Salvo
Kayıtlı Üye
Sufizm
Sufizim, daha İslam'ın ilk dönemlerindeki zühd'den, bir yandan Emeviler dönemindeki zengin sınıflar arasında yaygın olan masraflı lüks ve aşırı serbestliğe karşı püritence bir tepki, öbür yandan da ordodoks İslam'ın şekilciliğinden dolayı ortaya çıkmıştı. Her ne kadar zahidlik hareketi esas şeklini 8. asrın başlarında aldığı halele (ilk zahidler arasında en meşhuru, aynı zamanda bir din alimi olan Hasan el-Basri, ö. 728, idi.), bu konuya meyledenler çok daha önce ortaya çıkmışlardı. (İlk zahidlerclen birisi, üçüncü Halife Hz. Osman'ı tenkit eden meşhur Sahabilerden Ebu Zerr idi.)
Dokuzuncu asrın ortalarına doğru, zahidlik hareketi, tam manasıyla mistisizme, yani ruhun “Allah'ın varlığında yok olarak (fena)” Allah ile birleşmek için vecd ile yaptığı bir sıçrama şeklinde tarif edilebilecek bir tecrübeye dönüştü. Tasavvuf ehlinin bu nihai amacına giden yol, kendi varlığından vazgeçip ruhu temizleyerek bilginin saf şekli olan Allah'ın ilmine ulaşmaktan geçiyordu. Fakat fena, çeşitli şekillerde düşünülüyordu: ifrat derecede, insanın, kendisini terkedip, Allah'ın yüceliğiyle dolduğuna inanılıyordu. Nefsin bu fizik ötesi bir zevk veren terkine “mest olma” veya “sarhoşluk”, nefsin ölümü deniyordu. Fena'ya doğru ilerlerken, bazı mutasavvıflar tecrübelerini öyle mübalağalı bir şekilde tarif ettiler ki, bu ulama (“eğitilmiş kişiler”, din ve şeriat alimlerinin hepsi) tarafından İslam dışı ve sapıkça görüldü. Ebu Yezid el-Bestami (ö. 875) vecd halinde iken “Kendimi tesbih ederim! Benim şanım ne büyüktür!” derdi ve rüyasında Cennet'e yükseldiğini iddia ediyordu. Bu vecd halinde iken, Sufilerin kendilerinin Allah olduklarını iddia ettikleri, Allah ile ruh planında bir birleşme idi. “Ben” ile “Allah” arasında bir ayrım yapmak, Allah'ın birliğini inkar etmekti. Fakat Muhasibi (ö.857), Zünnun (ö.861), Kharraz (ö.899) ve el-Cüneyd (ö.910) gibi daha temkinli mutasavvıflar, mistik tecrübelerini daha az yumuşak ifade ederek, şüpheden ve dışlanmaktan kurtulmasalar da, ortodokslardan gelecek ölümcül saldırılardan kaçınmışlardı. Tasavuf cereyanı içerisinde panteist eğilimler de vardı. Fakat her ne kadar Allah'la birleşme fikrini, İslam'daki, Allah'ın bütün mahluklarından farklı olduğu inancıyla bağdaştırmak zor da olsa, sufi, İslam ilahiyatına sadıktır. Mamafih, sufiler kendilerini savunma noktasında, Mukaddes Kitapta kendilerini teyit eden, mesela, Allah'ın “ona (insana) şahdamarından daha yakın” olduğunu bildiren ayet gibi pek çok ayette Kur'anî tasdik bulunduğunu iddia ederler. Fakat sufilerin, İslami kanunların dış görünüşüne ehemmiyet vermeyen karakteristik eğilimleri ve vecd halinde iken söyledikleri, bunların Ortodoks Sünnilerin gözüne çirkin görünmelerine sebep oldu. Nihayet sufi doktrinini İslam'ın resmi çerçevesiyle bağdaştırmayı başaran, İranlı büyük fakih, filozof ve ilahiyatçı Ebu Hamid el-Gazali eserlerini Arapça yazmıştır. Sufilik, İslam edebiyatında, özellikle şiirde, her zaman büyük bir ilham kaynağı ve devamlı bir tarz olmuştur. Birinci sınıf İranlı şairlerin, neredeyse hepsi, özellikle mutasavvıftırlar. Bu, mesela Ömer Hayyam (ykl, 1048-ykl, 1124), Mevlana (1207-73), Sadi (ykl. 1184-ykl. 1292) ve Hafız (ykl. 1a325-1390) gibi büyük İranlı şairlerin eserlerinde görülebilir. Sufi (Arapça,” yün” anlamındaki suf kelimesinden) teriminin bu mistikler için kullanılmasının sebebi, bunların, dünyayı ve dünya zevklerini terk edişlerinin sembolü olarak, ham yünden yapılmış urbalar giymeleridir.
Sufizim, daha İslam'ın ilk dönemlerindeki zühd'den, bir yandan Emeviler dönemindeki zengin sınıflar arasında yaygın olan masraflı lüks ve aşırı serbestliğe karşı püritence bir tepki, öbür yandan da ordodoks İslam'ın şekilciliğinden dolayı ortaya çıkmıştı. Her ne kadar zahidlik hareketi esas şeklini 8. asrın başlarında aldığı halele (ilk zahidler arasında en meşhuru, aynı zamanda bir din alimi olan Hasan el-Basri, ö. 728, idi.), bu konuya meyledenler çok daha önce ortaya çıkmışlardı. (İlk zahidlerclen birisi, üçüncü Halife Hz. Osman'ı tenkit eden meşhur Sahabilerden Ebu Zerr idi.)
Dokuzuncu asrın ortalarına doğru, zahidlik hareketi, tam manasıyla mistisizme, yani ruhun “Allah'ın varlığında yok olarak (fena)” Allah ile birleşmek için vecd ile yaptığı bir sıçrama şeklinde tarif edilebilecek bir tecrübeye dönüştü. Tasavvuf ehlinin bu nihai amacına giden yol, kendi varlığından vazgeçip ruhu temizleyerek bilginin saf şekli olan Allah'ın ilmine ulaşmaktan geçiyordu. Fakat fena, çeşitli şekillerde düşünülüyordu: ifrat derecede, insanın, kendisini terkedip, Allah'ın yüceliğiyle dolduğuna inanılıyordu. Nefsin bu fizik ötesi bir zevk veren terkine “mest olma” veya “sarhoşluk”, nefsin ölümü deniyordu. Fena'ya doğru ilerlerken, bazı mutasavvıflar tecrübelerini öyle mübalağalı bir şekilde tarif ettiler ki, bu ulama (“eğitilmiş kişiler”, din ve şeriat alimlerinin hepsi) tarafından İslam dışı ve sapıkça görüldü. Ebu Yezid el-Bestami (ö. 875) vecd halinde iken “Kendimi tesbih ederim! Benim şanım ne büyüktür!” derdi ve rüyasında Cennet'e yükseldiğini iddia ediyordu. Bu vecd halinde iken, Sufilerin kendilerinin Allah olduklarını iddia ettikleri, Allah ile ruh planında bir birleşme idi. “Ben” ile “Allah” arasında bir ayrım yapmak, Allah'ın birliğini inkar etmekti. Fakat Muhasibi (ö.857), Zünnun (ö.861), Kharraz (ö.899) ve el-Cüneyd (ö.910) gibi daha temkinli mutasavvıflar, mistik tecrübelerini daha az yumuşak ifade ederek, şüpheden ve dışlanmaktan kurtulmasalar da, ortodokslardan gelecek ölümcül saldırılardan kaçınmışlardı. Tasavuf cereyanı içerisinde panteist eğilimler de vardı. Fakat her ne kadar Allah'la birleşme fikrini, İslam'daki, Allah'ın bütün mahluklarından farklı olduğu inancıyla bağdaştırmak zor da olsa, sufi, İslam ilahiyatına sadıktır. Mamafih, sufiler kendilerini savunma noktasında, Mukaddes Kitapta kendilerini teyit eden, mesela, Allah'ın “ona (insana) şahdamarından daha yakın” olduğunu bildiren ayet gibi pek çok ayette Kur'anî tasdik bulunduğunu iddia ederler. Fakat sufilerin, İslami kanunların dış görünüşüne ehemmiyet vermeyen karakteristik eğilimleri ve vecd halinde iken söyledikleri, bunların Ortodoks Sünnilerin gözüne çirkin görünmelerine sebep oldu. Nihayet sufi doktrinini İslam'ın resmi çerçevesiyle bağdaştırmayı başaran, İranlı büyük fakih, filozof ve ilahiyatçı Ebu Hamid el-Gazali eserlerini Arapça yazmıştır. Sufilik, İslam edebiyatında, özellikle şiirde, her zaman büyük bir ilham kaynağı ve devamlı bir tarz olmuştur. Birinci sınıf İranlı şairlerin, neredeyse hepsi, özellikle mutasavvıftırlar. Bu, mesela Ömer Hayyam (ykl, 1048-ykl, 1124), Mevlana (1207-73), Sadi (ykl. 1184-ykl. 1292) ve Hafız (ykl. 1a325-1390) gibi büyük İranlı şairlerin eserlerinde görülebilir. Sufi (Arapça,” yün” anlamındaki suf kelimesinden) teriminin bu mistikler için kullanılmasının sebebi, bunların, dünyayı ve dünya zevklerini terk edişlerinin sembolü olarak, ham yünden yapılmış urbalar giymeleridir.