslüman düşünürler içinde bu konuda buldukları ve sundukları kanıtlardan memnun olan düşünürler vardır. Örneğin, Aziz Thomas, Descarte, Leibniz, Wolf teizmin delilleri karşısında tam bir güven içindedir. İslam dünyasında da Farabi, İbn Sina, Cüveyni, Gazali, Fahruddini razi bu işi başarı ile yaptıklarına inanmaktadırlar. Bazı düşünürler inanmayı hep akla dayandırmaktadırlar. İmanla bilim arasına duvar ören Kant gibi eleştirici bir düşünür bile inancın akılcılığını açıkça ifade etmektedir.
Alıntıdır !
a. Aslında Tanrının varlığı konusundaki tartışmaları inançların esas özünü teşkil eden kaynaklarında görürüz. Özellikle bunun en güzel örnekleri kitaplı dinlerde gözlemlenmektedir. Her ortaya çıkan yeni inanç hemen bir karşı koyma ile karşılaşmaktadır. Doğal olarak kendisini savunmaya gayret eden inanç temel karşı koyuş prensipleri içinde felsefi ya da kelam üzerine olsun fikri tartışmaları ortaya dökmektedir. Böylesine fikri tartışmalar içinde Tanrının varlığı ve bu Tanrının kimliği üzerinde de bol bol deliller kelami olarak ortaya dökülmektedir.
Örneğin; Mesih İsanın kendisinin Tanrı Oğlu, Tanrı Sözü olarak yeryüzünde bulunduğuna ilişkin öğretilerine karşı çıkan Yahudi din adamları Mesih İsanın kendisi ya da ilk izleyicileri tarafından sürekli olarak karşılıklar almışlardır. Tanrının varlığı ve özellikle Kurtarıcı olarak Mesihini gönderdiği karşı görüşlere karşı verilen cevaplarla kanıtlanmaya çalışılmıştır. Romalılar bölümünde Resul Pavlusun sözleri buna örnek olarak verilebilir:Çünkü Tanrıya ilişkin bilinen ne varsa, gözlerinin önündedir; Tanrı hepsini gözlerinin önüne sermiştir. Tanrının görünmeyen nitelikleri-sonsuz gücü ve Tanrılığı- dünya yaratılalı beri Onun yaptıklarıyla anlaşılmakta, açıkça görülmektedir. Bu nedenle özürleri yoktur (Romalılar 1:19-20) Davutun Mezmurlarında da benzer durumları görmek mümkündür: Akılsız içinden, Tanrı yok! der(Mezmurlar 14:1) Aslında genel anlamda Kutsal Kitap Tanrının varlığını ve yokluğunu tartışma gibi bir kaygı içinde değildir. Kutsal Kitaba göre Tanrı zaten vardır ve bu varlık içinde kendisini öz, söz ve ruh olarak açıklama durumundadır. Varlığından ziyade kendisinin kimliğini araştıranlara tanıtma gayreti içindedir. Bu da bir anlamda Tanrı varlığının kanıtlanması kavramıdır. Çünkü Tanrının hem varlığı hem de kimliği hakkında sürekli olarak karşı çıkmalar söz konusudur. Bu İslam inancının kitabında da karşı çıkanlara burhanınızı getirin(Enbiya 24; Neml 64) gibi sorularla kanıtlara davet söz konusudur.
Kitaplı dinlerin kitaplarından kaynaklanan bu gibi kanıtlar ortaya koyma bu dinlerin önde gelen din alimlerini de Tanrının varlığı, kimliği gibi konularda derin düşünmelerine neden olmuştur.
b. Dinsel inanç önce olduğu gibi inancı alma yani imanı bir anlamda taklit etme ile kişinin varlığında dirilir. Daha sonra bu iman kişiyi inancı hakkında öğrenmeye yönlendirebilir. Bu da araştırma basamağıdır. Daha sonra da inancın içsel olarak hissedilişi yaşanması söz konusu olur. Bu üç basamağın toplamına biz iman tecrübesi diyebiliriz. Prof. Mehmet Aydının[1] açıklamasında olduğu gibi bu üç basamağı biz taklit, ilim ve zevk olarak isimlendirebiliriz. İşte onunda ifadesi ile imanda delil arama merhalesi ikinci basamakta ortaya çıkar.
c. İnsanların zaman zaman şüphe durumlarında ya da şüphe duyan insanların sorularına cevap verme durumlarında kanıtlara ihtiyaç vardır.
d. Kant inanca yer bulmak için bilgiyi inkar ettim[2] demektedir. Onun bu görüşü iman ile ilmin arasını müthiş bir biçimde açmaktadır. Oysa fikirle, manevi yaşamın bir arada uyum içinde olduğu bir yaşam insanın esas hedeflediği bir yaşamdır. Felsefe bu konuda yardımcı bir unsurdur. Aynı zamanda Tanrının varlığı aynı zamanda bir bilgilenme sorunudur da. Demek ki, Kant aslında yukarıdaki ifadesi ile araya bir ayrım koymaktadır. Prof. Ronald H. Nash buna Kantın duvarı demektedir. Düşünce ile imanı ayırmaktadır. Hatta akıl ile Tanrının anlaşılmasının mümkün olmadığını, Tanrının var ama bilinmez olduğunu söylemektedir. Prof. Nash kitabında Kantın Tanrısı hem bilinmez hem bilinemez bir Tanrıdırdemektedir.[3]
e. Bazen felsefe sistemi içinde de Tanrının varlığı konusunda tartışma gerekli olabilir. Aristoteles evren üzerindeki düşünürken Tanrıyı evrene ilk hareketi veren bir ilke olarak görüyordu. Farabi, her düzeyde varoluşu açıklamak için Zorunlu Varlıka muhtaçtı. Whitehead ilmi ve felsefi kozmolojisi, Tanrının anlam ve işlevini belirlemeyi gerekli kılıyordu.
Bütün bu maddelerde gördüğümüz gibi insanlık her konuda düşünce sistemini geliştirirken tekrar ve tekrar Tanrının varlığı üzerindeki kanıtlara dönme durumunda kalmıştır. Bu kanıtlar üzerinde defalarca düşünen hem batılı, hem Hristiyan, hem Müslüman düşünürler içinde bu konuda buldukları ve sundukları kanıtlardan memnun olan düşünürler vardır. Örneğin, Aziz Thomas, Descarte, Leibniz, Wolf teizmin delilleri karşısında tam bir güven içindedir. İslam dünyasında da Farabi, İbn Sina, Cüveyni, Gazali, Fahruddini razi bu işi başarı ile yaptıklarına inanmaktadırlar. Bazı düşünürler inanmayı hep akla dayandırmaktadırlar. İmanla bilim arasına duvar ören Kant gibi eleştirici bir düşünür bile inancın akılcılığını açıkça ifade etmektedir.
Alıntıdır !